ATEŞTE SEMAH DÖNENLER
 
ÖNSÖZ
 
Yıl 1993…
Mevsim yaz…
Günlerden Cuma…
Takvimler 2 Temmuz’u gösteriyor…
Saatler 23.00’e geliyordu.
 
Hipertansiyonu bulunan ve kalp hastası olan biriyim. Dersim’in envai çeşit çiçek kokulu yayla havasını soluyarak büyüdüğüm için yüzde doksanlara varan boğucu nemin etkisiyle bir kat daha artan kavurucu Çukurova sıcağının etkili olduğu 2 Temmuz gününün akşamında zar zor nefes alarak yaşama tutunmaya çalışıyordum.
Kurşun kadar ağır bir havanın egemen olduğu bir Çukurova akşamında bir yandan durmaksızın çalışan vantilatörün hızlı bir şekilde dönerek serin hava üretmesine rağmen elimden düşürmediğim bir havlu ile başımdan aşağıya doğru inen terleri silerken, öte yandan da eşim ve çocuklarımla birlikte köydeki tek eğlence kaynağımız olan televizyonu izliyorduk.
Saat 23’e doğru yol almaya başlamıştı. Tam bu sırada peş peşe sıralanarak küçük tepelerin arasından hızlı hızlı yol alırken birbirini kovalayan kara trenin vagonları gibi bir kaybolup bir görünmeye başlayan “Sivas’ta kanlı isyan!” başlıklı alt yazı geçmeye başladı, ülkenin ilk özel televizyonu Magic Bax’ın ekranından.
 
Yıl 1993
Mevsim yaz…
Günlerden Cuma…
Takvimler 2 Temmuz’u gösteriyor…
Saatler 23.00’e geliyordu…
 
Normal yayın akışını kesen ülkenin ilk özel televizyonu Magic Bax, verdiği flaş haberin yanı sıra insanın kanını donduracak nitelikteki vahşetin ilk görüntülerini de taşıdı ekranına. Flaş haberde kara cübbeli, kara sakallı, kara vicdanlı yobaz gürûh tarafından ateşe verilen Madımak Oteli’nden yükselen kızıl alevlerin görüntüsü taşınmıştı ekrana. Bu görüntü ile birlikte kaldığı odanın penceresine dayandırılan itfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılırken merdivene tırmanan itfaiye eri tarafından yumruklanarak merdivenden aşağıya atılan beyaz saçlı, tombul yanaklı 80’lik Aziz Nesin’in görüntüleri de yer alıyordu ekranlarda. Bu görüntülerin yanı sıra kızıl alevlere yenik düşen Madımak Oteli’nde konuk olarak kalan sanatçı, yazar, çizer ve ozanlardan elliye yakınının yanarak can verdiği haberi de ülke ile birlikte dünyaya da duyurulmuş oldu.
 
Yıl 1993
Mevsim yaz…
Günlerden Cuma…
Takvimler 2 Temmuz’u gösteriyor…
Saatler 23.00’e geliyordu…
 
“IV. Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri Şöleni”ne katılmak üzere ülkenin dört bir yanından ve hatta yurt dışından Sivas’a giden yazar, çizer, şair, ozan, oyuncu ve bilim adamının kalmakta olduğu Madımak Oteli; devletin her türlü desteğini yanına almış olan geçmişi karanlık, vicdanı kara, örümcek beyinli, emeli kirli, sapık fikirli yobaz gürûh tarafından ateşe verilerek yakılmıştı. Kızıl kızıl alevlere yenik düşen otel ile birlikte 33 kişinin de yaşamlarına kıyılmıştı. Hem de diri diri yakılarak…
Ey cellâtlar!
Siz daha önce de Mansur’u dâra çektiniz…
Nesimi’yi yüzdünüz…
Pir Sultan’ı astınız…
Astınız ama ne halkın onlara olan sevgisini silebildiniz gönüllerden..
Ne de şiirlerini yok edebildiniz dillerden…
Şimdi de otuz yedi cana kıydınız Madımak’ta.
 
Diri diri yaktınız onları…
Yaktınız ama ne onlara olan sevgiyi yok edebilirsiniz yüreklerde, ne de türkülerinin dilden dile, telden tele dolaşmasına engel olabilirsiniz…
XIV. yüzyılda Seyyid Nesimi’nin derisini yüzen zihniyet, XXI. yüzyılda Âşık Nesimi’yi yakıyordu.
Hem de aradan yedi yüzyıl geçmesine rağmen…
Hem de laik, demokratik olduğu söylenen Türkiye’de…
Hem de çağ atladığı söylenen ülkede…
Tepe noktasında: “Bana, sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” diyen zihniyetin sahibinin olduğu, dümeninde: “otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir biçimde zarar gelmemiştir, onlardan ölen ya da yaralanan yoktur” diyerek katilleri pervasızca koruyan ve Amerika vatandaşı olduğu saptanan bir başbakanın bulunduğu ülkeden ne beklenebilirdi başka?
Ey! XIV. yüzyılda Seyyid Nesimi’nin derisini yüzen zihniyetin torunları…
Ey! XXI. Yüzyılda Âşık Nesimi’yi diri diri yakan zihniyetin ürünleri… Şunu iyi bilin ki;
Biz bir ölür bin diriliriz, aydınlık yarınların her şafağında birer, birer…
Ey cellâtlar!
Siz, 33 can’ı yaktınız diri diri.
Ama türkülerini asla…
Çünkü yakamazsınız onları…
Çünkü onlar dilden dile dolaşacaklar asırlar boyunca…
Tıpkı Seyyid Nesimi’nin…
Tıpkı Mansur’un…
Tıpkı Pir Sultan’ın türküleri gibi…
Ama…
Yine de selam size.
Üstümüzden zulmü eksik etmeyenler…
 
Atalarımızdan Devraldığımız Tek Miras:
 
ZALİMİN ZULMÜ
 
İnsanlık tarihinin hemen her döneminde emekçi halkı ezen, ona zulmeden ve hatta katleden birileri olmuştur, mutlaka. Bunların adları, her ne kadar kimi zaman Firavun, Nemrut, Yezit, kimi zaman Muktedir, Elvan Ağa, Berkukoğlu Ferec, kimi zaman Hızır Paşa, Yavuz ve Murat olsa da aslında birbirlerinden yoktur farkları. Zira hepsini tek noktada birleştiren ortak bir adları olmuştur, bunların. Bu ortak adları “zalim”dir onların. Bunu bilmeyenimiz yoktur sanırım. Yine hepimiz çok iyi biliriz ki kimi zaman tek tek adları değişir olsa da ortak adları aynı olan bu zat-ı muhteremlerin emekçi halk üzerinde estirdikleri terörün, baskının, kıyımın da ortak bir adı vardır. Bunun adı da “zulüm”dür. Kendilerinden başka hiçbir bireye insanca yaşama hakkı tanımayan bu zalimlerin, emekçi halk üzerindeki bu zulmü, büyük babamın zamanında da vardı, benim zamanımda da vardır. Kimsenin kuşkusu olmasın ki torunumun zamanında da olacaktır. Yani biz atalarımızdan miras aldığımız bu zulmü, çocuklarımıza devredeceğiz. Onlar da çocuklarına…
Evet. İnsanlık tarihinin hemen her döneminde eli nasırlı, gözü yaşlı, beli kambur, benzi soluk, yüreği yaralı emekçi halka zulmeden zalimler olduğu gibi onların zulmüne göğüs gererek direnenlerin, başkaldırıda bulunanların var olduğu da bilinen bir gerçektir. Her başkaldırıda zalimin zulmüne karşı başı çeken yürekli önderler çıkmıştır. Halk, her defasında bu yürekli önderlere sahip çıkıp onları bağrına basarak adlarını simge haline getirmiştir. Adları bayraklaştırılan bu simgesel önderlerin yeri, her zaman kendisini bağrına basan halkın yüreğinin başköşesi olmuştur. 
—Peki, kimlerdir bu simgesel önderler?
Bu simgesel önderin adı; gâhî Asyalı Hyksoslar Hanedanı’nın sonrasında kendi ülkelerinde düştükleri kölelik durumundan sıyrılıp özgürlüğe kavuşmak için savaşım veren İbranilere önderlik ederek Firavunların zulmüne karşı direnişin simgesi olan Musa olmuştur. Gâhî Nemrut’un emekçi halk üzerinde estirdiği baskı ve zulme karşı başı çekmesinden ötürü diri diri yakılan Halil İbrahim olmuştur. Gâhi Emevi Hanedanı’nın zulmüne karşı başı çekmesinden ötürü 10 Muharrem 680’de Muaviye’nin oğlu Yezit’in buyruğuyla Kerbela’da 72 aile efradı ile birlikte başı kesilerek şehit edilen Ali oğlu Hüseyin olmuştur. Gâhî “Enel-Hak” dediği için Halife Muktedir’in buyruğuyla zindanlarda süründürüldü sonra 25 Mart 922 tarihinde sırasıyla elleri, kolları, ayakları, bacakları ve son olarak da dili kesilip darağacında idam edildikten sonra yakılarak külleri Fırat’a üflenen ve “bir olarak bakma, bir sayma” anlamında gelen Tevhit Ağacı’nı kanıyla sulayarak sevgi ve yol uğruna can feda etmenin timsali sayılan Hallac-ı Mansur olmuştur.
Bu simgesel önderin adı; gâhî Hallac-ı Mansur’un izinden yürüdüğünü kanıtlamak için:
                  
“Mansur Enel-Hak söyledi
Haktır sözü Hak söyledi.”
 
dediği için Şeyh Bedrettin’in öğrencisi Sultan Berkukoğlu Nasîrüddin Ferec’in buyruğuyla Halep naibi Yaş Beg tarafından tutuklanarak uzun zaman zindanlarda süründürüldükten sonra 1408 yılında infazı sırasında cellâdın, bıçağı çalmasıyla fışkıran kanının bir damlası, kendisi için yazdığı fetvada: “Bu öyle bir murdardır ki kanının değdiği yer yıkanmakla temizlenmez, orayı ancak kesip atmak gerekir.” diyecek kadar alçalan Kadı’nın parmağına sıçradığı halde onun, parmağını kesmediğini görünce kadıya: “Sen, şeriat uğruna parmağını bile kesmezken biz inancımız yolunda kendi kanımızla yıkanıyoruz” dedikten sonra derisi yüzülerek öldürülmesine karşın cellât tarafından yüzülen derisini sırtına alıp aynı anda Halep’in on iki kapısından birden çıkarak sır olduğu menkıbesiyle ün yapan ve “düşüncelerinden ödün vermeyen inanç adamı kimliğiyle simgeleşenSeyyid Nesimi olmuştur.
Bu simgesel önderin adı; gâhî “Yârin yanağından gayrı her şey halkın ortak malıdır” diyerek bu uğurda savaşım vermesinden ötürü padişah fermanıyla Kapıcıbaşı Elvan Ağa tarafından yakalanan ve kadı Heratlı Mevlana Haydar’ın: “Şer’an kanı helal, malı haramdır” şeklindeki fetvasıyla 1420’de Serez Çarşısı’nda idam edilen Simavnalı Şeyh Bedrettin olmuştur. Gâhî Şeyh Bedrettin’in hem müridi, hem halifesi olan ve zalimlerin zulmüne baş eğmeden direnme-sinden ötürü 1419/1420 tarihinde Selçuk’ta çarmıha gerilerek işkenceyle öldürülen Börklüce Mustafa olmuştur. Gâhî Börklüce Mustafa ile omuz omuza vererek zalimin zulmüne direnmesinden ötürü 1419 tarihinde Bayezıt Paşa tarafından Manisa’da idam edilen Torlak Kemal olmuştur. Gâhî:
 
“Ben Musa’yım sen Firavun
İkrarsız şeytanı lâin
Bu kaçıncı ölmem hain
Pir Sultan ölür, dirilir.”
 
dizelerinin sahibi olan ve Osmanlı’nın zulmüne karşı şiirleriyle yüreklice direnmesinden ötürü dönemin Sivas valisi Hızır Paşa tarafından 1587 /1590 yılları arasındaki bir tarihte dâra çekilerek idam edilen ve Anadolu’da; “Haksızlığa ve zulme karşı başkaldırının simgesi” haline gelen Pir Sultan olmuştur. Gâhî faşizme ve onun temsilciliğini üstlenmiş olanlara karşı yüreklice direnmelerinden ötürü 6 Mayıs 1972 tarihinde darağacına çekilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan olmuştur.
Bu simgesel önderlerin adları; 2 Temmuz 1993 Cuma günü misafir olarak kaldıkları Sivas-Madımak Oteli’nde ağzı köpüklü, başları sarıklı, molla kılıklı Ortaçağ özlemcileri tarafından ateşe verilerek diri diri yakılan, “üç telli curanın üstadı “olarak bilinen Âşık Nesimi Çimen; “Kula kulluk yakışır mı?” diyen Muhlis Akarsu ve ünlü halk ozanlarından Davut Sularî’nin bize yadigârı olan Edibe Sularî olmuştur.
Bu simgesel önderlerin adı; 2 Temmuz 1993 Cuma günü kara yürekli, kara cübbeli Ortaçağ özlemcileri tarafından misafir olarak kaldıkları Madımak Oteli’nde ateşe verilerek diri diri yakılan ve hiç kimsenin kendisine ölümü yakıştıramadığı Nurcan Şahin ve Özlem Şahin olmuştur. Ceylanlara karışarak semaha duran Belkıs Çakır, Asuman Sivri olmuştur. “Başıma kızıl bağla, arkamdan ağıtlar yakma anam.” diyen Serkan Doğan olmuştur.
Bu simgesel önderlerin adı; 2 Temmuz 1993 Cuma günü sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman ve aydınlık yarınlara düşman olan karanlık dünlerin bağnaz uşakları tarafından Madımak Oteli’nde ateşe verilerek diri diri yakılan “Cop Cumhuriyeti”nin çizeri Asaf Koçak, en çok sevdiği dizesi; “Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür” olan Murat Gündüz; Muhibe Akarsu, Sehergül Ateş olmuştur. “Tüm güzellikleri toplayıp uzun bir yola çıktım” diyen Handan Metin, “Çok seviyorum düşüncelere dalmayı, Einstein gibi düşünerek kendimden geçmeyi” diyen Ahmet Özyurt, Metin Altıok, Uğur Kaynar, Muammer Çiçek olmuştur. İrticanın zifiri karanlığına inat aydınlık yarınların her şafağında yeniden doğarak karanlıkları boğan değerli edebiyatçımız Asım Bezirci, Erdal Ayrancı ve Gülender Akça olmuştur.
Bu simgesel önderlerin adı; 2 Temmuz 1993 Cuma günü irticanın bataklığına saplanmış, şeriat isteyen çember sakallılar sürüsü tarafından Madımak Oteli’nde ateşe verilerek diri diri yakılan Menekşe Kaya, Gülsüm Karababa ve erenlerin bal çiçeği Yeşim Özkan ve Huriye Özkan olmuştur. Alevi kültürü araştırmacısı Carina Johanna, Sait Metin ve İnci Türk olmuştur. “Sefasını ölümle öğreten şair “Behçet Aysan, Koçgiri’den Hasret Gültekin olmuştur. “Şahanım, şahdamarım, yangın yüreklim” diyen Mehmet Atay, Şah’a yürüyen Yasemin Sivri, dâra duran Serpil Canik ve Pir Sultan’ın en genç şehidi Koray Kaya olmuştur.
Evet, bu simgesel yürekli yiğitlerin tam 37 adı vardı, 2 Temmuz günü.
Yüzyıllar boyunca yüreklerini kin, gözlerini kan bürüyen ağzı köpüklü kara cübbeli gürûhun parmakla sayamadığı, eli kanlı cellâtların kırmakla tüketemediği bu simgesel yürekli yiğitler, dün de vardı, bugün de vardır, kara irticanın karanlığına inat aydınlık yarınların her şafağında yeniden doğarak var olacaktır. Çünkü biz; bir ölür bin doğarız.
İşte bundan ötürüdür ki;
 
 “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
 
diyen Pir Sultan için padişahlar ferman yazdı: “Asılsın” deyü. Kadılar, müftüler fetva verdiler: ”Şer’an katli caizdir” deyü. Cellâtlar, tam beş yüz yıldan beridir Pir Sultanları asar, asar dururlar. Ama öldüremediler bir türlü.
Çünkü; “Anadolu halkının bağrında açmış bir kızıl güldür Pir Sultan. Kişiliği, özü, sözü halkla öylesine iç içe karışmış ki, nerede kendisinin, nerede halkın dile geldiğini kestiremezsiniz. Halk, öldürülen sevgilisini kendi soluğuyla diriltmiş, diline diller, sazına sazlar, sözüne sözler katarak yaşatmış. Ölüsüne, dirisinden daha güçlü, daha etkili bir varlık kazandırmıştır ”der, Sabahattin Eyuboğlu.
İşte bundan ötürüdür ki; cellâtlar tam beş yüz yıldan beridir asar, asar dururlar Pir Sultanları. Ama öldüremediler bir türlü. Çünkü “Pir Sultan’ın padişaha karşı Şah’tan yana olması, kendi imparatoruna karşı bir yabancı imparatoru tutmak değildir. Anadolu köylüsünün dili ve fakir-fukaranın özgürlük özlemeye koşuşan softaların karşısına dikilen Pir Sultanımız, insanın insana kulluğunun hiçbir türlüsüne boyun eğecek yaratılışta değildi. Onu; Saray’a ve saraylara karşı halkın savunucusu saymadan kişiliğine ve şiirlerine yaklaşmak mümkün olmadığı gibi asılması olayı da açıklanamaz.” der Sabahattin Eyuboğlu.
İşte bundan ötürüdür ki; cellâtlar, tam beş yüz yıldan beri asar, asar dururlar Pir Sultan’ı. Ama öldüremediler bir türlü. Çünkü; “Pir Sultan, Şeyh Bedreddin gibi, hatta ondan daha da fazla yurduna ve yurdunun taşına, toprağına ve ezilen halkına ölesiye bağlıdır. Çağında Arap ve Acem hegemonyasına karşı durmuş şiirleriyle.” der Sabahattin Eyuboğlu.
İşte bundan ötürüdür ki; cellâtlar, tam beş yüz yıldan beridir asar asar dururlar Pir Sultan’ı. Ama öldüremediler bir türlü. Çünkü; “Pir Sultan’ın Saray’a karşı direnişi, halkın kendisinden kopmuş bir Saray’a karşı direnişiydi. Affedilemez suçu işleyen Pir Sultan değil, padişahın ta kendisiydi. Halka ihanet etmiş bir padişah, padişaha ihanet etmiş bir yüce ozandan daha mı az suçludur? İnsancılık ve insancalık bakımından ise nerede İstanbul’daki sağır Sultan, nerede Banaz’daki Pir Sultan? Nerede güzel İstanbul şehrinde Saray surları içine kapandıkça kapanan insan? Nerede Banaz’dan dünyaya açıldıkça açılan insan?” der Sabahattin Eyuboğlu.
İşte bundan ötürüdür ki; cellâtlar, tam beş yüz yıldan beridir asar, asar dururlar Pir Sultan’ı. Ama öldüremediler bir türlü. Çünkü; “Osmanlı padişahı, halktan koptukça koparken halk; kendinden kopmayan Pir Sultan’a sarıldıkça sarılacaktı elbet. Öylesi padişaha başkaldıracak yiğitler çıkmasa bile halk, öylesi yiğitleri, hayal ve söz gücüyle kendisi yaratırdı. Gerçek kimliklerini bilmediğimiz eşkıyanın, Anadolu’da ermiş kişiler sayılıvermeleri bundandır.” der, Sabahattin Eyuboğlu.
İşte bundan ötürüdür ki; cellâtlar, tam beş yüz yıldan beri asar, asar dururlar Pir Sultanları. Ama öldüremediler bir türlü. Çünkü;  “Ezilenler, ezenlere başkaldırmak, kaldıramazsa bile bu özlemlerini bir masalla olsun dile getirmek zorundadırlar. Pir Sultan; kim olursa olsun ezilenlerin sultanı olmuştur. Parmakla sayılamayan, kırmakla tükenmeyen ve dışından bakmakla halleri bilinmeyen halkın ta kendisidir, Pir Sultan.” der, Sabahattin Eyüboğlu.
İşte bundan ötürüdür ki; cellâtlar, tam beş yüz yıldan beri asar, asar dururlar Pir Sultanları. Ama öldüremediler bir türlü. Çünkü;
 
“Can için yalvarmam sana
Şehinşah bana darılır.”
 
diyen Pir Sultan, haksızlığa boyun eğmedi hiçbir zaman. Can için yalvarmadı kimseye.
İşte bundan ötürüdür ki; cellâtlar, tam beş yüz yıldan beridir asar, asar dururlar Pir Sultanları. Ama öldüremediler bir türlü. Çünkü;
 
“Bu kaçıncı ölmem hain
Pir Sultan ölür, dirilir.”
 
diyen Pir Sultan, durmadan dirildiği içindir ki; cellâtlar, beş yüz yıldan beridir asar, asar dururlar Pir Sultan’ı. Ama öldüremediler bir türlü.
 
İşte kan döken, kin kusan bu eli kanlı cellâtlar, beş yüz yıldan beridir durmadan astıkları Pir Sultanları bir türlü öldüremedikleri içindir ki, çaresizliklerinden 1 Temmuz 1993 günü Sivas Kültür Sarayı’nın bahçesine dikilen Pir Sultan Heykeli sandıkları “Ozanlar Anıtı”na ancak bir gün tahammül edebildiler. Ve ancak bir gün tahammül edebildikleri bu anıtı, 2 Temmuz günü kaidesinden sökerek caddelerde sürüklediler, kırdılar, yaktılar, yok ettiler. Ama boşunaydı çabaları, bu ağzı salyalı yobaz gürûhun.
Çünkü eli kanlı cellâtların, tam beş yüz yıldan beri durmadan astıkları, ama bir türlü öldüremedikleri Pir Sultanları onlar öldürebilir miydi?
Bilmiyorlardı ki;
 
       “Pir Sultan ölür, dirilir.”
 
İşte Pir Sultanları bir türlü öldüremedikleri içindir ki; 2 Temmuz 1993 günü her zaman olduğu gibi devletin desteğini de yanlarına alan eli kanlı cellât sürüsü, yine kin kusuyordu, kan akıtıyordu, can alıyordu Kanlı Sivas’ın Madımak Oteli’nde.
Ejderhanın dili gibi Madımak Oteli’nden yükselen kızıl kızıl alevler yalarken gökyüzünü, ağzı köpüklü yobaz gürûhun geçmişi gibi kapkara dumanlar çoktan bürümüştü, Kanlı Sivas’ın semalarını.
Çünkü kafalarını Ortaçağ karanlığından çıkarmak istemeyen emeli kirli, sapık fikirli yobaz gürûh,  IV. Pir Sultan Kültür ve Sanat Etkinlikleri Şöleni’ne katılmak üzere yurdun dört bir yanından ve hatta yurt dışından Sivas’a gelen ozan, şair, yazar, çizer, oyuncu ve sanatçıların kaldığı Madımak Oteli’ni; kendilerini koruma altına alan devletin polisinin ve askerinin gözleri önünde ateşe vererek diri diri yaktılar, 37 Can’ı.
İşte bundan ötürüdür ki; 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ın Madımak Oteli’nde 37 Can semaha durmuştu, kızıl alevler içinde.
İşte bundan ötürüdür ki; 2 Temmuz günü adı, Nesimi Çimen olmuştu Pir Sultan’ın. Asım Bezirci, Asaf Koçak olmuştu adı, Pir Sultan’ın. Muhlis Akarsu, Behçet Aysan, Edibe Sularî, Belkıs Çakır, Metin Altıok olmuştu o gün adı, Pir Sultan’ın.
Ve 2 Temmuz günü tam otuz yedi ayrı adı olmuştu, Pir Sultan’ın.
 
 
 
Anadolu’da Zulme ve Haksızlığa Karşı Başkaldırının
Simgesi:
 
PİR SULTAN ABDAL


—Nerede doğmuş?
—Anadolu’nun emekçi halkının bağrından doğmuştur, Pir Sultan.
“Anadolu halkının bağrında açmış bir kızıl güldür, Pir Sultan.
Onu kendi bağrından doğuran halk, öldürülen sevgilisini kendi soluğuyla diriltmiş; diline diller, sazına sazlar katıp yaşatmış. Ölüsüne, dirisinden daha güçlü, daha etkili bir varlık kazandırmış, sönmüş bir canı, bin bir canla yeniden tutuşturmuş.” der, Sabahattin Eyuboğlu.
 
—Ne zaman doğmuş?
Baki Öz, “Osmanlı’da Alevi Ayaklanmaları” adlı yapıtında: ”Düzmece Şah İsmail Olayı, tarih olarak bellidir. 1577-1578’ler. Pir Sultan’ın da Sivas valisi Hızır Paşa’ca idamı, bu belirlemeler sonucu ortaya çıkmıştır. 1590’lar. Pir Sultan, yaşının 70’in üzerinde olduğunu söyler. Demek ki; 1512–20 arası doğmuş olmalı.” der
Alevi düşmanlığı açısından ilk üç arasında yer almış olan Yavuz Sultan Selim’in, Alevi kırımı; kendisinin çocukluk günleriyle çakıştığına göre Osmanlı’nın en dalgalı, en sancılı günlerinde yaşamıştır, Pir Sultan.
 
—Nasıl doğmuş?
Yavuz Sultan Selim tarafından başlatılan ve kadın-erkek, yaşlı-genç demeden yaklaşık 40.000 kişinin katledildiği Alevi kırımı, Pir Sultan’ın çocukluk anıları olduğuna göre gerek Kanuni, gerekse sonrasındaki dönemde savaşın, kargaşanın, zulmün, yokluğun, bunalımın ve yoksulluğun dorukta olduğu bir dönemde yaşadığını söylemek yanlış olmaz sanırım. İnsanların açlıktan ot otladıkları bir dönemde yaşamıştır yani. Osmanlı’nın köylü, Türkmen ve Aleviler üzerindeki baskı, zulüm ve kırımın bütün şiddetiyle devam etmiş olması, başkaldırıların güncel hale gelmesini kaçınılmaz kılmıştır. İnsanların, Şii-Sünni diye iki karşıt gruba ayrılması, ayrılmak istemeyenlerin buna zorlanması sonucunda start alan kardeşin kardeşi kırdığı bir çatışma dönemi sırasında Saray’ın, gücünün ve ağırlığının tamamını softa Sünnilerden yana kullanır olması Alevileri, direnmeye zorunlu kılmıştır. İşte Pir Sultan, bu direniş zorunluluğu sonucunda doğmuştur.
 
—Pir Sultan nasıl bir kişiliğe sahiptir?
Anadolu halkından kopmuş, köyün ve köylünün dilinden anlamaz olmuş, Arap’ın zemzem suyunu, halkın alın terinden daha kutsal sayacak kadar yozlaşmış, çıkmaz yollara sapmış, çıkarcıların çamuruna saplanmış olan Osmanlı Sarayı’na karşı baş kaldıran kişidir, Pir Sultan.
Şiirleriyle, Saray tarafından halkın kanıyla beslenilen ve uyanmaya engel olan yobazlara karşı savaş açan kişidir, Pir Sultan.
Saray tarafından İstanbul’un ortasında yaptırılan medreselerden yüzümüzü ağartabilecek, kendisinden gururla söz edebileceğimiz bir kişi bile çıkmamışken, halk tarafından dağ başlarında Saray’ın ve yardakçılarının engeline rağmen ayakta tutulan tekkelerde ışığı, karanlığa egemen kılan yüzlerce Pir Sultanlardan biridir, Pir Sultan.
Dünü karanlık, emeli kirli, örümcek beyinli, eli kanlı, satılık softaların karşısına dikilip geçit vermeyen aşılmaz bir engeldir, Pir Sultan.
Cennet, anaların ayağı altındadır” dediği ve mirasta hak tanımadığı kadını, ikinci sınıf yurttaş olarak gören zihniyete şiddetle karşı çıkarak kadına: “Senin yerin kapının eşiği değil, başımın üzeridir” diyen Hacı Bektaş’ın izdaşıdır, Pir Sultan.
 
“Enel hak dedik de çekildik dâra
Edep erkân bize doğru yol oldu.”
diyerek “sevgi ve yol uğruna can feda etmenin timsali” sayılan Hallac-ı Mansur’un izdaşı olduğunu haykıran kişidir, Pir Sultan.
 
“Koyun beni Hak aşkına yanayım
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Yolumdan dönüp mahrum mu kalayım
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
 
Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kemend işte boynum asarsa
İşte hançer, işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan”
 
diyen Pir Sultan, “düşüncelerinden ödün vermeyen inanç adamı kimliğiyle simgeleşen” Seyyid Nesimi’nin yolundan yürüdüğünü haykıran insandır, Pir Sultan.
Gâvur-Müslim, Alevi-Sünni, Türk-Kürt her kim olursa olsun ezilen tüm insanların sultanıdır, Pir Sultan.
 
“Ne yatarsın bülbül kalk figan eyle
Şakıyıp ötmenin günleri geldi
Yeşil yaprak arasında gül kaldı
Söyleyip kokmanın günleri geldi”
 
diyerek bülbülle dertleşen;
 
“Yürü bre Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir”
 
diyerek Hızır Paşa’yla korkusuzca cenk eden;
 
“Yel esti mi aşka gelir sallanır
Mart ayında yeşillenir ağaçlar”
 
diyerek yeşil yaprağa özenip kara toprağı benimseyen kişidir, Pir Sultan.
Sabahattin Eyuboğlu’nun dediği gibi “Anadolu insanının sorunlarının dilidir; kerpiç duvarlı, toprak damlı küçücük Banaz’dan koca dünyaya açılan” kişidir, Pir Sultan.
Sabahattin Eyuboğlu’nun dediği gibi; “Hem dar tarikat kapılarına sıkışmamış Müslüman gizemciliğinin inançlarını, törelerini, ayinlerini ve doktrinini; hem de gizemli aşk anlayışını şiirlerinde dile getiren yüce bir ozandır” Pir Sultan.
Halkın, kendisinden yana olmayan Saray’a karşı bir direnişidir, Pir Sultan.
Yine Sabahattin Eyuboğlu’nun dediği gibi; “Parmakla sayılamayan, kırmakla tükenmeyen, dışından bakmakla halleri bilinmeyen yoksul, emekçi halkın ta kendisidir” Pir Sultan.
 
“Haktan inayet olursa
Şah Urum’a gele bir gün
Çeke sancağı götüre
Şah İstanbul’da otura”
Ya da;
 
“Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
 
Sancağımız Kazova’ya dikilsin
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi.”
 
diyerek bir kurtarıcıyı bekleyen yüce bir ozandır, Pir Sultan.
  
“Yürüyüş eyledi Urum üstüne
Ali nesli güzel imam geliyor”
 
diyerek umudunun gerçekleşmesi için kurtarıcının yürüyüp geldiğini söyleyendir, Pir Sultan.
 
“Muhammed Mehdi’nin hak sancağını
Çekelim bakalım nicolur olsun
Teber çekip münkirlerin kanını
Dökelim bakalım nicolur olsun”
 
diyerek ezilen Anadolu insanını, zalimin zulmüne karşı savaşım vermeye çağıran kavga adamıdır, Pir Sultan.
Her ne kadar kimi şairler; şiirlerinde, sürekli kötülüklerin üzerinde gördükleri padişah ve sultana dokunmadan kimi Saray memurlarını yerme ve taşlama geleneğini devam ettiriyor olsalar da, bu geleneği ters-yüz eden, yergi ve taşlamalarının en ağırını Sultan’a ve Sivas’taki temsilcisi Hızır Paşa’ya karşı yönelten kişidir, Pir Sultan.
İstanbul’da Saray surları içine kapanan Sultan’ın Sivas’taki temsilcisi olarak gördüğü Hızır Paşa’yı hırsız, zalim, yetim hakkını yiyen bir gaspçı; Padişah’ı, halkın feryadını duymamak için kulaklarını tıkayan bir sağır, masumları boğduran bir zalim ve kötülüklerin baş sorumlusu olarak gören kişidir, Pir Sultan.
 
“Fetva verir yalan yulan
Domuz gibi dağı dolan
Sırtına vururum palan
Senin gibi hayvan var mı?”
 
diyerek kadıları, rüşvet yemekle, hak söyleyen dilleri kestirmekle, yalan yulan fetva vermekle, para almadan hiçbir iş yapmamakla sorumlu tutan ve bunu şiirlerinde açık yüreklilikle dile getiren kişidir, Pir Sultan.
Oldukça güçlü bir konumda bulunan bu kötülere karşı düşünceleri berrak, hükümleri net, müşahedeleri realist, hisleri uzlaşmacı olmayan ve içinde yaşadığı düzeni: “Düzen bozulmuştur, insanlar deccal olmuş, sofular yezit kesilmiştir. Adil hanlar tahtından inmiş, kargalar şahan olmuştur. Edepsizler başa geçmiş, gelinde, kızda edep hayâ kalmamıştır” şeklindeki net çizgilerle tanımlayan kişidir, Pir Sultan.
Politika ve tenkitlerle yüklü olan şiirleriyle emekçi Anadolu halkına, zalimin zulmüne karşı kurtuluş yollarını arayıp gösteren, içlerinden biri olduğu halkın yanında ve onlarla omuz omuza vererek haksızlıklara yolsuzluklara başkaldırıda önderlik eden ve halkı, düzenin kendileri iyi ve uygun olanına yönelten kişidir, Pir Sultan.
Beş yüz yıldan beri sosyal problemlerin tenkidinde lezzet, sosyal problemlere başkaldırıda simgedir, Pir Sultan.
Anadolu’da zulme ve haksızlığa karşı başkaldırının sembolüdür, Pir Sultan.
Aradan beş yüz yıl geçmesine rağmen hâlâ günümüzde yaşarlılığını koruyor olması da bundan olsa gerek.
—Amacı Neydi Pir Sultan’ın?
Bir değil, birçok amacı vardı, Pir Sultan’ın. İşte bunlardan birkaçı:
İzinden yürümüş olduğu Hacı Bektaş Veli’nin: “Hamı has, çirkini güzel, miskini çalışkan kılmak” düsturunu kendinden sonraki nesillere aktarmada öncülük etmekti bir amacı.
Bir başka amacı:
 
“Gelin canlar bir olalım
Münkire kılıç çalalım
Mazlumun hakkın alalım
Tevekkeltü taalallah”
 
diyerek emekçi Anadolu halkını, benliklerini yitirmeden zalimin zulmüne karşı “Bir olmaya, iri olmaya, diri olmaya” çağırmaktı, Pir Sultan’ın.
Direnen bir şiirin ustası ve bir dava adamı olan Pir Sultan’ın bir başka amacı da;
Baskının, zulmün, haksızlığın, kıyımın ve kırımın olmadığı iyi ve uygun bir düzeni getirmede öncülük etmekti. Bunu da Şah’la sembolize eden Pir Sultan, tüm bu olanlardan Sünni halkı değil, Osmanlı’nın siyasal erkini sorumlu tutmasından ötürü kavgası, sadece Osmanlı yöneticileriyle idi. Kimileri tarafından kasıtlı olarak öne sürüldüğü gibi onun idealindeki Şah, İran şahları değildi. Vecihi Timuroğlu tarafından da belirtildiği üzere Ali ve On İki İmam’dı onun yardım dileyip medet bekler olduğu Şah. Onda mevcut olan Şah sevgisi, hiç kuşkusuz ki Hz. Ali ve Tanrı sevgisidir.  Bilindiği üzere Alevi geleneğinde Şah, önemli bir konuma sahiptir. “Cemlerde illallah çekilirken Ali Mürşit Güzel Şah sözleri terennüm edilir. Böylece Ali ile Tanrı Şah’ta bütünleştirilir” der Baki Öz.
 
—Bütün bunları kim ya da niçin yapıyordu?
Saray’a ve saraylara karşı şiirlerini silah olarak kullanıp emekçi Anadolu insanının savunuculuğunu ve önderliğini üstlenen Pir Sultan’ın bütün bunları yapmasının bir tek nedeni vardı. O da insandı. O, yaptığı her şeyi insan için yapardı. İnsanı, her şeyin merkezine koyan Pir Sultan: İnsanın her şey için değil, her şeyin insan için olduğu ve olması gerektiği”düsturunu savunuyordu. Çünkü ait olduğu felsefenin ilk şartıydı bu.
O; “Enel-Hak” demesinden ötürü sırasıyla elleri, ayakları, kolları, bacakları ve dili kesilerek işkenceyle yaşamına son verilen, dâra çekilen ve “sevgi ve yol uğruna can feda etmenin timsali” sayılan Hallac-ı Mansur gibi;
O;
“Mansur Enel-Hak söyledi
Hakdır sözü hak söyledi”
 
diyerek Mansur’u onaylamasından ötürü derisi yüzülerek yaşamına kıyılan ve “düşüncelerinden ödün vermeyen inanç adamı” kimliğiyle simgeleşen Seyyid Nesimi gibi;
 
O;
“Hararet nârdadır sacda değildir
Dervişlik baştadır tacda değildir
Hakkı arar isen gönlünde ara
Kudüs’te, Mekke’de Hacc’da değildir”
 
diyen Pir Hünkâr Hacı Bektaş Veli gibi düşünüyor ve onların izinden yürüyordu.
 
“İnsandan büyük ne ola ki;
Yaradanından ötürü”
 
diyen Pir Sultan, insanın insana kulluğunun her türlüsüne karşıdır.
Pir Sultan, bütün bunları yaparken bir yandan içinde yaşadığı topluma karşı olan görevini yerine getiriyor, öte yandan da bağlı bulunduğu kültürün felsefesinin gereklerini yapıyordu. Zira Alevilikte insan, özellikle de kâmil insan”, her şeyin dışında ve üzerinde tutulur. Kısacası her şey insan merkezlidir.
 
“Sığarız cihana sanma ki dardır
Bakarsan görürsün bu aşikârdır
Aradığın her şey insanda vardır
Tanrı’nın sıfatı kulda gizlidir”
                                 Sefil Hayranî 
                               (Mehmet Korkmaz)
 
Evet, bu dörtlükte de görüldüğü üzere Alevilik felsefesinde Tanrı’da mevcut olan tüm özellikleri insanda, özellikle de “kâmil insan”da bulmak mümkündür. Bu felsefe uyarınca insan en yüce varlıktır. Bundan ötürüdür ki sevilmesi, değer verilmesi ve saygı gösterilmesi gereken tek varlıktır, insan.
 
 
—Pir Sultan Neden ve Ne Zaman Asıldı?
“1590’larda Kiğı(Bingöl)’de Türk ve Kürt boyları yeniden ortaya çıkan ikinci bir Düzmece Şah İsmail’in arkasında birleşmiş; eylemlerini, devlet baskısı karşısında huzursuz olan Yozgat, Sivas, Tokat yörelerine doğru genişletmişlerdi. Özellikle bu ayaklanmalar; Sivas yöresinde Pir Sultan’ın çevresinde düğümleniyordu. Pir Sultan gibi duyarlı, toplumcu ozan ve sanatçı birinin bu gelişmelere ilgisiz kalması düşünülemez Onun, bu Alevi eylemlerine katılması, görev üstlenmesi, Alevilere sürekli uygulanan kırımın da bir gereği olmalı. Durum onu gösteriyor ki Pir Sultan, 1577 Düzmece Şah İsmail Eylemi’nden beri bu olayların-şöyle ya da böyle- içindedir. Düzmece Şah İsmaillerle ya da halifeleriyle sürekli ilişki içerisindedir. Gerçi ilkinde kıyımdan kurtulmuştur, ama 1589’lardakine katılması, bu aralar II. Murat döneminde yapılan İran Seferi üzerine Anadolu Alevilerine uygulanan geleneksel kırımdan kurtulamamıştır. Bilindiği gibi her İran’a sefer yapılırken Anadolu’da İran yanlısı olarak düşünülen Alevilere bir kırım operasyonu uygulanıyordu. Bu kez de uygulanan böyle bir operasyon sonucu Aleviler arasında oldukça etken olan, dilinde “Şah” sözünü bırakmayan, bu tutumuyla da Safevi yanlılığı izlenimi veren Pir Sultan, büyük bir olasılıkla 1590’larda Sivas’ta asıldı.” der, Baki Öz, “Osmanlı’da Alevi Ayaklanmaları” adlı yapıtında.
 
“Bize de gel oldu kanlı Sivas’ta
Hızır Paşa bizi astı bulunmaz.”
 
diyen Pir Sultan, sözde padişaha karşı Şah’tan yana olduğu ve kendi imparatoruna karşı yabancı imparatoru tutması nedeniyle darağacına çekilmiştir.
Oysa şurası iyi bilinmeli ki Pir Sultan, halktan kopan bir Saray’a karşı direnmiştir. Sabahattin Eyuboğlu’nun ifadesiyle; “affedilemez suçu işleyen Pir Sultan değil, padişahın ta kendisidir”.
Gene Sabahattin Eyuboğlu’nun sözleriyle buna yanıt verelim: “Halka ihanet etmiş bir padişah, padişaha ihanet etmiş bir ozandan daha mı az suçludur?”
Padişahın, kendini İstanbul’daki Saray surları içine kapatması, halktan kopmasına neden olmuştur. Bu durumda halkın, kendisinden kopan padişahtan uzaklaşarak yanlarında yer alan Pir Sultan’a sarılmasından daha doğal ne olabilir ki?
Pir Sultan kendisini astıran Hızır Paşa’ya şöyle sesleniyor:
                              
“Ben Musa’yım sen firavun
İkrarsız şeytanı lâin
Üçüncü ölmem bu hain
Pir Sultan ölür, dirilir”
 
Evet, Pir Sultan ölüp dirildiği içindir ki padişahlar ferman yazdılar: “Asılsın” deyi. Kadılar, müftüler fetva verdiler: “Asılması caizdir” diye. Cellâtlar, beş yüz yıldan beri Pir Sultanları astılar, astılar ama öldüremediler bir türlü.
Zira Pir Sultanlar, irticanın karanlığına inat aydınlık yarınların her şafağında yeniden doğarlar birer birer.
İşte darağacında yaşamına son verildikten yüzyıllar sonra bile adına, “Kültür Etkinlikleri” düzenlenmesi bundandır.
 
 
 ETKİNLİKLERİN DÖRDÜNCÜSÜ
SİVAS’TA
 
Etkinliklerin Dördüncüsü Sivas’ta
Aydınlık yarınlardan yana olanlar; üzerinden 12 Eylül silindiri geçirilmezden evvel kula kulluğun olmadığı ve insanın insan olarak değer gördüğü bir yaşam için köprü kurarlar dünden yarınlara. 500 yıl öncesinde zalimin zulmüne karşı Anadolu insanının direniş sembolü haline gelen Pir Sultan’a ve O’nun, yaşamını idame ettirdiği mekân olan Sivas-Yıldızeli ilçesinin Banaz köyüne sahip çıkmak adına bir “Anma Töreni” düzenlerler.
Banaz’da peş peşe iki yıl devam eden bu “Anma Töreni”, yaşamın her alanındaki tüm sosyal etkinlikler gibi 12 Eylül Dönemi’nde kesintiye maruz bırakılır. Ama bu kesinti ömür boyu devam edecek değildi ya. Bunun bir sonu olmalıydı. İşte bu kesintinin ömrünün nihayete ermesi gerektiği düşüncesinde olan Pir Sultan Derneği, on yıllık bir aranın sonrasında yerdeki bu bayrağı, Banaz’a akın akın gelen Pir Sultan dostları ve yoldaşları ile birlikte göndere çekerler Pir Sultan diyarı Banaz’da. Hem de sazla, sözle, semahla, cemle ve kurbanla…
Yıl 1993. O yıl “Pir Sultan Kültür Etkinlikleri”nin IV.’sü yapılacaktı. Muhteviyatını daha varsıl bir hale getirmek, görkemini daha güzel kılmak, sesini yurdun hatta dünyanın dört bir yanına duyurmak amacıyla yapılması kararlaştırılan bu IV. etkinliğin Sivas’ta yapılması önerisi atılır ortaya. Bunun üzerine yoğun tartışmalar yaşanmaya başlar, Sivas’ta yapılması ya da yapılmaması konusunda. Ve sonuçta IV. etkinliğin Sivas’ta yapılması konusunda karara varılır.
Daha önce Banaz’da gerçekleştirilen bu aktivitelerin neden Sivas’a kaydırıldığı konusunda Ali Balkız şunları söylüyor:
Etkinlikleri Banaz’da yapıyorduk. Oraya varıp cemimizi, törenimizi yapıp dönüyorduk. Biz dönünce Banaz eski Banaz, Sivas eski Sivas. Yaptığımız etkinliklerin, Sivas’taki demokratik hayata katkısının olup olmadığını düşündük. Olumlu yanıt veremedik. Banaz’da yaptığımız bir anlamda korsan mitingdi. Bu korsan mitingleri kalıcı kılmalıydık. Bunu da, etkinlikleri Sivas’a taşıyarak, Sivas’taki insanları etkinliklere katarak gerçekleştirebilirdik. Bu gerekliydi. Çünkü 12 Eylül sonrasında Sivas’ta demokratların bir bayrağı sallayacak kadar dahi eylemlilikleri yoktu. Oysa gerici güçlerin bütün fraksiyonlarının her hafta bir etkinlikleri oluyordu. Koşu düzenlemeden güzel Kuran okumaya, açık oturumdan el işlerinin satıldığı kermeslere kadar akla gelebilecek her yolu kullanıyorlardı. Koca vilayet, ekonomiden kültüre sokaktaki yaşama kadar işgal altındaydı.
Sivas’ta bir şey yapılmaz anlayışını, koşullanmışlığını kırmak gerekiyordu. Biz, bu etkinlikleri Sivas’ta başlatırsak hem Sivas’ta bir şeylerin yapılabileceğini kanıtlarız, hem de oradaki demokrat insanlara moral veririz diye düşündük.
Saldırılarla, güçlüklerle karşılaşacağımızı düşünmedik mi? Çok düşündük. Peki, ne yapmalıyız? Şu tespiti yaptık. Biz, orada devrimci ve demokrat kesim adına sağın en uç iki kesimiyle, şeriatçılar ve kafatasçılarla burun buruna olacağız. Bu burun buruna geliş çok tehlikeli. Oradan kolayca bu etkinliğimizi yaparak çıkamayız. Şöyle düşündük. Biz, oraya insanları tahrik etmeye değil panel yapmaya, yazarlarla söyleşi yapmaya, semah dönmeye, türkü söylemeye, saz çalmaya gidiyoruz. Kaldı ki biz bu işi, devletle birlikte yapıyoruz. Kültür Bakanlığı bu etkinliğe 40.000.000 L. Katkıda bulundu. Üyelerimizin çoğu da SHP( Sosyal Demokrat Halkçı Parti)’li. SHP ise iktidar ortağı. Kültür Bakanı, oraya gelip heykelin açılışını yapacak. Vali konuşma yapacak. Etkinlikler devletin mekânlarında, Buruciye Medresesi’nde, Kültür Merkezi’nde yapılacak. Devlet, kendi yapacağı işi sabote etmez ve ettirmez. Üç-beş it ürürse de polisleri var bunların, jandarması var defederler. Bu inanış, bizi hiçbir önlem almadan Sivas’a götürdü. Bu, devlet bilincimizin zaafa uğramasıdır. SHP’nin hükümet ortağı oluşunun devlet gerçeği konusunda gözlerimizi karartmasıdır. Son ana kadar hep devlete güvendik. Bu yanlışta, Alevilerin genel olarak güvenmelerinin de payı oldu.”
Özellikle Bizans ve Selçuklu İmparatorlukları dönemlerinde Hıristiyan, Rum ve Ermenilerin Müslüman olan Türklerin bir arada yaşamalarına ve bu dönemlerde “Tarihe geçmeye değer” ne dinsel, ne de ırksal hiçbir savaş olmamasına karşın 1398’de Osmanlı egemenliğine girişinin hemen akabinde mezhep çatışmalarının kördüğüm haline dönüştüğü Sivas kentinin dört bir yanı; “Pir Sultan Kültür Etkinlikleri”ne ilişkin afişlerle donatılmış durumdaydı. Bu, İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den ve yurdun dört bir yanından gelen otobüslerde bulunan Pir Sultan dostları tarafından hoşnutlukla karşılandı. Şehrin göze çarpan hemen her duvarında, direğinde asılı olan afişlerle, caddelerdeki direkler arasında gerilmiş olan; Gelin Canlar Bir Olalım”, “Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan”, “Halktan büyük Ne ola ki/ Yaradandan Ötürü”vb. resmî pankartlar, su serpmişti yüreklerine Pir Sultan dostlarının.
Sünni Osmanlı Devleti tarafından fesat yuvası”, Alevilerce de Sünni Osmanlı despotizmine başkaldırının sembolü” olarak görülen Sivas’ta IV. Pir Sultan Kültür Etkinliklerini düzenleyen Tertip Komitesinde yer alan isimler şunlardır: Murtaza Demir, Mehmet Talay, Kahraman Aytaç, Necati Yılmaz, Celal Çelik, Rıza Aydoğmuş, Yusuf Yalçıner, Alaattin Bircan, Haydar Çetin, Gülhan Özkan, Cevat Üstün, Burhanettin Yurdagül, Murtaza Türkan, Ahmet Cengiz Ulu, Hidayet Yıldırım, Mustafa Lodos, Kamil Alptekin, Dursun Yıldırım ve Yaşar Karadeniz.
Osmanlı’nın güttüğü kesif “iskân” siyaseti sonucunda bölgedeki mevcut Sünni nüfusun, Alevi nüfus aleyhine çoğaltılarak mezhep çatışmalarının kışkırtıldığı ve Mustafa Kemal’in: “Biz, Cumhuriyet’in temelini orada attık” dediği Sivas’taki “IV. Pir Sultan Kültür Etkinlikleri”ne katılan isimlerden bazıları şunlardır: Aziz Nesin, Asım Bezirci, Prof. Afşar Timuçin, Prof Cevat Geray, Doç. Atilla Erden, Sami Karaören, Aydın Çubukçu, Demet Işık, Emel Sungur, Lütfi Kaleli, Cengiz Gündoğdu, Öner Yağcı, Raif Türk, Şükrü Günbulut, Mustafa Yalçıner, Soner Doğan, Battal Pehlivan, Metin Altıok, Hüseyin Yurttaş, Hidayet Karakuş, Aydoğan Yavaşlı, Zerrin Taşpınar, Hüseyin Atabaş, Ali Yüce, Uğur Kaynar, İlhan Cem Erseven, Burhan Günel, Lütfiye Aydın, Hüseyin Gülkanat, Çerkez Karadağ, Asaf Koçak, Binnaz Çolak, Mehmet Özer, Ayşe Gürocak, Haydar Ünal, Kemal Soyer, Muammer Çiçek, Ali Balkız, Âşık Mahzunî Şerif, Arif Sağ, Musa Eroğlu, Gülşen Altun, İnsancıl Derneği Okuma Tiyatrosu oyuncuları, Muhlis Akarsu, Azmi Toğuzata, Dertli Divani, Sabahat Akkiraz, İsmail Kaya, Ali Çağan, Ömer Şan, Hasan Hüseyin Demirel, Edibe Sulari, Ozan Çağdaş, Hasan Tatar, Halil Yalçıner, Hasan Kaplani, Ali Baştuğ, Ayhan Çabuk, Sevgi Demir, Nuri Kılıç, Süleyman Kaplan, Ali Kocaoğlu, Grup Telden, Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Behçet Safa Aysan, Ahmet Aysan, Carina Johanna, Gülender Akça, Gülsüm Karababa, Mehmet Kifayetoğlu, Yeşim Özkan, Murat Gündüz, Mehmet Uzan, Handan Metin, Serpil Canik, Ahmet Başyurt,  Serkan Doğan, Belkıs Çakır, Erdal Ayrancı, Ahmet Alan, Mehmet Atay, Koray Kaya, Cahit Külebi, İclal Karakuş, Yıldız Sağ, Hasan Ünal, Murat Kılıç, Elif Dumanlı, Cem Celasun, Yüksel Yıldırım, Ali Doğan, Kuranhan Metin, Ayben Kop, Hülya Kaderoğlu, Olgun Şensoy, Neval Can, Demir Hunar, Bülent Daylaşlı, Faruk Daylaşlı, Türkan Pehlivan, Ali Rıza Koçyiğit, Ertan Kartal, Bedia Atmaca, Sebahattin Dinç, Sadiye Tanış, İnci Şener, Nevzat Gündoğdu, Sönmez Kayaş, Hasan Yıldırım, Nevzat Kimdağlı, Ünal Altunay, Mustafa Kaya, Mustafa Ulun, Ali Uygun, Erdal Koç, Ersoy Kara, Rukiye Güler, Âdem Şahin, Oktay Samur, Kadir Ardıç, Ahmet Bayram, Faik Yalçın, Sehergül Ateş, H. İbrahim Darbiçer, Ahmet Yapan, Ramazan Karataş, Şaban Yılmaz, Selahattin Özaslan, Nurettin Darıka, Sabri Kangal, Birsen Gürbüz, Mustafa Göktekin, Turan Keser, Turan Tecer, Çiğdem Gülhan, Erkan Kılıç, Şükrü Gülmez, Hilal Kale, Kamber Çakır, Mecit Ünal, Hidayet Özden, Şamil Cerenay, Solmaz Yılmaz, Kadir Ardıç ve diğerleri.
Ankara’dan, İstanbul’dan, İzmir’den, Adana’dan, Anadolu’nun dört bir yanından ve yurt dışından akın akın gelen bu canlarla el ele veren Alibabalı, Gökçebostanlı, Dört Eylül mahalleli gelinler, genç kızlar, delikanlılar, nineler dedeler hep birlikte hınca hınç doldurdular Kültür Merkezi’ni.
Günlerden 1 Temmuz 1993. Saatler 10.00’a geliyordu. Heyecandan eli ayağı titreyen Ali Balkız, Kültür Merkezi’ni dolduran, dost meclisine susayan ve programın bir an önce başlamasını dört gözle bekleyen canlara; “Hoş Geldiniz” deyip açılışı yaptıktan sonra orada saf tutanları devrim şehitleri adına bir dakikalık saygı duruşuna davet etti. Bu anonsun hemen akabinde sol ellerini havaya kaldırarak yumruklarını sıkan gençlerin hep birlikte haykırdıkları: “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganı, dalga dalga yayıldı koca salona. Gür sesi ve inleyen sazıyla salonu inim inim inleten Musa Eroğlu’nun hemen sonrasında, “Bu etkinliği gelecek yıl uluslar arası düzeyde yapmak istediklerini” söyleyen Murtaza Demir’den mikrofonu devralacak olan Sivas valisini kürsüye davet eden Ali Balkız’ın; “Ne ilginçtir ki 400 yıl önce bir ilin valisi tarafından asılan ozan için aynı ilin valisi etkinlik düzenliyor” şeklindeki sunumuyla kürsüye gelen Sivas Valisi Ahmet Karabilgin: “O devrin kara kadıları, sarı kadıları yanlışlık yapmış olabilir. Bu yanlışı düzeltmekteyiz” diyordu.
Eee… Yüce Ozan’ı asan Hınzır Paşa gibi halk düşmanı olan valiler olur da yüce Ozan’a sahip çıkan Ahmet Karabilgin gibi yürekli valiler neden olmasın ki?
 
Sıra Aziz Nesin’de
Evet, sırada beyaz saçlı, kısa boylu, tombul adam vardı. Hemen mikrofonun yanına bir masa konuldu. Çünkü o hem çok yaşlı olduğu için ötekiler gibi ayakta konuşamayacaktı, hem de söyleyecekleri bir hayli uzundu.
Mikrofonun yanına konulan masaya oturarak konuşmasına başlayan 80’lik tombul adamın konuşması, salonda bulunan Pir Sultan dostlarınca pür dikkatle dinleniyordu. Beyaz saçlı, tombul adam; kimi zaman alkışlar ve gülüşmelerle kesilen bu konuşmasının olay olabileceğini nereden bilebilirdi. Zira tombul adam, 1 Temmuz günü daha konuşmasına son noktayı koymadan Pir Sultan diyarı kanlı Sivas kentinin cadde ve sokaklarında birkaç günden beri dağıtılmakta olan bildirilerde: “Gün Müslümanlığın gereğini yerine getirme günüdür” çağrısı yapılıyor ve akabinde; “Aziz Nesin köpeği, yanında kendisiyle beraber bir ekiple şehirde Müslümanlarla alay edercesine geziyor” deniliyordu.
Kimi medya kuruluşlarının, kişilerin ve devletin yönlendirmesi sonucunda olay vesilesi olarak görülen ve sözde ağzı köpüklü yobaz sürüsünü tahrik ettiği ileri sürülen bu konuşmayı, “Tarihi Bir Belge” olarak tam metnini veriyorum.
 
Aziz Nesin’in Konuşması
“Hepinize saygılarımı, sevgilerimi sunarım. Mahdum Kuli adında bir Azeri yazar var. O’nun 100. doğum ya da ölüm yıldönümünde bir jübile yapılıyor Bakü’de. Nazım Hikmet’i de çağırıyorlar. Elbette o da toplantıya gidiyor. Ama Mahdum Kuli hakkında hiçbir bilgisi yok. Toplantıdan önce, resmi toplantıdan önce çağrılı yazarlar kendi aralarında konuşurlarken, Nazım sık sık Mahdum Kuli hakkında bilgiler edinmeye çalışıyor. Ve her konuşmacıdan en can alıcı noktaları saptıyor.
Ve ilk konuşmacı kendisi olduğu için orada öğrendiği Mahdum Kuli hakkındaki bilgileri dinleyicilere anlatıyor. Fakat dinleyicilerden Mahdum Kuli hakkında en can alıcı noktaları öğrendiği için onları söylüyor. Zaten daha önce başka bilgisi yok. Öbür konuşmacılara, aşağı yukarı önemli söyleyecek bir şeyler kalmıyor böylece. Yalnız yanlış bir şey yapıyor. Türkçede “Mahdum” adı olmadığı için, “Mahdum” yani “oğul” adı olmadığı için konuşmasında Mahmut Kuli diyor. Ve Mahdum Kuli’nin, dünyada olmayan Mahdum Kuli’nin hayatını anlatmış oluyor. Şimdi ben, Pir Sultan Abdal için buraya gelirken aynı durumda idim. Elbette Pir Sultan Abdal’ı genel olarak, bir aydın olarak biliyorum, tabi. Ama bu konuşmaya hazır gelmem gerekiyordu.
Ben, programı da bilmiyordum doğrusu. Onun için başka çarem yoktu. Kitap aramaya kalktım. Tam buraya geleceğim gün havaalanında sağa sola bakarken kitap yerine daha değerli olan Asım Bezirci ile karşılaştım. Aman dedim, bana bir Pir Sultan Abdal kitabı. Hemen çantasından çıkardı, kendi kitabını bana verdi.
Ben de Nazım gibi yalnız tabi Mahmut Kuli dememek koşuluyla Pir Sultan Abdal hakkında, onun kitabından öğrendiğimi, kendi eski bilgilerime dayanarak sizlere aktarmak istiyorum. Önce Pir Sultan Abdal, bu “Abdal” adı nereden geliyor? Kitapta yazılı değil, ama ben de henüz bilmiyorum. Etimolojik olarak “Abdal” sözü gezgin dervişlere verilen bir ad. Ama çok aptal var, bizim öteki aptallar gibi değil, yüzde 60 aptallar gibi değil.
14 yaşında idim. Babam, beni Cafer Ağa köyündeki Cafer Ağa Camii’ne götürdü, bir Cuma günü. Demek 14 yaşımda olduğuma göre 64 yıl önce orada imam, hutbeden sonra vaaz ederken bu “abdal” konusuna değindi. Onun yorumuna göre ki ben bugün katılmıyorum, ama bir yorumdur. Bilmiyorum siz ne düşünüyorsunuz? Bu “abdal” sözü için. Etimolojik anlamda nereden geldiği konusunda. “Abdal” dedi “abû dil”dir. “Abû dil”, gönlü su için akan anlamına gelir. Oradan dağılmıştır. Oradan yayılmıştır bu sözcük ya da deyim demişti. Ben hâlâ ona da inanmıyorum.
Gönlü su gibi olan “abû dil”den “Abdal” olduğu lafına. Tıpkı şey gibi, bizim bu maydanoz “midenovaz”dan gelir, pırasa “pürhasa”dan gelir gibi. Kaynakları hep Arapçaya, Farsçaya bağlamaktan gelen bir yorumdu. Ama böyle. Bugün de ben henüz bilmiyorum. Tabi içinizden bilenler vardır. Niçin bu “Abdal” sözcüğü, “abû dil” doğru mudur, değil midir bilemiyorum. Ama doğruluğuna pek inanmıyorum. Bana göre Pir Sultan Abdal’ın iki büyük özelliği vardır. Asım’ın (Bezirci) kitabında dört ağırlık gösteriliyor. Ama en önemli ağırlığı propagandacı olmasıdır ki Asım buna katılmıyor. Ama bana göre bir propagandacı. Ve iyi bir şairin, iyi bir yazarın başlıca özelliği; bulunduğu toplumun ve koşullarının propagandasını yapmasıdır. Ancak bu propagandayı nasıl yaparsa iyi bir şair olabilir?
Sanat ve estetik değeri ağır basan bir propaganda olursa. Yoksa salt bir propaganda olursa o kupkuru şair demektir. Propaganda şairidir. Çünkü TİP (Türkiye İşçi Partisi) bile kuruluşundan sonraki ilk meclise 15 milletvekili gönderdiği zamanki toplantılarında, ev toplantılarında, özel toplantılarda bile; “Gelin Dostlar Bir Olalım/ Tevelkettü Taal Allah” diye sonu, dörtlüklerin sonu böyle biten şiirini okurlardı. Demek ki 400 yıl propagandası sürebiliyor ve ona yeni bir yöntem getirmişler. Ama nasıl Allah’a şu koşullarla “Gelin Dostlar Bir Olalım”, efendim kılıç çalalım filan. O koşullarda ne olursa olsun, yani eşeğini iyi bir yere bağla da sonra Allah’a güven. O anlamda bir tevekkül.
Propaganda, birinci şeyi bence vasfı. Propaganda bugün o propagandadan bize kalan ya da kalması gereken Alevilik propagandası değil, sanat değeri olan propagandadır, estetik değeri olan propagandadır. Öyle olması gerekir. İkinci büyük yanı, kavga şairi olmasıdır ki, bu kavga şairi sürmüştür. Kendi ölümün-den sonra da bugüne kadar sürmüştür. Kavgalı, kavgacılığı sürmüştür. Kötüye karşı savaşım vermektir. Ve köylü başkaldırılarında, Türkiye’de köylü başkaldırılarında çok büyük etken olmuştur, bu kavgacı şair. Pir Sultan Abdal’ın bir özelliği de, birçok Pir Sultan Abdallar olmasıdır. Asım’ın kitabında 4-5 tane gösteriliyor. Bana kalırsa nereden seziniyorum, çünkü bu kavgacılığı ve propagandanın sürmesi, birçok Pir Sultan Abdalların yaşamış olduğunu gösteriyor. Ölümünden önce de, ölümünden sonra da. Ve lejander bir kahraman oluyor böylece. Yani halkın asıl malı olmak. Özellikle o dönemde 15.-16. yüzyıllardaki bu anonim şairlerde güç burdan geliyor. Halk onu özümsüyor. Halkın içinde eriyor ve birçok şairler çıkıyor, aynı adı taşıyan. Bu da şu demektir:
Aynı felsefi doğrultuda yazan şairler, oraya herhangi bir şair alınmaz. Örneğin Nasrettin Hoca’nın fıkralarına herhangi bir adamın fıkraları alınamaz. Ama Nasrettin Hoca söylememiş, yazmamış olsa bile o doğrultuda, o felsefe doğrultusunda – ki fıkralar girebilir bana göre – Pir Sultan şiirleri de, bizzat tarihsel bir Pir Sultan’ın, asılan Pir Sultan’ın şiirleri olamaz. Onlardan fazla ek olarak da o doğrultuda, o felsefi doğrultuda, o inançta yazmış şairlerin şiirlerinden oluşur gibi geliyor. Bugün propagandası Alevilik üzerine. Fakat bu Alevilik üzerine propaganda aslında bir araç olarak kullanmış bunu, yine benim yorumum.
 
Aleviler Doğru Söyler
Aslında insancılığın propagandasını yapmış, hoşgörünün propagandasını yapmış ve Alevilik ile hoşgörülük bu nedenle birleşmiş. Aleviliğin Türkiye’de ve sürekli hoşgörüyü ortaya çıkarmasının nedeni bana göre muhalefette olmuş olmasıdır. Çünkü muhalefetin, şirketlerde olduğu gibi daima yüzde 50 fazla şansı vardır. Yüzde 51, yüzde 52’dir. Türkiye’de Aleviler, hiçbir zaman iktidar olamamışlardır. Acaba iktidar olsalardı ne olurdu? Bu bir kuşkudur bende. Çünkü iş, iktidarda olmayınca hep muhalefette kalıyor. Şirketlerde olduğu gibi yüzde 51 onda. Onun için muhalefette olan hep doğruyu, kendine göre doğruyu söylerler. Aleviler hep doğruyu söylemişlerdir, hoşgörüde hep yanılmışlardır.
İktidar olarak, iktidar vermek zorundadır, verebildiği ölçüde. Ama Aleviler, hep muhalefette kaldıkları için hep istemişlerdir. İsteyen daha çok haklıdır. En az yüzde 51 hak sahibi olmuşlardır. Tıpkı şirketlerde olduğu gibi, bana göre. Aslında konu kaynağı, Aleviliğin kaynağı, beni doğrusu hiç ilgilendirmiyor. Size aykırı gelebilir bu düşünce. Ama ne yapalım ki böyle. Ben, Ali ile Muaviye arasındaki1000 yıl önceki çekişmenin bugün hâlâ sürmesini hiç anlamıyorum.
Biz ilkokulda iken, ben Darüşşafaka’da okudum. IV. Sınıfta “Siyer-i Nebi” ya da “Siyer-i Enbiya” diye bir ders vardı. Din Dersi vardı. Aslında Din Dersi değil de “Peygamberler Tarihi”, Siyer-i Nebi, peygamber, nebi. Muhammed Peygamber’in hayatı, Siyer-i Enbiya. Orada bu Muaviye ve Ali çatışması, bize çok uzun ders olarak anlatılmıştı, öğretilmişti ve bu dersi veren hoca, tabi Muaviye’yi haklı bulmuyordu, kendisi Alevi de değildi. Zaten Muaviye’yi haklı bulan Türkiye’de Sünniler arasında pek yoktur.
Orada bağnaz, o zamanki bağnaz Alevilerin helâlarını, Muaviye adına benziyor diye maviye boyattıklarını söylemişti. Çok ilginç bir saptamadır bu. Yani helâsının duvarını maviye boyarsa hiçbir ilişkisi yok, Muaviye’ye hakaret etmiş olacak. İş bu noktaya kadar gelmiştir ve devam ediyor. Kahramanmaraş Olayları’nda bunu gördük. Can almaya kadar bu düşmanlık varabiliyor. Benim çocuklarımdan, vakıf çocuklarımdan bir tanesi, bir kız, Akşehirli bir kız, Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Sevdiği erkek Alevi. Çok büyük bir olay oldu Akşehir’de. Bir Alevi delikanlıyı bir kızın sevmesi, bir Sünni kızın sevmesi.
Oysa bu delikanlı ne Aleviliği biliyordu, ne de gerçek bir Alevi’ydi. O Sünni denilen kız da ne Sünni’ydi, ne de Sünniliği biliyordu. İki tane Türk insanıydı. Türkiyeli iki insandı ve bu büyük şeylere birçok yerlerde varmıştır, cinayetlere kadar. Ama o tatlıya bağlandı. Aileler dargın kalmak koşulu ile evlendiler ve üç tane çocukları oldu. Bu, bende çok büyük bir izlenim bıraktı. Bu olay etkilemiştir beni. Bu şey, bu düşmanlık hakkında. Doğrusu beni 12 İmam da bu size aykırı gelebilir, bağışlayın beni lütfen. Çünkü çoğunuz sanıyorum ki Alevisiniz ve benim de bütün insanlara saygım olduğu gibi Alevilere biraz daha çoktur saygım. Neden? Söyleyim…
 
Önem Veriyorum.
Çünkü…
Hangi tarihsel neden olursa olsun en çok hoşgörüye dayanan bir inançtır. Ama dinsel inançlara karşı ve dinsiz bir insan olarak – bu anlamda Aleviliği tutuyorum – insancıl yanını ve hoşgörü yanını tutuyorum. Ona çok değer ve önem veriyorum. Şiilikte, ben onu da anımsıyorum ne Muharremlerde 10 Muharrem mi? Öyle bir şeydir. Matem günündeki Şiilikte kaynak olarak Aleviliğin yakınlığı da elbette vardır. Hatta şöyle diyebilirim: Yanlış da olabilir. Ama böyle bir düşünce var kafamda. Alevilik, Şiiliğin Türkiyelileşmesidir. Türkiyelileşmişidir. Çünkü aslında bizim Türkiye Müslümanları, Arap Müslümanlarına benzemiyorlar.
Türkiye, Müslümanlığı başka çizgiye sokmuştur. Genelde bunu anlamak için Cam-ül Eser’in içine girmek bile yetiyor. Ben, Cam-ül Eser’e birkaç kez girdim. Medreselerini de gezdim, gördüm. Örneğin caminin içerisinde, o büyük caminin içerisinde çocuklar koşmaca oynuyorlar ve entarili Arap yere yatmıştır. Uyuyordur horlaya horlaya ve entarisi açılmıştır. Cinsel organı şişe şişe kabarmıştı. Onu, ben gözümle gördüm. Türkiye’de camide böyle bir şey olmaz. İster Sünni olsun, ister başka bir şeyden. Yani Türkiye, İslamlığı Türkiyelileştirmiştir. Alevilik de bana göre Şiiliğin Türkiyelileştirilmişidir.
Türkleştirilmiş demiyorum, demek istemiyorum. Çünkü Türk olmayan Aleviler de vardır. Kürt Aleviler vardır. Ama Türkiyelileştirmiştir ve insancıllığı da buradan geliyor zannediyorum. Bir de başka bir şey var. Tabii ki ırk etkisini öne almayan bir insanım bildiğiniz gibi. Ama en öz Türklerdir, onlar. Nereden anlıyoruz? Çünkü gelenekleri, Türk geleneklerini hâlâ sürdürmektedir. Gelenek ve görenekleri onlar da sürmektedir.
 
Aleviliği Yorumlamak
Oysa Türkiye çok karışmış bir ülkedir. Çok iyi karışmış. Ama Aleviler o kadar, onlar kadar karışmamışlardır, bulundukları daha çok toprak insanı oldukları için. Yani Bektaşiler gibi şehirleşmemiş. Daha çok köy insanlarına dayandığı için daha gelenekleri ile Türklüğü sürdürmüş insanlar olarak görüyorum onları.
Şimdi bu gün, Aleviliği nasıl yorumlamak gerekir. Ben, düşüncemi söyleyeceğim. Önce Musa idi galiba şu saz çalan arkada-şımız. Bu “Kohmirem kohmirem” diyen Sabir’in, yine Azerbaycanlı Sabir’in şiirini okudu. Aslında “korhir”, bu “kohmirem” filan yalan. Hem de adamakıllı korhir. Çünkü şurdan belli, Sabir’in şiirini bozdu. “Nerde yobaz görürem korhirem”. Öyle değil ki: “Harda Müselman görirem korhirem”. Korktu, Müselman görmekten, korkmaktan.
Hatta bütün dillerde atasözü haline gelmiş bir deyim vardır: “Kork Allah’tan korkmayandan” derler. Onun için Allah’tan korkmayan biri başa geldiği zaman ondan Türk halkı korkar. O deminki Sabir de şiirini okuyan, şiiri okunan Sabir de Şia mezhebinden. Ben, bizim din ataşeleriyle konuştuğum ve tartıştığım zaman bana sık sık Aleviliğin mezhep olmadığını söylüyorlar. Doğru Alevilik mezhep değildir. Ama bir tarikat mıdır? Bilmiyorum. Siz daha iyi biliyorsunuz elbette ne olduğunu. Doğrusu Aleviliğin, önemli değerli bir şey olduğunu bilmiyorum.
Ama tarikat desem tarikat değil. Çünkü bir şeyhten şeyhe geçmiyor. Bektaşilik gibi bir ruhsat alınarak yeni bir şeyh olmuyor. Efendim… Haaa mertebe o filan böyle şeyler, yani biraz somut olarak fiilen var olan, ama adı mezhep olmayan bir şeydir ve daha çok tabii Aleviler, daha çok başka yerlerde, tabii Arnavutluk şura burada var. Ama daha çok Türkiye’ye özgü bir durumdur. Mertebe derseniz, ne derseniz deyin. Ama adı, bence pek adı konmamış gibi, yanlış şeyler söyleyebilirim. Ama mezhep olmadığına, tarikat olmadığına göre bir ad konması gerekir. Mertebe uygunsa mertebe denilebilir.
Ama mertebe, Cumhurbaşkanlığı da mertebe. Alevi değil ama. Onun için onlar, başka bir şey vardır, ya da vardır ben bilmiyorum. Bugün nasıl yorumlanmalıdır? Ben, genelde 400 yıl önceki ne olursa olsun, en doğru sözler olsun, bugün aynen, onların aynen yürürlükte kalmasından yana değilim. 700 yıl önce, 750 yıl önce Mevlana da öyle tabii bunların içinde ölümsüz değerde sözler elbette vardır. Ama o felsefe bütünüyle bugüne ait uygulanamaz ve o yüzden ben, Müslüman değilim. Yoksa Kuran’da güzel sözler vardır. Ama 1300–1400 yıl önceki sözlerin, kimin sözü olursa olsun eskiyeceğine inanıyorum, eskimiştir.
Bugün Pir Sultan’ı yaşatmak, ondaki gerçeklerin çağcıllaştırılmasıyla olabilir. Çağcıllaştırma, bugünkü çağa uyar bir hale getirebilirsek o zaman ondaki nedir onlar, insancılık başta olmak üzere bir de haksızlığa karşı ayaklanmak ya da karşı gelmek yoluyla olabilir. Bunu sazda, sözde, şiirde yeni Pir Sultan Abdallar, çağcıl Pir Sultan Abdallar yeni demelerle, yeni deyişlerle ortaya koyabilirler ancak. Aynen tekrarında bilimsel yararlar vardır, tarihsel yararlar vardır. Ama bugünün koşullarına hepsi uymaz, uyamaz zaten. Bu mümkün değildir, değişime aykırı bir olaydır.
Onda değişmeyen özleri bulup onları sürdürmek demektir. Şimdi size çok aykırı gelecek zannediyorum ki aykırı gelecek. Ben saza da karşı bir insanım. Bu saz böyle devam ettikçe Türk milleti bir adım ileri gidemez. Yunus zamanında da bu saz böyle çalınıyordu, 700 yıl önce. Pir Sultan Abdal zamanında da böyle çalınıyordu. Bu gün de böyle çalınıyor. Bu sazı alıp da Pir Sultan Abdal’ın demeleriyle bunu çalarsak bu olmaz. Hiçbir ilerleme olmamıştır demektir. Türkiye bir adım ileri gitmemiş demektir. Sazda bir hamle, bir atılım, bir modernlik, bir çağcıllık yaratırsak, şiirlerinde ve şarkılarında, türkülerinde yaratabilirsek bunu başarabiliriz. Bu çok güç bir iştir. Ama bu güç işin altında kalkmak zorunda Türkiye. Kalkamıyor bugüne kadar.
Almanya’ya giden, Avrupa’ya giden delikanlıları görüyorum. Hepsinin elinde birer siyah torba içinde saz. Düşünün ki bu saz, hiçbir öğretim görmeden kendiliğinden öğreniliyor. Olabilir mi böyle bir şey?  Haaa sazda yenilik yapanlar yok mu? Birkaç tane önemli yenilik yapanlar var. Bunları tanıdık, bunlarla yaşadık. İşte o yenilikleri ya da başka yenilikleri getiremezsek saza, bu saz bizim kendimizin, kendi ayak bağı olacaktır gibi geliyor bana. Hiçbir çağcıl olay değildir bu. Tıpkı cami mimarisinde Süleyman, Mimar Sinan’ı taklit ederek onun yaptığı camiler gibi cami yapmaya benzer. Kocatepe Camisi böyle bir örnektir. Bir zaman sonra bu camiler, bir anıtsal örnek olarak kalsa ya da cami kalmasa da diyelim ki 1000 yıl sonra 3000 yılında bunlar yerin altında kalsa arkeologlar orayı kazıp çıkarsalar bakacaklar ki bu ne camisi, Ankara’da Kocatepe Camisi. Allah Allah bu cami diyecekler ki yav Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı caminin kötü bir kopyası. Türkler hiç ilerlememişler mi? Bunu soracaklar, saz da böyle… Türkü de böyle, şiir de böyle… Biz nereye geldik? İşte o zaman Pir Sultan ve onun gibi bunlar toplumsal ve lejander kahramanlardır. Onun yoluna bağlı kalmış oluruz. Yoksa aynen yineleyerek, aynı yinelemenin yeri tarihtir. Tarih dersidir… Tarih bilgisidir. Bu atılımı yapmamız yine onlara dayanarak olabilir. Pir Sultan’ın gerçek değerini vererek. Örneğin bu etkinlik 4.süymüş galiba. Burada görüyorum 400 yıllık Pir Sultan’ın 4. kutlama töreni olabiliyor.
Türkiye’de ağır siyasi baskılardan dolayı Pir Sultan Abdal Derneği’nin başkanını kutluyorum candan. Çok güzel. Birçok değerli bir konuşma yaptı. Sayın valimizi de kutluyorum. Ondan ben, valiyi kutlamaya alışık değilim. Ama bu valiyi elbette kutlayacağım. Böyle bir valiyi…
İşte benim kısaca Pir Sultan Abdal hakkında söyleyeceklerim bunlardır. Özet olarak tekrar etmek istediğim şu: Pir Sultan Abdal bir kişi değildir. Türk halkının büyük çoğunluğudur. O nereden belli?  Çünkü birçok Pir Sultan Abdallar vardır. O’nu benimsemişlerdir. Onun felsefesi doğrultusunda yazmışlardır, şairler.
Onların hepsi tıpkı şeye benzer; market mahalle bakkallarını nasıl kaldırırsa, bir tane Pir Sultan Abdal çıkar öbürlerinin, aynı yolda olanların adını siler. İşte bu bizim tarihimizde çok var. Özellikle halk şairlerinde pek çok var. İkincisi de Pir Sultan felsefesinin doğrultusunda yenilikler ve atılımlar yapmak zorundayız.  Yoksa biz gene biz oluruz. Yüzde 60 mı, yüzde 90 mı? Aptalıklarımız belli olmaz. Sağ olun. Teşekkür ediyorum.
*
Konuşmasını bitirmişti, 80’lik beyaz saçlı tombul adam. Bitirmişti bitirmesine ama onun Alevilere övgüler yağdırmasını bekleyen salondaki Alevi izleyiciler, hayal kırıklığına uğramışlardı. Zira övgüler dizmek bir yana tam tersine Ali’yi, Aleviliği ve 12 İmam’ı yerici sözler bile söylemişti. Ama buna rağmen en ufak bir tepki bile göstermeden, en az Vali kadar, en az Dernek Başkanı Murtaza Demir kadar alkışlamışlardı beyaz saçlı tombul adamı. Çünkü felsefelerinin gereğini yapmışlardı. Çünkü hoşgörü demektir, Alevilik…
 
“Yine Dertli Dertli İniliyorsun
 Sarı Turnam Sinen Yaralandı mı?
 
deyişini, Anadolu Sanat Ortamı ve Halkevleri Halk Oyunları Ekibi’nin gösterisinin hemen sonrasında dertli dertli teline dokunduğu kısa saplı bağlaması eşliğinde dile getiren İsmail Kaya’ya semahlarıyla iştirak eden Pir Sultan semahçıları salondaki yerlerini alınca coşkunun dorukta olduğu salondaki herkes tek bir ağızdan nefes alır gibiydi. Yılların vermiş olduğu özlem ve susamışlığın etkisiyle birbirine sarılan canların, omuz omuza semah gösterisine tempo tutmaları görülmeye ve yaşanmaya değer bir manzaraydı.
Yürekleri yüreklere bağlayarak elleri ellere kenetleyerek salondaki canların tamamını tek bir can haline getiren bu görülmeye ve yaşanmaya değer semah gösterisinin hemen sonrasında semahçılar, tiyatrocular ve kitap stantlarındaki görevliler öğle yemeklerini yemek üzere Sivas Lokantası’nın yolunu tutarlarken; yazarlar, çizerler ve yaşları biraz daha ilerlemiş olanlar da aynı görevi Cumhuriyet Lokantası’nda yerine getiriyorlardı.
1 Temmuz gününün ikinci randevusu, 1271 yılında Anadolu Selçuklu Veziri Muzaffer bin Hibetullah Burucirdi tarafından yaptırılan “Buruciye Medresesi”ndeydi. Görkemli bir tarihe sahip olan bu eşsiz mekânda kitap stantları kurulmuştu. Başta Aziz Nesin olmak üzere Asım Bezirci, Lütfi Kaleli, Battal Pehlivan, Behçet Safa Aysan, Cengiz Gündoğdu, Öner Yağcı, Cahit Külebi, Ali Balkız, Metin Altıok, Zerrin Taşpınar, Hidayet Karakuş, Lütfiye Aydın, Aydoğan Yavaşlı, Burhan Günal, Ali Yüce, İlhan Cem Erseven, Uğur Kaynar ve Haydar Ünal’ın da aralarında bulunduğu 21 yazar, imza ve söyleşi için 700 yılından bu yana kültüre hizmet sunan tarihi medresenin dört odasını bölüşmüşlerdi aralarında.
Sesini duymak ya da yakından görmek, kitap ve gazete imzalatmak üzere beyaz saçlı, tombul adamın çevresini saranların arasında yer alan ve amaçları kargaşa yaratmak olan gericilerden sakallı, uzun etekli, orta yaşta olanı Aziz Nesin’e: “Senin inkâr ettiğin Allah, seni yakacak.” diyerek el-kol hareketi yapmaya başlayınca çevrede bulunanlar tarafından etkisiz hale getirildikten sonra görevli polislerce yaka paça medresenin dışına atılır. Bunun üzerine bir tedirginlik havası hâkim olur Buruciye’ye…
Takvim yaprağındaki tarihler 1 Temmuz’u, saatler 17.00’yi gösterirken canlar, Koçgirili Hasret Gültekin’in dinletisi için hınca hınç doldurmuşlardı Kültür Merkezi’nin dinleti salonunu. Kendinden geçen canların coşkuyla dinledikleri Koçgirili Hasret’in, alkış tufanıyla sona eren dinletisinin hemen sonrasında Sami Karaören tarafından yönetilen ve konuşmacı olarak Asım Bezirci, Metin Altıok, Öner Yağcı ve Hüseyin Gülkanat’ın katıldığı: “Çağların Pir Sultanlarından Günümüz Pir Sultanlarına” adlı panel başlamıştı. Bu panelin ilk konuşmacısı, sunucu Ali Balkız tarafından: “Ömrünü Gerçeği Aramaya Adamış Araştırmacı Yazar” şeklinde sunulan Asım Bezirci idi. Bu konuşma, aynı zamanda Bezirci Hoca’nın bu yaşamdaki son konuşmasıydı. Konuşmanın tam metni şöyledir:
 
Asım Bezirci’nin Konuşması
“Pir Sultan dostları merhaba! Zulme ve baskıya, sömürüye karşı kardeş, barış, özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık ülküsüne inananlar merhaba!
Karacaoğlan, Köroğlu ve Dadaloğlu gibi Pir Sultan da halk edebiyatının en önemli şairlerinden biri sayılıyor. 700 yıl süren halk şiiri süreci içinde saydığım isimlerden biri de Pir Sultan.  Peki, Pir Sultan’ın önemi nereden geliyor? Kısaca aktarmaya çalışayım. Bana göre birçok şeyden. Söz gelimi adı geçen şairler gibi değerli bir sanatçı olmasından. Değerli bir sanatçı olmasaydı, yani estetik düzeyi yüksek olmasaydı düşünceleri ne kadar doğru olursa olsun bugüne gelemezdi. Sayın ustam Aziz Nesin de bu noktaya parmak bastı. Güzel düşünceleri, doğru düşünceleri olması yetmiyor. Sanatçı için bunları ileriye götürmek, olgun, yüksek düzeyde bir estetik içerisinde sergilemek önde geliyor. İşte Pir Sultan, bunu başarmış önemli sanatçılardan biridir. Ayrıca Pir Sultan, Alevi-Bektaşi Edebiyatı denilen edebiyatın etkin şairleri arasındadır. İnancıyla yaşamı ve sanatını başarı ve tutarlılıkla birleştiren yiğit bir sanatçı olmasından geliyor önemi. Bir sanatçının doğru düşünceleri, güzel biçimler arasında sergilenmesi yetmiyor. Bunları kendi yaşamına ve şiirine de katması, onlarla birleştirmesi gerekiyor. Tıpkı Nazım Hikmet gibi, tıpkı Sabahattin Ali gibi, tıpkı Aziz Nesin gibi, Rıfat Ilgaz gibi, Sivaslı Hasan Hüseyin gibi. Ayrıca toplumda halkın gözü, kulağı ve dili olmasından kaynaklanıyor önemi. Yani halkın yaşadıklarını, sorunlarını, özlemlerini, acılarını görmesinden, dinlemesinden ve onları dile getirmesinden. Pir Sultan böyle bir sanatçıdır. Yaşadığı çağa ve çevreye karşı günümüz için de geçerli bazı düşünceleri savunmuş olmasından. Hangi düşünceleri? diyeceksiniz. Kısaca özetleyeyim: Öbür dünya yerine bu dünyaya bağlılık, yaşamı ve doğayı sevme, insana değer verme, sevgi gösterme, bencilliğe karşı özgeciliği, yobazlığa karşı hoşgörüyü savunma, kardeşliği önerme, baskı ve sömürücülere karşı çıkma, rüşvet yiyen ve adaleti kötüye kullanan, çiğneyen kadıları eleştirme, işkence yapan devlet görevlilerine karşı çıkma, acı çeken yoksul halktan yana olma. Bugün de Türkiye halkının ve dünya halklarının başlıca özlemleri bunlar değil midir? İşte Pir Sultan taşıdığı bu özelliklerinden ötürü bugün hâlâ aramızda yaşıyor. Pir Sultan 400 yıl önce gelmiş ama özelliklerini bugüne taşımış değerli bir sanatçı, örnek bir insan, örnek bir kavga adamı. Yöneticilerimiz, parti büyüklerimiz durmadan Pir Sultan’ın anlattığı bu sözleri televizyondan, seçim kürsülerinden bize tekrarlamıyorlar mı? Onlar tekrarlıyorlar ama hangisini gerçekleştirdiler? Ben, 1945 yılında öğrenciydim. Çok partili yaşama geçildi. O zaman sosyalist ve sol partiler kuruldu ve bunlar altı ay gitmeden sıkıyönetimlerce kapatıldı ve eğer partiler kapatılmasaydı, ülkede gerçek bir demokrasi olsaydı bugün hâlâ demokrasi sözü eder miydik? İşte parti yöneticilerimizin –hepsini demiyorum- ve hükümet yöneticilerinin çoğu Pir Sultan’ın özlemlerini gerçekleştiremedikleri için Pir Sultan hâlâ yaşıyor. Onlara rağmen yaşıyor.
Pir Sultan sadece insanı değil doğayı da seviyor. Onu kendinden ayırmaz. Boş bulunup attığı taşa ölen bülbül için ağıtlar yakar, özür diler ondan. Bir dörtlük var, okumak istiyorum:
 
“Her sabah ankayı devran ne bu
Dertli dertli ötersin bülbül.
Vahidimle bir taş çıktı elimden
Vaden tekmil imiş yatarsın bülbül”
 
Yanlışlıkla bir kuş öldürüyor, ondan duyduğu üzüntüyü belirtiyor. Öküzü anlatırken bu konu, enikonu bir arkadaş sevgisine dönüşüyor sanki. Sözü edilen bir hayvan değil de bir arkadaş, tarlada çalışan insan, onun için. Pir Sultan içi titreyerek çiftçilere öğüt verir:
 
“Öküzün damını alçakça yapın
Yaş koman altına kuruluk sepin
Koşumdan koşuma gözünden öpün
İreçberler hoşça görün öküzü” 
 
Bu doğa sevgisinden, hayvan sevgisinden sık sık söz ediliyor. Yeşillik, güzellik övülüyor. Ama 400 yıl önce yaşamış Pir Sultan, öküzüne gösterdiği bu sevgiyle ne kadar ibret dersi veriyor, bize. Türkiye’nin halkına, sömürülen insanlarına. Pir Sultan’ın hayvana gösterdiği sevgiyi gösteremeyen yöneticilere ne demeli? Ben, bir şey demek istemiyorum. Siz hepiniz ne demek istediğimi iyi biliyorsunuz.
Öküze gösterdiği sevgiyi ağaca da gösterir Pir Sultan. Niteliklerini öve öve bitiremez:
 
“Öt benim sarı tamburam
Senin aslın ağaçtandır.
Ağaç dersem gönüllenme
Kırmızı gül ağaçtandır”
 
Halkı savunma, adalet, özgürlük, kardeşlik ve barışı sunma, insanı sevme ve yüceltme, insanlara hoşgörüyle yaklaşma. Bütün bunlar sadece Türkiye toplumunun değil, insanlığın özlemidir. Bu bakımdan Pir Sultanlar ölmez, yaşıyor.
Geçen yıl Avrupa’ya gitmiştim. Avrupa’da 68 kuşağı için etkinlik düzenlenmişti, orada bulundum. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yaptığı eylemin, edebiyata yansımalarını tartışıyorduk. Öner Yağcı arkadaşım çok alçak gönüllü bir kardeş; Pir Sultanların açtığı yoldan yürüdüğünü biliyoruz. Yıllarca hapis yattı, işkence gördüğü bilinen bir sanatçı var aramızda. Lütfen sanatçı-larımıza karşı insaflı olalım. Nazım Hikmetler, Sabahattin Aliler, Rıfat Ilgazlar, Aziz Nesinler, Hasan Hüseyinler işkence altında sağlıklarını yitirip ondan sonra da Pir Sultan’ın yanında, halktan yana olmak, acıyı ve savaşı ortadan kaldırmak çok acılar çekmişlerdir. Eğer Pir Sultan bugün yaşıyorsa onun savunduğu düşünceleri bu değerli sanatçılarımızın yapıtlarında, sanatlarında ve yaşamlarında uygulamaya çalıştıkları için vardır. Mustafa Kemal diyor ki: “Ben, cumhuriyet devrimlerini, Namık Kemallerin, Tevfik Fikretlerin eserlerini okuyarak gerçekleştirdim. Eğer bu sanatçılar olmasaydı ben devrimleri gerçekleştiremezdim.” diyor. Sanatçılar çok önemlidir. Pir Sultan bu açıdan çok önemlidir. Namık Kemal’in Gedikpaşa Tiyatrosu’nda bugün hepimizin bildiği “Vatan ve Silistre” oyunu oynanıyor ve oyun çok alkış alıyor. O kadar çok alkışlanıyor ki hafiyeler, hemen Saray’a jurnallerini iletiyorlar. Namık Kemal, çok alkışlanan oyunu yüzünden Magosa Zindanı’nda 36 ay yatıyor. Tevfik Fikret içeri atılıyor. Nazımlar… Sabahattin Aliler… Birçok sanatçı bu uğurda çaba gösteriyorlar. İnsanların bilincini oluşturan, bunları halk yolunda, kitlelere ulaştırma yolunda çaba gösteren sanatçıların değeri büyüktür. Şimdi Paris’e gidiyorum. Orada 68’lilerin edebiyattaki yerini anlatıyordum. Benim de “Pir Sultan” adlı bir kitabım vardı masanın üzerinde. Yanıma aksakallı birisi, bembeyaz, tertemiz yüzlü birisi geldi oturdu: “Merhaba Dost!” dedi. Ben de ona: “Merhaba!” dedim. Eline Pir Sultan kitabını aldı, karıştırdı, karıştırdı. “Sen bu akşam bize davetlisin” dedi. Dedim ki;“Ben grup halinde geldim. Bizi buraya çağıranlardan ayrılamam, beni bağışla.” Bu arada gelen elini öpüyor. Dede elini uzatıyor: “Al bir kitap.” diyor. Gelen elini öpüyor. “Al bir kitap” diyor. Ben o ara içeri gitmek zorunda kaldım. Geri döndüğümde –Gelen elini öpüyor. O bir kitap imzalıyor- döndü şöyle dedi: “Asım kardeşim, içeride sosyalizm sosyalizm deyip duruyorlar. Aleviliğin adı değişmiş aslında. Bunları istiyoruz.” Ben, bu söz üzerine çok düşündüm. Elbette sosyalizm, Alevilik değildir. Ama Pir Sultan’ın şiirinde ve Aleviliğin temelinde yatan özlemler; halkın, ezilen insanların özlemidir. Bence bu özlemi, karşılayan en yetkin öğreti de sosyalizmdir. Bence Pir Sultan’ın yerine ve öğretisine bu açıdan yaklaşmak gerekiyor. Çağdaş Pir Sultanlar derken ben böyle düşünüyorum. Eğer Pir Sultan yaşasaydı bugün o da sosyalist olurdu. Böyle bir tahminim var. Belki yanılıyorum, belki yanılmıyorum. Ama özü buna dayalı. Baskıya, sömürüye, haksızlığa, zulme, işkenceye karşı çıkmak, halkın esenliğini, mutluluğunu, barış içinde yaşamasını istemek Pir Sultan’ın özlemi olduğu gibi sosyalistlerin de özlemidir. Sosyalizm, bugün Sovyetlerde çözüldü. Ama sosyalizmin bu ilk ve son denemesi olmayacaktır. Vahşi kapitalizmin dünyaya saldığı kanı görüyoruz. Sovyetler çöktü de ne oldu? İşte Yugoslavya’da kan gövdeyi götürüyor. Bize, “yeni dünya düzeni” dedikleri bu kan gövdeyi götüren için mi bekliyoruz? Şunu diyorum: Kapitalizm ve sömürü var oldukça sosyalizm, önümüzde tek seçenek, tek umut olarak kalacaktır. Vahşi kapitalizme karşı bizim ve insanlığın başka umuda yoktur. Orada “çöktü” diye savunanlar yanılıyorlar. Çok daha kuvvetli, çok daha sağlıklı gelecektir. Vahşi kapitalizmin ezdiği insanları kurtaracak tek yol budur. Başka yol yoktur.
Şimdi bir yazı geldi. İşçi kardeşlerim yazmışlar. Bir kısmını okuyorum:
“Sınıf mücadelelerinin tarihine çentik atanlar; sınıfın ve emekçi halkların iş alanlarında, direniş barikatlarında, isyanlarda, işkence tezgâhlarında onurlu direniş neferi olmaya devam edecektir. [Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan] şiarını çağlar önce baskıcı Osmanlı despotluğuna karşı can bedeli haykıran Pir Sultan, bugün de işçi sınıfımızın, emekçi halkımızın iş, ekmek, özgürlük, demokrasi mücadelelerinde ilham kaynağı olmaya devam ediyor. İşçi sınıfı; tüm emekçilerin coşkulu şenliklerini kutlar. Tarih önünde hiçbir kaygıya kapılmadan emekçi halkımızı, toplumu, altın çağa ulaştırmak göreviyle Marksizm’in ışıklı yolunda zafere doğru emin adımlarla yürünecektir. Yaşasın Sosyalizm!”
Kâğıtta bunlar yazıyor. İşçi kardeşlerimin düşüncelerini paylaşıyorum.
Saygıyla ve sevgiyle…”
*
Panele katılan öteki konuşmacıların konuşmalarının akabinde büyük bir izleyici kitlesince coşku ve ilgiyle izlenen “Açık Oturum” böylece nihayete eriyor. Konuşmacılar, canlar tarafından gösterilen yürekten sevgi gösterileri karşısında oldukça etkileniyorlar.
Takvimler 1 Temmuz’u gösteriyordu. Yer, 4 Eylül Spor Salonu. Sıra halk gecesine gelmişti. Salonu hınca hınç dolduran canların alkış tufanı arasında Musa Eroğlu çıkıyor sahneye. Salondakilerle birlikte söylüyorlar “Mihriban”ı.
Musa Eroğlu’nun sonrasında sırayı Sefil Selimî alıyor. Alkış tufanı arasında şiirlerini okuyup yerine dönüşünün hemen akabinde gecenin sunuculuğunu üstlenen Ali Çağan çıkar sahneye. Başlar Nurhak’ı söylemeye… Sinan Cemgil’in anısına…
 
 “Yetmiş bir sıcağında canım Nurhak Dağı’nda
Üç yiğidim vurulmuş on mayıs sabahında
Mayısın karlı günü hazirana dönüyor
Kavga isyanı alev alev yanıyor
 
Adalılar türkü söyler susar bütün namlular
Cevahir’im vurulmuş, kan ağlıyor yürekler
Adalı’nın türküsü düşmeyecek dillerden
Geliyorlar Adalılar sarp yamaçlı yollardan”
 
Ali Çağan’ın ardından; “Ağacımızın tohumu dibine düşer. Aramızdan ayrılan Davut Sularî kardeşimizin yadigârı sizlerle”anonsu ile Edibe Sularî alıyor sırayı. Salondaki canların alkışları arasında babasına ait demeleri söylemeye başlamazdan evvel elini göğsüne koyup eğildikten sonra tekrar elini öpüp başına koyarak selam veren Edibe Sularî: “Büyük ozanımız, önderimiz, edebiyatımızın, kültürümüzün temel direği olan Pir Sultan Abdal’ın ve sizlerin önünde saygı ile eğiliyor, ayak türabı oluyor, hürmetlerimi bildiriyor, hoş geldiniz, safa geldiniz diyorum” diyerek konuşmasını sona erdirdikten sonra alkış seli arasında dokunur sazının teline dertli dertli. Deyişlerle tamamlar sırasını.
Sırada tanıdık bir isim var.
 
“Bunun sonu ip olsa da
Kula kulluk yakışır mı?”
 
dizelerinin sahibi ve sazını baskıya, zulme karşı silah yapan ünlü ozan Muhlis Akarsu’nun hemen sonrasında uzun beyaz saçlı, pos bıyıklı, iri gövdeli Âşık Nesimi Çimen, elinde üç telli curasıyla çıkar sahneye. Programına başlamadan önce şu uyarıyı yapar üç telli küçücük curanın piri:
“Dostlar, canlar hepinize selam. Bizde bir atasözü vardır, meşhur. Bizim toplumda iki insana saygı duyulur. Bir yaşlı insana, bir küçük bebeğe. Ben ise yaşlıyım, sazımsa küçük. Eğer bana saygınız varsa beni dinleyin. Bir de şu var. Halk ozanı halkı düşündürür, eğer düşünebiliyorsa bu halk… Islık çalmayın, şaplak çalmayın, alkış yapmayın. Ben, burada size türkü, deyiş, Ali, Muhammed söylemiyorum. Benim size mesajım var. Mesajımı dinleyin. Dinlemeyen, anlamayan toplumun sonu her zaman hüsrandır. Hiçbir zaman acıdan çıkamaz. Benim sazımı dinleyin. Alkış yok. Beni burada bu toplum ilk kez görüyor. Ben, bu halkın ozanıyım. Avrupa’nın dörtte biri tanıyor, ama siz tanımıyorsunuz. Niye tanımıyorsunuz? Çünkü size tanınmamı engellediler. Her düzen halkla halk ozanı arasına duvar koyar. Çünkü halk ozanı düzenin ihanetini, açığını söyler. Bu gece burada bu duvarı yıkıyoruz. Merhaba canlar…”
Bu sözlerin ardından salonu inleten alkışlar arasında o iri gövdeli adam, kocaman küt parmaklarıyla vurmaya başlar o küçücük üç telli curasının tellerine. Curanın, elinde dile geldiği Nesimi Baba başlar, birkaç gün öncesinde yazdığı deyişini okumaya. Deyişin tamamı şöyle:
 
“Bir er yatar Sivas Banaz köyünde
Pirimizsin sana geldik Pir Sultan
Nesli Ehl-i Beyt Ali soyundan
Pirimizsin sana geldik Pir Sultan
                 
Mansur gibi Hak yolunda kesildin
Serini verdin halkın için asıldın
Hırkan darda kaldı kendin sır oldun
Pirimizsin sana geldik Pir Sultan
 
Yedi yolda yedi cana göründün
Hak ile Hak olup Hakka yürüdün
Şah dedin de Şah Merdan’dı pirin
Pirimizsin sana geldik Pir Sultan
 
Senin vasfın asla sığmaz kaleme
Ünün yayılmıştır bütün âleme
Ali gibi karşı durdun zalime
Pirimizsin sana geldik Pir Sultan
 
Şeyh Muhiddin gibi tutuldun taşa
Lanet olsun ona o Hızır Paşa
İkrarbendiz sana dönmeyiz hâşâ
Pirimizsin sana geldik Pir Sultan
 

Nasip oldu geldik durduk divana
Niyazım var benim Pir ayağına
Pirimizsin sana geldik Pir Sultan”
 
Üç telli curasıyla canları adeta coşa getiren Nesimi’nin sonrasında Semah Grubu almıştı sırayı. Sazende İsmail Kaya’nın sahnedeki yerini almasının ardından Asuman, Hüseyin, Belkıs, Tuncer, Elif, Cengiz, Çiğdem, Ahmet, Birsen, Cevat, Huriye ve Ertan’dan oluşan 12 kişilik semah ekibi, yaklaşık bir saat kadar süren gösterilerinin sonunda yüzleri dedeye dönük olacak şekilde nihayete erdiriyorlar semahı. Sağ eller göğüste, sağ ayak parmakları sol ayaklarının üzerine gelecek şekilde dara durmalarının sonrasında İsmail Kaya Hoca bitiş duasını okumaya başlar:
 
Allah Allah Allah Allah
Üçlerin, beşlerin
Gerçek erenlerin ve şehitlerin,
Yüzü suyu hürmetine…
Akşamlar hayrola
Şerler defola
Yardımcımız Hakk ola
Varlığımıza
Birliğimize
Bir olmamıza
Merhaba
Merhaba…
 
Böylece nihayete eren Halk Gecesi’nin akabinde 4 Eylül Spor Salonu’nu hınca hınç doldurmuş olan canlardan kimileri misafir alan evlere giderken, kimileri de yaşamlarının son gecelerini geçirmek üzere Madımak Oteli’ne gitmek için üçerli beşerli gruplar halinde ayrıldılar 4 Eylül Spor Salonu’ndan…
 
 
 
2 TEMMUZ’A NASIL GELİNDİ?


2 Temmuz gününe gelmeden evvel Sivas’ın geçmişine kısa bir göz atmakta yarar var. Tarih öncesi dönemden bu tarafa bir yerleşim bölgesi olan Sivas; yüzölçümü bakımından Konya ve Ankara’dan sonra yurdumuzun üçüncü büyük kentidir. Coğrafik sınırları içinde çeşitli inançta insanların bulunduğu Sivas, Alevi ve Sünnilerin bu kadar yoğun olarak iç içe yaşamış olduğu birkaç Anadolu kentinin başında yer almaktadır. Ancak kökeni daha eskilere dayanan bu karmaşa, 1980 öncesinden başlayan ve sonraki yıllarda da giderek yoğun hale gelen göç ile kent merkezinde Alevi nüfusun gittikçe azaldığı Sivas için yeni değil. Sivas’ın tarihi tam bir göçler ve istilalar tarihidir. Tarihi boyunca dinlerin, ırkların ve kavimlerin ya savaşarak ya da bir arada yaşamaya çaba göstererek, kimi zaman da bu işi gerçekten başararak var oldukları bir belde ve aynı zamanda ünlü Kral Yolu üzerinde oldukça büyük bir önem taşıyan bir konaklama yeri olan Sivas, hem Hititler hem de Frigyalılar zamanında sadece bir yerleşim birimi olmakla yetinmeyip bir merkez haline gelmiştir.
Hem Roma hem de Bizans İmparatorluklarının hâkimiyeti altında iken de yıldızı parlak bir kent olarak ilginin odağı durumuna gelen Sivas; özellikle Bizans ve Selçuklu İmparatorlukları zamanında Hıristiyan, Rum ve Ermenilerle Müslüman Türklerin bir arada yaşamalarına karşın bu dönemlerde “Tarihe Geçmeye Değer”ne bir din kavgası, ne de bir ırk savaşı yaşanmadığı halde Sivas’ın, Yıldırım Beyazıt zamanında 1398 tarihinde Osmanlı egemenliğinin altına girmesinden kısa bir süre sonra başlayan mezhep çatışmalarının “kördüğüm” haline geldiği bir kent durumuna dönüştü. Doğu’dan (İran’da Şah İsmail) gelmiş bulunan Şii faktörler ile Batı’dan (Osmanlı İmparatorluğu) gelmiş bulunan Sünni faktörlerin “Sivas-Erzincan-Malatya” üçgeninde kesişmesi üzerine mevcut kargaşa ortamı savaşa dönüştü. Böylece 1473 yılında yapılan Otlukbeli Savaşı sırasında 80.000 civarında Alevi katledilmiştir. Bu Alevilerin katledilmesi için Müftü Hamza Efendi’den: “Kızılbaşların kâfir ve dinsiz oldukları için bunları kırıp topluluklarını dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Tövbe ve pişmanlıklarına inanmamalı. Bu topluluk; hem kâfir, hem imansız hem de kötülük yapıcı olduklarından öldürülmeleri gerekir.” şeklinde bir fetva almasına karşın bununla yetinmeyip İbn-i Kemal’e: “Kızılbaşların malının helal, nikâhlarının geçersiz ve Kızılbaş öldürmenin caiz olduğunu” savunan “Fi Tetfiri’r Revâfız” adındaki risaleyi kaleme alması için emir veren Yavuz Sultan Selim’in Şii dağılımını kesin bir şekilde durdurması belki siyasî barışı belirli bir zaman için sağladı. Ancak öte taraftan başlatmış olduğu mezhep çatışmalarını, Osmanlının uygulamış olduğu yoğun iskân siyaseti sonucunda bölgedeki Sünni nüfusun, Alevi nüfus aleyhine arttırılması daha da körükleyici bir hale geldi.
Anadolu’yu kasıp kavuran Celâli İsyanları sırasında hep önemli bir görev üstlenen Sivas; Sünni Osmanlı devletince bir “Fesat Yuvası”, Alevilerce de “Sünni Osmanlı despotizmine karşı başkaldırının bir sembolü”ydü. İnsanlar; Alevi-Sünni şeklinde iki farklı cepheye ayrılmış, ayrılmaya sıcak bakmayanlar buna zorlanmıştır. Mezhep çatışmaları da böylece hızlı bir şekilde önemli bir yol kat etmeye başlamıştır. Bunun yanı sıra Sünni Osmanlı devleti de hem gücünü, hem de ağırlığını softa Sünni’den yana kullanır olunca Alevilere yapacak tek şey kalmıştı: Direnmek… İşte bu direniş bilinci ve zorunluluğu Pir Sultan’ın doğmasına neden olmuştu.
Günümüzde sadece edebiyat tarihçileri ile folklor araştırıcıları tarafından ilgi gösterilen bir halk ozanı olmaktan çok daha öteye giden bir anlam, önem ve ağırlığa sahip olan Pir Sultan; Anadolu’da zulme ve haksızlığa karşı başkaldırının bir simgesi durumuna gelmiştir artık.
 
Kaçıncı ölmem bu hain
Pir Sultan ölür, dirilir.
 
Kendisi için kurulan darağacına alnı temiz, başı dik bir şekilde yürüyen Pir Sultan tarafından dile getirilen bu şiir, 400 yıllık Sivas tarihinin bir tarafını gün ışığına çıkarıyor.
Bu katliamların, Osmanlı dönemiyle sınırlı kalacağını sananlar yanıldılar. Ne yazık ki bu katliamlar, cumhuriyet dönemine de damgasını vurmaktan geri kalmadı. Zira Osmanlıdaki gibi büyük ve şiddetli olmasa da yakın tarihimizde de can kırımları yaşanır oldu Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas’ta.
Tarih 1967. Sivas-Kayseri maçı sonrasında patlak veren olaylar sonucunda 44 kişi yaşamını yitiriyor.
Yıl 1978. 17 Nisan tarihinde “Hamido” lakaplı Malatya Bağımsız Belediye Başkanı Hamid Fendoğlu’nun PTT kanalıyla evine gönderilen bombalı bir paketin patlaması sonucunda yaşamını yitirmesinden birkaç ay sonra Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas’a da sıçrayan olaylar; 20 Ağustos 1978 tarihinde başlayıp Eylül ayı boyunca sürüp gitti.
Tarih 3 Eylül 1978. Alibaba Mahallesi’nde iki çocuğun kavgasıyla ateş alıyor olayın fitili. Bunun akabinde sergilemiş oldukları çirkinlikleri savunacak cesaretleri bulunmadığı ve tanınmaktan korktukları için yüzlerini maskelerle gizleyen geçmişi karanlık, emelleri kirli faşistler, önce kavga etmekte olan iki çocuğu ayırmaya çalışan yaşlıca bir Alevi’yi adamakıllı hırpaladıktan sonra: “Kanımız Aksa da Zafer İslâm’ın”; “Müslüman Türkiye”; “Komünistler Moskova’ya” ve “Milli Devlet Güçlü İktidar” vb. sloganlar atarak saldırıya geçiyorlar. Önceden planlanan saldırı için hazırlıklar yapılmış ve hatta Sivas dışından şehre güç getirtilmişti.
Olay; yine her zaman olduğu üzere senaristler tarafından hazırlanan senaryo gereği: “Aleviler Alibaba Camii’ne Bomba Atarak Yaktılar” yalan ve karalama haberi, kısa süre içinde şehrin dört bir yanına ulaştırıldı. Bunun üzerine hepsi birer yılan gibi zehirli, içi kinle dolu emeli kirli, örümcek beyinli, sakat fikirli gerici yobaz cami cemaatinin sokağa dökülmesi üzerine yine o bildik manzaralar yaşanır oldu, Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas’ta.
Başta Alibaba Mahallesi olmak üzere Alevilerin ikamet etmiş oldukları Gökçe-bostan, Altıntabak ve 4 Eylül mahalleleri ile daha önceden gizlice işaretlemiş oldukları Alevilere ait işyerleri, ev ve arabaları yine ağzı salyalı yobaz ve faşistlerin saldırılarına maruz kalmıştı. Bu olaylarda Alevilerin ikamet etmiş oldukları Alibaba Mahallesi’nde bulunan Alibaba Camii’nin Aleviler tarafından bombalandığı haberini alan Nakşibendî ve Kadiri tarikatlarının örümcek beyinli ileri gelenleri, hiç tereddüt etmeden ve olayın doğruluğunu araştırmaya gerek bile görmeden hemen Alevilere karşı “cihat” ilan ettiler.
Oysa cami bombalanması haberi karşısında “toplumsal cinnet” geçiren bu ağzı köpüklü yobaz gürûh,  bilmiyordu ki camiye adını veren Ali Baba ile Pir Sultan “musahip” yani can ve kan kardeşidirler. Bundan ötürü de Aleviler tarafından kutsal sayıldığını ve bunun için de Alevilerce bombalanamayacağını bilmiyorlardı. Hatta Alevilerin; yalnızca Sünnilerin camilerine değil, Yahudilerin havralarına, Hıristiyanların kiliselerine karşı da saygıda kusur etmediklerini ve hoşgörülü olduklarını hesaba bile katmamışlardı.
Bu yalan ve bühtan üzerine önceden hazırlıklı oldukları rahatça gözlemlenen bu softa cami cemaati, ellerindeki sopa ve silahlarla gruplar halinde kente dağılmaya başladılar. Önlerine gelen ve Alevilere ait olduğu önceden belirlenen ev, iş yeri ve araçlar tahrip edilmeye, yakılmaya ve yıkılmaya başlandı. Yüce Ozan Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas semalarını, ağzı salyalı yobaz sürüsünün emelleri gibi kirli, yüzleri gibi kapkara dumanlar kaplamıştı. Çünkü gerici faşistler, sayıları yüzlerle ifade edilen ev, iş yeri ve otomobili tahrip etmiş, yakmış ve yıkmışlardı.
Günler boyunca devam eden bu kanlı çatışmalar karşısında kentin güvenlik güçlerinin, olayları önlemekte yetersiz kalması üzerine çevre illerden askeri birliklerin getirtilmesine ve bir dizi yasağın konmasına rağmen güçlükle kontrol altına alınabilen ve tedirgin bekleyişin egemen olduğu ve ecele faydası olmayan korkunun had safhada olduğu Kanlı Sivas’ta meydana gelen olaylarda bilânço ağırdı. 9 ölü, 100’ü aşkın yaralı ve faşistlerce benzin dökülüp yakılan onlarca ev, iş yeri ve araçlar… Evet, bu yakıcı karakterlerini, daha doğrusu karaktersizliklerini ortaya koyan örümcek beyinli, gerici yobazlarla kafatasçı faşistler; 1978’de de yaktılar, 1980’de de yaktılar, 2 Temmuz 1993’te de…
Kin kusulan, kan akıtılan 1978 Olayları’nın takriben iki yıl sonrasında yine bitmek tükenmek bilmeyen senaryolar kaleme alınmaya başlandı. Yeniden yazılarak sahneye konan senaryo gereğince Temmuz 1980’le birlikte Sivas’ta üzeri küllenmeye başlanan korlar tekrar alev almaya başladı. Zira Kanlı Sivas’ta bundan önce olduğu gibi bundan sonra da kin kusulacağa, kan akıtılacağa benziyordu. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan belliydi.
Takvim yaprağındaki tarihler 1 Temmuz 1980’i gösteriyordu, sol bir grupla polisler arasında çıkan çatışmanın yaşandığı zaman. Olayda bir Alevi vatandaş yaşamını yitirirken 1’i polis olmak üzere 7 kişi de yaralanmıştı. Bunun üzerine harekete geçen ağzı salyalı ortaçağ özlemcisi yobazlarla işbirliği yapan kafatasçı faşistler Alevilere ait ev, iş yeri ve araçları tahrip etmeye, yakıp yıkmaya başladılar. Ortam oldukça gergindi, Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas’ta. Bundan ötürü sokağa çıkma yasağı kondu. 2 Temmuz 1980 günü, ülkenin bu duruma gelmesinde büyük pay sahibi olan ve “Bana, sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” diyen ünlü devlet adamımız ve zamane Başbakanı Süleyman Demirel başkanlığındaki MC (Milliyetçi Cephe) Hükümeti, 214’e karşı 227 oyla güven tazelerken Kanlı Sivas’ta yine can kırımı yaşanıyordu, kan kokuyordu, kin kusuluyordu, feryadı figan yükseliyordu, kanlı gözyaşı akıyordu ve matem yaşanıyordu.
Alevilerin ikamet ettiği Alibaba Mahallesi’ndeki polis karakolu basılarak bir bekçinin öldürülmesi olayının Alevilere mal edilmeye çalışılmasından ötürü Alevi halk üzerindeki baskı, zulüm, kıyım ve kırım giderek yoğunlaşıyordu. Tam bir can pazarı yaşanıyordu, semalarında kara kara bulutların dolaştığı Pir Sultan diyarında. Yaralıların bile hastanelere götürülemediği bir ortamda Alevilerin ikamet ettiği Alibaba Mahallesi’nde ve öteki mahallelerde yiyecek bulmak ciddi bir sorun haline gelmişti. Onlarca insanın yaşamını yitirdiği, yüzlercesinin yaralandığı bu olaylar sonrasında Adana, Ankara ve İstanbul başta olmak üzere yurdun dört bir yanına göçler başladı Sivas’tan. İşte Sivas’tan daha çok Sivaslının İstanbul’da yaşaması bundandır. Bundan ötürüdür ki Sivas’tan daha çok Sivaslı Adana’da yaşıyor. Bundan ötürüdür ki Sivas’tan daha çok Sivaslı Ankara’da yaşıyor. Ve bundan ötürüdür ki zalimin zulmüne karşı başkaldırının simgesi haline gelen Pir Sultan diyarı Sivas, artık âşıklar şehri ve Alevi yuvası imajını karanlıklara gömmüştür.
Burada sırası gelmişken bir noktanın altını kalın çizgilerle çizmekte yarar vardır. Tabi Sünnilerin tamamını, ağzı köpüklü yobaz sürüsü gericiler ve kafatasçı faşistlerle aynı güruh içinde görmek hem büyük bir gaflet hem de büyük bir haksızlık olur.
Alevi Yuvası” ve “Ozanlar Şehriimajı”nı yitiren Sivas, militan haline dönüşen radikal dinci hareketin kendine üs olarak seçtiği ve at oynattığı birkaç merkezden biridir artık.
2 Temmuz 1993 günü “Gazanız mübarek olsun Müslüman kardeşlerim” diyerek Pir Sultan dostlarının kaldığı Madımak Oteli’ni ateşe vererek 37 canı diri diri yakan geçmişi karanlık, emeli kirli yobaz gürûhu kutlayan Temel Karamollaoğlu’nun 1989yerel seçimlerinde Belediye Başkanı olarak seçilmesiyle birlikte radikal dinci gelişimin gittikçe hız kazanmaya başladığı bilinen bir gerçektir. Hiç çekinmeden yerel iktidarın tüm olanaklarını aleni bir şekilde kendi karanlık emelleri doğrultusunda kullanmakta olan Sivas Belediyesi, İslami grupların tamamının gelişmesinde etken bir görev üstlenmiştir. Vakıflar ve yurtlar aracılığıyla kentin hassas noktalarına konuşlandırılmış olan üç telli yobazlar, konuşlanmış oldukları bu yerleri birer vurucu güç yetiştirme merkezi haline dönüştürmüşler. Ortaokul çağında olan çocuklardan üniversite öğrencisi gençlere değin sayıları yüzlerle ifade edilen öğrenci; resmi rakamlara göre sayıları 93 olan bu yurtlarda hem teorik hem de pratik eğitime tabi tutulmuştur. 2 Temmuz Katliamında, bu katliamı gerçekleştirenler arasında bulunan ve vurucu güç olarak kullanılanların, bu yurtlarda barınan ve eğitilen öğrenciler ile belediye çalışanları olduğu gerçeğini göz ardı etmemek lazım.
 
İş, sadece bu kadarıyla bitmiyor. Bütün bunların yanı sıra Arap ve İran sermayesi tarafından desteklenerek parasal kaynak sağlanan ve radikal dinciler tarafından örgütlenme aracı olarak kullanılan vakıflarda ve Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesinde bulunan şeriatçı faktörlerin yarar sağladıkları gerçeğini sözde laik yöneticilerimiz dışındaki hemen herkes, hatta Mısır’daki sağır Sultan bile duymuştur.
Günümüzde kentte, akıllara durgunluk veren bir hareket özgürlüğü ve örgütlenme kolaylığı içinde boş meydanda at koşturup cirit oynayan Sünni kökenli tarikatlar; “dinsiz” ve “kâfir” olarak niteledikleri Alevilere karşı pervasızca “cihat” ilan etme konusunda önemli bir görev üstlenerek kilit işlevini yerine getiriyorlar. Pir Sultan Heykeli olarak tanımladıkları “Ozanlar Anıtı”nın, 2 Temmuz Cankırımı sırasında kaidesinden sökülüp koparılan kafasının “tükürün çağrılarıyla geçmişi karanlık, emeli kirli, ağzı köpüklü yobaz sürüsünün arasında elden ele dolaştırılması bunun bir kanıtı değil miydi?
 
  
VE GÜNLERDEN 2 TEMMUZ


Anadolu bozkırının orta yerinde konuşlanan Sivas’ta yine her zaman olduğu gibi büyük bir sessizlikle başlamıştı 2 Temmuz günü. Her şey, bir gün öncesinden olduğu gibi duruyordu yerli yerinde. Kentte bulunan caddelerin iki yanında sıra sıra saf tutan direklerin arasında asılı duran: “Gelin Canlar Bir Olalım”; “Halktan Büyük Ne Ola ki/Yaradandan Ötürü”ve “Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan” pankartları, seher yelinin esintisiyle semaha durmuş gibi sallanıyordu nazlı nazlı…
Görülmemiş bir sükûnun egemen olduğu kentte caddeler ıssız… Sokaklar kırgın… Yollar durgun… Yolcular yorgun… Güneş, her zaman olduğu gibi gene Doğu’dan Sivas’a göstermişti gülen yüzünü. Ama Sivas her zamanki Sivas değildi artık. Olmayacaktı da… Sivas’ın semalarını pus, Sivaslının gönlünü hüzün kaplamış gibiydi adeta. Bakan gözler mahzun… Konuşan diller suskun… Sivas suskun… Sivaslı suskun… Yanı başında akan Kızılırmak suskun… Acep ne ola ki bu suskunluğun nedeni? Her ne kadar kimi sokaklarda ortaçağ Osmanlısından fırlama uzun etekli, çember sakallı, geçmişi karanlık, emeli kirli softalar birer ikişer görünseler de Sivas yine sessiz yine suskun…
Ama yakın zamanda anlaşılacak hikmeti bu sessizliğin… Bu suskunluğun…
Adeta bir bildiri gibi elden ele dolaşıyordu 1 Temmuz günü “IV. Pir Sultan Kültür Etkinlikleri” çerçevesinde yapılmış olan açılış aktivitelerinin tahrif edilerek yer aldığı yerel gazeteler. Aziz Nesin tarafından açılışta yapılan konuşmayı, bir bütünlük içerisinde vermedikleri gibi sadece dinî konular hakkında söylemiş olduğu birkaç tümceyi tahrif etmek suretiyle taşımışlardı sütunlarına. Bu da yetmezmiş gibi bir de eklemeler yaparak yayınlamışlardı, Sivas’ta günlük olarak çıkan Yeni Ülke, Bizim Sivas, Hakikat, Hürdoğan ve Anadolu adındaki yerel gazeteler. Açılış töreninde bir konuşma yapan Aziz Nesin’in, kendisinin “dinsiz olduğunu” söylediği ve Açılış Töreni sırasında hem Pir Sultan Abdal hem de devrim şehitleri için saygı duruşunda bulunduğu haberleri, 2 Temmuz gününün erken saatlerinden itibaren kente duyurulmuştu. Yerel gazetelere, bunlardan ötürü hem Aziz Nesin’i hem de O’nun Sivas’a gelmesine izin vermesinden ötürü Vali Ahmet Karabilgin’i protesto telefonları gelmeye başladığı rivayet ediliyordu.
Tabi yerel basının Aziz Nesin’i bahane olarak görmesi ve O’nu olayların baş sorumlusu olarak göstermesi komik bir iddiadan öte bir şey değil. Çünkü IV. Pir Sultan Kültür Etkinlikleri’nin Sivas’ta yapılır olması kararını, Alevilerin bir başarısı olarak görev ve bu kararı kendileri için “mevcudiyetlerini yok sayma” şeklinde algılayan geçmişi karanlık, emeli kirli, üç telli yobaz gürûh,, daha Aziz Nesin ve sözde “tahrik edici” olarak gördükleri konuşması henüz ortada yokken, yani katliamın on beş gün öncesinde “İslam’a Yapılan Saldırılara İzin Vermeyin” başlıklı ve “TürkiyeliMüslümanlar”imzalı olan ve “Gün, Müslümanlığın Gereklerini Yerine Getirme Günüdür. Gün, Çirkin Küfürlerin Hesabını Sorma Günüdür” sözleriyle son bulan bir bildiri süslüyordu işyerlerinin camlarını.
Siz, bir yandan 15 gün öncesinden bildiri yayınlayarak senaryolarınızı taraftarlarınıza duyuracak ve hazırlıklarınızı yapacaksınız, öte yandan da 15 gün sonradan yapılacak olan bir açılış sırasında konuşacak olan Aziz Nesin’in konuşmasını tahrik edici bularak 37 canı diri diri yakarak yaşamlarına kıyacaksınız.
—Buna hangi aklıselim insan inanır?
Sizin bu söylediklerinize inansa inansa “Aziz Nesin tahrik etti”diyen ve aynı zamanda Amerika vatandaşı olan zamane Başbakanı Tansu Çiller, zamane İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu ve “Olayda ağır tahrik var” diyen zamane Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel inanır. Hoş bunların inandıklarına da inanmıyorum ya…

Yerel Basın Olayı Körüklüyor
Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas’ta yayımlanan ve yazdıklarıyla katliam çığırtkanlığını üstlenmiş olduklarını belgeleyen Bizim Sivas, Hakikat, Yeni Ülke, Anadolu ve Hürdoğan adlı yerel gazeteler, gazete olmaktan ziyade bir eylem bildirisi niteliği taşıyorlardı adeta. İsterseniz bunların neler yazdıklarına hep birlikte bir göz atalım:
1 Temmuz 1993 tarihli Hürdoğan adlı gazeteden başlayalım. Adı geçen gazetede; “IV. Pir Sultan Abdal Etkinlikleri Bugün” başlığı altında “Sivas’ın yetiştirdiği ünlü ozanlardan Pir Sultan Abdal’ın anısına düzenlenen kültür etkinlikleri bugün başlıyor” şeklindeki bir haberin hemen yanı başında oldukça kışkırtıcı ve provakatif bir nitelik taşıyan şu sözler yazılıydı: “Gizlenen heykeli gizlice diktiler/Kültür Merkezi önüne Pir Sultan. Dün gece Kültür Merkezi önüne dikilen ve Âşıklar Şehri Sivas ile Kangal Köpeği’ni sembolize eden heykele, halkın tepkisinin ne olacağı merak ediliyor.
Kamuoyundan ve basından gizli tutulan heykel önceki gün Kültür Merkezi önüne getirildi. Dün gece de kaidesinin betonu döküldü.
Dün gece Kültür Merkezi önünde işçiler, canhıraş bir çalışma ile heykelin dikimini gerçekleştiriyorlardı.
Bu heykel, bugüne kadar kamuoyundan ve basından gizleniyordu. Heykeltıraş Tankut Öktem tarafından demir aksamlar üzerine cam elyafından yapılan bir âşık, elinde sazı ve yanında Kangal Köpeği bulunan heykel, cumartesi gününe yetişmesi için gece dikildiği öne sürülüyor.
Niçin ve neden, kim ve kimler tarafından yaptırıldığı pek açıklığa kavuşmayan, sadece Kültür Bakanlığı tarafından gönderildiği öne sürülen heykel için Sivaslıların ne diyeceği merak konusu olurken, açılışını Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın yapacağını iddia eden bazı yöneticiler, cumartesine yetişmesi için gece bile çalışıyoruz dediler.”
Evet… Pir Sultan’dan Âşık Veysel’e değin ozanları sembolize eden, elinde sazı, önünde Kangal Köpeği bulunan Ozanlar Anıtı’Pir Sulta Anıtı şeklinde takdim eden ve anıtın gizlice dikildiğini öne süren ve hemen akabinde insanları kışkırtır bir şekilde; “Halkın tepkisi ne olacak?” diye soran Hürdoğan gazetesinin 2 Temmuz 1993 günkü sayısında, 2 Temmuz Katliamı’nın planlanarak programlandığını açıkça ortaya koyan “Sivas’ta ne yapılmak isteniyor?” sözü nün manşet olarak seçilmesi manidar değil mi sizce?
1 Temmuz günü IV. Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliklerinin açılış töreninde bir konuşma yapan Aziz Nesin’in konuşmasını tahrif ederek veren 2 Temmuz tarihli Hakikat adlı yerel gazete, insanları kışkırtırcasına: “Pir Sultan Etkinlikleri’nin açılışında konuşan Azizi Nesin, dinsizlik propagandası yaptı.” dedikten hemen sonra: “Müslüman Mahallesi’nde salyangoz sattılar” başlığının devamında şu satırlara yer veriyordu:
“Nesin, 1000 yıl önce yazılan Kuran’ın nesine inanayım dedi. Nesin’in konuşmasında Kuran’a inanmadığını ve dinsiz olduğunu söylemesi tepki ile karşılandı. Nesin, Pir Sultan Abdal bizim yüzde 60’lık aptallar gibi değildir. Bana göre Pir Sultan Abdal’ın iki büyük özelliği vardır: En önemli özelliği propagandacı olması, ikinci özelliği de kavgacı olmasıdır. Aslında insanlığın propagandasını yapmıştır. Alevilikle hoşgörülük de bu nedenle birleşmiş. Aleviliğin ön plana çıkarılmasının sebebi de hep muhalefette olmalarıdır. Türkiye’de hiçbir zaman Aleviler iktidar olamamışlar.
Türkiye, İslam’ı değiştirmiştir. Araplardaki İslamiyet ile Türklerdeki İslamiyet arasında fark vardır. Alevilik de Şiiliğin Türkleştirilmiş şeklidir. Ama Aleviler, en öz Türklerdir. Ben, 400 yıl önce söylenen sözlerin bugün yürürlükte kalmasından yana değilim. 700 yıl önce Mevlana’nın söylediklerinin de bugün yürürlükte kalmasına karşıyım. Bu yüzden bin yıl önce yazılan Kuran’ın nesine inanayım? Onun için ben, Müslüman değilim, dinsizim diye konuştu.”
Bunları sütunlarına taşıyan aynı gazetenin “Bugünköşesindeki; “Meydan Boş Değil” başlıklı yazısı aynen şöyledir:
“Olay, kültür etkinliği değil, tamamen dinsizlik propagandası olarak ortaya çıktı.
Pir Sultan etkinlikleri, dinsizlik propagandası için mi organize edildi?
Eğer böyle bir plan varsa şimdiden buna hazırlıklı olduğumuzu söyleyelim.
Biz, Müslüman memleketinde salyangoz sattırmayız.
Din aleyhinde yapılacak propagandalara ise asla müsamaha göstermeyiz.
Anayasamız ile teminat altına alınmış dini inançlara hangi hakla saldırılıyor ve cüret ediliyor?
Ya idarecilere ne demeli? Onlar, dinsizlik propagandası yapılması için mi yazar Aziz Nesin’i davet ettiler?
Camilerdeki hutbelere bile karışan idareciler, dinsizlere nasıl propaganda hakkı tanıyorlar?
Halkın yüzde 99’unun Müslüman olduğu bir ülkede yaşadığınızı unutmayın…”
Her satırı tehdit kokan Hakikat adlı yerel gazetenin “Meydan Boş Değil” başlıklı yazısının yanında Aziz Nesin aleyhine dağıtılmış olan ve 2 Temmuz Katliamı sırasında eylemin bir şifresi olarak kullanılan bildiriye ilişkin olarak: Pir Sultan Abdal Etkinlikleri’nin başlaması ile birlikte dün, şehrin bazı yerlerinde “Müslümanlar” imzası ile bir bildiri dağıtıldı. Aziz Nesin ve Vali Ahmet Karabilgin’i hedef alan bildirinin bir bölümünde:
“Salman Rüştü, Müslümanların çok az olduğu kâfir bir ülkede korkudan sokağa çıkmaya cesaret edemezken yerli uşağı Aziz Nesin, yanında kendisiyle beraber bir ekiple birlikte şehrimiz valisi tarafından davet edilip şehirde adeta Müslümanlarla alay edercesine gezebilmektedir” denilen bildirinin son bölümünde de: “Gün, Müslümanlığın gereğini yerine getirme günüdür” diye Hakikat adındaki yerel gazete, “Bazı çevreler, anıtın Kültür Merkezi önüne sessiz sedasız konulmasına büyük tepki gösterdiler” diyerek Ozanlar Anıtı’nı hedef olarak gösteriyordu.
“Müslüman Mahallesi’nde Salyangoz Satılıyor. ”Bu manşet, Refah Partisi’nin yayın organıymışçasına yayın yapan Bizim Sivas adındaki yerel gazetenin manşetiydi. Adı geçen bu gazete bu manşetini şu satırlarla besliyordu:
“Türk milletine sataşmayı adet haline getiren Aziz Nesin’i kim, ne amaçla getirdi?
Kendisini gündemde tutabilmek amacıyla Türk milletine aptal diyen ve İslam’a saldıran Aziz Nesin, Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri adı altında Sivas’a getirildi. Pir Sultan’ı tanımadığını söyleyen Aziz Nesin, Sivas’a başka bir amaçla mı getirildi? Dün düzenlenen bir panelde Vali Karabilgin’den sonra kendisine konuşma hakkı verilen Aziz Nesin, Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri’ne katılmaktan ziyade kendisinin başka bir amaç taşıdığını, konuştuğu saçma sapan cümlelerle açığa vurdu. Şeytan Ayetleri kitabının, gazetede yayınlanmasının durdurulmasıyla Nesin, çareyi insanlara ve maneviyata küfretmekte arıyor.
Konuşmasında tüm Türklere aptal diyen, mukaddes kitabımız Kuran’a da hakaret eden Nesin, bu densiz konuşmalarıyla cehaletini bir kez daha ortaya koydu.”
Aziz Nesin konuşmasında Türk milletine ve İslam’a yine saldırdı.”; “Şanlı Türk milletine karşı terbiyesizce konuştu.”; “Şu densiz cümleleri sarf etti.” Ya da “Büyük küstahlıkla mukaddes kitabımıza saldıran Nesin” diyen gazete; Nesin’in konuşmasından cımbızla seçip aldığı bu sözlerin arasını da kendine özgü bir üslupla küfürler ve hakaret dolu sözcüklerle beziyordu.
Tahrik edenler safındaki yerlerini alan yerel basın, sadece Aziz Nesin’e değil, sütunlarında Aziz Nesin’le birlikte Pir Sultan’a karşı olan kinlerini de kusarak “Pir Sultan Anıtı” sandıkları Kültür Merkezi önüne dikilmiş olan “Ozanlar Anıtı”nı hedef göstererek, bu anıtın Sivas’a dikilmesine şiddetle karşı çıkıyordu.
Pir Sultan Anıtı’na çeşitli çevreler tepki gösterdi. Kim dikti? Neden dikti? Halka sormadan nasıl anıt dikersiniz?” vb. saldırılar karşısında bir açıklama yapmak zorunda kalan İl Kültür Müdürü, yaptığı basın açıklamasında: “Anıt, Sivas Ozanları’nı temsilen yapılmıştır. Pir Sultan Abdal’la ilgisi yoktur” diyordu.
Anadolu adındaki yerel gazetede de şu satırlar yer alıyordu:
Pir Sultan’ı nasıl tanırsınız? Bizim bildiğimiz ve öğrendiğimiz kadarıyla Pir Sultan Abdal her hangi bir dine ve mezhebe sahip değildir. Zamanında topluma nifak sokan bir kişi olarak yargılanmıştır. Şimdi kalkmışız Pir Sultan Abdal’ı anıyoruz” diyen gazetenin bir başka yazarı da: “Olayların sebebi ne yazık ki İran casusu olduğu için vatana ihanetten idam edilen Şah yanlı Pir Sultan’dır… Bu adam adına; “Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri” adı altında kutlama düzenlemek hangi aklı sivrinin fikriydi?” diyecek kadar seviyesizleşerek cahil, kışkırtıcı ve basit biri olduğunu açıkça sergiliyordu.
Daktilo ile yazılıp fotokopi ile çoğaltılan, hem başlığı hem de altındaki imza el yazısı ile yazılarak elden ele dolaştırılan bildirinin başlığı, büyük harflerle “MÜSLÜMAN KAMUOYUNA” ve imza da baştaki “m” harfi de dâhil olmak üzere tamamen küçük harflerle “Müslümanlar” şeklinde sağ alt tarafa yazılmıştır.
Meclis Araştırma Komisyonu tarafından hazırlanan raporda yazılanlara göre Sivaslı Müslümanları, eyleme katılmaları için çağrıda bulunan bu bildiriler; yerel gazetelerin yanı sıra Sivas Emniyet Müdürlüğü’nün 23 85 37 nolu faksından da geçilmiştir.
2 Temmuz 1993 günü elden ele dolaşan bildirinin tamamı şöyledir:
 
 
“MÜSLÜMAN KAMUOYUNA
 
Bismillahirtrahmanirrahim
‘Peygamber, müminlere kendi canlarından ileridir. Onun hanımları da müminlerin analarıdır.”(AHZAB: 6)
Müminlere öz analarından daha ileri olan Allah Resulu (SAV)’ne ve O’nun temiz zevcelerine Allah’ın beytine (Kâbe’ye) ve kitabı Kuran’a alçakça küfredilmekte ve Mü’minler’in izzet ve namusuna saldırılmaktadır.
Dünyanın bazı bölgelerinde şeytan ve onun yandaşları olan emperyalist kâfirler, dinimize ve mukaddes değerlerimize dil uzatılmaktadır. Bunun başını ise satılmış mürted SALMAN RÜŞDİ köpeği çekmektedir.
Bu şeytani oyunlara karşı izzetli ve duyarlı Müslümanlar, yiğitçe mücadele ortaya koyarak bu uğurda canlarını feda etmekten çekinmemişlerdir.
Bu iğrenç oyunların bir uzantısı olarak ülkemizde de AYDINLIK GAZETESİ denilen bir paçavrada mel’un Rüşdi’nin figüranlığına soyunan dünya emperyalizminin gönüllü uşağı AZİZ NESİN, aynı şekilde Kuran’ın korunmuşluğuna dil uzatmış, Hazreti Peygamber (SAV)’ın aile hayatını(hâşâ) bir genelev ortamına benzetmiş ve ümmetin anaları olan hanımlarına (hâşâ) fahişe deme cüretinde bulunmuştur. Bu olay dünyanın değişik yerlerinde kâfir devletler tarafından dahi kabul görmezken, basımına müsaade edilmezken ne yazık ki laik ve ikiyüzlü TC devleti tarafından yayımlanmasına izin verilmiş, ayrıca bunu kabullenmeyip protesto eden izzetli Müslümanlar, devletin polis ve jandarması tarafından coplanmış, kurşunlanmış, bir kısmı hapishanelere atılmıştır.
Salman Rüşdi köpeği, Müslümanların çok az olduğu kâfir bir ülkede korkudan sokağa çıkmaya bile cesaret edemezken onun yerli uşağı Aziz Nesin köpeği, yanında kendisiyle beraber bir ekiple birlikte şehrimiz valisi tarafından davet edilip şehirde âdeta Müslümanlarla alay edercesine gezebilmektedir.
Kâfirler şunu iyi bilmeli ki:
 İslam’ın peygamberini ve kitabın izzetini korumak için bu uğurda verilecek canlarımız vardır.
Gün, Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür.
Gün, Allah (CC)’nın ve vahyi Kur’an’ı Kerim’e, Allah’ın meleklerine, Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed (SAV)’e, onun ailesine ve ashabına yöneltilen çirkin küfürlerin hesabının sorulma günüdür.
İman edenler Allah’ın yolunda savaşırlar. Kâfirler de tağut yoluna savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın, çünkü şeytanın hilesi zayıftır(NİSA: 76).
Galip gelecek olanlar, şüphesiz ki Allah taraftarı olanlardır. 
                                                        —müslümanlar- “
 
Aydınlık gazetesinde Deniz Öğüt’ün kaleminden çıkan “Halkın Sivas İddianamesi” adlı dizisinden edinilen bilgiye göre 2 Temmuz Katliamı bir parola niteliğinde olan bu provakatif bildiri, Bizim Sivas adlı yerel gazetenin 30 Mayıs 1993 günlü sayısında bir ilan olarak yayımlanmıştır. Altında Mazlum-Der; Hukukçular Derneği; Belediye Vakfı; Sivas Kültür Derneği; Yeryüzü; Risâle; Mektup; İslamî Düşünce ve İmza dergileri ile birlikte onlarca İslamî yayınevi ve kitapevinin adlarının da yer aldığı ve “Ahzab Suresi” ile başlamış olan bu ilan; “İslam’a yönelik alçakça saldırıya boyun eğmeyeceğiz”tehdidi ile son bulmaktadır.
Bizim Sivas adlı yerel gazetede yayımlanmış olan bu ilanın sonrasında, Haziran ayı ortalarında adı geçen bu ilan, bu kez de bir bildiri olarak çıkar karşımıza. Hem de noktasından virgülüne değin satır satır aynı olmak kaydıyla. Ancak bu kez bilgisayar ile yazılmış “İslam’a yapılan saldırılara izin vermeyelim” başlıklı ve “Türkiyeli Müslümanlar”imzalı bir bildiri olarak dağıtılır Sivas’ta.
Ne yazık ki, Müslüman Kamuoyunabaşlıklı ve “müslümanlar”imzalı eyleme çağrı bildirisinin dağıtıcılarının başında polis gelmektedir. Hem de Sivas Emniyet Müdürlüğü’nün 23 85 37 nolu faksını kullanacak kadar pervasızca. Bu bildiri, Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri başlamadan önce dağıtılmıştır.
Bütün bunlar, hem 2 Temmuz Katliamı’nın kararının hem de Madımak Oteli’nde diri diri yakılan 37 canın ölüm fermanının, onlar daha Sivas topraklarına ayak basmadan evvel verildiğinin bir kanıtı değil mi?
Şimdi bizim bu tespitimizi destekler nitelikte olan radikal dinci Taraf adlı derginin Eylül 1993 tarihli sayısının, 2 Temmuz Katliamı’na ilişkin yorumuna bir bakalım. Katliamda yer alanları, “Sivas’ın yiğit Müslüman halkı”olarak tanımlayan Tarafdergisi, Madımak Yangını’nı; “Hangi Müslüman o gün Sivas’ta olsaydı aynı şeyi yapardı. Sivas’ta halk, kökten batıcı basının dediği gibi “galeyana gelmiş, tahrik olmuş”değildi. Şuurlu ve kararlı idi. Bu olayı bilerek ve planlayarak yapmışlardır” diyor ve bu kanlı katliamı, “Şanlı Sivas Kıyamı” olarak tanımlıyor.
—Peki, bunu yazan Taraf dergisi hakkında herhangi bir soruşturma başlatıldı mı?
—Hayır. Çünkü böyle cesur bir savcı henüz anasından doğmamış da ondan herhangi bir soruşturma başlatılmamıştır. Olayı destekler nitelikte beyanlarda bulunan bir Başbakan’ın bir Cumhurbaşkanı’nın bulunduğu bir ülkede hangi savcının haddine düşmüş soruşturma başlatmak?
Bu katliamın önceden planlandığının bir başka kanıtı da dönemin Malatya valisi olan Saffet Arıkan Bedük’ün: “Malatya’dan Aczmendiler ve Humeyniciler Sivas’a gitmiştir. Polis bunları biliyor” şeklindeki basın açıklamasıdır.
 
Buruciye’de İkinci Gün
Takvimler 2 Temmuz’u gösteriyordu… Günlerden Cuma… Mekân Buruciye Medresesi
Evet. Buruciye’deki ikinci günün ilk aktivitesi; yazar ve şairlerin söyleşilerine ve imzalarına ilişkin etkinlikler olacaktı. Günlerden Cuma’ydı. Bir süre sonra adının Kara Cumaolacağını hiç kimse aklının köşesinden bile geçiremezdi. Bir önlem olsun diye burada sadece Pir Sultan Abdal Derneği’nin kitap standının açık kalmasına, bunun dışında kalan etkinliklerin tümünün Kültür Merkezi’nde yapılmasına ve kitap sergilerinin orada açılmasına karar verilmişti.
Ali Balkız, Buruciye’deki 2 Temmuz gününün ilk saatlerini şöyle anlatıyor: “Buruciye Medresesi’ne gittik. Yazarların masalarını düzenledik. Kitapları koyduk. Saat 10.00, imza töreni başladı, 13.00’e dek sürecek. Sivaslılar da yavaş yavaş gelmeye başladılar.  Ama ilk günkü kadar kalabalık yoktu. Bunu saate bağlıyoruz. Giderek kalabalık artmaya, insanlar gelmeye başladı.”
Daha güvenli olması açısından biraz köşeye doğru kaydırılan Aziz Nesin standının hemen karşısında yer alan Bezirci’nin çevresini saran gençler, onunla fotoğraf çektiriyorlardı.
 
“Bol bol fotoğraf çektiriyorduk” diyen Haydar Ünal şöyle devam ediyor: “Biz, sabah saat 10.00’da imza gününe başladık. Yine herkes birbirine kitap imzalıyor. Halktan, öğrencilerden, gençlerden gelip de bir tane kitap imzalatan olmadı. Ben, imzalamadım kendi adıma. Yalnız Aziz Nesin imzalıyordu. Biz, bol bol fotoğraf çektiriyorduk.”
Ali Rıza Koçyiğit olayı; “Medreseye gittikten sonra yerel gazeteler gözüme çarptı. Fakat o gün, son gün olacağı için aklıma bir şey gelmedi. Etkinlikler Sivas için bitiyordu. Banaz’a geçecektik” şeklinde özetliyor ve kaygı verici bir durumun söz konusu olmadığını vurguluyordu.
Ancak; “Çorum, Maraş, Sivas hep cumaya rastlamıştı” diyen Mehmet Özer aynı kanıda değildi. İşte Özer’in anlattıkları: “Ertesi gün Cuma’ydı. O günü önemli gördük. Çünkü gerici katliamlar hep cumaya rastlıyordu. Etkinliklerin olduğu yerler de camiye çok yakındı.  Çorum, Maraş, Sivas hep cumaya rastlamıştı. Dikkatli olalım diye insanları uyarıyorduk. Başından beri şöyle bir yanlışlık yapılıyordu. Etkinliğin, Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle, Sivas Valiliği’nin ve Sivas Kültür Müdürlüğü’nün organizasyonu ile yapılması yanlış bir güvene neden oldu. Sanki onların etkinlik içerisinde olması bizi korur hatası mevcuttu. Sanki vali bizim yanımızda imajı vardı. Bu imajın yarattığı, devletin etkinliğin içinde olduğu ve önlemleri alacağı, alması gerektiği düşüncesi, eğilimi vardı. Bu nedenle de burada bir eylem olursa biz ne yaparız? Düşüncesiyle önceden bir savunma düzeneği geliştirmedik…”
“Cumadan sonra” şifresi ile dağıtımına başlanan eyleme çağrı bildirisinin, dağıtımının gittikçe hız kazandığını görmek o kadar da zor değildi. Dikkat çeken bir başka nokta da devletin başında halifenin bulunmadığı bir ülkede Cuma Namazı’nın kılınmasının caiz olmadığı savını ileri sürerek Cuma namazını boykot edenlerin, camilerde saf tutmalarıydı. Anlaşılan o ki amaçları Cuma Namazı’nı kılmak değildi, bunların.
“İbadet eden insanların karanlık katliamlar planlayacaklarını düşünmedik” diyecek kadar arı fikirli, temiz kalpli bu insan, bir zamanlar cezaevlerini mesken edinen, işkence tezgâhlarından geçen, devleti de polisi de yakinen tanıyan Öner Yağcı’dır. Şöyle diyor Yağcı: “Buruciye Medresesi’nin bahçesinde yazarlar, okurlar birlikte olacaktık. Öyle kalabalık, öyle sevinçliydik ki gerici bir ayaklanmanın çevremizi sinsi sinsi kuşattığının hiç ayırtına varamadık. Hemen yanı başımızdaki camiye dolmuşlardı. İbadet eden insanların karanlık katliamlar planlayacaklarını düşünmedik. Bayram sevinciyle söyleştik birbirimizle. “Gökyüzüne Akan Irmak”ı oyunlaştırma izni isteyen yönetmen kardeşim Muammer Çiçek’in birkaç saat sonra ölebileceğini, Behçet Aysan’la, Uğur Kaynar’la son kez konuştuğumuzu bilemezdim. Caminin, ölümü çağrıştıracağını o güne kadar bilemezdim. Ama biliyorum. Nasıl da gülümsüyordu Asım Ağabey? Metin Altıok nasıl da şairdi? Hep olduğu gibi… Erdal Ayracı ile yeni tanışmıştık. Ya o gençler? Tiyatroyla aydınlanarak aydınlatmaya çalışan, semah dönen genç kızlar, delikanlılar…
Saat 12.00 civarıydı. İki yerel gazete ve bir bildiri biraz bozdu sinirlerimizi. “Gün, Müslümanlığın gereğini yerine getirme günüdür.” diyorlardı, Müslümanlarabaşlıklı bir bildiride. Bizim Sivas gazetesinin manşeti: “Müslüman Mahallesi’nde salyangoz sattılar”dı. Hakikat adlı gazete sanki yanıt veriyordu ona (Tarikatlar savaşı mı, ne? İman Tarikatı değil, katliam tarikatı. İman yolu değil. Yani kan yolu, ölüm yolu): “Meydan Boş Değil… Biz Müslüman Mahallesi’nde salyangoz sattırmayız.”Ürpererek baktık gazetelere ve bildiriye. Sonra çevremize baktık. Polis doluydu. Caminin çevresinde önlem alınmış. Öyle ya koskoca devlet vardı Sivas’ta. Sivas, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ili değil miydi? Bildirilerle, gazetelerle kışkırtılmaya çalışılan cami insanlarının bize saldırmasına göz yumar mıydı hiç? Biz, bu ülkenin yurttaşları değil miydik? Aydınlarıydık, gençleriydik, oğulları, kızlarıydık.
 
Aziz Nesin İle Röportaj
 “Biz de kendimizce bir koruma oluşturduk” diyen Ali Balkız o anı şöyle anlatıyor: “Saat yarım civarında TGRT’nin kameramanı ve muhabiri geldi. Aziz Nesin’in yanındayım ben. Bir gün önce bir sataşma olduğu için önlem olarak biz yanından ayrılmıyoruz. Devletin verdiği resmi korumaların dışında biz de kendimizce bir koruma oluşturduk. Yanından ben ayrılmıyorum. Adam söyleşiye başlıyor.
Evet, Ali Balkız’ın, “söyleşiye başladı” dediği geçmişi karanlık, emeli kirli, örümcek beyinli, sapık fikirli, özlemi aydınlık yarınlardan değil, karanlık dünlerden yana olan adam, elinde Hakikat ve Bizim Sivas gazetelerinin yanı sıra eyleme çağrı bildirisiyle birlikte bir kemerin altında kitaplarının imzalamakla meşgul olan beyaz saçlı, 80’lik tombul adamın masasına varır. Kitap ve gazete imzalamak için sırada bekleyenlerin meraklı bakışları arasında başlar röportaja. Röportajın tamamı şöyledir:
 
TGRT: IV. Pir Sultan Abdal Etkinliklerine geldiniz. Burada ko-nuşmacı olarak konuştuğunuz Kültür Merkezi’nde konuştunuz. Tabi ilginç sözler, kendinize özgü ilginç sözleriniz var. Bunların içinde; “Ben dinsizim”şeklinde ifadelere yer verdiniz. Tabi bazı insanlarımız, Müslüman camia bundan rahatsızlık duyuyor.
A. N.:Niye ben mecbur muyum? Müslüman…
TGRT: Yok efendim. Ondan değil tabi…
A. N.: Böyle bir şey var mı? Niye rahatsız oluyorlar? Ben, Müslümanlardan rahatsız olmuyorum. Onlar niye benden rahatsız oluyorlar?
TGRT: Şuna bağlıyorlar. Salman Rüşdi’nin kitaplarından siz tercüme ediyorsunuz, yazıyorsunuz. Aydınlık gazetesinde çıkıyor. Peygamber Efendimizin…
A.N.: Aydınlık gazetesinde çıkan Salman Rüşdi bana ait değildir. Onu da yazdım. Bura bu gazeteyi okursanız görürsünüz. 1, 2, 3 gün önce cevap verdim ajansına. Salman Rüşdi’nin ajansına. Cevap verdim. Bu gazetede çıkan bölümleri ben çevirmedim. Zaten kitabı da ben çevirmiyorum, başkasına çevirtiyorum. O yazıda var. O yazıyı okumanızı tavsiye ederim. 3 gün ya da 4 gün oldu. Ben, Müslümanlardan hiçbir zaman rahatsız değilim. Müslümanlar da alışsınlar. Benden rahatsız olmasınlar. Ben, Müslüman olmaya mecbur değilim. Ama Müslümanlara ve dinlere saygım var. Yani bir insan taşa tapıyorsa namusluca ve içtenlikle saygım var. Bana ne? Kendi sorunudur o. Müslümanlara saygım var. Özellikle de daha çok saygım var. Çünkü ben, çok Müslüman bir aileden geliyorum. Onun için ben İslam ya da İslami hareketten ya da ondan yana değilim. Bu, benim kendi sorunum. Birisi hakaret ediyorsa hakaret etmesin demem. Ya da Hıristiyanlığa ediyorsa etmesin demem. Cevap veriniz, ona cevap. Medeni insanlar kendisine yapılan haksızlığa karşı yanıt verir, yani böyledir. Öyle saldırarak, öldürerek, hırlayarak filan değil. Uygar insan, uygarlığın gereklerini yerine getirir.
TGRT:Yalnız Müslüman camia, Peygamber Efendimizin hanımlarına, mübarek zevcelerine dil uzatılmasından elbette ki imtina ediyorlar, rahatsız oluyorlar. Bu konuda da tabi tahrik oluyorlar.
A. N.: Olsunlar. Cevap verirler. Tahrik olunca insan saldırmaz ki.
TGRT: Bakın bu, Sivas’ta dağıtılan bir belge. Bilmem gördünüz mü? Sizinle ilgili bir sürü yazılar var burada…
A. N.: Olsun alayım, ver. Altında imzaları var mı?
TGRT: Yok. Sadece dağıtmışlar.
A. N.: Öyle Müslüman olur mu? Altına imzasını atar.
TGRT: Yalnız şurda efendim. Sûreli. Siz Müslüman bir aileden geldiğinizi ifade ettiniz…
A. N.: Evet.
TGRT: Orda Müslümanlarla ilgili ayetlerde iktibas edilmiş.
A. N.: Evet.
TGRT: Allah yolunda ve saire ifade ediyor…
A. N.: Evet.
TGRT: Tahrik olduklarını, ifade ettiklerini söylüyorlar.
A. N.: Olsunlar. Ne yapalım? Tahrik olunca insan saldırmaz. Tahrikin derecesine göre tepki gösterir. Medeni insanlar, aydın insanlar da bu tepkiyi yazı ile konuşarak, bildirerek anlatırlar. Yoksa öyle hart diye saldırmazlar. Adamı öldürmeye kalkmazlar. Vurmaya, dövmeye kalkmazlar.
TGRT: Yani tartışma zemini istiyorsunuz bu konuda?
A. N.: Elbette istiyoruz. Zaten Aydınlık gazetesinde bunun tartışma zemini açıldı. Ve gerçekten Müslüman olanlar, Müslüman aydınlar yanıt verdiler. İlle kabul etmesi gerekmez. Salman Rüşdi’nin kitabından dolayı, bu böyle bir kitap yazdığından dolayı ben memnun değilim. Ama bu kitabın yasaklanmasına karşıyım. Hiçbir kitabın yasaklanması doğru değildir, laik Türkiye’de. Bu hiçbir zaman olmaz. Müslümanlar bundan rencide olurlar ve yanıt verirler.
TGRT: Ama Aydınlık gazetesini bütün camia okumuyor. Herkes okumuyor herhalde. 13–14 bin gibi bir tirajı var. Kamuoyuna da deklare edilmiyor. Her şeyi, bunu başka bir tartışma zemininde ayarlayamaz mısınız? Başka bir gazete veya ben tartışmak istiyorum veya kamuoyuna bu konuda mesajınızı söyleyelim.
A. N.:13 bin, 15 bin satıyorsa bu az bir rakam değildir. Oraya yanıt verirler. Orda konuşurlar veya kitap çıkarırlar veya kendi dergilerinde yayımlarlar. Bakın şimdi yalan söylüyorlar, burada bunlar herhalde. Müslüman gazeteler kesin yalan söylüyorlar. Burda yalan dolu. Bunlar nasıl Müslüman? Yani Salman Rüşdi’nin yaptığından daha alçaklık yapıyorlar Müslüman… Benim söylemediğim lafları söylüyorlar. Lafa bak. Yani: “Müslüman Mahallesi’nde salyangoz satılıyor.” Böyle tahrik ederek… Asıl tahrik bunlar. Neyi tahrik ediyorlar? Vursunlar, kırsınlar. Ondan sonra başları göklere erecekler. Müslümanlık adına yapılan bu. Burda da öyle. Bura böyle…
TGRT: Tabi Sivas, şu anda kozmopolit bir yer olduğu için duyarlılık şöyle. Şimdi 1984’te bir hatırası var Sivas’ın. Coşkun bir hatırası var. Tereddüt ve endişe içerisinde. Haliyle böyle yazılar dökebiliyor…
A. N.: Kozmopolit değil. Kozmopolit buna denmez.  İstanbul’a kozmopolit denebilir belki bir ölçüde. Ha mozaik… Mozaik var olsun. Her mozaik karşısındakinin inançlarına saygı duymalıdır. Öyle şey gibi… Uyuz, kuduz sırtlan gibi höt diye…
TGRT: Ama efendim, Salman Rüşdi’nin yazdığı kitapta Peygamber Efendimizin zevcelerine dil uzatma var. Bunun nasıl tartışma zemini olabilir ki?
A.N.: Olabilir… Olabilir… Ben onu onaylamıyorum. Tasvip etmiyorum. Ben yasağa karşıyım. Varsa delilleri ile karşı gelirsiniz, ya da gelirler. Delilleri ile karşı gelir. Kanıtları ile ortaya koyarlar. Bu adam yalan söylüyor derler. Eğer akıllı bir toplumsa Türk toplumu. Bakar yalan hangisi, doğru hangisi anlarlar.
TGRT: Ayetler var bu konuda efendim…
A. N.: Tabi ayetler var. İki taraf da ayetlerini, kanıtlarını koyarlar. Ben, hiçbir peygamberin ailesine, hatta bugün yaşayan insanların ailesine saldırmaktan yana değilim. Böyle bir şey olmaz. Saldırıldı diye yasaklanmaktan yana değilim veya saldırdı diye adamı öldürmekten de yana değilim.
TGRT: Ama efendim iktibas etmekle bunu yapmış oluyorsunuz yani. Bakın Peygamber, müminlerin kendi canlarından daha ileridir. Bunun hanımları da müminlerin analarıdır diye ifade ediliyor burada.
A. N.: Ben mümin değilim. Anam da değil benim…
TGRT: Ashaf Suresi’nde öyle ifade ediliyor. Mümin olmayabilirsiniz. Ama tabi buna Müslümanlar duyarlılık gösteriyorlar haliyle.
A. N.: Duyarlılık öldürmek değildir arkadaş…
TGRT: Muhakkak öldürme taraftarı olmaz. Öyle bir şey…
A. N.: Bitti. Yumruk da değildir, vurmak da değildir. Tepki göstermeye hakları var. Göstersinler…
TGRT: Öyleyse tartışmak gerek. Konuyu mütalaa edelim, diyorsunuz.
A. N.: Elbette. Ben, yasağa karşıyım. Yoksa Salman Rüşdi’yi seviyorum, bayılıyorum. Çok güzel kitap. Bunları da yazdım burada. Daha geniş olarak yazdım. Lütfen okuyun bu gazeteyi.
TGRT: Bir de Kültür Bakanı da yasakçı bakan oluyor. Yasakçı bakan oluyor. Zira bazı kitapların dağıtılmasında iktibas edilme-sine karşı geliyor. Yasakçı. Nasıl yasakları kaldıracağım diye geldi.
A. N.: Ben, Fikri Sağlar’ın avukatı değilim. Bana niye soruyorsun? Bunu kendine sor.
TGRT: Evet. Ama siz onun düzenlediği Kültür Etkinliği’ne katıldınız. Burada bir çelişki yok mu?
A. N.: Ben, Zeybek (Namık Kemal) zamanında da Kültür Bakanlığı’nın Şûra’sına katıldım. Bir Kültür Bakanı beni çağırırsa bir toplantıya katılırım. Bunları yazdım.
TGRT: Herkes okumuyor ki bunu?
A. N.: Burada sizin televizyonunuzu herkes dinliyor mu? Benim alanım o kadar. O kadar yazıyorum. Yazabildiğim alan bu. Bunu sizin televizyonunuzda da bir parça söyledim, bu konuyu. Aslında gerçek Müslümanlar, gerçek Hıristiyanlar tarafından tartışmadan yana olmalıdır. Kavgadan, kavgayla bir şey çıkmaz. Sonuç elde edilmez. Aziz Nesin’i öldürürler. Başka bir Aziz Nesin çıkar. Başka Ahmet çıkar. Mehmet çıkar. Çünkü insanın beyni var, düşünüyor. Düşünce… Düşünceye karşı gelinmez. Karşı düşünceyle gelinir. Karşı düşünceyle iflas ettirirsin, mahkûm ettirirsin. Ama düşünceyle mahkûm ettirirsin. Öldürerek değil ki. Bura, şu gazetede yazıyor. Hepsi bunların Müslüman. Hepsi yalan yazıyor.
TGRT: Söylediklerinizi yazıyor efendim…
A. N.: Aaa… Benim söylediklerim, bunlar…
TGRT: Yok onları ben okumadım. İnceledim de. Bakın mesela Hürdoğan gazetesinde söyledikleriniz aynen iktibas etmiş.
A. N.: Aynen etmemiş. Ben okudum. Siz de okursunuz. Ben aynen söylemedim. Bunlar hoşgörü içinde yaşamak zorundadırlar. Yoksa birbirini boğazlarlarsa Türkiye’de bir şey çıkmaz. Ne düşünce çıkar, ne ilerleme olur. Bunların önlenmesinin tek yolu hoşgörüdür. Ve bu hoşgörüye şiirleriyle Pir Sultan Abdal kendi zamanına göre bugün aynı şeyler geçerli değildir. Bugün aynı doğrultuda aynı felsefi doğrultuda başka insanlar çıkabilir. Aynı şeyler olamaz ama bu hoşgörüdür. Hatta bütün tarikatlar bir anlamda hoşgörüdür de. Ama en çok, tarikat olmamakla birlikte, hatta bir mezhep olmamakla birlikte Alevilik; bunu en güzel göstermiş sirkülerden biridir. Bir tanesidir.
TGRT: Aleviliğin Türkiyelileştirildiğini söylüyorsunuz. Pir Sultan Abdal Türkiyelileştirildi diyorsunuz…
A. N.: Bana öyle geliyor. Yani Aleviliğin kökünü aramak gerekiyorsa Şamanizm’de var. Ama daha çok Şiiliğin Türkiyelileştirilmişi var. Yani uygarlaştırılmış. Şiilikle bir bağı kalmamış. Çünkü Şiilikte hoşgörü yok. Hâlbuki Alevilikte hoşgörü var. Aynı şeyler değil. Bana öyle geliyor.
TGRT: Bu kadar niçin önem veriyorsunuz efendim?
A. N.: Neye?
TGRT: Alevilik veya Türkiyelileştirilmiş haline…
A. N.: Çok önemli bir şey tabi…
TGRT: Mesela Kuran’ı Kerim’in tefsirini okudunuz mu sizler?
A. N.: Tefsirleri okudum. Kuran’ı çok, kaç kez okudum. Bundan sonra kendime bir yol seçtim.
TGRT: Eskidiğini söylediniz. Kültür Merkezi’nde eskidiğini söylediniz.
A. N.: Hiçbir söz yoktur ki, kimin sözü olursa olsun bin yıl geçerliliğini korusun…
TGRT: Ama bu Allahu Taala’nın sözü…
A. N.: Allahu Taala, sizin Allahu Taala’nız. Benim Allahu Taala’m yok. Onun için ben diyorum ki hiçbir söz, nerden gelirse gelsin değerini sonsuza dek sürdüremez.
TGRT: Baki olan yani biz, onu sonsuz ebediyete kadar koruyacağız.
A. N.: Ben de diyorum ki, felsefe olarak dünya yüzünde hiçbir söz yoktur ki değerini kaybetmesin. En güzel söz, en büyük söz, Mustafa Kemal’in sözü bile.
TGRT: Beşeri sözler muhakkak öyle. Ama bu Allahu Taala’nın kelamı. Değişebilir değil mi?
A. N.: Allahu Taala’nın bu sözlerine ben inanmıyorum. Çünkü bunlara inanmam için aklımı kaybetmem lazım. Burada cehennem için söylenen şeyler, bunu Allah söylemiş. Ben buna inanmıyorum.
Bir Başka Şahıs: Neden? Neden insanları fikrine saygı duymuyorsun?
A. N.: Duyuyorum işte. Gelsin tartışalım. İnsanların fikrine saygı bende bu. Onlar da bana saygı duysun. Şimdi bu arkadaş saygısızlık yapıyor. Ben yapmıyorum. Ben düşüncemi söylüyorum bu konuda. Bu düşüncem doğrudur, yanlıştır. Sen kabul etmezsin karşı düşünceyi söylersin.
Bir Başka Şahıs: (Sakallı, uzun cübbeli, üst üste el kol hareketleri yaparak bağırıyor) Neden insanlara saygı duymuyorsun, hakaret ediyorsun?
Vurmak, kırmak, parçalamak isteyen bir ruh haline sahipti, sesi tiz ve kinli olan adamın. Araya giren muhabirin organizatörlüğü de sonuç vermiyor ve saldırgan adeta öteki tüm faşistlerin halini yansıtır gibiydi.
Havanın iyiden iyiye gerilmesi üzerine oradakilerin, laf atan sakallıyı ve muhabiri medresenin dışına çıkarmaları ortamın daha da gerilmesine neden oluyor.
 
Hemen Aziz Nesin’i kaptığımız gibi Ali Rıza’nın arabasıyla otele kaçırdık diyen Ali Balkız, konuşmasını şu sözlerle sürdürüyor: Bildiriyi görmüştük, elimize geçmişti. Bildiriyi polise uzattık. Polis: ‘Hiç merak etmeyin ondan bizde çok var’ dedi. Biz de iyi dedik çok olduğuna göre bunlar biliyorlar, haberliler. Tedbirlerini de almışlardır sandık.”
Yetkililerin verdikleri beyanatlara bakılırsa onlar, her türlü önlemi almışlardı. Camiler, önlem alınan yerlerin ilk sırasında yer alıyordu. Çünkü takvim yaprağındaki tarihler 2 Temmuz’u gösteriyordu… Çünkü günlerden Cuma’ydı… Çünkü geçmişi karanlık yobazlar, daha önce Maraş’ta, Malatya’da, Elazığ’da, Sivas’ta, Çorum’da gerçekleştirdikleri katliamları da hep Cuma günlerinde yapmışlardı…
Yetkililer, verdikleri beyanatlarda Sivas’ta bulunan camilerin tamamında gerekli önlemleri aldıklarını söylüyorlar. Gerekli önlemlerin alınmış olmasına rağmen 37 insan ateşe verilip diri diri yakılıyorsa, acaba önlem alınmasaydı kim bilir kaç kişi yaşamını yitirirdi?
Evet, Sivas’ta bulunan camilerin tamamında gerekli güvenlik önlemlerinin alınmış olmasına rağmen Cuma namazının hemen sonrasında Kale Camii’nin yobaz cemaati, Buruciye Medresesi’ne saldırı düzenlediler. Ancak orada umduklarını bulamayan ağzı salyalı yobaz güruh: “Şeytan Aziz”; “Allahuekber”; “Müslüman Türkiye”;“Zafer İslam’ın” ve “Ya Allah, Bismillah, Allahuekber” sloganlarını atarak İstasyon Caddesi’nden Valiliğe doğru yürüyüşe geçerler. Aynı saatlerde cami avlusunda Amerikan bayrağını yakan Paşa Camii’nin yobaz güruhu, Ulu Cami ve Meydan Camii’nden çıkan yobaz güruhla birleşmek suretiyle sürü halinde salyalarını dağıta dağıta Kale Camii güruhunca atılan sloganlara “Kahrolsun Laiklik”; “Laik Düzen Yıkılacak” ve “Şeriat Gelecek Zulüm Bitecek” sloganlarını da ekleyerek Atatürk Caddesi’nden Valiliğe doğru yürümeye başladılar.
Gerek Kale Camii’nden çıkıp İstasyon Caddesi’nden gerici sloganlar atarak yürüyen güruh olsun, gerek Paşa Camii, Ulu Cami ve Meydan Camii’nden çıkıp gerici sloganlar böğürerek Atatürk Caddesi’nde yürüyüşe geçen güruh olsun ve gerekse öteki yobaz güruhlar olsun tamamının bir araya gelerek birleştikleri yer, Sivas Valiliği idi. Çünkü merkez orasıydı. Çünkü oradan saldırıya geçilecekti. Bütün bunlar bu olayın, bu katliamın önceden planlanıp programlandığının bir kanıtı değil mi?
Şehrin muhtelif camilerinden ayrı ayrı güruhlar halinde gelerek Sivas Valiliği önünde birleşen yaklaşık 1000 kişilik gerici güruh: “Muhammed’in Ordusu Laiklerin Korkusu”; “Sivas Dinsiz Aziz’e Mezar Olacak”; “Vali İstifa”; “Dinsiz Vali, Şeytan Aziz” ve “Devlet Güdümünde Dine, Küfüre Son”türünden gerici sloganlar haykırıyorlardı, salyalarını saça saça. Dünün köhne karanlıklarını aydınlık yarınlara taşıyarak geleceğimizi karatma emelinde olan bu gericilerin, emelleri kadar karanlık ve kirli sloganlarını attıkları sıralarda; sonradan yaptığı açıklamada: “Bir an sonumuzun geldiğini düşündüm” diyen Vali Ahmet Karabilgin makamında mahsur kalmıştı.
Beklenilen kalabalığın oluşmasının hemen sonrasında buradaki görevlerinin artık sona erdiğini, sıranın bundan sonraki ilk hedefte olduğunu gören eli kanlı, içleri kirli yobaz güruh, sıradaki görevlerini ifa etmek üzere hiç zaman yitirmeden hemen harekete geçtiler.
Evet, bundan sonraki ilk hedefleri Kültür Merkezi’ydi. Takvim yaprağındaki tarihler 2 Temmuz’u; saatler 14.00’ü gösteriyordu. Günlerden Cuma’ydı. Ağzı salyalı yobaz sürüsü; İstasyon Caddesi’nden Cuma namazı çıkışında saldırdıkları Buruciye Medresesi’nin arkasından dolaştıktan sonra tekrar İstasyon Caddesi’ne çıkarak oradan Kültür Merkezi’nin önüne gelirler. Evet, yobaz güruh; bir gün önce dikilen ve havada bulunan sol elinde sazı, sağ yanında oturan Kangal Köpeği’yle temsil edilen bakıra çalar renkte parlak olan Ozanlar Anıtı’nın bütün azametiyle yükseldiği Kültür Merkezi’nin bahçesine doluşmuşlardı.
Hınca hınç doluydu Kültür Merkezi’nin gösteri salonu. Bahçesinde kitap ve kaset stantlarının bulunduğu Kültür Merkezi’nin gösteri salonundaki yüzlerce Pir Sultan dostu sabırsızlıkla bekliyordu; Arif Sağ’ın dinletisini ve akabindeki “Medya ve Emperyalizm” konulu açık oturumu.
Yanlarındaki polisler tarafından adeta koruma çemberine alınan 300–500 kişilik gerici güruh, Kültür Merkezi’ne gelir gelmez hemen saldırıya başlarlar. Ağzı salyalı saldırganların taşlı, sopalı saldırılarına maruz kalan kitap ve kaset stantlarının başlarındaki görevli devrimci grup, kısa bir tereddüt ve şaşkınlığın hemen akabinde kendilerini toparlayarak: “Kahrolsun Faşizm” ve “Türkiye Laiktir Laik Kalacak” sloganlarıyla karşılık verdiler gericilerin saldırılarına.
Evet, canların bu direnişiyle intikam hevesleri kursaklarında kalan yobaz güruh; “İçeri girin tahrik ediyorsunuz”diyen polis ağabeyleri tarafından oluşturulan güvenlik çemberi içinde: “Sivas Aziz’e Mezar Olacak”; “Ya Allah, Bismillah, Allahuekber” vb. sloganlar atarak tekrar İstasyon Caddesi’nden vilayete doğru yürürler.
Gerici güruh tarafından gerçekleştirilen Kültür Merkezi baskınını Cem Celasun şu sözlerle dile getiriyor: “Yarıma doğruydu. Kültür Evi’ne gittiğimde Bektaşi Babası Dertli Divani oradaydı. Onlarla kapının önünde oturup konuştuk. Dün kitap stantları içeride açılmıştı. Bu gün ise stantlar dışarıdaydı. Biraz zaman geçti, birisi geldi o arada; “Cuma namazından çıkanlar Vilayette toplanmış, buraya doğru geliyorlar” dedi. Kültür Merkezi’nin içi olduğu gibi dolu. Kadın, çoluk-çocuk herkes var. “Erkekler dışarı!” dendi. Büyük bir kalabalık dışarı çıktı. İlk gelen saldırganlar öndeki stantlara saldırdı. Kervan’dan Bekir vardı, yaralandı. Polis yanlarındaydı. Polis araya girdi. Karşılıklı sloganlaşmalar oluyordu…”
Yobaz güruhça gerçekleştirilen bu baskın anı Mehmet Özer tarafından şöyle anlatılıyor: On dakika geçmeden bizim merkeze gelmemiz üzerine faşistler, tekbir getirerek, Allahuekber sesleriyle saldırdılar. Birden saldırdılar. Stantlar, merkezin dışına taştığı için ilk stanttaki arkadaşa saldırdılar, kafasından yaralandı. Hemen karşılık verdik. Yaklaşık 300–400 kişiydiler. Böyle yeşil cübbeli, sakallı adamlar omuzlara alınarak tekbir getiriyorlar. Polis bize: ‘İçeri girin tahrik ediyorsunuz. Siz içeri girerseniz onlar gider’ diyordu. İçerde bir dolu insan var. İçeri girmeyip 20–30 kişi direniş örgütledik. Sloganlarla karşılık verdik. Barikatlar oluşturduk. Etrafta taş bile yoktu. Ancak onların attıkları taşları kullanabiliyoruz.”
Geçmişi karanlık, ağzı salyalı faşist-yobaz gürûhun; başarısızlıkla sonuçlanan birinci Kültür Merkezi baskınının hemen sonrasında tekrar Valilik Konağı’na dönüşü, Polis tarafından tutulan tutanağa şöyle geçiyor: “Gruptakiler, İstasyon Caddesi’ni takip ederek tekrar vilayet önüne gelerek toplanmışlar. Topluluk, sağdan soldan katılımlarla 4 bin–5 bin kişiye ulaşmıştır. Topluluk yine burada: “Şerefsiz Vali İstifa”; “Allahuekber”; “Şeytan Aziz”; “Hükümet İstifa”; “Zafer İslam’ın” ve “Müslüman Türkiye” gibi sloganlar attıktan sonra saat 14.50’de topluluk, tekrar İstasyon Caddesi’ne yönelmiş ve buradan da Kültür Merkezi’ne gelmişlerdir.
Aynı olay Valilik raporuna: “Hükümet Meydanı’nın önüne gelip, “Ya Allah… İntikam… Allahuekber”; “Vali dışarı… Şerefsiz Vali” ve diğer sloganlarla kanunsuz eylemi sürdüren grubun Hükümet Meydanı’ndan yeniden Kültür Merkezi’ne yöneldiklerişeklinde yansımıştır.
Evet, iki ayrı resmi kurum tarafından tanzim edilen ve yukarıya aktarılan her iki resmi rapordan da anlaşılacağı üzere saldırgan faşistlerin ellerini, kollarını sallayarak boş buldukları meydanda istedikleri şekilde at oynatmalarına ve canlarının her istediğini yapmalarına rağmen ne polisten ne de askerden herhangi bir tepki gösterilmiyor. Tepki gösterme, engel olma bir yana tam tersine asker de polis de adeta resmi korumalığını üstlenmiş gibiydiler, faşistlerin. Onlar istediklerini yapsınlar, kendilerine bir zeval gelmesin diye.
Birinci baskın sırasında istediklerini elde edemeyen faşist güruh, bu kez sayılarını daha da arttırarak İstasyon Caddesi’nden yine o bildik sloganları böğürerek geldikleri Kültür Merkezi’ne ikinci kez daha büyük bir kalabalıkla saldırıya geçtiler.
1 Temmuz günü gerici güruh tarafından kentte dağıtılmış olan bildirilerle ve yerel gazetelerle cihada çağrılan eli kanlı, geçmişi karanlık, örümcek beyinli yobazlar tarafından 2 Temmuz günü Cuma Namazı sonrasında gerçekleştirilen gösteride, deneyimli oldukları ve profesyonelce hareket ettikleri gözden kaçmayan kışkırtıcılar tarafından saldırganlıkları daha da kabartılan gerici faşistler, saldırdıkları Kültür Merkezi’nde bulunan her şeyi kırıp tahrip ediyorlardı. Kırılıp tahrip edilenlerin başında da hiç şüphesiz faşistler tarafından “Pir Sultan Heykeli”olarak algılanan “Ozanlar Anıtı” geliyordu. Bir gün sonra, yani 3 Temmuz 1993 Cumartesi günü açılışı Kültür Bakanı Fikri Sağlar tarafından yapılacak olan ve halen bir naylonla sarılı bulunan Ozanlar Anıtı’nın başı, kazmalarla gövdesinden ayrılmaya, havadaki sol elinde bulunan sazı kırılmaya ve gözleri tornavida ile oyulmaya başlanmıştı. Sopa, kazma, balta ve tornavidalarla saldırmalarına ve tahribe çalışmalarına rağmen petrol türevi bir maddeden yapılmasından ötürü yanıcı bir özelliğe sahip olan Ozanlar Anıtı’nı kaidesinden indirmeyi bir türlü başaramayan yobaz gürûhun yardımına Refah Partili Sivas Kent Belediyesi’nin vinçli bir aracı koşar.
Sivas Kent Belediyesi’nin bu vinçli aracı Ozanlar Anıtı’nı yerinden sökmeye çalışırken Sivas Belediyesi’ne ait hoparlörlerden de bir “naklen yayın”havası edasıyla Ozanlar Anıtı’nın kaidesinden sökülüşü, indirilişi, caddelerde sürüklenişi, Madımak Oteli’nin önüne getirilişi, ateşe verilerek yakılması an be an gericilere duyuruluyordu.
Belediye hoparlörlerinden belirli aralıklarla; “Heykel yerinden sökülecektir”, “Heykel yerinden sökülmüştür”, “Muhterem vatandaşlarımız heykel meydana getirilmektedir” şeklindeki anonslarla birlikte belediyeye ait olan vinçli araç tarafından yerinden söküldükten sonra yollarda sürüklene sürüklene Madımak Oteli önüne getirilen Ozanlar Anıtı burada ateşe verilerek yakılır.
Gericiler tarafından Kültür Merkezi’ne düzenlenen ikinci baskın olayını Mehmet Özer şu tümcelerle dile getiriyor: 30–40 kişi eli sopa tutabilecek adam var. Kültür Merkezi’nin kantininden 15 kasa kadar boş kola şişesi indirildi. Herkese dağıtıldı. Herkesin önüne bir kasa kondu, barikatların yanına. Herkese; “Hiç kimse barikatı terk etmesin” uyarısında bulunuluyor. Barikatlar tahkim ediliyor. Ellerde sopalar. Faşistler ara mahalleden saldırdı. Tüm güçleri o yana yöneltince öteki barikatlar boşaldı. Faşistler asıl oradan saldırdı, bu kez. Bir anda taş yağmuru altında kaldık. Oradaki barikatlar boşalınca karşı konulamadı. Bir panik yaşandı. Kültür Merkezi’ne girildi. Orada bir at arabası vardı. Ters çevirip çatışmaya devam ettik. Sonuçta içeri, Kültür Merkezi’ne girilip çatışmayı sürdürdük, kapı ve pencereleri bulabildiğimiz eşyalarla kapatarak. Cam kesikleri olanlar var, fenalık geçirenler var. Direnmekten başka çaremiz yok. Direndik…”
Vali Karabilgin’in isteği üzerine sözde, her tarafı kırıp terör estiren faşist güruhu sükûnete çağırmak üzere polis minibüsünün üzerine çıkan beyaz, yakasız gömlekli Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu: “Ben, emniyetten değilim. Sizlerin bir kardeşiyim. Gazanız mübarek olsun Müslüman kardeşlerim. Zafere adım adım hep birlikte yaklaşacağız. Allah, hepinizden razı olsun. Sizin istekleriniz doğrultusunda her şey gerçekleşiyor. Sizin isteklerinizi yapıyoruz.” diyordu.
Evet, Sivas Belediye Başkanı tarafından yapılan ve yukarıya aktarılan konuşmadan da açıkça anlaşılacağı üzere valinin ricası üzerine sözde, saldırgan yobazları sükûnete davet eden belediye başkanının, önceden planlanıp programlanan bu katliamda üstlenmiş olduğu rolü ortaya koyan bu konuşması; sanki onlara destek vermek, onları pohpohlamak ve daha da saldırgan hale getirmek için yapılan bir konuşmadır. Belediye Başkanı’nın bu tahrik edici konuşmasına alkışla tempo tutan gerici güruhun içinden: “Buradaki işimiz bitti. Otele…” şeklinde bir ses yükseliyor. Evet, burayı tahrip etmiş, istedikleri gibi kırıp dökmüşlerdi. Bitiyordu artık buradaki işleri. Ve otele, Madımak Oteli’ne doğru yöneliyorlar.
Evet, Ozanlar Anıtı’nın yerinden sökülerek kırılması ve sonuçta yakılması olayında “başarıya ulaşan” gerici güruhun bir bölümü Madımak Oteli önünde toplanmaya başlarken, bir başka bölümü de Atatürk büstüne doğru yöneliyordu. Kurtuluş Savaşı’nın önemli dönemeçlerinden biri olan ve 4–11 Eylül 1919 tarihleri arasında gerçekleştirilen Sivas Kongresi’nin yapıldığı ve günümüzde Atatürk Müzesi olarak işlev gören eski Sivas Lisesi’nin önünde bulunan Atatürk Büstü’ne, IV. Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri’nin açılışı sırasında konulan çok sayıdaki çelenk, saldırganlarca büste vurularak parçalanmaya çalışıldı. Ancak metal alaşımlı olan bu büst, bu kadar ağır saldırıya rağmen herhangi bir hasar görmedi.
Kanlı Sivas kentinde kargaşanın doruğa ulaştığı saatlerde ise Atatürk Büstü’nün akıbeti hakkında henüz bir netlik kazanılmış değildi. İlin Valisi; kaidesinden sökülmüş bir durumda bulunan büstün; kim ya da kimler tarafından söküldüğü, ne olduğu, nerede bulunduğu konusunda sorulan sorulara şöyle yanıt veriyordu: “Bilmiyorum… İnanın bilmiyorum… Kesinlikle bilmiyorum… Soruyorum, yanıt alamıyorum.”
 
Dakika Dakika 2 Temmuz
Olayların fitilinin ateş almasından itibaren gerek hükümet ve devlet yetkilileri ve gerekse ulusal basın: “Aziz Nesin kışkırttı, halk galeyana geldi”yorumunda ısrarcı davrandılar. Üzerine basıla basıla: “Bu bir Alevi-Sünni çatışması değil.” yargısı vurgulanmaya çalışıldı. Oysa günler öncesinden planlanan bu katliam, söylenilen bu sözlerin doğru olmadığını ortaya koyuyor. Bakın olayın mağdurlarından biri olan ve; “Kendisinin kesinlikle bahane olduğunu, Sivas’ta şeriat düzeni isteyen dinsel gericilikle devletin laik yüzü karşı karşıya geldi” diyen yazar Aziz Nesin; “Sivas’ta devlet şeriatçılara teslim oldu” saptamasını yapıyor. Usta yazarın bu saptamasına katılmamak mümkün mü? Eğer devlet şeriatçılara teslim olmasaydı olaylar henüz büyümeden gerici güruha müdahalede bulunması lazım gelen güvenlik güçleri, onları kollayıp korumakla ve de yaptıklarını izlemekle yetinebilir miydi?
2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta fitili ateşlenen vahşetin saat saat gelişimi şöyle:
 
Saat 11.00: Yavaş yavaş Cuma namazına gelmekte olanlara kim ya da kimler tarafından hazırlanıp yazıldığı belirsiz olan bildirilerin dağıtılmasına başlandı. Sözü edilen bildirilerde; dinsizlik propagandası yapmasından ötürü barındırılması söz konusu olmayan Aziz Nesin’in, “şeytan ve kâfir” olduğu ve Sivas’ta bu tür insanlara yer olmadığı ifade ediliyordu. Bildirinin dağıtılmaya başlandığı saatlerde Aziz Nesin, Buruciye Medresesi’nde kitaplarını imzalıyordu. Medresenin hemen karşısında yer alan caminin önünün giderek kalabalıklaşması sonucunda Nesin’i çembere alan polis, herhangi bir olaya meydan vermemek amacıyla medresenin kapılarını kapatır.
 
Saat 12.00: Cuma namazı öncesinde kimi dinci grupların kentte dolaşmaya başladıkları gözlendi.
Saat 12.10: Saat 10.00–13.00 arasında İmza Günü’nün gerçekleştirildiği Buruciye Medresesi’nde: “Dinsizlere ölüm!” diye slogan atan bir kişi, orada bulunan yazarlara; “Cezanızı bulacaksınız” dedikten sonra oradan uzaklaşmaya başlar. Bunun üzerine İmza Günü etkinlikleri ertelenirken, polis tarafından yapılan uyarı üzerine burayı terk eden bir yazar grubu yemeğe gittiği sırada yobazların sözlü saldırılarına maruz kalır.
 
Saat 13.00: Aziz Nesin, Asım Bezirci ve Cahit Külebi’nin de aralarında yer aldığı bir yazar grubu otele döndükten sonra Cahit Külebi ile Sami Karaören parka gitmek üzere otelden ayrılırlar.
 
Saat 13.40: Kentin çeşitli camilerinde Cuma namazını kılan yobaz güruhlar, Cuma namazını kılmış oldukları camilerde ayrılarak merkezde bulunan Paşa Camii’ne doğru yönelirler.
* Buruciye Medresesi’ndeki tiyatro gösterisinin sona ermesinin ardından kaldıkları Madımak Oteli’ne dönmek üzere medreseden ayrılan sekiz kişilik tiyatro sanatçısı, aşırı dinci bir güruhun taşlı, sopalı saldırısına maruz kalır.
Zerrin Taşpınar bu dakikalarda yaşananları şu cümlelerle dile getiriyor: “Öğle yemeğine Cumhuriyet Lokantası’na gittik. Bir gün önceden de Asım Bezirci, beni görüp masama gelmişti. Yine görünce hemen geldi. Önce karşı karşıya oturmuştuk. Bu kez yan yana oturduk. Kitaplardan konuştuk, şakalaştık. Bize fişler veriliyordu, yediğinizde veriyorsunuz. Yani demek herhalde o fişlere göre ödeme yapacak. Bir gün önce Asım Bezirci’nin fişlerini bendekilerden vermiştim. Yine böyle bir şaka oldu.
—Hayır. Zerrin ödeyecek dedi. Müthiş bir dostluk, çok sıcak, çok çabuk gelişsen bir dostluk oldu aramızda.
Biz daha otururken lokantada, camiden çıkanlar bağırarak, koşarak, slogan atarak; “Şeytan Aziz”; “Vali İstifa” diyerek lokantanın önünden geçtiler. Duyduklarım arasında daha şeriat, sözler arasında yoktu. 150 kişi kadar vardı. Lokantanın garsonları bize şöyle dediler:
—Bunlar böyle cumadan sonra dolaşırlar, bağrışırlar aldırmayın. Pek de gözükmeyin.
Ama camekânlardan baktık. Kimimiz kapı önlerine çıktık, bunlar gittiler. Biz, biraz ötede polis tarafından dağıtıldı diye düşündük
 
Saat 14.00: Paşa Camii önünde toplanan gerici güruhlar, önce valiliğe doğru yönelirler. Vali Ahmet Karabilgin’i, Pir Sultan Abdal Etkinlikleri’ne destek vermekle itham eden ve Valilik Konağı önünde; “Vali İstifa”sloganlarını böğüren bu güruha, orada bulu-nan polisin müdahale etmemesi dikkatlerden kaçmıyor.
*Valininisteği üzerinebir konuşma yapan Sivas’ın Refah Partili Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun konuşması, gösteri yapan gerici güruh tarafından alkışlarla sık sık kesiliyor.
 * Madımak Oteli’nde bulunan bir grup aydın, Arif Sağ tarafından verilecek olan konsere gitmek üzere otelden ayrılırlar. Ancak Kültür Merkezi önünde meydana gelen olaya gözleriyle tanık olduktan sonra tekrar otele dönmek zorunda kalırlar.
Olayın bu anı yazar Lütfi Kaleli tarafından şu tümcelerle ifade ediliyor: “Lokantadan çıkıyoruz. Saat 14.00’te başlayacak olan etkinliğin yapılacağı Kültür Merkezi’ne yöneliyoruz. Arif Sağ’ı dinleyeceğiz. Sonra da Hasan Uysal’ın yöneteceği ve Sami Karaören, Raif Türk, Şükrü Günbulut, Mustafa Yalçıner ve Soner Doğan’ın konuşacağı paneli izleyeceğiz.
Etkinliği düzenleyen Pir Sultan Abdal Derneği’nin sorumlusu yazar, dost Ali Balkızönümüzü kesiyor. Bizi Madımak Oteli’ne davet ediyor.
Madımak Oteli’nin lobisi kalabalık. Arif Sağ vereceği konser için sazını ayarlıyor. Ünlü ozan Cahit Külebi ve gazeteci Sami Karaören pencere kenarında yarenlik ediyorlar. Sonra Cahit Külebi’nin önerisiyle kalkıp Sivas’ı dolaşmak istiyorlar. Külebi Sivaslı. Kim bilir ne kaynatacaklar.
Aziz Nesin kaldığı odadan lobiye iniyor. Daha koltuğuna oturmadan koruma polisi, güvenliği bakımından Nesin’i geldiği odasına gönderiyor.
Kalabalığın bir bölümü otelin önünde dolaşıyor, slogan atıyor. Dışarıdan aldığımız haberlere göre Kültür Merkezi’ne taşla saldırı başlamış… İçeride 1500 dolayında insan varmış. Saldırganlarla çatışıyorlarmış. Dışarıdakiler cam, çerçeve kırıyorlarmış. Aziz Nesin’in canını istiyorlarmış.
Aziz Nesin’in Kültür Merkezi’nde olmadığı anlaşılmış. Kalabalık Madımak Oteli’ne geliyormuş.”
Aynı dakikalar Cafer Can Aydın tarafından şöyle dile getiriliyor: “Saldırının ana üssü Merkez Camii’nden (isimde yanılmış olabilirim) kapkara sakalları ve en az onlar kadar siyah vicdanlarıyla bu insanlık ve hayvanlık dışı yaratıklar yürüyüşe geçtiklerinde ben ve karım (Lütfiye Aydın) Cumhuriyet Lokantası’ndan henüz çıkmıştık. “Vali İstifa”; “Sivas Aziz’e Mezar Olacak”; “Yaşasın Şeriat, Kahrolsun Laiklik”böyle bağrışıyorlardı. Gırtlakları yırtılıyordu. Alaca karanlıktaki ülkemizi aydınlatacak ne varsa işte onlara saldırıyorlardı. Çok kalabalık sayılmazlardı. Ama yok edici bir güç oldukları kesindi. Önümüzden geçip giderlerken karıma: “Bunlar şimdi otele yönelebilirler. Biz biraz dolaşalım. Ortalık yatışınca döneriz” dedim. Öyle yaptık. Karşı kaldırıma geçerek dikkatleri üzerimize çekmekten sakınarak birkaç dükkân dolaştık. Karım: “Sivas işi büyük bir yazma bulabilirsem masa örtüsü yaparız” diyordu. Bakındık, istediği gibi bir şey bulamadık. Herhalde 15–20 dakika böyle geçti. Ana caddeye çıktık yeniden. Güruh uzaklaşmış, Valilik önünde slogan atıyordu. Eh! Vali buna göz yumacak değil ya. Dün ne de güzel konuşmuştu. Demokrat adama benziyordu. İşte bunlara böyle bir vali ders verebilirdi. Neredeyse toplum polisi gelir, yasalarda yazılı olduğu gibi önce dağılmalarını ihtar eder, sonra da zor kullanarak bunları dağıtırdı. Köpeksiz köyde sopasız gezmek ha… Görürlerdi günlerini. Böyle düşünüyorduk.
Otele döndük. Lobide tanıdık yüzler… Arif Sağ da gelmişti. Dün sabah yetişemediği konser yerine bugün saat 14.00’te konser verecekti. Kendisinden emindi. Kendisinden ve sesinden…
Saat 14.00 olmasına daha epey vakit var. Zamanı nasıl geçiştireceğiz? Yanıma satranç takımını almıştım. İyi bir rakip bulursam oynarım diye. Bir gün önce o iyi rakibi bulmak için epey uğraşmıştım. Yazar-çizerler kitap imzalarken ben de medresenin serin bir yerinde satranç oynaya bilirdim. Ama Gündoğdu ve İnsancıl ekibi dâhil yaptığım araştırma sonuçsuz kalmış, bulabildiğim iki rakip ise hemen hiç zorlamamıştı beni. Asım Bezirci’nin bir satranç tutkunu olduğunu söylemişti karım. Tanıştırdı bizi. İlk fırsatta da oynamaya söz kestik. Lobide karşılaşınca; “Haydi vakit varken bir el oynayalım” deyince sevinerek odamıza çıktım ve satranç takımını getirdim. Eş, dost yer açtı. Bir sehpayı boşalttık. Beyaz taşları Asım Bey’e verdim, saygıdan. İlk hamleyi o yapsın diye. Öylece başladık. Ama yobaz sürüsü daha da kalabalıklaşıp otelin bulunduğu tarafa gelince ve dışarıdaki kelle avcılarının istekleri yakından işitilmeye başlayınca sanırım Lütfi Kaleli’nin önerisiyle Asım Bey izin isteyip kalktı. Saldırıyı bildiren bir yazı hazırlayıp ilgili yerlere faksla geçeceklerdi. Öylece yarım kaldı oyunumuz. Sonsuza kadar da yarım kalacak. Hiç bitmeyecek bir oyun… Seslerin daha da artması üzerine odalarımıza çıkmamız istendi. Öyle yaptık.”
Gelin bu dakikaları bir de Zerrin Taşpınar’dan dinleyelim: “Lütfiye Aydın, ben, Asaf Koçak heyecanlı değiliz. Asaf Koçak karikatürist. Lobide oturmuş, insanların portrelerini yapıyordu, yanımda. Lütfiye Aydın’ın eşi Cafer Can Aydın, Asım Bezirci’yle oturmuş satranç oynamaya başladılar. Telefonlar, polisle konuşmalar süreci içerisinde ben, asma kata çıktım. Metin Altıok olduğunu şimdi çok iyi anımsıyorum, birkaç kişi daha vardı. Onlara fıkra anlattım.
Bir gece önce Muhlis Akarsu’dan duyduğum bir fıkrayı onlara anlattım. İlk gittiğim gece anlatmıştı, Muhlis Akarsu. Külebi, ben, Sabri Bey yine içiyorduk. Ben Kangallıyım dedi. Bir Kangal fıkrası anlatayım mı?
—Anlatın.
Aynı fıkrayı anlattım. Metin Altıok hemen içindeki ince espriyi yakaladı.
—Yav size anlatmış bu fıkrayı, haberiniz olsun. Üç okumuş falan gibi yakıştırdı. Gülüştük…
Herkes çok sakin. Daha sonra lobiden bize, odalarımıza çekilmemiz söylendi. Tabi benim odam olmadığı için Lütfiye ile Cafer’in odasına gittim.”
 
Saat 14.40: Polisler otelin önünde toplanıyor. Tam bu sırada otele gelen Olgun Şensoy gibi şenliklerden ötürü Sivas’ta bulunan birçok kişi can güvenliğini sağlamak amacıyla otele toplanıyorlar. Semah ve tiyatro grupları, yazarlar, şairler hepsi orada. Tedirgin bir bekleyiş başlıyor.
* Göstericiler, Kültür Sarayı’nın sonrasında “İslamiyet ve şeriata” ilişkin sloganlar böğüre böğüre yazarların bulunduğu Madımak Oteli’ne doğru yürüyüşe geçerler. Olay yerine gelen asker ve polis ekipleri otelin çevresini kuşatan şeriat yanlısı aşırı dinci güruhun otele girmelerine engel olmaya çalışıyorlar.
Bu tedirgin bekleyiş anını gelin hep birlikteŞükrüGünbulut’un ağzından dinleyelim. Şöyle diyor Günbulut:
Saat 14.40. Madımak Oteli salonu: Bir teklif geliyor:̒Aramızda birilerini seçelim, bu durumu protesto ettiğimizi belirten bir yazı yazalım. Hep birlikte imzalayalım. Vali’ye, Emniyet Müdürü’ne, Belediye Başkanı’na, Emniyete, İç İşleri’ne, Başbakan’a gönderelim.'
Kolonun dibinde oturan iki genç kızın daha yeni Kültür Merkezi’nden geldiğini söylediler. Yanlarına gittim. Küçük teybimi çıkardım, anlattırdım(Kasetimde otelin içinde bir tek onların sesini çıkarmışım). Şeriatçıların, birbiri ardından yaptıkları iki baskınla Kültür Merkezi’ni tahrip ettiklerini, heykele saldırdıklarını anlatıyorlardı. Reis Karamolla konuşmuş, Kültür Merkezi önünde: “Gazanız mübarek olsun, işi bitirdik, rahat olun aslanlarım.” demiş. Sloganlar atılmış; “Vali Gidecek Şeriat Gelecek, Aziz’e Ölüm…” Zabıta aracına girmişler, hoparlörden ezan okunmuş, tekbir getirmişler.
Bunları anlatan ince, yeşil gözlü bir kız.
-Sen dışarıda mı kalıyorsun? dedim.
- Evet, dedi;  Avrupa’dayım…
Dünkü Semah Ekibi’ndenmiş. Adı Yeşim’miş. Yeşim Özkan. Yanındaki de Huriye Özkan… Kültür Merkezi kargaşasından çıkmış, Madımak Oteline gelmişler. Otelin geleceğinden habersiz gülerek anlatıyorlar. İkisi de öldü. Morgda gördüm resimlerini, tanıdım. Aynı güzellik…
Yüksel bir karara varmış gibi söze başlıyor: “Bu panelin, bu gün mutlaka yapılması gerek. Eğer yapılmazsa gericiler azgınlaşır, önlerinde durulamaz, daha çoğunu isterler.”
Aydınlık’ı beklerken karşıma Yüksel çıkıyor:
-Şükrü, aşağı gel, diyor.
- Telefon bekliyorum…
-O telefon çıkmaz. Öğretmenler Derneği’ne gidelim, oradan edersin.
Israr ediyor, iniyorum. Bu kez asansörün çalışmadığını fark ediyorum. Katlarda insanlar görüyorum. Bir de ilk kez salonun üstünde bir asma kat  (ya da birinci kat) olduğunu fark ediyorum, orada bir salon ve masalar var, oturanlar… Zemin ise bıraktığım gibi, bir olağan dışılık yok, grup grup oturuyorlar.
Yüksel ayakta ‘Hadi gidelim’ diyor. Öğretmenler Derneği’ne gidelim, oradan edersin. Hemen şurda. Karşıdaki Bankalar Caddesi’ni gösteriyor.
Ben, odamdayken Yüksel aşağıdan Aziz Nesin’e de telefon etmiş. Evine çağırmış. Aziz Nesin, ’burası daha emniyetli’ demiş.
Saat olasılıkla 15.30’du. Bir kâğıda Öğretmenler Derneği’nin ve Yüksel’in evinin telefonlarını yazıyorum. Biz gidince panel başlarsa hemen çağırsınlar diye. Bu numaraları Ali Balkız’a veriyoruz. Şeriatçılar, Vilayet Meydanı’ndalar. Bağırtıları duyuluyor, caddenin ucundan görünüyorlar. Otel tarafı sakin, her günkü kalabalık.
Otelin önünde her günkü birkaç polis, sokak boyunca 20 m. Kadar yürüyüp Cumhuriyet Caddesi’ne çıkıyoruz.
Saat 15.00: Otelin önünde sayıları 2-3 kişiye ulaşan kara vicdanlı, kara sakallı yobaz güruh; “Vali İstifa”, “Vali Gidecek Şeriat Gelecek.”, “Şeytan Aziz”, “Sivas Aziz’e Mezar Olacak”vb. sloganlar böğürüyorlardı. Otelde büyük bir panik havası egemen. Polis, otelin çevresinde. Ancak ne herhangi bir müdahalede bulunuyor, ne de eylemcileri dağıtmaya çaba gösteriyordu. Bu andan itibaren artık dışarı çıkmak olanaklı görünmüyor.
*Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Ankara Şube Başkanı Demet Işık: Emniyet Müdürü’nün Vali’ye; ‘Dışarıya çıkma yasağını koyun baş edemiyoruz.’ dediğini aktarıyor.
* Vali, Başbakanlığa acil yardım için faks çekiyor.
Ali Rıza Koçyiğit, otelde büyük panik havası yaratan bu dakikaları şöyle anlatıyor:
Yemeğimizi yedikten sonra otele gittik. Lobide Arif Sağ, sazını akort ediyordu. Akordu da çalar gibi. Saat ikide dinletisi olacaktı. İki buçukta panel. Arif Sağ, ben, panelden önce değil sonra çalayım, demiş. O nedenle saat iki buçuğa kadar otelde duralım dedik. Bir fısıldaşma başladı, Kültür Merkezi’ne saldırıldığı haberi gelmişti. Durum neydi? Bilmiyorduk. Konser olacak mı, panel olacak mı? Henüz karar verilmemişti. Biraz bekleyelim denildi, kendiliğinden bir şekilde. 14.30-15.00 arası kalabalık, otelin önüne gelip tekrar gitti. O arada bir durum değerlendirmesi yapmak gereği hissedildi. Otelin asma katına çıktık. Asım Bezirci,  Cevat Hoca, dernek yöneticileri, Arif Sağ, 6-7 kişi bir durum değerlendirmesi yaptık. Burada şenliğin sürüp sürmeyeceği tartışması yapıldı. Şenliğin iptali görüşünde olan yoktu.  Yalnızca bu ihtimalin, bunlara pabuç bırakmak, bunlardan korktuğumuz anlamına geleceği belirtildi. Fakat konser ve panel fiilen iptal edilmiş oluyordu. Sürmemesine yönelik karar alınmadı. Öğle sonrası atlatılırsa bu işler sürebilir diyorduk. O sırada asma kata Sivas Turizm Müdürü olduğunu söyleyen biri geldi: ‘Burayı terk edin, güvenlikte değilsiniz’ diyordu. Adam içerde olan biteni biliyordu. Vali’nin, kendisini gönderdiğini ileri sürüyordu. Biz adama güvenmediğimizden onu tersledik. Bu arada Uğur Kaynar, Aziz Nesin’i Zara’ya davet etmişti. Saat ikide (14.00) gideceklerdi. Sanırım araba gelmediği için, gösterilerden dolayı Zara’ya gidemediler. Aziz Nesin yukarıdaydı. Odasında… Ali Balkız, ona yemek gönderiyordu, dikkatli biçimde. Otel personeli değil bizden biriyle.
Turizm Müdürü’nün tahliye teklifine sıcak bakmadık. Çünkü birincisi, adamı tanımıyoruz; ikincisi gericiler yoğun olarak kapıda değildi ve taşlama başlamamıştı, tehlike somut değildi. Yine ayrıca nereye gidilecekti? Belli değildi.
Sonuçta adamlar geldi, sloganlar ve taşlama başladı. Saat 15.00-15.30 arasıydı.
Korkunun ve paniğin egemen olduğu bu dakikaları Kamber Çakır şöyle dile getiriyor:
Otele geldik çocuklarla. Kültür Merkezi’ndeki çatışmayı öğrendik. Ben, sürekli telefonlaşıyorum, Kültür Merkezi’yle. Cevat, oradan; Kamber Ağabey bunaldık buradadedi, telefonda. Ben, Arif Sağ’a: Hadi, şu Ankara’yı aradedim. O, milletvekilleriyle görüştü, yetkililerle görüştü. Ben, bu arada Kültür Merkezi’ne gidip geldim. Geldiğimde bizim ağır adamların, bir masada deklarasyon hazırladıklarını gördüm. Ne yapıyorsunuz? dedim. Kültür Merkezi kuşatılmış, siz yazı hazırlıyorsunuz…
Bu dakikalar, Cem Celasun tarafından şu şekilde dile getiriliyor:
Kültür Merkezi’ndeki çatışmada olayın büyüyeceğini hissettim. O sırada uzaktan gelen bir taksiye el ettim, durdu.  Taksiyle ara sokaklardan geçerek otelin sokağının diğer başında indim. Geldiğimde sokağın başında bir kordon vardı. Jandarma kordonu… Otelde kaldığımı söyleyip geçtim. Oteldekiler beni görünce ne olup bittiğini sordular. Ben de Kültür Merkezi’nde çatışma oldu, büyük bir çatışma. Kalabalık gittikçe artıyor, bir şeyler yapılması lazımdedim. Odama çıkıp çantamı topladım, otel terk edilecek diye düşünüyorum. Herkesin de benim gibi düşündüğünü sanıyorum. O arada bazı telefon konuşmaları yapıldı. Otelin önü boş. O sırada bazı insanlar kahvaltı salonunda, yani asma katta toplantıya geçtiler. Biraz sonra Turizm Müdürü olduğunu söyleyen bir adam geldi. Sarışın, kısa boylu, kırmızı suratlı birisi. İşte Burayı şimdi boşaltın, biz size yardımcı olalım, bu kalabalık, saatler geçtikçe büyüyecek. Bunun önünü polis asker alamaz. şeklinde açıklamada bulundu. Bizim yanımızda bu açıklamalar yapılırken, Aziz Nesin’e koruma olarak verilmiş sakallı, Ramazan isimli bir polis de var. Meraklılar grubunu, otelin önünde harekete geçirmeye çalışan, oteli işaret eden, el-kol işareti yapan 20-30 kişilik bir grup var, Turizm Müdürü konuşurken. Madımak Oteli, caddeden aşağı girince ikinci bina. Polis, şimdilik sokağın başını kesmiş. Ben, el-kol işaretiyle meraklıları tahrik etmeye çalışan grubu görünce, asma katta toplantı yapan insanların yanına çıktım: Aşağıda Turizm Müdürü olduğunu söyleyen bir adan var. Ama ben, Turizm Müdürü olduğuna inanmıyorum. Kapsamlı bir güvenlik bilgisi var ve bu adam, otelin boşaltılmasını söylüyor. Karşıda da oteli hedef gösteren insanlar var. Bir karar alınacaksa çabuk alınsın.dedim. İşte o arada Asım Bezirci, Ali Balkız, Murtaza Demir, Battal Pehlivan, Lütfi Kaleli, Ali Rıza Aydoğmuş, Ali Rıza Koçyiğit falan vardı. Onlara gereğini duymuştum. Asım Bezirci: terkyönünde görüş belirtti. O sırada masadan biri: Biz burayı terk edersek demokrat güçler, bir mevzi kaybetmiş olur. Devlet gelsin dağıtsın bu adamları, olayları bastırsın. Bu etkinlikleri devletin katkısıyla, Valiliğin oluruyla yapıyoruz.dedi. Bunun üzerine; Biz, etkinliklerimize devam edeceğiz, devam kararındayız. Valiye gidilsin, durum anlatılsın. İptal ederse o etsin.kararı alındı. Bunun üzerine Murtaza Demir, vilayete gitti. Vali ile görüşmeye… Ben, Kültür Merkezi’nden 14.35’te çıkmıştım. Beş dakikada otele geldim. Bu tartışmalar, aşağı-yukarı 40-50 dakika sürdü. Murtaza Demir vilayetten döndüğünde henüz büyük kalabalık otele gelmemişti. Murtaza Demir içeri girdi. Ne oldu? dedik. Vali; Etkinlikleri iptal etti.dedi. İçeri girdikten 5-10 dakika sonra büyük kalabalıkla birlikte ilk taş atıldı, otele.
Gelin, aynı dakikaları bir de Ali Balkız’dan dinleyelim:
Karar vermek üzere toplandık. Oradaki yazarlar, dernekçiler ne yapalım? Tümüyle bağlayıcı bir karar vereceğiz. Şenliklere devam kararı mı verelim? Yoksa şenlikleri iptal ediyoruz, yapmayacağız mı? diyelim. Bu ise kaçış değil midir? Ricattır. Bu kolu görmektir. Bu, geri adımdır. Tartışıyoruz. Ama Bezirci ya da Cevat Hoca; ‘Valiye gidip bunları anlatın. Biz, vazgeçmiş olmayalım da vali iptal ederse etsin’ dedi. Bu sırada ferahtayız, taşlama yok. Otelin önünde 15-20 polis- asker var. Murtaza, valiye gidip geldi. Vali’nin sözlerini anlatıyor: ‘Üzgünüm, şenlikleri iptal ettim.’ Dediğini söyledi. Bu tartışmalarımızın arasında uzun boylu bir adam geldi. Valilik adına geldiğini ve tahliye edilmesi gerektiğini söylemiş arkadaşlara.  Fakat bizi götürecek ne araç vardı, ne de güvenliğimizi sağlayacak herhangi bir önlem. Kime güvenip nasıl çıkacağız dışarıya. Oteli daha güvenli gördük ve teklife itibar etmedik.”
Olgun Şensoy, şu şekilde dile getiriyor aynı dakikaları:
Biz, arkadaşlara otelin güvenli olduğunu söylüyoruz. Dışarıda 50-100 adam vardı. Ben, bir ara Huriye’nin bir giysisini aldım. Uzunca bir tuniği vardı. Onu giydim. Gözlüğü çıkarttım. Sakallarım bayağı uzundu, onu çekiştirdim, bıyıklarımı incelttim. 15.30 falandı. Arkadaşlara; ‘Dışarı çıkıyorum dedim. Bir bakacağım ne var, ne yok diye. Kimdirler? diye’ dedim. İçeriden çok fazla göremiyoruz. Polis kordonunu geçip onların içinde gezmeye başladım. Tek tük kararlı adam vardı. Yaşlı yaşlı adamlar; ‘Dinsizlerin bile bir dini var, onlar Aziz Nesin’den daha iyi.’ diyorlardı. Yakılmalı diyorlardı, taşlama falan yoktu. Otelin 50 metre önündeler. Polis, sokağın başında tutuyordu, onları. Bir on dakika onların arasında gezdim, otele girdim. Arkadaşlara; ‘Bir şey yok.’ dedim. Tedirgin olan kimse yok. Tüm çocuklar, arkadaşlar işte türkü söylüyorlar. Semahçıların çoğu Sivaslı. Onlara takıldım; ‘Bizim Karadeniz’e gelseniz böyle şeyler olmaz işte. Bak burada dışarıya bile çıkamıyoruz.’ falan diyorum. Asaf, mızıka çalıyor. Orada meşhur bir üçlü vardı: Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve Metin Altıok. Onlar da birbirilerine bir şeyler anlatıp gülüyorlar. Alabildiğine şen bir hava. Bir de Carinna Juanna var. Onunla, insanlar konuşmaya çalışıyor, gülüşüyorlar.”
Şu kara sakallı, kara vicdanlı, geçmişi karanlık, emeli kirli yobazlara engel olun, saldırganlıklarını kontrol altına alın, demek üzere Vali ile görüşmeye giden Murtaza Demir, şöyle dile getiriyor o dakikaları: “Otel, saat 14.00’e doğru kuşatılmaya başlandı. Olaydan Ankara’yı haberdar edip durumun önemini anlatıyorduk. Herkes tanıdıklarına ulaşmaya çalışıyordu. Birçok milletvekiliyle, bakanla görüşüldü. Ben, Mustafa Kul’la, Şahin Ulusoy’la, Doğan Taşdelen’le, Ethem Cankurtaran’la, Cevdet Selvi’yle görüştüm. Arif Sağ görüştü Cevdet Selvi’yle, bakanlarla… Bir bakan yardımımıza, yanımıza gelseydi bu ölümler yaşanmazdı. Biz, linç edilmekten korkuyorduk. Yangını hiç düşünmemiştik. Kovalara su doldurmuştuk. Yangın tüpleri vardı. İtfaiye gelebilirdi. Yakma olasılığı bize az geldi. Saat 16.00 sıralarıydı. Bir yurttaş geldi; ‘Sizi çıkarayım, falan’ dedi. Biz, ona güldük. Onun bu teklifte bulunduğu zaman otelin etrafı sarılmıştı. Adamlar kan istiyordu, dişlerinde kan vardı. O nedenle o adamın teklifi inandırıcı değildi. Kaldı ki adamın kim olduğu belli değildi. Bir güvenlik önleminden bahsetmemişti. Dışarıya çıktığımızda linç edilecektik. Adama inansaydık neden çıkmayaydık. O ara, adamdan valiyle beni görüştürmesini istedim. Çünkü vali ile görüşülmüyordu, valinin telefonları kilitliydi. Kendimi riske atarak dışarı çıktım. Taşlama, bütün yoğunluğuyla sürüyor. Adamla valiliğe gittim, vali ile görüştüm. Valiye durumu anlattım; ‘Bizi orada linç edecekler, öldürecekler, lütfen can güvenliğimizi sağlayın’ dedim. Orda Tugay Komutanı General, Belediye Başkanı, Emniyet Müdürü vardı. Emniyet Müdürü, Belediye Başkanı’na yalvarıyordu: ‘Sayın başkanım, halka bir konuşma yapar mısınız, halkı teskin eder misiniz?’ diyordu. Vali, bana konuşmanın bittiğini hissettirdi. Vali; ‘Tamamen güvenliğinizi aldık. Tokat’tan güçler geliyor, gelmek üzere.’ dedi.  Otele döndüm. Karşı pasajdan hızla geldiğimde giriş kat terk edilmişti, birinci kata çıkılmıştı…”
Vali Ahmet Karabilgin bu konuda şunları söylüyor:“Bu gösteriler olurken ben, Aziz Nesin ve diğer sanatçıların kent dışında olduğunu sanıyordum. Çünkü Zara’ya gezi düzenleyeceklerdi. Bu sırada yanıma vali yardımcısı geldi ve konukların Madımak Oteli’nde olduğunu anlattı. Bunları kent dışına çıkartmak için hemen bir şirketten iki otobüs sağladık ve otelin önüne gönderdik. Oteldeki konuklar, Turizm Müdürü’nün ısrarına rağmen oteli terk etmemişler.
Kin kusan, kan isteyen Ortaçağ özlemcisi kara vicdanlı yobaz güruhun zulmünden kıl payı canını kurtaran Ali Rıza Koçyiğit; “Bize, güven telkin etmedi” dediği Turizm Müdürü’nün; “Tahliye teklifine sıcak bakmadık. Çünkü birincisi; adamı tanımıyoruz. İkincisi gericiler, yoğun olarak kapıda değildi ve taşlama başlamamıştı. Tehlike somut değildi.” diyor.
Peki, kendilerine tahliye teklifini getiren kişinin Turizm Müdürü olup olmadığını araştırmak o kadar zor muydu? Faşistler, nasıl olsa yoğun olarak kapıda olmadıklarına göre valiye gidilerek ya da telefonla ulaşılarak o kişinin kimliği ve teklifi hakkında bilgi edinilemez miydi? Bu birincisi. Gelelim ikincisine. “Taşlama başlamamış ve tehlike somut değildi.” diyor Koçyiğit. Faşistler Kültür Merkezi’ni ablukaya alarak oradaki her şeyi tahrip edip yaktıktan sonra sıranın otele geleceğini bilmiyorlar mıydı? İnsan bu kadar saf olabilir mi? Kapıya dayanan bir tehlikeyi görmemek, fark etmemek gaflet değilse nedir?
Dikkatlerden kaçmayan çok önemli bir nokta da Turizm Müdürü’nün tahliye kararını bildirmek üzere otele geldiği zaman dilimi konusundadır. Bu konuda Ali Rıza Koçyiğit; “Gericiler yoğun olarak kapıda değildi ve taşlama başlamamış, tehlike somut değildi.” derken, Murtaza Demir; “Saat 16.00 sıralarıydı. Bir yurttaş (Turizm Müdürü’nü kast ediyor) geldi; ‘Sizi çıkarayım, falan’  dedi. Biz, ona güldük. Onun bu teklifte bulunduğu zaman otelin etrafı sarılmıştı. Adamlar kan istiyordu, dişlerinde kan vardı.” diyor.
Peki, Sivas valisi Ahmet Karabilgin tarafından Madımak Oteli’nde bulunanları tahliye etmekle görevlendirilen Turizm Müdürü, otele geldiği zaman, Ali Rıza Koçyiğit’in söylediği gibi gerçekten gericiler, “Kapıya gelmemiş, taşlama başlamamış ve tehlike somut değil miydi? Yoksa Murtaza Demir’in dediği gibi; “Onun bu teklifi getirdiği zaman otelin etrafı sarılmış, adamlar kan istiyor ve dişlerinde kan mı vardı?”
Saat 16.00: Sanatçı kimliğiyle birlikte politikacı kimliğine de sahip olan Arif Sağ, Madımak Oteli’nde SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) Genel Merkezi’ni arayarak konuyla ilgili olarak Genel Sekreter Cevdet Selvi, Ethem Cankurtaran, Ziya Halis ve Mustafa Kul ile görüşür. Onlardan, bir an önce gereken önlemin alınmasını ve kendilerine sahip çıkılmasını ister. Hepsi de; “Tamam, siz merak etmeyin, ilgili yerlerle görüşüp gerekeni yaparız.” diyorlardı.
Ali Balkız, bu dakikaları şu sözlerle dile getiriyor: “İlk taş, ilk camı kırdı. İlk camın kırılmasıyla birlikte lobiden biz çekildik yukarıya, kahvaltı salonuna ve merdivenlere… Giriş, lobi, resepsiyon var. Sonra asma kat; kahvaltı salonu ve sonra birinci kat. İlk taşla birlikte kahvaltı salonuna çıktık.  Kahvaltı salonunun da camları kırılmaya başlandı. Orayı da boşalttık. Merdiven aralığındayız. Yaşlılar, çocuklar, genç kızlar üst katlara çıktılar. Biz direnişçiler, birinci katta barikat kurduk, orada kaldık. Taşlama sürüyor. Taş atıyor, slogan atıyorlar. Taş, slogan, taş, slogan…. Bu, saatlerce sürüp gitti.”
Peki, saatlerce devam eden bu taşlama olayında kullanılan bu kadar taş, nasıl temin edilmiştir? demeyin. Bu da önceden düşünülmüş ve gerekli tüm önlemler alınmıştı. Tıpkı, olaydan günlerce önce hazırlanıp dağıtılmış bildiriler gibi…
-Nasıl mı?
Sivas’ın hiçbir sokağında ve hiçbir caddesinde “kaldırım çalışması” söz konusu olmadığı halde PTT binasının hemen önünde kaldırım çalışmasına başlanmıştı. Bu çalışma için de kaldırım taşları yığılmıştı, PTT binasının önüne.
-Neden PTT binası?
Çünkü PTT binası, Madımak Oteli’nin bulunduğu sokaktan caddeye çıkışta hemen sağda bulunuyordu. Çünkü PTT binası, Madımak Oteli’nin hemen yakınında bulunuyordu. Yani burası, bir tür cephanelik fonksiyonu görüyordu. Bütün bu hazırlıklar, devlet ve hükümet yetkilileriyle kimi medya kuruluşlarının ileri sürdükleri gibi olayın, Aziz Nesin’in konuşmasına duyulan tepkiden kaynaklanmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü bütün bu hazırlıkların, Aziz Nesin’in, -onlara göre- tahrik unsuru olarak görülen konuşması, henüz ortalarda olmadan günlerce başladığının bir kanıtıdır.
Peki, mantıklı düşünen bir insana göre Aziz Nesin’in konuşması,  katliamın bir bahanesi olduğuna göre asıl amaç nedir? Asıl amaç; kara vicdanlı, geçmişi karanlık, emeli kirli, ağzı köpüklü yobaz gürûhun özlemini çektiği şeriat düzenini getirmeye çalışma provalarından başka bir şey değildi. Eee… Bu provaların gerçekleşmesinin önünden büyük engel olarak gördükleri tek güç Alevilerdir. İşte Alevileri diri diri ateşe vererek yakmaları da bundan olsa gerek.
Gelin bu dakikaları bir de Hidayet Karakuş’tan dinleyelim: “Caddede sloganlar atarak birkaç kez gidip geldiler. Her gidiş-gelişlerinde kalabalığın sayısı artıyordu. Biz, perdenin arkasında izledik, başlangıçta. Ancak dikkat çekmekten korkarak geri çekildik.
Melahat Yavaşlı, bizim valizlerimizi hazırladı. Karım, kaçmaya hazır biçimde giyindi.
Eşyaları bırakıp koridora çıktık. Sonra eşyaları da getirip beklemeye başladık. İlk taş atıldı. Camlar, büyük gürültülerle indi aşağı. Odalara düşen taşların, insanın beynine saplanan sesi, korkudan çok merak uyandırıyordu. Çıkıp baksak mı dışarı?” diye.
Kimsede korku belirtisi yoktu başlangıçta. Ya da hepimiz korkuyorduk da sözcüklere dökemiyorduk. Genç arkadaşlar gülüp eğleniyorlardı. Bir ara Asaf Koçak, o Devekuşu karikatürlerinin yaratıcısı genç arkadaş, ağız mızıkasıyla bir şeyler çalmayı denedi. Hava öylesine ağırdı ki sürdürmedi, sürdüremedi. Gülüp eğlenen gençlerin de neşesi kısa sürdü.
Hepimiz, saldırı olursa ne yaparız? Sorusunu sorduk da “Yangın çıkarsa ne yaparız?” sorusuna yanıt aramadık.
Saldırıyı iki yönlü düşündüğümüz halde yangın çıkarılabileceğine, bizi yakmak isteyeceklerine olasılık vermedik.
Otelin girişinden gelecek saldırı için oteldeki işe yarar demir çubuk, küllük ayağı, odalarda unutulan çıtalar, sehpa, sandalye ayakları birer savunma aracı olarak hazırlandı. Otelin girişindeki merdivenlerin önüne masalardan, sandalyelerden barikatlar yapıldı. Merdivenlerde gençler, şairler, yazarlar ellerinde sopalarla beklemeye başladılar. Bitmezi tükenmez bir taş saldırısı sürüyordu, cehennem gibiydi ortalık. Sık sık telefonlara Kamer adında bir arkadaş bakıyor, dışarıyla bağlantımızı kuruyordu.”
Vicdanı kara, ağzı salyalı yobaz gürûhun; “Ya Allah, Bismillah, Allahuekber”; “Yaşasın Şeriat!”; “Şeriat Gelecek Zulüm Bitecek”; “Kâfirlere Ölüm”sloganları eşliğinde yoğun taş yağmuruna tuttukları Madımak Oteli’nin pencerelerinde sağlam bir tek cam bile kalmıyor. Hal böyle olunca yangını akıllarının köşesinden bile geçirmeyen canların tek korkusu; “linç edilme”ydi. Zaten önlemlerini de buna göre alıyorlar. Nerden bilebilirlerdi diri diri yakılacaklarını.
Bu dakikalar, Olgun Şensoy’un ağzından şu cümlelerde ifadesini buluyordu: “Hep kurtulacağımız düşüncesi var. Dışarıdan İsmail Kaya arıyor. Menekşe ve Koray’ın babası. ‘Yav İsmail abi sen kendine iyi bak’ diyoruz. ‘Bak türküler söylüyoruz’ diyoruz. Can Şenliği, Alibaba’dan arıyor; ‘Gelelim mi?’ diyordu. Yok diyoruz. Kurtuluş umudumuz var. Çünkü sürekli telefon konuşmaları yapılıyor. Telefon ağı işliyor. Valinin ilk günkü tavrı da bizi etkiliyor. İçerde sohbet güzel! Hatta içeride olmayı bir şans sayıyoruz. Şakalaşıp gülüşüyoruz. İkinci kattayız. Tüm dostlar bir arada, sevinçli bir gün paylaşılıyor.
Yukarıda masa vardı, aşağıya indirdik. Sama katta, 1. kata çıkışa yerleştirdik. Çıkışa uzunlamasına yerleştirdik. Masa, sandalye parçaları, yangın tüplerini toplayıp barikatın başına koyduk. Yangın tüplerini yangına karşı değil, saldırganlara vurmada bir silah olarak kullanmayı düşünüyoruz. Yukarıdan başlarına vuracağız.
Yanımızda, barikatın başında Erdal Ayrancı var ki, Erdal abi eğitimli, vursa, bir vursa elli adamı devirecek güçte, nitelikte. Ben de onun yanındayım ve ondan güç alarak güçlü oluyorum. Biz diyoruz kesinlikle barikatı, bizi geçemezler. Hatta insanlara kızıyoruz, bizim insanlara. Ayak bağı oluyorsunuz, diye. Diğer arkadaşları aralıklarla merdivenlere dizdik. Rıza, asma katta bir sütunun arkasında durup olup bitenleri naklen bize anlatıyor. İşte bir taş daha geliyor. İşte polis, adamları itiyor, falan. Herkesin elinde şişeler, sandalye bacakları savunma silahları, bekliyoruz. Biz, ‘Allah Allah’ diye saldıracaklarını düşünüyor, yangını değil. Yanımızda sakallı, Artvinli, Ramazan isimli diye bir polis var, Aziz Nesin’in koruması. Elinde Kaleşnikof. Yanımızda komiser Mehmet var. Çok zorda kalırsak kaleşnikof almayı planlıyoruz. Yangın aklımızın ucundan geçmiyor. Bir ara görev bölümü yapıyoruz. Herkes görev alıyor. En üst kata Hasret çıkıyor, etrafı gözetlemeye. Orta katta arkadaşlar da hazırda. Biz, barikatın başındayız ve biz yıkılınca hemen arkamızdaki arkadaşın, yerimizi alarak, mücadeleyi sürdüreceğini tasarlıyoruz.”
Ali Rıza Koçyiğit,   bu dakikaları şu cümlelerle dile getiriyor: “Sonuçta bunlar geldiler, sloganlarla taşlama başladı. Orada bir kaldırım inşaatı vardı, taş boldu. Biz, giriş katını ve asma katı terk ettik. Birinci kata çıkan merdivenin ilk basamağına ve aşağısına masa, sandalye yığarak barikat oluşturduk. Yangın tüplerini hazırladık, şişe kapaklarını hazırladık, eski sandalye bacaklarından sopalar hazırlandı. İnsanlar üst katlardalar. Daha ilk taşlama anında Arif Sağ, Cevdet Selvi ile görüştü. Burada Ali Balkız, Erdal, Asaf, Kamber Çakır, Rıza, Olgun ve üç-dört kişi daha yaşı otuzlarında olan insanlar, kaba da olsa önlemler almaya çalışıyorduk. Diğer insanlar da ellerine birer sopa alarak yardıma geliyorlardı. Dışarı, ancak giriş katta izlenebiliyordu. Bu arada Aziz Nesin’i, benim dün gece kaldığım 109 nolu odaya getirdik ve aşağıdaki telefonları, resepsiyondaki telefonları bu odaya bağladık. Aziz Nesin, görüşmeleri oradan yaptı. Vali ile İnönü ile Kamber Çakır, lobideki telefonlara bakıyor. Rıza asma katta, Erdal ile ben barikatın başındayız. ‘Barikatı aşamazlar’ diyoruz. Bize uzaktan zarar verebilirler, makineliyle tarayabilirler, yangın çıkarabilirler. O nedenle biz, birinci katın merdivenlerindeki halıları söktük, aşağıdan yangın başlarsa yayılmasın, diye.
Yanımızdaki komiserin telsizinden şehirde olup biten her şeyi duyup öğreniyoruz.
Çatı kata çıkıp inceledim, delinip çatıya çıkılır mı diye. Aradaki terası biliyordum. Birinci katta 109 nolu odadan atlanıp geçiliyor. Bura bir sac perde var. Odalarla diğer binaların ilgisini kesiyor. Burayı incelemiştim, çıkılabilir, diye.”
 
Saat 16.30:“Olayların başlangıcından itibaren devletin üst düzey yöneticileri ile devamlı telefon irtibatımız vardı. Sayın bakan ve sayın müsteşar ile devamlı telefonlaştık. Sayın Cumhurbaşkanı; ‘Aman vali bey, yardımcı kuvvet isteyin, olayları önleyin. Güvenlik güçleri halkın üzerine sakın ateş açmasın’ dedi. Ben de zaten hiçbir zaman halkın üzerine ateş açılmasını düşünmedim.” diyen Sivas valisi Ahmet Karabilgin basın açıklaması yapıyor: “Pir Sultan Abdal Etkinlikleri’ne davetli olarak Aziz Nesin de katıldı. Dün (1 Temmuz) bir konuşma yaptı. Bu sabah da kitaplarını imzaladı. Bunu bahane eden 500-600 kadar aşırı dinci, şeriatçı Cuma namazından sonra Hükümet Meydanı’nda Hükümet ve Aziz Nesin aleyhine, şeriat ve İslamiyet lehine sloganlar atarak gösteri yapmaya başladı. Olaylar sırasında yer yer aşırı dincilerin, şeriatçıların sayısı 2-3 bini buldu. Bu grup uyarılara rağmen birkaç kez Hükümet Konağı’na doğru da yürüyerek sloganlar attılar.
Kayseri ve Tokat’tan polis talep edildi.
Otelde mahsur kalan yazarlar, polis önlemiyle Ankara’ya gönderilecek”
 Evet, müsteşardan bakana, Başbakan’dan Cumhurbaşkanı’na değin devletin tüm üst düzey yetkililerine olay hakkında bilgi veren devletin valisine, devletin zirvesinde bulunan Cumhurbaşkanı’ndan, “Halkın üzerine ateş açmayın!” talimatı geliyor.
Peki, kin kusan, kan döken, can alan dünü karanlık, emeli kirli, kara sakallı, kara vicdanlı, Ortaçağ’a özlem duyan bu ağzı salyalı yobaz gürûhunu halk”tan saymak hangi mantığa ve hangi vicdana sığar. Hangi vicdan sahibi bunu ‘halk’tan sayar? “Bana, sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” diyen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile 37 canın ateşe verilerek diri diri yakılmasına rağmen “Halkın burnu bile kanamadı.” diyebilecek kadar basitleşen zamane Başbakanı Tansu Çiller ve onların mantığı doğrultusunda hareket edenlerin dışında.
 
Saat 16.40:Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Hasan Yücesan yaptığı açıklamada can kaybının ya da yaralanmaları olmadığını belirterek; “Olaylar, bir protesto şeklinde gelişiyor ve kontrolümüz altındadır.” diyordu.
 
Saat 17.00: Sivas’ta bulunan 14 Milli Gençlik Vakfı Yurdu’nda barınan ve yaşları 14 ilâ 18 arasında değişen ve katliamda etkin bir görev üstlenen bu gençlerin, saat 17.00 sularında, barınmış oldukları yurtlardan çıkarak Madımak Oteli’nin önüne geldikleri söylenmektedir. Adı geçen bu yurtlarda 1000’den fazla öğrencinin barındığı biliniyor.
* Madımak Oteli’nin çevresini kuşatan canilerden bir bölümü, ikindi namazını kılmak için otelin önünden ayrılarak camilere gidiyorlar.
* Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, Aziz Nesin’i arayarak bilgi alıyor. Prof. Dr. Cevat Geray, İnönü’nün, vaziyete hâkim olduklarını” söylediğini vurguluyor. Geray; “Ama maalesef öyle bir güç yoktu. Ben valiyi aradım. Bağlantı kurmak da güçtü, ‘bizi tahliye edebilecek misiniz?’ dedim. Vali, ‘Tahliye tehlikeli’ karşılığını verdi.” diyor.
* Sivas valisi Ahmet Karabilgin, Başbakan’a acil önlem için ikinci faksı geçiyor.
* Aziz Nesin, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’yü telefonla arar. Gelişen olaylara ilişkin bilgi verip yardım talebinde bulunan Aziz Nesin, Erdal İnönü’ye; “Sayın İnönü bizim burada olayı abarttığımızı, büyüttüğümüzü sanabilirsiniz. Bakın ahizeyi dışarı tutup telefonda size kırılan camların, atılan sloganların sesini dinleteyim. Zor durumdayız.” diyor.
Bunun üzerine durumu hemen İçişleri Bakanı’na ve Başbakan’a iletir. İnönü’nün yanı sıra Ziya Halis de durumun vahametini Başbakan’a iletir.
Bu sıralarda İstanbul’da kendisine ulaşılan İnönü’nün konuştuklarına ilişkin haberi, Mustafa Ekmekçi Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde şöyle yazıyor:
“İstanbul’da nükleer kuruluşları gezerken haber vermişlerdi:
-Efendim, Sivas’ta olay olmuş!
-Nedir, ne olmuş?
- Bir şey yokmuş efendim(saat 17.30 suları).
Bir süre daha geziyor nükleer santrali. Meraklı olduğundan yeniden soruyor:
-Sivas’la ilgili bir şey öğrendiniz mi?
-Efendim, biraz büyükmüş galiba!
Bunun üzerine Sivas valisine telefon eder.
Vali:
-Bir şey yok efendim, hâkimiz duruma!
Peki der Erdal Bey, kapatıyor telefonu. Sonradan SHP’den milletvekilleri ararlar; ‘olaylar büyüdü’ derler. Bunun üzerine yeniden arar, Vali Karabilgini. Vali:
-Evet, bize biraz takviye gönderilse iyi olur, der.
Erdal Bey, hemen İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’nu aramıştır.
-‘Bak, vali böyle böyle diyor’ der…
-Siz merak etmeyin efendim, biz gerekeni yapıyoruz!
Gazioğlu, tamam diyor İnönü’ye. O da Aziz Nesin’e; ‘tamam merak etmeyin’ der.”
SHP’nin saymanı Ziya Halis, Başbakan’a:
-Talimat verin, saldırganlar gaz ve sis bombasıyla dağıtılsın, der.
Başbakan Çiller, Ziya Halis’e:
-Sizinki gibi bir yöntem düşünmüyoruz. Topluluğu zorla dağıtırsak yaralanmalar olur, diyor.
Ne kadar acı ve ne kadar pervasızca bir yanıt, değil mi?  Acı diyorum; çünkü laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu bir devleti yıkarak, yerine şeriata dayalı bir devlet düzeni isteyenlere, Türkiye Cumhuriyeti’nin zamane Başbakanı, kol kanat geriyor ve onların burunlarının bile kanamasını istemiyor. Pervasızca diyorum; çünkü Başbakan Tansu Çiller, 37 kişiyi ateşe vererek diri diri yakan canileri “halktan” sayıyor. Ben sözümü yine tekrarlıyor ve diyorum ki;
-Ne kadar pervasızca bir davranış. Ne acı ki sözde laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakan’ı; otelde misafir olarak bulunan insanları göz göre göre ateşe verip diri diri yakarak katleden ağzı salyalı yobaz gürûhu dağıtmayın diyor ve onların “yaralanmasından” endişe duyuyor.
Keşke Mustafa Kemal bir başını kaldırsa da tilkilerin, aslan yatağını nasıl işgal ettiklerini gözleriyle görse.
 
Saat 17.30: Bu olaylar üzerine Cumhuriyet Gazetesi, Madımak’ı arayarak “Cop Cumhuriyeti”nin çizeri karikatürist Asaf Koçak’la görüşüyor: “Öğleden sonra Arif Sağ’ın konseri ile bir panel vardı, ona katılacaktık. Yemek için otele geldiğimizde bir anda aşırı dinciler, otelin etrafını sardılar. Dışarıda 2-3 bin kişilik bir kalabalık var. “Vali İstifa”, “Vali Gidecek Şeriat Gelecek”, “Şeytan Aziz”, “Sivas, Aziz Nesin’e Mezar Olacak” diye slogan atıyorlar. Otelde bulunan herkes panik içinde. İki saattir burada mahsuruz. Polisler, otelin etrafında eylemcileri dağıtmıyor.” der, Koçak. Bu konuşma aynı zamanda Asaf Koçak’ın son konuşması oluyor.
Asaf Koçak’ın; “Polisler, eylemcileri dağıtmıyor.” tespitini, Sivas’tan bir polis müdürü şu sözleriyle doğruluyor: “Otel önünde önlem aldık. Ancak saatlerce bekledik. Bize zor kullanma talimatı verilmedi.”
-Peki, gözü dönmüş, kara vicdanlı faşist sürüsünün dağıtılması için zor kullanma talimatını kimin vermesi gerekiyordu?
-Tabii ki devletin valisinin…
-Peki, Cumhurbaşkanı’ndan “Halkın üzerine sakın ateş açmayın”, Başbakan’dan; “Topluluğun burnu kanamamalı” talimatı alan bir valinin “zor kullanma” talimatını vermesi mümkün mü?
Bu dakikaları Cafer Can Aydın şu cümlelerle dile getiriyor: “Koridorlara çıktık ve böylece kendimizi kırılan cam parçalarından ve taşlardan korumaya çalıştık. Koridorlara açılan kapıları da kapadık ve ölümcül bir bekleme öylece başlamış oldu…
İnsanlar, koridorlarda oturmuş konuşuyorlardı. Konular, yalnız dışarıdaki saldırıyla ilgili değildi. Aşırı korku ve panik yaşayana da rastlamadım. Nesimi Çimen; ‘Biz böyle şeylere 1965’lerden beri alışığız’ diyordu. ‘Ta İşçi Partisi döneminden beri.’ Bir arkadaşın miğde ağrısı tutmuştu. Çantamızda kepekli ekmek vardı, onu getirdim. Bir parça kopardı, teşekkür ederek. Al dedim, daha al… ‘Yok’ dedi. ‘Bakarsın burada kalışımız uzun sürer, acıkan arkadaşlar olur. Siz de acıkabilirsiniz’ dedi. Özveriliydi. Üstelemedim. Kimsenin ölümle bitecek bir sonucu beklemediği belliydi. Safça, hatta aptalca bir yargıyla ‘Nasılsa dağıtılacaklar’ diye bekliyorduk. Hatta öyle inanıyorduk ki Arif Sağ, lobide konserin gecikmesinden yakınıyor, bir an önce olayların yatıştırılması için hattın öbür ucunda bilmediğim bir kişiye serzenişte bulunuyordu. Bu safça yargımızı da Tokat’tan, Kayseri’den yardım geliyormuş şeklinde çıkarılan asılsız söylentiler ve yanımızdaki polisin, merkezle yaptığı telsiz görüşmeleri pekiştiriyor, sabrımızı tazeliyordu. Oysa gerçekte yardıma mardıma gelen yoktu. İtfaiyeden alınacak iki arozöz, bu çapulcu alayını dağıtabilirdi.
 Kimsenin de burnu kanamazdı. Haydi, Refah Partili Belediye Başkanı, arozözleri vermeyi reddetti diyelim –ki valinin emrini çiğneyemez- oradaki polis ne güne duruyordu? Ya jandarma, ya asker… Onlar henüz kullanılmamıştı ki, takviyeye gerek duyulsun. Bir manga asker ve üç-beş polis, hepsi bu. Dur, yapma etme türünden göstermelik birkaç söz ve aradan sıyrılıp camları kıran, lobiye saldıran azgınlar…
Otel, dört kat… Aynı yerde durmuyor insanlar, dolaşıyorlardı. Birinci katta merdiven başında hazırlıklar yapılmış. Bir masa kırılarak merdivenin önüne konulmuş. İsmi büyük barikat… Oysa zavallı bir masa. Gençler, uzun ayaklı, pirinç küllüklerin ayaklarını söküp silahlanmışlar. Beklenen şey, içeriye saldırılacak ve göğüs göğse çarpışılacak. Asıl tehlike bu. Yangın, belki ikinci üçüncü olasılık. Saldırganlar o kadar kalabalıklar kibir yüklenseler parçalarlar. Ama göğüs göğüse döğüşe ya razı değiller, ya da planlarını önceden yapmışlar. Niye tatlı canlarını üzsünler. Benzin ve kibrit… İşte hepsi bu.
Bir delikanlı, oraya sokulanlara: ’Siz gidin, yukarılara çıkın, biz koruruz sizleri’ diyor. Elinde pirinç küllük ayağı. Kim bilir kaç kitaptan okuduğum direniş sahnelerini hatırlıyorum, gözlerim yaşarıyor. Gelip Lütfiye’ye anlatıyorum. Gençleri görmelisin, diyorum, nasıl da dirençliler. Seviniyor o da, göneniyor. Gençlerin bir bölümü 4. katta. Çoğu kız… En kabadayısı 20 yaşında var, yok. Yerlere oturmuşlar söyleşiyorlar. Saatler uzamış.”
Evet, “itfaiyeden alınacak iki arozöz, bu çapulcu alayını dağıtabilirdi. Kimsenin de burnu kanamazdı.” diyor, Cafer Can Aydın.
Kendisinin de belirttiği gibi ne kadar safça bir dilek, ne kadar safça bir duygu değil mi?
Oysa sözde laik olduğunu savundukları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Amerika’yı ikinci vatanı olarak seçen ABD yurttaşı başbakanımızın talimatıyla, otelin içinde mahsur kalan canların değil, dışarıda oteli ablukaya alan çapulcu alayının ‘burnunun kanamaması’ için önlemler alınıyordu, alınmıştı da…
Bu dakikaları bir de Battal Pehlivan’dan dinleyelim: “Otelin önünde gösteri başladıktan hemen sonra Ankara’yla temasa geçtik. Arif Sağ SHP Genel Sekreteri Cevdet Selvi ile görüşerek yardım istedi. Pir Sultan Derneği yöneticileri, Ankara’da kimi tanıyorlarsa arayıp yardım istediler. Yani saat 14.00- 14.30 sularında Ankara’da olayı duymayan kalmadı.
Sizi kurtaracağız’. Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, kendisiyle telefonla görüşen Aziz Nesin’e oteldekilerin kurtarılacağını söylüyordu. Parti Genel Merkezleri söylüyordu. Ancak kesinlikle yardım gelmiyordu. Yardım edeceği yerde öyle sanıyorum ki çevre il ve ilçelerden yobazlar akın akın Sivas’a geliyordu. 500 kişiydiler, 8 saat içinde 10 bin kişiye ulaştılar.
Taş yağmuru altında hep birbirimize moral vermeye çalıştık. Başka çaremiz olmadığı için yardım geleceğini umduk. İçeride can veren, yaşları 16-18-20 olan gencecik çocuklarımız işin ayırtına varsalar da yaşama olan bağlılıklarını elden bırakmıyorlardı.  Birbirinin saçını örüyor, gülüyor, Madımak Oteli’nden kurtulduktan sonra bunu, nasıl kutlayacaklarını konuşuyorlardı.
Olayda yitirdiğimiz karikatürist Asaf Koçak, hiç durmadan otelin içinde dolaşıyor, mızıkasını çalıyordu, adeta gençleri eğlendiriyordu. Âşık Nesimi Çimen, halk ozanlığını orada da sürdürdü. İnsanları, etkileyici sözleriyle yatıştırmaya çalıştı. Edibe Sularî hiç durmadan not defterine bir şeyler yazıyordu. Edibe ne yapıyorsun? diye sorduğumda: ‘Not tutuyorum abi, bir kitap yazıyorum da bu olayı da kullanacağım’ diyordu.
Lütfi Kaleli, her zamanki titizliğini orada da sürdürdü. Bir kâğıda tek tek isimlerimizi yazdı. ‘Bu tarihî bir andır. İlerideki kuşaklara yansımalıdır. Mümkün olsa da herkes duygularını yazabilse’ diye konuşuyordu. Asım Bezirci her zamanki babacanlığıyla tek tek yanımıza gelip destek verdi.
Ali Balkız’dan öğrendim: ‘Yahu ikindi namazı vakti geldi. Bu adamlar namaza gitmeyecekler mi?’ diye sorulduğunda Asaf Koçak: ‘Anlaşılıyor ki onlar bu namazı kaza ile eda edecekler’ diye espri yapıyordu.
Son ana kadar umudumuzu koruduk. Belki üzerimize beş ton taş yağdı. Bir gün önceden Belediye yol yapılacağı bahanesiyle oraya taş yığmış, o taşların hepsi üzerimize yağdı. O yetmedi, otelin karşısındaki binalara çıkıp onların kiremitlerini, tuğlalarını üzerimize yağdırdılar. 400 yıl önce Pir Sultan Abdal’ı nasıl taşlamışlarsa o gün de bizi taşladılar.”
Gelin, o vahşet dolu dakikaları bir de Yazar Lütfi Kaleli’den dinleyelim: “Aziz Nesin, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ile telefon görüşmesi yapıyor. Durumun vahametini anlatıyor. İnönü, güvence veriyor. Bizlerin kılına bile zarar gelmeden kurtulacağız…
Arif Sağ, tanıdığı parlamenterlere telefonla ulaşıyor, acil önlem alınmasını istiyor. Bizler, odaların kapılarını örterek merdiven koridorlarına yayıldık. Böylece dış dünyayla ilişkimiz kesilmiş oldu.
Yarı loş aydınlıkta üzüm salkımı gibi merdivenlerde sıralanan seksen insan, birbirine moral vermek için gayret gösteriyordu. Ben ise aykırı şeyler söylüyordum: ‘Arkadaşlar, bu kudurmuşlar can almadan gitmezler’ diyordum. Henüz yaşamının baharında olan bir kızımız: ’Amca sen de ağzını hayra aç!’ diyordu. Aslında herkes benim gibi düşünüyordu. Ama kimse benim gibi duygularını seslendirmiyordu. Yine de ben; ‘Bu gün tarihi bir gündür’ diyerek boş kâğıt istedim. Ünlü halk ozanlarımızdan Davut Sularî’nin kızı Edibe Sularî üç yaprak kâğıt veriyor. Ben, orada bulunanların adlarını yazıyorum. Ola ki bunları bir gün yazarım diye. Kendime ölümü hiç kondurmuyorum.  Herhalde diğerleri de buna inanmış olacaklar ki Aziz Ağabey’in “Aydınlık” için yazdığı başmakalesini de bana veriyorlar. Dört sayfalık o el yazmasını pantolon cebime koyuyorum.
Ünlü halk ozanımız Davut Sularî’nin kızı Edibe Sularî, ta İsviçre’nin Basel kentinden gelmiş. Onunla tanışıyoruz. Geçen ay konuşmacı olarak beni çağırmışlardı. Vize alamadığım için gidememiştim. Ona çok üzüldüğünü söylüyor. Arif Sağ ile arasındaki kırgınlığı anlatıyor: ‘Küçükten kusur, büyükten af diliyor.’
Taş sesleri, cam şangırtılarıyla devam ediyor.  Bir arkadaşımız: ‘Bu ne bitmez bir cammış.’ diyerek tepki veriyor. Arada bir kapıları aralayarak gelen taşlara ve kırılan camlara bakıyoruz. Taşlar, iki gündür otelin önünde gördüğümüz parke taşları. Kafamıza gelse ya da bir yerimize değse o saat cansız bırakır bizi. Analarımız, bacılarımız densizlik edip içeri giren gençleri, çığlık atarak geri çağırıyorlar ve kapıları örtüyorlar.
 Hanım arkadaşlar ‘acıktık’ diyorlar. Rahmetli Nesimi’yle yan yana ve ayaktayız. İkimizin de göbeği var. Ama Nesimi benden fazla göbekli. Hanımı da karşısında oturuyor. O alınmasın diye ikimizi birden seslendiriyorum; ‘Nesimi Sultan ile benim göbeklerimiz sizi iki gün idare eder, keselim mi?’ diyorum, gülüşüyoruz.
 Ama gerçek bu. Saatler boyu bağıran, söven, taşlayan bu güruh, hala deşarj olmadı. Tersine daha bileğlenmiş olarak saldırganlığını azdırdı.
Oda kapıları tamamen kapalı. Loş ışıkta merdivenlere serilmiş durumdayız.”
Hidayet Karakuş, o anki duygularını şu cümlelerle ifade ediyor: “Biz, güvenlik güçlerinin eninde sonunda olayın korkunçluğunu anlayıp etkin biçimde saldırganlara ‘dur’ diyeceklerini umuyorduk.
Öyle ya devlet varken bunlar daha ileri gidebilirler miydi?
Gittikçe artan gürültüler, çığlıklar, ıslıklar arasında bizler merdivenlerde, koridorlarda dolaşıyoruz, birbirimize kimi zaman anlamsız şakalar yapıyor, kimi zaman geleceği söylenen takviye birliklerinin gelip gelmediğini soruyorduk
Ayakta durmaktan belim ağrıdı.
Kimseye engel olmayacak biçimde bir duvar dibine uzandım.
Aklıma 12 Mart’ta iki günlük gözaltı saatlerim geldi. Böyle durumlarda insanın gerçekten kaçtığı, kendi içine döndüğü olur. Bu bir savunmadır. Gerçeğe karşı kendi kabuğunu kalınlaştırmasıdır. Bir yandan beliminağrısını geçirmeye çalışırken, çocukluk günlerinden bu günlere uzanan yaşamımı düşündüm. Buraya kadar mıydı her şey?
Yine de aklıma getirmek istemiyordum, böyle bir sonu. Kalktım. Karım yanımdaydı. Sigara içiyordu merdivenlerde. Onun yanına oturdum. Ali Yüce, Battal Pehlivan, Behçet Aysan, Asım Bezirci katlar arasında dolaşıp duruyorlardı. Metin Altıok daha çok merdiven başındaki gençlerin yanındaydı. Lütfiye Aydın’la eşi Cafer Can Aydın da her an gelecek bir saldırıya karşı koymak için hazırdılar. Cafer’in sarışın yüzünden ince şakalar okunurdu, her zaman. Şimdi yoktu.
Öteki saldırı yönü arka pencereler olabilirdi. Saldırganlar, otelin arkasındaki geçişi öğrenirlerse oradan da saldırabilirlerdi. Ne yapardık o zaman?
Aziz Nesin’in koruması polis sakallı, kumral b ir adamdı. Hiç konuşmuyor, elinde kaleşnikofuyla merdivenlerde gençlerin arasında oturuyordu. Yangın başlayıncaya kadar oradaydı. Sonra yok oldu. Arkadaşların dediğine göre ön kapıdan koşarak çıkıp gitmiş. Ne yapsındı başka? Dışarıdaki güvenlik güçleri hiçbir şey yapamazken, otelde elektrikler kesilip uğursuz karanlık başlamışken ne yapsındı?
Her an kesilmesini beklediğimiz taşlama, durmak bilmiyordu. Biz; her an polisin, güvenlik güçlerinin sis bombasını atacağını düşünüyorduk. Gözyaşı bombasını atacağını düşünüyorduk. Su sıkarak göstericileri dağıtacağını düşünüyorduk. Dahası askeri takviyeler gelir gelmez, bu iş biter diyorduk
Ne ki bir türlü düşündüklerimiz olmuyordu.  Askerler gelmiyor, güvenlik güçleri göstericileri yeterince etkin biçimde engellemiyor, otelin karşısındaki binaya çıkıp oteli oradan taşlayanlara hiçbir şey yapılmıyordu.”
 Ali Balkız, şöyle anlatıyor o kahrolasıca dakikaları:  “Askerler gelmiyor. Hâlbuki Kayseri’den çıkan birliğin, dakika dakika nerede olabileceği üzerine tahmin yürütüyorlar… İşte 50. kilometrede, İşte Şarkışla’da, işte Sivas’a girmek üzere. Komiser Mehmet’in telsizinden kentte ne olup bittiğini, vali ile emniyet arasındaki tüm haberleşmeyi dinliyorduk. An be an onları izliyorduk. Takviye gelecek, yardım gelecek… Gele gele dışarıdan yardım adına Şarkışla’dan 10 tane polis, Hafik’ten Zara’dan10’ar polis. Hâlbuki telsizden 5 bin 10 bin adam oteli kuşatmış deniliyor. Tüm umutlar Kayseri’den gelecek kuvvete bağlanıyor. Telsizde soruyorlar, polisler birbirilerine; ‘Nerede kaldı?’. Cevap; ‘Onuncu kilometrede.’ Biz başlıyoruz kilometre saymaya. Gelecekler, bunları dağıtacaklar, bizi kurtaracaklar. Biz kilometre sayıyoruz.”
Cafer Can Aydın tarafından altı çizilen bir gerçeği ben yinelemek istiyorum. Şu takviye kuvvet konusunu…
Vali Karabilgin:
-“Tokat’tan, Kayseri’den takviye birlik istendi, onlar gelince dağıtacağız” diyor, ağzı salyalı yobaz gürûhu.
Vali Bey’e sormak gerekir:
- Siz, elinizdeki mevcut gücü kullandınız da yetersiz mi kaldınız ki takviye kuvvet istediniz?
-Hayır. Mevcut güç hiç kullanılmadı.
-Neden?
Çünkü eli kanlı katilleri “halktan” sayan Cumhurbaşkanı, talimat veriyor valiye:
-“Sakın halka karşı zor kullanmayın” diye.
- Peki, takviye güç gelse bile Vali, Cumhurbaşkanı’na rağmen güç kullanma talimatını verebilecek miydi?
-Hayır.
- Eee… o zaman takviye güç gelse n’olur, gelmese n’olur?
Şimdi sırayı telefonla görüşmek üzere dışarıya çıkan ancak otele dönmesi mümkün olmayan Şükrü Günbulut’a verelim. Onun da bu dakikalara ilişkin söyleyecekleri var: “Madımak Oteli’ne gidiyoruz. Otele yanaşmak mümkün değil. Sokağın, Cumhuriyet Caddesi’yle kesiştiği köşedeki küçük meydan şeriatçılarla dolmuş. Kelle istiyorlar. Camların çoğu kırılmış. Dünden beri yığılı gördüğümüz taşları alıyor, ikiye bölüp otele fırlatıyorlar. Sokağın arkasını dolaşıyoruz.  Karşı binaların çatısından kiremitler atılıyor odaların içine. Otel, şeriatçıların ortasında sessiz duruyor. Resmi elbiseliler, taşlayanların önünde sahte pehlivanlar gibi dolanıyorlar.
Otel, yalnız, mahzun ve sessiz. Hiçbir yardım gelmeyecek bu belli. Kuşatanlar;  ‘Kâfirlere ölüm!” diye bağırıyorlar. Otelden bakıldığında aşağıdakilerin kimi neşeyle zıplıyor, kimi kızgın, kimi taşlı, kimi beklemede…
Biri konuşuyor:
-‘Bunları, gece yarısı saat ikide falan öldürürüz… ‘Hele bir karanlık bassın.’
Mehmet Ali’ye soruyorum:
-Karanlıkla ne ilgisi var?
-Öldürenler görünmeyecekler abi. Karanlıkta aradan sıyrılan cellâtlar, içeridekileri öldürecekler. Herkes bunu biliyor.
Sokakta sessiz dolaşan çakal birden ulumaya başlıyor; ‘Uuuuuvvv şeytana ölüm!’Taşlılar bu sesle canlanıyor. Allahuekber’e başlıyor. Çakal, ulumadan sonra sesini birden kesiyor. Hiçbir şey olmamış gibi eli arkada kalabalığın hareketlerini izliyor. Arada bir resmi elbiseliyle konuşuyor.
Çakallarla resmi giysililerin arasında üç yüz kadar taşlı, otele hücum eder gibi yapıyorlar. Bir yanda gözleri çakallarda. Çakallar, hafif el işaretiyle onlara yalnızca taş atmalarını buyuruyorlar. Resmi elbiseliler de onaylıyorlar, işin gidişini… Henüz kesim zamanı değil.
Ortada otel. Önünde 300 kadar taşlı. Taşlıların çevresinde resmi görevliler ve sakallı çakallar. Onların da ötesinde seyirciler. Otelden beyaz gömlekli biri fırladı. Bir arabanın üstüne çıktı. Arabaya tırmanmak isteyenlerin ellerine tekmeyle vuruyor. Eli taşlılar kaçmaya başladı. Suya atılmış taş gibi merkezdeki bu kaçış, çevredeki çakal ve resmi görevlilere, oradan da en dış halkalardaki seyircilere yansıdı. Biraz sonra geri döndüler. Beyaz gömlekli otelin sahibiymiş, arabasını devirmeye çalışanları kovmak istemiş.
 Ortadaki taş atıcılardan bazen bir-ikisi otele giriyor. Resmi elbiseliler kaygusuz, arkalarından varıp çıkarıyorlar. Getirip ortadaki yerlerine koyuyorlar.
Şimdilik bu düzenin bozulmaması gerek. Polislerin yanındaki çakallar da şimdiden otele girilmesini onaylamıyorlar. Her şeyin bir sırası var. Taşlama saatledir sürüyor. Otelin sokağa bakan odalarının tüm camları aşağı indi. Hala cam şangırtıları geliyor. Odalara taş doldu. Arkadaşlarım arka odalara kapanmış olmalılar. Karşı binalara çıkanlar, odaların içini tamamen görüyorlar, taşlıyorlar. Yüz metre ötesi vilayet. Vali de odasında tutsak, Ankara’dan hiçbir hayır yok.
Bir yararı olmayacağını bildiğim halde YSE’den tanıdığım milletvekili Azimet Köylüoğlu’na telefon etmek istiyorum.
Eve dönüyoruz. Yüksel, Ziya Halis’i arıyor.’ Ziyam içeridekileri göz göre göre öldürecekler. Bir şey yap Ziya’m. Polis sokağı kessin. 300 kişiyi bir kordona alsa diğerleri dağılır, Ziya’m. Böyle yapsınlar Ziya’m. Onlar, polisi sarmışlar. Polis onları sarsın Ziya’m’
Ziya’mdan umut veren laf yok.’ Yapıyoruz, ediyoruz’un dışında.”
 
Saat 18.00: Sivas valisi Ahmet Karabilgin, olayların yatışacağını umut ederek Kültür Merkezi önüne bir gün önce dikilmiş olan Ozanlar Anıtı’nın kaldırılmasını kararlaştırıyor. Aslın-da bu kararın, valiye ait olmadığını bundan sonraki cümlelerde göreceğiz.
* Vali tarafından verilen bu kararın hemen akabinde uğraşılarına rağmen anıtı yerinden oynatamayan şeriatçıların yardımına belediyenin vinçli aracı yetişir ve yerinden sökülen anıt, bağlanan bir halatla yollarda sürüklenerek yazarların barındığı Madımak Oteli’nin önüne getirilir.
 
* Memurların işlerinden çıkması ve esnafın dükkânlarına kilit vurmaya başlamasıyla birlikte otelin önündeki kalabalığın sayısı giderek artmaya başlar.
Polis tarafından otelin 40-45m. Uzağında bulunan sokağın başında tutulan ve “Ya Allah, Bismillah Allahuekber”; “Sivas Aziz’e Mezar Olacak”, “Dinsizlere ölüm, Kâfirlere Ölüm” vb. sloganları böğüren kara vicdanlı, dünü karanlık, emeli kirli yobaz gürûhun şu üç isteği belediye hoparlöründen sık sık duyuruluyordu:
*Pir Sultan Anıtı kaldırılacak.
* Şenlikler iptal edilecek
* Aziz Nesin ve arkadaşları Sivas’ı hemen terk edecekler.
 
Kendileri gibi düşünmeyen insanların varlığına asla tahammülü olmayan bu gerici, faşist gürûhun bu isteklerinden de anlaşılacağı üzere Aziz Nesin’in konuşması bir bahaneydi. Çünkü bu katliamın planı, henüz Aziz Nesin’in konuşması ortalarda yokken yapılmıştı. Çünkü bu isteklerin tek hedefi vardı. O da getirmek istedikleri şeriat düzeninin önünde büyük engel olarak gördükleri Alevileri yok etmekti.
Bu katliamın planlayıcı ve programcılarından biri olarak ortaya çıkan Refah Partili Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun: “Göstericiler puta karşıdırlar. Kimse Pir Sultan Anıtı’nı istemiyor. Olaylar bu nedenle başladı. Bu olayların yatışması için bu anıtın kaldırılması gerekir.” Şeklindeki isteğini bir emir şeklinde algılayan İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, başkanın bu söylediklerinin tamamını valiye “ talimat” olarak veriyor.
Bunun üzerine “Ozanlar Anıtı, yerinden sökülüp belediye garajına konsun” talimatını veren vali Karabilgin bu konuda şunları söylüyor: “Belediye başkanı beni aradı. Topluluğun tepkisinin Kültür Merkezi önündeki Ozanlar Anıtı’na olduğunu, anıt kaldırılırsa topluluğun dağılabileceğini söyledi. Aynı düşünceyi Emniyet Müdürü de paylaşıyordu. Ben, önce sakıncalı buldum. Ancak benim için önemli olan artık anıt değil, oteldeki insanların, can güvenliği içinde kenti terk etmelerini sağlamaktı. Anıtın oradan çıkartılması talimatını verdik. Vilayetin önünden kaldırılacaktı. Fakat çılgın kalabalık, anıtı indirdi araçtan, parçaladı ve yaktı.”
Belediye Başkanı Karamollaoğlu: “toplumun tepkisinin anıta olduğunu, anıt kaldırılırsa olayların sona ereceğini“ söylüyor. Sormak gerekir:
-Hani Aziz Nesin’in konuşması sizi tahrik etmişti? Şimdi neden durup dururken anıtı hedef aldınız. Yoksa anıt konuştu da onun konuşması da sizi tahrik etti.
Daha önceden de belirttiğim gibi bütün bunlar bahanedir. Asıl hedef başkadır. Alevileri sindirmek, yok etmek… Çünkü onları getirmeyi düşündükleri şeriat düzeni önünde tek engel olarak görüyorlar.
Başkanın konuşmasının içinde gizli olan bir başka gerçek daha var. O da “anıtların” put olarak görülmesi konusudur. Evet. Ozanlar Anıtı’nı put olarak gören zihniyet, acaba Atatürk heykel ya da büstlerini de bu kefeye koyuyor mu, koymuyor mu?
Koyuyorlar. Çünkü Ozanlar Anıtı’nın işini bitiren yobazlar, Atatürk Anıtı’na da saldırmışlar ve zarar vermişlerdi.
Şimdi somak gerekir:
-Ey Atatürk’ün kurduğu laik devletin ta tepesinde oturanlar, siz bu devletin kurucusuna hakaret edenler hakkında neler yaptınız? Onları nasıl bir cezayla cezalandırdınız? Onları “halk” olarak görmekten başka.
-Ey bağımsız yargının bağımsız savcıları sizler neredesiniz? Sol görüşlülerin en basit bir suçu için bile idam fezlekeleri hazırlayan savcılar; sizler ne yaptınız bu ülkenin kurucusuna hakaret eden yobazlar hakkında?
 
Saat 18.30: Otelin lobisinde telefonlara cevap verme ya da bağlantı kurma görevini üstlenen Pir Sultan Abdal Derneği yöneticilerinden “aşırı dincilerin her an içeri girebileceklerini ve otelde büyük bir panik yaşandığını” söyleyen Kamber Çakır şöyle devam ediyor: “Binlerce insan saldırıyor. Polis, asker barikatını aşmaya çalışıyorlar. Taşlar atıyorlar. Otelin camları, çerçeveleri kırıldı. Her an içeri girebilirler, odaları boşalttık.  Herkes koridorlara ve merdivenlere toplandı.  Büyük bir gerginlik yaşanıyor. Otelde elimize ne geçtiyse masa, sandal ve yatak, onlarla barikat kurduk. Yazarlardan birini telefona çağırmam mümkün değil. Hepsi barikatın arkasında.  Bu tarafa geçebilmeleri için barikatı yıkmak gerekir.”
Sözde kurulan güvenlik çemberini aşan 8-10 kişilik gruplar halindeki faşistler, girdikleri otel lobisinde buldukları eşyaları dışarıya fırlatıyorlardı. Dışarıya atılan her eşya ve atılan taşlarla kırılan her cam, bu yobaz sürüsünün sevinç çığlıklarına birer vesile oluyordu.
Otelin içinde, merdiven başlarında ve koridorlarda bekleşen canlar hala umutlu. Takviye kuvvet gelecek, bunları dağıtacak ve bizi kurtaracak diye… Oysa nafile. Ne gelen var, ne yobazları dağıtan var, ne de dağılan… Belli ki can almadan terk etmeyecekler Madımak’ı.
 
Saat 19.00: Otelin çevresinde park edilen araçlar, faşist-yobaz güruh tarafından ateşe verilir. Oteli taşlamayı sürdüren güruh, otelin hem elektriklerini hem de telefon bağlantısını keserek otelde bulunan canların dış dünya ile olan ilişkilerine de noktayı koyuyorlar.
 
*Yangın çıkarılmak için dışarıdaki güruh tarafından otelin içine atılan yanar haldeki bezler, otelde bulunan gençler tarafından dışarıya atılarak yangın çıkmasına (şimdilik) engel olunur.
 
*Otelden çıkarılmak istenen Aziz Nesin, bu öneriye şiddetle karşı çıkar. Bunun üzerine otelde daha güvenli bir odaya götürülme önerisine de sıcak bakmayan Aziz Nesin’in o anki tavrını, Prof. Dr. Cevat Geray şöyle dile getiriyor: “Ama o da bizimle koridorlarda savaşmak için hazırlandı. Savaşmak diyorum çünkü insan, canını kurtarmak durumunda kalıyor.”
 
* İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, Emniyet Genel Müdürü Yılmaz Ergun ve Jandarma Genel Komutanlığı Harekât Başkanı Tuğgeneral Yusuf Soybay askeri bir helikopterle Ankara’dan Sivas’a hareket ediyorlar.
 
Bu arada takviye asker geliyor. Ancak buna rağmen otelin çevresini kuşatan yobaz sürüsünün sayısındaki artış gözlerden kaçmıyor. Göstericilerin aralarında, İl Jandarma Komutanı’nın aracının da bulunduğu askeri araçları taşa tutması üzerine askere “süngü tak” emri verilir.
Olaylarda bir tahrik malzemesi olarak kullanılmakta olan Ozanlar Anıtı’nın parçaları eller üzerinde otelin önüne getirilirken kimi yobazlar, otelin önünde ters çevrilen iki otomobilin yakıt depolarının kapaklarını açarak akıttıkları benzini ateşe verdiler. Oteli kuşatma altında tutan yobaz güruhun yol vermemesi üzerine ateşe verilen iki otomobili saran alevleri söndürmek için gelen itfaiye aracı ancak olay yerinin 50 m. uzağına yaklaşabildi. Bu arada peş peşe meydana gelen patlamaların hemen akabinde otelin alt katlarında alevler ve dumanların yükselmesi, güruhun tezahürat çığlıklarına ve tempolu alkışlarına neden oldu.
Gelin hep birlikte Ozanlar Anıtı’nın yerinden sökülüşünü ve yakılışını bir de polis tarafından tutulan “Olay Tutanağı”ndan okuyalım:
“Saat 19.00’da yine topluluğu yatıştırmak maksadıyla topluluğun talepleri doğrultusunda Pir Sultan Abdal Şenliği Programı’nın iptal edildiği söylenilmiş, topluluk yine dağılmamıştır. Bu defa topluluk, Ozanlar Anıtı’nın yerinden kaldırılmasını talep etmiş. Bu talepleri valilikçe uygun görülerek heykel yerinden kaldırılmış, belediyeye ait bir araçla, belediye garajına götürülmek üzere vilayet önündeki parkın ön tarafına getirilmiş. Maksat topluluğun heykeli görerek dikkatlerin o noktaya çevrilmesi ve heykele doğru gitmesini sağlamak. Bu suretle otel önünden belirli bir grubun uzaklaşma imkânını yaratmak olmuştur. Fakat heykeli araba üzerinde parkın ön tarafında gören kalabalık, bizim arzu ettiğimiz bir şekilde heykele doğru dağılmamış, arka taraflardan 15-20 kişilik bir grup heykele doğru koşarak arabanın üzerindeki heykeli sürükleyerek toplumun içinden geçirmek suretiyle arkadan da iterek otelin önünde bulunan polis zincirini yararak ön tarafa kadar gitmişlerdir. Polis zincirinin kırılmasından yararlanan grup içerisindeki bazı kişiler, yan yatmış heykelin üzerine çıkıp atlamak suretiyle otele karşı tecavüzlerini, otelin önünde bulunan üç arabaya yöneltmişler ve arabalarda ağır hasar meydana getirmişlerdir. Bu heykelin ön tarafa getirilmesi sonucu topluluğun ileri doğru ilerlemesine mani olan polis zincirinin kırılması neticesi son derecede zor durumlarda kalınmış ve copla zor kullanılmışsa da topluluk daha geriye itilememiştir. Slogan atarak azgınlaşan topluluk, heykele saldırarak sağını solunu kırmaya başlamış. Hatta bu sırada başlarını heykele vurmak suretiyle kendilerini de yaralamışlardır.”
Pir Sultan Abdal Etkinlikleri’nin iptal edilmesini isteyen yobaz güruhun bu istekleri yerine getirilince bu kez de Ozanlar Anıtı’nın yerinden kaldırılmasını istiyorlar. Bu istekleri de İçişleri Bakanı tarafından kabul görünce, onun verdiği talimat doğrultusunda yerinden sökülerek parçalanır. Bağlanan bir halat yardımıyla sürüklenerek otelin önüne getirilen anıt, burada yakılır.
Bütün bunlar, yani heykelin sökülüşü, parçalanışı, yerden sürüklenişi ve otelin önünde yakılışı belediye hoparlöründen an be an “Halkımıza saygıyla duyurulur” anonsuyla gericilere duyuruluyordu. Bunun yanı sıra şenliklerin iptal edildiği ile Aziz Nesin ve arkadaşlarının da kenti en kısa zamanda terk edecekleri bilgisinin verilmesi de ihmal edilmiyordu. Buna rağmen faşist gürûh halâ dağılmamıştı. Dağılmaya da niyetli değillerdi. Çünkü bunlar az gelmişti faşistlere. Çünkü onlar kan istiyorlardı. Çünkü onlar can istiyorlardı.
Gittikçe sayıları artan ve çığırından çıkan ağzı köpüklü yobaz gürûhu sükûnete çağırmak, yatıştırmak ve dağıtmak için devlet tarafından sözde sakinleştirici bir konuşma yapmakla görevlen-dirilen Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu, üzerine çıktığı belediye aracından şöyle sesleniyordu, Madımak’ı kuşatan faşist güruha: “Konuşmayı, konuşma yapmayı devlet istedi benden.”
Bu ne anlama geliyor biliyor musunuz?
Bu, “Ben, her ne kadar buraya çıkıp konuşuyor olsam da, etmeyin eylemeyin desem de siz bildiğinizden şaşmayın. Daha önceden kararlaştırdığımız gibi kan dökene, can alana kadar yolunuza devam edin. Nasıl olsa her istediğiniz yerine getiriliyor. Nasıl olsa devlet bizden yana, bizimle birlikte, haberiniz ola.” anlamına gelir.
Şeriatçı belediye başkanı, kendisine; “Bu ne biçim yatıştırma konuşması?” diye soranlara şöyle der; “Otel civarında toplanan kalabalığı, yine kendilerini teskin edici sözler söyleyerek dağılmaya çağırdım. Bütün bunları sayın vali ve emniyet müdürünün talepleriyle yaptım. Bunları yaparken İl Emniyet Müdür de benimle beraberdi. Dolayısıyla hadiseleri önlemek yönündeki çabalarıma bütün şehir halkının yanında askeri ve mülki erkânla Emniyet Müdürü dâhil bölgedeki asayiş güçleri de yakından tanık olmuşlardır.”
Peki, mülki erkânla birlikte alkışlar arasında konuşa belediye başkanı neler konuştu? Bunu öğrenmek için gelin hep birlikte, faşistlerin kuşatmasında bulunan Madımak Oteli’nde ölümü bekleyen canların dediklerine kulak verelim,
O dakikaları Cafer Can Aydın şöyle anlatıyor: “Taş yağmurunun seyreldiği ender zaman aralıklarında koridorlara açılan kapıları açıp bir şeyler yakalamaya çalışıyorduk. Bir ara artık herkesçe bilinen Belediye Başkanı’nın konuşmasına tanık olduk: ‘sizlere söz veriyorum’ diyordu. ‘Etkinlikler yasaklanacak, bir daha da yapılmayacak. İşte heykeli getiriyorum. 12 Eylül sonrasını biliyorsunuz, içlerinizde yargılanan, işkence görenler oldu. Burada da öyle olabilir, dağılın’ filan yollu sözler ediyordu. Sesi sevecendi.  Korkusu, yapanın yanında kalmayacağındandı. Bize aldırdığı yoktu ya da biz öyle anlamıştık. Bu arada Kültür Sarayı önündeki Ozanlar Anıtı yerinden sökülmüş, belediyeye ait bir arabayla meydana getiriliyormuş. Bir ara Zerrin Taşpınar ;’Yahu sokakta çocuk sesleri geliyor, bu da nesi?’ diyor. Meğer Kuran Kursu öğrencileri takviye kuvvet olarak meydana getirilmiş. Ola ki katliamda kurtulanlara karşı kullanılsın diye.”
Bu anlar Zerrin Taşpınar’ın ağzından şöyle ifadesini buluyordu: “Ara ara odaları kontrol ediyorduk… Yani taş camla birlikte bir şeyler atılır, yanar falan diye. Ondan sonraki saatler hep lobide onların o çığlıkları, haykırmaları, bağırışları, taş sesleri ile geçti. Ben, kendimi hep sakin olarak düşünüyorum. Yalnız Belediye Başkanı’nın konuşmasını; Lütfiye’nin; ‘çekil taş gelecek, yaralanacaksın’ diye bağırmasına karşı pencereye, odanın ortasına dek geldim. Camlar kırıktı zaten. Başkanın konuşmalarını dinledim.
‘Biz Sivaslılar olarak – güya yatıştırmaya gelmiş- bir dereceye kadar görevimizi yaptık, işte. Şimdi dağılın. Ama bu ‘dağılın’ın ardından şunu söyledi: ‘Hep bunları ifademde belli ettim 1980’i unutmayın! Orada iki arkadaşımız tutuklandı ve 10-15 sene yattı. Hiç kimse sahip çıkmadı.’ Bu söyleyişte, bana şöyle bir duygu geliyor, düşündükçe; ‘Ferdi hareketler yapmayın. Bu tip olaylarda birkaç kişi tutuklanıyor, onlar da ceremeyi çekiyor’ gibi. Kesinlikle onlara: ‘Bu ayıptır, günahtır, bunlar konuklarımızdır’ filan değil. ‘Biz görevimizi yaptık, bir dereceye kadar’. Bunun altının ısrarla çiziyorum. ‘Tam yaptık demiyor’, ‘bir dereceye kadar’ diyor. ‘Size söz veriyorum’ dedi. ‘Bunlar bu geceye kadar buradan, Sivas’tan uzaklaştırılmış olacak, gönderilmiş olacak. İkincisi; heykel yıkılacak. Üçüncüsü; bu Pir Sultan Şenlikleri tamamen iptal edilecek.’ Daha çok konuştu. Konuşması alkışlarla kesildi. Arada bir ‘dağılın’ diyor. Hani ona; ‘bunu dağıt’ demişler ya. O şekilde bir ‘dağılın!’
Lütfi Kaleli, o anki duygularını şu tümcelerle dile getiriyor: “Kalabalık taşkın, kan istiyordu. Belediye Başkanı’nın sözde yatıştırıcı konuşmasını duyuyoruz. Alkış alıyor. Bu nasıl yatıştırıcı bir konuşma ki? Yatıştırıcı sözlerini toplarsak şu sonuç çıkıyor; ‘Amaca ulaşılmıştır, dağılın artık.’
Ve başkan gidiyor. Kalabalık dağılmıyor, mevzileniyor. Yerden, karşı binaların pencerelerinden taş atmaya başlıyor. Bizler lobiden uzaklaşıyoruz, merdiven boşluğunda toplaşıyoruz. Perde gerisinden gözetliyoruz.
Sırada Cem Celasun var. Bir de onun söylediklerine kulak verelim: “Dışarıdan, megafondan sesler geliyordu. Biz, üçüncü katın en solunda caddeyi gören bir odada ne olup bittiğine bir bakalım dedik. Oda, en dip tarafta kapı açık, kilitli değil. İlhan Cem’le, Ali Rıza’yla. O arada belediye başkanı konuştu: ‘İsteklerinizi elde ettik. Ne istiyorsanız yapacağız’ türünden sözler. Tabi tamamıyla duyamıyorsun. Ama bazı şeyler ulaşıyor. Konuşmanın tümünü duymak mümkün değil. Alkışlar, sloganlar sesi bastırıyor.”
Bir de; “Belediye Başkanı provokatördü” diyen Ali Balkız’a kulak verelim: “Otelde, bulunduğumuz yerden Belediye Başkanı’nın konuşmalarını ve belediye hoparlöründen halka yapılan genel anonsları ve telsiz konuşmalarını rahatlıkla dinleyebiliyorduk. Belediye Başkanı güya halkı yatıştırarak onların dağılmalarını sağlayacak. Söze şöyle başlıyordu: ‘Müslüman kardeşlerim… Gazanız mübarek olsun.’ Bu, açıkça desteğin ifadesi değil midir? Belediye Başkanı bir provokatördü.”
Ali Rıza Koçyiğit’in o dakikalara ilişkin sözleri şöyle: “Belediye Başkanı oradan ayrılmadan belediye kepçesiyle sökülen Ozanlar Anıtı, ipler bağlanarak sürükleniyor ve getirilip otelin 3-5 m. uzağına otelin tam önüne konuluyor. İşte ipler de tam bu noktada koptu. Yediye doğru anıtı, nihayet otelin önüne getirdiler. Anıt ile otel arasında iki araba vardı. Ali Çağan’la Arif Sağ’ın arabaları… Anıtla birlikte gericiler de geldiler otele. Önce anıtı yaktılar. Sonra bu iki arabayı… Yakma olayından önce anıtla birlikte gelen gericilerden bazıları içeriye hücum ettiler. Bazı faşistler bize saldırmak, barikatı aşmak istediler.  Gelenlerin kafalarına ellerimizde ne varsa onunla vuruyoruz. Erdal’ın vurduğu geri çekilmek zorunda kalıyor. Atılan bir taş Erdal’ın ayağını yaralıyor. Barikatın başında Uğur, Asaf, Erdal’ın ayağını sarıyoruz. Erdal, ‘yok bir şey’ diyor. Ben üst katlara çıkıp etrafa bir daha bakmak istiyorum.”
Bu dakikalara ilişkin olarak Ertan Kartal’ın da söyleyecekleri var. İşte Ertan Kartal’ın söyledikleri: “Koray konuşmaya başladı: ‘Bunlar kim, bizi öldürürler mi?’ diye. Serdar; ‘Saçmalama Koray’ diyor. O sıralarda Hasret Gültekin, Asaf’ın mızıkasını getirdi, mızıka çaldı bize. Henüz korkutucu olaylar yaşanmıyor. Tüm kızlar, yaşlılar üst katta. Erdal Ayrancı, aşağıda yarım merdivenin başında kurulan barikatta. Sakallı o. Ben, tanımıyorum, otel müdürü sanıyorum. Erdal Ayrancı, ‘sakin olun, erkekler merdivenlere dizilsin, ellerinize bir şey alın’ diyor. Devamlı ne yapılması gerektiğini söylüyor. Rıza Aydoğmuş asma katta naklen ne anlatırsa: ‘Üç tane polis geldi, ilerliyorlar, polis onları geriletiyor, bir polis geri gitti…’ gibi adım adım ben yukarıdaki arkadaşlara iletiyorum. Biz de hareketlendik. Otelin içinde yüz yüze bir çarpışmaya hazırlanıyoruz. Sopalar, demir kül tablaları, sandalye bacakları… Bir kız arkadaş; ‘Ben de dövüşeceğim, kadınım diye güçsüz olduğumu sanmayın’ diyor. Eline bir sandalye bacağı alıyor. Kızların olduğu üst kattayım. Karşı binanın çatıları olduğu gibi adam dolu. Sürekli oradan kiremit atıyorlar, taş atanlar. Yumrukları sıkılı, işaret parmağı ile serçe parmakları kalkık şekilde işaret yapıyorlar. Boş bulduğumuz tüm kovaları su ile doldurup merdivenlere koyduk. Yangın tüplerini topladık birinci kata. Espriler yapılıyor.  Hala Sait arkadaşımız, elinde silah olan polisle şakalaşıyor, ‘silahını bana ver’ diyor. Sait soruyor ortalı-ğa:’Acaba otel sigortalı mıydı? Çok cam kırıldı, çok hasar var.’ Erdal Ayrancı da katılıyor şakaya: ‘Üzülme koçum!’ diyor ‘sigortalı’. O ara kız arkadaşlar su istediler benden. Aşağıya indim, Erdal Ayrancı’ya; ‘Su var mı? Yukarıdan istiyorlar’ dedim. Bir pet su aldım. Erdal Ayrancı’yı otel sahibi sanıyorum. O, ‘Bir tane alınır mı? Satın mı alıyorsun, ne o? Doldur koliye götür.’ Diyor. Suları doldurdum koliye. Orada dilim dilim ekmekler var. Kızlar da istemişti, yukarıya götürdüm. Kızlar suları aldı, ekmeği paylaştılar.  Aşağıda Hasret Gültekin insanların adını yazıyor bir kâğıda, benimkini de yazdı. Belediye Başkanı’nın sözlerini duydum. ‘İstekleriniz yerine getirilmiştir. Şenlikler iptal edilmiştir. Gazanız mübarek olsun, tamam artık. İstekleriniz yerine geldi. Lütfen rica ediyoruz’ falan diyor.
Güneş batmıştı, fakat ortalık henüz karanlık değildi. Bizde korku falan yok. ‘Gelirlerse çatışırız’ diyoruz. ‘Merdiven en fazla üç kişi alabilir. Gelir gelmez yıkarız’ diyoruz. O ara Erdal Ayrancı’dan kurtulup merdiven aralığından dışarıya baktım. Polislerin ayrı bir şekilde durduklarını gördüm, yani polisler, göstericilerin önünde değildi. Elleri arkada, bekliyorlar. Saldırganlar tek tek içeri giriyor, geri çıkıyorlardı. Ali Balkız, kaçacak bir yer, bir çıkış yeri araştırıyor. Yalnız aşağıdakilerin olup bitenden haberi var. Yukarıdakiler tam olarak ne olup bittiğini bilemiyorlar. Bu çok yanlıştı. Yukarıda Serkan Doğan elinde bir demir çubuk, bağırıyordu: ‘Elimdeki demir kırılmadan ölürsem gam yerim’. Hep beraber bağırdık: ‘Kırılmadan ölmeyeceğiz, çatışacağız, elimizdekileri üzerlerinde parçalayacağız ve öyle öleceğiz!’
O arada televizyonu açmış arkadaşlar. 19.00 haberlerinde hiç söz edilmemiş yaşadıklarımızdan. Biz şaşırdık tabi. Benim o arada aklıma bir şey geldi. Sait Metin sorduğunda o çember sakallı polis: ‘Ben bu insanlara ateş edemem’ demişti. O anda aklıma geldi. Bu adam bu silahı kullanmayacak, elindeki kaleşnikofu. Elinden alıp biz kullanalım diye düşündüm. Yanıma bir arkadaş daha aradım. Muammer Çiçek’i gördüm, ona söyledim, Serdar’a söyledim. O, ‘Tamam ciğerim.’ dedi. Asaf Koçak’ın da aynı şeyi düşündüğünü sonradan öğrendim. Ben etrafa bakıyorum, birilerini daha bulmak için merdivenlerden sürünerek aşağıya indim. Bir ara baktım polis silahı dışarı doğrultmuş duruyor. ‘Polis hakkında yanlış mı düşündüm?’ diyorum. Yine de polisten silahı almayı düşünüyorum. Birden polisin yok olduğunu gördüm. ’Polis kaçtı.’ dediler. O arada bir gericinin bize doğru, barikata doğru hücum ettiğini gördüm. O saldırıyı görünce içime bir korku düştü. Çünkü gözü dönmüş bir biçimde bize saldırıyor, her şeyi göze alıp… Öndeki polis, Komiser Mehmet, elindeki demiri kafalarına savurdu. Merdivenin mermerinden ateş çıkıyordu, demirin değdiği yerlerden…”
Otelin çevresini kuşatma altına alan kara vicdanlı, dünü karanlık, emeli kirli yobaz sürüsü otelin tam önünden çığlıklar, sloganlar ve ulumalar arasında Ozanlar Anıtı’nı yakarlarken, otelin içinde bulunan canlar; otelin içindeki polisin elinde bulunan polis telsizinden duymuş oldukları takviye kuvvetin gelişini bekliyorlar, sabırsızlıkla.
“Arka bahçeye bağlanmış kurbanlıklar gibiydik” diyen Hidayet Karakuş anlatıyor o dehşet dolu saatleri: “Bir köşe oda vardı. Oradan kapıyı aralayarak caddeyi görebiliyorduk. Bir bakışımda bir askeri birliğin koşar adım geldiğini gördüm. Tüfenklerini çapraz tutmuşlardı. Kurtuluş umudum arttı. Aşağıya indiğimde Aziz Nesin’in yanına uğradım. O sırada metalik çarpma sesleri geliyordu. Aziz Ağabey:
-Bu gürültüler ne? diye sordu.
Ben düş gücümü çalıştırdım:
-Sanıyorum saldırganlara karşı polis direniyor. Yeni takviye birliği geldi, dedim.
-Gerçekten geldi mi? dedi.
- Biraz önce gördüm ağabey, dedim.
-Ama bu sesler ne?
-Galiba polis kalkanlarına çarpan sopaların, taşların sesi…
Nereden çıkarıyordum, bütün bunları?
Öyle olması gerekiyor diye düşünüyordum. Madem bir saldırı vardı, madem birileri kan dökmeye, can almaya karar vermişti… Öyleyse polis, yurttaşın can güvenliğini sağlamak için müdahale ediyordu.
Biz, şairler akıllanmayız.
Hep düşlerimiz, gerçeğin önünde gider.
Meğer benim polis kalkanı sandığım metal sesinin kaynağı, otelin alüminyum kasalarının sesleriymiş. Ertesi gün otele eşyalarımızı almaya gittiğimizde kırılan, yamulan, parçalanan kasaları, çerçeveleri görünce güldüm. Acıyla iğrenerek, utanarak…
Aziz ağabey, İnönü’yle konuştuğunu, valiyle görüştüğünü söyledi. Hepsi; ‘Bekleyin, takviye istendi, yerinizden ayrılmayın’ diyorlardı.
Oysa saat 13.30’dan, taşlı-sopalı saldırının başladığı saat 14.00’e kadar otel boşaltılabilirdi. Dahası onların yürüyüşe geçtiği an oteli boşaltmak mümkündü.
Bizler böyle bir saldırıyı düşümüzde görsek inanmazdık. Bu yüzden bir öngörümüz yoktu.
-Ya güvenlik güçleri?
-Ya vali?
Ya hükümet yetkilileri? İçişleri Bakanı? Ya Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü? Ya Başbakan neredeydiler?
Bir ayaklanma değil miydi bu?
Bir ülkede yaşayan herhangi bir yurttaşın düşüncelerini açıklama özgürlüğünü kullanması için savaşlar mı vermek gerekiyordu?
Aziz ağabeyi odasında bırakıp çıktığımda Aydoğan’ın fenalaştığını gördüm.
-Ne oldu Aydoğan, neyin var?
Bilmiyorum ağabey, galiba tansiyonum düştü. Kalbimde de bir çarpıntı var.
Ellerini tuttum.
-Korkma Aydoğan buradayız, merak etme.
-Elimi tut ağabey.
Ellerini tuttum. Melahat alnını ovuşturuyordu, eşinin. İclal konuşuyor, sakinleştirmeye, güven vermeye çalışıyordu.
Bir arkadaş; ‘Aramızda doktor yok mu?’ diye sordu. Behçet geldi aklımıza. Aşağıya seslendik. Metin Altıok duydu.
-Metin, Behçet orada mı? Aydoğan fenalaştı, bir baksın.
Behçet geldi. Başına çömeldi, Aydoğan’ın. Yumuşak sesiyle konuştu, ellerini bileklerini ovdu. Sonra ayrıldı. Behçet’i son görüşüm oldu, bu. Sonuna değin güler yüzlü, sonuna değin metin durdu. Zaten bekleyenlerde müthiş bir sabırlılık vardı. Behçet de şiiri gibi sakin, ince, aydınlıktı. Ne yazık ki karanlık güçlerin canavarlıklarına kurban gitti. Şimdi düşünüyorum da arka bahçeye bağlanmış kurbanlıklar gibiydik, merdivenlerde beklerken hepimiz. Çaresizlik; elimizi, kolumuzu bağlıyordu.
Herkes daha çok kendi katındaydı. Ali Yüce’yi, Asım Bezirci’yi görüyordum. Ama Lütfi Kaleli hiç katından inmiyor muydu?
Metin Altıok, Behçet Aysan, saldırıyı ilk karşılayan olmaktan çok, gelişmeleri ucundan kıyısından izleyebilmek için merdiven başında gençlerin gerisinde duruyorlardı. Otel görevlilerinden ikisi –Kenan’dı biri. Ötekinin adını bilmiyorum.- bize yardımcı oluyorlardı. Ancak yangın çıkışının anahtarını sordum:
-Bilmiyoruz, dediler.
Gerçekten bilmiyorlar mıydı acaba? Neden bilmiyorlardı?
Sonunda bu çocukların da öldüğünü üzülerek öğrenecektik.
Gittikçe artan taş yağmuru dinmezken saatler hızla ilerliyor, odalardan gelecek cam sesleri büyük bir sessizlikle bekleniyordu.”
“Niçin müdahale edilmiyor?” diyen Cafer Can Aydın’ın da söyleyecekleri vardı. İşte onun o anki duygularını yansıtan sözcükleri: “Vakit geçiyor, yanımızda polisler var. Onları yanına gidip geliyoruz. İki tane polis var. Biri telsiziyle dışarıyla bağ kuruyor, öbürü de sivil bir polis, ‘koruma’ olarak duruyor. Bir işe yaradıkları yok. Sadece dışarıyla konuşuyorlar. Birinde el telsizi var, birinde Kaleşnikof tüfek var. O kadar…
Bu arada:
-Ne oluyor? diye soruyorum Ali Balkız’a falan.
-Takviye geliyor, diyor.
-Nereden geliyor?
-Kayseri’den, civar illerden geliyormuş.
Ben, eski askerim. Jandarma subaylığından geldim, kolay dağılacak bir kalabalık. Fakat ‘Niçin müdahale edilmiyor?’ diye hayret ediyorum. Sonra bir ara ‘GMC’ler geldi’ falan dediler. ‘İyi o zaman asker geldiyse acemi birliği de olsa bunu dağıtır’ diye düşünüyorum. Fakat müdahale yine olmuyor.”
Evet, beklenen, arzu edilen, istenen müdahale yapılmıyor bir türlü. Çünkü müdahale edilmek istenmiyor. Çünkü kan dökmek, can almak isteyen kara vicdanlı, dünü karanlık, emeli kirli, ağzı salyalı yobaz sürüsü kendilerine müdahale edilmesinden hoşlanmıyor. Onlar kendilerine müdahale edilmesinden hoşlanmayınca hangi babayiğidin kârıdır, onlara müdahale etmek?
Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, ilin valisine “sakın güç kullanmayın” talimatını veren Cumhurbaşkanı mı, yoksa iftiharla “Göstericilerin burnu bile kanamadı” diyebilecek kadar pişkin olan Başbakan mı müdahalede bulunacak?
Cumhurbaşkanından başbakanına, Bakanı’ndan bakmayanına kadar devletin üst makamlarını işgal eden herkes, mazlum ve mağdur durumdaki aydınların isteklerini değil, kan dökücü, can alıcı faşistlerin tüm isteklerini, emir telakki edip yerine getiriyor.
Bunu görmek o kadar da zor değil.
-Öyle ise müdahaleyi beklemek niye?

 
-Siz yaşamınız boyunca hiç bu kadar uzun bir 2 Temmuz günü gördünüz mü?
-Siz yaşamınız boyunca hiç bu kadar kanlı bir 2 Temmuz günü yaşadınız, ya da duydunuz mu?
Bunun gibi birçok soruya “evet” diyebilecek birilerinin çıkabileceğine ihtimal veremiyorum, bu vahşeti yaşayan 2 Temmuz Mağdurları’nın dışında.
Evet, ben hiç kimsenin, hakkında onlarca kitap yazılabilecek kadar uzun, kanlı, vahşet dolu bir 2 Temmuz günü yaşadığını ve yaşayacağını düşünemiyorum.
 Gelin hep birlikte gelmiş geçmiş tüm zamanların en uzun 2 Temmuz’u olan 2 Temmuz 1993 gününün saat 19.00 sonrasında gelişen vahşetin, Sivas polisinin “Olay Tutanağı”na nasıl yansıdığına bir göz atalım:
“Saat 19.30 sıralarında gittikçe şuursuzlaşan topluluk, otel kapısına 5 m. kalıncaya kadar yaklaşmışlar ve içlerinde bireysel dahi olsa otelin içine girerek, içeride bulunan eşyaları tahrip etmeye ve dışarıya atmaya başlamışlar.
Aziz Nesin’in 3830 kod nolu yakın koruma ekibi; yukarıda, otelin içinde bulunduğundan her ihtimale karşı girilebilineceği düşünülmüş. Bölge Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü’ne, Emniyet Müdürü tarafından talimat verilerek bir miktar çevik kuvvet polisi ile asansör ile iki katın merdivenlerini tutmakla yukarıya çıkışların, önlenmesi istenmiştir.
Polis çemberlerini yararak otelde tahribat yapan kişiler, ayrıca otelin giriş katına yerleştirilen polisler tarafından tekrar dışarı atılmışlar, bu sırada arabalardan bir tanesi ters çevrilmiş, yukarıda bulunan benzin deposu, taşla delinmek suretiyle benzinin sızıntı halinde akması sağlanmıştır. Yine topluluk arasında bazı kişiler,  bidonlarla benzin getirip dökmek istemişlerse de bunlara mani olunmuş. Bu defa kauçuk ya da bez parçalarına sindirilen paçavralar, uzaktan otelin önüne atılmaya başlanılmış. Yine bu sıralarda otelin önündeki binanın çatı katından otelin camlarına taşlar atılmak suretiyle tahribat yapılmış.
Polis çemberini geçen muhtelif kişiler tarafından benzin sızan oto ve otonun hemen yanı başına otelden atılan koltuklar yakılmaya başlanılmış ve ilk yangın ateşi, buralardan çıkmıştır. Bilahare üst kata tırmanan kişi, otelin perdesini yakmış. Yangın olmadan önce de daha doğrusu toplumda, oteli yakma isteği belirdiği zaman telsizle Haber Merkezi vasıtasıyla 19.20 sıralarında itfaiye istenmiş. Bundan önce toplumun üzerine su sıkılarak uzaklaştırılması düşünülmüş, yine Haber Merkezi vasıtasıyla itfaiye istenmiştir.”
Bu dakikalar, “Yukarıya doğru tutup saatimi gördüm ve eminim sekize beş vardı. Yangın demek ki çıkmamış!” diyen Zerrin Taşpınar’ın ağzından şöyle ifadesini buluyor: “Asım Bezirci’nin elinde bir askı vardı. Bir ara, elbise askısı almış bir dolaptan.
-Bu nedir? dedim.
-‘Bununla kendimi savunamam ama’ dedi ‘iki kişinin hiç değilse karnına şöyle dürterim!’
Hep yüzü gülüyordu. Akşam sekize beş vardı. Son olarak yanına oturduğumda, merdivende.
‘Gel, şöyle otur yanıma’ dedi. Oturdum. ‘Peki, bu taş ve cam kırığı sesleri şiirine nasıl yansıyacak?’ dedi. ‘Bilmem’ dedim. Saati sordu, artık çok kararmıştı, merdivenler. Fakat son bir saat, sigara içme yasağı konmuştu, bir yangın tehlikesine karşı. Çakmağı çakıp bakmadım, ama şöyle en üst kattaydık, o sırada. Yukarıya doğru tutup saatimi gördüm ve eminim sekize beş vardı. Yangın demek ki çıkmamış! Ama arabalar yanıyordu dışarıda, biliyorum.
“…Böylece oteli temizlediler, artık yanabilirdi…” diyen Ali Balkız, şöyle dile getiriyordu o dehşet dolu dakikaları: “Otelin içinde Aziz Nesin’in korunmasıyla görevli iki polis vardı yanımızda. Bunlardan birinin adı Mehmet’ti(sivil telsizli polis), ötekinin adı, Ramazan’dı (Artvin’in bir ilçesinden, sivil, çember sakallı, kalaşinkof silah taşıyor). Komiser Mehmet başından sonuna kadar bizi terk etmedi, elinde telsiz, çırpınıp durdu. Ramazan ise mevzilendiği lobiden asma kata çıkan ilk merdiven dönemecinden aşağıya, lobiye sık sık kaçtı. Onun her gidişinde Komiser Mehmet gidip geri getirdi onu. Yangın saatine doğru saldırılar, iyice yoğunlaşıp saldırganlar otelin lobisine ve kahvaltı salonuna tek tek girmeye başlayınca da tamamen kaçıp gitti, aramızdan. Bu son yarım saat içinde ilginç bir-iki olay daha oldu. Bunlardan biri; lobiyi geçip ilk merdiven basamaklarına kadar gelen hafif sakallı, uzun boylu sivil bir polisin bizi ve Komiser Mehmet’i görmesiyle birlikte bize ana–avrat küfretmesi ve Komiser Mehmet’e çıkışmasıydı. Dedi ki; ‘Bırak bu anasını….. adamlarını. Polisi arkadan kurşun-layanlar bunlar değil miydi?  Bir de bunları koruyorsun. Bırakın yansınlar!’ Komiser Mehmet de ona dedi ki; ‘Ya bırak şimdi sırası değil bunun.’ Komiser Mehmet’in söylediğine göre bu polis, Kayseri’den gelen ekibin içinden biriymiş. Ki otelin içindekiler, Komiser Mehmet’in elindeki telsiz konuşmalarından izledikleri kadarıyla bu kurtarma ekibini büyük bir umutla ve sevinçle bekliyorlardı.
Bir başka olay ise şuydu: Yine yangına yaklaştığımız saatlerdi. Komiser Mehmet, ‘saldırganlar lobiye, merdivenlere kadar koşup geliyorlar. Burada otelde panik var, içeriye kuvvet gönderin’ diye çağrıda bulununca yanımıza dışarıdan üç tane kasklı, çevik kuvvete mensup polis geldi. Kim olduğumuzu, ne yapmakta olduğumuzu sordular. Cevap verdik onlara, geldikleri için sevindik. Hemen arkalarından da bir yüzbaşı rütbeli subay geldi. O da burada ne yapmakta olduğumuzu, kaç kişi olduğumuzu sordu. Saldırganların en yoğun olduğu bir anda üç polisi de alarak götürdü. Böylece oteli temizlediler. Artık yanabilirdi.”
Aynı zaman dilimi içinde olanları Ali Rıza Koçyiğit şöyle dile getiriyordu: “Anıtı nihayet otelin önüne getirdiler. Tam önüne koydular. Anıtı ateşe verdiler. Sonra Arif Sağ ile Ali Çağan’ın arabalarını… İki arabayı yaktıkları an polisler, fiilen devre dışı kalmış oldu. Yani yangın var. Saldırganlar buraya hücum etmiş durumda. Bu arada içeri girenler oldu. Barikatın önüne kadar geldiler. Erdal ve diğerlerimiz vurduk adamlara. Oradaki Komiser Mehmet de vurdu. Erdal’ın ayağına bir taş geldi. Ayağı kanadı. O arada Aziz Nesin’in koruma polisi, Ticani kılıklı herif kaçtı, gitti. Biz, ona ‘ateş et’ falan diyorduk, artık otelin içine girenlerin ayaklarına. Üç tane fala polis de geldi içeriye. Onlardan biri barikatın dibinde, oradaki komiserle konuşuyordu: ‘Neden koruyorsun bunları? Yansın, gebersinler, ölsünler!’ diye küfrediyordu, sivil polis.”
“Tv için haber değeri bile taşımıyoruz” diyen Cafer Can Aydın şöyle dile getiriyordu o dakikaları: “Dışarıda taş yağmuru var. İçeride umutlar tükeniyor. Bir yanık kokusu geliyor, odaların kapılarını aralayıp bakıyoruz. Hayır. Yanar çaput falan atmamışlar. Dışarıda arabalar yakılmış. Bu arada Arif Sağ’ın ki de… Biri; ‘ağbi’ diyor ‘sigortası var mıydı arabanın?’ Sonra karşılıklı gülüşüyorlar, sorunun saçmalığını anlayıp. Bir grup saldırgan karşıdaki binaların bacalarına tırmanmış, oralardan kopardığı parçaları fırlatıyor otele. Kırık camlardan içeri… İçeride hazırlıklar tamamlanıyor. Çöp kovaları boşaltılıp içleri suyla dolduruluyorlar. Yangın söndürme aygıtları bir araya toplanıyor. Bunları kim kullanacak, merak ediyorum. Kimse de demiyor nasıl kullanılacağını… Demek ki yangın en uzak olasılık.
Saat 19.30. İkinci katta bir oda. Bir kısım insanların BBP(Büyük Birlik Partisi)’ne geçip canlarını kurtardıkları oda. Ya da bir üstündeki olabilir burası. Zerrin Hanım ve Lütfiye 19.30 Haber Bülteni’nin sonucunu yakalıyorlar, İnter-Star’da. İki-üç sözcükle Sivas’ta bir otelin taşlandığı geçiştiriliyor. Öfke duyuyor insanlar. Belli ki herkesin kulakları tıkalı. Tv için haber değeri bile taşımıyoruz. Bir zaman sonra elektrikler kesiliyor. Zaten loş olan koridorlar kararıyor. Dışarıdan karanlığı yaran alkış ve ıslık sesleri geliyor. Otel ateşe verilmiş…”
Dışarıdan bakıldığı zaman otelin içi görünmesin diye çoğu söndürülmüş, oteldeki lambaların. Ancak saatlerin 19.45’i gösterdiği sıralarda otel elektriklerinin kesilmesiyle, zaten loş olan otel koridorları iyice kararıyor, oteli kuşatanların kara vicdanları gibi. Ve böylece teslim oluyor koyu karanlığa koridorları, Madımak’ın. Çökünce Madımak’ın üstüne koyu karanlık; alışmış olsalar da ürpertiyor içeride ölümü bekleşen canları, zulmün koyu karanlığı. Ama buna rağmen yaşamın kıyısına tutunan canlar, ölümü değil yaşamı düşünüyor ve onun üzerine sürdürüyorlar konuşmalarını.
Madımak’ın karanlığa boğulmuş koridorlarında, barikatın başında nöbet tutan Haydar Ünal anlatıyor: “Elektrikler kesildi. Dinci gericiler içeriye benzine batırılmış paçavralar atıyorlar. O paçavraları bizimkiler, tekrar dışarı atıyor. Orada Erdal var, Olgun var. Erdal ayağı yaralı, ona rağmen mücadeleyi sürdürüyor. Erdal’ı, ben, orada barikatın başında tanıdım. Erdal dost, babacan, muhabbet seven bir insan. Yiğit, gözünü budaktan esirgemeyen bir delikanlı. En önde, elinde şişler bekliyor ve barikatı yırtıp gelen dincilerin başına indiriyor. Biz görüyoruz…
Bu sırada Behçet Aysan’ı çağırdılar. Doktora gerek varmış. Bu, Behçet abiyi son görüşüm oldu.
Üzerimizde, gözlerimizde hüzün vardı. Ama bir şey dikkatimi çekti, dikkatimden kaçmadı. Metin Altıok’la Asım Bezirci’nin ellerinde sopa vardı, en öne geliyorlardı. Öndeki arkadaşlar; ‘Asım abi, Metin abi taş gelebilir, buraya gelmeyin’ deseler de onlar ısrarla gelip bakıyor, orada duruyorlardı.
Otelin içinde dumanlar yayılmaya başladı. Önce arabalar yanıyordu.”
 
Saat 20.00:Madımak’ı kuşatan kara vicdanlı yobaz güruhundan bir grup, tekrar gittikleri Hükümet Konağı önünde “İslam’a Uzanan Eller Kırılır”, “Şerefsiz Vali” sloganları atarak taşa tutarlar valiliği. Bu sırada Garnizon Komutanı ile durum değerlendirmesi yapan vali; “Sonumuzun geldiğini düşündük. Garnizon Komutanı Tuğgeneral Ahmet Yücetürk’ün görevlendirdiği timin havaya ateş açmasıyla saldırı önlendi.” diyordu.
*Dört katlı Madımak Oteli’nin, alevlerle sarılması üzerine silah sesleri duyulmaya başlanır. Bu arada çıkan yangını söndürmek amacıyla otele yaklaşan itfaiye ekipleri bu görevi yerine getiremiyorlar. Çünkü hortumlar delik, işlev görmüyor.
Alevlere teslim edilen Madımak’ın üçüncü katının sol köşesindeki odadan koridora, merdiven başına gelerek oradan alt katlara; “Telaşa kapılmayın, askerler geldi” diye müjde veren Ali Rıza Koçyiğit, tekrar döndüğü odanın penceresinden caddeye baktığında gördüklerine inanamıyor.  Hüsrana uğruyor.  Çünkü ileride duran sıra sıra askeri araçların içinden inerek olay yerine gelen asker sayısı sadece 15-20 kadardı.
Evet, alevlerin otelin duvarlarını yalayarak gökyüzüne doğru tırmanması üzerine Emniyet Müdürü’nün telsizle;“Kalabalık kontrolden çıktı, kuvvet gönderin” diyerek kendisinden yardım talebinde bulunduğu Vali’nin; “dayanın müdür bey, Tugaydan kuvvet geliyor, şimdi buradan geçtiler” dediği kuvvet ulaşmıştı olay yerine.
Dağ fare doğurmuştu. Tugay’dan gelen dizi dizi cemselerin içinden yardıma gelen kuvvet sayısı 15-20 askerden oluşuyordu. İndiler cemselerden, yürüdüler otele doğru.
Bu kadarına da razıydılar, alevlere teslim olan Madımak’ın karanlık koridorlarında ölümü bekleyen canlar. Yeter ki onlara “güç kullanma” talimatı verilsin. Çünkü onların alana bile gelmesi korku salmıştı, can alıcıların içine. Otele dönük olan yüzlerini, gelen askerlere doğru çevirdiler, hayıflanarak. Belli ki canları sıkılmıştı, can alıcı tosuncukların.
Başlarında miğferler, ellerinde silahlar bulunan tam teçhizatlı 15-20 kişilik asker grubu, faşist güruhun; “Asker Bosna’ya”, “Allahsız Asker Siper Olamaz” sloganlarıyla geliyor olay yerine. Askerle faşistler arasındaki hafif itiş-kakış, endişelendiriyor, şeriatçı faşist güruhu. Çünkü onları, amaçlarının önünde engel olarak görüyorlar. Canları yakamayacaklarına hayıflanıyorlar.
 Şeriatçı faşistlerin sıfıra inmişken moralleri, faşist güruhla yüz yüze gelmiş olduğu bölgeye gelen siyah renkli makam arabasından inen Tugay Komutanı Tuğgeneral Ahmet Yücetürk’ün tavrını merak eden şeriatçı güruh, onu da; “Asker Bosna’ya” ve “Allahsıza Asker Siper Olamaz” sloganlarıyla karşılarlar.
-Sonra mı?
Sonra koyu bir muhabbet, garip bir konuşma faslı başlar, şeriatçı faşist güruhla siyah makam arabasından inen generalin arasında. Şeriatçı faşist güruhun ne dediği anlaşılmasa da olayı bastırmaya gelen generalin; “Size söz veriyorum, askerden size zarar gelmeyecek” dediği çok net bir şekilde anlaşılıyor, orada bulunanlar tarafından. Bu konuşmanın akabinde şeriatçı faşist güruh;  “En Büyük Asker Bizim Asker” sloganını böğürürlerken, kalabalığın arasından geri çekilen 15-20 kişilik asker grubu da dizildiği duvar dibinden başlar katliamı izlemeye.
Refah Partili Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu; “Tugay Komutanı da orada bulunanlarca alkışlandı” diyerek kendisini suçlayanlara yanıt veriyordu. “Alkışlanan yalnız ben değildim”  türünden.
Eee… Sözde olayı bastırmaya, oteldeki mahsur canları kurtarmaya gelmesine rağmen katliamı gerçekleştirecek olan katillere;“Siz bildiğinizden şaşmayın, istediğiniz şekilde hareket edin biz sizi koruyacağız” sözü veren bir general alkışlanmaz mı?
Böylece askeri de saflarına katan faşist güruh, tekrar döner işinin başına. İnsanları yakmaya, ocakları söndürmeye.
Sözde barikat kuran polisleri basamak olarak kullanan şeriatçı faşist gürûh, polislerin üzerine basa basa çıkarlar, otelin asma katına. Bir tarafta faşistler, öbür tarafta canlar. Aralarında sadece iki-üç çevik kuvvet polisi. Polisleri basamak olarak kullanıp otelin asma katına çıkmış olan faşist güruh, burada yanacak, yakılacak ne varsa fırlatırlar aşağıya. Masa, sandalye, koltuk atılır dışarıya birer birer, asker ve polisin gözleri önünde…
Bir yandan birer birer sokağa savrulan koltuklar, sandalyeler, masalar, içi kızıl renge boyanmış Pir Sultan mendilleriyle dolu çantalar…
Öte yandan:
-Yak, yak, yak…
Diyecek kadar gözü dönmüş, ölüme susamış, insanlıktan çıkan yobaz sürüsü. Bu ağzı salyalı sürünün içinden bir tanesi asma kattan sokağa masa, sandalye, koltuk savurana bağırıyor, hayıflanarak:
-Bak la, hala neye savuruyon oğlum yaksana lan yaksana..
İnsana ve insanlığa dair hiçbir his bulunmuyordu içlerinde, canların ölüm fermanına imza atan canilerin. Büyük bir zevkle katılıyor katliama. Hatta “Ne kadar şanslıyım ki bu an burada bulunuyorum” diyerek ölümü izlemeyi büyük bir “şans” olarak görecek kadar basitleşiyor, alçalıyor, küçülüyor…
Durmaksızın devam eden taş yağmuruyla birlikte “yahın lan yahın” sesleriyle tersine çevrilmiş olan arabaların benzin depoları ve polisi basamak olarak kullanıp asma kata çıkanların sokağa savurdukları eşyalar ateşe veriliyor, sevinç çığlıkları arasında.  Benzine bulanmış olan paçavraları içeriye atılmaya ve polisin omzuna çıkarak kırık camlardan sarkan tül perdeler yakılmaya başlanır. 
Madımak’ın koyu karanlık koridorlarında umutsuzca ölümü bekleyen canlar, önce içeriye atılan ve benzine bulanmış olan yanar haldeki paçavraları sokağa fırlatırlar, akabinde de ateşe verilen tül perdeleri saran alevleri söndürürler.
Ancak polis ve askerin gözü önünde bidon bidon benzin taşıyan faşistler kararlı. Yakacaklar içerdeki canları, bitirecekler işlerini. Hem de göz göre göre.
Getirilen bidon bidon benzinlerin dökülmesiyle iyice azgınlaşan alevler, sarıyor Madımak’ın her yanını… Ve canların, adını “Büyük” koydukları barikatı…
 Canlar suskun, canlar umutsuz,  canlar çaresiz koyu karanlık koridorlarında Madımak’ın…
-Ya faşistler?
Onlar memnun, onlar hoşnut.
Devlet Baba’dan da…
Askerden de…
Polisten de…
Onlar düşman.
Sana düşman…
Bana düşman…
Ona düşman…
Düşünen insana düşman…
Onlar hoşnut yaptıklarından.
Tüm sarhoşluğuyla kutluyorlar, zaferlerini.
Alkışlarla…
Ulumalarla… 
Islıklarla… 
Tekbirlerle…
 
Hoşnut onlar yaptıklarından da polisten de askerden de devletten de…
Şükranlarını sunuyor, bu katliamı gerçekleştirmede kendilerine yardımcı olan herkese.
 
Ya Madımak?
O hüzünlü. O ağlamaklı, O yaslı.
Bağırası geliyor O’nun.
“Kurtarın!” diye.
Ama bağıramıyor bir türlü.
Çünkü sesi boğazında düğüm düğüm…
Çünkü sesi boğuk boğuk Madımak’ın.
Camı kırık pencerelerinden nazlı nazlı salınan tülü tutuşmuş… Canların ayak bastığı halısı tutuşmuş.
Koyu karanlık koridorlarında çaresizce ölümü bekleyen canların sinesi tutuşmuş.
 Tutuşmuş içi Madımak’ın.
Tutuşmuş Madımak…
Yanar alev alev…..
Bağrına bastığı canlarla yanar Madımak…

Madımak Alev Alev
 
Her şey yolunda. İşleri, planladıkları gibi yürüyordu, faşistlerin. Hiçbir engel yoktu önlerinde. Önce kaidesinden sökülerek otelin önüne getirilen anıt yakıldı. Ardından otelin önündeki arabalar ve asma kattan dışarıya atılan eşyalar… Artık otele gelmişti sıra. Tehlike oldukça somuttu. Takviye makviye de gelmeyecekti. Gelenler ne yaptı ki, gelecek olanlar ne yapsın? Gelseler bile orada olanlar gibi kara vicdanlılara destek vermek ve yaptıklarını alkışlamaktan başka ne yapacaklar?
Tutuşturulmuştu artık Madımak. Yanıyordu için için.  Kızıl kızıl alevlerin canların “Büyük” olarak adlandırdıkları barikatı yaladığı sıralarda ölüme adım adım yaklaşan ve umutları tükenen canlar; “linç” ile “yanmak” arasında tercih yapmak durumunda bırakılırlar. Ya kızıl kızıl alevler arasında kalıp yanacaklardı cayır cayır. Ya da birinci katta bulunan 109 nolu odanın kırık camlı penceresinden arka boşluğa atlayacaklar ve orada linçle yüz yüze geleceklerdi. Ejderha dili gibi uzayan kızıl kızıl alevler gittikçe yaklaşıyordu. Tercihi bir an önce yapmak gerekiyordu. Çünkü aşağıda tutuşarak alev alev yanan otelden çıkan kara kara dumanlar, üst katlara tırmanıyordu. Orada toplaşanlar dumandan zehirlenerek boğulmasınlar diye alt kata çağrılırlar:
- Yukarıdakiler alt kata!  diye.
Aynı ses, aynı sözcükleri bir daha tekrar ederek çağırır yukarıdakileri:
-Alt kata!
İki kez arka arkaya tekrarlanan bu iki sözcüğü duyanlar, yanındakileri de haberdar ederek Madımak’ın daracık merdivenlerinden koştururlar aşağılara, ejderhanın dili gibi merdiven boşluğundan yukarıya doğru tırmanan kızıl kızıl alevlerin ışığında.
O ateş ki canların canlarını alan ateş… O ateş ki çanlara ölüm getiren ateş. O ateş ki 37 canı aramızdan alan hain ateş, kalleş ateş…
Biri vardı içlerinde. Serkan’dı adı. On dokuzundaydı henüz. Kaşları kara, kendisi kara. Tıpkı bahtı gibi…
Hissedebiliyordu yüreğinin derinliklerinde ateşle birlikte adım adım yaklaşan kalleş ölümün ayak seslerini.
Hemen çıkarır cebinden kâğıdını, kalemini. Başlar, kendisini doğurup büyüten anacığına ilk ve son şiirini kâğıda nakşetmeye, karakaşlı, kara bahtlı Serkan:
 
 “Yanıyorum!
Anam sakın ardımdan ağlamasın…
Ali’yim ben…
Pir Sultan yoluna ölüyorum.
Başıma kızıl bağla anam,
Arkamdan sakın ağlama…”
 
Kara vicdanlıların ateşe verdiği 37 canın içinden biri olan kaşı kara, kendisi kara, bahtı kara Serkan, ilk ve son şiirini yazdığı bu kâğıdı, birkaç kez katladıktan sonra koyar cebine…
 
Alevlerin Aydınlığındaki Madımak’ın Karanlık Koridorlarında Can Pazarı
 
Bu insanlık dışı vahşet dolu dakikaları Hidayet Karakuş şöyle anlatıyor:“ Aşağıdan gaz kokuları gelmeye başladı. Barut kokusuna benzer bir kokuydu ilk burnuma çalan. Sonra yanık kokuları sardı ortalığı.
Zerrin Taşpınar:
-Yakıyorlar bizi! dedi.
Bir ses ‘aşağıya yürüyün ön kapıdan çıkalım’ dedi.
Hepimiz ayaklanmış merdivenlere saldırmıştık. Biz daha önceden, Aydoğan, eşi, ben, İclal birlikte yürümeye, birbirimizden ayrılmamaya karar vermiştik. Karanlık, merdivenlerde düzgün yürümeyi engelliyordu. Aşağı inerken yüzümüze büyük bir sıcaklık çarptı.
-Yukarı çıkın, dedi bir başka ses.
Bu kez kalabalık yukarıya yöneldi. Ancak ben, başından beri birçok arkadaşın da gördüğü gibi arka odaların ışıklığına bakan pencerelerini daha güvenli buluyordum.
Arka odalara yürüyün, kapıları kırın diye bağırdım.
-Kalabalık arka odalara yürüdü. Camlar kırıldı. Özellikle 109 nolu oda, küçük bir ışıklığa açılıyordu. İki bina arasında üçgenimsi, biçimsiz bir ışıklığa. İlk çıkan arkadaşlarımızı karşı binanın arka pencerelerinde iki Büyük Birlik Partili militanı karşıladı. Arkadaşlarımıza ellerinde sopalarla saldırmaya hazır bekleyerek:
-Orospular, geldiğiniz yere dönün, yanın, geberin türünden sözlerle karşı durdular, içeri almak istemediler.
Karım çok öfkelendi. Ali Yüce’nin eşi Nimet Hanım:
-Yavrum siz Müslüman değil misiniz? İnsan değil misiniz? diye söylendi. O sıralarda pencerelerin birinde bizimle sonuna değin birlikte olan güvenlik görevlisi arkadaşımızı gördük. İçeriden yoğun bir duman geliyordu o anda. Polis arkadaşla birlikte kırk beş yaşlarında bir bey, militanları çektiler pencereden. Sonradan partiden çıkardıklarını, yan binadan çıkardıklarını öğrendik. Bizi içeri buyur ettiler.
Karım bu kez inmek, oraya girmek istemedi. Yeni bir komployla mı karşı karşıyaydık acaba?
-‘Buyurun kardeş, güvenin bize’ diyordu kırk beşlik bey.
-‘Sizin elinizde ölmektense dumanda boğulmayı yeğlerim’ diye çıkıştı karım. Ben, adamın yüzündeki içtenliği anlamaya çalışıyordum.
-Ben güveniyorum, dedim. Karımı ittim, peşinden de ben indim üçgenimsi ışıklıktan balkonumsu boşluğa.
Başka çaremiz yoktu. “Tarık’ın Askeri” gibiydik o sırada.
Önümüz, saldırmaya hazır iki militanın bulunduğu bir parti binası, arkamız ateşti. Aklımız, geride kalan arkadaşlarımızdaydı. Kimileri, militanların direnmesi sonucu geri dönüp merdivenlere yürümüş, üst katlara çıkmış olmalılar. Sonradan edindiğimiz izlenime göre.
Elimiz, yüzümüz is içindeydi. Büyük Birlik Partisi’ndekiler, bizi kurtarırken kendileri için de korkuyorlardı. Çünkü orası da saldırganlarca bilinirse kötü olurdu. Dışarı çıkınca yangından kurtulduğumuz anlaşılmasın diye elimizi yüzümüzü yıkamamızı istediler. Biz de can atıyorduk, korku saatlerinden sonra suya kavuşmak için. Yine bir önlem olarak kadınları, sokaktan görünmeyecek biçimde arka taraftaki mutfağa aldılar. Çünkü partilerinde hiç kadın yoktu anlaşılan. Varsa da gece bulunmazdı.
Biz, on-on beş dakika olmamıştı ki oraya geçeli, dışarıdan peş peşe silah sesleri geldi. Otomatik silahlarla bir yere ateş edildi. Çığlıklar, gürültüler sürüyordu.
Meğer güvenlik güçlerinden yaralananlar olduğu için silahlar patlamış. Bu atılan silahlar bile bizim kurtulmamız için değildi.
Bir servis otobüsüyle Sivas Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüğümüzde kurtarıldığımıza, kurtulduğumuza inanabildik.
Orada kaldığımız yirmi saat boyunca geride kalan arkadaşlarımızı merak ettik. Kimse bir şey bilmiyordu. Televizyondan çelişik haberler geliyordu, yeterli bilgi ulaşmıyordu bize.
Sabaha değin belirsizlikler içinde koridorlarda gezindik. Bir odada sandalyeler üzerinde uyuduk. Bitişik odadaki biraz daha rahat olan kanepe üzerinde koltuk minderleri, üzerinde kestirdik. Ancak hiç yorgunluk duymadık. Şaşılacak şey yorgunluğumuz aklımıza bile gelmedi. Yangının içinden çıkınca orası bizim için büyük bir lükstü.
Ali Balkız, Arif Sağ, Battal Pehlivan, Demet Işık, Zerrin Taşpınar, Ali Yüce, Ali Rıza Koçyiğit, Ali Doğan, Haydar Ünal, Ayben Kop, Murtaza Demir, Cem Celasun… Gencecik Murat, Erkan… Yirmi saatlik birlikteliğin, dostluğun, aynı acıyı, cehennem saatlerini paylaşmanın yakınlığıyla sarıldık birbirimize.
3 Temmuz 1993 Cumartesi günü saat 11.00 sıralarında bizi ziyarete gelen Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’ye, yanındaki bakanlar, Genel Kurmay Başkanı’na ve kuvvet komutanlarına 31 kişi adına bir bildiri okudum.
Bunda özetle:
1-Otel taşlanırken, yakılırken 7 saat devleti beklediğimizi;
2-Televizyonlarda verilen demeçlerin yanıltıcı, olayları saptırıcı olduğunu, Başbakan’ın, İçişleri Bakanı’nın ölenlerle, yaralananlarla ve bizlerle alay edercesine konuştuklarını;
3-Şeriatın kapıya dayandığını, bilimsel düşüncenin, çağdaş yaşamın sonunun yakın olduğunu vurgulayarak tez elden bütün olanakların kullanılıp laik Cumhuriyet’in kurtarılması gerektiğini;
4- Demokrasilerin kendilerini koruyacak yasaları ortadan kaldırılmamalarını, bu yüzden kendine yönelik tehditlere karşı gerekli önlemlerin alınmasını;
5- Şeriata ve çağdışı düzen özlemcilerine karşı gerekli kararlılıkla yürünmezse sonumuzun iyi olmadığını açıklamaya çalıştım.
Heyecanlıydım. Yorgundum. Sinirliydim. Ancak doğru şeyler söylediğime inanıyorum. Gerçeklerin, insanı sarsan yanını vurgulamak istedim.
Çocuklarımızın; karanlık güçlerin küflü özlemleriyle dolu bir yaşam biçimine mahkûm edilmemeleri için istedim.
Bunu; ülkemi, insanlarımı sevdiğim için istedim.
Bizi saat 16.30’da havaalanına götürdüler. Kırlar yine yemyeşildi. Sivas da uzaktan güzel görünüyordu. Biraz önce otelde eşyalarımızı almaya gittiğimizde insanlığın; bu denli barbar, bağnaz, inanç körlüğüyle sakatlanmış kişilerden nasıl kurtulacağını düşündüm.
Otel merdivenlerinin pirinçleri, ateşten eğilmiş, tırabzanlar yanmış, mermerler patlamış basamaklara yığılmıştı. Odalar, isli duvarlarıyla ürküntü veriyordu. İşte şurada uzanmıştım sırtüstü. Yanmış. Şurada Behçet, Aydoğan’ı sakinleştirmişti. Şurada Asım ağabeyle konuşmuştuk. İkisi de yanmışlar. Birisi boğuldu, birisi yaralı… Şurada… Şurada… Şuradan da Aziz Nesin’in çantalarını bulduk. Çantalardan birinin içinden son yapıtının dosyası vardı. Onur’sa doktor olamamanın onuru.
Uçak gökte süzülürken acının derinlere sızan kanına karşın bilincin kabuğu sarsılmaya başlamıştı, içimde. Bundan sonra ne yapmalıydı? Aydınlar, demokratlar, ülkenin esenliğini isteyenler, laikler, çağdaş yaşamı özleyenler ne yapmalıydı? Ovalar, yamaçlar, dağlar dalgalanıyordu aşağılarda. Her birinde bir dostun yüzü.”
Eşi Günsen Hanım’la birlikte bitişik binaya geçerek canlarını kurtaran Prof. Cevat Geray yaşadığı dehşet dolu saatleri şöyle anlatıyordu: “Şans eseri kurtulduk karımla. Olay, çok üzücü gelişti. Cuma namazından çıkan gruplar önce Kültür Sarayı’nın orda toplanmışlardı. Biz, o ara oteldeydik. Önümüzden büyük bir grup geçti bağıra çağıra. Polisin tedbir alacağını düşündük. Kültür Sarayı’na taşla sopayla saldırmışlar. Sonra otelin önüne geldiler.
Aziz Nesin’in otelde olduğu biliniyordu. İlk sloganları; “Vali İstifa” idi. Sonra “Şeytan Aziz”, “Sivas Aziz’e Mezar Olacak” sloganları atılmaya başlandı. Biz hala oteldeyiz. Püskürtüldüler, sonra tekrar toplandılar. Biz, o ara oteli terk edebilsek bunlar olmayacaktı. Ama gerçekleşmedi. Anlaşılan güçleri bizi koruyacak kadar değildi. Kalabalık giderek büyüyordu. Valiyle görüştüm. Bu, ona karşı bir hareketti. ‘Aziz Bey’le bizi buradan tahliye edin, güvenliği sağlayın, ne olacağı belli değil’ dedik. Bu sırada camlar kırılmaya başlandı. Canımızı kurtarmak için barikatlar kurduk. İlk savunma olarak yaptık bunları. Yapacağımız bir şey yoktu. ’Yangın söndürücüleri kullanırız’ dedik.
Bir tek Kalaşnikoflu sivil koruma görevlisi vardı. O da silahını kullanamazdı. Kalabalık gittikçe büyüyordu. ‘Kayseri’den Tokat’tan takviye geliyor, bekleyin’ dediler. Asker sayısı iki mangayı geçmezdi. Taş atılınca asker başını eğiyordu. Onlar da hazırlıklı değildi.
Arabalar gaz dökülerek yakılmak istendi. Birincisini polis engelledi. Ama sonra başardılar. Sanıyorum saat 19.30 sularına gelindiğinde hem elektriklerimiz hem de dışarıyla bağlantımız kesildi.
Bu arada içeriye yanan bezler attılar. Ama yanımızdaki gençler bunu engellediler. Biz, hiç değilse Aziz Abi’nin kurtarılmasını istiyorduk. O istemedi. Onu başka bir odaya sakladık. Ama o da bizimle koridorlarda savaşmak için hazırlandı. Savaş diyorum çünkü insan canını kurtarmak durumunda kalıyor.  Saat 19.30 sıralarında bunlar iyice girdiler. 19.45 falandı. Camlar kırıktı, içeriye istediklerini atabilirlerdi. Biz, birinci ve ikinci katların merdiven başlarında duruyorduk. Alt katlardan duman gelince biraz heyecanlandık.
Saat 20.00 sıralarıydı. Karımla birlikte binanın (otelin) arkasındaki binaya atladık. Birkaç metre yükseklikteydi. Atlayan diğer birkaç kişiyle bir eve girdik. Sami Karaören’le Cahit Külebi’nin kaldığı yeri biliyorduk. Polis, otelin önündeki kalabalığı dağıtmadı. Polisin barikat kurmanın ötesinde bir etkinliği yoktu. Kültür Park’ı basanlar, polis otosunu almışlar oradan ezan okumuşlar. ‘Biz de Müslüman’ız” gibi polise karşılık vermişler.
Göstericiler arasında her kesimden insan vardı. Orta yaş ve üstü vardı. Esas işi; orta yaşlı grup yaptı.”
“Bölmeden çıkıyorum. Gücümün bitim noktasındayım” diyen Cafer Can Aydın şu cümlelerle dile getiriyor o cehennem saatlerini: “Duman geliyor! Dumanla is kokusu geliyor bize. Çöp kovalarını boşaltıp içine su doldurmuştuk, muhtemel bir yangına karşı. Fakat karanlık olunca göz gözü görmez oldu. Yangın söndürme araçları vardı, onlar bir araya getirildi, bir şey olursa diye. Bayağı bilinçli bir hazırlık yapılmış, göz önü-ne alınmıştı. Yangın birden başlayıp da ortalığı sarınca insanlar paniğe kapıldılar ‘Nereden kaçacağız?’ diye. Bir çıkış yeri de yok. Yangın… Kesif bir duman sarıyor ortalığı ve alev. Koşuşturmalar ve telaşlı hareketler… İkinci katta arka odalardan birinin önündeyiz. Bir çıkış yolu var gibi. ‘Kadınlar önden!’ diyor birileri. Kadınlar geçiyor. Ama sıra gelebilir mi geridekilere? Sıra gelene kadar ateş arkadan yakalayacak ya da duman boğacak. ‘Birinci kata!’ diye bir ses geliyor aşağılardan. Mantıklı geliyor bana. Öyle ya duman yukarı yükselir, alev de öyle. Belki orada bir delik bulabiliriz. Koşuşuyoruz… Birinci kat, biz gelene kadar ateş kesmiş, merdivenlerden inmek olanaksız. Merdivenin hemen bitiminde cam bölmeli bir yer var, yukarıdan ışık sızıyor. Bir odacık. Daha önce görmüştüm. Hiçbir işe yaramazdı. Ama geri dönüş yok. Lütfiye, ben, Aydoğan ve karısı oraya doluşuyoruz. Başkaları var mıydı? Şimdi anımsamıyorum. Tam bir kapan burası, hiçbir hava deliği yok. Tam tepede camlar var. Işık oradan sızıyor. Duman yoğun. Bağırıyorlar bizimkiler; ‘İmdat! Kurtarın biz’ diyorlar. ‘Kesin diyorum, sizi yakanlar sizi kurtarır mı? Kimden yardım istiyorsunuz?’ Lütfiye; ‘Hakkını helal et’ diyor. Saçını okşuyorum, ovalar gibi. Camlar patlıyor sıcaktan. Tv alıcıları patlıyor. Silah sesleri de karışıyor arada. Bilincim ayakta; ‘başını koru’ diyorum Lütfiye’ye. Camlardan başını koru…’ Ölüme ramak kalmış kırk sekiz yaşındayım. ‘Çok değil’ diyorum kendi kendime. ‘Çok değil…’ Ne bir pişmanlık ne bir korku… Yalnız 48 ve oldukça az. Son düşündüğüm bu sanıyorum. Sonrası?… Sonrası bir düş. Sivas öncesi gördüğüm uzun düşler vardı. Yine öyle bir rüyaya benziyor yaşadıklarım. Bir uyuşukluk kaplamış her yanımı. Sarhoş gibiyim, o tatlı rehavet içinde. ‘İşte’ diyorum, ‘uyanacak ve bunların da bir düş olduğunu göreceksin.’ Haydi, Ankara’dan Sivas’a geldik. Şunca olayı da yaşadık. Hadi bunlar gerçek diyelim. Ya insanın insanı yakmasına ne diyelim? Oğul Cafer, hepsine inanılır. Ama şu yakma olayı saçma. Burada zırvalıyorsun… İnsan insanı yakmaz. Uyan da bak; gözlerini Ankara’da açacak ve balkonda bir sabah kahvesi içeceksin. Bu bir kâbus, artık uyanmalısın… İstersen uyanabilirsin… Haydi uyan! Uyanıyorum, göz gözü görmüyor. Ayaklarım dolaşarak, sendeleyerek belki de yerdeki vücutlara basarak kalkıyorum. Alev var mı yok mu bilmiyorum. İstediğim bir şey var. Temiz havaya çıkmak. Bölmeden çıkıyorum. Gücümün bitim noktasındayım. İşte merdivenler, doğru bizi yakanların içine. Ama ne olursa olsun bir kez bile solusam o oksijeni, bana yetecek gibi. Ama dur kalleşlik bu. Karın ve arkadaşların buradayken çıkıyorsun ha? Tu… Yazık sana. Kalleşlik bu kalleşlik… Hatırlasana filmleri. Nasıl vurur sevdiğini sırtından adam? Nasıl çıkar birlikte kol kola sallanarak. Bu duruma rağmen kim yapar bunu, kim? O filmler yalan… Yalan… Sen kimseye sırtını dönmedin, yolda bırakmadın. Şimdi tek yapacağın şey dışarı çıkmak. İşte dışarıdayım. Bakınıyorum. Siyaha kesmişim. Acıyan yerim pek yok gibi. Gömleğimin cebinde kimliğim duruyor, tükenmez kalemim de orada takılı… Anah-tarlarım arka cebimde. Hiçbir bok yok sende.. Yuh olsun.
Polislerin dışında kimse kalmamış dışarıda. Üç-dört polis iri iri açılmış gözleriyle bu cehennemden kaçan adama bakıyorlar. Şaşkınlar…’İçeride kimse var mı?’ diyor birisi. ‘Var’ diyorum. ‘Karım ve birkaç kişi daha.’ ‘Polis de var mı?’ ‘Var’ diyorum, ‘polis de var içerde.’ Kararsızlar. Girmeye cesaretleri yok. ‘Durun size yol göstereyim’ diyorum. Öne doğru bir hareket yapıyorum. ‘Dur’ diyorlar, ‘sen dur’. Biri çekip karşı kaldırıma götürüyor.  Oraya çöküyorum. Gözlerim otelin kapısında. Önüme kocaman şöyle iki kiloluk bir plastik kabın içinde yoğurt getiriyorlar. Bir ağız alıyorum. Simsiyah kesiliyor yoğurt, devam edemiyorum. Zaten karbon monoksit zehirlenmelerine bir yararı olmaz.
İşte birisini getiriyorlar, bu bir erkek. Bir daha ve belki de üçüncüsü Lütfiye… Polisin kucağında, hayat izi yok gibi. ’Bu ölmüş’ diyor taşıyan adam, ‘bu ölmüş’. ‘Hayır’  diyorum ‘ölemez o, ölmeyecek.’ Ve bağırıyorum: ‘Latif ölme! Diren! Ben yanındayım, Latif diren”.
Cengiz Gündoğdu şöyle dile getiriyor o saatleri: “Olayların; Aziz Nesin’le dinci grupların çatışması olmadığını on binlerce insanın; özgür düşünceye, demokrasiye ve cumhuriyet ilkelerine karşı ayaklandığını” söyleyen Gündoğdu şöyle devam ediyor konuşmasına; “Nesin olmasaydı da bu olaylar yaşanacaktı. On saat süren saldırı sırasında tek bir dükkâna bile taş atılmadı. Saldırı; çok önceden ciddi bir şekilde programlanmıştı.”
Belin hep birlikte Haydar Ünal’ın anlattıklarına kulak verelim: “Korkunç bir duman ve alevler. Önce ‘Yukarı çıkalım’ diye bir ses, ardından da ‘aşağıya gelin’ diye bir ses geldi.  Hep beraber oraya, Aziz Nesin’in kaldığı odaya yöneldik. Salon büyüklüğünde bir yer ve ön tarafta bir kavga var; ‘Yanın komünistler, yanın orospular!’ diye bağırıyorlar. Ben, tüm insanları, otelde kalan herkesi yanımızda sanıyorum. ‘Bu adamlarla uğraşacağıma üst katlara çıkayım’ dedim. Battaniyeye sarınıp koridora çıkmaya çalıştım, ama olmadı. Döndüğümde tüm arkadaşlar karşıya geçmişti. Koluma cam battı, geçerken. Korkunç kanadı. ‘Durum nasıl?’ dediler. ‘Valla yukarıya çıkmaya çalıştım, çıkamadım’ dedim. O sırada Olgun, yeniden otele girmek istedi. ‘Belki sesimi duyururum, bağırırım, sesimi duyanlar aşağıya gelebilir’ diye. ‘Olmaz’ dedi oradakiler Olgun’a. ‘Sen kurtulduğuna dua et.’ En son Uğur abiyi görmüştüm, Uğur Kaynar’ı. İkinci kata çıkan merdivenlerin başında; ‘Neden soğuk davranıyorsun?’ diye sordum. O da ‘Yok Haydar’ dedi. ‘Biraz moralim bozuldu.’ Yanında Metin Altıok vardı, Behçet Aysan vardı.
 Erdal’la Asaf barikatın başındaydı. Çıktığımız odaya en yakın yerde. Onlar nasıl kurtulamadılar? Ne zaman yukarı çıktılar şaşıyorum. İlk onların kurtulması gerekirdi.  Sanırım onlar, yukarıya, arkadaşlara yardıma çıktılar ve kurtulamadılar.”
Bir de Arif Sağ’dan dinleyelim o vahşet saatlerini. Sivas Emniyet Müdürlüğü’nde 34 kişiyle bekleyen sanatçı şöyle diyordu: “Olayları 150-200 kişinin başlattığını belirterek: ‘Cuma namazından sonra kalabalıklaştılar. Eğer başta durdursaydılar bu olaylar olmayacaktı. Güvenlik güçleri, otel yanana kadar müdahale etmediler, seyrettiler.” dedi.
Zerrin Taşpınar da o cehennem saatlerini yaşayanlardan biri. Bakalım o nasıl anlatıyor o anları: “Ben, o an bayılmamayım, ayakta kalayım diye düşünüyordum. Böyle bir uyku hali. Uyuyup yok oluvermek, bırakıp bir kenara oturmak…
Duygularım da, görüşüm de, soluk alışım da tabi çok zorlaşmıştı. Bir yavaşlama, bir durgunluk sezdim. Koridorda yürümeye devam ettim. ‘Yaşamam lazım, kurtulabilirim! Serinkanlı olmalıyım, yıkılmamalıyım, düşmemeliyim. Yürümeyi sürdürmeliyim.’ Belki de çok yürümedim. Yani zamanı bilemiyorum. İnsana çok uzun geliyor o ara. Bir oksijen, bir temiz hava hissettim ki o girdiğim odada.  Pencereden atlıyorlardı, o yan binaya geçen yere. İki bina arasında bir bölüm vardı, oraya atlıyorlardı. Atlamışlardı insanlar. Ben o pencerenin yanına geldiğimde sanıyorum Ali Yüce’nin eşi atlamak üzereydi. Onu çekmeye, oradan atlamaya çalışıyorlardı. Ben de ona yardım ettiğime eminim. Eşi (Ali Yüce) yardım ediyordu sanıyorum, çok emin değilim. Onlar atladılar. Ben biraz daha o pencereden dışarıya baktım. Çünkü karşı binadakiler, yani Büyük Birlik Partisi’ndekiler, atlayanlara:
-‘Gelmeyin, geri dönün. Gidin yanın!’ gibi sözler söylüyorlardı. ‘Bize mi sordunuz, buraya gelmek içi?’ diyorlar.  Hanımlara ağza alınmayacak sözlerle hakaret ediyorlardı.
Camın içine baktım, hava boşluğuna bile insem- çünkü burası artık durulamaz hale gelmişti- tepesi açıktı, oraya sığınabilir, soluk alabilirdik. Bir arkadaşın yardımıyla atladım, onların yanına. O sırada Büyük Birlik Partisi’nin binasında arkadaşlar mücadele ediyorlardı, girmek için. Birisi gelmiş, onu fark etmedim, belki kalabalığın gerisindeydim. Orada arkadaşlarımızı almak istemeyen, sopayla dürten, ‘gidin, geri dönün, yanın, ölün’ diyenlere engel olmuş. O partinin şube başkanıymış. Arkadaşlar gitmek için çabalıyordu. Geri dönüşümüz yoktu artık. Oraya gireceğiz döğüşe döğüşe, kavga ede ede. Geriye, otele dönüşümüz mümkün değildi. Oraya girdik. Ama bu süre içinde üst kattan Demet Işık seslendi, üst kat penceresinden:
‘Ben buradayım, nasıl gelebilirim?
Ali Balkız, bir kalas uzattı yukarıya. İkinci kat penceresinden uzattı. Demet Hanım kayarak indi. Arkadaşlar yardım ettiler, hep birlikte pencereden Büyük Birlik Partisi’ne girdik. Onun da hava boşluğuna bakan bir mutfak, bir de oda gibi bir yer penceresi vardı. Oraya girdikten sonra biz kadınları, ön tarafa bakan salonda topladılar. Dediler ki;
‘Bu partiye kadın girmez. Sizi görürlerse buraya sığındığınızı anlarlar. Seslerini duyuyoruz, bağıran güruhun. Oradan da geçiyorlar. ’Mutfağa gidin, görmesinler.’ Biz, hanımlar mutfağa gittik. Çünkü o mutfak, otele bakan hava boşluğu tarafındaydı.”
Barikatın başında göğüs göğüse çarpışma için hazırlıklar yapan Olgun Şensoy anlatıyor: “Şenliklerin ilk günü oldukça coşkuluydu. Konuşmalarda, etkinliklerde tahrik edici hiçbir şey yoktu. Aziz Nesin’in konuşması da öyleydi. Hatta konuşmasından sonra Sivas valisi, Nesin’i tebrik etti. İlk gün öğleden sonra kitap stantları da öyleydi, sakindi. Yalnızca burada Nesin’e bir-iki laf atıldı. Hepsi bu kadardı.
Ertesi gün sabahtan biz provamızı yaptık. Saat 14.30 sıralarında otele döndük. Şenlikler için Sivas’ta bulunan birçok kişi de can güvenliğini sağlamak amacıyla otele toplanmışlardı.  Semah grubu, tiyatro grubu, yazarlar, şairler hepsi oradaydı. Tedirgin bir bekleyiş başladı. Bu sırada camiden çıkan grup, Sivas caddelerinde bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Sanırım saat 16.00’ya kadar bizlerin otelde olduğumuzu bilmiyorlardı.
Otelde 10 kadar polis memuru zaten vardı. Grubun saat 16.00’da otele yönelmesiyle polis sayısı da arttı. Ama kalabalık karşısında sayıları yetersizdi. Daha sonra jandarma birlikleri geldi. Biz, otelin alt katında, lobideydik. Kalabalığın arttığını ve önlemlerin yetersiz olduğunu gördükçe üst katlara doğru çıkmaya başladık. Bu sırada otel sürekli taşlanıyordu. Otelde bulunanlar sürekli Ankara’daki bazı parti yöneticileriyle telefon görüşmesi yapıp durumu anlatıyordu.
Kalabalık yer yer polis barikatını aşıp otele yaklaşmaya başla-dığında biz de bazı önlemler aldık. Yanımızdaki polis görevlisinin de önerisiyle otel girişinde masa ve sandalyelerden bir barikat oluşturduk. Bazı sivil polisler, durumumuzu izlemek ve gülmekle yetiniyorlardı. Kırık camlardan zaman zaman içeri girmeye çalışan göstericiler, Aziz Nesin’in korumasının otomatik silahını görünce geri çekiliyorlardı.
 Dışarıdan sürekli telefon geliyordu. Telefon, bizim kurduğumuz barikatın dışında kaldığı için yanıtlamak, konuşmak oldukça güçtü. Hava kararmaya başlamıştı. Dışarıdaki grup sloganlar atmaya, oteli taşlamaya devam ediyorlardı. Bu arada bazı asker ve polisler de yaralandı.  Biz de bu sırada tamamen yukarı katlara çekildik.
Hava tam olarak karardığında elektrikler kesildi. Tam bu sırada duman kokuları gelmeye başladı. Planlanmış bir şeyler olduğunu hissettik. Yangın çıktığını anladık. Otelde bir panik başladı. Göz gözü görmüyordu. Herkes kaçacak yer arıyordu. Ben, bir odanın camından dışarı, otelin arka tarafında çıkış olduğunu gördüm. Arkadaşları çağırdım. Yaklaşık 30 kişi bu yoldan otel dışına çıktık. İki bina arasında bir tür havalandırma bölümündeydik. Karşımızda gördüğümüz bir büroya girmeye çalıştık. BBP’ymiş. Bizi kovdular: ’Girdiğiniz yerden çıkın’ dediler. Ellerinde sopalar vardı. Orada beklerken birden fikir değiştirip bizi çağırdılar. Kuşkuyla girdik içeri. Bize iyi davrandılar. Ancak içeride kalan arkadaşlarımızı da getirmemize engel oldular.
Yangın çıkmıştı. Bir telefon geldi. Bilgi istiyorlardı bizden. ‘Yahu kardeşim ne bilgisi istiyorsunuz? Biz can derdindeyiz, yanıyoruz!’ diye çıkıştım. Mehmet Özer aradı: ‘Nasılsınız Olgun? Gelelim mi?’ diye. ‘Abi bundan sonra ne yapabilirsiniz ki? Bilmiyorum ama herhalde bu son görüşmemiz olur. Kendinize iyi bakın.’ dedim. Keşke Alibaba’yı alın, gelin deseydim… Daha önce biz hep ‘Gelmeyin’ demiştik, Alibaba’dan arayanlara. Devlete güven, her şeyi mahvetmişti.
Elektrikler kesildi ve yangın başladı. Çok planlı ve programlı bir olay. Beklemediğimiz bir anda bir şok yaşadık.109’a gittim. Cevat Geray, eşi falan karşıda. Ama bana işaret yapıyorlar. Çember sakallı bir adam üzerime doğru geldi, küfürle. Geri çekildim, odaya girdim. Orada Kamber Çakır. ‘Çakmağını alabilir miyim abi?’ dedim. Durumu anlatıp nevresimi yırtıp burnuma bağladım, battaniyeyi kafama sardım. İçerdeki insanlara yol göstereceğim. İlerleyemedim.  Bir grup insanla el ele tutuşup Cevat Hocaların oraya geçtik. Ben bayağı fenalaştım. Biraz iyileştikten sonra; ‘Ben geri dönmek istiyorum’ dedim. Adamlar beni tersledi. Ali Balkız, ‘Dönebilir misin?’ dedi. ‘Dönebilirim abi’ dedim. Adamlar itiraz etti. Orada bayılmışım. Hastanede gözümü açtım. Yanımda Kamber Çakır. Yaralı. ‘Kızımı düşünüyorum. Ama daha çok Asuman’ı düşünüyorum’ oldu ilk sözü.
Kendime geldiğimde oradaki sevimli bir insan ‘İçerisi de dışarısı gibi’ dedi. Gazeteci olduğumu, morga inmek istediğimi söyledim. Morgda Belkıs Çakır’ı gördüm. Gözleri çok büyümüş. ‘Gel’ der gibi elleri açıktı. Muammer Çiçek oradaydı. Gelişigüzel atmışlardı odaya.”
Ali Rıza Koçyiğit şöyle dile getiriyor o vahşet saatlerini: “Bir ses geldi. Erdal’ın sesi: ‘Çatı katındayım.’ Alt kata doğru inmeye başladım. Merdivenlerde insanlar. Aşağıya indim. Aziz Nesin’i bulmak umuduyla kaldığım odaya girdim. Odanın boş olduğunu görünce şaşırdım. Çantamı da göremeyince yanlış odaya girdiğimi anladım. Kaldığım odanın tam üstündeki odaya girmişim, ikinci kata. O arada kesif bir duman yayılmaya başladı. Odadan bir yastık yüzü alıp ağzıma kapadım ve aşağı indim. Birinci kat aşağı yukarı boşalmıştı. Alevlerin gölgesi geliyordu merdiven boşluğuna. Kendi odama gittim. Bir dolu insan vardı orada ve camı kırmaya çalışıyorlardı. O pencere arkadaki boşluğa bakıyordu. İnsanlar camdan geçtiler. Ben, en son dönüp odanın kapısını açıp bağırdım; ‘Buraya gelin’ diye. Birinci kat olması nedeniyle yoğun duman ve alev vardı. Kimse yanıt vermedi, ses gelmedi. Boşluktaki sac perde yıkılmıştı. Karşıda Büyük Birlik Partisi mutfak penceresi. Bizimkiler oraya geçmeye çalışıyorlar. Onlar da küfrediyorlar, sopalarla tehdit ediyorlardı. Ben başka bir çıkış aramak için yandaki lokantanın üstüne çıkmayı denedim. Beni gören çatıların başındaki faşistler, korkunç bir kiremit saldırısı başlattı. Tekrar indim. Büyük Birlik Partisi de geçişe izin vermişti. Tekrar odaya girip kapısını açmaya çalıştım. Kolunu tutamıyorum. Her şeye rağmen açtım. Açar açmaz korkunç bir duman, kurum içeri girdi. Artık buradan bir umut yoktu. Ben de diğer insanların yanına gittim.”
Sırada Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Ankara Şubesi Başkanı Demet Işık var. İşte onun anlattıkları: “ Perşembe günü Kültür Merkezi’ndeki Pir Sultan Abdal Şenliği’nin açılışı oldu.  Vali Bey, Aziz Nesin ve Dernek Başkanı birer konuşma yaptı. O gün herhangi bir olay olmadı. Cuma günü medreseye gittik. Herkes kitaplarıyla geldi, söyleşiler oldu. Medreseden çıktığımızda Cuma namazı kılınıyordu. Geçeceğimiz yol caminin önünden geçiyordu. Lokantada yemek yedik, oradan otele geldik. Saat 14.30’daki Arif Sağ konserine gitmek üzere otelden ayrıldık.100-200 kişilik bir grup Kültür Merkezi’nin önünde; “Sivas Valisi İstifa”, “Sivas, Aziz Nesin’e Mezar Olacak”, “Kahrolsun Laiklik, Yaşasın Şeriat” diye sloganlar atıyordu. Yavaş yavaş Kültür Merkezi önünde birikmeye başladılar. Polis bu grubu dağıttı. Biz tekrar otele döndük. Saat 20.00 sıralarında otelin önündeki arabaların depolarından döktükleri benzinleri ateşe verdiler. Biz birinci kata inerek iki apartman arasında bir boşluk bulduk.  Oradan kendimizi dışarı attık. Diğerleri de üst kata çıkmaya başladılar. Dışarı çıktığımızda karşı apartmana girmek istedik. Orası, Büyük Birlik Partisi’nin yeriymiş. Bize: ‘yanın, geberin’ diye bağırdılar. Daha sonra, partinin başkanı olduğunu öğrendiğimiz bir kişi bizi içeri aldı. Bu arada halkı dağıtmak için güvenlik güçlerinin havaya ateş açtığını öğrendik. Daha sonra sokağa çıkma yasağı kondu. Bizi bir otobüsle emniyete getirdiler.”
“Korkuyordum. Ölümü hissettim” diyen Elif Dumanlı’ya kulak verelim: “Aziz Nesin, stantta kitap imzalarken birisi geldi; ‘Senin inkâr ettiğin Allah bir gün seni yakacak’ dedi. Hemen Aziz Bey’i götürdüler. Biz de standı kapattık.
Ölüm yok aklımızda, yangın yok. Özlem’le, Nurcan’la konuşuyorduk. Dumanlar gelmeye başladı. Aşağıdan bir ses; ‘Kızlar aşağıya’ diye bağırdı. Ben inecekken bir kadın yardım isteğinde bulundu. Onu aşağıya kadar indirdim. Herkes bir tarafa koşuşturuyordu. Aziz Nesin’i gördüm orada. Öylece duruyordu. Yanımız-daki yaşlı bayanı bırakıp onu kurtarmayı düşünüyordum.
Fakat olmadı. Çünkü arkamdan beni iteleyip duruyorlardı. Nasıl geldiğimi bilmiyorum, kendimi pencerenin önünde buldum. Camı kırıp önce yaşlı bayanı attım. Atladığımız yer küçüktü. Korkuyordum. Ölümü hissettim, sonsuz bir karanlıktı.
 Arkama baktığımda hiçbir kız arkadaşı göremedim. ‘Kızlar nerede?’ diye sordum. Bir yanıt veren yok. Murat vardı, o içeri gitti, birilerini kurtarmak için. Muammer de yanımızdaydı. O da içeri gitmiş. Ertan da döndü. Ama kimseyi bulamadan döndü. Arkadaki boşluktayız. Karşıda parti var. Oradan sopalarla çıkanlar biz kadınlara; ‘Orospular gidin yanın. Girdiğiniz kapıdan çıkın.’ diye bağırdılar. Kadınlar onlara; ‘Biz de insanız.’ diyorlar. Kadınlar girmek için uğraşıyorlar. Sonra oraya girdik.”
Öner Yağcı şöyle anlatıyordu: “Kültür Merkezi’ne gittiğimizde oranın da kuşatılmış olduğunu gördük. Camiden çıkan şeriatçılar ile Kültür Merkezi’nde Arif Sağ’ın saat 14.00’te gerçekleştirilecek konserini izlemeye gelen Sivaslılar arasında karşılıklı çatışma olmuştu.  İki taraftan da yaralılar olduğunu öğrendik. Ben, burada bir arkadaşın evinde kalıyordum.”
“Sigortaları kapattık. Bizden biri ‘kapatın’ dedi” diyen Cem Celasun anlatıyor yaşananları: “Katliam adım adım gelirken Ankara’nın kılı kıpırdamadı. Bunun sorumlusu kim? Hocalar Cuma namazındaki hutbede olay çıkartılmasını tahrik ettiler. Saldırıya yönelik fetva verildi. Oteli taşlarken ezanı duyunca duruyorlardı. Ezan bitince taşlamaya devam ediyorlardı.
Yanan heykeli sürükleyerek polis çemberini yarıp otelin önüne gelmişlerdi. Arabaları tutuşturdular. İçeriye yoğun bir duman geldi. Oteli yaktıklarını sandık. Bizler yangın söndürme aletleriyle barikatın olduğu yere indik. Bu arada yangına karşı bir önlem olarak ‘sigortaları kapatın’ dendi. Sigortaları kapattık. Bizden biri ‘kapatın’ dedi. Kesif duman ve karanlık. Önce üst katlara çıkılması düşünüldü. Erdal Ayrancı, Asaf Koçak, Uğur Kaynar herhalde çıkanlar arasındaydılar. Yerdeki halılar sentetik, tutuşunca çok zehirli bir gaz yayıyor. Merdiven boşluğu da baca görevi yaptığı için duman olduğu gibi yukarı çıkıyor. Birinci kattayım. ‘Buraya gelin’ diye sesler geliyor. Fakat göz gözü görmüyor. Takılıp düşenler var, çığlık atanlar var. Çağrılan yere yürürken bir kız arkadaş bağırdı: ‘Kurtarın! Yanıyorum!’ diye. Elimi attım fakat bir boşluk, tutamadım.   Bir gürültü duydum. Düşmüş olmalı. Birkaç nefes aldım. Bir sıcaklık yüzümü yalayıp geçti. Saçlarım tutuştu sandım. Alevler birinci katı geçmiş yukarılara doğru. Merdivenlerin tırabzanlarını yalıyor. Odaya girdim sonunda. İnsanlar camları kırmaya uğraşıyor. Diğer tarafta boşluğa geçtik. Dönüp baktığımda kimseyi göremedim. Yangın çok ani gelmişti. Biden bire.”
“ Nazım Hikmet’in ‘Umut’ adlı şiirini oynuyorduk” diyen tiyatrocu Haldun Açıksözlü anlatıyor: “Perşembe günü bildiri dağıtılmış, cihat ilan edilmiş. Perşembe günü saat 10.00-13.00 arası yazarların söyleşisi vardı. Cuma günü yerel gazetelerde Nesin’in ‘Allah’a küfür etti’ şeklinde haberler yer aldı.  Böyle bir şey yok. Ben dinledim. Cuma günü ‘Dinsizlerin hakkından gelinmelidir’ diye bildiri dağıtılıyor. Cuma günü Kültür Merkezi’nde gösterimizi sürdürüyorduk.  Hemen yanı başımızda cami var. Saat 13.00’te oyunumuza başladık. Nazım Hikmet’in ‘Umut’ adlı şiirini oynuyorduk. Polisler geldi: ‘Gürültü yapmayın’ dediler. Oyunu yarıda kesmek zorunda kaldık. Polisler ve yöneticiler; ‘Bir şey olur’ dedi. Orayı terk ettik. Onlar medreseye gidip yağmalamışlar. Daha sonra Kültür Merkezi’ndeyken 300-500 arasında insan; ‘Vali İstifa, Şeytan Aziz Dışarı’ sloganları atarak buraya geldi. Sonra burayı taşladılar. Biz de onlara taş attık. Polis bizi içeriye soktu. Barikat kurdu. Biz kendimizi koruduk.”
“Kaçmak için çareler arıyorduk. Panik yoktu. Hepimiz alışmıştık.” diyen Ertan Kartal şöyle dile getiriyordu o kahrolası dakikaları: “Saat 13.00 sıralarında otele geldik. Etrafta 200-300 kişi dolaşıyordu. Mecburen otele girmek zorunda kaldık. Saat 13.30’da saldırganlar otelin önüne gelip; ‘Sivas Aziz’e Mezar Olacak’ sloganları atarak tekbir getiriyorlardı. Büyükler lobide telefon görüşmesi yapıyorlardı. Biz de ikinci katta olayları izliyorduk. Taşlama gittikçe artmaya başladı.  Otelin yanına gelmeye çalışıyorlardı. Ancak polisler ve güvenlik güçleri engellemekte güçlük çekti. Tabi engelleyemediler. Çaba sarf etmediler. Olay bu şekilde saat 19.30’a kadar sürdü. Bu saatlere kadar arabalar parçalandı, yakıldı ve yerlerde kaldırım taşı kalmadı. Karşı binanın tepesinden taş ve kiremit atıyorlardı. Bizler, merdiven başlarında onları bekledik. Bu sırada bir grup, polislerin arasından sıyrılarak arabaları devirip otelin lobisine girdiler. Otelin sütunlarını yıkmak istediler. Biz, yukarıdan sesleri duyuyorduk. Ters çevirdiği arabalardan benzin almış olacaklar ki otelin lobisine döküp ateşe verdiler. Bu sırada elektrikler kesildi. Dumanlar çıkmaya başladı. En üst kattaki bayan ve çocukları birinci kata indirdik. Kaçmak için çareler arıyorduk. Panik yoktu. Hepimiz alışmıştık. Birinci kattaki bir odadan arkada bulunan boşluğa çıkmak istedik. Otelin arkasındaki dairenin ışığını gördük. Otelden çığlıklar geliyordu, sonra kesildi.”
Ürkütülmüş kuşlar gibi bir o duvara bir bu duvara çarpıyordu, otuz tane insan”  diyen Ali Balkız anlatıyor: “Yanımızdaki Komiser Mehmet yangınla birlikte ‘aşağıya’ diye bağırdı. Fakat kendisi de gidemedi. Öyle bir duman geliyor ki alevler gelip gelip yalıyor. Oradan geçen bir Rıza Aydoğmuş olmuş. Eğilmiş, alevin altından kendini otelin önündeki güruhun içine atmış. En yakındaydı Rıza. Ön kapıdan çıkıyor. Hücum etmek isteyenleri polis engelliyor, o da bir pasaja girip kurtuluyor.
109 Aziz Nesin’in İnönü ile konuştuğu oda. Koridorda bir panik yaşandı. Birkaç dönemeç döndük odaya girmek için. Bir sıkışma ve panik yaşandı. Orada Aziz Nesin’in eşi, bir koluma da Ali Yüce ve eşi yapıştı. ’Bizi kurtar’ diyorlar. ‘Tamam’ diyorum ‘Sakin olun kurtulacaksın’. ‘Valizimi, çantamı alayım’ diyen var. ‘Hayır’ diyoruz. Odanın camlarını kırıp boşluğa geçtik. Biz orada yalnızca kendimizin zor durumda olduğunu,  diğerlerinin kaçıp kurtulduğunu düşünüyoruz. O küçük aralıkta çok fena olduk. Karşıdan ellerinde sopalarla uzun boylu adamlar çıktılar, Büyük Birlik Partisi’nden. Küfrediyorlar; ‘Buradan mı girdiniz ki buradan çıkıyorsunuz?’ diyorlar. Önce polis, Murtaza, ben. Arkada alev var. Oradan kaçıyorsunuz başka bir aleve düşüyorsunuz. Tam da kurtuldum derken. Tam çaresizliğe düşmek… Orada otuz tane insan ürkütülmüş kuşlar gibi bir o duvara bir bu duvara çarpıyor. Bu, beş dakikadan fazla sürdü. Onların camlarını kırdık Polis, Murtaza onlarla cebelleşiyor. İkna oldular; ‘Gelin’ dediler. Bu kez de biz gitmekte tereddüt ediyoruz. İçeri girdik, su içtik, beş dakika zaman geçti. ‘Arkadaşlarımız içeride kaldılar’ dedik. Olgun’a gidebilir misin?’ dedim. ‘Olur, abi’ dedi. Ben otele yürüdüğümde oradaki adamlar; ’Siz canınızı kurtardığınıza sevinin’ dediler. ‘Onlar kurtulmuştur.’ Yanımızda bulunan bayanlar hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar. Sanki cenaze evi. O sırada içeride arkadaşlarımız ölüyormuş!”
Mehtap Yücel söyle dile getiriyor o anları: “Yangın başladığında otelin üçüncü katında bulunuyorduk. Dumandan boğulmak üzereydik. İki gruba ayrıldık. Bir grup yukarı katlara çıkmaya başladı. Benim de aralarında bulunduğum grup, birinci kata indik. Oradan arkadaki boşluğa geçtik.”
“Yaşadığım bu korkunç olayın izlerini ömrümün sonuna kadar üzerimden atamam” diyen Birsen Gündüz anlatıyor: “Otele yağmur gibi taş yağıyordu. Polisin bizi koruyamayacağını anlayınca kendi olanaklarımızla otelin koridorlarında barikat oluşturduk. Daha sonra gözü dönmüş katillerden bir grup otelin alt katlarına girdiler. Ellerindeki yanıcı maddeyle binayı ateşe verdiler. Oteldeki kargaşa sırasında ben alt katta kalmıştım. Bu arada ağabeyim ve arkadaşlarımın çığlıklarını duydum. Birkaç dakika içinde duman nedeniyle olduğum yere yığıldım. Artık her şeyin bittiğini düşünü-yordum. Daha sonra kendimi kaybetmişim. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Yaşadığım bu korkunç olayın izlerini ömrümün sonunakadar üzerimden atamam. Alev ve duman cehenneminden kurtulmam tam bir mucize!”
“O panik içinde herkes kaçıştı. Ölümleri yaratan bu panik oldu” diyen Kamber Çakır o vahşet saatlerini şöyleanlatıyor: “Yakma olayı geldi aklıma. Çünkü bizi başka türlü teslim almaları mümkün değildi. Oteli gezdim. 109 ve 110 bizi korur dedim. 109’dan boşluğa çıkılıyor, 110’da ise bir ara var, üzeri camla kaplı. Duman, ateş aşağıdan yürüdü. İnsanlar 109’a doğru koşuyor. Ben ikinci ya da üçüncü sıradayım.. Baktım arkaya çocuklar yok. Geri döndüm, çocuklara talimat verememiştim. ‘Asuman, Belkıs aşağıya!’ diye bağırdım. Diğer insanlar kaçmaya çalışıyor. 110 nolu odanın pencerelerini kırdım. Bulabildiğim insanları o arka boşluğa atıyorum. Kollarım parça parça kesildi, girip çıkarken. Bir ara Murat Gündüz’ü görüp kaybettim. Arkada hiçbir yana çıkılması mümkün olmayan üzeri camla kaplı, aydınlık boşluğu var, oraya atıyorum. O arada Birsen’i yakaladım, Çiğdem’i yakaladım o boşluğa götürdüm. Yangın çıkınca ilk ses ‘yukarıya çıkın, çatıya çıkın’ olmuş. Asuman ile Belkıs birinci kat ile ikinci kat arasındaki merdivenlerde kalmışlar, tereddüt içinde. O panik içinde herkes kaçıştı. Ölümleri yaratan bu panik oldu. Ben, oradan herkesin kaçtığı yerden döndüm. Çünkü çocuklar yoktu. Oradan 110’un boşluğuna beş-altı kişiyi koydum. Ben de bayılmışım sıcaktan, ısıdan. Üstteki cam, aydınlığın camı kırılmış. Kendime geldim. Çiğdem’i, Birsen’i Gülay’ı uyandırdım, yanımdaydılar. Orada hayli bir zaman geçmiş. Dışarıdan gelenler oldu, artık yangın bitmiş. Bağırıyorlar; ‘Neredesiniz?’  diye, geldiler. Çocukları aldılar, çıkardılar. Yardımcı oldular. Polis ya da itfaiyeciler… Dışarı çıktım. Yoğurt verdiler. Şöyle yap, şuraya gitme diyorlar. Hiç anlayamıyorum. Sonra hastanede açtım gözümü.”
Evet, Birsen’i, Çiğdem’i ve Gülay’ı kurtaran Kamber Çakır ne yazık ki; ‘İnşallah üst kattadırlar, kurtulmuşlardır’ diye düşündüğü kızı Belkıs ile en az onun kadar sevdiği yeğeni Asuman’ı kurtaramıyor, alevlerin aydınlığındaki Madımak’ın karanlık koridorlarında kol gezen ölümün pençesinden..
Saat 21.00: Sivas vali yardımcısı Mesut Şenol tarafından verilen ilk bilgiye göre -devletin desteğiyle gerçekleştirilen katliamda- toplam 36 kişi yaşamını yitirirken çok sayıda da yaralanan vardı.
 
“Durmadan imdat istiyorum, ama beni duyan yok” diyen Lütfi Kaleli şöyle dile getiriyordu o vahşet saatlerini: “Saat 19.30’dan sonra elektrikler kesiliyor ve karanlıkta kalıyoruz.
Bir duman kokusu burunlarımızı yakıyor. Neler oluyor dışarıda? Bizi korumaya soyunmuş gençlerimiz, otel önündeki arabaların yakıldığını söylüyorlar. Paniğe kapılıyoruz. O ara Aziz Nesin ilişiyor gözüme. Yanında koruma polisleri yok, yalnız başına duruyor. Yanına gidiyorum, koluna girip dördüncü kata çıkıyoruz. Penceresi dışarı bakmayan bir küçük odaya giriyoruz. Aziz Nesin sandalyeye oturuyor, ben kapı önüne geçip onun korumalığına soyunuyorum. Silahım ne? İki tane çıta. Çok komik!
-‘Aziz Bey’i bununla mı koruyacaksın’ diyor hanım arkadaşlardan biri. Fiyakam bozuluyor. Elimdeki çıtaları atıyorum.
Duman kokusu artıyor. Bir arkadaş aşağı inmemizi istiyor. Aziz Nesin ile el ele tutuşuyoruz. Önümüzde gençler doluşuyor merdivene. Onlara öncelik veriyoruz. Ancak seksen kişi daracık merdivenlerde hızlı hareket edemiyor. Daha biz merdivenin başındayken gençler geri çekiliyor. Biz de geriye çekilip küçük odaya giriyoruz ve kapıyı kapatıyoruz.
Burası biraz daha oksijenli, rahat soluk alabiliyoruz. Ama merdiven koridorunda çığlıklar, koşuşturmalar deva m ediyor. Gençlerin çığlıkları yeri göğü inletiyor.
Lobiyi yakmışlar. Merdiven boşluğu bir baca gibi duman ve alev taşıyor. Alevler, bir ejderhanın dili gibi yalıyor sağı solu. Kara duman kuşatıyor her yanı. Gençlerin çığlıkları bir veya iki dakika sürüyor. Sonra kesiliyor…
Bulunduğumuz odanın içi, kapı aralıklarından duman alıyor. Beşi dakika sonra soluk alışlarımız zorlaşıyor.
Aziz Nesin ile küçük odada kıvranıyoruz.
-‘Ne yapacağız’ diyor Aziz Nesin.
-Öleceğiz, diyorum.
-‘Korkak ölmek istemiyorum’ diyor Aziz Nesin. Yatağa uzanmak istiyor. İçim paralanıyor, öfkem kabarıyor, ağlamak istiyorum.
İçerdeki oksijen iyice azalıyor. Ölümü duyumsuyorum iliklerimde. Soluğum daralıyor. Kapıyı yokluyorum, ısınmış. Cam, sıcaktan şekil değiştiriyor. Alevin kızıllığını seçiyorum koridorda.  Birden yan odaya geçmek düşüncesi parlıyor belleğimde.
-‘Aziz Ağabey’ diyorum, ‘yan odaya geçebilirsek belki kurtulabiliriz.’
-‘Hemen’ diyor, Aziz Nesin.
El ele tutuşuyoruz. Yanmamak ve boğulmamak için hırkamı başıma doluyorum. Kapıyı açıyorum. Korkunç bir duman ve sıcaklık hücum ediyor üzerime. Gayri dönüş yok, dalıyoruz içine. El yordamıyla yan odaya geçip pencereye ulaşıyoruz. Başımı uzatıyorum dışarı, temiz hava doluyor ciğerlerime. Kendime geliyorum ve avazım çıktığı kadar bağırıyorum:
-İmdaaaat!
Durmadan imdat istiyorum, beni duyan yok. Yangın binayı kuşatmış. Aşağıda bu durumdan zevk alan bir kalabalık; ‘Allahuekber’ çığlıkları atıyor. Bu nasıl insanlık, bu nasıl Müslümanlık?
Nihayet beni fark ediyorlar. Çatıya çıkma mı söylüyorlar. Merdivenlerin yandığını söylüyorum, az ileride gözüme ilişen itfaiye arabasını yanaştırıp bizi kurtarmalarını istiyorum. İsteğim yerine getiriliyor. Merdiven, bulunduğumuz pencereye yanaşınca önce Aziz Nesin’i, sonra da kendimi merdivene atıyorum.
Çok şükür kurtulduk derken Aziz Nesin’i tanıyan sakallı birisi (sonradan adının Cafer Erçakmak olduğunu öğrendiğim Belediye Meclis üyesi) bağırıyor:
-Kurtarmayın onu, esas ölmesi gereken o!
Ben karşılık veriyorum:
-O bir insandır!
Meclis üyesi hiddetleniyor:
-O insan değil, hayvandır! Ölmesi gerek onun.
İtfaiyenin kancasını alıyor, Aziz Nesin’in beynini parçalamak için hazırlanıyor. Maiyetindeki görevliler de ondan geri kalmıyor. Birisi Aziz Nesin’in bileğinden tuttuğu gibi aşağı fırlatıyor. Aşağıda salyaları akan kuduz köpekler Aziz Nesin’i parçalamak için kapmak istiyorlar. Ancak Aziz Nesin, merdiven basamaklarından birini yakalıyor, bedeni aşağı sarkarken asılı kalıyor. O haliyle vuruyorlar. Kan içinde kalıyor Aziz Nesin. Çılgınlık bu! Cennet hayaline kapılmış bu çılgınları durdurmak gerek.
-Polis! diyerek feryat ediyorum. Şimdiye dek hiçbir müdahalede bulunmayan ve otelle birlikte 36 insanın yanışını onlarla birlikte seyreden polislerden imdat umuyorum yine de. Başka seçeneğim var mı ki? Ola ki içlerinden birkaç tane insan sütü emmiş çıkar diyorum. Nitekim yanılmıyorum. İki yiğit çıkıyor.
Aziz Nesin’i linç edilmekten kurtarıyorlar. Ben de atlıyorum arabanın üzerinden yere. Aziz Nesin ile aynı anda polis otosuna biniyorum. O ara bir polis Aziz Nesin’e hala yumruk atıyor.  Koruyucu meleğimiz komiser, o polisi tersliyor, arabanın arkasına itiyor. Ben, Aziz Nesin’in başının altına hırkamı koyuyorum. Başından aldığı darbeler derisini parçalamış, kan akıyor. Cumhuriyet Üniversitesi’nin Acil Servisi’ne yetişiyoruz ve hayata yeniden dönmüş oluyoruz.”
Bu olayın müsebbibi olarak gösterilmeye çalışılan beyaz saçlı, tombul yüzlü, seksenlik Aziz Nesin anlatıyor yaşadıklarını: “Lütfi Kaleli, beni otelin ikinci katında bir odaya çıkardı. Benzin dumanı herhangi bir dumana benzemiyor. Orada kaldık, çırpınıyoruz. Doğrusunu söyleyeyim ki şu aklıma geldi. Hani insan ölürken, geçmişi bir film gibi geçer ya? Hayır, öyle bir şey olmadı. Ölümle pençeleşmekten öte bir ilişkim olmadı. ‘Ölürsem’ dedim ‘çok biçimsiz ölmeyeyim.’ Ama bir yandan da kıvranıyorum. Biçimsizliğe giriyorum tabi. Soluğum kesildi, terliyorum. Sıcak… Her taraf karanlık zaten, birbirimizi görmüyoruz. Kapıyı bulamıyoruz. Ben zaten kalp hastasıyım. İki ameliyat geçirmişim, inme geçirmişim. Bütün kaygım; ‘Korkan bir adam biçiminde ölmeyeyim’ dedim. Ama o da mümkün değil kıvranıyorum, müthiş bir şey zehirli gaz. Lütfi ;’Ölüyoruz ağabey!’ dedi. ‘Ölüyoruz, öleceğiz! Başka çaremiz yok.’ dedim. Bir dakika daha kalsaydık ikimiz de kesin ölecektik. Ve ölümün en feci biçimiyle ölecektik. ‘Çıkalım, çabuk ölelim!’ dedim. Biz, ölmek kalmak düşüncesi olmadan ‘ölüm’ diye çıktık dışarıya. Ben, zor yürüdüm. Bir süre yerlere takılıyorum. Herhangi bir insan kendi canını kurtarmak için beni bırakabilirdi, Lütfi bırakmadı.
Pencereye beldik, pencere camları kırılmış. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Ne bağırdı bilmiyorum. ‘İmdat!’ diye bir ses. Çok bağırdı. Uzak bir yerden itfaiye arabası geldi. Pencereden dumanlar falan ve arada bir de hava geliyor. Dalga dalga sıcak ve hava geliyor. Denizden burnun uzu çıkarır gibi hava alıyorsunuz.  Merdiveni çıkardılar pencereye. Ama benim pencereye çıkacak halim yok. Lütfi beni kaldırdı, merdiven koydu.
Merdivenden dura dura inmeye başladım. Aşağıdan yukarıya bir itfaiye eri geliyor. Ben de umdum ki itfaiye eri beni öyle görür, alır kucağına yardım eder, götürür. Hayır, öyle olmadı. Merdivenin tam orta yerinde itfaiye eri; ‘Namussuz, alçak’ diye bana vurmaya başladı. İtfaiye eri kandırılmış bir insandı. O yanlış da olsa bir inanca inanmıştı. O adamın beni öldürmek üzere dövmesi, bana o kadar ağır gelmedi. Sonra oradan giderken bir de tekme vurdu. Ben yuvarlandım. Bacaklarımda yaralar var. Bir adam elinde çok büyük bir sırıkla bana vurmaya çalışıyor. Sanıyorum polis olan biri onu durdurdu. Başımdan yara aldım. Kan fışkırmaya başladı, yere düştüm. Yerden sürükleye sürükleye polis otomobiline götürdüler. Polis arabasına binerken yine onlardan birisi beni boyna yumrukluyordu. Araba hareket etti. Arkamda oturan sivil polis, ceketini çıkardı. Benim kan akan başımın altına koydu. Hastaneye götürüldük. Burada değerli bir albayla, komutanla tanıştık.
Çok ilginç bir şey. Beni, düşmanın attığı taşlar, dostun attığı gül incitir. Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın ve Bakan’ın söylediği sözler… Bu yalanlar bizi daha incitmiştir. İtfaiye eri kandırılmış bir insandı. O yanlış da olsa bir inanca inanmıştı. O adamın öldürmek üzere dövmesi, bana o kadar ağır gelmedi. Ama aydın,  benim birçoğunu tanıdığım kişiler bu yalanları söylediler. En başta, en büyük yalan kaynağı da İçişleri Bakanı’dır. Basında benim tahrikçi olduğum öne sürülüyor. Kesinlikle katılmıyorum. Tahrikçilik namussuzluktur, rezilliktir. Gericiler; ‘Şeriat isteriz’ diyenlerin oylarına muhtaç oldukları için namussuzluk yapıyorlar. Beni suçlayan namussuzdur.
Her şey olup bittikten sonra 22.00’de takviye kuvvetleri geldi. Neyi takviye edeceklerdi? Bilmiyorum.”
Bir de olayın mağdurlarından biri olan İlhan Cem Ersevenden dinleyelim o dakikaları. Onun hislerine kulak verelim:  “Akşamın karanlığına, elektrik kesilmesi de eklenmişti. Otelin içi karaydı. Kimse kimsenin yüzünü göremiyordu. Ama bu karanlık, yine de sizleri ürkütmüyordu. Bekleşiyordunuz ya da bekliyordunuz. Neyi beklediğinizi doğrusu bilmiyordunuz. Belki Devlet-i Âli’yi… Belki de Hazreti Ali’yi bekliyordunuz.  Hazreti Ali çok uzaklardaydı. Zülfükar’ı çekip Düldül’e binip ‘carınıza’ yetişemezdi. Ya Devlet-i Âli? O yakınımızdaydı. Ama görünürde yoktu. Görünmeye de hiç niyeti yoktu…
‘Gözleyi gözleyi gözün dört oldu
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi.’
Bilemiyordun.  Ama bedeninde, yüreğinde bu ‘cehennem’den kurtulma gibi bir his dalgası vardı. Ya da öyle bir sezi, seni diri tutuyordu. Korku kavramı belleğinde yoktu.
İkinci kat merdivenlerinin başındayım. Ön tarafta, birinci kat girişlinde nasıl bir hareketlenme ya da eylem oldu. Bilemedin, arkalara ‘Haydin iniyoruz’ diye bir haber geldi. Karanlıkta merdivenlerde bir canlanma oldu. Yüzlerini iyice seçemediğin arkadaşlarının, dostlarının, öğrencilerinin yüzlerinde, karanlığın görmene izin vermediği bir sevinç dalgası vardı. Bu haber, ‘Kurtuluyoruz’ gibi bir umut ışığı yansıtıyordu. Bir muştu verir gibiydi. Sende de bir rahatlık vardı. Oysa böylesi durumlarda beti benzi solacak, korkudan titreyecek birisi olurdun. Ama olmamıştın.
‘Haydi, iniyoruz!’ sözü üzerine sen ikinci kata doğru karanlıkta merdiven arasına sıkışarak inenlerin arasından sıyrılıp yürüdün. Oysa senin de çıkışa doğru yürümen gerekirdi. O kadar rahattın ki; ‘dur valizimi alayım’ düşüncesiyle ikinci kattaki odana doğru çıkıyordun. Öyle ya öndekiler otelin içine haber iletmişlerdi: ‘Polis, jandarma sonunda olaya el koydu, dışarıdaki güruhu dağıttı ki bizi kurtarmaya başladılar’ diye düşündün.
Dipte bulunan odana varmıştın. Valizini almaya fırsat bulamadın. Birden çığlık seslerini duydun: ‘Yanıyoruz imdat!’
Olduğun yerde çivilenip kaldın. İçinden sıcak bir dalga yüreğini yalayıp geçti. Ölüm nenen şey bedenine mi girmişti? Bir an ne yapacağını bilemedin. Ta ki içeriye boğucu, genzi yakıcı duman girip seni etkileyene dek. İrkildin. Baktın içeriye yoğun bir duman giriyor. Bu arada çığlık sesleri azalmış, duyulmaz olmuştu.. Koridora çıkmayı düşünden. Odadan çıkmak olanaksız. Hemen odanın kapısını kapattın. Bu kez duman, kapı aralarından içeriye girmeye çalışıyordu. Hemen pencereye doğru koştun camı açtın. Pencere arkaya, iki bina arasında kalan bir boşluğa açılıyordu. Yangın bölgesinden uzaktı. Aşağıda 4-5 insan vardı ve aralarında; ‘Burası ikinci kat… Çıkalım… Çıkamayız… Bir şeyler bulmalı.’ gibi sözler ettiklerini duydun ve sessizce pencereyi geri kapattın. Korkmuştun ‘Eyvah içeriye girecekler, katliam yapacaklar!’ diye. Çünkü o kişileri tanımıyordun ve onları dışarıdaki göstericilerden, kundakçılardan, güruhtan birileri diye düşünmüş ve ciddi olarak ölüm sözcüğü usundan geçmişti. Ne yapacağını bilemez durumda odanın ortasında çakılıp kalmıştın.
İlk ve ciddi olarak ‘korku’ya kapılmış, ölümle randevu saatinin geldiğini düşünmüştün. Paniğe kapılmıştın. Nefesin kesilir gibi olmuş, soluk alıp vermen zorlaşmıştı. Öyle ya bir yandan kapı kapalı altından üstünden dumanlar sızarak içeri giriyor, öte yandan pencere de kapalı. İçeride oksijenin yerini büyük oranda karbon monoksit dolduruyordu. Oysa yaşam için en acil gıda oksijendi. Kurtulman için bir şeyler yapman, ölümü yenmen gerekiyordu. Bu arada kapıyı açtın ve açmanla kapatman bir oldu. İçeri büyük bir duman kütlesi girmişti. Öksürmeye başladın. Bilinçsizce banyo-lavaboya koştun ve musluğu açıp mendilini ıslatıp ağzına tuttun. Bilmiyordun bu ne derece sağlıklı bir önlem ya da kurtuluş aracıydı. Gittikçe terliyordun. Odanın içinde şaşkın bir vaziyette dolanıp duruyordun. Zehirlenmeye karşı direniyor, zaman kazanmaya çalışıyordun. Direncinin tükenmeye başladığını hissetmiştin ki birden pencereye gittin ve camı açtın. Biraz önce aşağıda gördüğün kişiler yoktu. Uzun uzun soludun ve en acil yaşamsal olan oksijeni ciğerlerine çektin. Artık rahattın ve biraz olsun kendine gelmiştin. Ya diğerleri? Tekrar kapıya yöneldin. Koridorda iniltiler geliyordu. Dumanın içeri, odaya girmesine aldırmaksızın koridora doğru bağırdın:
-‘Gelin… Bu tarafa doğru gelin. Sürünerek gelin.’
Bunları söylerken bir yandan da yine zehirli duman ciğerlerine giriyordu. Elini duvara tutmuştun ki duvarın sıcaklığını hissettin. Tekrar kapıyı kapatıp pencereye ulaştın ve temiz havayı ciğerlerine çektin. Hemen geri kapıya geldin ve koridora çıktın. Dumanlar arasında ve karanlıkta yürüdün. Ayağın bir şeye takıldı. Hemen eğildin, elinle dokundun. Bu Asaf’tı. Şu karikatürlerinde fetiş olarak hep devekuşunu kullanan. Sırtüstü yatıyordu. Yüzünü, sakalını yokladın, salladın. Hiç ses vermedi. Yüzü kahverengiye çalıyordu, kavrulmuştu. Yüzünü tokatladın, iyice sarstın fakat Asaf’ın,‘deli’ raporlu kardeşin ses vermiyordu. Hemen yanındakine el attın.  Bu da dernek tiyatrosunun genç yönetmeni Muammer’di. Muammer’in de gitmişti. O da ses soluk vermiyordu. Oysa ‘inadına yaşamak’ isteyen biriydi ve hatta bu adla bir oyun bile yazmıştı. Demek ki inadı, ölüm ateşi karşısında yenilmişti. Bu iki güzel insan için yapabileceğin bir şey yoktu, ‘kurtarmak adına’. Biraz yanı başında, merdiven tarafında iniltiler duydun.  Bu ara dumanın yoğunluğu azalmış, hızı kesilmişti. Hemen doğrulup inilti gelen yana koştun.
Karanlıkta yüzünü seçemediğin genç, uzun boylu bir can dostunu kollarından sürükleyerek odaya, hava alması için çektin ve ta pencere önüne kadar getirip bıraktın. Yine koridora çıkıp bu kez genç bir kız arkadaşını çektin. Bunda yaşam belirtisi yoktu. Ama yine de belki kurtulur umuduyla odaya alıp karyolanın üzerine bıraktın. Üçüncü çıkışında yine inilti çıkaran birisine yaklaştın ve duman, alev, sıcaklık ve karanlık içinde düşe kalka onu da içeriye, odaya çektin. Böylece pencereden içeriye dolan temiz havayla kendilerine geleceklerdi. Tekrar kendini oksijenle takviye edip yine koridora çıktın. Biraz uzakta L çizen koridorun köşesinde bir inilti daha duydun. Bu bir kadındı. Hemen eğildin. İniltisi fazlaydı. Dişleri iyice kenetlenmiş, inildeyip duruyordu. Dişlerini ayırmak istedin bir türlü başaramadın. Ancak sert bir sopa ya da demirle açılabilirdi. Yüzünü seçmeye çalıştın. Tanıdığın kadarıyla büyük cura ustası Nesimi Çimen Baba’nın eşine benziyordu. Onu da sürüklemek istedin fakat yanına düşenlerin ayaklarının, kollarının büklüm oluşları bunu engelledi. Bu arada tekrar öksürmeye, duman yutmaya başlamıştın. Tekrar odaya gelip soluk aldın İnsanları koridordan odaya çekmeye çalışırken bu ara gözün merdivenlerde halen yanmakta olan alevleri görmüştü. Bir an önce bu ateşin de söndürülmesi gerektiğine inandın, odaya girip çarşafı çıkarıp lavaboda iyice ısladın ve merdivenlere yönelerek alevin hava akımını kesmeye, söndür-meye çalıştın. İkinci kez çarşaf ıslatma sonunda merdivenlerdeki ateşi söndürmeyi başardın.
Tekrar odaya dönerken yan odalarda bir bağırtı duydun. Hemen odaya yöneldin. Bu sırada odada dumandan boğulmuş, üst üste yığılmış arkadaşlarının cesetleriyle karşılaştın. Manzara çok feciydi. Hangi birine nasıl yardım edeceğini bilmiyordun. Ses pencere dışından geliyordu. Hemen pencereye koştun, aşağıya baktın. Burası ‘aydınlık’ denilen boşluktu. Seslerin arasından derneğimiz Yönetim Kurulu üyesi Kamber Çakır’ın sesini tanıdın, ses verdin. Fakat bir türlü sesini almakta zorlanıyordu. Sanıyorum boşluk, kuyu gibi yankı yapmış olacak ki ses net oluşamıyordu ve bu nedenle yüksek sesle bağırıyordun. Aşağıda, zemin katta sıkışmışlar, telaş içerisinde çıkış ve kurtuluş deliği arıyorlardı. Yanında iki genç kız daha vardı. Sesleri korku ve yılgı taşıyordu. Genç yürekleri, bir güvercin ürkekliği ve tavşan korkaklığıyla yırtarcasına çarpıyor gibiydi. Yalvarır gibiydiler. Sana aşağıya inmelerini söylüyorlardı. Ama inmen neyi değiştirirdi ki? Hemen geri dönüp bir çarşaf buldun ve aşağı sarkıttın. Kızlardan biri zor, güç bela çarşafa tutundu, fakat yarı yolda gücü tükenmiş olacak ki geri inmek zorunda kaldı. Onlara yardım edememiştin. Çaresizlik içindeydin. Tekrar kendi kaldığın odana döndün ve yeniden hava almak için kafanı pencereden uzattın. Bu sırada yukarıdan, çatıdan sana seslenildiğini duydun. Kafanı kaldırdığında çatıda 5-6 insan gördün. Sana aşağı atlamanı öneriyorlardı. Sen de sanki kurtuluş umudu olarak bunu yerine getirmen gerekmiş gibi koluna çarşafı dolayıp pencerenin en kenardaki camını kırdın. Aşağı baktın. İki metreden fazla yükseklikteydi. Atlamayı düşündüğün yer çok solda ve çapraz kalıyordu. Atlamaktan vazgeçtin. Atlasan belki ters ve istenilen biçimde düşemez, yere çakılabilirdin. Bu eylemi düşünürken eline suların damladığını hissettin. İçinden ‘Hele ki itfaiye su sıkmaya başladı’ dedin ve ayrılıp tekrar koridora çıktın.
Tekrar yerde kalan cesetlerle uğraşırken içeri polisler girmişti. Sen, yerde yatanların nabızlarını yokluyor, kalplerini dinliyor, yaşama ya da kurtulma umudu olanların hemen dışarı taşınmaları talimatını veriyordun. Polisler, sanki ölenler insan değil de bir tavuk ölüsüymüş gibi oldukça rahat bir hava içinde gözünün önünde cayır cayır yanan ve dumandan boğulan arkadaşlarına, semah ve tiyatro öğrencilerine, yüzlerinde en küçük bir üzüntü duymaksızın, vicdan azabı çekmeksizin taşıyorlardı.  Konuşmalarından ve ses tonlarından bu açıkça belirgindi. Kendi kendine olayın şoku içerisinde ‘isteseniz kurtarırdınız’ diyordun. İkinci katta birkaç kişiyi dışarı taşıdıktan sonra sen de çıkmaya karar verdin ve yangından kül olmuş merdiven parmaklıklarına tutunarak, yerle bir olmuş lobinin içinden geçerek otelin dışına çıktın. Kafanı şöyle bir kaldırdığında itfaiyenin su sıktığını (!) karşısında alarm ışıkları yanan polis arabalarını gördün. Hemen önünde bulunan, boğulanların taşınması için getirilen polis minibüsüne bindin. Minibüste iki can vardı. Ama kimlerin olduğunu bilemiyordun. Ağlamak istiyordun bir türlü içindeki yanardağ patlamıyordu. Sanki nutkun tutulmuş, basiretin bağlanmış gibiydi.
 Ara sokaklardan geçerek SSK Hastanesi’ne ulaştınız.  İçeri girdiğinde ‘Acil’ bölümünde, önünde 8-9 ceset vardı. Doktorlar, hemşireler koşuşturup duruyorlardı. İçeri girdiğinde bir hemşireyle bir doktor Hollandalı dostunuz, misafiriniz Carina’yı muayene ediyorlardı. Hemşirenin; ‘eks’ dediğini duydun. Ne anlama geldiğini bilmiyordun. Herhalde ‘yaşıyor’ diye algıladın. Seni uzaklaştırdılar. Birkaç dakika sonra geldiğinde Carina yerinde yoktu. Doktorlardan birine sordun. Yukarı, yoğun bakıma kaldırıldığını söyledi. Acil bölümünde dönüp duruyordun. Önünde 8-9 can uzanmış yatıyordu. Bunlara bakıyordun alık alık. Sanki ölmemişler de şakacıktan mı yatıyorlardı. Ya da her şey gerçekti de sen mi kabullenemiyordun onları kaybettiğini?  Oysa biraz önce yangının içinden çıkmıştın, ateşle öpüşmüştünüz. Bu sırada bir doktorun teşhis yaptığını fark ettin. Hatta senden de yardımcı olmanı istediler. Ne yapacağını bilmez, yüreği durmuş, belleği yitmiş donuklaşmış bir haldeydin. Beyaz örtüyü açtılar. Kavrulmuş kahverengiye çalan yüzüyle saçları dikleşmiş Nesimi Baba, kendisini ancak şiirleriyle tanıdığım Behçet Aysan ve yarına en güzel umut taşıyacak olan, yetenek dolu Hasret kardeşin yan yana yatıyorlardı.
‘Ölüm adın kalleş olsun’ demekten başka ne diyebilirdin ki?
Ve hemen başuçlarında derneğimiz semah ve tiyatro grubundan maviş gözlü Yeşim, üzüm gözlü Belkıs, tıp öğrencisi Murat… Yan yana idiler.”
 
Saat 22.00:  Devletin desteğiyle; geçmişi karanlık, beyni küflü ağzı köpüklü yobaz sürüsü tarafından gerçekleştirilen ve acısı yüreklerde asla dinmeyecek olan bu katliam, 37 can aldıktan sona nihayete eriyor. Ölümden, son anda yangın merdiveniyle kurtarılan Aziz Nesin ve Lütfi Kaleli’den hemen sonra yaralı ve ölüler, enkaz haline dönüşen otelden en yakın sağlık kuruluşlarına götürülürler. Ama ejderhanın dili gibi sağı-solu yalayan kızıl kızıl alevler söndükten ve ortaçağ özlemi çeken sakat fikirli yobaz sürüsünün dünü gibi kara kara dumanlar Kanlı Sivas’ın semalarında parıldayan yıldızları karanlıklara boğduktan sonra.
Ve böylece gerçekleşiyordu, katillerin istekleri. Ve işte ancak o an; o zamana değin güruhun gerisinde bekletilen itfaiye Madımak’a su sıkmaya başlıyor. Ama çok geç…
2 Temmuz günü gerçekleştirilen vahşetin bu kısmı polisin “Olay Tutanağı”na şöyle yansıyor:
“(Polisin kurduğu)  Barikattan kaçan ve aşan bazı kişiler otelin içine girerek, eşyaları dışarı atmaya ve oteli, kibrit ve çakmak ile yakmaya çalışmışlar, bu kişiler de yine güvenlik güçleri tarafından uzaklaştırılmışlardır. Saat 19.45 sıralarında barikatı aşan topluluk içerisinden bazı kişiler, otelin önünde bulunan (3) adet arabaya yönelerek arabalara hasar verdikten sonra arabalardan bir tanesi ters çevrilmiş, yukarıda bulunan deposu taş ile delinmek suretiyle benzinin sızıntı halinde akması sağlanmış, yine bazı kişiler bunu yakmak istemişler, ancak başaramayınca bidonlarla benzin getirip dökmek istemişlerse de engellenmiş, bu sefer de kauçuk ve bez paçavralarına sindirilen benzinler, uzaktan otelin önüne doğru ayılmış, bunlar benzin sızan otonun hemen yanı başına otelden atılan koltuklar ve eşyalar yanına düşmesi ve yakılması ile yangın çıkartılmış, bunun üzerine itfaiyeden yardım istenmiş, yangını söndürmeye gelen itfaiyecilerin önüne topluluk içerisindeki bazı kişiler önüne yatarak engellemişler, yangının büyümesi üzerine güvenlik güçleri, havaya ateş etmek suretiyle topluluğu otelin önünden uzaklaştırmış, itfaiyelerin gelmesi sağlanmıştır.
Bu arada yanan otelin bir müddet sonra yanan kısımları söndürülerek içeriye girilmiş ve dördüncü katın penceresine merdiven konularak kurtarma işlemine başlanılmış, içeriden 93 şahıs çıkartılmış, sonra bunlardan 35 kişinin ölü olduğu öğrenilmiş, otelin dördüncü katından saat 20.30 sıralarında Aziz Nesin ve arkadaşı kurtarılmış, bu kurtarılma esnasında Aziz Nesin merdivenden inmekte iken bir itfaiye eri tarafından süratlice ve haşince çekilmek suretiyle bir hakarette bulunulmuş, yere düşmekte iken polisler tarafından tutulmuştur. Bu sırada isminin sonradan Cafer Erçakmak olduğu öğrenilen Belediye Meclis üyesinin Aziz Nesin’e hücum ederek vurmaya çalıştığı ve telsizli bir belediye mensubunun da telsizi ile yüzüne vurduğu bu hareketlerinin tekrarının polisler tarafından engellenerek Aziz Nesin polis minibüsüne konulduktan sonra halkın arasından çıkarılarak Cumhuriyet Üniversitesi Hastanesi’ne götürülmüştür.”
Polis tarafından bu ‘Olay Tutanağı’na düşülen önemli bir not aynen şöyledir: “Bu olaylar sırasında saat 14.20’den itibaren devamlı takviye kuvvet istenmiş ve bilhassa saat 19.00 civarında ısrarla askeri güçlerin bir an önce olay yerine gelmeleri talep edilmiş fakat Tokat Emniyet Müdürlüğü çevik kuvvet olmayan20 polis ile Kayseri Emniyet Müdürlüğü’nden 31 polisin haricinde ve Jandarma Alay Komutanlığı’nın 20 kadar kuvvetin dışında hiçbir takviye alınmamıştır. Tugay Komutanlığı’na bağlı kuvvet 19.50 civarında Atatürk Caddesi’ndeki PTT önüne kadar gelmiş ve oradan daha fazla ilerlemeyerek yangına gelen itfaiyenin otel önüne giriş yapmasına kadar burada kalmıştır.”
-Ne ilginç değil mi?
Sözde olayları önlemeye gelen 15-20 kadar asker, otel yanıp bitene değin olay yerinin uzağında bulunan PTT’nin önünde ve katliamı gerçekleştiren şeriatçı güruhun arkasında bekleyerek katliamı gerçekleştirenlerin güvenliğini sağlama görevini üstlenmişlerdir.
-Neden?
Nedeni çok açık. Çünkü General; ‘Askerden size zarar gelmeyecek’ diyerek söz vermiştir, gerici güruha.
Bir başka gerçek daha. Eğer bu olay ilericiler tarafından yapılmış olsaydı acaba Sivas’a kaç bin polis ve jandarma gönderilirdi? Görüyoruz, yaşıyoruz. Bir hak arama eylemine kalkışan ilerici 100-150 kişilik gruba en az 500 polis birden saldırıyor. Bu olayda herhangi bir hak arama söz konusu değilken ve olay tamamen laik devlet düzenine yönelik bir kalkışma hareketi olmasına rağmen gerekli güvenlik önlemi alınmıyor. Yoksa laik cumhuriyet rejiminin yönetenleri de mi o gerici güruh gibi şeriat istiyor? Aziz Nesin’in dediği gibi şeriat isteyenlerin oylarına muhtaç oldukları için mi namussuzluk yapıyorlar?
Katliama ilişkin bir çarpıcı not da Sivas Asayiş Şube Müdürü Mehmet Yıldız’dan. Yıldız şöyle diyor: “ Otel önünde önlem aldık, ancak saatlerce bekledik. Bize zor kullanma talimatı verilmedi. Bidonla benzin getirdiler. Kaldırım taşlarıyla sürekli içeriyi taşlıyorlardı. Arabalar yanınca otel tutuştu. Otel yanmaya başlayınca göstericiler sevinç çığlıkları atıyorlardı. Askerler gelmişti, ancak arka tarafta duruyordu. İtfaiye gelmiş, ancak topluluk araçların geçişine izin vermiyordu. Biz kalabalığa su sıkmalarını istedik. İtfaiyeciler talimat almadan su sıkmayacaklarını söylediler. Biz, içerdekileri kurtarmak için cop kullanarak kalabalığı dağıtınca itfaiye otelin önüne yaklaştı. Ancak birisi su sıkarken öteki itfaiye eri vanayı kapatıyordu. Bir süre onlarla uğraştık. Bir itfaiye eri merdivenlerin yarısına kadar çıkarak aşağı inmekte olan Aziz Nesin’i aşağı atmak istedi. Biz, Nesin’i kurtarırken Belediye Meclis üyesi Cafer Erçakmak bize; ‘Namussuzlar, siz polisi kurtaracağız’ dediniz. ’Şimdi o köpeği kurtarıyorsunuz.’ dedi ve Aziz Nesin’e saldırdı. Biz, Aziz Nesin’i arabaya bindirerek kaçırdık.”
Asayiş Şube Müdürü’nün bu söyledikleri Madımak vahşetinin, devletin de desteğiyle nasıl gerçekleştirildiğinin açık bir ifadesidir.
-Ya General’e ne demeli?
O general ki Tugay’da 6 bin er bulunmasına ve Vali’nin acil yardım talebine rağmen olayı önlemek üzere sadece 15-20 asker gönderdiği ve gönderdiği bu askerleri de vahşete imza atanların arkasına yerleştirerek –mağdur olanlara yapılması gerekirken- katillerin can güvenliğini sağlayan;
O general ki; “Ne kadar az zayiat verilirse o kadar iyidir” diyerek insanların katledilmesine “zayiat” mantığıyla yaklaşan General…
Vali Karabilgin, hem bu general hem de bu vahşetin gelişimi hakkında şöyle diyor: “Benim askerden beklediğim tek hizmet, itfaiye ile birlikte grubun arasından koridor açıp otele ulaşmaktı. Ama bunu yapmadı. İtfaiyeye su sıkması için emir verdim. İtfaiye gitmemiş. İtfaiye suyu sıkmamış. Belediye Başkanı beni aradı; ’Sayın vali, şimdi suyu sıktırırsak grup belki ileride yağma yapar, dükkânları yakar. O zaman susuz kalırız’ dedi. Ben kararımda direndim. Fakat emir yerine gelmedi. Ne istediğim kuvvet geliyor ne de başka bir şey. Katliamdan sonra ancak kuvvet kente ulaşıyor. Ben 18.00’ de yardım istiyorum. Bana vurucu bir güç gelseydi, ben oteli korurdum. İtfaiye ancak yangın oteli sardıktan sonra kalabalığı yarabildi. İtfaiye önce Aziz Nesin’i kurtarmış. Tabi Aziz Nesin olduğunu bilmeden. Otelin içindekiler kendi canlarını bırakmışlar, Aziz Nesin’i itfaiye merdivenine ulaştırmışlar. Aziz Nesin’i kaçırdık.”
 
Evet…
Tarih: 2 Temmuz 1993
Günlerden: Cuma.
Bundan önce, “Anadolu’da Zulme ve Haksızlığa Karşı Başkaldırının Simgesi” olan yüce ozan Pir Sultan Abdal’ın doğup yaşadığı yer olan Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Banaz Köyü’nde yapılmış olan “Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri”nin ilk kez Sivas’ta gerçekleştirilmesinin ikinci günü.
Evet…
Tarih: 2 Temmuz 1993
Günlerden: Cuma
Ve günlerin en uzunu, en sıcağı, en kanlısı olan 2 Temmuz.
Elbette birçok insan için sıradan bir gündü, 2 Temmuz günü.
Ama bu günü karartmaya kararlı olanlar vardı.
-Kimler mi?
- Kimler olabilir; insana, insanlığa, kardeşliğe, dostluğa, birliğe, beraberliğe, laikliğe ve hoşgörüye düşman olan dünü karanlık, emeli kirli, beyni küflü, sapık fikirli, ağzı salyalı faşistlerden başka?
-Eee… Politik çıkarlar uğruna yıllardan beri sistematik bir şekilde sürdürülen dinsel kışkırtmaların ardından başka ne beklenebilirdi, kara, sıcak, uzun, kanlı 2 Temmuzun dışında?
Çünkü kanlı tohumlar kanlı çiçek açar.
Evet, günlerden 2 Temmuz
Şimdiye değin gelmiş geçmiş günlerin en uzunu, en sıcağı, en karası ve en kanlısı olan 2 Temmuz.
-Ey insanoğlu! Siz yaşamınız süresince hiç bu kadar acı, hiç bu kadar sıcak, hiç bu kadar kanlı bir 2 Temmuz günü duydunuz ya da yaşadınız mı?
Ama onlar yaşadılar.
-Kimler mi?
Ejderhanın dili gibi kızıl alevlerin aydınlığındaki Madımak’ın karanlık koridorlarında can veren 37 Pir Sultan dostu, 37 Pir Sultan şehidi…
Ve Temmuz’un İkisi’nde;
Adı Nesimi Çimen olmuştu Pir Sultan’ın… Adı, Asım Bezirci, Muhlis Akarsu, Hasret Gültekin olmuştu… Asaf, Uğur, Belkıs ve…
Evet, Temmuz’un İkisi’nde tam 37 adı olmuştu Pir Sultan’ın.
Ve Pir Sultanlar; irticanın karanlığına inat aydınlık yarınların her şafağında yeniden doğarak aydınlığa çevirecekler karanlıkları…
 
Evet, günlerden 2 Temmuz
Kin kusuyor…
Kan döküyor…
Can istiyordu…
Dünü kara, vicdanı kara…
Emeli kirli… Beyni küflü…
Yobaz sürüsü…
 
Evet, günlerden 2 Temmuz
Feryat vardı…
Figan vardı…
İnilti geliyordu…
Semaha durmuştu canlar…
Kızıl kızıl alevler içinde…
 
“Dost senin derdinden
Ben yana yana” diyerek…”
 
Evet, günlerden 2 Temmuz
Kara kara dumanlar kaplamıştı…
Semalarını,
Kanlı Sivas’ın…
Can pazarı yaşanıyordu,
Karanlık koridorlarında Madımak’ın…
Aydınlanmıştı,
Karanlık sokakları…
Cayır cayır yanan
Canları aleviyle,
Kanlı Sivas’ın…
 
  *
Doksan üçün temmuzunda Sivas’ta
Madımak’ın dört bir yanı dumandı.
Aydınların hepsi figanda, yasta
Madımak’ta otuz yedi can yandı.
 
Olaydan önce bildiri basıldı
Fatura Aziz Nesin’e kesildi
Madımak’ın önünde kin kusuldu
Kin kusanlar da sözde Müslüman’dı.
 
Birlik oldu aydınları yaktılar
Yarına dair umudu yıktılar
Bir değil, bin değil daha çoktular
Önceden planlanmış bir isyandı.
 
Pir Sultan şenliğine katıldılar
Kanlı Sivas’ta taşa tutuldular
O da yetmedi nâra atıldılar
Hepsi cayır cayır ateşte yandı.
 
Asım Bezirci’yle Hasret Gültekin
Can verdiler Handan’la Sait Metin
Belkıs Çakır’ın işi hayli çetin
Aydınımız hicabından utandı.
 
Nurcan, Özlem Şahin’le Behçet Aysan
Menekşe Kaya’ya kıyar mı insan?
Murat Gündüz’le Kenan Yılmaz bir can
İnci Türk’ün sesi arşa dayandı.
 
Gülsün Karababa’yla Asaf Koçak
Koray Kaya daha bir masumu pak
Nesimi’yi yakanlar birer alçak
O her haksızlığa karşı koyandı.
 
Sehergül Ateş dosta haber saldı
Serpil Canik taze açmış bir güldü
Edibe Sularî sararıp soldu
Erdal Ayrancı kızıla boyandı.
 
Muhlis Akarsu hep başı çekerdi
Yeşim’le Huriye Özkan can verdi
Serkan Doğan ölüme göğüs gerdi
Muhibe Akarsu derdinden yandı.
 
Ahmet Alan orda semah dönerken
Uğur Kaynar öldü daha çok erken
Muammer Çiçek acılar çekerken
Tabutlar rengârenk gülle donandı
 
Asuman Sivri akıttı al kanı
Yasemin Sivri tam bir canlar canı
İnsan olan hiç yakar mı insanı
Tam anlamıyla bir vahşet yaşandı.
 
Ahmet Öztürk’ün işi ahu zardı
Gülender Akça’yı alevler sardı
İçlerinde Mehmet Atay da vardı
Bunların hepsi otelde mihmandı.
 
Metin Altıok şimdi bize kızar
Ahmet Özyurt’un yaraları azar
 Muhabir Carina bunları yazar
Yandıkları gerçek, dünya yalandı.
 
Bütün tabutlar yan yana dizildi
Üstüne künyeler bir bir yazıldı
Elâ gözlerden nice yaş süzüldü
Anneler bu acıya zor dayandı
 
Perde bozuk düzen tutmuyor sazlar
Ağlaşıp duruyor oğullar kızlar
Hayranî der yobaz oğlu yobazlar
Ta ezelden beri bize düşmandı.
Sefil Hayranî/Mehmet Korkmaz

 
Sıra No
Adı ve Soyadı
Hakkında Kısa Bilgi
1
Asım BEZİRCİ
Yazar- eleştirmen, Erzincan/1927
2
Hasret GÜLTEKİN
Ozan, İmranlı-Hanköyü/1965
3
Serkan DOĞAN
 Semah ekibinden, Ankara/ 1974
4
Behçet S. AYSAN
Şair-yazar, Ankara/1949
5
Yeşim ÖZKAN
Semah ekibinden, Ankara/ 1973
6
Kenan YILMAZ
Otel görevlisi/ Ankara
7
Menekşe KAYA
 Sazende İsmail Kaya’nın semahçı kızı, Ankara/  1977
8
Nurcan ŞAHİN
Semah ekibinden, Ankara/ 1975
9
Muhlis AKARSU
Şair-Ozan, Kangal/1948
10
Muhibe AKARSU
Ozan Muhlis Akarsu’nun eşi- Kangal /1958
11
Murat GÜNDÜZ
Ankara / 1971
12
Ahmet ÖZYURT
Ankara/ 1972
13
Handan METİN
Semah ekibinden
14
Ahmet ALAN
Sivas/Hafik
15
Metin ALTIOK
Felsefeci, Şair-Bergama/ 1941
16
Muammer ÇİÇEK
Oyun yazarı, tiyatro yönetmeni -Zile/ 1967
17
Belkıs ÇAKIR
Semah ekibinden-Ankara/ 1975
18
Koray KAYA
Pir Sultan’ın en genç şehidi Ankara/ 1981
19
Erdal AYRANCI
Kameraman- Niğde/1958
20
Asaf KOÇAK
Karikatürist- Yerköy/1957
21
Huriye ÖZKAN
Semah ekibinden- Ankara/ 1971
22
İnci TÜRK
Balıkesir/ 1971
23
Özlem ŞAHİN
Ankara / 1976
24
Yasemin SİVRİ
Ankara/ 1974
25
Sait METİN
Divriği/ 1970
26
Ahmet ÖZTÜRK
Otel görevlisi
27
Asuman SİVRİ
Semah ekibinden - Ankara/ 1977
28
Uğur KAYNAR
Şair- Elyazmaları Yayınevi sahibi – Zara / 1956
29
Sehergül ATEŞ
Ankara/ 1963
30
Edibe Sultan (AĞBABA)
SULARÎ
Ozan Davut SULARÎ’nin kızı-Erzincan /1953
31
Gülender AKÇA
Divriği/1968
32
Gülsün KARABABA
Üniversiteli- Divriği/ 1971
33
Carina JOHANNA
Alevi kültürü araştırmacısı- Hollanda/ 1970
34
Nesimi ÇİMEN
Ozan. Üç telli curanın üstadı- Sarız/ 1926
35
Mehmet ATAY
Tiyatro sanatçısı- Divriği/1968
36
Serpil CANİK
Ankara/1974
 
Vahşetten Sağ Olarak Kurtulanlar
 
Arif Sağ, Yıldız Sağ,  Murtaza Demir, Ali Çağan, Haydar Ünal, Yüksel Yıldırım, Ali Balkız, Ali Başbuğ, Ali Doğan, Ayben Kop, Ali Yüce, Nimet Yüce, Celal Yıldız, Kuranhan Metin, Cem Celasun, Zerrin Taşpınar, Mehtap Yücel, Hülya Kaderoğlu, Battal Pehlivan,  Türkan Pehlivan, Neval Can, Tuncay Yılmaz, Demet Işık, Elif Dumanlı, Murat Kılıç, İclal Karakuş,  Hidayet Karakuş, Ertan Kartal, Ali Rıza Koçyiğit, Mustafa Türkân,  Demir Hunar, Olgun Şensoy, Ferhat Ateş, Prof. Cevat Geray, Günsen Geray, Cahit Külebi, Bülent Daylaşlı, Faruk Daylaşlı, Bedia Atmaca, Sebahattin Dinç, Sadiye Tanış, İnci Şener, Nevzat Kimdağlı, Ünal Altunay, Ali Uygun, Öner Yağcı, Birsen Gündüz, Cafer Can Aydın, Lütfiye Aydın, Lütfi Kaleli, Aziz Nesin, İlhan Cem Erseven, Cengiz Gündoğdu, Sönmez Kayaş, Hasan Yıldırım, A. Turan Onak, Mustafa Kaya Erdal Koç, Mustafa Ulun,  Ersoy Kara, Rukiye Güler, Âdem Şahin, Ercan Develi, Oktay Samur, Kadir Ardıç, Ahmet Bayram, Faruk Yalçın, H. İbrahim Darbiçer, Ahmet Yapan, Ramazan Karataş, Şaban Yılmaz, Selahattin Özaslan, Nurettin Darıka, Sabri Kangal, Mustafa Göktekin, Turan Keser, Erkan Kılıç, Şükrü Gülmez, Hilal Kale,  Âdem Şahin, Ali Sertaş, Ersoy Kaya, Turan Tecer, Çiğdem Gülhan, Kamber Çakır, Mecit Ünal, Hidayet Özden, Şamil Cerenay, Solmaz Yılmaz, Kadir Ardıç.

YAKILANLARDAN
ÜÇ PORTRE


 
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer?
Bir gün Almanların pabucunu yalayan
Ertesi gün İngilizlere takla atan
Daha ertesi gün de Amerika’ya
Kavuk sallayan soysuzlar gibi
Olmak istemedik. Yalnız ve yalnız
Bir tek milletin önünde secdeye vardık
O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz!
Kanunlu kanunsuz baskılar altında
Ezile ezile pestile döndük.
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğini verenleri aç,
Bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak
İstemek bu kadar güç.
Bu kadar mihnetli, hatta bu kadar
Tehlikeli mi olmalı idi?
 
Sabahattin Ali/ Ali Baba
 
*
Cumartesi akşamı haber bülteninde katledilenler arasında ismini gördüğümde yüreğim acıya kesti. Yitirilen sadece yürekli bir dost değildi. Öğretmen, doktor, avukat, hatta başbakan bile olunabilirdi. Ama sanatçı, yazar, ozan olunamazdı.
Çalışmadan, çırpmadan geceyi gündüz eyleyerek onurlu bir yaşam sürdürmek adına verilen kavga bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalıydı? Daha yıllar önce “Sabahattin Ali” isimli araştırmanı bitirirken kullandığın bu alıntıyla aslında kendi yaşamının resmini de çizmiştin.
Çok iyi anımsıyorum 15 yıl önce ılık bir sonbahar günüydü. O zaman Fatih’te oturuyordunuz. Türkiye’de aydın olmanın sorumluluğu üzerine tartışırken birden heyecanlanmış: “Ya yeryüzünde adil ve kalıcı bir barışı birlikte kuracağız, ya da toptan hiç olacağız” demiştiniz.
Var olmanın karşıtı yok olmak ise; yok edilme tehlikesi sadece var olmayı becerebilenler için söz konusudur. Aksi takdirde ‘hiç’liğe yazgılıdırlar. Bu yazgıyı kabullenmekse insanın kendisini yadsımasından başka ne olabilir ki?
Ne var ki çoğumuz sadece fesi, sarığı çıkarıp şapkayı; çarşafı çıkarıp entariyi giymekle, eski harften yeni harfe, el tezgâhından makineye geçmekle var olunabileceğini zannettik. Tam bunlar bize öyle yeterli göründü ki evden meclise kadar yaşamı biçimlendiren kararların, ‘büyüklerin’ gözlerinin içinden esen rüzgârlara göre belirlenmesini demokrasi diye kabullendik. Hatta bazılarımız çağı yakalamadan, çağ atlamanın keyfiyle geçmişi özlemeye bile başladı.
67 yıllık ömrünü bu gerçeklere kavgayla dolu dolu geçiren Ozan Asım Bezirci; hep geriye bıraktığın eleştirilerin, araştırmalarında hep var olacaksın. Ne yaparsın ki düşünmeyi, ‘ne-neden-nasıl’ diye sorgulamayı reddeden, sunularla yetinen toplumlarda barış, özgürlük, demokrasi çok uzun soluklu bir kavgayı gerektiriyor. Bedelinin ise aydınlık kafaları, sanatçı yürekleri, dostları yitirmek olması, insana olan umudumuz sürdüğü sürece sadece yüreğimizi acıya kestiriyor. Son sözü Eluard’dan çevirdiğin şiirle sana bırakıyorum:
 
İnsan oldum taş oldum
İnsanda taş, taşta insan oldum
 Gökte kuş oldum, kuşta gök
Ayazda çiçek oldum, güneşte ırmak
Çiğde pırıltı
Kardeşçe yalnız kardeşçe özgür.”
 
                                                 Türkel MİNİBAŞ
 

Hasret GÜLTEKİN’
 
Halk müziğinin son dönemlerde yaşadığı en önemli sorunlardan biri de icra eksikliği. Hasret ise bu eksikliği giderebilecek en önemli adlardan biriydi.
Ama bence Hasret’in insan yanı, müzikal etkinliğinin ve yeteneğinin daha önündeydi. 1989 yılında tedavi için Moskova’ya gitmem gerektiğinde İsveç’te yaşayan bir grup demokrat insan, yapmayı düşündükleri kültür etkinliklerinin gelirini tedavime ayırmayı önerdiler.
Bana da bu etkinliklere katılacak sanatçıları bulmak kalıyordu. Buna hiçbir karşılık beklemeden katılacak sanatçı aradığımda sevgili Hasret Gültekin ve Ali Çağan’dan başka kimseyi bulamamıştım. Ben sağlığıma kavuştum ama acı haber tez geldi. Hasret Gültekin’i yitirdik. Hasret’in zaman zaman telefon edip; ‘Gevrek sesini ne zaman dinleyeceğim abi?’ demesini çok özleyeceğim.
Yaşamı müzikti. Halk müziğine o zengin folklorik dünyaya adanmış bir yaşamdı. Genellikle Avrupa’da ve Türkiye’de konserler vererek geçimini sağlamaya çalışıyordu. Ayrıca kaset gelirleri vardı. Çeşitli halk müziği sanatçılarının kaset düzenlemelerini de üstleniyordu.
Geleneksel müzikten yola çıkmıştı. Bir başka deyişle gelenekselden gelip bu birikimini çağdaş müzikal tekniklerle bir araya getirebilecek yeteneğe sahip bir insandı. Ama müzik bilgisi bununla sınırlı değildi. Halk müziğinin yanı sıra TRT İdeolojisi’ne karşı geliştirilen yeni müzik akımına da yakındı.  Çok sesli halk müziği konusunda çalışmalar yapıyordu. Arif Sağ, Musa Eroğlu gibi ustaları sürekli izliyor, onlardan alıyor. Onlardan aldıklarını kendine saklamıyor, bölüşüyordu. Müzik, onun için bir arayıştı. İcracı olarak da müzik araştırmacısı olarak da mükemmeli arayan bir müzik emekçisiydi yitirdiğimiz. Biz, dostları için Hasret Gültekin büyük bir kayıp. Ama bir o kadar büyük bir kayıp da Türk Halk Müziği’nin. Hepimiz, onu çok arayacağız.”                                                               
                                                                                              Tolga ÇANDAR

“Pir Sultan Abdal Ölür, Dirilir”
 
Anadolu’da Sünni egemenliğini kılıç zoruyla kurmak isteyen Osmanlı despotluğuna karşı başkaldırının önderi Pir Sultan Abdal, idam hükmünü yüzüne okuyan Sivas Valisi’ne başkaldıranların en güçlü silahıyla, şiirle yanıt veriyordu:
 
“Bu kaçıncı ölmem, hain
Pir Sultan ölür, dirilir.”
 
Öyle oldu. Yüzyıllar boyunca Pir Sultan çok öldü, hep dirildi. En son önceki gün öldü, Pir Sultan. 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta. Bu kez adı Nesimi’ydi, Asım Bezirci’ydi… Otuz yedi adı vardı, önceki gün. Pir Sultan bundan 24 yıl önce de bir kez daha –Kim bilir kaçıncı kez öldü?- öldüydü.
Halk Oyuncuları Tiyatrosu’nun İstanbul ve Ankara’yı sarsan ‘Pir Sultan Abdal Oyunu’  çıktığı Anadolu Turnesi sırasında Tunceli’de yasaklandı. Hem de gösteriye birkaç saat kala. Oyunu izlemek için toplanan yurttaşlar, bu yasağı protesto ettiler. Osmanlı’nın despotizmi bir kez daha hortladı ve polis ateş açtı. Bir yurttaş öldü. Gözaltına alınan, silahını ateşleyen ve ateş emri verenler değildi. Halk Oyuncuları Topluluğu ‘topluca’ gözaltına alındı. Tunceli Emniyeti’nin deneyimli polisleri, işkencelerdeki hünerlerini tiyatro sanatçıları üzerinde gösterdiler. Falaka, kaş, kirpik, bıyık yolma, sırtına binip cam kırıklarıyla dolu beton zeminde koşturma, hatta o dönemin kısıtlı olanaklarında basit bir telefon manyetosu aracılığıyla elektrik verme gibi daha sonra daha çok yetkinleşecek işkence teknikleri, gencecik tiyatro oyuncuları üstünde denendi.
Tunceli Emniyet Müdürlüğü’nün mahzeninde işkenceye yatırılanlar arasında ‘gencecik’ olmayan bir sanatçı daha vardı. Âşık Nesimi Çimen! Kalın, pala bıyıkları yolunmuş, her yerine kan oturmuştu. Tunceli Mahpushanesi’nin toprak zeminine evindeymişçesine bağdaş kurmuş gülüyor. O tadına doyulmaz Kayseri ağzıyla anlatıyordu:
-“Kötü dövdüler bizi, erenler. Allah dediler vurdular, kitapsız dediler dövdüler, imansız dediler yoldular.”
Nesimi Çimen, o işkenceden beli sakat çıktı. O günden bu yana tam 24 yıl sakat beliyle Anadolu’yu dolaştı: İstanbul, Ankara, İzmir. Sonra Almanya, Avustralya, Fransa, İngiltere, İsviçre’de konserler verdi.
Üç telli curayı bilir misiniz? İlk gören saz değil, oyuncak sanır. O ağır, oturaklı bağlamanın yanında zavallı bir cüce gibidir. Ama Nesimi’nin eline düştüğünde cura büyür. Çok büyür. Orkestra gibi bir saz ormanına dönüşür. Nesimi’nin iri, küt, kalın parmakları curayı ‘dövdükçe’ cura,  bir isyan çığlığına dönüşürdü.
2 Temmuz 1993 günü Nesimi ile üç telli curası bir kez daha ayrı düştüler. 2 Temmuz 1993 günü Pir Sultan’ın adı, Nesimi oldu. Asım Bezirci oldu. 36 adı oldu ve bir kez daha öldü.
Yüzyıllar öncesinden bugüne ulaşan şiir, bundan sonrasını anlatıyor bize:
 
“Bu kaçıncı ölmem, hain
 Pir Sultan ölür, dirilir.”
                                    Aydın ERGİN
 
KATLİAMIN GERÇEK YÜZÜ
 
Katliamın Gerçek Yüzü
 
Sivas’ta 2 Temmuz 1993 günü ateşe verilen Madımak Oteli’nde 37 canın yaşamını yitirdiği “Kanlı Cuma Olayları”nın hemen herkesin bildiği ama hiç kimsenin söyleyemediği “Temel” ve “Tali” olmak üzere iki nedeni vardır:
 
A-Temel Neden:
Aleviler ve Laik Cumhuriyet
 
Olayın üzerindeki perdeyi aralamaya cesareti olan hemen herkes görecektir ki ana neden; tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi “Alevilerin sindirilerek yok edilmesi” çabasından başka bir şey değildir. Kral çıplaktır ve kralın çıplak olduğunu görmeyen, bilmeyen yoktur. Herkes görüyor, biliyor ama söyleyemiyor. Çünkü bu gerçeği söylemek birilerinin işine gelmiyor. Kimileri de doğruyu söylemekten çekiniyor. Zira doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulur. Bu gerçeği görmek için öyle numaralı gözlükler takmaya, mikroskoplar kullanmaya hiç mi hiç gerek yoktur. Görmek isteyenler bunu çıplak gözle de çok rahat bir şekilde görebilirler. Yeter ki at gözlüğü takılmasın, yeter ki gerçeği görmek istesinler.
-Peki, neden Aleviler?
Bilindiği üzere Alevilerle laiklik birbirini tamamlayan ve birbiriyle bütünleşen bir ikilidir. Özellikle de Anadolu’da biri var olmadan ötekinin var olması olası değil. Zira Aleviler laikliğin, laiklik de Alevilerin sigortasıdır. Bir başka deyişle Aleviler; çağdışı rejimlerin önünde bir kale gibi dimdik duruyor, ayakta.
Eh! Hal böyle olunca şeriat hayaliyle yanıp tutuşan ağzı salyalı yobaz sürüsü, şeriat düzenini getirmeye çalışırlarken, önlerinde şeriat karşıtı olan ve laik düzenle bütünleşen Alevilerin büyük bir engel olduğunu görüyorlar. Karanlık emellerine bir an önce ulaşmak üzere çırpınan gerici güçler; önlerinde bulunan bu engeli ortadan kaldırmak için her yolu mubah sayıyorlar. İşte Madımak’ı ateşe vererek 37 canı diri diri yakmaları bundandır.
37 Can’ın yaşamını yitirdiği “Kanlı Cuma”nın ardından ortaya çıkan belge, bilgi ve görgü tanıklarının ifadeleri bunun açık bir kanıtıdır. Her ne kadar dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, dönemin Başbakanı Tansu Çiller, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu ve başta Refah Partisi olmak üzere tüm sağ partiler ve sağcı basın, olayın, Aziz Nesin’in şenlikte yaptığı konuşmadan kaynaklandığı konusunda ayak diretseler de gelişen olaylar, bunların doğru olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Madem Aziz Nesin olayların müsebbibi ise neden ağzı salyalı güruh; “Kahrolsun Laiklik, Yaşasın Şeriat”, “Şeriat Gelecek Zulüm Bitecek” vb. sloganları böğürüyorlardı. O zaman sadece Aziz Nesin aleyhine slogan atsalardı ya. Aziz Nesin’in, tahrik edici olarak ileri sürdükleri konuşması daha ortalarda yokken “cihat çağrısı” yapan bildiriler, yerel gazetelerde boy boy ilanlar konuşuluyordu Sivas’ta.
2 Temmuz günü Sivas’ta Alevileri, aydınları katletmek üzere düzenlenen şeriatçı ayaklanmaya kent dışından da çok kişinin katıldığı da saptanan gerçekler arasındadır. Birçok Sivaslını; olayların elebaşları arasında yer alanların birçoğunu daha önce Sivas’ta hiç görmediklerini söylemeleri ve bunun emniyetin elinde bulunan video kayıtlarıyla da onanması şeriatçı ayaklanmanın; Aziz Nesin’in konuşmasından çok önce planlanmış, programlanmış olduğunu gösteriyor.
Ayaklanmaya Hizbullah ve bozkurt işareti yapmış olanların önderlik ettiği, video kayıtları ve fotoğraflarla bariz bir şekilde ortaya konmuştur. BBP (Büyük Birlik Partisi) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu tarafından bu ilde örgütlenen Nizam-ı Âlem Ocakları’nın bozkurt işareti yapan üyeleri ile yan yana yürüyen ve Hizbullah işareti yapan çember sakallı yobaz gençlerin liderlikleri gözlerden kaçmıyordu. Bunların yanı sıra Sivas’ta sayıları 90’ın üzerinde olan Milli Gençlik Vakfı Yurtları’nda barındırılan 1000’den fazla öğrencinin de saat 17.00’den sonra olay yerine takviye kuvvet olarak getirilmesi dikkatten kaçmaması gereken bir başka noktadır.
Ancak bütün bunlara rağmen ağzı salyalı şeriat özlemcilerinin, şeriat düzenini getirmelerinin önünde engel olarak gördükleri Alevileri katletmelerini, yani sadece şeriatın önünde engel olmaları nedeniyle katlettiklerini tek başına bir neden olarak görmek yanılgıya düşmek demektir. Bilindiği üzere Sünni ideolojinin egemen olduğu Osmanlı Devleti, şeriat düzeniyle yönetiliyordu. Ama buna rağmen Osmanlı döneminde on binlerce, hatta yüz binlerce Alevi; fermanlarla, fetvalarla; “Katli helal” denilerek katledilmiştir.
Çünkü şeriatçı, kula kulluk yaparak yaşamak istiyor ve bunu dinin bir gereği sayıyor. Oysa kula kulluğun karşısında yer alan Alevi, kul olarak değil birey olarak yaşamak istiyor ve bunu çağdaş yaşamın vazgeçilmez unsuru olarak görür. Yani kültürleri farklı, inançları farklı, yaşama bakış açıları farklı…
-Peki, insanların kültürlerinin ve yaşam biçimlerinin farklı olması, bu insanların aynı coğrafyada ve bir arada yaşamalarına engel midir?
-Peki, birbirileriyle farklı kültürlerde olsalar da, yaşam biçimleri farklı da olsa birbirilerine tahammül ederek, hoşgörü içinde geçinemezler mi?
-Peki, bütün bunlar; siyasi çıkarlar uğruna bu şeriat özlem-cilerini pohpohlayan, onların isteklerini emir telakki ederek eksiksiz yerine getiren siyasilerimizin dilinden hiç düşürmedikleri insanlığın, demokrasinin ve çağdaşlığın gerekleri değil mi?
Evet. Ama bütün bunlara rağmen aldatılmış o güruh Alevi’ye; “Sen, benimle aynı kültürde değilsin… Farklı inançtasın… Benim gibi düşünmüyorsun… Bunlardan ötürü benimle aynı yerde bulunamazsın… Bulunursan seni işte böyle yakarım.” diyor.
Siz, İslam tarihi boyunca oruç tuttuğu için dövülen, namaz kıldığı için öldürülen, camiye gittiği için yakılan birilerini duydunuz mu hiç?”
-Hayır.
Çünkü böyle bir olay mevcut değil. Ama şeriatçı, kendisi gibi düşünmeyen Alevileri; “Oruç tutmuyorsun” dedi dövdü…  “Namaz kılmıyorsun” dedi öldürdü. “Camiye gitmiyorsun” dedi yaktı. Bu örnekler bir değil, beş değil, on değil, yüzlerce… Hatta binlercedir. Hem bunları yaparken de Allah adına yaptığını söylüyor. Bre zındık sen Allah’ın avukatı mısın? Allah adına iş yapmak sana mı düşmüş? Bu Allah o kadar mı aciz ki işini sen yapıyorsun?
-Peki, neden bu yapılıyor?
- Nedeni çok basit. Çünkü şeriatçılar gibi örümcek beyinli olmayan Aleviler aydın fikirlidirler, hoşgörülüdürler, karanlık dünlerden değil aydınlık yarınlardan yanadırlar, kula kulluğa karşıdırlar. Çünkü esaretten değil özgürlükten; kavgadan değil barıştan yanadır Alevi. Çünkü “Şeriat isteriz” diyen beyni küflü, geçmişi karanlık, emeli kirli yobaz sürüsünün çanına ot tıkıyor Aleviler.
İşte bunun içindir ki şeriatçı;
* 10 Ekim 680 (10 Muharrem 61) tarihinde Kerbela’da 72 aile bireyi ile birlikte susuzluğa mahkûm edilen Hz. Hüseyin’in başını bedeninden ayırarak;
*25 Mart 922 tarihinde“Enel-Hak” dediği için bedeni önce lime lime doğranan Hallac-ı Mansur’u idam ederek;
*1408 yılında, “Enel-Hak” diyen Mansur’un izinden yürüdüğünü söyleyen Seyyid Nesimi’nin derisini yüzerek;
*1420’de; “Yârin yanağından gayri her şey insanlığın ortak malıdır” diyen Şeyh Bedreddin’i Serez çarşısında dâra çekerek;
*1500’lerin sonlarında Anadolu’da “Haksızlığa karşı başkaldırının simgesi” haline gelen Pir Sultan’ı dâra çekerek;
*6 Mayıs 1972 tarihinde Deniz Gezmiş’i, Hüseyin İnan’ı ve Yusuf Aslan’ı asarak;
* Nisan 1978’de Malatya’da; 24 Aralık 1978’de Maraş’ta; Aralık 1978’de Elazığ’da; Mayıs 1980- Temmuz 1980’de Çorum’da; 1967, 1978 ve 1980’lerde Sivas’ta onlarca Alevi ve aydını katlederek, ev, işyeri ve araçlarını yakarak;
Ve;
* 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ın Madımak Oteli’nde 37 canı ateşe verip diri diri yakarak kendileriyle aynı düşünceyi ve inancı paylaşmayanlara tahammüllerinin olmadığını açıkça göstermişlerdir. Hem de Müslümanlık adına!
-Bu ne biçim Müslümanlık? Kin kusan, kan döken, can alan, yakan, yıkan…
Ama bütün bunlara rağmen Aleviler, irticanın karanlığına inat, aydınlık yarınların her şafağında yeniden doğarak çevirecekler tüm karanlıkları, aydınlığa…
 
Yazar İlhan Selçuk; Cumhuriyet Gazetesi’ndeki “Pencere” adlı köşesinde yayımlanan “Şeriatçı Alevi’yi Neden Yakar?” başlıklı makalesinde şöyle diyor:
«Her Müslüman, her Allah’ın günü beş vakit namaz kılar mı?
Kılmaz…
Çağımız yaşamındaki ivme, bunca yoğun tapınmaya el vermez; ama beş vakit namazını eksik etmeyene de Anadolu’da saygıyla bakılır.
Peki, namaz kılmayan Müslüman’ın durumu nedir?
Yapılan araştırmalara göre Ümmet-i Muhammed’in çoğu namaz kılmıyor. Anadolu Müslüman’ı inancını biçimsellikte aramaz, aramıyor bu konuda hoşgörülüdür.
Çünkü bu topraklarda dinler, mezhepler, tarikatlar binlerce yıldan beri üst üste istiflenmiş, yan yana sergilenmiş… Bu gün bile İstanbul’un Ortaköy’ünde haham, papaz, hoca mahalle komşusudur; geçmişte Anadolu’nun her yanında Müslümanlarla Hristiyanlar iç içe yaşamışlardı.
Ancak ne oldu bize de yobazlık rüzgârları ortalığı kasıp kavurmaya başladı?
*
Alevi Müslüman’dır…
Tanrı’yı bilir, Muhammed’i tanır, Ali’yi sever, oruç tutmaz, namaz kılmaz, Hacc’a gitmez…
Alevi namaz kılmadığı için de camiye gereksinme duymaz.  Alevi köylerinde cami yoktur.1960’larda zamane iktidarı oy avcılığı için imamları devlet memuru yaptı, Hazine’den aylığa bağlandı.
İmam, Alevi köyüne atandı, devlet memuru olarak göreve başladı.
Peki, namaz kılmayan Alevi’ye, camisiz köyde devlet memuru imam nasıl namaz kıldıracaktı?
Alevi zorlandı:
Haydi bir cami yapalım…
Devlet buyruğuyla mezhebini değiştirsin diye insana baskı uygulanır mı? Hem de laik Türkiye Cumhuriyet’inde bu barbarlık kimin icadı?
*
 
12 Eylül bir dönüm noktası…
Ortaöğretime zorunlu din dersleri kondu…
Din öğretmeni kim?
İmam-Hatip çıkışlı bir hoca…
Bir Sünni.
Alevi’de imam yok; laik devlet imam okulu, imam lisesi açıyor. Sünni mezhebinin öğretisini, öğrencilere aşılıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin mezhebi Sünni mi?
Alevi çocuğu zorunlu din dersine girdiğinde hoca başlıyor Alevi’yi kötülemeye… Çocuk gözyaşları içinde eve dönüyor, anasına, babasına diyor ki:
-Siz çok kötüymüşsünüz…
-Ne oldu yavrum?
-Öğretmen söyledi…
Devlet buyruğuyla din dersi; siyasal iktidar zoruyla mezhep baskısı, Milli Eğitim yoluyla yobazlık aşılaması.
Laik cumhuriyet mi bu?
*
Pir Sultan Abdal bir Alevi şairi…
Anadolu kültürünün ürünü, Türk edebiyatının övüncü, dilimizin ozanı, haksızlığa başkaldırının tarihimizdeki simgesi…
Sivaslı…
Sivaslı Aleviler, “Pir Sultan Abdal Şenliği” yapmak istiyorlar. İstanbul’dan sanatçılarını çağırıyorlar, şiir söyleyecekler, müzik dinleyecekler, tartışacaklar, söyleşecekler, Pir Sultan’ı anacaklar...
Yobazlar-laik değil- saldırıyorlar…
Yıllardan beri devlet eliyle yapılan yatırım, meyvelerini veriyor. Saldırının kaynağı belli değil mi? Devlet, Sünni mezhebinin devleti kimliğine bürünürse Alevi’ye yaşam hakkı kalır mı?
Alevi, şeriata karşıdır.
Sorunun özü bu.
Anadolu Alevi’si şeriatçılığa karşı halk kesiminde güvence sayıldığından, Sünniliği, şeriat devletinin itici gibi kullanmak isteyen yobazlar, Aleviliği karşılarında engel sayıyorlar.
Hınçları artıyor…
Eski bir öykü bu; ama 21’inci yüzyılın eşiğinde yineliyor.
14. yüzyılda yaşayan Türk şairi Nesimi; Anadolu’ya varıp Hacı Bektaş Veli ile tanışmıştı, şeriata karşı çıktığı için Halep’te derisi yüzülerek öldürüldü.
Âşık Nesimi’nin 21. yüzyılın eşiğinde Sivas’ta diri diri yakılması, öykünün çağımızdaki bölümünü oluşturuyor.»
 
Yazar Melih Cevdet Anday, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki “Gündüz Gözüyle” adlı köşesinde yayımlanan “Sivas Olayı’nın Nedeni” başlıklı yazısında şöyle diyor:
Bizim politikacılarımız; olaylara neden bulmakta pek beceriklidirler; bunu, sorumlu bir politikacı yaparsa temize çıkmış olur, kendince. Sivas’taki tüyler ürpertici olay üzerine yeni hükümetin İçişleri Bakanı da böyle bir beceriye kalkıştı, dedi ki;
‘Sivas’ta meydana gelen olaylara, yazar Aziz Nesin tahrik edici konuşmaları, Türk halkını aşağılayıcı deyimleri ve Kültür Sarayı önünde dikilen heykele tepki neden olmuştur.’
İşte oldu, bitti. Ortada suç muç yok.
İyi yetişmiş bir politikacı böyle konuşur.
Ama bu sözleri söyleyen bakan, yalnızca kendisini kandırmış. Sağduyu ise ona karşı çıkar. Ortada bir ‘linç’ girişimi varken, 37 ölünün cesedi gözler önünde dururken, nedenler ne olursa olsun kimse kandırılamaz. Bakanın mantığı (buna mantık denebilirse) saçmadır. Başbakan’a bu mantıktan yana olup olmadığını sormak isterdim.
Yazık ki bu olay dolayısıyla kimi köşe yazarları da linç girişimini haklı bulmamakla birlikte Aziz Nesin’in konuşmaları üzerinde durmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu davranışın, dinsel gericiliği okşama anlamında yorumlanabileceğinden korkarım.
Bu olay, kara irticanın azgınlığa kalkmasından başka türlü yorumlanamaz.
Biz gene İçişleri Bakanı’nın sözlerine dönelim… “Tahrik edici konuşma” ne demektir? Bunu açıklığa çıkarmak gerekir. Peygamberin cennetine cehennemine inanmayan öldürülecek mi? Şeriatçıların, ille de onlar gibi düşünmeye bizi zorlamaları doğru bulunabilir mi? O zaman laikliğin ne gereği kalır? Şunu da yinelemekte yarar var. Şeriat düzeni içinde bilim yapmağa olanak yoktur, dinsel dogmalar, bilimsel araştırmaları yasaklar.
“Türk halkını aşağılayıcı deyimler” sözüne gelince… Bunların ”Türk halkının yüzde altmışı aptaldır”, “Türk halkı korkaktır.” Gibisinden sözler olduğunu biliyorum. Bu sözleri duyduğumda ben aptal da bulmadım (belki yüzde kırk beni kurtardı), korkak da. Bu yüzden Aziz Nesin’le selamı kesecek değilim. Önemli olan Sivas’taki linç girişimcilerinden bu anlamda bir tepki gelmediğidir. Gelseydi uygarca bir tepki olurdu bu.
İçişleri Bakanı, üçüncü neden olarak da Kültür Sarayı önüne dikilen yonutu gösteriyor. Bilindiği gibi Pir Sultan Abdal’ın yonutudur bu. Peki, otuz beş kişiyi dumana boğan bu linççiler, Pir Sultan Abdal’a neden kızdılar? Yoksa Pir Sultan Abdal da Aziz Nesin gibi onları ‘tahrik’ mi etti? ‘Yoksa o yonutun dikilmesi doğru değildi’ mi diyecek? Yonutu önce parçalanan, sonra yakılan Pir Sultan Abdal bir Alevi şairi idi. İçişleri Bakanı burada Sünnilere mi arka çıkıyor?
Neden arama işine keşke hiç girişmeseydik.
Uygar bir ülkede, “Ben, dine inanmıyorum” diyene kimse tepki göstermez. Bunu ne zaman anlayacağız?
 
B- Tali Nedenler
 1- Aziz Nesin: Şenlikten bir gün önce “Müslümanlar” imzalı bir bildiriyle “cihat çağrısı” yapıldı. Aziz Nesin’in açıkça hedef gösterildiği bu bildiride özetle şöyle deniyordu:
“Kâfirler şunu iyi bilsin ki İslam’ın peygamberini ve kitabın izzetini korumak için bu uğurda verilecek canımız vardır.
Gün, Müslümanlık uğruna gerekleri yerine getirme günüdür.
Gün, Allah (CC)’ın vahyi Kuran-ı Kerim’e, Allah’ın meleklerine, Allah’ın resulü Hz. Muhammed (SAV), onun ailesine ve ashabına yöneltilen çirkin küfürlerin hesabının sorulacağı gündür.”
Kızıl alevlere yenik düşen Madımak Oteli’ne ancak yangının üst katlara ulaşmasından sonra gelebilen itfaiyenin Aziz Nesin’in bulunduğu katın penceresine dayandırılan merdiveninden yukarıya çıkan itfaiye erinin kurtarması gereken Aziz Nesin’i yumruklaması ve sonrası tam bir linç girişimiydi.
Aziz Nesin ya da bir başkası, herhangi bir dine inanmak zorunda mıdır? Din, kişi ile Tanrı arasında olması gereken bir olgu değil mi? Üçüncü kişilerin ne işi var arada? Bunlar Tanrı’nın avukatlığına neden soyunuyorlar? Allah bu kadar aciz midir ki işlerini bu küflü beyinlere bırakıyor.
Melih Cevdet Anday’ın dediği gibi; “Peygamberin cennetine ve cehennemine inanmayan öldürülecek mi?”
2- Vali Karabilgin: 2 Temmuz Katliamı’nın hedeflerinden bir de demokrat aktivitelerle adından söz ettiren vali Ahmet Karabilgin’di. Göreve gelir gelmez Kongre Müzesi’ni kurmuş olan Karabilgin;  “4 Eylül” gününün daha büyük bir törenle, varsıl içerikli bir programla kutlanmasını sağlamıştır.
Gericilerin vilayet önünde; “Dinsiz Vali İstifa” ve “Vali Gidecek Şeriat Gelecek” diye böğürmeleri, hedeflerden birinin de vali olduğunu göstermektedir.
Ancak bundan önceki satırlarda da belirttiğim gibi asıl neden Aleviler ve laik düzendi. Vali Karabilgin ile Aziz Nesin buna bir kılıf biçilmişti sadece. Onlar olmasa da başka bir bahane bulurlardı.

KATLİAM İÇİN KİM NE DEDİ?
 
Süleyman Demirel
(Zamane Cumhurbaşkanı):
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Sivas Olayları’nı değerlendirirken şöyle dedi; ”Paniğe gerek yok. Bu tür olaylarla devlet aşılamaz.”
Sivas Katliamı’nı değerlendirirken olayın “münferit” olduğunu vurgulayan Demirel: “Rejime ve devlete inanalım. Paniğe hiç gerek yok. Zaten terör ve anarşinin amacı böyle bir panik yaratmaktır. Vatandaşlarımız bu amaca hizmet etmesinler.” dedi.
Demirel, son günlerde meydana gelen olayların kamuoyunda birtakım kaygılara neden olduğu hakkındaki bir soruya verdiği bir yanıtta şu değerlendirmeyi yaptı:
“Türkiye sorunlarını demokratik rejim içinde çözecektir. Devlet, hukukun üstünlüğüne dayalı olarak huzur ve güveni sağlamaya muktedirdir. Bu tür olaylarla devlet aşılamaz.
On senedir devam eden olayların kökü kazınmaya çalışılıyor. Ama devlet bunu hukuk içinde yapmaya çalışıyor. Herkes devlete güvenmeli, terör ve anarşi zaten ismi üzerinde amacı, panik yaratmak; halkı galeyana getirmektir. Vatandaşlarımız buna fırsat vermemeli, sağduyudan ayrılmamalıdır.” dedi.
3 Temmuz 1993 tarihli Hürriyet’in haberi:
“Dünya Ekonomik Forumu’nun Conrad Oteli’nde düzenlenen toplantısından çıkışta gazetecilerin Sivas’ta meydana gelen olaylarla ilgili sorusu üzerine gerekli önlemlerin alındığını belirterek; ‘devlet güçleriyle halk karşı karşıya getirilmemelidir’ dedi.  Gazetecilerin ‘Önlem alındı mı?’ sorusuna şu karşılığı verdi: “Aldılar… Şimdi bakın ben Sivas valisi ile konuştum. Başbakan ile de İçişleri Bakanı ile de konuştum buraya gelmeden önce. Her türlü önlemi aldılar. Fevkalade hassas bir konudur ve devlet güçleriyle halk karşı karşıya getirilmemelidir. Buna gayret ediyorlar.”
3 Temmuz 1993 tarihli Sabah’ın haberi:
“Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel İstanbul’daki evinde Sabah muhabirine, ‘olayların ağır tahrik sonucu’ başladığını belirterek şöyle konuştu: ‘Başbakan Tansu Çiller ile iki defa konuştum. Olaylar, Alevi-Sünni çatışmasına dönüşmedi, ilçelere yayılmadı. Otelin yakılmasıyla kaldı. Güvenlik kuvvetleriyle halk arasında herhangi bir çatışma yok’”
Devletin en tepe noktasında oturan ve “Bana, sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” mantığının sahibi ve zamane Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Olay otelin yakılmasıyla kaldı, ilçelere yayılmadı.” diyerek önemsemediği otel yangınında 37 kişinin, yine kendisinin “halk” olarak nitelendirdiği ağzı salyalı yobaz sürüsü tarafından ateşe verilerek diri diri yakılmasını neden görmezden geliyor? Neyi mazur göstermeye çalışıyor? Hala: “Bana, sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” mi demek istiyor acaba? Eeee… Huylu huyundan vazgeçer mi? Can çıkmayınca…
4 Temmuz 1993 tarihli Milliyet’in haberi:
Olay otelin yakılmasıyla kaldı.” diyerek olayların daha da büyümesi beklentisi içinde olduğunu –Yoksa böyle bir duyum mu almıştı?- açıkça dile getirmekten hiçbir sakınca görmeyen, ağzı salyalı yobaz sürüsünü “halk” olarak niteleyen, Aziz Nesin’in bu “halkı” tahrik ettiğini savunan ve Madımak Oteli’nde 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan vahşetin büyütülecek bir yanının bulunmadığını söyleyen Cumhurbaşkanı Demirel şöyle diyor:
“Olay münferittir, ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş. Olayları çok yakından izledim. Kötü gelişebileceği konusunda kaygılarımı ilgililere aktardım. Sayın Başbakan’ın, Sayın İçişleri Bakanı’nın ve Sayın Sivas Valisi’nin dikkatlerini çektim. Bunları bir eleştiri anlamında söylemiyorum.
Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır. –Katillerin korumalığının dışında ne yapmışlardı?- Ortada halkla halkın çatışması yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır. Bir Alevi-Sünni çatışması söz konusu değildir. Güvenlik güçleri ile ilgililer gerekli tedbirleri almaya çalışmışlardır. Ama bu tür olaylar kompleks olaylardır ve ani gelişirler.- Ne yazık ki ani değil, tam planlı ve zamanlı yapılmıştır.-”
“Ağır tahrik var, bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş.” Diyen Cumhurbaşkanı Demirel’e şu soruyu soramadan edemiyor, insan.
-“Sayın Cumhurbaşkanı, sizin, bu vahşet sırasında can veren 37 kişiyi görmezden gelerek olayı hafife almanız ve bu 37 kişiyi katleden eli kanlı, ağzı salyalı yobaz sürünü “halk” olarak nitelemeniz de Alevileri tahrik ediyor, onları galeyana getiriyor.
-Peki, sizin tahrik ederek galeyana getirdiğiniz Alevilerin sizi öldürmeleri mi gerek?
Yine Sayın Cumhurbaşkanı Demirel: “Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır.” diyor.
- Sayım Cumhurbaşkanım bu otel kimler tarafından yakıldı?
‘Mevsim kış olup sobalar, kaloriferler yanıyor olsaydı o zaman otel, yanan sobadan çevreye sıçrayan kıvılcımlarla tutuşup yandı ya da kuvvetli esen lodos nedeniyle baca dumanı otelin içine dolarak içeride bulunan 37 canın ölümüne neden oldu’ denilerek insanlar kandırılabilirdi, belki.
Ama böyle bir şey söz konusu değil. Ne mevsim kış, ne lodos var, ne de yanan sobadan sıçrayan kıvılcım…
Peki, bu 37 insan neden ve nasıl öldü?
 
Tansu Çiller
(Zamane Başbakanı):
Olay gecesi sabaha karşı biten Bakanlar Kurulu Toplantısı’nın akabinde gazeteciler tarafından sorulan sorulara: “Olaylar, Alevi-Sünni çekişmesine kesinlikle dönüşmedi.” şeklinde yanıt veren Başbakan Tansu Çiller devamında şunları söyler:
“Ölen bir kimse, ama hiç kimse böyle bir çekişmeden dolayı ölmüş değildir. Hatta bu otelin etrafını saran vatandaşlarımıza da hiçbir biçimde zarar gelmemiştir.  Onlardan ölen ve yaralanan da yoktur. Dolayısıyla olay, bir otelin yakılması ve içinde olan vatandaşlarımızın ölmesi ile ortaya çıkmıştır. Tahrike kapılacak hiçbir durum yoktur. Ancak dediğim gibi bir otelin yanması meselesi olmuştur. Otelin yakılması, yakıldığı sırada birtakım vatandaşlarımızın orada ölmesi önlenememiştir. Sivas olayının neden ve nasıl olduğu tahkik edilmektedir. Sayın Aziz Nesin’in oradaki konuşmasından sonra gazetelere yansıyan haberlerden halkın tahrik içerisinde olduğu anlaşılmaktadır.”
İzan ve vicdan sahibi bir kimsenin, Başbakan’ın bu konuştuklarından “mantıklıdır” diyebileceği bir tek sözcük bulmak mümkün müdür acaba?
Kurşun atanlarla, insanı diri diri yakanlarla gurur duyan zamane Başbakanı: “Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir biçimde zarar gelmemiştir, onlardan ölen ve yaralanan da yoktur.” diyor. El insaf… Otelde savunmasız ve mağdur durumundaki canların topu tüfeği mi vardı ki zarar versinler saldırganlara? Hem haddine mi düşmüş onların? Cumhurbaşkanı ve başbakan tarafından korunan, bir başka deyişle devletin himayesinde bulunan canilere zarar vermek…
Başbakan: “otel yakıldığı sırada birtakım vatandaşlarımızın orada ölmesi önlenememiştir” diyor.
Peki, valinin onca ısrarına rağmen saldırganların dağıtılması için “zor kullanma” talimatını bile vermeyen başbakan hangi önlemi almış ki: “Vatandaşlarımızın ölmesi önlenememiştir” diyor? Aslında doğrusu “önlenememiştir” değil, “önlenmemiştir” olacak. Çünkü önlenmesi için en ufak bir çaba bile gösterilmemiştir. Yani bilinçli ve kasıtlı olarak önlenmemiştir.
“Tahrike kapılacak bir durum yoktur. Bütün vatandaşlarımızın bu konuda rahat olmalarını dilerim. Çünkü gerekli bütün önlemler alınmış, yapılabilecek her şey yapılmaktadır” diyen zamane başbakanı: “Tahrike kapılacak bir durum yoktur” diyor.
Bunu kime ya da kimlere söylüyor acaba?
Kimlere olacak canım! Geçmişi karanlık yobaz sürüsü yapacaklarını yaptıklarına göre Alevilere söylüyordur.
Peki, “tahrik edildikleri için 37 kişiyi yaktılar” diyerek gerici gürûha sahip çıkıp kol-kanat geren başbakan, Alevilere neden “tahrik olmayın” uyarısında bulunuyor, acaba?
Aynı uyarıyı, kol-kanat gerdiğin o eli kanlı caniler, bu vahşeti işlemeden önce onlara da yapsaydın ya…
Haaa… Şunları söylemeyi de ihmal etmiyor zamane başbakanı. Diyor ki; “Bütün vatandaşlarımız rahat olsunlar. Çünkü alınması gereken tüm önlemler alınmıştır.”
- Bunları kimlere söylüyor olabilir acaba?
“Onlardan ölen ya da yaralanan yoktur. Hiçbir zarar da gelmemiştir” diyerek sahiplendiği ağzı salyalı yobaz sürüsünden başka kime söyleyebilir?
“Siz rahat olun” diyor. “Çünkü arkanızda biz varız. Sizin için tüm önlemleri aldık. Kılınıza en ufak bir zarar bile gelmeyecek” iletisini veriyor.
 
Mehmet Gazioğlu
(Zamane İçişleri Bakanı):
“Aziz Nesin’in, halkın inançlarına karşı bilinen tahkir ve tahrik edici konuşması ve Türk halkını aşağılayıcı deyimlerinin yanı sıra her ne sebeptense Kültür Sarayı önüne dikilen Ozan Heykeli’ne tepki duyan topluluk; vilayet önüne gelmiş, burada hükümet, vali ve Aziz Nesin hakkında slogan atmış. Güvenlik kuvvetlerinin müdahalesiyle dağıtılan grup, çok kalabalık gruplar halinde yeniden bir araya gelerek yazar Aziz Nesin ve diğer davetlilerin kaldığı Madımak Oteli önünde toplanmış,  burada güvenlik güçleri büyük bir gayret sarf ederek bir arbedeyi önlemiştir. Yangın olayı önceden planlanmış bir olay değil, toplum psikolojisi ile ortaya çıkmıştır. İdari ceza soruşturması sonrasında olaylara karışan kişilerin ve kamu görevlilerinin verdiği ifadeler doğrultusunda Aziz Nesin hakkında da soruşturma açılabilir.
 Vatanın birlik ve beraberliğine yöneltilen hakaret, İslamiyet’e yönelik ağır sözler ve tahrik edici unsurların da katılımıyla olay gerçekleşmiştir.”
Zamane Cumhurbaşkanı Demirel, zamane Başbakanı Çiller’le aynı çığırı paylaşan ve ağzı salyalı katilleri; “tepki duyan topluluk”olarak niteleyen İçişleri Bakanı Gazioğlu, vahşetin akabinde gittiği Sivas’ta yaptığı açıklamada şöyle diyor: “Bugün 13.30’da Cuma namazını müteakip kent merkezinde Pir Sultan Abdal Törenleri ve açılış yarın yapılacak Pir Sultan’a ait heykel sebebiyle halk galeyana gelmiş, müessif olaylar meydana gelmiştir.”
Yapmış olduğu açıklamalarla hem kendisinin hem de gericilerin; ilerici, demokrat, devrimci aydınların ve Alevilerin mevcudiyetine asla tahammüllerinin olmadığını açıkça ortaya koyan bakan için; “İyi yetişmiş bir politikacı böyle konuşur” diyen Melih Cevdet Anday şöyle diyor: “Peygamberin cennetine, cehennemine inanmayan öldürülecek mi?”
“Pir Sultan’a ait heykel sebebiyle halk galeyana gelmiş” diyor bakan bey. Öteki tüm devlet ve hükümet büyükleri gibi saldırganları “halk” olarak niteleyen bakana şunu sormak lazım:
-“Yoksa Pir Sultan Heykeli de mi saldırganlar tahrik etti, Aziz Nesin gibi?” 
 
Erdal İnönü
(Zamane Başbakan Yardımcısı ve SHP Genel Başkanı):
 “Şeytan Ayetleri konusundaki tepki burada halk galeyanına dönüştü. Dinî konularda tahrik etmek yanlıştır. Dinî duygular en yüce duygulardır.” şeklinde konuşan Başbakan Yardımcısı ve SHP Genel Başkanı Erdal İnönü, bu sözlerini şöyle sürdürdü: “Güvenlik güçlerimiz büyük mücadeleler vermişler, vatandaşlarımızın zarar görmemesine dikkat ederek olayları kontrol etmeye çalışmışlardır. Bütün bu hareketler sekiz saat sürmüş, otele atılan benzin yangına neden olmuş. Ancak güvenlik güçlerimiz valinin talimatıyla olayları kontrol edebilmek için gayretlerini göstermişlerdir. Olaylar sırasında güvenlik güçlerinin özverisi sayesinde itfaiyeye yol açılmış ve vatandaşlarımızın daha fazla zarar görmemesi sağlanmıştır.”
Tıpkı iktidar ortağı Çiller gibi gözü dönmüş ağzı salyalı katilleri “halk” olarak niteleyen İnönü: “Güvenlik güçlerinin özverisi sayesinde itfaiyeye yol açılmış ve vatandaşlarımızın daha fazla zarar görmemesi sağlanmıştır.” diyor.
İtfaiyeye yol açıldığı doğrudur…
Ama ne zaman?
37 kişi yaşamını yitirdikten sonra…
Güvenlik güçleri özverili olsalardı, hiç kimsenin burnu bile kanamadan bu katliam önlenebilirdi. Gerçi bu katliamı burnu kanamadan atlatanlar da var. Ama onlar otelin içindekiler değil, otelin çevresini kuşatarak kan dökmek, can almak isteyen canilerdi.  Hani başbakanın, cumhurbaşkanının “halk” diye niteledikleri ve kol –kanat gerdikleri şu ağzı salyalı caniler sürüsü var ya?  İşte onların burnu hiç mi hiç kanamadı.
Sayın İnönü’nün dediği gibi güvenlik güçleri özverili çalışmış olsalardı bu güvenlik güçlerinin içinden yer alan ve yetkili olan Sivas Asayiş Şube Müdürü Mehmet Yıldız şöyle der miydi?“Otel önünde önlem aldık, ancak saatlerce bekledik. Bize zor kullanma talimatı verilmedi. Bidonla benzin getirdiler. Kaldırım taşlarıyla sürekli içeriyi taşlıyorlardı. Arabalar yanınca otel tutuştu. Otel yanmaya başlayınca göstericiler sevinç çığlıkları atıyorlardı. Askerler gelmişti, ancak arka tarafta duruyordu. İtfaiye gelmiş, ancak topluluk araçların geçişine izin vermiyordu. Biz kalabalığa su sıkmalarını istedik. İtfaiyeciler talimat almadan su sıkmayacaklarını söylediler. Biz, içerdekileri kurtarmak için cop kullanarak kalabalığı dağıtınca itfaiye otelin önüne yaklaştı. Ancak birisi su sıkarken öteki itfaiye eri vanayı kapatıyordu. Bir süre onlarla uğraştık. Bir itfaiye eri merdivenlerin yarısına kadar çıkarak aşağı inmekte olan Aziz Nesin’i aşağı atmak istedi. Biz, Nesin’i kurtarırken Belediye Meclis üyesi Cafer Erçakmak bize; ‘Namussuzlar, siz polisi kurtaracağız’ dediniz. ’Şimdi o köpeği kurtarıyorsunuz.’ dedi ve Aziz Nesin’e saldırdı. Biz, Aziz Nesin’i arabaya bindirerek kaçırdık.”
 Peki, biz, şimdi İnönü’nün ve öteki yetkili ağızların söylediklerine mi inanalım yoksa olayı bizzat yaşayan Asayiş Şube Müdürü’nün söylediklerine mi?
 
Muhsin Yazıcıoğlu
(Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı):
Sivas’ta meydana gelen olaylardan İl Kültür Müdürü ile Aziz Nesin’in sorumlu olduğunu belirten Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu şöyle diyor:
“Burada asıl sorumlu uzun süredir halkımıza ve mukaddes değerlerine hakaret etmeyi kendine meslek edinmiş Aziz Nesin’in bilinen tavrını tekrarlayacağını bile bile Sivas’a getiren İl Kültür Müdürü’dür. Burada valinin de gerekli uyarı ve mahallelerde bulunmayışı da ayrı bir mesuliyettir.  Olayların bilinçli bir şekilde bu noktaya gelmesini sağlayan Aziz Nesin’e hükümetin ve adli mercilerin bundan sonra nasıl bir tavır sergileyeceklerini kamuoyu ve Sivaslılar merak etmektedirler. Bu zihniyet bilinen alışkanlıklarını tekrarlamaya devam ettikçe bu tür üzücü olaylarla yeniden karşılaşmamız ihtimal dâhilindedir.”
Bu konuşmadan da anlaşılacağı üzere katliamı gerçekleştiren eli kanlı canilerin değil, Aziz Nesin’in yargılanmasını isteyen Yazıcıoğlu, bu katliamla yetinilmeyeceğinin mesajını veriyor galiba.
 
Alparslan Türkeş
(Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı):
Yapmış olduğu açıklamada Sivas’ta meydana gelen olaylardan ötürü Türk ulusuna ve katliamda yaşamını yitirmiş olanların ailelerine başsağlığı, yaralılara acil şifalar dileğinde bulunan MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş; Türkiye’de herkesin eşit haklara sahip olduğunu vurgulayarak aynı yerde yaşayan ve aynı kaderi paylaşan insanları birbirinden ayırmak, birbirine düşman yapmak isteyen mihrakların oyunlarına gelinmemesini isteyerek konuşmasını şöyle sürdürdü: “Türk-Kürt ayrımına, mezhep çatışmasına asla müsamaha etmemeliyiz. Fikir hürriyetine saygılı olmalı, tahriklere kapılmamalıyız. Bir tahrik unsuru da olmamalıyız. Herkesi, Allah’ın yarattığı kutsal bir varlık olarak kabul edip insan hayatına değer vermeli, saygı göstermeliyiz. Birlik ve beraberliğimize yönelen her türlü hareketleri kırmalıyız.”
 
Necmettin Erbakan
(Refah Partisi Genel Başkanı):
 ‘Hükümet Programı’na ilişkin görüşlerini TBMM’nde açıklarken Sivas olayları konusuna da değinen Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, hiçbir işin şiddet yoluyla çözülemeyeceğine inandıklarına işaret ederek şiddet olaylarını kabul etmediklerini söyledi ve konuşmasını şu şekilde sürdürdü:
“Olaylar, aslında belli bir maksatla Sivas’a gitmiş olan ekibin; halkın, milletin inancına karşı nezaketsiz sözler sarf etmesi, tahrik etmesi yüzünden meydana gelmiştir. Bu sebeple olayların meydana gelmesinde asıl sahip ortadadır. Büyük tahrik yapılmıştır. Bu olayda üzülecek diğer bir yan da ilin valisinin dirayetli yönetici olarak daha önceden böyle olaylar çıkabileceğine imkân buluna-cağını dikkate alarak, basiretli bir yönetici olarak hareket etmesi gerekirken, toplantılara katılarak onları onore edecek şekilde davranmamasından da üzerinde durulması gerekir.”
Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri çerçevesinde yapılan etkinliklerin, halkın inançlarını tahrik ettiğini ve olayların Alevi-Sünni çatışması olmadığına değinen Erbakan: “Halkın galeyanı ve bu suçun işlenmesi, yani dini tahkir ve tezyif suçunun işlenmesi ve böylece büyük bir tahrike karşı bir galeyan olduğu gibi, yöneticilerin davranışında da protesto mahiyetinde bir davranış olduğu görülmektedir. Bu olay, sadece üç-beş kişinin tahrikine ve yöneticilerin basiretsiz tutumuna karşı yapılmış bir olaydır.” şeklinde konuştu.
Vali’nin Pir Sultan Abdal Etkinlikleri’ne katılmasını hazmedemeyen ve onun da öteki devlet ve hükümet yetkilileri gibi 37 kişiyi katleden gerici güruhun karşısında değil, yanında yer alması gerektiğini savunan ve bu katliamın asıl suçlularının, 37 kişiyi ateşe vererek diri diri yakan gerici güruhun değil, Pir Sultan Abdal için etkinlik düzenleyen Alevilerin olduğunu söyleyen Erbakan’a sormak gerekir:
Laik bir ülkede yaşayan herkes sizin gibi düşünmek ve yaşamak zorunda mıdır? Siz, sizin gibi düşünmeyen insanların düşüncelerine ne zaman saygı göstermeyi öğreneceksiniz? Alevilerin, tarihe mal olmuş büyüklerini anması sizi neden tahrik ediyor? Yoksa Alevilerin, tarihe geçen büyüklerini anarlarken sizden izin mi almaları gerekir?
Temel felsefeleri: “Bulundukları mekân ya da yerlerde kendilerinden başkalarına yaşam hakkı tanımamak” olan Erbakan ve onun öncülüğünü üstlenmiş olduğu geçmişi karanlık, beyni küflü, emeli kirli yobaz sürüsü diyor ki; “Sivas- Türkiye’nin geneli de dâhil- bizim egemen olduğumuz bir yerdir. Burada ne aydınlara ne de Alevilere yaşam hakkı tanırız. Bunların her yaptığını ve her söylediğini tahrik unsuru sayar ve işte böyle yakarız.”
Burada iki noktanın altını kalın çizgilerle belirtmek gerekir:
Birincisi; Başta Cumhurbaşkanı Demirel ve Başbakan Çiller olmak üzere bütün sağ partilerin yetkilileri bu olayın bir Alevi-Sünni çatışması olmadığını savunuyorlar. Doğrudur. Ne bu olay, ne de bundan önce vuku bulan benzeri olayların hiçbiri Alevi-Sünni çatışması değildi. Çünkü bu olaylara iştirak etmeyen, şiddetle karşı çıkan Sünni aydınlar, yazarlar, çizerler mutlaka olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Bunda hiçbir kuşkumuz yoktur. Bu gerçekler göz önünde dururken bu ve benzeri olayları Alevi-Sünni çatışması olarak göstermek son derece yanlıştır, elbette.
-Peki, Alevi-Sünni çatışması değilse nedir?
Bu ve benzeri olaylar; laikliğin sigortası olan Alevilerle, Ortaçağ’ın karanlıklarını aydınlık yarınlara taşıyarak ufkumuzu karartmaya yeltenen geçmişi karanlık, sapık fikirli, emeli kirli gerici- faşist gürûh arasındaki b ir savaşımdan başka bir şey değildir.
İkincisi; yine Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Çiller olmak üzere Hükümeti oluşturan bakanların büyük bir bölümü ile tüm sağ parti yetkilileri yapmış oldukları açıklamalarda hepsi sözbirliği yapmışçasına olayların; Aziz Nesin’in yapmış olduğu konuşma ve Alevilerin düzenledikleri Pir Sultan Etkinlikleri’nden tahrik olan grubun galeyana gelmesi sonucunda işlendiğini savunuyorlar.
Ben de diyorum ki, 37 kişi yaşamını yitirmişken, sizlerin, katli-amı gerçekleştiren katillere kol-kanat gerip onları savunmanız da Alevileri tahrik ediyor. Şimdi soruyorum:
-Sizin bu konuşmalarınızdan, hal ve hareketlerinizden tahrik olan Alevilerin sizleri katletmesi mi gerek?
 
Deniz Baykal
(Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı):
Yaptığı açıklamada hükümetin meydana gelen olaylarda yapılması gerekenleri yapmadığını iddia eden Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal; “Olayı değerlendirirken bu olayın sorumluluğunu doğrudan üstlenen çevrelere sahip çıkmak, onları haklı göstermek, onların davranışlarını meşrulaştıracak açıklamaların yapılmasından herkes, özellikle hükümet yetkilileri, özellikle İçişleri Bakanı, Başbakan, Hükümet adına konuşan herkes ve siyasi parti genel başkanları, herkes özenle kaçınmalıdır.” dedi.
 
Cevdet Selvi
(SHP Genel Sekreteri):
Katliamın mezhep, inanç zedelenmesiyle ilgisi olamayacağını vurgulayan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) Genel Sekreteri Cevdet Selvi: “Kubilay’dan bu yana her fırsatta vahşetle laik cumhuriyete saldıran şeriat özlemcilerinin nasıl bir düzen peşinde oldukları bir kez daha gözler önüne serilmiştir.” dedi.
Bir önceki gece (2 Temmuz gecesi) Bakanlar Kurulu Toplantısı’nın akabinde: “Aziz Nesin tahrik etmiş” doğrultusunda beyanat veren Başbakan Tansu Çiller ve İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’na yanıt veren Selvi şöyle dedi: “Hiçbir neden ve gerekçe bu olayı hafifletemez, mazeret gösterilemez” dedi.
 
Aydın Güven Gürkan
(SHP Grup Başkan Vekili):
Partisinin “Hükümet Programı”na ilişkin görüşlerini dile getirirken yazar Aziz Nesin’in Kültür Etkinlikleri kapsamında düzenlenen konferansta düşüncelerini barış içinde dile getirdiğini ve herhangi bir tahrik ya da olayın olmadığını belirten SHP Grup Başkan Vekili Aydın Güven Gürkan: “Ancak sonra bazı odaklar bu sözleri yayarak, saptırarak ve organize ederek halkı galeyana getirmiştir. Asıl vahim olan budur.” dedi. Meydana gelen olaylardan ötürü tüm Türkiye’nin keder içinde bulunduğunu savunan Aydın Güven Gürkan; “Aziz Nesin’in sorumlu tutulmasının büyük bir haksızlık olduğunu” söyledi. Aziz Nesin’in halkı galeyana getirdiğinin ve tahrik ettiğinin söylendiğini hatırlatan Gürkan; “Öylesine ifade ediliyor ki sanki Aziz Nesin olayların sorumlusu, sanki 36 insan tüm olayların sorumlusu. Bu haksızlıktır.” dedi.
 
Ahmet Karabilgin
(Sivas Valisi):
Sorulan bir soruya verdiği bir yanıtta: “Olayları, dışarıdan gelen kişilerin tırmandırdığı konusunda bu aşamada sağlıklı bir bilgiye sahip olmadıklarını belirterek soruşturmanın çok yönlü olarak sürdürüldüğünü” ifade eden Sivas Valisi Ahmet Karabilgin bir başka soruya verdiği yanıtta olayların “organize” olduğunu ifade ederek: “Bu çapta bir olayın organize olmaması mümkün değil. Organize olarak başladı ve öyle devam etti. Kültür Merkezi’nin basılması, Aziz Nesin’in linç edilmek istenmesi ve valiliğe karşı gelinmesi, olayların, organize olduğunun bir göstergesidir. Gözaltına alınan sanıkların sorguları sürüyor. Olayların seyri sırasında çekilen video görüntüleri değerlendirilerek olayın sorumlularının belirlenmesine çalışılıyor” dedi.
“Bir an sonumuzun geldiğini düşündüm” diyen Vali Ahmet Karabilgin tarafından Hükümet’e sunulan rapor aynen şöyledir:
“Geleneksel 4. Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri; Pir Sultan Abdal Kültür ve Tanıtma Derneği tarafından programlanmış, Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla gerçekleştirileceği bildirilen etkinlikler programına valiliğimizce, ülkemizin demokratik hukuk düzeni, idarenin tarafsızlığı ilkeleri ışığında izin verilmiştir.
İlimizde, bugüne kadar çeşitli eğilimlere sahip kurum ve kuruluşların toplantıları ve değişik nitelikteki faaliyetleri olmuş. Valiliğimiz, bütün bunlara; kurum ve kuruluşlara karşı tarafsız, dengeli, birini ötekine tercih etmeyen, anayasal hakları ve ifade özgürlüğünü kısıtlamayan bir uygulama içinde olagelmiştir. Valiliğimiz, kimlerin etkinliklere katılacağına karışmamış; bu amaçla kimseyi davet etmemiştir. Aziz Nesin’in veya bir başka kişinin Sivas’a gelmesini engelleyen, seyahat özgürlüğünü kısıtlayan bir yasa ya da karar olmadığından Aziz Nesin’in çağrılmasına karşı bir tutum ortaya konmamıştır.
Olayın asıl nedeni; dinsiz olduğunu birçok yerde, birçok kez açıklayan yazar Aziz Nesin’i bahane eden irtica yanlısı ve devlet düşmanları odakların fırsattan yararlanıp halkı, işsiz-güçsüz kişileri galeyana getirmesi ve istismar etmesidir.
Olay:
a.) Daha büyük bir toplumsal olayın ortaya çıkmaması;
b.) Emniyet güçleri ile vatandaş arasında bir çatışma çıkmaması;
c.) İldeki Polis Özel Harekât Timi ve Jandarma Komando Birlikleri’nin bir operasyon için Divriği ilçesinde görevli olması;
d.) İlimizdeki 5. Piyade Er Eğitim Tugay Komutanlığı’ndan ve çevre illerden istenen takviye kuvvetlerinin sayıca yetersiz olması ve geç intikalleri;
e.)Yakın ilçelerden getirtilen polis-jandarma gücünün sınırlılığı karşısında;
İdarenin elinde olmayan kanunsuz gösteriler karşısındaki eldeki güvenlik güçlerinin kesin üstünlüğünü imkânsız kılan bir gelişim seyretmiştir.”
 
*
 
Şimdiye değin yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere başta zamane Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Tansu Çiller, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu başta olmak üzere ne bir devlet, ne bir hükümet yetkilisi ne de bir sağ görüşlü siyasi parti-MHP hariç- olayı kınamamıştır. Hatta kınamak bir yana tam tersine kol kanat gerip destek vermişlerdir. Hem de hiç sıkılmadan ve pervasızca… Yine aynı şekilde ne ölenlerin yakınlarına başsağlığı dilenmiş, ne de yaralılara şifa dileğinde bulunulmuştur.
Evet, bütün bunlar bu vahşetin önceden planlanıp programlandığını ve devletin-hükümetin verdiği destekle başarıya ulaştığının bir göstergesi değilse nedir?
Gel de; “Devlet, Sivas’ta şeriatçılara teslim oldu” diyen Aziz Nesin’e hak verme.
Peki, 37 aydının, ateşe verilen madımak Oteli’nde diri diri yakılmasıyla yaşanan can kırımını ve şeriatçı ayaklanmasını; başta zamane Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakanı Tansu Çiller olmak üzere İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, sağ parti yetkilileri ve sağcı basının: “Aziz Nesin’in konuşmasına tepki duyup galeyana gelen halkın…” şeklinde başlayan cümlelerle açıklamak mümkün mü? “Halk” terimini, sokağa dökülmüş olan ortaçağ karanlığına özlem duyan beyni küflü, gözü dönmüş yobaz sürüsüne yakıştırmak, gerçek “halk”a  saygısızlık olmaz mı?
 
Katliama Meclis Araştırması
37 aydının Sivas’ta şeriat isteyenler tarafından ateşe verilen Madımak Oteli’nde diri diri yakılarak yaşamlarına kıyılması ve 60 kişinin de yaralanmasıyla nihayete eren olayları incelemek amacıyla bütün siyasi partiler tarafından verilen “Araştırma Önergeleri” TBMM’de görüşülmeye başlandı. Tansiyonun yüksek olduğu bir ortamda yapılan ve küfürlü geçen olaylar esnasında Hükümet ortağı olan SHP-DYP milletvekilleri birbirilerinin üzerine yürüdüler.
Yapılan görüşmeler sırasında “Sivas’ta meydana gelen olayların sorumluları ve olayın meydana geliş şeklinin gün ışığına çıkarılması” amacıyla açılması oybirliğiyle kabul edilen Meclis Araştırması görüşmeleri sırasında konuşan İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’na tepki gösteren SHP milletvekili Salman Kaya: ” Faşist herif…” diye bağırmaya başladı.
Eli kanlı yobaz sürüsü tarafından gerçekleştirilen Sivas Katliamı’nın araştırılması, sorumluların bulunması ve zarar görenlerin zararlarının tazmin edilmesi için Meclis Araştırması amacıyla DYP, SHP, ANAP, CHP ile RP’liler tarafından ortak olarak ve BBP, SHP, CHP ve HEP milletvekilleri tarafından da ayrı ayrı verilmiş olan önergeler; TBMM Genel Kurulu’nda ele alınması sırasında SHP Genel Sekreteri Cevdet Selvi’nin, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’nu istifaya davet etmesi üzerine hükümetin iki kanadı (DYP-SHP) arasında vuku bulan gergin atmosfer, Genel Kurul görüşmeleri sırasında daha da tırmanmaya başladı.
TBMM Genel Kurulu’nda Sivas Katliamı’na ilişkin bilgi verirken daha önceki söylemlerinden vazgeçtiği gözlemlenen İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu bu kez olayların önceden planlanıp programlandığını belirterek dağıtılmış olan bildirilerle halkın kışkırtıldığını ve Aziz Nesin’in hedef olarak gösterildiğini ifade etti.
Olayı, kendisine bildirilmesinin akabinde dakika dakika izlediğini ve önlenmesi için Belediye Başkanı, Vali ve Başbakan’a değin birçok yetkili ile konuştuğunu ifade eden Gazioğlu, Ozan Heykeli’nin de valinin emriyle kaldırıldığını söyledi. Yönetim aleyhine ve şeriat yanlısı slogan atan saldırganların, otelde kalan insanları ortadan kaldırmaya kararlı olduklarının Tv. Ekranlarından da görüldüğünü ifade eden Gazioğlu’nun, devletin her çeşit önlemi almaya çalıştığını ve güvenlik güçleri ile halkın karşı karşıya gelmemesi için gayret gösterildiğini sözleri üzerine SHP Ankara milletvekili Salman Kaya: “Faşist herif…” diye bağırıp ayağa kalkınca DYP milletvekili Ertekin Durutürk; “Otur ulan yerine” diye bağırdı. Bunun üzerine elektriklenen ortamda iki milletvekili birbirilerinin üzerine yürüdüler.
Genel Kurul’daki görüşmede Gazioğlu’nun akabinde SHP Grubu adına söz alarak kürsüye gelen ve şeriat yanlılarınca ateşe verilen otelde yaşamlarını yitiren aydınların isimlerini okuyarak başladığı konuşması sırasında: “Katliamı gerçekleştirenler cezalandırılmazsa, yaptıkları yanlarına kâr kalırsa bu olayı yenileri izler” diyerek uyarıda bulunan ve TBMM’ne büyük görev düştüğünü ifade eden SHP Grup Başkan Vekili Ercan Karakaş’ın bu konuşması iki parti arasındaki gerginliğin daha da tırmanmasına neden oldu.
Almanya İçişleri Bakanı’nın, Kızılordu fraksiyonuna bağlı bir militanın ele geçirildikten sonra öldürülmesi üzerine istifa ettiğini dile getiren Karakaş, bunun demokrasinin bir gereği olduğunu vurgulayarak; “Demokrasiyi geliştirmek istiyorsak istifa mekanizmasını çalıştırmalıyız ve yerleştirmeliyiz” dedi. Karakaş’ın böylece konuşmasını beğendiğini ifade ettiği İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’ndan dolaylı bir şekilde istifasını talep etmesi üzerine sıra kapaklarına vurarak tepki gösteren DYP’li milletvekillerinden Balıkesir milletvekili Cemal Öztaylan: “Bakanın istifasını istemek sana mı düştü lan” diye bağırdı. Ayağa kalkarak bağırmaya başlayan kimi DYP milletvekillerinin SHP’li Adalet Bakanı Seyfi Oktay’ın istifasını istedikleri duyuldu. Bunun üzerine iki partinin kimi milletvekilleri devreye girerek ortamı yatıştırdılar.
Meclis’in tatile girmesine karşı çıkarak çalışmasını isteyen ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz: “ Ülke yangın yerine dönmüşken, bu kadar acı gelişmeler ard arda yaşanırken Meclis’i tatile sokmak vatana ihanettir.” dedi.
 
 
KATLİAMA TEPKİLER
 

Şeriat yanlıları tarafından Sivas’ta ateşe verilen Madımak Oteli’nde diri diri yakılarak yaşamlarına kıyılan 37 aydının yanı sıra çok sayıda kişinin de yaralanmasına neden olan katliama tepkiler gittikçe büyüyor. Tepki duyanlar kervanına katılarak katliamı kınayan “Demokratik Kitle Örgütleri” tarafından yapılan açıklamalarda suçluların tez elden yakalanarak adalet önüne çıkarılmasını isterlerken, laikliği savunanları da daha duyarlı olmaya çağırdılar.
İşte Demokratik Kitle Örgütleri ve Açıklamaları:
 
Gazeteciler Cemiyeti:
Gazeteciler Cemiyeti’nce yapılmış olan açıklamalarda: “Kültür Şenliği kapsamında yazar ve gazeteci Aziz Nesin’in kitaplarını imzalarken çevresindekilere din konusundaki açıklamasını vesile sayarak aralarında ülkemizin değerli sanatçı ve fikir adamlarının da bulunduğu 36 vatandaşımızın, kaldıkları otelde diri diri yakılmasını üzüntü ve nefretle kınıyoruz.” denildi.
 
Ankara Genç Tiyatrocular Birliği:
Karmaşık Tiyatro, Can Şenliği Oyuncuları, Oluşum Sahnesi, Çan Tiyatrosu, Nüans Tiyatro, Tiyatro İzdüşüm ve Masal Tiyatro tarafından yapılan ortak açıklamada şöyle denildi: “Bu yüzyılda yaşanan katliamları sonsuza dek kınıyoruz.”
 
İzmir Barosu Yönetim Kurulu:
Aziz Nesin’i, 36 kişinin yaşamını yitirmesiyle sona eren otel yangınının tahrikçisi olmakla suçlayan İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’nu istifa etmeye çağıran İzmir Barosu Yönetim Kurulu adına bir açıklama yapan Başkan Volkan Alpaksoy, Sivas’ta vuku bulan otel yangınının kökeninde laiklik ilkesine sırtını dönmüş olan siyasi iktidarların, devleti adım adım şeriat yanlılarına teslim etme olgusunun yattığını iddia ederek şunları söyledi: “Laik toplum düzenini benimsemiş hiç kimse 36 kişinin yandığı otelin önünde, yangının dumanları tüterken yananları suçlayıcı açıklama yapamaz.. Bunu yapan biri artık o makamda oturamaz. Ayağının tozuyla ‘CMUK lükstür’ diyebilen İçişleri Bakanı, o makamı bir tek gün bile işgal etmemeli, derhal istifa etmelidir. Olayın sorumluları, tahrikçileri bellidir. Önceden planlanan bu olayın failleri derhal yakalanmalıdır ve tümü hak ettikleri cezaya çarptırılmalıdır.”
 
Eğit-Sen:
Olayı lanetlediklerini belirterek sorumlulardan hesap sorulmasını isteyen Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğit-Sen) tarafından yapılan açıklamada şöyle denildi:
Bu tip katliam ve eylemlere sessiz kalmayacağız. Sessiz kalmak onaylamaktır. Gericiliğe fırsat tanımayacağız.”
 
Genel Maden-İş:
Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkan Yardımcısı Selahattin Ataman tarafından yapılan açıklamada: “Olayı kışkırtanlar ve önlemleri almayanlar yargılanmalıdır.” denildi.
 
Tarım-İş Sendikası:
Tarım-İş Sendikası tarafından yapılan açıklamada şöyle denildi: “Hangi inanç ve düşüncelerin sahibi olursa olsun yeryüzünün en yüce varlığı olarak tanımladığımız insanları yakma eylemleri, Tarım-İş camiası her zaman şiddetle kınayacaktır.”
 
Almanya’daki Türk Dernekleri:
Sivas’ta meydana gelen katliamı kınayan Almanya’daki Türk dernekleri tarafından yapılmış olan ortak açıklamada katliamın sorumlusunun devlet olduğu savunuldu.
 

Barikat, Devrimci Çözüm, Devrimci Proletarya, Ekimler, Emek, Gençlik ve Gelecek, Geleceğin Sesi, İşçinin Yolu, Komün, Kurtuluş, Newroz, Newroz Ateşi, Odak, Özgürlük Dünyası, Özgür Gelecek, Partizan ve Yeni Demokrat Gençlik adlı devrimci-sosyalist dergiler tarafından yapılan ortak açıklamada şöyle denildi: “Bizler sosyalist dergiler olarak bu çok yönlü provokasyonu şiddetle kınıyor, devrimci-demokrat kesimleri tavır almaya çağırıyoruz.”
 
İçel’deki Demokratik Kitle Örgütleri:
İçel’de bulunan SHP, DEP, Eğitim-İş, Eğit-Sen, Hacı Bektaşi Veli Kültür Derneği, Deng Dergisi ve Halkevi yöneticileri tarafından yapılan açıklamada şöyle denildi: “Dün Kahramanmaraş, Yozgat, Malatya, Çorum, bugün de Sivas’ta yaratılan Alevi-Sünni kardeşliğini bozmaya niyetli her türlü eylem ve desteğin karşısında olacağımızı belirtiyoruz. Devlet, barışı sağlayacak her türlü aracı kullanmalı, askeri çözümden vazgeçmelidir.”
 
Ortak Açıklama:
Türk Tabipler Birliği, Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Kamu Çalışanları Platformu ve Çağdaş Hukukçular Derneği adına ortak bir açıklama yapan TMMOB Başkanı Teoman Alptürk, başta İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu olmak üzere bütün hükümet üyelerinin yaptıkları açıklamalarla saldırıyı hoş göstermeye ve gericiliğe prim vermeye devam ettiklerini ifade etti. Yukarıda adı açıklanan Demokratik Kitle Örgütleri tarafından yapılan ortak açıklama şöyledir: “TRT, Özel televizyon ve diğer basın organlarındaki film, fotoğraf gibi kanıtlar toplanmalıdır. Delillerin karartılması kesinlikle önlenmelidir.  Aksi halde Kahramanmaraş Olayları’nda olduğu gibi mağdurlar suçlu, suçlular güçlü olacaktır.”
 

On Binlerce Kişi Tek Nefes…
 
2 Temmuz 1993 günü şeriat yanlılarınca Sivas’ta ateşe verilen Madımak Oteli’nde diri diri yakılarak yaşamlarına kıyılanlar için yapılan törenlerin ilki 6 Temmuz 1993 günü saat 10.00 sularında Ankara’da Dikmen Caddesi üzerinde bulunan Pir Sultan Abdal Kültür Merkezi’nde düzenlendi.
Bu törene, hükümetin büyük ortağı olan DYP ile Meclis’te grubu bulunan ANAP ve RP’si temsilci dahi göndermezken hükümetin küçük ortağı olan SHP’den Genel Başkan ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, SHP’li bakanlar Mehmet Moğultay, Fikri Sağlar, İbrahim Tez, Seyfi Oktay, Mehmet Kahraman, Tahir Köse, SHP Grup Başkan Vekilleri Ercan Karakaş ve Aydın Güven Gürkan, SHP milletvekilleri, CHP Genel Sekreteri Ertuğrul Günay ve CHP milletvekilleri ile Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen, Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral, ilçe belediye başkanları, 41 kitle örgütünün temsilcileri, çok sayıda sanatçı ve on binlerce kişi katıldı.
Saat 10.30 sularında tören alanına gelen İnönü ve SHP’li bakanlar, törene katılanlarca uzu uzun yuhalandılar. İnönü ve bakanlar törene katılanlarca protesto edilmekle kalmayıp ağır hakaretlere de maruz kaldılar. Hatta İnönü’nün yanına kadar gelip; “utanın şerefsizler” diyerek laf atıp küfreden kimi kadınlı-erkekli gruplar bile oldu.
Tören esnasında gazeteciler tarafından sorulan sorulara yanıt veren İnönü; protestocuları şu sözlerle değerlendirdi: “Normaldir. Karşılarında beni gördükleri için bu tepkiyi gösteriyorlar. Muhalefeti görselerdi muhalefete karşı da bu tepkiyi gösterirlerdi.”
SHP Grup Başkan Vekili Ercan Karakaş da Sivas Belediye Başkanı, Vali ile Emniyet Müdürü’nün görevden alınmasını, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’nun da sorumluluğu üzerine alarak istifa etmesinin gerekli olduğunu savundu.
Tören yerine getirilen Türk bayrağına sarılı tabutlar, Dikmen Caddesi’nde hazırlanan masaların üzerine konularak karanfillerle süslendi. Sivas’ta yaşamlarına kıyılanların resimleriyle birlikte, 24 Ocak 1993 günü yaşamına kıyılan Uğur Mumcu’nun, üzerinde, “Susmayacağız” yazılı olan portresinin taşınması da dikkatlerden kaçmadı.
Cenazelerin, tören yerindeki yerlerine yerleştirilmesinin akabinde yapılan bir dakikalık saygı duruşu sırasında çok kişi sol yumruklarını havaya kaldırdı. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği önünde düzenlenen törene katılan on binlerce kişinin arasından biri Hz. Ali’nin posterini dalgalandırması üzerine “Ali Ali” sloganları yankılanmaya başladı. Törende bir konuşma yapan DİSK Genel Başkanı Kemal Nebioğlu: “içinde her türlü etnik kökenden ve mezhepten insanın bulunduğu bir konfederasyon başkanı olarak” işçilere, gerici güçlere karşı işbirliği içinde savaşım verme çağrısında bulundu. Konuşmacılardan, otel yangınından kıl payı kurtulan Ali Balkız yaptığı konuşmada şunları söyledi:  “Kıbrıs’a iki saatte giren bu devlet, Maraş’a nasıl 48 saat giremediyse Sivas’a da gece yarısına kadar giremedi.”
“Kahrolsun Şeriat”, “Katil Devlet”, “Hükümet İstifa”, “İnönü İstifa”, “Mollalar vurdu, Hükümet Uyudu”, “Kahrolsun Hizbullah, Kontrgerilla”, “Almanya’da dazlaklar, Sivas’ta Yobazlar”, “Yaşasın Laiklik” sloganları atan on binlerce kişi Dikmen Caddesi üzerinden TBMM önüne geldiği zaman; “Katiller Meclis’te”, “Mollalar Meclis’te”, “Şeriatçılar Dışarı”, “Çiller Amerika’ya” sloganlarını haykırmaya başladılar.
Şeriat yanlılarınca Sivas’ta ateşe verilen Madımak Oteli’nde diri diri yanarak yaşamlarını yitirenlerden Behçet Safa Aysan, Yeşim Özkan, Nurcan Şahin, Muhlis Akarsu ve eşi Muhibe Akarsu, Murat Gündüz, Handan Metin, Ahmet Özyurt, Huriye Özkan, İnci Türk, Özlem Şahin, Yasemin Sivri, Asuman Sivri, Uğur Kaynar, Sehergül Ateş, Gülender Akça, Gülsüm Karababa, Mehmet Atay, Serkan Doğan, Belkıs Çakır, Menekşe Kaya, Koray Kaya, Serpil Canik ve Erdal Ayrancı’nın cenazeleri; on binlerce kişinin haykırdığı sloganlar arasında Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Eleştirmen-yazar Asım Bezirci İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı’nda; Ozan Nesimi Çimen İstanbul Karacaahmet Mezarlığı’nda 8 Temmuz 1993 günü toprağa verilirlerken Ahmet Alan Sivas’ta, Hasret Gültekin Sivas-İmralı’da, Muammer Çiçek Tokat-Zile’de, Edibe Sultan Ağbaba (Sulari) Erzincan’da son yolculuklarına uğurlandılar.
Otel görevlilerinden Ahmet Öztürk, Kenan Yılmaz ve Hakan Türkgil’in cenazeleri de sessiz-sedasız bir şekilde 4 Temmuz 1993 günü toprağa verildiler.
Pir Sultan Abdal Kültür Şenlikleri sırasında bir karikatür sergisi açmak üzere Sivas’ta bulunan ve şeriat yanlıları tarafından ateşe verilen Madımak Oteli’nde diri diri yanarak yaşamını yitiren karikatürist Asaf Koçak’ın özel bir araçla memleketi Yozgat-Yerköy ilçesine getirilen cenazesi, cenaze töreni için Çarşı Camii’ne indirildi.
Ancak imam Ömer Baltacı’nın, cenaze namazını kıldırmayacağını söylemesi üzerine müftülükten başka bir imam talebinde bulunuldu. Müftülükten de olumsuz yanıt alınınca cenaze namazını kıldırmak üzere Kırşehir-Çiçekdağı ilçesinden bir köy imamı getirtildi.
Sıkı güvenlik önlemleri alınan ve Kırşehir Eğit-Sen Şubesi tarafından organize edilen cenaze törenine Yozgat Valisi Ertuğrul Ersoy, Emniyet Müdürü Ömer Cengiz ve Jandarma Alay Komutanı Tahsin Baltacı ile halktan bin beş yüz kişi katıldı. Törende konuşan sanatçının kardeşi Oğuz Koçak: “Asaf iyi günler için öldü” dedi. “Asaf’ın katili Hizbullah- Kontrgerilla”, “Sivas’ın Hesabını Soracağız”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları arasında son yolculuğuna uğurlanan Asaf Koçak, Kale Mezarlığı’nda toprağa verildi.
  
İZMİR’DE
Protesto ve Eylemler
 
Sivas’ta şeriatçılar tarafından ateşe verilen Madımak Oteli’nde diri diri yakılarak yaşamlarına son verilen 37 aydının katledilmesi olayının gösterilerle protesto edildiği İzmir’de Otomobil-İş Sendikası’nda bir araya gelen sendikalar, meslek odaları, çeşitli dernek ve kuruluşlar ile siyasi parti temsilcileri tarafından düzenlenen ortak basın toplantısında yapılan açıklamalarda güvenlik güçlerinin yetersiz kalması, hükümetin ihmalinin sonucu olduğunu dile getirdiler. Şeriatçılara karşı ortak bir platform oluşturulmasının gerekliliği üzerinde durulan konuşmada bu katliamın, Almanya’da Türkleri yakmış olan Neo-Nazilerin katliamıyla benzer olduğu üzerinde duruldu.
Yetkililerin, Sivas’ta meydana gelen katliama karşı duyarsız kaldıklarını belirten İzmir Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Çetin Turna şöyle dedi: “Göz göre göre bir katliam işlenmiştir. Gereken önlemler alınmamıştır. İçişleri Bakanı’nın olayla ilgili açıklamaları bir talihsizliktir. Bakan, katliamı protesto bile etmedi. Katillerin, faillerin bulunacağını bile söylemedi. Baro olarak bu işin takipçisiyiz.”
“Olayların, güvenlik güçlerinin kontrolünde organize bir saldırı olduğunu, saldırganların saat 22.00’ye kadar bilinçli olarak engellenmediklerini” belirten İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Akın Birdal konuşmasını şöyle sürdürdü: “Sivas vahşeti ile yaşama hakkına, düşünce ve inanç özgürlüğüne, kültürel haklara ve kültür adamlarına saldırıldığının, laik düşünceye yönelik tepkilerin sergilendiğini ve Türkiye üzerine ilkel, gerici bir emelin açığa çıktığını” savundu.
Yaptığı açıklamada İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’nu istifaya çağıran ve Sivas Katliamı’nı görüşmek üzere Başkanlar Kurulu’nu 6 Temmuz 1993 günü Genel Merkezde yapılanacak olan toplantıya çağıran DİSK Yönetim Kurulu; olayın ta başından beri planlı olduğunun altını çizdi ve bu provokasyonların sorumluları arasında RP’li belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun bulunmasının hareketin hem boyutunu hem de hedeflerini açıkça ortaya koyduğunu belirtti.
Açıklamasında Aziz Nesin’i suçlayan ve Sivas’ın tahriklere çok müsait bir il olduğunu belirten Hak-İş Yönetim Kurulu: “Yöre sendikalarından aldığımız bilgilere göre yazar Aziz Nesin fevkalade tahrikte bulunarak ibret verici bir tutum sergilemiştir.” dedi.
Şeriatçı güçlerin; ilerici, demokrat ve çağdaş insanlara karşı b ir yok etme hareketini hayata geçirdiklerini belirten Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu’nca yapılan açıklamada sorumlulardan hesap sorulması istendi.
Muğla Barosu; katliamı: “Şeriatçı Ayaklanma” şeklinde değerlendirirken, Bakırçay Belediyeler Birliği: “Önceden planlanmış ortaçağ ürünü bir saldırı” şeklinde nitelendirdi.
Çeşitli kuruluşlar tarafından; “Gericiliğe Karşı Güç Birliği” çağrısında bulunan İzmir’deki dernek, sendika ve demokratik kitle örgütleri temsilcileri ile sanatçılar ve yazarlar Atatürk Anıtı’na çelenk koyup olayı protesto ederlerken, Bornova Belediyesi çalışanları da Bornova Atatürk Anıtı’na çelenk koyarak saygı duruşunda bulundular.
Buca SSK Hastanesi çalışanları da hastane bahçesinde toplanarak katliamı, alkışlı protesto eylemi ile kınadılar. “Sivas Olayları’nı Protesto Platformu”nu meydana getiren meslek odaları üyeleri ve İzmir Barosu yöneticileri toplandıkları İzmir PTT Merkez Binası’nda TBMM Başkanlığı’na, Başbakan’a; İçişleri Bakanı’na ve siyasi partilerin Grup Başkan Vekilleri’ne birer protesto mektubu gönderdiler.
Bornova Belediyesi tarafından Belediye Açıkhava Tiyatrosu’nda düzenlenen “Kültür Şehitleri’ni Anma Gecesi”nin,  “Alevler İçinden Gelenler” bölümünde katliamda kıl payı kurtulan Hidayet Karakuş, Aydoğan Yavaşlı ve Zeki Büyüktanır, ateşe verilen Madımak Oteli’nde yaşamış oldukları vahşet saatlerini anlattılar. Bunun yanı sıra etkinlik kapsamında Mehmet H. Doğan; katliam sırasında yaşamını yitiren şair Behçet Safa Aysan’ın şiirleri üzerine; Sinan Akyol,  Metin Altıok’un şiirleri üzerine ve Doç. Dr. Efdal Sevinçli de Asım Bezirci üzerine birer konuşma yaptılar.
Çeşitli demokratik kitle örgütlerinin katılı ile meydana getirilen “Sivas Olaylarını Protesto Platformu” tarafından yapılan çağrı üzerine Konak Alanı’nda toplanan muhtelif dernek, sendika ve odaların temsilci üyeleri ile yurttaşlar, Cumhuriyet Alanı’na değin yürüyerek Sivas’ta vuku bulan katliamı kınadılar.
Sivas’ta yaşanılan gerici-faşist katliamı protesto etme eylemleri İzmir ve yöresinde gösteri, yürüyüş ve açıklamalarla devam ediyor. Karşıyaka Belediyesi önünde bir araya gelen takriben 500 kişilik temizlik işçisinin oluşturduğu grup, Atatürk Anıtı’na doğru yürürken, Buca Belediyesi’nde çalışan işçiler tarafından yapılan protesto yürüyüşü, Sivas Katliamı’nda 37 kişi yaşamını yitirirken seyirci kalan polis tarafından engellenerek yürüyüşe katılanlardan 9’u gözaltına alınmıştır.
Aynı katliam, Bursa’da gerçekleştirilen bir eylemle protesto edilirken, Antalya’da bulunan çeşitli demokratik kitle örgütleri; 10 Temmuz 1993 günü “Gelin Canlar Bir Olalım” mitingi düzenlediler.

Çığ Gibi Büyüyen Tepkiler
 
Sivas’ta gericiler tarafından ateşe verilen Madımak Oteli’nde 37 kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan katliamı kınayan Harita ve Kadastro, İnşaat, Jeofizik, Kimya, Maden, Makine, Orman ve Ziraat Mühendisleri Odaları ile Mimar Odası temsilcilerinin katılmış olduğu basın toplantısında konuşan TMMOB İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Sabahattin Öztaş şöyle dedi: “Nedeni ne olursa olsun insanların diri diri yakılarak öldürülmesi en aşağılık ve hayvanca bir davranış biçimidir. Hiçbir bahane ile geçiştirilemez ve hoş görülemez. Kendilerine Müslüman diyen, ama gerçekten İslam’ın engin hoşgörüsünde nasibini almamış, tabiri caizse hala ‘Cahiliye Devri’ni yaşayan bu gruplara artık dur demenin zamanı gelmiştir ve geçmektedir. Laik ve demokratik cumhuriyet ilkelerine bağlılık yemini etmiş parlamenterlerimizi, valilerimizi, güvenlik kuvvetlerimizi bu konulara ilişkin daha ciddi ve tutarlı davranışlarda bulunmaya, gerekli önlemleri almaya çağırıyoruz. Yaratılmasına kolaylık sağlanan bu gericilik canavarının giderek onu yaratanları da tehdit edeceği unutulmamalıdır.”
Yaptıkları ortak açıklamada Sivas’ta vuku bulan insanlık dışı vahşetin asıl sorumlularının yerine katliama hedef olan mağdur kişilerin suçlu olarak gösterilmesini şiddetle kınadıklarını ifade eden SHP İçel İl Başkanı Bora Yorulmaz ile Mersin İlçe Başkanı Galip Özkan: “İçişleri Bakanı ve diğer yetkililer yaptıkları açıklamalarda yakıcıları değil de yakılanları suçlu göstermektedir. Bu durum kaygı vericidir. En kısa sürede başta Belediye Başkanı’nın eylemleri olmak üzere İçişleri Bakanı ve öteki yetkililerin tutumu incelenmeli ve gerekli yasal işlemler yapılmalıdır” dediler.
Tarsus Demokrasi Platformu tarafından yapılan açıklamada: “Olay, bir avuç şeriat özlemcisinin düşünce özgürlüğüne, laikliğe, Atatürkçülüğe, demokrasi ve insan haklarına vurmak istediği bir darbedir. Devlete ve millete karşı işlenmiş bir suçtur ve cezasız kalmamalıdır” görüşü dile getirildi.
CHP Antakya İlçe Başkanı Ali Türetken yaptığı açıklamada: “Laiklik karşıtı güçlerin estirdiği terör ve katliamı şiddetle kınıyoruz. İnsanların elinden, düşünce özgürlüğünden sonra şimdi de yaşama hakkı alınmak isteniyor. Gerici güçlerin karşısındayız. Olayların takipçisi olacağız” dedi.
Olayların, güvenlik güçlerinin gözleri önünde vuku bulduğunu söyleyen DEP İçel İlçe Başkanlığı; alınması gerekli olan önlemlerin alınmayıp aydınların ve sanatçıların bilinçli bir şekilde ölüme terk edildiklerini iddia etti.
Devletin duyarsız oluşunun gerici eylemlere prim verdiğini savunan Sosyalist Birlik Partisi (SBP) Adana il Sekreteri Bülent Büyükdağ da: ”Devlet kademelerinin, başta İçişleri Bakanı olmak üzere olayı önlemek bir yana buna zemin hazırlamaları, özellikle RP’li Belediye Başkanı’nın doğrudan kışkırtıcı rolünü üstlendiği insanlık dışı olayda değerli yazar, ozan ve yurttaşlarımızı yitirdik. Onların katillerinin ortakları, hiç kuşkusuz bugüne dek gerici-şeriatçı örgütlenmelere göz yuman, destek veren devlet kurumlarıdır. Böyle olayların bir daha yaşanmaması en büyük dileğimiz ve ereğimizdir” dedi.
Sivas Olayları’nı protesto etmek amacıyla Adana Sanatçılar Parkı’nda toplanmış olan kalabalık, üzerinde; “Kahrolsun Yobazlar”, “Bu Katliamın Hesabını Soracağız”, “Türkiye Gericilere Mezar Olacak”, “Aziz Nesin Şeytansa Bizde Şeytanız” yazılı olan pankartlar taşıdılar. Hükümetin tutumunu protesto eden sloganlar haykıran topluluk, ardından Atatürk Parkı’na kadar yürüyerek Anıt’a siyah çelenk koydu. Protesto gösterisinin akabinde yürüyüşe geçen grubu, Sivas’ta 37 kişi yakılırken seyirci kalan ama burada şahin kesilen polisin copla dağıtmak istemesi üzerine biri gazeteci olmak üzere 4 kişi yaralandı.
 

Sele Dönüşen Sevgi…
 
Şişli Belediyesi’nin bahçesinde bir araya geldikten sonra¸ ”Sivas’ın Hesabı Sorulacak”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Katiller Bulunsun Hesap Sorulsun” vb. sloganlar atarak Atatürk Evi’ne kadar yürümüş olan belediye çalışanlarına iştirak eden ve üzerinde; “Barış, Dostluk, Kardeşlik” yazılı olan çelengi Atatürk Evi’nin önüne koyan Belediye Başkanı Fatma Girik, anı defterine; “Saygıdeğer Atam! Senin laik düşünce ve devrimlerine her zamankinken daha çok ihtiyacımız vardır. Şişli Belediye Çalışanları adına Fatma Girik” diye yazdı.
Atatürk Evi önünde yapılan konuşmada: “Sivas’ta gerçekleştirilen saldırının günlerce önce hazırlandığı ve devlet güçlerinin olaya seyirci kaldığı” vurgulanarak karanlığa gömülmüş kafaların özgür düşünceyi, özgürlük ve demokrasi savaşımını boğmasına asla izin verilmeyeceği ifade edilen açıklama şöyle devam etti:
“İşin dehşet verici bir diğer yönü ise böylesine açıkça ortada duran katliamın üzerine gitmek, suçluları yakalamak yerine neredeyse Aziz Nesin’in suçlu ilan edilmeye çalışılmasıdır. 36 canın hesabını sormak yerine oteli yakanlar, insanları yakanlar haklı mıydı, haksız mıydı? diye tartışılmasıdır. Devletin tavrı öyle ciddiyetsiz ve dehşet vericidir ki Başbakan Tansu Çiller: ‘Otelin çevresini saran vatandaşlarımızın hiç birisine zarar gelmemiştir’ diyebilmektedir. Cumhurbaşkanı’ndan İçişleri Bakanı’na kadar tüm yetkililer; ‘Olayda ağır tahrik var’ diyerek katilleri mazur göstermeye çalışmaktadırlar.”
Belediye önünde toplanan Esenyurt Belediye Çalışanları, Sivas Olayları’nı kınarlarken Esenyurt Belediye Başkanı Gürbüz Çapan yaptığı açıklamada: “Bugüne gelinceye dek Türkiye’de gericiliğe, yobazlığa sürekli prim verildi. Şimdi bunun sonucunu yaşıyoruz” dedi.
Küçükköy Gazi Mahallesi’nde çok sayıda iş yerinin kepenk kapatma eylemine uyması sonucunda adeta bir Pazar günü yaşanırken, Gazi Mahallesi bağlantılı olarak çeşitli hatlarda çalışan 70 minibüsten birçoğunun kontak kapatmak eylemine destek vermek amacıyla çalışmaması sonucunda boş kalan caddeler, çocukların oyun alanına dönüştü.
Kepenk kapatma eylemine destek veren esnaflardan kimisi kepenklerini kapattığı işyerinin önünde, kimisi de evinde oturmayı tercih etmişti. Kendisine bu eylemin yapıldığı sorusuna yanıt veren bir esnaf şöyle diyordu: “Yargısız infazları, Güneydoğu’da ordunun giriştiği operasyonları, Sivas’taki katliamları protesto ediyoruz.” Öte yandan Gazi Mahallesi sakinleri; yoğun güvenlik önlemleri alan, Hüseyin Aslan isimli bir kişinin yanı sıra kimliği belirsiz beş kişiyi ve “Gerçek” ile “Aydınlık” gazetesi muhabirlerini gözaltına alan polisin baskısından yakındılar.
Sivas katliamını protesto etmek amacıyla “Açlık Grevi”ne başlayan Aydın, Antep ve İstanbul Sağmalcılar Cezaevleri’nden, Sağmalcılar Cezaevi’nde bulunan tutuklular adına yapılan açıklamada Sivas’ta vuku bulan olayın, kontrgerilla tarafından tezgâhlanan bir oyun olduğu vurgulanarak şöyle denildi: “Kontrgerillanın işkenceci, katliamcı hukukunu ve son olarak Sivas’ta gerçekleştirdiği katliamı protesto ediyor, 6 Temmuz 1993 gününden itibaren 5 günlük Açlık Grevi’ne başlıyoruz.”
Öte yandan Aydın E Tipi Cezaevi’nde kendi müvekkilleriyle bir görüşme yapan Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şube Başkanı Av. Mehmet Yatar da çeşitli sol davalardan yargılanmakta olan 50 tutuklu ve hükümlünün Sivas Katliamı’nı protesto etmek için 3 günlük Açlık Grevi’ne başlayacaklarını söyledi.
Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak üzere Sivas’a giden dernek yöneticileri, Alibeyköy’de bulunan Pir Sultan Abdal Kültür ve Tanıtma Derneği İstanbul Şubesi’nin önünde yapılan toplantıda tanık oldukları vahşeti anlattılar.
Katliamın devlet eliyle adım adım işlendiğini ve olay için olayın bir hafta öncesinden çeşitli illerden insanların Sivas’a getirtildiğini belirten Pir Sultan Abdal Kültür ve Tanıtma Derneği İstanbul Şube Başkanı Alaattin Bircan şöyle dedi: “Amaçları Aziz Nesin’i taşlamak değildi. Bir gün öncesinde otel çevresinde arabaları bulunanlardan arabalarını, o gün için oraya getirmemeleri istenmiş.” Olayın meydana geldiği 2 Temmuz günü saat 13.30 sularında Hükümet Meydanı’nda toplananların olduğu haberini aldıklarını söyleyen Bircan şöyle devam etti: “Kültür Merkezi’nde şenlik için gelmiş bin kişiden fazla insan vardı. Hükümet Meydanı’nda da toplanmaların başladığı haberi gelmeye başlayınca insanlar tedirgin olmaya başladı. Durumu polise bildirdik. Toplanmalar arttıkça elinde telsiz gördüğümüz her yetkiliye durumu anlattık. Polis, bize; “Siz işinize bakın, biz önlemimizi aldık” dedi. Polis herhangi bir barikat kurmadı. Ancak çok sonra yolun en geniş yerine bir minibüs ile bir taksi çektiler. Bu barikat tabii ki bir işe yaramadı. Eğer amaç Aziz Nesin’i taşlamak olsaydı daha önce Aziz Nesin kitap imzalamıştı. Orada yaparlardı bu işi. Bu iş örgütlü olarak o gün için planlandı. Sivas’ta kesinlikle Alevi-Sünni çatışması yok. Olayları 100-150 kişilik bir grup düzenledi.”
Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun olayda üstlendiği rolüne de işaret eden Bircan bu konuda şunları söyledi: “Başkanın olayları yatıştırmak istediği söyleniyor. Başkan yaptığı konuşmada Azerbaycan’dan, Bosna-Hersek’ten, Filistin’den bahset.. Buradaki olaylar anlatılarak bir topluluk yatıştırılır mı? Kaldırım taşları önceden sökülerek otel önüne yığıldı ve hazırlık yapıldı. Alevi-Sünni ayrımı yapılarak halk birbirine düşürülmek istendi.”
Belediye Başkanı’na Pir Sultan Abdal Heykeli’nin yıkılması konusunda da suçlamada bulunan Bircan bu konuda bunları söyledi: “O gün yıkılması da planlı bir olaydır. Heykel daha önce de yıkılabilirdi. Neden o gün yıkıldı? Belediye Başkanı, İçişleri Bakanı’na halkın sakinleşmediğini ve heykelin yıkılması gerektiği yolunda baskı yapmıştır. Heykel hedef gösterilmiştir. Heykeli yıkan kalabalık, daha çok coşmuştur.” Alibeyköy’deki dernek lokali önünde toplanan kalabalık, bu açıklamaların akabinde: “Kahrolsun Devlet Katliamı” vb. sloganlar attıktan sonra dağıldı.
Sivas katliamını protesto etmek için İçişleri Bakanlığı’na telgraf çekmek amacıyla Sirkeci’deki Büyük Postane önünde toplanan 600 kişilik bir grubun içinde bulunan İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Ercan Kanar yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Katliam, planlı bir saldır sonucu olmuştur. Ama hepsinden önemlisi devletin bu saldırıya göz yumması, hatta onay vermesidir.”
Bu konuşmanın akabinde telgraf çekmenin uzun zaman alacağını düşünen grup, hazırlamış oldukları dilekçeyi İçişleri Bakanlığı’na sunulmak üzere İstanbul Valiliği’ne götürmek istedi. Bu istekleri polis engeline takılan 600 kişilik grup, postane önünde yarım saat oturma eylemi yaptıktan ve “Kahrolsun Şeriat”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Sivas’ın Hesabı Sorulacak”, “Devlet Terörüne Son”, “Yaşama Hakkına Saygı” vb. sloganlar attıktan sonra Ercan Kanar’ın uyarmasıyla dağıldı.
Bu arada Sivas katliamını protesto etmek amacıyla İstanbul il binasında bir basın toplantısı düzenleyen Sosyalist Türkiye Partisi (STP) Genel Başkanı Ali Önder Öndeş ve Siyasi Büro üyesi Süleyman Baba ve izleyiciler basın toplantısının akabinde Büyük Postane önündeki gösteriye katıldılar.
“Sivas’ın Hesabı Sorulacak”, “Düşünceye Özgürlük” vb. sloganlar atarak Ümraniye Belediyesi’nden Çetin Emeç Parkı’na kadar yürüyen Ümraniye Belediyesi çalışanları, Atatürk Anıtı önünde saygı duruşunda bulunduktan sonra emniyet görevlilerinin uyarısı üzerine dağıldılar.
Belediyenin bahçesinde yaptıkları toplantıda Sivas Katliamı’nı protesto etmek üzere bir gösteri düzenleyen Eminönü Belediyesi çalışanları bu gösteride: “Sivas’ın Hesabı Sorulacak”, “Pir Sultanlar Ölmez”, “Almanya’da Dazlaklar, Sivas’ta Yobazlar’, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Suskun Türkiye İstemiyoruz”, “Gerici Eğitime Son”, “Türkiye Laiktir Laik Kalacak” ve “Yaşasın Demokrasi Mücadelemiz” vb. sloganlar atıldı.
“Dün Maraş’ta Bugün Sivas’ta/ Çözüm Faşizme Karşı Savaşta” pankartını açarak Yıldız Teknik Üniversitesi’nin yemekhanesinden orta bahçeye doğru yürüyen Yıldız-Der’li öğrenciler, burada düzenlenen forumda yapılan konuşmalarda Sivas’taki katliamın devlet tarafından planlanarak yapıldığı dile getirildi ve Alevi-Sünni ile Türk ve Kürtlerin birbirine kırdırılmak amacı güdüldüğü söylendi. Katliamı, demokrat aydınlara karşı düzenlenen bir saldırı şeklinde değerlendiren konuşmacılar şu görüşleri dile getirdiler: “Biz Aydınlık görüşünü savunmasak da, Aziz Nesin’i savunmasak da olay, gerici güçlerin; devrimci- demokrat aydınlara saldırısıdır, katliamıdır.”
Yıldız-Der’li öğrenciler tarafından düzenlenen forumun sona ermesinin hemen akabinde bir forum düzenlemek isteyen ve kendine “Müslüman Gençlik”  adını veren Grup “Tekbir, Allah” sesleriyle orta bahçeye geldi. Düzenlenen forumda konuşması: “Tekbir” sesleri ve “Kahrolsun Laik Diktatörlük”, “Muhammed’e Can Feda”, “Kemalist Kâfirler Hesap Verecek” sloganlarıyla sık sık kesilmiş olan konuşmacı: “Sivas’ın sorumlusu kâfir Aziz Nesin’dir. Peygamberimize dil uzatan Şeytan Ayetleri, Türkiye’de yayımlanmayacaktı. Devlet buna müsaade etti. Müslüman halk Aziz Nesin’in cezasını verdi” dedi. Düzenlenen forum sırasında basın mensuplarının fotoğraf çekmesine en gel olarak Kanal-6 kameramanının kasetini zor kullanarak alan Müslüman Gençlik yanlıları: “Emperyalist basın, Müslümanları hedef gösteriyor. Yanlış haberler veriyor. Bundan sonra bizim toplantılarımızda kesinlikle fotoğraf ve film çekilmeyecek” dedi.
Sivas Katliamı’nı protesto etmek amacıyla çelenklerini önce Sıraselviler girişine bırakan 10 demokratik kitle örgütünün üyeleri, çevik kuvvetin “dağılın!” uyarılarına rağmen dağılmayıp saat 11.00’de Taksim Alanı’na çelenk koyduktan sonra bir dakikalık saygı duruşunda bulundular. Saygı duruşunun hemen akabinde Divriği Kültür Derneği, Marmara Özgür-Der, İYÖ-Der, Ortaköy Kültür Merkezi, Semah Kültür Vakfı, Pir Sultan Abdal Kültür ve Tanıtma Derneği İstanbul Şubesi, Pir Sultan Abdal Canlar Derneği, Çağdaş Divriği Gazetesi,  Kervan Dergisi ve İşçi Sağlığı Derneği tarafından yapılan ortak açıklamada hükümet ve devlet yetkililerine seslenilerek şöyle denildi: “Katliamı, ne kadar ‘ağır tahrik unsuru var’ diyerek mazur göstermeye çalışırsanız çalışın sizler, bu katliamın baş sorumluları olarak tarih önünde suçlusunuz.”
Başbakan Tansu Çiller ile ekibinin istifası ve Sivas Belediye Başkanı’nın da tutuklanıp yargı önüne çıkarılmasının gerektiği savunulan açıklamanın devamında şu sözler vardı: “Devletin güçlülüğünü her gün vurgulayan Başbakan ve bakanları; Ağrı’ya, Hakkâri’ye, Botan’a bir saatte tüm güçleriyle çıkarmalar yaparken Sivas’ta yaşanan ve yaklaşık on saat süren şeriatçı yobazların yaptığı Alevi Katliamı’nda nerede idi? Niçin Hiçbir müdahalede bulunulmadı?”
Açıklamanın akabinde “Almanya’da Dazlaklar Sivas’ta Yobazlar”, “Türkiye İran Olmayacak”, “Sivas’ın Hesabı Sorulacak”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” vb. sloganlar haykırarak İstiklal Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçen, ancak pankart açmalarına izin verilmeyen grubun önü tünelde çevik kuvvet tarafından kesildi. Gruba yürümemelerini, bu yürüyüşün yasal olmadığın hatırlatan İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Kemal Bayrak: “Sakin olunuz, acıların yaşanması hep böyle başlıyor, acınızı paylaşıyoruz” diyerek ılımlı bir tavır sergilerken, olayları telsizle izleyen İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir devreye girip; “Çelenk koymalarına izin verdik. Ama İstanbul’u kimseye karıştırtmayız. Bunları dağıtacaksınız. Amaçları üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. Küçük bir grup istiyorsa arabalara binerek Gülhane’ye çelenk koysun” şeklinde talimat vermesi üzerine İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Bayrak’ın, demokratik kitle örgütü temsilcileriyle yaptığı görüşmenin akabinde grup slogan atarak dağıldı.
Dağılmış olan bu gruptan kimi kişilerle demokratik kitle örgütü temsilcilerinin Gülhane Parkı’nda bulunan Âşık Veysel Anıtı’na çelenk koymak istekleri; parkın giriş ve çıkışlarında sıkı güvenlik önlemi alan polisin “sadece temsilciler girebilir” şeklinde izin verilerek yerine getirildi. Bunun üzerine parka girmelerine izin verilmiş olan temsilciler, Gülhane Parkı’ndaki Âşık Veysel Anıtı’na çelenk koyduktan sonra yaptıkları konuşmada; Sivas katliamını protesto ederken, Gülhane Parkı’na alınmayarak İstanbul DGM önünde bekleyen grup da çeşitli sloganlar attıktan sonra dağıldı.
İşçi Partisi tarafından Pendik Atatürk Meydanı’nda düzenlenen ve “Sivas Olayları Protestosu”na dönüşen “Özelleştirmeye Dur Mitingi”nde; “Şeriata Hayır”, “Katil Hükümet”, “Sivas Katliamı’nın Hesabı Sorulacaktır” vb. sloganlar atıldı.
Mitingin saat 15.00’te yapılacağının duyurulmasına rağmen mitingin yapılacağı meydanın çevresinde öğle saatlerinden itibaren geniş güvenlik önlemleri alınmaya başlandı ve alan girenlerin üzerleri tek tek aranarak kimlik kontrolü yapıldı. Hem öncesinde hem de anında Sivas Katliamı’nda yaşamını yitiren Hasret Gültekin’in türkülerinin dinletildiği ve üç bini aşkın kişinin katılmış olduğu miting, Sivas’ta yaşamını yitirenlerin anısına bir dakikalık saygı duruşuyla başlandı.
Mitingde Eğir-Sen 5 Nolu Şube, İHD İstanbul Şubesi, Sanatçı İnisiyatifi, Tüm Maliye-Sen, Devrimci Gençlik, Maden-İş ve Kimya Mühendisleri Odası adına yapılan konuşmalar ve okunan mesajlarla Sivas katliamı kınandı.
Mitingin son konuşmacısı olan İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Padişahlar ferman-lar yazdı asılsın diye. Kadılar, şeyhülislamlar, müftüler fetva verdi ‘asılması caizdir’ diye. Cellâtlar 400 yıldır darağaçlarına çıkardılar, Pir Sultanları. Astılar, astılar öldüremediler. Öldüremedikleri için hınçlarından, kinlerinden, çaresizliklerinden, zavallılıklarından, umutsuzluklarından karanlık bir güç oldukları için, gelecekleri olmadığı için Pir Sultan heykelinden hınçlarını almaya çalıştılar.”
Yobazlar İran’a”, “Sivas Faşizme Mezar Olacak”, “Pir Sultanlar Ölmez” ve “Sivas’ın Hesabı Sorulacak” sloganlarıyla konuşması sık sık kesilmiş olan İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek Sivas Katliamı’na ilişkin olarak şunları söyledi: “Sivas Katliamı’nı hoş gören hükümete güvenoyu vermek cinayettir. Güvenlik kuvvetleri yedi saat boyunca yobaz katilleri okşadı. Bir avuç çapulcuyu on dakikada dağıtmak mümkünken onları cesaretlendirdi, adam toplamalarına göz yumdu.”
Başbakan Tansu Çiller’i, “sahte ve ölüm gülüşlü” olarak niteleyen Perinçek, konuşmasını şu sözlerle sürdürdü: “ABD vatandaşı Çiller’e bu politika çok yakışıyor. Çiller yalancı bir ABD vatandaşıdır. Bütün pulları, yaldızları önümüzdeki günlerde dökülecektir.”
 
  
BASINDA SİVAS KATLİAMI


Basının çok büyük bir bölümünün, yazar Aziz Nesin’in Sivas’ta IV. Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri sırasında yapmış olduğu konuşmayı çarpıtarak verdiği ortaya çıktı. Ortaya çıkmasına çıktı ama bu uğurda 37 aydının yaşamına kıyıldıktan sonra…
Sivas’ta günlük olarak yayımlanan “Yeni Ülke”, “Bizim Sivas”, “Hakikat”, “Anadolu” ve “Hürdoğan” adlı yerel gazeteler, Aziz Nesin’in 1 Temmuz 1993 günü IV. Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri’nin açılışında yapmış olduğu konuşmayı; bir bütünlük içinde değil, cımbızla seçer gibi dini konular hakkında söylemiş olduğu birkaç cümleyi çarpıtarak ve eklemeler yaparak yayımlamış ve çarpıtmalar; “Dine Saldırı”, “Müslümanlara Hakaret” ve “Müslüman Mahallesinde Salyangoz Satıyor” başlıklarıyla yansıtmıştı, gazetelerinin ilk sayfalarına…
İşte yerel basın ve yazdıkları…
 
Hürdoğan:
“Âşık Veysel’den Pir Sultan’a dek ozanları”  sembolize eden, elinde sazı ve önünde Kangal köpeği bulunan “Ozan Anıtı”nı, Pir Sultan Abdal Anıtı olarak tanıtan ve bu anıtın halktan gizli dikildiği iddiasında bulunarak: “Halkın Tepkisi Ne Olacak?” şeklinde bir soru soran Hürdoğan Gazetesi’nin 2 Temmuz 1993 tarihli sayısında atılan manşet, o gün yapılacaklar hakkında bilgi verir gibiydi, adeta. Gazete, olaya dair bilgilerin ipuçlarının içinde barındıran: “Sivas’ta Ne Yapılmak İsteniyor?” cümlesini manşet seçmişti, kendine. Hele hele manşetin altında bulunan ve özenle seçilmiş olan cümlelerden 2 Temmuz Katliamı’nın önceden planlanıp programlandığını anlamak hiç de zor değildi. Evet, Hürdoğan Gazetesi soruyordu: “Sivas’ta Ne Yapılmak İsteniyor?” Burada, önceden planlanıp programlanan katliama, sadece kılıf bulma çabasının yattığı yeterince açık değil mi?
 

“Pir Sultan’ı nasıl tanırsınız? Bizim bildiğimiz ve öğrendiğimiz kadarıyla Pir Sultan Abdal herhangi bir dine ve mezhebe mensup değildir. Zamanında topluma nifak sokan bir kişi olarak yargılanmıştır. Şimdi kalkmışız Pir Sultan Abdal’ı anıyoruz.” diyerek karanlık kafalarında depolamış oldukları köhne düşünceleri dışa vuran bu yobazların, bütün dünyanın tanıdığı yüce ozan Pir Sultan Abdal hakkında söyledikleri kendileri gibi aşağılık olan sözlerini yadırgamamak gerekir. Çünkü Pir Sultan’a düşman, sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman olmak mayalarında var bunların… Öyle yoğrulmuş hamurları.
Kendi yüzlerinin ve vicdanlarının karasını Pir Sultan Abdal’a çalmaya çaba gösteren yerel Anadolu gazetesinin bir yazarı şöyle diyor: “Olayların sebebi ne yazık ki İran casusu olduğu için vatana ihanetten idam edilen Şah yanlı Pir Sultan’dır… Bu adam adına ‘Pir Sultan Kültür ve Sanat Etkinlikleri” adı altında kutlama düzenlemek hangi aklı sivrinin fikriydi?”
Bu, kendini sivri akıllı sanan zat unutmasın ki “vatan haini” olarak itham ettikleri kişilerin, kendisinden ve kendisi gibi düşünenlerden daha yurtseverdirler. Onlar gibi ülkeyi dolandırıp yurtdışına çıkmıyorlar.
 
Bizim Sivas:
“Müslüman Mahallesi’nde Salyangoz Satılıyor” şeklinde bir manşet atan “Bizim Sivas” adlı yerel gazete şu soruyu soruyordu: “Kendini gündemde tutabilmek amacıyla Türk milletine aptal diyen ve İslam’a saldıran Aziz Nesin’i kim, ne amaçla Sivas’a getirdi?”
Biz de onlara soralım:
Düşünce ve inanç özgürlüğü bulunduğu savunulan bir ülkede kendi düşünce ve inançlarını açıklamak ne zamandan beri “saldırganlık” olarak tanımlanmaktadır?
Aziz Nesin’in seyahat özgürlüğünü kısıtlayan herhangi bir karar söz konusu olmadığına ve Sivas da bu ülkenin ili olduğuna göre Aziz Nesin’in Sivas’a gitmesi neden yadırganıyor? Yoksa Sivas, mollalar yönetimindeki İran’ın bir parçası mıydı? Yoksa Aziz Nesin’in Sivas’a giriş yapması için pasaport mu alması gerekiyordu?
 
Hakikat:
Meydan okurcasına, “Meydan boş değil” diyerek tehditler savuran “Hakikat” adlı yerel gazetedeki haberde de: “Pir Sultan Abdal Şenlikleri dinsizlik propagandası yapmak için mi organize edildi? Din aleyhine yapılan propagandaları kabul etmeyiz. Yüzde doksan dokuzu Müslüman bir ülkede yaşadığımız unutulmasın” deniliyordu.
 
 
ULUSAL BASIN
 
Hürriyet:
Birinci gün; “Aziz Nesin İsyanı 35 Ölü” şeklindeki sekiz sütuna manşeti olan gazete, Aziz Nesin’in bahse konu olan toplantıda: ”Kuran’a inanmadığını” söylediğini yazmıştı. Ancak ne var ki Aziz Nesin tarafından yapılan konuşma metninde böyle bir cümleye rastlanmamıştır.
Olayın ikinci gününde yine sekiz sütuna vermiş olduğu manşet haberinde: “Böyle kaçırıldı” diyerek yangın merdivenlerinden indirilen Aziz Nesin’in indirilişini, göbekten çekilen bir resimle veren Hürriyet; SHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’nün: “Sorumlu köktendincilerdir” sözünü ise birinci sayfasında sadece iki sütunda gösteriyordu.
Aynı gazete Aziz Nesin tarafından Ankara’da düzenlenen basın toplantısının akabinde geç de olsa: gerçek suçluların kim olduğunu” anlamış olacak ki 5 Temmuz tarihli sayısında bu kez sekiz sütuna: “İşte Baş Tahrikçi” manşetini atıyor ve: “Sivas’ta baş tahrikçinin RP’li Belediye Meclis üyesi Cafer Erçakmak olduğu anlaşıldı. Gözü dönmüş tahrikçi, son anda kurtarılan Aziz Nesin’i yumrukladı ve kaçırılmasını önlemek istedi” şeklinde bir haberle veriyordu, okurlarına. Aziz Nesin tarafından Ankara’da düzenlenen basın toplantısına ilişkin haberi de birinci sayfadan verilmişti.
 
Sabah:
Olayın birinci günü “Kanlı Cuma” şeklinde vermiş olduğu Sivas Katliamı’nı; “Sivas’ta Aziz Nesin’i protesto gösterileri katliama dönüştü. Yakılan otelde 35 kişi öldü.” Sözleriyle sayfalarına taşıyan Sabah gazetesi de manşet haberinde Aziz Nesin tarafından 1 Temmuz günü yapılan konuşmasına atıfta bulunarak olayların bu konuşmadan kaynaklandığı izlenimini yaratmıştı. İkinci günkü manşetinde katliam: “Tahrik, ihmal”, “Olaylarıntemelinde planlı bir kışkırtma, inanılmaz bir gaflet var. Korkunç katliam göz göre göre geldi” cümleleriyle yorumlanmıştı. Aynı gazete olayın üçüncü günkü sayısında ise: “Sivas gergin” manşetini sütunlarına taşıyarak uyarıda bulunmuştu.
 
Milliyet:
Olayı, “Sivas’ta Kanlı İsyan” şeklinde manşet yapan Milliyet; haberle birlikte yayınladığı Aziz Nesin’in fotoğrafının altına da “Olay Konuşma” demişti. Birinci sayfada iki büyük resimden birinin altına: “RP’li başkan iknaya çalıştı” cümlesi yer almıştı. 4 Temmuz Pazar günkü Milliyet’in manşeti de: “Milli Birliğe Çağrı” şeklinde çıktı. Aziz Nesin’in kurtarılışının resimlerle işlendiği Milliyet daha sonraki sayısında da “Tehlikeli tırmanış” uyarısında bulunmuş ve karşıt grupların gösteri yaptığını, yasağa rağmen 3 bin kişinin polis çemberinde yürüdüğünü belirtmişti. Aziz Nesin tarafından Ankara’da yapılan basın toplantısı haberi de: “Nesin’den suçlama” şeklinde değerlendirilmişti.
 
Günaydın:
“Dinci Öfke Yaktı Geçti” üst başlığını atan Günaydın, Sivas’ta vuku bulan katliam için: “Sivas’ta Katliam” manşetini atmıştı. Birinci sayfasında; “Sivas ilk değil” diyerek Kahramanmaraş ve Çorum Olayları’ndan yapılan alıntılarla manşetini beslemişti. Gazete 5 Temmuz pazartesi günkü sayısında da “Sivas’ta 4 Hata” başlığıyla vermiş olduğu haberinde bu hataları şöyle sıralamıştı:
*Devlet, RP’ye sığınıp olayların yatışmasını bekledi.
* Göstericilere taviz verildi.
*Vali yalnız ve yetersiz kaldı.
*Polis etkin şekilde görev yapmadı.
 

TRT; Aziz Nesin tarafından Ankara’da düzenlenen basın toplantısından10-15 saniyelik birkaç cümleyle söz ederken;
 Ülkenin ilk özel televizyonu olan İNTER-STAR televizyonu, Aziz Nesin’in Ankara’da düzenlediği basın toplantısının büyük bir bölümünü canlı olarak vermişti.
 
DIŞ BASIN
 
Öfke Kusan Şeriatçılar
Yabancı gazeteler, Sivas katliamını genelde ön sayfalarda ve ajans haberlerini dayanak yaparak verdiler. Radyolar ve televizyonlar olayı; Cuma gecesi “Şeriatçıların Şeytan Ayetleri Öfkesi” şeklinde duyurdular. Haber, ajanslarda da hep aynı yönden ele alındı. Ayrıca kimi ajans haberlerinde Aziz Nesin’in halkın dini duygularını, inançlarını tahrik edici bir şekilde konuştuğu da belirtildi.
Önceki gün Sivas’ta meydana gelen gerici ayaklanma, Batı basınında; “Şeriatçıların Şeytan Ayetleri Öfkesi” şeklinde dile getirilirken kimi haber ajansları ve gazeteler; Aziz Nesin’in halkın dini duygularını rencide edici konuşmalar yapmasından ötürü saldırıların meydana geldiğini dile getirdiler.
 
Fransız Haber Ajansı (AFT):
Fransız Haber Ajansı, haberi; “Aziz Nesin, Hz. Muhammedi peygamber olarak tanımadığını söyledi. Kuran’ın kaynağı konusunda kuşkuları bulunduğunu belirtti” diye geçti.
 
Associated Press (AP):
Ajans, “Şeriatçıların Şiddet Eylemi” başlıklı haberinde: “Gösterici şeriatçılar, Aziz Nesin’i tanrıtanımazlığının reklamını yapmakla suçluyorlar” dedi.
 
United Pres İnternatıonal (UPI):
Ajans, göstericilerin şeriat çağrılarıyla yürüdüğünü duyurdu ve tahrip edilen Atatürk heykelinden “Türk laikliği için dikilen heykel” diye söz etti.

Sivas olayları, BBC Dünya Servisi’nde Cuma gecesi boyunca bir numaralı haber olarak kaldı.
 
Avusturya Radyo ve Televizyonu (ORF):
Sivas’ta vuku bulan katliamı, önceki gece 22.00 haberlerinde üçüncü sırada verdi. Harita ve görüntülerin yanı sıra verilen haberde, Sivas’ta düzenlenen Kültür Şenliği sırasında aşırı dincilerin bir oteli kundakladığı, ilk belirlemelere göre 30 kişinin öldüğü belirtildi. Haberde şenliğe katılanların arasında yeni açtığı gazetede “Şeytan Ayetleri”ni yayınlayan ünlü yazar ve gazeteci Aziz Nesin’in de bulunduğu kaydedildi.
 
Standart:
Avusturya’nın ciddi gazetelerinden Standart’ta olay, birinci sayfada yer aldı. Üçüncü sayfada devam eden haberde; Sivas’ta düzenlenmiş olan Kültür Şenliği sırasında aşırı dincilerin Cuma namazının akabinde kütüphane ve çeşitli binaları yağmaladıkları, şenliğe katılmak üzere Sivas’ta bulunan 78 yaşındaki gazeteci ve yazar Aziz Nesin’in kaldığı oteli yaktıkları belirtildi.
Haberde, sol eğilimli Aydınlık gazetesinin başyazarı Aziz Nesin’in gazetede ‘Şeytan Ayetleri’ni yayımladığı, yaptığı konuşmalarda Kuran’ın aslının bozulduğunu dile getirdiği, pek çok kereler de ateist olduğunu söylediği kaydedildi. Gazetede Sivas valisi Ahmet Karabilgin’in yaptığı açıklamaya göre festivalin sona erdiği, çıkan olaylarda 40 kişinin öldüğü, 150 kişinin de yaralandığı belirtildi.
 
Yunanistan:
Yunanistan’da bulunan özel radyo ve televizyonlar; olaylara, haberlerde ilk sırada yer verirken gazetelerde de gelişmeler birinci sayfada yer aldı.
  
Etnos Gazetesi:
Etnos gazetesi, “İslamcıların Ayaklanması” başlığıyla verdiği haberde, Aziz Nesin’in hedeflendiği saldırıda 50 kişinin öldüğünü yazdı.
 
Ta Nea Gazetesi:
İlk sayfadan verdiği haberde; “Türk İslamcılar yazarların kaldığı oteli ateşe verdi, 40 kişi yandı” derken diğer gazeteler de“Fanatik Müslümanlar 40 kişiyi yaktı”, “Fanatik Müslümanların şiddet eylemi sonunda 37 kurban” gibi ifadeler kullandı.
Yunan basınında konuya ilişkin yorumlar yer almadı.
 
İsveç:
Sivas Katliamı, İsveç basınında; “Şeytan Ayetleri kitabı 35 kişinin ölümüne neden oldu” şeklinde değerlendirildi.
 
İsveç’in
“Dagens Nyheter”  ve “Svenska Dagbaledet” Gazeteleri:
Yukarıda adları geçen gazeteler, olayları; “Türkiye’de Kanlı Cuma” ve “Aşırı Dincilerin Protestosu” başlıklarıyla duyurdu. İsveç gazeteleri olayların, “Şeytan Ayetleri kitabının bir bölümünün çevrilmesinin aşırı dincilerin tepkisini çekmesi sonucu meydana geldiğini” yazdılar.





 
 
Bugün 42 ziyaretçi (61 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol