BABASININ KEMİKLERİNİ ARAYAN ADAM
BABASININ KEMİKLERİNİ ARAYAN ADAM

Henüz onay olmuştu askerden geleli. Tuttuğunu koparan bir azme, sıktığının suyunu çıkaran bir güce sahipti. Lisenin birinci sınıfından terkti, kocaman bir vadinin ta dibinde yer alan İnceler Köyü’nden Süleyman Dayı’nın oğlu Arap Remzi. Kendisi Arap asıllı olduğu için değil, biraz fazlaca esmer olduğu için “Arap” lakabını vermişlerdi, ona.
 ‘Amca’ya da ‘hala’ diyebileceği bir yakını bulunmadığı gibi kendisine “dayı” yada “amca” diyebilecek bir yakını da olmayacaktı. Arap Remzi’nin. Çünkü o da babası Süleyman Dayı gibi tek çocuğuydu, ailesinin.
Durumları oldukça iyiydi. Kocaman vadinin ta dibinde yer alan İnceler Köyü’nün hemen girişinde; büyük ve çevresi “germeç” adı verilen çam yarmalarıyla çevrilen meyve bahçesinin orta yerinde bulunan iki katlı, kiremit çatılı, pencereleri panjurlu, mavi boyalı, görkemli konak onlarındı. Kendi köylerinde birçok kişinin, tarlasını sürecek bir çift öküzü bile bulunmazken ahırında, onların “Ford” marka kocaman traktörü duruyordu avlularında. Hem de para kazanma amaçlı değil, sadece kendi işlerini yapmak ve tarlasını sürüp harmanını savurmak için alınan bir traktör.
Anahtarı hep Arap Remzi’deydi. Çünkü sürücüsü oydu. Traktör onun emrindeydi. Anlayacağınız fazlaları var, eksikleri yoktu, anne Melek, baba Süleyman ve oğul Remzi’den oluşan bu üç kişilik ailenin. Evlerinin tek eksiği, gelinleriydi onların. Oğulları Arap Remzi’yi bir baş-göz ettiler mi tamam olurdu her şeyleri. Bu eksiği de kısa sürede gidermek için sıvadılar kolları. Başladılar gelinlik kız aramaya. Arap Remzi’ye kız mı yoktu? Elini sallasa ellisi gelirdi peşinden. Hangi kız avlusunda kocaman bir traktörün bağlı bulunduğu bir konağa gelin gitmek istemez ki? Bunun da ötesinde Arap Remzi’nin evin tek çocuğu olmasından ötürü eve gelin olarak gidecek kıza kalk diyeni olmaz, otur diyeni bulunmazdı. Konağın gelecekteki tek sahibesi o olacaktı. Söz söyleyen bulunmazdı sözünün üstüne.
Evet, Arap Remzi elini sallasa ellisi birden gelirdi kızların. Ama onlar helâl süt emmiş temiz bir aile kızını almak istiyorlardı, konağa. Yani güzelliğiyle olduğu kadar ağır başlılığıyla da konağa yaraşacak birilerini arıyorlardı. Böyle birini bulmak için de zamana ihtiyaç vardı, doğal olarak.
Tam da bu sırada bir düğün oluverir komşu Yasinler Köyü’nde. Öyle şehir düğünleri gibi iki saat içinde olup bitivermez, üç gün üç gece devam eden köy düğünleri. Yemekte, içkide ve eğlencede sınır olmaz, şehir düğünleri gibi öyle üç-beş pastayla, bir-iki bardak kolayla geçiştirilmez köy düğünleri. Yiyebildiğin kadar yemek, içebildiğin kadar içki, eğlenebildiğin kadar eğlence vardır orada. Bir yandan davul-zurna eşliğinde kızlı-erkekli halaylar çekilir, çiftetelliler oynanır, göbekler atılır, öte yandan insanı dakikalarca kahkahalara boğan seyirlik oyunlar oynanır. Canınız hangisini isterse ona katılmakta, oynayıp eğlenmekte özgürsünüz. Eğlenceye katılmak, onun içinde yer almak ya da izleyici olmak tamamen sizin elinizdedir.
İşte bundan ötürüdür ki bir başka olur köy düğünleri. Alır götürür sizi âlemden âleme. Yok eder derdi kederi. Atıverir üzerinizdeki yorgunluğu, omuzlarınızdaki yükü. İz bırakmaz sinirden stresten. Yeniden doğmuş gibi hissedersiniz kendinizi.
İşte bundan ötürüdür ki bir başka olur köy düğünleri. Birçok gelinlik kız ve delikanlı bu düğünlerde tutulur sevdaya. İlk adımları bu köy düğünlerinde atılır, mutlu yuvaların. Bir köprüdür, kalpten kalbe, insandan insanlığa uzanan köy düğünleri. Dünlerden yarınlara taşınan bir kültür dağarcığıdır, köy düğünleri.
Üç gün, üç gece devam eden köy düğünlerinde davetliler, sadece düğün sahiplerinin köylüleriyle sınırlı değildir. Kendi köylülerinin yanı sıra çevrede bulunan köylerden de çağrılı olanlar vardır. Eskiden beri süregelen bu gelenekten ötürü Yasinler Köyü’ndeki düğün sahibi Şahan Ağa da kendi köylülerinin yanı sıra İnceler Köyü ile birlikte birkaç köye daha davetiye gönderir. Böylece İnceler Köyü’ne komşu Yasinler Köyü’ndeki düğüne Arap Remziler de davet edilmişlerdi.
Eh! Fırsat bu fırsat. Kaçırılmaya hiç gelmezdi böyle bir fırsat. Değerlendirilmesi gerekirdi bunun. Çünkü her zaman ele geçmezdi bu tür fırsatlar. Gelinlik kız beğenmek için köy köy ev ev de dolaşılmaz ki. Hem dolaşılsa bile bir köy düğününe gitmek, beş köy dolaşmaktan daha yeğdir. Zira birkaç köyün gelinlik çağındaki kızlarını bir düğünde bir arada görmek mümkündür. Hem de allı-pullu, cicili-bicili giysiler içinde. Daha önceden de söz edildiği üzere köy delikanlıları ile gelinlik kızların tanışmaları için bir vesiledir, köy düğünleri. Hem sevdanın, hem de yarınların mutlu yuvalarının ilk adımları bu düğünlerde atılır.
Böyle fırsatlar her zaman ele geçemeyeceğine göre bu düğüne mutlaka gidilmesi bir zorunluluk haline gelmişti, Arap Remziler için. Düğün günü anne Melek Kadın’la oğul Arap Remzi avlularında duran traktörlerine atladıkları gibi komşu Yasinler Köyü’ndeki Şahan Ağa’nın oğlu Resul’ün düğününde alırlar soluğu. Düğün oldukça kalabalıktı. İğne atsan yere düşmezdi. Düğünün kalabalık olması Arap Remzi’nin yararınaydı doğal olarak. Çünkü düğün ne kadar çok kalabalık olursa gelin adaylarının sayısı o ölçüde çoğalacak ve Arap Remzi’nin gelin seçme şansı daha artacak demekti.
Akşam olup yemek vakti gelince masalar kurulur yan yana. Büyük bölümü etten oluşan çeşit çeşit yemekler taşınır sofraya birer birer. Düğüne katılan herkes oturur kurulan sofralara. Başlarlar çeşit çeşit yemekleri yemeye, doyasıya. Yemek faslının hemen ardından içki içmek isteyen erkek çağrılılar otururlar, köy meydanında kendileri için kurulan içki sofralarına. Sonra köy çeşmesinden su taşınırcasına içki masalarına taşınır, içkiler. Burada da öyle olur. Aralarında Arap Remzi’nin de yer aldığı davetliler, başlarlar içki kadehlerini birer ikişer devirmeye.
Düğüne çağrılı baylar, içki masalarında içki kadehlerini birer ikişer yudumlarlarken, çağrılı olup da düğüne iştirak eden bayanlar ve özellikle de genç kızlar da durmaksızın çalınan davul-zurna eşliğinde halaylar çekerek, çiftetelliler oynayarak, göbekler atarak silkerler üzerlerindeki tozları.
Eee…Kadınlar ile rengârenk giysiler içindeki gelinlik kızlar üzerlerindeki tozları silkeyip dururlarken, delikanlılar eli-kolu bağlı oturup onları izleyecek değillerdi ya. Onlar da yavaş yavaş başlarlar hareketlenmeye. Aralarında Arap Remzi’nin de yer aldığı bir grup delikanlı oturdukları içki masalarından kalkarak yönelirler, davul-zurna eşliğinde halay çeken gelinlik kızların yanlarına doğru. Onlar da girerler kol kola, başlarlar halaya. Sonra birbirleriyle yarışırcasına ara vermeksizin vardiyalı bir şekilde halay çekip dururlar sabaha kadar.
Ara vermeksizin sabaha kadar halay çekip duran delikanlılar grubunun içinde yer alan Arap Remzi, karşılarında kendilerine nispet edercesine halay çekip duran gelinlik kızları süzüyordu baştan aşağı. Bu süzüş sırasında ilgisini çeken birini bulur nihayet. Genelde halay başını çeken hoş bir kızdı, Arap Remzi’nin gönlünü çelen. Sabah olanda ilk işi gönlünü çelen bu güzel kızı, çaktırmadan annesi Melek Kadın’a göstermek olur, Arap Remzi’nin. Anne Melek Kadın’ın da ilgisini çeken, hoşuna giden bu güzel kız, hemen kısa bir soruşturmaya tabi tutulur. Yasinler Köyü imamı Mevlüt Efendi’nin kızıdır, adı Elif’tir bu güzel kızın. Sözlü ya da nişanlı falan da değildir. Eh! Bu bilgiler şimdilik yeterlidir anne Melek Kadın için.
Üç gün üç gece devam eden düğün sona ermiştir. Düğüne çağrılı olan herkes gibi İnceler Köyü’nden düğüne iştirak eden Melek Kadın ile oğlu Arap Remzi de düğün evinden ayrılarak varırlar köylerine. Oğlu Arap Remzi ile Elif kızın bir araya gelmelerinin yollarını arayan anne Melek Kadın, tutar Yasinler Köyü’nün yolunu. Varır, ilkokuldan sınıf arkadaşı Zeynep’in evine.
Adet olduğu üzere hoş-beş edilir, hal–hatır sorulur, çay-kahve içilir. Sonra başlanır sohbete. Koyulaşan sohbet sırasında bir ara:
-Zeynep be der ilkokuldan sınıf arkadaşına, Melek Kadın.
-Efendim Melekçim, der arkadaşı Zeynep.
Melek Kadın:
-Bir ricam olacak senden, der.
İlkokuldan sınıf arkadaşı Zeynep:
-Arkadaşıma bah hele İrica da neyin nesiymiş? Senin söylediklerin emirdir benim için, der.
Melek Kadın:
-Sağ ol bacım. Bizim oğlanla sizin şu imam Mevlüt Efendi’nin kızı Elif’in buluşmaları gerekir. Bu konuda yardımcı olabilir misin? der.
Arkadaşı Zeynep:
-Merak ettiğin şeye bah hele. Ben bir yolunu bulur Elif kızla konuşur, durumu çıtlatırım kulağına. Senin oğlanla görüşmeyi kabul ederse, haber salarım sana. Sen, oğlanı gönder gelsin. İkisini buluştururum, bizim evde, der.
Melek Kadın:
-Sağ ol bacım. Allah ırazı olsun senden. Benim de istediğim buydu zaten, der.
Böylece konuşup anlaştıktan sonra Melek Kadın:
-Allah’a emanet ol bacım. Aman ha söylediklerimi unutmayasın sakın. Çok fazla da geciktirme. Hayırlı haberlerini bekliyorum, der. Sonra oradan ayrılarak döner evine.
Melek Kadın’ın evine dönmesinden birkaç gün sonra ilkokuldan sınıf arkadaşı Zeynep, bir yolunu bulup kendi köy imamları Mevlüt Efendi’nin kızı Elif’le görüşür, konuşur. Sonra ilkokuldan sınıf arkadaşı Melek Kadın’ın dileğini iletir Elif kıza.
Elif kız:
-Bilmem ki Zeynep Yenge, nasıl söylesem sana, der.
Zeynep Kadın:
-Yavuklun falan mı? diye sorar.
Elif kız:
-Yooo… Hayır… Öyle bir şey yok Zeynep Yenge, der.
Zeynep Kadın:
-Neden görüşmek istemiyorsun o halde? diye sorar.
Elif kız:
-Ne bileyim oğlanı tanımıyorum, etmiyorum, der.
Zeynep Kadın, Elif kızın bu sözleri üzerine:
-Bana bak kızım, yakışıklılık dersen oğlanda, mal-mülk, para-pul dersen oğlanda. Gocuman bi traktörleri var avlularında bağlı duran. Bundan da öte oğlan evin tek çocuğudur. Yarın goca gonağın sahabı sen olacaksın. Kalk deyenın olmaz, otur deyenın bulunmaz. Aklını başına devşir, böylesi gısmat her zaman ele geçmez. Düşün, daşın gararını öyle ver. Emme birazım acele et, ayağına gelen gısmatı da depme diye tembihte bulunur.
Elif kız biraz düşündükten sonra:
-Tamam, Zeynep Yenge, habar sal gelsın görüşelim. Emme nerede nasıl görüşecez? diye sorar.
Zeynep Kadın:
-Haftaya bu gün bu saatte bizim evde, der.
-Tamam, Zeynep Yenge ben, haftaya bu gün annemden izin alır, sizin eve gelirim, der.
Elif kızdan buluşma sözü alan Zeynep Kadın hemen İnceler Köyü’nden ilkokuldan sınıf arkadaşı Melek Kadın’a:
-Bizim bir işimiz var. Senin oğlan falanca gün traktörü alıp bize gelsin, diye bir haber yollar.
İlkokuldan sınıf arkadaşı olan Zeynep’in kendisine yolladığı bu haberi duyan Melek Kadın, dört köşe olur zevkten. Belirtilen günde oğlunu gönderir Yasinler Köyü’nde evli olan ilkokuldan sınıf arkadaşı Zeynep’in evine. Arap Remzi atlar traktörüne, varır söylenen eve. Evin sahibesi Zeynep Kadın, Arap Remzi ile ondan birkaç dakika önce evine gelen Elif kızı baş başa bırakır evde. Yaklaşık iki buçuk-üç saat kadar baş başa kalan iki genç konuşur anlaşırlar aralarında.
Mutlu bir yaşama doğru atılan bu ilk adım, istenilen yönde bir sonuca varınca kendilerini buluşturan Zeynep Kadın’a teşekkür ederek oradan ayrılan Elif kız, durumu annesi aracılığıyla babası imam Mevlüt Efendi’ye bildirirken, Arap Remzi de köyüne varınca buluşmadan çıkan mutlu sonu muştular annesine.
Mutlu bir kararla sonlanan bu buluşmadan 15–20 gün sonra “Nasıl olsa dini bütün bir ailenin kızıdır.” diyerek kız hakkında daha fazla araştırmaya gerek görmeyen baba Süleyman Dayı ile anne Melek Kadın bir akşam vakti:
-Hayırlı akşamlar diyerek çalarlar, Yasinler Köyü imamı Mevlüt Efendi’nin evinin kapısını.
-Hoş geldiniz, safalar getirdiniz diyerek karşılar konuklarını, imam Mevlüt Efendi.
İçeri alınır konuklar. Otururlar karşı karşıya. Hal-hatır sorulur. İkram edilen çaylar-kahveler içilir afiyetle. Sonra “Sırası gelmiştir artık” diye düşünen Süleyman Dayı:
-İmam Efendi müsaadeniz olursa, sebebi ziyaretimizi açıklamak istiyorum, der.
İmam Mevlüt Efendi:
-Müsaade sizindir Süleyman Ağa. Buyurun, sizi dinliyorum, der.
Süleyman Dayı:
-Efendim, biz Allah’ın emri Peygamber Efendimiz’in kavliynan kızınız Elif’i oğlumuz Remzi’ye istemeye geldik, der.
İmam Mevlüt Efendi:
-Allah’ın emri başımnan gözüm üstüne. Ama siz de bilirsiniz önce kızımın fikrini öğrenmem lazım. Ondan sormadan, onun rızalığını almadan size “evet”  ya da “hayır” demem mümkün değildir, der.
Süleyman Dayı:
-Gararınızı hörmetle garşılıyorum, elbette. Malumunuz kimim kimsem yoktur oğlumdan gari. Varım-yoğum onundur. Dünya fani, hepimiz misafiriz bu fanide. Emr-i Hak vasıl olmadan oğlumun mürvetini görmek istiyom. Onun için diyorum ki gararınızı fazla geciktirmeseniz, der.
İmam Mevlüt Efendi:
-Gararımın fazla gecikecegini tahmin etmiyorum Süleyman Ağa. Olumlu ya da olumsuz bir gaç gün içinde gararımı bildiririm size, der.
Süleyman Dayı:
-Sağ olİmam Efendi. Allah ırazı olsun sizden, der.
-Allah sizden de ırazı olsun, der İmam Efendi.
Sonra izzet-ikram derken vakit bir hayli ilerlemiştir. İzin istenir ev sahibinden:
-Allah’a ısmarladık diyerek ayrılırlar oradan.
Süleyman Dayı ile karısı Melek Kadın köylerine doğru yol alırken, kızının fikrini sorup olumlu yanıt alan imam Mevlüt Efendi, 20–25 gün sonra müjdeli haberi gönderir, Süleyman Dayılara:
-Gelin Allah’ın emriyle kızımı isteyin diye.
Süleyman Dayılar, oldukça mutludurlar gelen haberden. Deyim yerindeyse zevkten dört köşe olmuşlardır. Hemen başlarlar hazırlıklara, bir an önce biricik oğullarının mürüvvetini görmek üzere. Nişandı, nikâhtı derken sonunda kurulur düğün-dernek.Üç gün üç gece boyunca çifte davul-zurna sesleri yankılanır, İnceler Köyü’nün semalarında. Kurulur koca kazanlar, kocaman meyve bahçesinin tam orta yerinde bulunan iki katlı, kiremit çatılı, pencereleri panjurlu, görkemli konağın kapısının önüne. Çeşit çeşit yemekler taşınır koca koca kazanlardan bahçede kurulan masalara. Ardından kasa kasa biralar, koli koli rakılar, şişe şişe şaraplar taşınır masalara, çeşmeden su taşınırcasına. Yenilir, içilir. Herkes eğlenir gönlünce. Al kınalar yakılır ak ellere. Renk renk kuşaklar bağlanır incecik bellere. Sonra ayrılır Elif kız baba evinden, telli-duvaklı gelin olarak. Varır, aynı kaderi paylaşacağı, aynı yastığa baş koyacağı koca evine. Onlar erer muratlarına. Düğüne çağrılı olanlar dönerler evlerine birer, birer.
El bebe kgül bebektir Elif, koca evinde. Ona “gelin” diyenlere kızışır, kayın baba Süleyman Dayı ile kayın valide Melek Kadın; “O bizim gelinimiz değil, kızımızdır”diyerek.
Yıllar geçer aradan. Çoluk-çocuğa karışır, Elif Gelin ile Arap Remzi. Onlar oğul-uşak, Süleyman Dayı ile Melek Kadın da torun-tombalak sahibi olurlar. Hep birlikte yaşar giderler. Taa ki kayınvalide Melek Kadın ansızsın Hakk’ın rahmetine kavuşana değin. Sırası gelen çeker gider o gelmez yola. Günün birinde ardın abile bakmadan, bırakır gider oğlunu, kocasını, gelinini ve torunlarını. Hem de kendisine en çok ihtiyaç duyulduğu bir zamanda. Karısının bu ani gidişine son derece üzülen Süleyman Dayı ağlar durur günlerce. Hiç beklenmedik bir anda kaderdaşı Melek Kadın’ı yitiren Süleyman Dayı, her geçen gün biraz daha yıkılır, yaşamın yükünü çekemez duruma gelir. Düşer elden ayaktan. Dünyanın aydınlığından yoksun kalır. Kaybeder iki gözünü. Başkasının yardımına muhtaç hale gelir. Başkaları olmadan bir hiç gibi hisseder kendini. Oğlu-gelini yedirir yemeğini. Onlar içirir suyunu. Onların kolunda gider tuvalete. Onların yardımı olmadan inip çıkamaz merdivenleri. Her gün dua eder, bir an önce ölsün diye.
Zaman su gibi akıp gitmekte. Gözlerini kaybetmesinin üzerinden üç-beş yıl geçmiştir. Her geçen gün biraz daha güçten kuvvetten düşen Süleyman Dayı, günün birinde istenmeyen adam konumuna düşer, kendi evinde.
Kızı gibi gördüğü gelini Elif günün birinde:
-Babanı bu evde görmek istemiyorum. Bakacak halim kalmadı artık. Al, götür onu bu evden, der kocası Arap Remzi’ye.
Arap Remzi:
-Olur mu Elif? O benim babamdır. Nereye, kime götürebilirim onu? Onu götürecek bir yakınım bile yok, bunu sen de biliyorsun. N’olur bunu isteme benden, der.
Elif Gelin:
-Ya beny a baban! diyerek iki seçenek koyar kocası Arap Remzi’nin önüne. Bu iki seçenek arasında bir tercih yapmak zorunda bırakır, onu.
Kocası Arap Remzi:
-Etme Elif, gel vazgeç bu sevdadan. Adamcağız ömrünün son demlerini yaşıyor zaten. Bırak da yatağında ölsün bari, diyerek yalvarır karısı Elif’e.
Ama nafile. Nuh der Peygamber demez Elif Gelin. Binmiş şeytan atına inmez aşağı. Diretir durur sözünde. Çaresizlik içinde kıvranıp duruyor, onu bir türlü ikna edemeyen kocası Arap Remzi. Sonunda pes eder. Boyun eğmek zorunda kalır, karısının isteğine.
Oğul Arap Remzi, günün birinde girer, çaresizlik içinde başına gelecekleri bekleyen babasının odasına. Onun büyük bir ızdırap içinde kıvrandığını sezince:
-Ne o babacığım, canın mı sıkılıyor? der.
Babası Süleyman Dayı:
-“Evet oğul! Nerdeyse patlayacağım sıkıntıdan. Durmadan dua edip duruyorum. Allah canımı alsa da kurtulsam şu halden”, diye. “Ama olmuyor, kabul görmüyor dileklerim. Daha çekeceklerim var demek ki? “diye yanıtlar oğlunun sorusunu.
Oğul Arap Remzi:
-Sıkma canını babacığım. Yapacağımız bir şey yok. Mecburen çekeceğiz başa geleni, der.
Baba Süleyman Dayı:
-Benimde bir şey dediğim yok zaten, der.
-Biraz çıkıp dolaşalım mı? Hem temiz hava alırsın, hem de sabrın açılır, ferahlarsın.Olmaz mı? der oğul Arap Remzi.
Baba Süleyman Dayı:
-İyi olur, der.
Oğul Arap Remzi:
-Traktörle çıkıp dolaşalım. Şöyle uzak ve ıssız bir yere gider, oturur, dertleşiriz baba-oğul, der.
-Çıkalım çıkmasına ama? der baba Süleyman Dayı.
-Amması neymiş babacığım? 
-Traktörün üzerinde durabilir miyim, bilmem ki? 
-Ben ne güne duruyorum baba? Sen işin o tarafını bana bırak. Hiç meraklanma sen.Tutarım seni sıkı sıkı, der.             
-Çıkalım o zaman, der.
Babasından onay alan oğul Arap Remzi, kucaklar babasını, indirir merdivenlerden aşağı. Sonra oturtur, üzerine minder serdiği traktörün genişçe çamurluğuna. Kendisi de hemen yanı başındaki direksiyona oturur. Bir eliyle sıkı sıkıya babasının kolundan tutan Arap Remzi, öteki eliyle açar kontağı, çalıştırır traktörü. Çıkarlar amacı belli, hedefi belirsiz yolculuğa. İlerlerler ağır, ağır. Kaybolurlar gözden yavaş yavaş.
Ora senin bura benim diyerek dolaşırlar saatlerce. Sonunda varırlar komşu köyün yazları yayladığı Otluk Yaylası’na. Arap Remzi çeker traktörü, yaylanın hemen yanı başında bulunan kocaman vadinin en yüksek tepesine. Kapatır kontağı, iner traktörden aşağı. Babasını kucakladığı gibi alır traktörün üzerinden oturtur, tam tepede gökyüzüne kucak açarcasına dal-budak salan asırlık koca çınarın koyu gölgesine. Püfür püfür esen rüzgârla birlikte burunlarına gelen enva çeşit çiçek kokulu yayla havasını solumaya. Asıl amacı dinlenmek değil, saatlerce dolaştırarak yorgun düşürdüğü babasının orada uyumasını sağlamak ve o uykuda iken de çekip gitmektir oradan, Arap Remzi’nin.
Oturtulduğu yerin neresi olduğunu bilmez, gözleri görmeyen Süleyman Dayı. Ne fark eder, adı önemli mi o kadar? Oranın adını bilmiyordu ama oğlunun kendisini orada bırakıp gideceğini çok iyi biliyordu.
Süleyman Dayı:
-Ne güzel esiyor, insanın uyuyası geliyor, der.
Oğul Arap Remzi:
-Zamanımız çok babacığım uyuyabilirsin, der.
Baba Süleyman Dayı:
-Neresidir, burası oğul? diye sorar.
Oğul Arap Remzi:
-Nişangâh Tepesi’dir babacığım. Şu anda koca çınarın altında duruyoruz, der.
Oğul Remzi’den bu yanıtı aldığı andan itibaren geçmişine doğru bir yolculuğa çıkar, Süleyman Dayı. Kendisinin geçmişte yaptıkları bir film şeridi gibi geçer, gözlerinin önünden. O da zamanında işlemişti aynı hatayı. Karısı Melek Kadın’ın arzusuna boyun eğerek gözleri görmeyen yaşlı babasını burada ölüme terk ederek dönmüştü evine. Görmeyen gözlerinin önünden akıp giden film şeridi sona erip gerçeğe dönen Süleyman Dayı, elleriyle yerden bir şeyler aramaya başlar.
Babasının bu durumunu hayretler içerisinde izleyen oğul Arap Remzi:
—Ne o babacığım bir şey mi düşürdün? der.
—Yok, oğul düşürdüğüm bir şey yok…
—Ne arıyorsun o zaman yerden? 
—Babamın kemiklerini....
Oğul Arap Remzi:
—Güldürme beni baba. Dedemin kemiklerinin işi ne burada, mezarı dururken? diye sorar.
—Yok oğul, hiçbir zaman bir mezarı olmadı onun der, Süleyman Dayı.
—Neden?
—Senin gibi ben de güç bir durumdaydım. Son zamanlarında deden de benim gibi mahrum kaldı dünyanın aydınlığından. Yitirdi gözlerini, düştü elden ayaktan. Bize muhtaç bir duruma geldi, tıpkı benim size muhtaç olduğum gibi. Başlangıçta iyi baktık ona. Ama aradan bir zaman geçtikten sonra annen: “Ya ben ya baban” diyerek iki seçenek koydu önüme. Bunlardan birini tercih etmeye zorladı beni. Senin de biliyorsun babamı yanlarına bırakacak kimim kimsem yoktu, benim. Bende tıpkı senin gibi mecbur kalınca günün birinde sabahın erken saatinde kalktım, babamı sırtıma aldığım gibi buraya, bu çınarın dibine getirdim. Bir hayli oturduk burada. Karşılıklı konuşup dertleştik baba-oğul. Sonra yorgunluğun ve rüzgârın etkisiyle uyumaya başladı başına geleceklerden habersiz. O uykuya dalınca ben, son bir kez kendisine sarılıp doyasıya koklayıp öptüm. Sonra vicdanım sızlaya sızlaya ayrıldım buradan… Tuttum evin yolunu. Vardım karımın yanına.
- Sonra ne oldu?
-Bir daha da uğramadım buraya. Daha doğrusu uğrayamadım.
-Neden?
-İstesem de gelemezdim ya. Mevsim sonbaharın sonu, kışın başlangıcıydı. Birkaç gün sonra uzun süre devam eden bir kar yağışı başlayınca yollar kapandı. Kimse bir tarafa kıpırdayamaz oldu, taa ki ilkbahar gelene değin. Hem kar aniden bastırmasa bile buraya gelip onun kemiklerine bakacak gücü bulamadım kendimde. Belki de bu uçurumdan aşağı düştü. Cesedi orda kurtlar kuşlar tarafından parçalandı, bilmiyorum sonunu. Zira daha sonra hiç kimse kemiklerine dahi rastlayamadı. Rastlasalardı, mutlaka haberimiz olurdu. İşte oğul ben babamı kurda kuşa yem ettim, onun için onun bir mezarı olmadı asla. Ben de yaşamım boyunca vicdan azabıyla dolaştım, durdum, der.
Babasının anlattıklarını başı önüne eğik şekilde ibretle dinleyen oğul Arap Remzi:
-Peki, baba, benim, seni buraya bu amaçla getirdiğimi biliyor muydun? diye sorar babasına.
-Evet oğlum. Hem de ta başından beri...
Oğul Arap Remzi:
-Nerden biliyordun? diye sorar.
-Atalarımız: “Rüzgâr eken fırtına biçer.” sözünü boşuna mı söylemişler oğul.
Arap Remzi, özür dilediği babasını kucakladığı gibi oturtur, üzerine minder serili olan traktörün çamurluğuna. Kendisi de oturur hemen yanı başındaki direksiyon koltuğuna. Düşmesin diye bir eliyle sıkı sıkıya babasının kolundan tutarken, öteki eliyle de açar kontağı, çalıştırır traktörü. Köyüne dönmek üzere koyulur yola. İlerler ağır ağır. Bir süre sonra varır evinin avlusuna. Kapatır kontağı, iner traktörden aşağı. Kucaklar babasını, tırmanır iki katlı, kiremit çatılı, pencereleri panjurlu, görkemli konağın merdivenlerine. Koyar kucağındaki babasını odasındaki yatağına. Yatağına bıraktığı babasına yiyecek bir şeyler hazırlamak üzere mutfağa geçerken önüne geçen karısı Elif Gelin:
-Hani nasıl anlaşmıştık seninle? Neden geri getirdin? diyerek çıkışır kocasına.
Babası ile aralarında geçenleri bir bir karısı Elif’e aktaran Arap Remzi:
-Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle, der karısına.
-Neymiş söyleyeceklerin? 
-“Bu andan itibaren ister burada kalırsın, istersen babanlara gidersin” diyen Arap Remzi, iki seçenek sunar karısına, bundan sonraki yaşamları için.
Elif Gelin:
-Ben gidince siz ne yapacaksınız? der.
-Ben, çocuklarımla birlikte burada kalıp babama bakacağım. O ölünceye değin hizmet edeceğim ona…
Elif Gelin:
-Ya sonra? diye sorar.
Arap Remzi:
-Babam öldükten sonra eğer istersen evine dönebilirsin, der.
Kocasının, babasıyla aralarından geçen konuşmalardan çok etkilenen Elif Gelin:
 -Ben hiçbir yere gitmiyorum. Benim yerim, babamın evi değil kocamın yanıdır. Burada kalacak ve seninle birlikte babana, daha doğrusu babamıza hizmet edeceğim, diyerek koyar son noktayı.

 MEHMET KORKMAZ
EMEKLİ EĞİTİMCİ
 
 
 
Bugün 45 ziyaretçi (64 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol