ÇİLEHANE



=====ÇİLEHANE====
 

Diyecek yoktu keyfime. Mutluydum, sevinçten uçuyordum adeta, sınav sonuçları açıklandığında. Zira Ulu Önder Mustafa Kemal’in: “Yeni Nesil Sizin Eseriniz Olacaktır” diyerek kutsal bir görev yüklediği “Muallimleri” yetiştiren Muallim Mektebi’nin öğrencisiydim artık.

Okullar açıldığında birlikte kalabileceğimiz bir arkadaş grubu aramak oldu, ilk işim. Fazla uzun sürmedi. Okulun açıldığı ilk hafta birlikte kalabilecek bir arkadaş grubu oluşturduk. Gruptaki arkadaşlarla zaman yitirmeden ev aramaya koyulduk. Kısa süre içinde okula yakın kiralık bir ev bulduk. Kiraladığımız ev; iki oda ve ön tarafı tamamen açık olan bir girişten oluşuyordu. Toprak damlı, çamur sıvalı, taştan örülmeydi. Her odası sadece küçük birer pencereyle aydınlanıyordu. Ne suyu vardı, ne de elektriği… İlk kiracılarıydık, tabanı da damı gibi toprak olan bu evin. Zira öğrencilere kiralanmak amacıyla henüz o yıl yapılmıştı. Yaklaşık 15–20 m. uzağındaydı, Tunceli’yi ortadan ikiye bölen Munzur Irmağı’nın. Her odasında dörder kişi kalıyorduk. Hepimiz de Tunceli İlk Öğretmen Okulu’nun öğrencileriydik.

Halı, kilim gibi bir yaygımız yoktu. Doğrudan toprak tabanına seriyorduk, yataklarımızı. Ön tarafı tamamen açık olan giriş bölümünü, mutfak olarak kullanıyorduk. Bu bölümdeki ocakta pişirirdik yemeklerimizi. Ne üstünde oturacak bir sandalyemiz vardı, ne de üzerinde yazı yazabileceğimiz bir masamız… Elektriğimiz olmadığı için titrek alevli gaz lambasının loş ışığından yararlanırdık. Çamaşırlarımızı yunarken de banyomuzu yaparken de yemeğimizi pişirirken de bulaşığımızı yıkarken de yanı başımızdan akıp giden Munzur’un suyundan kullanırdık. Ne bir pınar ne bir çeşme bulunuyordu yakınımızda. Şehir suyu şebekesi bile yoktu. Yağmurlar yağdığında ve karlar eridiğinde Munzur’un suyu bulanık akardı. Böyle zamanlarda da Munzur’un suyunu dinlendirerek içerdik.

“Çilehane” adını vermiştik, evimize. Zira evden ziyade bir çilehaneyi andırıyordu. Sanki oraya okumaya değil de Hindu çileciler gibi çile çekmeye gitmiştik, adeta. Doğu coğrafyasının karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışının egemen olduğu Munzur Vadisi’nde derinden derine uğuldayarak esen rüzgârdan, geçit vermeyen tipilerden, can alan soğuklardan korunmak için birilerinden ödünç aldığımız eski ve kırık odun sobasıyla ısıtmaya çalışırdık, çilehanemizi. Ama bilirsiniz boş soba ısıtmaz tek başına. Odun gereklidir, çevresini ısıtabilmesi için. O da bizde bulunmuyordu. Yani ne odunumuz vardı ne de odun alacak paramız… Eee… Doğu coğrafyasının karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışında ısınmamız mutlak bir ihtiyaç olduğuna göre bizim bir şekilde bu eski ve kırık sobada yakacak odun bulmamız kaçınılmazdı.

Bu mutlak gereksinimimizi karşılayabilmek için hem orman sahiplerine hem de orman muhafaza memurlarına yakalanmamak için bardaktan boşanırcasına yağan yağmurlara, lapa lapa yağan karlara, geçit vermeyen tipilere, uğuldayarak esen rüzgâra ve dondurucu soğuğa inat gecenin zifiri karanlığında yanımızda baltalar, tahralar, ellerimizde pilli el fenerleriyle dalardık, Munzur kıyısındaki ormanlık alana. Varırdık, ormandaki ağaçların en irisinin başına. Birkaç balta darbesiyle kökünden keser devirirdik yere koca meşe ağaçlarını. Sonra da leş kargaları gibi üşüşürdük başına. Her birimiz, doğradığımız parçalardan birini alırdık sırtımıza. Sonra da tutardık evin yolunu. Nefes nefese varırdık çilehanenin kapısına. Terimiz soğumadan, getirdiğimiz kütükleri hemen sobaya sığacak büyüklükte doğrardık. Kimimiz odun doğruyor, kimimiz doğranan odunları taşıyorduk içeri. Sonra sobaya doldurarak yakmaya çalışırdık. En zor işlerden biriydi, soba yakmak. Odunlar ıslatı, tutuşmazdı bir türlü. Lakin tutuşmaya başlayınca da yanardı gümbür gümbür. Fırına dönerdi; taş duvarlı, toprak damlı çilehanemiz. Mayışır kalırdık, her birimiz bir yanda.

Tavandan şıpır şıpır inen damlaların,  doğrudan toprağa serdiğimiz yataklarımızın üzerine düşmesi en can sıkıcı şeydi. Günlerce devam ederdi yağmurlar, karlar. Toprak damlı çilehanemizin üzerine yağan yağmur ve karlardan sızan sular, içeri akardı damla damla. Kimi zaman ders çalışırken üstümüze damlardı, kimi zaman da içinde mışıl mışıl uyuduğumuz yataklarımızın üstüne… Gündüzleri evde olmazdık genellikle. Damlardı, damladığı kadar. Ama geceleri; içinde yattığımız yataklarımızın üstüne düşen damlalar, cehennem azabı çektirirdi, bize. Ardı arkası kesilmezdi, yataklarımıza düşen damlaların. Gecenin zifiri karanlığında çıkardık, toprak damlı çilehanenin tepesine. Başlardık damı loğlamaya. Ta ki damlalar dinene değin.

Aşçımız yoktu. Kendimiz yapardık, yemeğimizi. Çamaşırımızı, bulaşığımızı kendimiz yıkar, temizliğimizi kendimiz yapardık. Banyomuz yoktu, daha doğrusu içerde yıkanmaya müsait bir yer bile yoktu. Kimseler görmesin diye gecenin karanlığında dışarıda yıkanırdık. Yıkanana dek dişlerimiz zangırdar, bedenimiz morarırdı, soğuktan.

Çilehane’de bir öğretim yılı boyunca çektiğimiz o cefalar, o içler acısı halimiz aradan geçen bunca zamana rağmen gitmiyor, gözlerimin önünden, silinmiyor belleğimden. Unutamıyorum, unutmak istememe rağmen. Yaşamımın, Çilehane’de geçen kesitinin her anı, ayrı bir dramatik filme konu olacak kadar hazindi.

 

Mehmet KORKMAZ

 

 
Bugün 26 ziyaretçi (34 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol