OĞULA HASRET
1986’nın yazıydı. Üç yaşındaki Emre aniden rahatsızlandı. Hemen Tunceli’deki Sağlık Eğitim Merkezi’ne götürdüm. Soğuk algınlığı teşhisi kondu ve ilaç yazıldı. İlaçlar alınıp kullanılmaya başlandı. Ama aradan yaklaşık bir hafta geçmesine ve ilaçların düzenli kullanılmasına rağmen oğlumun sağlığında herhangi bir ilerleme kaydedilmedi. İlerleme bir yana tam tersine ciğerparem sararıp solmaya, günden güne erimeye başladı. Yavrucak bir türlü kendine gelemeyince bu kez de Hasan Hüseyin Haşhaş adındaki çocuk mütehassısına götürdüm. Muayene neticesinde doktordan aldığım yanıt dünyamı karartmaya yetti de arttı. Çünkü “ileri derecede bağırsak düğümlenmesi” teşhisi kondu. Zaman yitirilmeden ameliyata alınması gerekiyormuş. Hemen Tun-celi Devlet Hastanesi cerrahı ile görüşen Dr. H. Hüseyin Haşhaş, beni odasına çağırttı. Çağrı üzerine odasına girdiğim Dr. H. Hüseyin Haşhaş’ın yanında ameliyatı gerçekleştirecek olan cerrah da vardı.
İçeri girer girmez cerrah bana:
-Çocuğunuzun durumu son derece ciddi. Hayatî tehlike yaşıyor. Ameliyata alınması gerekir. Hem de hiç zaman yitirilmeden, dedi.
- Neyi bekliyorsunuz o zaman? Hemen ameliyata alsanıza, dedim.
-İki önerimiz var size, dedi.
-Nedir önerileriniz?
-Birincisi burada ameliyata almak…
-İkincisi?
-İkincisi, bizden daha donanımlı olan Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne sevk ederek ameliyatın orada gerçekleştirilmesini sağlamak, dedi.
-Sizce hangi seçenek daha az riskli? diye sordum.
-Her iki seçenekte de risk yüzde doksanın üzerinde.
-Nelerdir bu riskler?
-Buradaki risk ameliyat esnasında kullanılacak olan araç-gereçten, Diyarbakır’a göndermemiz halindeki risk ise zamandan kaynaklanıyor, dedi.
-Biraz daha açar mısınız? dedim.
-Bizim hastanemizdeki ameliyat araç-gereci büyüklerin ameliyatına uygun olan araç-gereçlerdir. Çocukların ameliyatına uygun hiçbir araç- gereç yoktur elimizde. Biz buradaki ameliyatı bu araç-gereçlerle gerçekleştirmek durumundayız. Bu da büyük risk taşımaktadır. Buna karşın bize en yakın ve en donanımlı hastane olan Diyarbakır Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne sevk ettiğimizde de zamandan kaynaklanan bir risk çıkar karşımıza. Zira çocuğunuzun durumu çok acil. Diyarbakır’a gidene kadar yaşayıp yaşamayacağı meçhul. Bu konuda size garanti veremeyiz, dedi.
Ben de çaresizlik içinde:
- Oğlumun Diyarbakır’a götürülecek kadar yaşayacak zamanı yoksa burada ameliyata alın, dedim.
Benim, Tunceli’de ameliyata alınmasından yana karar kılmam üzerine hemen harekete geçen doktorlar hiç zaman yitirmeden oğlumu ameliyata aldılar. Oğlumuz, ameliyathanede bıçak altında ölümle kalım arasındaki o ince çizgide gidip gelirken, annesi ile ikimiz ameliyathane kapısının önünde ecel terleri döküyorduk.
*
Dört bir yanımız duvar.
Nefes alamaz duruma gelmişti umutlarımız.
Küsmüştü yaşam bize.
Yüreğim küllenmiş bir kor gibi yanıyor için için.
İçim, suya hasret çöller gibi…
Amansız bir kasırga kopuyor içimde.
Rüzgârın önüne kattığı kuru bir yaprak gibiydim adeta.
Savruluyorum oradan oraya.
Yaslanacak bir omuz, tutunacak bir el, sarılacak bir dal, beni kollarına alacak sıcak bir beden arıyorum.
Bir bilmece gibi geliyor yaşam bana.
Yanıyor yüreğim.
Tutuşmuş alev alev.
Kar yağıyor umut dağlarıma.
Enkaza dönüşmüş gibi umutlarım.
Sessiz bir çığlık kopuyor içimden.
İçimde çağlayan olsun istiyorum umutlar.
Yakarıyorum Mevla’ya, içime bir umut güneşi doğursun diye…
Ama olmuyor.
Çünkü ben hâlâ karanlığın sancısındayım.
Görmezlik perdesi inmiş gözlerime.
Yüreğimin derinliklerine akıtıyorum gözyaşlarımı…
*
Dört saat geçmişti oğlumun ameliyata alınışının üzerinden. Dört saat boyunca öldük öldük dirildik ameliyathane kapısının önünde. Dört saatin sonunda aralanan ameliyathane kapısının aralığında ameliyata giren cerrah görünmeye başlayınca:
-N’oldu doktor bey, ameliyat nasıl geçti? diye sordum.
-Gözünüz aydın hocam. Ameliyat bitti. Oğlunuz kurtuldu. Ameliyat sandığımızdan da başarılı geçti, dedi.
-Teşekkür ederim, ellerinize sağlık, dedim.
Hekimle aramızda geçen bu kısa konuşmanın hemen sonrasında ameliyathane-den çıkarılan oğlum, servis odasına alındı. Eşimle birlikte biz de onun götürüldüğü servis odasına çıktık. Kapalıydı, gönlüme ışık saçan gözleri. Narkozun etkisinden kurtulamamıştı. Kendinde değildi henüz. Burnundan oksijen tüpüne, kolundan serum şişesine bağlı incecik hortumlar vardı. Yatağa hareketsizce uzanmıştı minik bedeni. Onu o halde görünce engel olamadım yanaklarımdan aşağıya süzülen gözyaşlarıma. Dünyalar benim olmuştu, narkozun etkisinden kurtulan oğlum gözlerini açıp yüzüme güldüğünde.
Zaman geçtikçe durumu daha da iyiye doğru giden oğlumun neşesi yerine gelmeye, yüzünde gülücükler saçmaya, bizimle konuşmaya ve hatta yürümeye başladı. Taburcu olmasını beklerken bir anda her şey tersine döndü. Beklentilerimiz boşa çıktı. Aniden rahatsızlandı yavrum. Bir yandan yüksek ateşler içinde kıvranmaya başlarken öte yandan da kabuk bağlayan dikiş yerleri açılmaya ve buradan akıntılar gelmeye başladı. Bu beklenmedik ani durum karşısında, bana umut vermesi gereken doktorlar benden umut bekler oldular. Onlar umut kesmişlerdi yavrumun yaşayacağından. Ya ben? Ben hâlâ umutluyum. Mucizeler bekliyorum. Çünkü ben babayım. Onu öyle kolay ecele terk etmeyeceğimi düşünüyorum. Ama gerçek farklıydı. Meğer her geçen saat ebedî ayrılık vaktini daha da yaklaştırıyormuş ben farkında değilmişim. Hangi baba isteyebilirdi bunu? Zaman geçtikçe oğlumun yüzü farklılaşmaya başlı-yordu. Israrlarıma dayanamayan doktorlar, oğlumu Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne sevk etmek zorunda kaldılar.
Hastanenin tek olan ambulansı da arızalıymış, onarılmayı bekliyormuş. Ambulans olmayınca iş başa düştü. Hemen bir dolmuş kiraladık. O durumdaki bir hasta dolmuş-la gider mi hiç? Gitmezdi gitmesine ama bizim başka yapacak bir şeyimiz yoktu. Çaresizdik. Var olan olanaklardan yararlanmak zorundaydık. Hüseyin Amca’m, kuzenim Kenan ve eşimle birlikte oğlumu alarak Diyarbakır’a doğru çıktık yola. Gerekli işlemlerin hemen sonrasında çocuk bölümündeki odaların birine yatırılan oğlum orada bir-iki gün kaldı. Ancak durumu daha da ağırlaşan oğlum tek kişilik steril bir odaya alındı. O tek kişilik odaya alındıktan sonra doktorlar adeta nöbet bekler duruma geldiler. Biri gider biri gelir oldu, doktorların. Ama ne yazık ki bu olağanüstü çabaları, oğlumu yaşama döndürmeye yetmedi.
Açılan dikiş yerlerinde oluşan yaralardan sızan akıntılar, kanını zehirlemişti yavrumun. Günlerce yüksek ateş içinde kıvranan talihsiz oğlumun küçük bedeni, annesiyle ikimizin gözleri önünde yenik düştü ölüme. Sinemde onulmaz yaralar açarak veda etti yaşama.
Tarih 10 Ağustos 1986.
Sevgili oğlum Emre yaşama veda ettiğinde saatler gecenin 01.00’ini gösteriyordu. O yaşamıyordu artık. Bundan sonra aramızda olmayacaktı artık.
Gecenin o saatinde çıkış işlemlerini yaptıktan hemen sonra oğlumun cansız bedenini kucağıma alarak eşimle birlikte kiraladığım bir taksiyle Tunceli’ye doğru yola çıktık. 10 Ağustos 1986 sabahında günün ilk ışıklarıyla birlikte Tunceli’ye vardık. Sonra köyümüze geçtik. Orada son bir kez alnının tam orta yerinden öperek bağrıma bastığım ciğerparemin cansız bedenini, kendi ellerimle teslim kara toprağa. Hem de kendisinden 9 yıl önce 9 Temmuz 1977 tarihinde henüz 24 yaşında taze bir fidan iken aramızdan ayrılan Ahmet Amcası’nın hemen yanı başında…
Böylece onulmaz bir yara daha aldım döşümden. Bir yarısı, 9 Temmuz 1977 tarihinde yanmaya başlayan yüreğimin öteki yarısı da 10 Ağustos 1986 tarihinde alev almaya başladı.
Yangın yerine dönüşmüştü yüreğim.
Yanıyordum alev alev.
Kolay değildi bu iki acıya katlanmak.
Dolu dolu gözlerim…
Dalıp dalıp gidiyor uzaklara.
Usul usul süzülüp akıyor gözyaşlarım.
Göz pınarlarımdan aşağıya doğru.
Bir acı yaşıyor içimde.
Ebedî ayrılığın, yok olmuşluğun acısıydı bu.
İsyanlardayım…
Hıçkırıklara boğuluyorum.
Kalbim lime lime olmuş ebedi ayrılığın acısıyla.
Yanıyor yüreğim…
Sızlıyor ciğerim…
Acı acı soluyorum.
Ağlıyorum… Ağlıyorum… Ağlıyorum…
İki acı yaşıyor yüreğimin derinliklerinde…
Biri kardeş…
Öteki evlat acısı…
Yoktu…
Bulunmuyordu…
Beni benden alan bu iki büyük acının ilacı.
Kaybetmişim kendimi.
Ben bende değildim artık.
Bir başka ben vardı benim içimde.
Sessiz…
Hüzünlü…
Yıllardır içimde taşıyorum gizli bir biçimde.
Daha da taşıyacağım.
Hem de yok olana kadar…
Hâlâ ilk günkü kadar taze duruyor.
Kora dönüşen yüreğimin tam orta yerinde.
Yaşamın her gizli köşesinde onlar çıkar karşıma.
Onları yaşatıyorum kalbimin derinliklerinde.
Onlarla yaşıyorum…
Onlarla yaşayacağım…
Çünkü onlarla varım…
Onlarsız bir hiçim ben…
Bağırsak dolamasından ötürü geçirdiği ameliyat sonrası Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’nde 10 Ağustos 1986 Pazartesi günü saat 01.00’de aramızdan ayrılan sevgili oğlum Emre’nin anısına…
Hasret kaldım oğul sana
Ben bende değilem bugün
Dayanamam bu hicrana
Ben bende değilem bugün
Emre koymuştuk adını
Cihan duydu feryadımı
Felek kırdı kanadımı
Ben bende değilem bugün.
Akıttım didemden yaşım
Belâdan kurtulmaz başım
Zehroldu ekmeğim aşım
Ben bende değilem bugün.
Bugün bana yarın sana
Kim dayanır bu figana
N’olur kucak aç gel bana
Ben bende değilem bugün.
Ölüm gerçek dünya yalan
Yerim yurdum oldu talan
Bak ağlıyor amcan, halan
Ben bende değilem bugün.
Bugün yine girdim dara
N’olur beni yakma nâra
Hasret kaldım gül didara
Ben bende değilem bugün.
Daha yaşın küçük senin
Giydin sırtına kefenin
Toprak çürütür bedenin
Ben bende değilem bugün.
Kırılsın dünyanın çarkı
Viran ettin evi barkı
Sefil Hayranî’yem der ki
Ben bende değilem bugün.
MEHMET KORKMAZ
EMEKLİ EĞİTİMCİ