VEFAKAR YUSUFÇUK (ÖYKÜ)-I


VEFAKÂR YUSUFÇUK 
ÖYKÜLER
 
 
 
 
 
    
VEFAKÂR YUSUFÇUK
   Galip’ti adı. Henüz üç yaşındaydı annesini kaybettiğinde. Annesi ölünce küçük yaştan itibaren öksüz kalmıştı. İlkokulu, kendi köyünde bitirdi. İlkokuldan mezun olduktan sonra girdiği sınavı kazanarak Öğretmen Okulu’na kayıt yaptırdı. Öğrenim gördüğü altı yıl boyunca köyünden ve sevdiklerinden ayrı kaldı. Altı yılın sonunda Öğretmen Okulu’nu derece ile bitiren Galip, Konaklar Köyü İlkokulu’nda göreve başladığında henüz on dokuzundaydı.
İlk maaşıyla aldığı bir yatak, bir gazocağı, on dört numara bir gaz lambası, bir bidon dolusu gazyağı, lüzumlu birkaç mutfak gereci ve gıda maddesini; kiraladığı arazili cipe koyarak gider görev yeri Konaklar köyüne.
Köye vardığında, öğretmenlerinin geleceğini önceden haber alan öğrenciler çeviriverirler, Konaklar Köyü İlkokulu’nun önünde duran jipten inen Galip Öğretmenin çevresini. Öperler elini birer birer; “Hoş geldiniz öğretmenim” diyerek. Sonra içlerinden biri okulun anahtarlarını getirmek üzere köy muhtarının evine doğru var gücüyle koşarken ötekiler, öğretmenleri tarafından jipten indirilen eşyaları taşırlar lojmanın kapısına. Eşyaların taşınması tamamlanırken anahtar da getirilir. Hemen açılır lojmanın kapısı. Kapının önüne konan eşyalar taşınacaktır içeri. Ancak girilecek gibi değil içerisi. Toz içindedir her taraf. Örümcek ağıyla kaplıdır duvarlar. Temizlenmeden içeri girilmesi mümkün değildir. Hemen kolları sıvar, Galip Öğretmen. Temizlik yapacaktır öğrencileriyle. Alır süpür geyi eline. Tam temizliğe başlayacaktı ki lojmanın açık kapısından içeri giren orta yaşlı kadın:
-Hoş geldin evlât, dedi.
-Hoş bulduk ana, sen de hoş geldin dedi Galip Öğretmen.
-Ne yapıyorsunuz?
-Baksanıza her taraf toz içinde temizlik yapacağız...
-Adın ne senin oğul?
-Galip, efendim…
-“Bana da Hayriye Teyze derler. Evim hemen şuracıkta,  de ha yolun öte yanındaki ev benimdir” diyerek lojmanının penceresinden yolun hemen öte tarafındaki evini gösteriverir Galip Öğretmen’e. 
-Memnun oldum...
-Bırak oğul elindeki süpürgeyi. Temizliğin sırası değil şimdi. Yol yorgunusun. Bize gidelim, bir çay içer dinlenirsin. Sonra gelir yaparsın temizliğini…
-Sağ ol ana rahatsız etmeyeyim sizi. Yanımda yiyecek bir şeyler getirmiştim, onları atıştırırım.
-Olmaz öyle şey. Hem rahatsızlık da ne kelime. Sen misafirsin bize.
Hayriye Teyze koluna girdiği gibi alır evine götürür, Galip Öğretmen’i. Kendisi Galip Öğretmen’e çay demleyip yiyecek bir şeyler hazırlarken, gelini Zeliş’i de lojmanı temizlemeye gönderir.
*
Birkaç yıl önce talihsiz bir trafik kazası sonucunda kocası Yusuf’u yitiren dul bir kadındır, Hayriye Teyze. Gülperi adındaki kızı ve Murtaza adındaki oğluyla kalakalır ortada. Kendilerine yardım eli uzatacak, bakacak, himaye edecek kimi kimsesi de yoktur onun. Hüsranla sonlanmış bir tebessümün acı izi kalmış gibiydi çatlamış dudağının eğreti kıvrımında. Kısa zaman içinde karlar yağmaya başlar başına. Alazlanmış yüreği çırpınıp duruyordu serçe kuşu ürkekliğinde. Henüz ömrünün baharında iken aklar düşer  kara saçlarına. Kol-kanat gerer çocuklarına. Babasının yokluğunu hissettirmeme çalışır onlara. Hem annelik hem de babalık yapar kendilerine. Çocuklarının gözü kimsenin çocuklarının giydiğinde, yediğinde, içtiğinde olmasın diye gecesini gündüzüne katarak çalışır, durur. Yemez yedirir, giymez giydirir çocuklarına. Bir yerine iki alır onlara. Kimsenin onlara yan gözle bakmasına, hor görmesine, dışlamasına izin vermez asla. Ellerini sıcaktan soğuğa vurdurmaz onların. El bebek gül bebek büyütür onları.
Günler günleri, aylar ayları kovalar. Yıllar geçer aradan. Rahmetlik kocasıyla diktikleri, ancak kocasının ölümü üzerine tek başına bakmaya mecbur kaldığı iki meyve fidanı ürün verme çağına gelmiştir artık.
Eee… Bilirsiniz ağaç meyveli olunca çok olur taşlayanı. Hele hele meyve vermeye başlayan ağacınız, Hayriye Teyze’nin ağacı gibi yol kenarında ise daha da çok olur taşlayanı.
Demem o ki evleri hemen okulun karşısında, yolun öte yanında bulunan Hayriye Teyze’nin büyük çocuğu Gülperi, gelişip güzelleşmiş, serpilip gelinlik çağına gelmiştir artık. Böyle olunca da dünür gelip gidenlerin sayısı her geçen gün daha da artar olmuştur.
Biricik kızının sevdiği biriyle evlenip mutlu bir yaşam sürmesini arzulayan Hayriye Teyze, evlilik konusundaki kararı tamamen kızı Gülperi’ye bırakmıştır. Böylece bağımsız hareket etme serbestîsini elde ederek daha seçici davranmaya başlayan Gülperi, sonuçta karar kılar birinde. Gülperi kız karar kılınca, anne Hayriye Teyze’ye de kızının kararına saygı göstererek onu davullu zurnalı gelin etmek kalır. İki tarafın onayı ile belirlenen düğün günü gelince kurulan düğün-dernek sonunda davul-zurna eşliğinde doru ata bindirilen Gülperi kız, telli-duvaklı bir gelin olarak uğurlanır koca evine. Böylece yuvadan uçan Gülperi kız muradına erip karışır çoluk çocuğa.
Gülperi kız telli-duvaklı gelin edilip koca evine yolcu edilince Hayriye Teyze ile biricik oğlu Murtaza bir başlarına kalırlar, okulun hemen karşısında, yolun öte yanında bulunan ahşap yapılı, kiremit çatılı, iki katlı evlerinde. Ancak ne yazık ki bu birliktelik de fazla uzun sürmez. Çünkü tığ gibi bir delikanlı olan Murtaza askerlik çağına gelmiştir artık. Pusulası gelmiştir. Askere gitmesi gerekiyordu onun. Ödenmesi gereken vatan borcuydu o. Ödememezlik yapamazdı. Çünkü onların ne bedel ödeyecek parası vardı, ne de kalın enseli, şiş göbekli dayıları…
Böyle olunca da her emekçi anne gibi Hayriye Teyze de biricik oğlu Murtaza’yı gözyaşlarıyla uğurlar askere. Ama buna hiç mi hiç üzülmez Hayriye Teyze. Tam tersine onur ve gurur duyuyor, vatanını koruyacak bir bekçi yetiştirdiği için.
Kızı Gülperi’yi gelin, oğlu Murtaza’yı da asker eden Hayriye Teyze, yaklaşık iki yıl boyunca bir başına kalır koca evde. Bunca derdi belaya, gam ile kasavete rağmen yaşama sevincini yitirmeden tüm olumsuzluklara karşı savaşım verir. Onun söylediğine bakılırsa koca evde tek başına yaşamıyormuş.  Evinin her yanı anılarıyla doluymuş. Onlarla hayat buluyormuş.
Bu anılarından ötürü kendini yalnız hissetmiyor, yalnızlığı da kabullenmiyordu asla. “Yalnızlık Tanrı’ya mahsustur” derdi. Hem iki yıllık ayrılık ne ki, yıllardan beri kocasının acısını kalbinin derinliklerine gömen Hayriye Teyze için. Göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçmişti iki yıl.
Askerlik bitmiş Murtaza köyüne, annesinin yanına dönmüştür nihayet. Böylece iki yıllık hasret de sona ermiştir. Ama asıl görev daha yeni başlamıştır Hayriye Teyze için. Çünkü torun-tombalak sahibi olmak istiyordu. Bunun için de bir an önce baş-göz etmesi gerekiyordu biricik oğlu Murtaza’yı. Öyle ise bir an önce bir gelin adayının bulunması gerekir. Ana-oğul yarından tezi yok diyerek başlarlar gelin adayı aramaya.
Aranan gelin adayıydı, Hint kumaşı değil ya bulunmayacak. Hem kız doğuran analar da ölmemişti. Her yer gelinlik çağındaki kızlarla doluydu. Doluydu, dolu olmasına ama kimine saçı uzun dediler beğenmediler, kimine boyu kısa dediler elediler, kimine gözü şaşı dediler uzak durdular. Ancak sonunda hem aklın hem de duyguların “olur” dediği bir gelin adayı buldular nihayet.
-Kimdi bu şanslı gelin adayı?
İnce eleyip sık dokuduktan sonra buldukları gelin adayı, Kocalar köyünden Durmuş Ağa’nın biricik kızı Zeliş’ti.
Görücü usulüyle günün birinde bir araya gelen damat adayı Murtaza ile gelin adayı Zeliş, oturur konuşur, anlaşırlar. Ve sonuçta karar kılarlar evlenmeye. İki genç aralarında konuşup evlenmeye karar kılınca büyüklerine de bu işi gerçekleştirmek kalır. Nişandı, nikâhtı derken kararlaştırılan düğün günü de gelip çatmıştır nihayet. Üç gün üç gece devam eden düğünün ilk gününün sabahı, Hayriye Teyze’nin kapısının önünde çalınan davul-zurna sesleri yankı bulur Konaklar köyünün semalarında.
Üçüncü günün sonunda Hayriye Teyze’nin biricik oğlu Murtaza ile Kocalar köyünden Durmuş Ağa’nın kızı Zeliş dünya evine girerek ererler muratlarına.
Düğün gününden yaklaşık on bir ay sonra ailedeki birey sayısı üçten dörde yükselir. Çünkü hamile olan Zeliş Gelin, kayınvalidesi Hayriye Teyze’nin mahir elleri sayesinde kolay bir doğum yapar ve nur topu gibi bir erkek çocuk dünyaya getirir. Ailenin bu yeni üyesine, yıllar önce bir trafik kazası sonucunda yaşamını yitiren Yusuf dedesinin adına binaen Yusufçuk adı verilir. Ailenin mutluluğuna mutluluk katar Yusufçuk. Sevinçlerine diyecek yoktur Zeliş Gelin’le Murtaza’nın. Ya babaannesi? O mutluluktan uçuyor adeta. Yeşil gözlü Yusufçuk, renk katmıştır onların yaşamlarına.
Galip adındaki genç öğretmen köylerine atandığında henüz 4–5 aylık bir bebekti Yusufçuk. Babaannesi, köylerine ilk kez giden Galip Öğretmen’i evlerine götürdüğünde Galip Öğretmen kucaklayıp sevmişti onu.
Hayriye Teyze; o gün evine davet ettiği Galip Öğretmen’in, annesinin, yıllar önce öldüğünü, onun küçük yaştan itibaren annesiz büyüdüğünü öğrenir. O günden başlayarak bir başka davranır, Galip Öğretmen’e. Anne şefkati ile yaklaşır ona. Çocuklarına gösterdiği sevgiyi ve şefkati sakınmaz ondan. Bir zeval gelmesin diye kol-kanat gerer ona. Ona hem evinin kapısını hem de kucağını da açar sonuna kadar. Ana-oğul gibi sıkı sıkıya sarılırlar birbirlerine. Kendisine “Hayriye Ana” diye hitap eden Galip Öğretmen’e “oğlum” demeye başlar Hayriye Teyze. Galip Öğretmen, Murtaza’yı kardeşi, Zeliş Gelin’i bacısı, Yusufçuk’u da yeğeni olarak görüyordu. Köydeki herkes artık bir ailenin bireyleri gibi görüyordu onları.
Öğretmenliğinin bu ilk yılının sonunda okullar tatile girdiğinde yaz tatilini geçirmek üzere memleketine tek kişi olarak giden Galip Öğretmen, yaz tatili sonunda iki kişi olarak döner görev Konaklar köyüne. Evlenmiştir. Bu evliliğe en çok sevinen kişi de Galip Öğretmen’in Hayriye Anası’dır. Bir gün Galip Öğretmen’in, ertesi gün Hayriye Teyzelerin evinde bir araya gelirlerdi. Aynı sofraya oturur, aynı tabakta yemek yer, aynı bardaktan su içer oldular. Ayrıları gayrıları yoktu. Aynıydı yedikleri, içtikleri. Her geçen gün daha da gelişip güçlenen bu sadakat ve birliktelik, Konaklarda on yıl çalıştıktan sonra bir başka yere atanan Galip Öğretmen’in oradan ayrılışına değin hep aynı şekilde devam eder gider. 
Galip Öğretmen’in Konaklar Köyü’ne gelişinin altıncı yılıdır. Kardeşim dediği Murtaza, çocuğuna ve ailesine daha iyi bir gelecek hazırlamak amacıyla gider İstanbul’a. O, İstanbul’a gidince evinin yükü biner Galip Öğretmen’in omuzlarına. Ama Galip Öğretmen bundan hiç mi hiç rahatsız değildir. Tam tersine böyle bir sorumluluğu yüklenmenin haklı gururunu yaşamaya başlar. Zira Hayriye Anası’nın kendisi için katlandığı fedakârlıklara bir karşılık vermek, onun iyiliklerinin altında ezilmemek için bir fırsat yakalamıştır. Bu onun için bir mutluluk kaynağı olur. Eh! Hayriye Anası, kendisine daha fazlasını yapmıştır. Anlaşılan o ki bu durumdan şikâyetçi olan yoktu. Her iki taraf da memnundu halinden.
Murtaza’nın İstanbul’a gidişinin üzerinden yaklaşık altı aylık bir zaman geçmiştir. Mevsim kışa dönmüştür. Yörede ağır kış koşulları hüküm sürmeye başlamıştır artık. Rüzgârlar uğuldayarak esmeye, yol vermeyen tipiler egemenliği ele alır olmaya başlamıştır. Anlayacağınız günlük yaşam, zorlu doğa koşullarına boyun eğer hale gelmiştir. Bir kış gecesiydi. Lapa lapa yağan kar, derinden derine uğuldayarak esen rüzgârın etkisiyle dans edercesine bir o yana bir bu yana savrularak iniyordu yere. Saatler oldukça ilerlemişti. Okul lojmanının kepenkle kapanmış pencerelerinden dışarıya sızan loş ışıkları dışında kalan köy evlerinin küçücük pencerelerinden dışarıya süzülen yedi numara gaz lambalarının loş ışıkları yok olmuştu birer ikişer. Titrek alevli on dört numara gaz lambasının loş ışığıyla aydınlanan küçük lojman odasında ertesi gün işleyeceği konulara ilişkin hazırlıklarını tamamlayıp günlük planını yapan Galip Öğretmen, içine girdiği sıcacık yatağının başucuna koyduğu ünlü Rus yazar Tolstoy’un “Anna Karanına”adlı eserinin ikinci cildini okumaya başlar. Henüz bir sayfasını bile okuyamadan lojmanın dış kapısı çalar. Üzerindeki çizgili takım pijamasıyla yatağından kalkan Galip Öğretmen, açtığı pencereden:
-Kim o? diye seslenir.
Lojmanın kapısının dışında bekleyen kişi:
-Benim oğul, Hayriye Ana’n der.
Hemen pencereyi kapatıp eşi Sultan’la birlikte dış kapıya doğru yönelen Galip Öğretmen kapıyı açar ve telaşlı bir sesle:
-N’oldu ana bir şey mi var? der.
Hayriye Teyze ağlamaklı bir sesle:
-He ya oğul…
-N’oldu anlatsana? 
-Yusufçuk, oğul Yusufçuk…
-N’oldu Yusufçuk’a?
-Yetiş Yusufçuk ölüyor oğul. N’olur bir şeyler yap, kurtarıver onu, der Hayriye Teyze.
-Tamam, ana meraklanma. Sen eve varıver ben üstümü giyinip geliyorum, der Galip Öğretmen.
Hayriye Teyze evine geri dönerken, üzerindeki çizgili takım pijamasını çıkarıp üstünü giyinen Galip Öğretmen, eşi Sultan ve henüz birkaç aylık olan kızı Nazlı ile birlikte varır Hayriye Anası’nın evine. Hemen koşar Yusufçuk’un yatağının başına. Koyar elini Yusufçuk’un küçücük alnına. Yusufçuk’un küçücük bedeninin alev alev yandığını fark edince kalkar, koşar evine. Kızı Nazlı için evde bulundurduğu ateş düşürücü fitillerden birini alarak döner Hayriye Anası’nın evine. Zaman yitirmeden koyar fitili Yusufçuk’un makatına. Sonra Hayriye Anası’na dönerek:
-Meraklanma ana şimdi düzelir, der.
Hayriye Anası:
-Sağ ol evlat. Sen de olmasaydın biz ne yapardık kadın başımıza, der.
-Tamam, anacığım fazla abartma yaptığım bir şey yok benim.
Aradan tam bir saat geçmiştir. Galip Öğretmen tekrar elini koyar Yusufçuk’un küçücük alnına. Ateşi düşmemiştir henüz. Sayıklayıp duruyor Yusufçuk. 
-Durumu nasıl oğul, ateşi düştü mü biraz? der Hayriye Teyze.
-Yok, ana düşmemiş hâlâ…
-Peki, n’olacak şimdi?
Galip Öğretmen:
-Bir an önce doktora götürülmesi gerek, der.
-Gecenin bu saatinde mi? 
-Evet, ana, hemen şimdi… 
-Kim götürecek?
-Ben ne güne duruyorum ana?
-Olmaz oğul...
-Neden olmazmış? .
-Gecenin bu saatinde yalnız gönderemem seni…
-N’olmuş gecenin bu saatine? Gece hiç yolculuk yapmadım sanki?
-O zaman köyden birini çağırayım yanına, der Hayriye Teyze.
Galip Öğretmen:
-Hayır. Hiç kimseyi çağırmana gerek yok. Ben tek başıma alır götürürüm, der.
Hayriye Teyze:
-Nasıl olur oğul, gecenin bu saatinde, bu karda kışta?
Hayriye Anası’nın sözünü bile bitirmesini beklemeyen Galip Öğretmen:
-Bak ana seni kırmak istemem. Ama bir tek laf daha edersen ömrü billâh konuşmam seninle der.
Annesi, babaannesi ve Galip Öğretmenin eşi Sultan, Yusufçuk’u hazırlarlarken Galip Öğretmen de evine varır. Giyinir üzerine kalınca giysilerini, üstüne de paltosunu. Ayağına yün çoraplarını giyinmeyi, başına kasketini, boynuna atkısını takmayı ihmal etmeyen Galip Öğretmen takar beline 7.65’lik Beratta marka tabancasını. Sonra şemsiyesini ve el fenerini yanına alarak varır, Hayriye Anası’nın evine. Kalınca giysileri giydirilip battaniyeye sarmalanan Yusufçuk’u alır kucağına, düşer ilçenin yoluna.                   
Hayriye Anası’nın, eşi Sultan’ın ve Yusufçuk’un annesi Zeliş’in ağlayıp dua ederek ilçeye uğurladıkları Galip Öğretmen; karlı, fırtınalı, soğuk bir kış gecesinde yaklaşık iki saat süren zorlu ve meşakkatli bir yolculuğun ardından varır ilçenin hastanesine. Hırıltılı bir şekilde zar zor nefes alabilen Yusufçuk, zahmetli geçen yolculuğun da etkisiyle iyiden iyiye bitkin düşmüştür. Hemen muayene edilerek tahlilleri yapılır. Neticede zatürree başlangıcı tanısı konur. Zaman yitirilmeden tedavi altına alınır. Serum takılır, ateş düşürücü iğne yapılır. Bunların yanı sıra hastalığa ilişkin öteki ilaçlar da verilir. Yapılan iğne ve verilen ilaçların bir süre sonra etkisini göstermesi üzerine kendine gelen Yusufçuk, açar gözlerini nihayet. Başucunda duran Galip Öğretmen’i görünce:
-Biz neredeyiz Galip Amca? diye sorar.
Yusufçuk’un küçücük ellerini avuçlarının içine alarak gözlerinden öpen Galip Öğretmen:
-Hastanedeyiz yavrum, der.
-Buraya neden geldik?
-Birazcık ateşin vardı senin. Onun için buraya getirdim seni. Doktor amcalar muayene edip iğne yaptılar. Bak senin de gördüğün gibi bir de serum taktılar. Ateşin düştü ve sen kendine geldin işte, der.
-Babaannemle Zeliş annem neredeler? 
-Köyde kaldı onlar yavrum, der.
-Onlar neden gelmedi?
-Onlar gelmek istediler ama ben gelmelerine izin vermedim.
-Neden izin vermedin?
-Gelmelerine gerek yoktu da ondan…
-Eve gidecek miyiz? 
-Elbette gideceğiz, burada kalacak değiliz ya…
-Ne zaman?
Sağ el işaret parmağıyla serum şişesini gösteren Galip Öğretmen:
-Şu gördüğün şişedeki serum biter bitmez gideriz, der.
Bir süre sonra, takılan ikinci serum da bitince doktora haber verilir. Gelen doktor tekrar Yusufçuk’u muayene eder ve gerekli gördüğü ilaçları yazar reçeteye. Sonra taburcu işlemleri yapılır ve Yusufçuk taburcu edilir.
Vakit öğlene doğrudur, Yusufçuk hastaneden taburcu edildiğinde. Galip Öğretmen’le Yusufçuk birlikte en yakın eczaneye giderler. Eczaneden, reçetede yazılı olan ilaçları alırlar. Karınları acıkmıştır. Eczaneden çıkınca varırlar lokantanın birine. Otururlar masaya karınlarını doyururlar. Oradan bir oyuncakçı dükkânına geçerler. Oyuncakçıdan bir-iki oyuncak, bitişiğindeki manavdan da birkaç kilo meyve alan Galip Öğretmen, Yusufçuk’u tekrar battaniyeye sarıp sarmaladıktan sonra alır kucağına ve tutar Konaklar Köyü’nün yolunu. Rüzgâr dinmiş, kar yağmıyor artık. Günlük-güneşliktir hava. Dinlene dinlene yol alır köye doğru. Köye vardığı zaman gün akşam olmak üzeredir.
Dört gözle onların yolunu gözleyen Hayriye Teyze, Zeliş Gelin ve Galip Öğretmen’in eşi Sultan Hanım, onların geldiğini pencereden görünce hemen dışarı çıkarak gözyaşlarıyla karşılarlar onları. Zeliş Gelin, Galip Öğretmen’in kucağından aldığı oğlu Yusufçuk’u bağrına basarken, Hayriye Teyze da ikinci oğlum dediği Galip Öğretmen’e sarılır sıkı sıkıya. Öper, onu dakikalarca. Böylece Galip Öğretmen’in sayesinde yeniden yaşama dönen Küçük Yusufçuk, tekrar kavuşur eski sağlıklı günlerine.
Bir canı yaşama döndürebilmek uğruna kendi yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmeden mutlak bir ölümden kurtardığı Küçük Yusufçuk’u ilkokulun dördüncü sınıfına değin okutan Galip Öğretmen, tam on yıl görev yapar Konaklar Köyü’nde. Sonra bir başka yere nakil için atama dilekçesi verir, Milli Eğitim Bakanlığı’na. İsteği üzerine ataması; Adana’ya, orada yapılan atama neticesinde de kenar mahallelerdeki ilkokullardan birine yapılır. On yıl görev yaptığı Konaklar Köyü’nden gözyaşlarıyla uğurlanan Galip Öğretmen, emekli olana değin yeni atandığı ilkokulda çalışır. Sonra da emekliye ayrılır. Emekli ikramiyesiyle bir daire alarak Adana’ya yerleşir,
Öte yandan Galip Öğretmen’in Konaklardan ayrılışının ardından İstanbul’daki ilçe belediyelerinin birinde kadrolu işçi olarak göreve başlayan Hayriye Teyze’nin biricik oğlu Murtaza da bir ev kiralar İstanbul’da. Sonra varır köyüne, yükler göçünü kamyona. Yanına annesi Hayriye Teyze’yi, karısı Zeliş Gelin’i ve oğlu Yusufçuk’u da alarak göç eder İstanbul’a.
İlköğreniminin geri kalan bölümünü ve ortaöğrenimini burada tamamladıktan sonra üniversite sınavını kazanarak Tıp Fakültesi’ne kayıt yaptıran Yusufçuk, yıllar sonra genç bir doktor olarak göreve başlar. Hemen akabinde girdiği LES sınavını kazanarak yüksek lisans yapan Yusufçuk, kardiyoloji uzmanı olarak Adana’daki hastanelerin birine atanır.
Günün birinde, görev yaptığı hastanede gece nöbetlerinden birini ifa ediyordu Dr. Yusufçuk. O gece hastanenin acil servisine getirilen bir hastanın kalp krizi geçirdiği anlaşılır. Durum anlaşılır anlaşılmaz hemen Dr. Yusufçuk’a haber verilir. Zaman yitirmeden hemen hastanın başına gelerek ilk müdahaleyi yapan ve yoğun bakıma aldıran Dr. Yusufçuk, nöbet süresinin sona ermesine rağmen ayrılmaz hastanın başından. Çünkü hastanın, kendisini altı yaşında mutlak bir ölümden kurtaran Galip Öğretmen olduğunu biliyordu. O’nu tanımıştı Dr. Yusufçuk. Bundan ötürü de onu yaşama döndürmek için canla başla çalışır. Onun, hastayı sık sık ziyaret ederek hal-hatır sormasına ve kendisinin bu yaptıkları yetmezmiş gibi bir de öteki doktorları seferber etmesine tanık olan hasta yakınları, tanımadıkları Dr. Yusufçuk’un bu yoğun ilgisine bir anlam verememişlerdi.
Bütün bunların yanı sıra yaşama döndürülen Galip Öğretmen’in, yoğun bakımın ardından Dr. Yusufçuk tarafından özel bir odaya aldırılması, kafalarını iyiden iyiye karıştırır hasta sahiplerinin. Derken Galip Öğretmen’i özel odasında ziyaret eden kızı, edebiyat öğretmeni Nazlı ile eşi Sultan Hanım olan bitenleri anlatırlar Galip Öğretmen’e. Bir ara kızı Nazlı:
-Sen doktoru tanıyor musun babacığım?
-Hayır, kızım ben tanımıyorum der.
-O zaman bu yoğun ilgi neyin nesi?
Galip Öğretmen:
-Bilmem, diye yanıt verir kızına.
Tam da bu sırada Dr. Yusufçuk elinde bir buket çiçekle girer Galip Öğretmen’in odasına. Koyar elindeki çiçekleri odadaki masanın üzerine. Hemen ardından da eğilip öper Galip Öğretmen’in elini. Sonra:
-Büyük geçmiş olsun efendim. Aramıza tekrar hoş geldiniz. Tehlikeyi atlattınız, korkulacak bir şeyiniz kalmadı artık. Birkaç güne kalmaz taburcu olur evinize gidersiniz, der.
Galip Öğretmen:
-Sağ olun doktor bey. Siz gelmeden önce kızım ve eşim bana anlattılar olağanüstü çabalarınızı ve yoğun ilginizi. Size ne kadar teşekkür etsem azdır, der.     
Dr. Yusufçuk:
-Ben sadece görevimi yaptım, der.
-Tevazu göstermenize hiç gerek yok doktor bey. Bu yaptıklarınız görevin ötesinde bir şey der,Galip Öğretmen.
Dr. Yusufçuk:
-Bir de şey efendim…
Dr. Yusufçuk’un sözünü bitirmesini beklemeyen Galip Öğretmen:
-Bir de ne doktor bey? diye sorar.
-Bir de size olan borcumu ödemek istedim. Hepsi bu kadar, der Dr. Yusufçuk.
-Hangi borçtan bahsediyorsunuz siz?
-Can borcundan efendim…
-Kimsenin can borcu yok bana doktor bey.
-Var efendim benim var.
-Siz kimsiniz? diye sorar.
-Hocam, ben, sizin on yıl öğretmenlik yaptığınız Konaklar köyü’nden…
-Kimlerdensin, Konaklardan? diye sorar.
Dr. Yusufçuk:
-Efendim, altı yaşında ateşimin çıkmasından ötürü karlı, soğuk ve fırtınalı bir kış gecesinde kucaklayıp ilçedeki hastaneye götürerek yaşamını kurtardığınız Yusufçuk’um ben. Hayriye Ana’nın torunu Yusufçuk…
Galip Öğretmen:
-Demek ki sen ha! Vefakâr Yusufçuk… diyerek basar bağrına, onu.
 
 
 
 
HAYTA İSMAİL
Vakti gelip çatmıştı artık doğurmanın. Yaklaşık on ay önce görücü usulüyle evlenmişti, Ümmühan Gelin. Hemi de komşu köyden ünüyle sanıyla meşhur Çopur Musa’nın oğlu Kasnak Şakir’le.
Dünya evine gireli on ay olmuştu, Ümmühan Gelin’in. Karnı burnuna varmıştı. Önceleri usul usul kendisini yoklayan doğum sancıları giderek arttırmıştı dozunu. Gecenin birinde iyiden iyiye artan doğum sancılarıyla uyanmıştı, Ümmühan Gelin. Sancılar dayanılacak gibi değildi artık. Benzi solmuş, kusursuz yüzü engebeli bir araziye dönüşmüştü adeta. Derin uykusundan uyandırdığı kocası Kasnak Şakir, komşuları 70’lik Ayşe Nine’nin evinde almıştı soluğu. Ayşe Nine köydeki gençlerin ve çocukların yaklaşık yüzde doksanının ebeliğini yapmış deneyimli bir kadındır. Köyün kadınlarının büyük bölümüne doğum yaptıran 70’lik Ayşe Nine, dayanılmaz doğum sancılarıyla kıvranan Ümmühan Gelin’in de imdadına yetişir nihayet.
Yeni ağarmıştı tan. Her şey rayına oturmuştu artık. 70’lik Ayşe Nine zor da olsa bir doğumu daha başarıyla sonuçlandırmanın verdiği gönül rahatlığıyla evine dönerken, biraz önce dayanılmaz doğum sancılarının etkisiyle engebeli bir araziye dönüşen yüz hatlarından en küçük bir eser bile kalmayan Ümmühan Gelin’in gözlerinin içi gülüyordu adeta. Yüzünde güller açmış gibiydi sanki.70’lik Ayşe Nine’nin ustalaşan maharetli elleri sayesinde zor da olsa doğum yapmış ve nur topu gibi bir erkek çocuk dünyaya getirmişti. Böylece iki nüfuslu bu çekirdek ailenin birey sayısı da ikiden üçe yükselmişti. İsmail koydular adını. Masmavi gözleri vardı İsmail bebeğin. Bundan ötürü “Maviş İsmail” derlerdi ona.
Mutluluklarına diyecek yoktu Ümmühan Gelin’le Kasnak Şakir’in. Yaşamlarına renk katmıştı İsmail Bebek onların. Biri yere komadan öteki alırdı kucağına Maviş İsmail’i. Yalnız annesi babası değil komşuları da kucaktan kucağa aktarırlardı onu. El bebek gül bebek büyütülen Maviş İsmail kucak maskotu haline gelmişti adeta. Onu kucaklarından indirmeyen komşuları:
-Allah herkese böyle güzel bir çocuk nasip etsin derdi.
Ancak anne Ümmühan Gelin:
-Âmin âmin… Ama yüzünün güzelliği o kadar da önemli değil. Önemli olan kaderinin güzelliğidir, derdi.
Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalamış ve köylünün uğurluğu haline gelen Maviş İsmail büyüyüp okul çağına gelmişti artık. Kayıt zamanı gelince annesi Ümmühan Gelin elinden tuttuğu Maviş İsmail’i alıp götürür okula. O da kaydedilir okula, öteki akranları gibi. Keyfine diyecek yoktur onu okula kaydeden anne Ümmühan Gelin’in. Mutluluktan uçuyordu adeta. Çünkü kendisi hiç okula gitmemiş, mektep medrese görmemişti. İşte bunun içindir ki kendisinin yaşadığı ezikliği ve bağrında hissettiği eksikliği oğluna yaşatmak istemiyordu. Onun mutlaka okumasını istiyordu. Anlaşılan o ki kendini oğluna adayan Ümmühan Gelin, ona maddi ve manevi desteği vermeye çoktan hazırlamıştı kendini.
Okuma-yazma özgürlüğünden yoksun bırakılmış olan bu annenin olağanüstü çabaları kısa süre içinde kendini göstermiş ve oğlu Maviş İsmail başarısından ötürü çok geçmeden öğretmenin gözdesi, okulun da uğurluğu haline gelmişti. Böylece Maviş İsmail yalnız köyün değil, aynı zamanda okulun da uğurluğu haline gelmiştir artık.
Ancak evde, okulda ve köydekiler tarafından gösterilen bu yoğun ilgi, Maviş İsmail için hiç de hoş olmayan sonuçların doğmasına neden olmuştu. Onu olumsuz yönde etkileyen bu yoğun ilgi, ona farklı bir kimlik kazandırmaya başlamıştı artık. İlgi odağı olmaktan haz duymayan ve deyim yerindeyse ilgi sarhoşu olan Maviş İsmail, saldırgan bir kimliğe bürünmüş gibiydi adeta. Hiçbir neden olmaksızın arkadaşlarına saldırmaya ve kendisini ilgilendirmeyen konulara bile karışır olmaya başlamıştır artık. Kendisine gösterilen yoğun ilgiden bunalan Maviş İsmail’in arkadaşlarından annesine, babasına ve öğretmenine şikâyetler gelmeye başlamıştı. Hem de her geçen gün daha da artarak.
Gün geçtikçe artan şikâyetler üzerine onu yakın takibe alan annesi, babası ve öğretmeni her defasında: “Yavrum bu yaptıkların yanlıştır. Arkadaşlarınla iyi geçinmen, evde, okulda ve bulunduğun her ortamda toplumu rahatsız edici davranışlardan kaçınman ve toplum kurallarına uyman gerek. Büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi göstermek zorundasın. Okula kavga için değil, okuyup adam olmak için gidilir.” şeklinde sürekli uyarılarda bulunarak onu doğru yöne kanalize etmeye çalışırlar. Ama nafile. Çünkü annesinin, babasının ve öğretmeninin söyledikleri bir kulağından girip ötekinden çıkıyordu. Anlayacağınız bildiğinden şaşmıyordu Maviş İsmail.
Oysa anne Ümmühan Gelin ile baba Kasnak Şakir, onun okuyup adam olacağından o kadar umutluydular ki. Hatta Maviş İsmail, henüz ilkokulun üçüncü sınıfında iken şehere giden babası Kasnak Şakir, elinde bir sepet dolusu köy yumurtasıyla şehirde ikamet eden Durmuş Dayı’sını ziyaret etmek amacıyla evine uğradığı zaman oğlu Maviş İsmail’in okuyup adam olması için Durmuş Dayı’sının üniversiteye yeni başlayan oğlunun lise kitaplarından oluşan bir çuval dolusu kitap alıp getirmişti biricik oğluna. Ama Maviş İsmail, babasının, kendisinin, okuyup adam olması için şehirden yükleyip getirdiği bir çuval dolusu lise kitabından bir tanesini bile açıp yüzüne bakmamıştı. Oğlunun okuyacağından umudunu kesen baba Kasnak Şakir, günün birinde karısı Ümmühan Gelin’e:
-Yok, kadın yok. Ben umudumu yitirdim artık. Bu çocuğun okuyup adam olacağı falan yok. Baksana benim şeherden yüklenip getirdiğim onca kitaptan bir tanesinin bile kapağını açıp yüzüne bakmadı. Oysa ben o kitapları alabilmek için Durmuş Dayı’ma ne kadar yalvarmış, rica mihnet etmiştim. Hatta Durmuş Dayı’m:
-Oğlum Şakir senin beben daha ilk mektebe gidiyor. Oysa bu kitaplar lise talebeleri içindir, beben bunları okuyamaz dediydi. Ama ben:
-Durmuş Dayı sen benim bebeyi daha tanımıyor, bilmiyorsun. Ellerinden öper, öyle zeki bir çocuk ki bu kitapları bana mısın demez bir çırpıda okur bitirir diyerek adamcağızı zar-zor inandırabilmiştim, der.
Kocasıyla aynı duyguları paylaşan Ümmühan Gelin:
 -Vallahi herif ne yalan söyleyim, benim de umudum kalmadı artık. Çünkü canı sağ olasıca pek okuyup adam olacağa benzemiyor, der.
Dün el bebek gül bebek elden ele, kucaktan kucağa taşınan, köylünün ve okulun uğurluğu olan Maviş İsmail; olumsuz davranışlarından, saldırgan ve kavgacı tutumundan ötürü hem anne ve babasının hem de öğretmeninin ve köylüsünün sevgisini ve güvenini yitirmiş ve ilgi odağı olmaktan çıkmış, toplumdan dışlanmaya başlamıştı artık. Ne kimse eskisi kadar seviyor, ne de ilgi gösteriyordu. Eh! Böyle olunca da Maviş İsmail bir anda kendini büyük bir boşluğun içinde bulmuş ve bunalıma girmişti, artık.
Annesi Ümmühan Gelin ile babası Kasnak Şakir kendisini ne pahasına olursa olsun mutlaka okutmak istemelerine ve bu yönde çaba harcamalarına karşın süresi beş yıl olan ilkokulu sekiz yılda zar-zor bitirebilen Maviş İsmail, kendini tam anlamıyla salıvermiş ve toplumdan kopmuştu. O gencecik yaşına rağmen sigarayla, içkiyle ve kavgayla tanışmış ve köy yerindeki her içki âleminde, her kavga ortamında başrol oyunculuğu görevini üstlenir olmuştu.
İşte bunun içindir ki o kısa zamanda “hayta” unvanını elde etmiş ve dünün mavi gözlü güzel çocuğu “Maviş İsmail”, “Hayta İsmail” adıyla anılır olmaya başlamıştı artık. Bu da ailesini, özellikle de annesi Ümmühan Gelin’i kahretmeye yetmişti.
Hani İsmail henüz küçük bir bebek iken onu kucaklarından indirmeyen komşuları:
-“Allah herkese böyle güzel bir çocuk nasip eylesin” dediklerinde;
Annesi Ümmühan Gelin:
-“Yüzünün güzelliği önemli değil. Önemli olan kaderinin ve şansının güzel olmasıdır” dememiş miydi?
Eee… Haksız da değilmiş Ümmühan Gelin. Baksanıza dünün mavi gözlü güzel bebeği “Maviş İsmail” bir anda “Hayta İsmail” olup çıkmıştı karşısına. Çünkü dünün mavi gözlü güzel bebeği İsmail, Hayta İsmail’in gölgesinde kalmıştı artık. Böylece mavi gözlü, güzel yüzlü İsmail kendi elleriyle çizmişti o çirkin kaderini. Yürüyeceği yolu seçmiş ve geleceğini tayin etmişti
-Peki bunu tek başına mı yaptı?
-Elbette hayır.
Hani Nasrettin Hoca’nın bir fıkrası vardır: Hırsızın biri günün birinde Hoca’nın evine girer. Yükten hafif pahadan ağır ne bulursa alır götürür. “Geçmiş olsun”a giden komşuları sözbirliği etmişçesine: “Kapını açık bırakmasaydın, kilitleseydin bunlar başına gelmeyecekti” diyerek Hoca’yı suçlamaya başlarlar. Her gelen komşusundan bu sözleri duymaktan usanan Hoca:
-Bre komşular bu hırsızın hiç mi suçu yok? der.
*
Evet, dünün Maviş İsmail’i, Hayta İsmail olup çıktığında çevresindekilerin hiç mi suçu yoktu? Maviş İsmail durup dururken mi Hayta olup çıkıverdi?
Askerlik çağına gelmiştir artık. Onu kendi elleriyle okula yazdıran anne Ümmühan Gelin, vatan borcunu ödesin diye bu kez de askere uğurlar gözyaşlarıyla. Herkesin iki yılda bitirdiği askerliği Hayta İsmail, iki buçuk yılda bitirebilmişti ancak. Çünkü haytalığı orada da devam etmişti. Amma orası askerlik ocağı, söker mi haytalığı İsmail’in? Alır cezasını oturur kıçının üstüne. İşte bundan ötürüdür ki herkesin iki yılda bitirdiği askerliği, iki buçuk yılda zor tamamlayabilmişti, Hayta İsmail.
İki buçuk yılda da olsa nihayet sonuçta askerliği biter ve Hayta İsmail döner köyüne. Annesi Ümmühan Gelin, askerliğini bitirip evine dönen biricik oğlu İsmail’e kız beğenmeye başlar artık. Onu bir an önce evlendirip baş göz etmeye çalışmasının iki nedeni vardır. Birincisi bir an önce oğlunun mürüvvetini görmek, ikincisi ve en önemlisi de evlenip başı bağlanırsa aklı başına gelir, haytalıktan vazgeçer, uslanır diye düşünmesidir. Bundan ötürü kız aramaya başlamıştı zar-zor ikna edebildiği oğlu Hayta İsmail ile birlikte.
Tam da bu sırada Ümmühan Gelin’in de davetli olduğu bir düğün olur komşu köylerinin birinde. Gelin beğenmek için en ideal yerlerdir köy düğünleri. Çünkü gelinlik çağına gelen köylü kızları, birbirleriyle yarışırcasına en güzel giysilerini giyinip takılarını takınarak giderler düğünlere. Daha ziyade beğenilmek için düğünlere giderler dersek daha doğru olur. Bu anlamda komşu köydeki düğün kız beğenme için tam bir vesileydi, Hayta İsmail ile annesi Ümmühan Gelin için. Nasıl olsa onlar da davetliydiler düğüne. Hazırlanan ana-oğul komşu köydeki düğüne gitmek üzere çıkarlar yola.
Heyecanlıydılar. Bir o kadar da umutluydular davul-zurna ile karşılandıkları düğüne giderken. Bir başka olur köy düğünleri. Özenle kurulan sofralarda kompostodan pilava, sarmadan çoban kavurmaya değin çeşit çeşit yemekler; su niyetine içilen içkiler; davul-zurna eşliğinde çekilen kızlı-erkekli halaylar ve dahası…
Hayta İsmail ile annesi Ümmühan Gelin’in katıldıkları komşu köydeki düğün de aynıdır. Yemek vakti gelince kurulan sofralar donanır enfes yemeklerle. Otururlar davetliler sofraya. Önce yemekler yenilip karınlar doyurulur. Ardından başlanır içkiler içilmeye. Hem de kafalar hoş bedenler sarhoş olana değin. İçilir de içilir, çeşmeden su içilircesine. Sonra çalınır davul-zurnalar, çekilir halaylar. Düğün evinin önünde davul-zurna eşliğinde el ele tutuşarak kızlı-erkekli halay çekenlerin arasında kız beğenmeye giden Hayta İsmail de vardır. Halay çekerken arada bir belindeki tabancasını çıkarıp havaya ateş eden Hayta İsmail, halay çeken grubun içinde yer alan kızlardan birini kestirir gözüne. Halay faslının ardından gözüne kestirdiği kızı, gizlice annesi Ümmühan Gelin’e gösteren Hayta İsmail, annesinden onu soruşturmasını ister.
Hemen kızı araştırmaya koyulan anne Ümmühan Gelin, kızın, köyün ileri gelenlerinden Satılmış Ağa’nın Döne Sultan adındaki kızı olduğunu ve daha da önemlisi onun sözlü ya da nişanlı olmadığını öğrenir. Elde edilen bu bilgiler ve özellikle de evli veya nişanlı olmadığı büyük önem taşımaktadır, Hayta İsmail ile annesi Ümmühan Gelin için. Sonuçta üç gün devam eden köy düğünü sona erer ve düğüne çağrılı olan öteki davetliler gibi Hayta İsmail ile annesi Ümmühan Gelin de dönerler evlerine. Baba Kasnak Şakir de olandan bitenden haberdar edilir. Bu habere çok sevinir, oğlunun uslanması için bir an önce evlenmesinden yana olan baba Kasnak Şakir. 
Aradan bir zaman geçtikten sonra hiç kimselere duyurmadan gizlice ve kendi törelerine uygun bir şekilde küçük bir hediye alan baba Kasnak Şakir ile anne Ümmühan Gelin dünür giderler komşu köyden Satılmış Ağa’nın kızı Döne Sultan’a.
Konuksever her Anadolu köylüsü gibi Satılmış Ağa da kendilerine Tanrı misafiri olarak gelen Ümmühan Gelin ile kocası Kasnak Şakir’i güler yüzle karşılar, onlara hizmette ve hürmette kusur etmeden sohbet eder tatlı tatlı. Sohbet koyulaşıp ortam uygun bir kıvama gelince Ümmühan Gelin:
-Satılmış Ağa’m bizim ziyareti sebebimizi merak etmişsinizdir herhalde? der.
Satılmış Ağa:
-Vallahi, etmedim desem yalan olur, diyerek yanıtlar Ümmühan Gelin’in sorusunu.
Ümmühan Gelin:
-O zaman ben ziyaretimin sebebini gönül rahatlığıyla anlatabilirim, der.
Satılmış Ağa:
-Buyurun, sizi dinliyorum der:
Ümmühan Gelin:
-Bilmem ki söze nasıl başlasam. Siz de bilirsiniz hani derler ya meyveli ağacı herkes taşlar, diye…
Satılmış Ağa:
-Doğrudur, öyle derler.
Ümmühan Gelin:
-Allah bağışlasın, sizin gelinlik çağına gelmiş dünyalar güzeli bir kızınız var, der.
Satılmış Ağa:
-Sağ olun efendim. Allah cemi cümlemizin evladını bağışlasın, der.
Ümmühan Gelin:
-Bizim de ellerinizden öper, askerliğini yeni bitiren bir oğlumuz var, deyince;
Satılmış Ağa:
-Sağ olun el öpenleri çok olsun, der.
Ümmühan Gelin:
-Demem o ki biz Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle güzel kızınız Döne Sultan’ı oğlumuz İsmail’e istemek üzere dünür geldik size, der.
Satılmış Ağa:
-Hoş geldiniz efendim, sefalar getirdiniz. Allah’ın emri başımnan gözüm üstüne. Eh! Dünya kurulalıdan beri bu adet vardır. Böyle gelmiş böyle de gidecek. Dünyanın töresi böyledir, ne yapalım onu değiştirecek değiliz. Hem değiştirmeye kalkışsak bile buna gücümüz yetmez. Bunu yapamayacağımıza göre herkesin geçtiği köprüden biz de geçeriz. Ama siz de bilirsiniz ki bu işin bir yolu yordamı vardır. Her isteyene hemen ha deyip kız verilmez. Size olumlu ya da olumsuz bir yanıt verebilmem için zamana ihtiyacım var benim. Kızımı bir yoklayıp fikrini sormam, düşüncesini öğrenmem gerek. Ancak bunları öğrendikten sonra size bir cevap verebilirim. Ama bütün bu söylediklerim “tamam” anlamına gelmemeli. Sorup soruşturduktan sonra cevabım “evet” de olabilir, “hayır” da olabilir. Sonra beni töhmet altında bırakmayasınız, der.
Ümmühan Gelin:
-Hay ağzınıza sağlık, Allah razı olsun sizden Satılmış Ağa’m. Bu söylediklerinize katılmamak mümkün mü? Değil elbette. O zaman şöyle yapalım. Biz, size bir ay mühlet verelim, bir ay sonra cevabınızı öğrenmek için tekrar rahatsız ederiz sizi, der.
Satılmış Ağa:
-Hay hay, böylesi daha iyi olur, der.
Bunun üzerine köpüklü kahveler yudumlandıktan sonra evlerine dönmek için ev sahibinden izin isteyen Ümmühan Gelin ile kocası Kasnak Şakir:
-Hoşça kalın, Allah’a emanet olun deyip Satılmış Ağa’nın evinden ayrıldıktan sonra dönerler köylerine.
İlerleyen günlerde önce kızı Döne Sultan’ı yoklayarak onun bu evliliğe olumlu baktığını öğrenen Satılmış Ağa, bu kez de damat adayı Hayta İsmail’i sorup soruşturmaya başlar. Ancak aldığı yanıtlar hiç de iç açıcı değildi. Hiç kimse olumlu bir şey söylemiyordu damat adayı Hayta İsmail hakkında. Satılmış Ağa, damat adayı Hayta İsmail hakkında onun köylülerinden her kime sorduysa hepsi söz birliği etmişçesine:
-“Aman ha Satılmış Ağa’m kızını ateşe atmayasın. İşi yok gücü yok. İpsizin sapsızın tekidir Hayta İsmail. Kız verilir mi ona?” diyerek bu izdivaca karşı çıkarlar, Hayta İsmail’in kendi köylüleri.
Aldığı yanıtlar karşısında şaşkına dönen kız babası Satılmış Ağa:
-Yahu bunları söyleyenlerin gelinlik çağında kızları mı var? Kendi kızlarını vermek için mi taş koyarlar bu işe? Yoksa bir düşmanlıkları mı var? diyerek muhakemesini yapar bu işin.
Sonra da kendi kendine:
-Hadi diyelim birkaçının kızı var, onlar kızlarını vermek için bu işe engel olmaya çalışırlar, ya da düşmanlıkları… Ama bu işe taş koymaya çalışan herkesin gelinlik çağında kızı ya da düşmanlığı yok ya… O zaman bu söylenenlerin bir doğruluk payı vardır mutlaka diye düşünen Satılmış Ağa:
-Ama durumu yine de birkaç kişiye daha sormakta yarar var kanısına varır.
Sonuçta üç-beş kişiye daha sorar damat adayı Hayta İsmail’i. Ama onlar da hep söz birliği etmişçesine:
-Aman ha Satılmış Ağa’m. Kızını ateşe atmayasın. İşi yok, gücü yok. İpsizin sapsızın tekidir Hayta İsmail. Kız verilir mi ona?” yanıtını verirler.
Satılmış Ağa:
-Yahu ben biricik kızım Döne Sultan’ı, ipsiz-sapsız Hayta İsmail için mi besleyip büyüttüm? Bu iş olmaz, başladığı yerde bitsin diyerek kendi kararını verir.
Ancak karısının ve kızının düşüncelerini alamadan da edemez. Kendi kararını nedenleriyle birlikte karısına ve kızına aktararak onların düşüncelerini sorar. Kararı haklı ve mantıklı bulan ana-kızdan da olumlu yanıt alan Satılmış Ağa:
-Bu iş burada biter diyerek son noktayı koyar.
Öte yandan bir aylık zamanı iple çeken Hayta İsmail’in annesi Ümmühan Gelin, verilen bir aylık sürenin sonunda kızına dünür gittiği Satılmış Ağa’nın kararını öğrenmek üzere tutar komşu köyün yolunu, varır Satılmış Ağa’nın evine. Oturulur, hoş-beş edilip hal hatır sorulur. Döne Sultan’ın yaptığı orta şekerli kahveler içilir. Sonra:
-“Ben kararınızı öğrenmeye geldim, Satılmış Ağa’m”, der Ümmühan Gelin.
Satılmış Ağa:
-Vallahi ben evelemeyi, gevelemeyi hiç mi hiç sevmem. Sözüm dobradır benim. Kararımız ne yazık ki “Hayır” olacaktır. Kusura bakmayın. Kısmetinizi başka yerde arayınız, der.
Bir anda çarpılmışa dönen Ümmühan Gelin:
-Kızınız mı istemiyor? diye sorar.
Satılmış Ağa:
-Yooo…Hayır.Kızım başlangıçta  “tamam” dediydi. Ama sonradan.
Ümmühan Gelin:
-N’oldu ki sonradan? diye sorar.
Satılmış Ağa:
-Bakın anlatayım. Ben önce kızıma sordum. Ondan“olur” cevabını aldıktan sonra sizin oğlunuzu araştırdım doğal olarak. Beş-on kişiye oğlunuzu sordum. Kimdir, ne iş yapar, nasıl biridir? diye. Hem sorduğum insanlar da yabancı değil, sizin köyden, kendi komşularınız. Her birine ayrı yer ve ayrı zamanlarda sormama rağmen hepsi de söz birliği etmişçesine:
-“Aman Satılmış Ağa’m, Hayta İsmail’e kız verilir mi? İşi yok gücü yok, ipsizin sapsızın tekidir o. Kızınızı ona vereceğinize ateşe atın yakın daha iyidir.” dediler.
Bu söylenenlerden ötürü ben de durumu karıma ve kızıma açıkladım. Onlarla birlikte oturduk, konuştuk ve kararımızı verdik, der.
Ümmühan Gelin:
-Kararınızı bir daha gözden geçirseniz…
Satılmış Ağa:
-Değişen bir şey olmaz, der.
Ümmühan Gelin:
-Kararınız kesin mi yani? diye sorunca;
Satılmış Ağa:
-Maalesef kararımız kesindir. Allah yolunuzu ve oğlunuzun bahtını açık etsin. Siz kısmetinizi başka yerde arayın der.
Aldığı bu olumsuz yanıtla yıkılan ve kurşun gibi ağır bir havanın etkisiyle soğuk terler dökmeye başlayan Ümmühan Gelin:
-Sağ ol Satılmış Ağa’m. Allah kızınızın da bahtını açık etsin. Ne yapalım kısmette yokmuş demek ki. Sağlık olsun, der.
Sonra izin isteyerek ayrılır Satılmış Ağa’nın evinden, tutar evinin yolunu.
Hiç beklemediği bu yanıt karşısında beyninden vurulmuşa dönerek dünyası kararan Ümmühan Gelin, köyüne doğru yol alırken kendi kendine:
-“Aslında haklıdır, Satılmış Ağa. Onun yerinde ben de olsam aynı şeyi yapardım. Kızını ateşe atacak değil ya? Suç komşularımızın. Olur mu böyle komşuluk? Yazık günah değil mi gençlere? Kaderleriyle oynanır mı onların? Hem bizim kime ne zararımız oldu ki kin güdüp düşmanlık ediyorlar? Allah’tan tek dileğim bize bu kötülüğü yapanların işi gücü rast gitmesin.” diye söylene söylene varır evine. 
Ümmühan Gelin eve vardığında sabırsızlıkla onun yolunu gözleyen oğul Hayta İsmail, annesinin yorgun, bitkin ve solan yüzünü görünce:
-N’oldu anne neyin var senin? diye sorar.
-Yok, bir şeyim oğul, der Ümmühan Gelin.
Hayta İsmail:
-Yok, olur mu anne? Bitkinsin, yüzün solmuş, rengin kaçmış işte…
Ümmühan Gelin:
-Yorgunum oğul biraz dinlenirsem geçer, diyerek uzanır yerdeki minderin üzerine.
Minderin üzerine uzanan annesinin yanı başına çömelen Hayta İsmail:
-Moralin mi bozuk yoksa? diye sorar.
-Eh! Biraz öyle, der.
-Canını sıkan bir şey mi oldu?
-Evet…
-Ters cevap mı verdiler yoksa?
-Maalesef…
-Hayır mı dediler, anne?
Yanaklarından aşağıya süzülen gözyaşlarına engel olamayan anne Ümmühan Gelin:
-Evet, oğlum, bu iş olmaz dediler. Üzülme, canın sağ olsun, kız mı yok sana? Elini sallasan ellisi gelir peşinden. Ne yapalım? Kısmette yokmuş demek ki, diyerek teselli etmeye çalışır oğlunu.
Hayta İsmail:
-Nedenini söylediler mi bari? diye sorar.
-Söylediler, söylediler…
-Neymiş nedeni?
-Boş ver oğlum…
-Boş ver olur mu anne?  Söyle biz de bilelim nedenini, der.
Ümmühan Gelin:
-Oğlum, Satılmış Ağa, senin hakkında bilgi edinmek için bizim köylülerden birkaçına bir şeyler sormuş. Ama komşularımız:
-“Aman Satılmış Ağa’m kız mı verilir Hayta İsmail’e? İşi yok gücü yok onun. İpsizin sapsızın tekidir, o.”deyivermişler. Eh!... Satılmış Ağa da haklı olarak “ bu iş olmaz “ diyor. Onun yerinde ben de olsam aynı şeyi yapardım, der.
Annesin den duyduğu bu sözlerden ötürü birden yüzü asılan, rengi kaçan, sinirleri gerilen ve köpürmeye başlayan Hayta İsmail:
-“Bana ha…Yapılır mı lan bu kelek? Ben Hayta İsmail isem eğer gösteririm onlara günlerini” der ve annesinin engel olmaya çalışmasına rağmen duvarda asılı duran ceketini alır omzuna, düşer şehrin yoluna.
Yaklaşık bir buçuk saat yol yürüdükten sonra şehre varan Hayta İsmail, 70’lik bir rakı, yarım kilogram leblebi, 5 m.lik bir sicim ve bir balta sapı aldıktan sonra tekrar tutar köyünün yolunu. Bir buçuk saat yürüdükten sonra varır evine. Kurar çilingir sofrasını. Oturur başına. Devirir bir saat içinde 70’lik yeni rakıyı. Bulur kafayı…
Sonra?
Sonra da şehirden aldığı 5 m.lik sicimi omzuna, balta sapını bir eline, 7.65’lik tabancasını da öteki eline alarak çıkar evden.
Köylünün şaşkın bakışları arasında yalpalaya yalpalaya varır köy meydanına. Başlar konuşmaya:
-Bu köyde benim tekerime taş koyan varmış. Kimmiş bu mahlûkat lan. Hangi babayiğit ise çıksın karşıma. Bana bu kelek yapılır mı lan?
Benim için “ipsizin sapsızın tekidir”demişler. Ben ne ipsizim, ne de sapsızım der. Sonra sol eliyle omzundaki 5 m.lik ipi göstererek:
-Bakın bu ipimdir…
Öteki eliyle de balta sapını göstererek:
-Bu da sapımdır der ve devam eder:“Demek ki ipim de var, sapım da… Ben ne ipsiz ne de sapsızın tekiyim. Bana ipsizin sapsızın tekidir diyenin anasını, avradını… Yediden yetmişe tüm gelmişini, geçmişini s…” der.
Sonra elindeki tabancayla rast gele sağa sola ateş etmeye başlar.
Çıt yok…                                     
 
  
 
 
ŞEYTANA DON BİÇEN ADAM  
Gözlerinin birinde bir özürü vardı. Bundan ötürü ağası bulunduğu köyde oturan insanlar, “Kör Ağa” derlerdi ona. Bulunduğu köyün arazisinin tamamına yakını kendisine aitti. Kökü ta Osmanlı’ya dayanan bir kuşağın son temsilcisiydi, yanında karın tokluğuna çalışan onlarca marabası bulunan Kör Ağa.
Köyde otururdu. Ama köyde oturmasına karşın ne çiftçilik eder, ne de bağda, bahçede çalışırdı. Kızgın yaz güneşinin kavurucu sıcağı altında buram buram ter dökmez, Paşasöğüdü Çayırı’nda tırpanla ot, Boztepe’nin Taşlı Tarla’sında orakla ekin biçmezdi. Ama buna rağmen oğlu-kızı, karısı-geliniyle birlikte canını dişine takarak ölümüne çalışan onlarca marabanın karnı aç, ambarları boş iken, Kör Ağa’nın karnı tok, ambarları doluydu. Çünkü köyün ağasıydı o.
Öpülesice nasırlı elleriyle tohumu ekenler marabalar; çarıklı ayaklarıyla karasabana koştuğu öküzlerin arkasından günlerce çift sürenler marabalar; kızgın yaz güneşinin kara sıcağına inat başından aşağıya boncuk boncuk akan terine aldırmadan sabahtan akşama kadar Taşlı Tarla’nın dikenleri arasında yerden sürüne sürüne orakla ekin biçenler marabalar; tarladaki ekinleri sırtıyla harmana taşıyanlar, harmana taşıdıkları o ekinleri malama haline getirmek içim dövene koştuğu öküzlerin arkasından dolap beygiri gibi dönenler; harman makinesinin marifetiyle birbirinden ayrılan buğdayları ambarlara, samanları samanlıklara taşıyanlar marabalardı. Ancak ambarları buğday, cepleri parayla dolan tek kişi Kör Ağa’ydı. Çünkü köyün ağasıydı, o.
Tıpkı bir sülük gibi, himayesinde karın tokluğuna çalıştırdığı emekçi insanların kanlarını son damlasına kadar emerek yaşamını sürdüren bir kişiydi Kör Ağa. Çünkü köyün ağasıydı, o.
Hayvancılık yapmadığı halde içinde inekleri, öküzleri, mandaları, koyunları, keçileri bulunan ahırları; içinde hindileri, tavukları, kazları ve horozları bulunan kümesleri; içinde atları bulunan tavlaları vardı Kör Ağa’nın. Çünkü köyün ağasıydı, o.
Yaz-kış, sıcak-soğuk, yağmur-çamur demeden ahırında bulunan keçileri, koyunları, inekleri, öküzleri oğlakları ve kuzuları besleyenler marabalar; onların etlerinden, sütlerinden, yağlarından, peynirlerinden yararlanan, fazlasını satıp parasını cebine indiren tek kişi Kör Ağa’ydı. Çünkü köyün ağasıydı, o.
Tavlasındaki atların bakımını yapanlar, besleyenler karın tokluğuna çalıştırılan marabalar; o atlara binerek diyar diyar gezip keyif çatan, fazlasını satıp parasını cebe indiren Kör Ağa’ydı. Çünkü köyün ağasıydı, o.
Kümesindeki tavukları, horozları, hindileri ve kazları besleyip bakımını yapanlar karın tokluğuna çalıştırılan marabalar; onların etinden ve yumurtasından yararlanan, fazlasını satıp parasını cebine indiren Kör Ağa’ydı. Çünkü köyün ağasıydı, o.
Sevgi nedir bilmezdi bu zatı muhterem. Şefkati tanımazdı, merhametin yakınından bile geçmemişti. Körelmişti duyguları. Acıma hissini çoktan yitirmişti. Kindi, zulümdü, nefretti göbek bağıyla sıkı sıkıya bağlı bulunduğu yakınları, Kör Ağa’nın. Dostluğa yabancıydı, kardeşliğe düşmandı. Tıpkı özgürlüğe düşman olduğu gibi. Esarete dair sözcüklerin dışında sözcük bulunmazdı, dağarcığında onun. Aşığı olduğu tek şey ortaçağ despotizmiydi. Çünkü köyün ağasıydı, o.
İlkellikle yakın bağı bulunduğu için hoşlanmazdı çağdaşlıktan. Aydınlık yarınlardan değil, dünün bağnaz karanlığından yanaydı o. Gözleri gibi dimağı da yoksundu aydınlıktan. İyilikten bihaberdi, binasını kötülükler üzerine inşa eden Kör Ağa.
Kendi saltanatının temelini, ezilen emekçilerin alın teri üzerine inşa eden Kör Ağa’nın mayası; kavgadan, kinden, gıybetten yana çalındığı için “barış”diye bir kavram bulunmazdı onun belleğinde.
Gaddardı, en az despot olduğu kadar. Kökü ta Osmanlı’ya kadar uzanan bir kuşağın son temsilcisi olmasına rağmen sınıfının tüm özelliklerini eksiksiz bir şekilde taşıyordu benliğinde. Nesli tükenmesine ve cumhuriyetin tüm nimetlerinden en iyi şekilde yararlanmasına karşın hala feodalizmin savunuculuğunu yapıyordu. Hem de böbürlene böbürlene. 
İddia ediyor ve diyorum ki mümkün olsaydı da kan grubunun tespiti yapılabilseydi eğer, kanının kesinlikle “AB”grubu olacağından adım gibi eminim. Çünkü bilindiği üzere sözü edilen bu kan grubu “genel alıcı”gruptandır. Bir başka ifadeyle bu kan grubu, kan gruplarının tümünden kan alabilmesine rağmen ancak yalnızca kendi grubuna kan verebiliyor, tıpkı hep almaya alışık Kör Ağa gibi. Çünkü o da emekçilerden emdiği kanla sürdürüyordu yaşamını.
Nekesti, pintiydi bir o kadar da cin fikirli. Sonunun yavaş yavaş geldiğini görür gibiydi artık. Biraz daha geç kalacak olursa orada barınmasının mümkün olamayacağının ve elindeki arazilerini bile satamadan çekip gideceğinin farkındaydı. Çünkü biliyordu ki maymunun gözlerini açma zamanı gelmiştir artık. Ağası bulunduğu Seydiler Köyü’ndeki arazisini ucuz-pahalı demeden satıp elden çıkarmaya çalışır birer ikişer. Her geçen gün toprakları gibi egemenliği de azalır olmaya başlar yavaş yavaş.
Çünkü başta yaz-kış, sıcak-soğuk demeden tarlasında, bağında, bahçesinde, ahırında karın tokluğuna çalışan emekçi marabaları olmak üzere Kör Ağa’nın arazisini satın alıp köye yerleşen toprağın yeni ve gerçek sahipleri hesaba katmıyordu artık varlığıyla yokluğu belli olmayan Kör Ağa’yı.
Çünkü artık hükmünü yitirmişti o. Yani borusu ötmez olmuştu Seydiler Köyü’nün sıradan bir vatandaşı haline gelen Kör Ağa’nın.
Hem Kör Ağa’nın bir zamanlar egemeni olduğu Seydiler Köyü’nde, hem de yörede bulunan öteki köylerde eskiden beri süregelen güzel bir gelenek vardır. Bu güzel gelenek gereğince ölen bir kişinin yeni ya da az kullanılmış giysileri yıkanıp temizlendikten sonra yedi yemeğinin hemen ardından köyde veya çevre köylerde yoksul ve yardıma muhtaç olanlara verilirmiş. Seydiler Köyü’nde ölen kadınların giysilerinin çoğu zaman verildiği kişi, bir zamanlar Kör Ağa’nın tarlasında, bağında bahçesinde karın tokluğuna çalışan onlarca marabadan biri olan Yusuf Dayı’nın karısı Şerife Teyze’dir.
Yazgısını yaradanından, asaletini atasından, yoksulluğunu ve çalışkanlığını annesinden miras olarak devralan Şerife Teyze, yıllarca aynı yastığa baş koyduğu, aynı yazgıyı paylaştığı, birlikte aynı acıları ve aynı sevinçleri yaşadığı kocası Yusuf Dayı ile omuz omuza gece-gündüz, yaz-kış, sıcak-soğuk demeden bağında, bahçesinde, tarlasında didinir durur Kör Ağa’nın. Hem de binlerce cefakâr Anadolu kadını gibi sadece karın tokluğuna. Henüz ömrünün baharında olduğu bir dönemde karlar yağmaya başlar kapkara saçlarına. Çektiği yokluk ve acılardan ötürü henüz hazan gelmeden sararıp solmaya başlayan gül gibi yüzü, Anadolu’nun engebeli arazisi gibi kırış kırış olmuştur Şerife Teyze’nin.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de canından can kattığı, kanından kan verdiği bir, üç, beş derken yarım düzinenin üzerinde de çocuk doğurur. Bağında, bahçesinde, tarlasında daha çok çalışarak ağasının gelirini üçe, beşe katlasın diye. Ama umurunda mı ağasının…
Günlerden bir gün bir ölüm haberi yayılır Seydiler Köyü’nde. Köyün eski egemeni Kör Ağa’nın karısı bu dünyadan göçüp gitmiştir. Onca zulmüne karşın insanlık onuruna sahip onlarca eski marabası koşuşur Kör Ağa’nın evine. Töre gereği yapılan cenaze töreninin ardından elbirliğiyle toprağa verilir, Kör Ağa’nın ölen karısının naaşı. Köylük yerde adet olduğu üzere Kör Ağa’nın evine koşuşan onlarca eski marabası üzüntüsünü dile getirir. Acısını paylaşmak adına gönül alıcı sözler söyler eski ağasına. Kalanlarına sabır, ölen için Tanrı’dan rahmet dilenir. Yedi yemeğine kadar aralarında Şerife Teyze’nin de yer aldığı Seydiler Köyü’nün tüm sakinleri her gün cenaze evine uğrar. Yardımcı olup moral vermeye çalışırlar eski ağalarına. El birliğiyle Kör Ağa’nın ölen karısının yedi yemeğini veren Seydiler halkı döner işlerinin başına.
Şerife Teyze hariç herkes işine gücüne bakar. Tabi Şerife Teyze de bakar işine gücüne. Ama bir beklenti içinde olmasından ötürü eli işte olan Şerife Teyze’nin kulağı sestedir. Eski ağasının, ölen karısının giysilerini kendisine vereceği beklentisi içinde olan Şerife Teyze, ölen kadının giysilerinin kendisine verileceği günü bekler dört gözle. Ama nafile. Çünkü yedi yemeği verildiği, kırkı çıkarıldığı ve elli ikisi okutulduğu halde Kör Ağa, ölen karısının giysilerini ne eski marabası Yusuf Dayı’nın karısı Şerife Teyze’ye ne de muhtaç bir başka kadına vermiş değildi, henüz.
Eee… Ölümünün üzerinden bu kadar zaman geçmesine karşın yanında yıllarca karın tokluğuna çalıştığı ağasının, ölen karısına ait giysilerini kendisine vermemesi hayal kırıklığına uğratır, beklentisini boşa çıkardığı Şerife Teyze’yi. Çünkü o güne kadar köyde ölen kadınların tamamının giysileri ona verilirmiş. Ağasının bu geleneği bozmasına bir anlam verememektedir Şerife Teyze. Hadi diyelim bir başkasına verseydi hiç olmazsa teselli olurdu. Ama böyle bir durum da yok ortada. Böyle olunca da Şerife Teyze başka başka şeyler düşünmeye başlar. Bir yolunu bulmalıydı, bu giysileri ele geçirmenin. Hele hele eski ağasının ölen hanımının en son diktirip yalnızca bir-iki kez sırtına giyindiği o çiçek desenli, kırmızı renkli elbisesi yok muydu? O hepten aklını başından almıştı Şerife Teyze’nin. Ne yapıp yapıp onu mutlaka ele geçirmenin bir yolunu bulmalıydı. Düşündü günlerce onu ele geçirmenin yolunu. Nihayet sonunda buldu bir hal çaresini. Hayalini kurduğu o elbiseye bir an önce sahip olmak amacıyla kurduğu planı hemen yaşama geçirmeye başlar. Tabi eski ağası yerse…
Günlerden bir gün kalkar erkenden. Evde yapması gereken işleri bir an evvel bitirmek üzere hemen koyulur işe. Kahvaltıydı, bulaşıktı, temizlikti derken nihayet işini bitirir erkenden. İşi biter bitmez de hemen varır eski ağasının kapısına. Başlar eliyle iki kanatlı kapının tokmağını vurmaya.
Dişlerinden birçoğunun dökülmesine ve onca parası-pulu, malı-mülkü olmasına ve bütün bunları kendisine miras bırakabilecek bir tek çocuğu dahi bulunmamasına rağmen dökülen dişlerinin yerine yenisini yaptırmayan ve bundan ötürü “S” harfini “Ş”olarak; “Z” harfini de “J”olarak telaffuz eden Kör Ağa, dış kapısının vurulduğunu duyunca kalkar hemen uzandığı sedirin üzerinden. Varır evinin dış kapısına:
-Kim o? diye seslenir içerden.
Kapının dış tarafında bekleyen Şerife Teyze:
-Benim ağam, Şerife Kadın diye yanıtlar.
Açtığı kapı aralığında duran Kör Ağa:
-Buyur bacım, bir şey mi var? diye sorar.
-Yoo… Hayır… Bir şey yok ağam…
-Neye geldin o jaman?
-“Hiiç… Öylesine geldim işte. Ağamın bir halını hatırını sorayım, dedim. Bir ihtiyacı, bir eksiği gediği var mı” diye der Şerife Teyze.    
Durduğu kapı aralığından kenara çekilerek yol açan Kör Ağa:
-Kapıda kalma içeri buyur o jaman, der.
Güya ağasını kırmamak için onun davetine icabet eden Şerife Teyze girer içeri ve eski ağasının kendisine gösterdiği yere oturur.
Biraz önce üzerinde uzandığı sedirin üstüne oturan Kör Ağa:
-Hoş geldin bacım, der.
Oturduğu yerden hafif doğrulur gibi yapan Şerife Teyze:
-Hoş bulduk ağam, diye yanıtlar eski ağasını.
Kör Ağa:
-Naşılşın, eyi mişin? der.
-Sağ ol ağam iyiyim. Sen nasılsın? 
-Ben de eyiyim, şağol bacım der ve devam eder:
-Böyle ani gelişinin bir şebebi vardır herhalde? Yokşa pek uğramajdın buralara der Kör Ağa.
Şerife Teyze:
-“Yok, ağam bir sebebi mebebi yok. Senin de buyurduğun kimi çoktandır görüşemiyorduk. Bir varıp ağamın halını hatırını sorayım dedim, hepsi o kadar”, der.
Kör Ağa:
-Şağol bacım. Allah ırajı olşun, der.
Şerife Teyze:
-Sen de sağ ol ağam. Allah senden de razı olsun, der ve devam eder:
-Hem de…
Şerife Teyze’nin sözünü bitirmesini beklemeyen Kör Ağa:
-Eee… Hem de n’olmuş? diye sorar.
Şerife Teyze:
-Bir şey olduğu yok ağam. Dün gece bir rüya gördüm, onu anlatayım dedim, der.
-Ürya mı gördüm dedin? 
-He ya ağam…
-Hayırdır inşallah...
-Hayırdır, ağam korkulacak bir durum yoktur şükürler olsun…
Kör Ağa:
-Vallahi meraklandım doğruşu. Şu gördüğün üryayı bi anlatşana hele der.
Şerife Teyze:
-Hay hay başımnan gözüm üzerine. Hemen anlatayım der ve devam eder:
-Dün gece hanımımı gördüm rüyamda…
-Naşıldı, durumu eyice miydi bari?
-Vallahi durumunu çok iyi gördüm ağam. Üstü başı pürü-pak, çevresi tertemizdi. Güllük- gülistanlık bir bahçanın içinde gezinip duruyordu, der.
Kör Ağa:
-Mekânı cennet olşun, der.
Şerife Teyze:
-Âmin ağam âmin, kime ne kötülüğü dokunmuştu ki zavallı kadıncağızın. Yeri cennet olacak elbette, diye yanıtlar.
Kör Ağa:
-Konuştunuj mu bari? diye sorar.
-Ağama bak hele konuşmaz olur muyuz? Ben hanımımı görmüş-ken konuşmadan bırakır mıyım yakasını? der Şerife Teyze.
Kör Ağa:
-Hele bi annat. Ne konuştuğunuju merak ettim doğruşu, der.
Şerife Teyze:
-Ağam Vallahi hep seni sordu, durdu. Ne yapıyor? Ne ediyor? Durumu nasıl? diye, der.
Kör Ağa:
-Şen ne şöyledin peki? diye sorunca;
Şerife Teyze:
-“Ne söyleyim ağam, durumu iyidir. Ama senin ölümüne çok üzülüyor. Keşke ölmeseydi? deyip duruyor, dedim” diye yanıtlar.
Kör Ağa:
—Başka bir şey şöylemedim? diye sorar. 
Şerife Teyze:
-Söylemez olur mu ağam? Söyledi söyledi, diyerek yanıtlar eski ağasının sorusunu.
Kör Ağa:
-Ne şöyledi? Annat bakalım, der.
Şerife Teyze:
-Ağam ırahmatlık hanımım: “Var git ağana. Üryanı anlat kendisine. Selamımı söyle kendine de ki benim en son diktirdiğim o çiçek desenli kırmızı renkli elbisemi benim hayrım olarak sana versin” dedi der.
Hemen üstüne oturduğu sedirin üzerinden doğrulur gibi yapan Kör Ağa:
-Şana bir şey şoracağım o jaman, der.
-Buyur sor ağam, der Şerife Teyze.
-Ama doğruyu şöyleyecekşin bana…
-Söz ağam doğru söylerim…
Kör Ağa:
-Peki, bacım şen bu üryayı ne jaman gördün?
-Dün gece gördüm ağam…
-Gecenin hangi şaatinde?
-Vallahi ağam ben rüyayı tahminen gece yarısı gördüm, der Şerife Teyze.
-Teşadüfe bak hele der,Kör Ağa.
-N’oldu ki ağam?
-Vallahi ben de dün gece bir ürya gördüm. Ama şabah namajına kalkmadan evveli. Şenden şonra görmüşüm yani.
-Allah hayra yorsun…
-Âmin bacım…
Şerife Teyze:
-Senin rüyan nasıldı ağam? Bir de sen anlat bakalım gördüğün rüyayı, der.
Kör Ağa:
-Ben de şabah namajına kalkmadan aj evveli üryamda gördüm hanımı, der.
-Konuştunuz mu bari? diye sorar Şerife Teyze.
-He ya konuştuk birajım, der Kör Ağa.
Şerife Teyze:
-Siz ne konuştunuz? Ne söyledi sana? diye sorar.
Kör Ağa:
-Irahmatlık üryamda bana:“Ben her ne kadar gece yarışı Şerife Kadın’ın üryaşına girip şenin yanına gelmeşini ve şenin ona en şon diktirdiğim çiçek deşenli, kırmıjı irenkli elbişemi vermeni iştediyşem de şimdi pişman oldum. Şerife Kadın şenin yanına gelip elbişemi işterşe şakın vermeyeşin” dedi, der.
-Neden pişman olmuş ki acaba? diye sorar Şerife Teyze.
-Vallaha oraşını bilmem. Bunun için şakın kuşura kalma-yaşın. Bu durumda o çiçek deşenli, kırmıjı irenkli elbişeyi şana vermem mümkün değil, der Kör Ağa.
Kendisinin o çiçek desenli, kırmızı renkli elbiseyi elde etmek için günlerce düşündükten sonra yaptığı planın ve söylediği yalanın bile Kör Ağa’nın cinliği ve kurnazlığı karşısında hiçbir işe yaramadığını gören Şerife Teyze:
-Allah’a ısmarladık ağam, kal sağlıcakla, diyerek eli boş döner evine.
 
                                         
 
 
KÖR ÇAVUŞ’UN MARİFETİ
İlkokulun üçüncü sınıfındaydılar. O yıl bir başka yere atanan eski öğretmenlerinin yerine bir yenisi gelmişti. Okulların ilk haftasıydı. Sınıfa ilk kez giren yeni öğretmenin gözünden kaçmamıştı, erkek öğrencilerle kız öğrencilerin haremlik-selamlık gibi ayrı ayrı sıralarda oturmaları. İlk işi bu çağdışı görüntüyü ortadan kaldırmak oldu, yeni öğretmenin. Öğrencilerin ve öğrenci velilerinin karşı çıkmalarına rağmen onları ikna ederek kız ve erkek öğrencilerin karışık oturmasını başarmıştı, yeni öğretmen.
İşte köye yeni gelen öğretmenin bu çağdaş uygulaması sonucunda tesadüfen ikisi de aynı sıraya oturtulmuşlardı. İkisinin aynı sıraya oturtulmasıyla alevlenen çocukluk aşkları; kızın on sekizine, oğlanın on dokuzuna ayak basmasına rağmen hâlâ ilk günkü kadar tazeydi. O gün bu gündür aşkları ve sevdaları hep aynı tazelik ve aynı heyecanla sürüp gidiyordu. Gizli gizli buluşup hasret giderirlerdi, her fırsatta. Buluşma yerleri kimi zaman koyun ile kurdun bile ayırt edilemediği seher vaktinin alacakaranlığında şarıl şarıl akan köy çeşmesinin yanı başındaki çamaşırhane; kimi zaman Aşağı Harmanlar mevkiindeki samanlıklar; kimi zaman bir çalılığın dibi; kimi zaman bir ulu çınarın altı; kimi zaman da koca koca çamların kovuğu olurdu.
Bu buluşma yerlerinde gizli gizli buluştuklarında doya doya sarılıp koklaşarak özlem gideren bu âşıklar, zaman ilerleyip yaşları büyümeye başlayınca daha ciddi şeyler konuşmaya ve yarınlara dair planlar yapar olmaya başladılar. Hatta evlendikleri zaman kaç çocuk sahibi olacaklarını, nerede ve nasıl yaşayacaklarını bile konuşup karara bağlamışlardı.
Peki, kimlerdi, çocukluk aşklarını gerçek bir aşka dönüştüren, gizli gizli buluşup yarınlara dair planlar yapan bu gizli âşıklar?
İkisi de İlyaslar Köyü’nde oturuyorlardı. Ilgazların eteğindeydi köyleri. Anşa (Ayşe)’ydı kızın adı. Sapsarı saçları, beyaz bir teni vardı. Bunun için “Sarı Anşa” derlerdi köylüleri, ona. İrbaham (İbrahim)’dı babasının adı. Ama askerliği çavuş olarak yaptığı ve gözünün birinde bir et parçası olduğu için köylüleri“Kör Çavuş” lakabını takmışlardı, ona. İnatçıydı, aksiydi, bildiğinden şaşmazdı, dediği dedikti İlyaslar Köyü’nün Kör Çavuş’unun.
Delikanlının adı da Asım’dı. Biraz esmerce olduğu için “Kara Asım” derlerdi köylüleri ona. Akut bronşit hastasıydı, işçi emeklisi olan babası. Seyin (Hüseyin)’di adı. Rahatsızlığından ötürü erimiş, bir deri bir kemik kalmıştı. Çöp gibiydi adeta. Bundan ötürü “Çöp Seyin” derlerdi köylüleri ona.
İki âşık da, ilk çocuklarıydılar ailelerinin. Günlerden bir gün Aşağı Harmanlardaki samanlıkların birinde gizlice buluşan âşıklar, sarılırlar birbirlerine sarmaş dolaş. Öpüşüp koklaşarak hasret giderirler. Sonra kucak kucağa uzanırlar samanların üzerine boylu boyunca. Sarı Ayşe bir ara doyumun doruk noktasına tırmanmasının verdiği bir heyecan ve tir tir titreyen bir sesle:
-Asııım… deyi sesleniverdi.
Aynı duyguları yaşayan Kara Asım:
-Söyle gözelim, der.
Sarı Ayşe:
-Bizim bu şekilde ondan bundan gaçarahtan, köşe bucak sahlanarahtan buluşmamız ne vahte gadder devam etcek. Vallah ben senden ayrı galmaya dayanameyan artıh, yetti gari bu ayrılıh, der.
Kara Asım:
-Ne demek isteyan sen Anşam? der.
-Demem o ki bir an evveli beni bubamdan istet de gavuşalım gari, der Sarı Anşa.
-Delirdin mi sen Anşam?
-Nedenmiş o? diyerek sorusunu soruyla yanıtlar yavuklusu Kara Asım’ın.
Kara Asım:
-Beş ay sonra eskere gitcem. Ben eksere gidende yine ayrı galmayacaız mı? O zaman nasıl dayanacan ayrılığa bi denem? der.
Sarı Ayşe:
-He yaaa… Senin ekserliğin de daha duruya deelmi? Ben onu hepten unuttıydın, der.
Kara Asım:
-Emme bi denem ekserden dönende heç vahit geçirmeden seni bubandan istetceme söz veriyan sana, diyerek hoş eder yavuklusunun gönlünü.
Kara Asım’ın askerlik vakti gelene değin hep bu şekilde gizli gizli, ama bir öncekine göre daha sıkça buluşup hasret giderirlerdi, iki yavuklu. Beş ay dediğin ne ki? Göz açıp kapayıncaya kadar bir de baktılar ki beş ay geçmiş ve Kara Asım’ın askerlik vakti gelip çatmış. Bir gün sonra askere gidecek olan Kara Asım, komşularıyla tek tek görüşüp helalleştiği günün akşamında son bir kez yine Aşağı Harmanlardaki samanlıkların birinde görüşüp koklaşır, yavuklusu Sarı Ayşe’yle.
O gece Çöp Seyin’in evinde toplaşan köyün gençleri türkü çığırıp içki içerler sabaha kadar. Sabah olunca da Kara Asım’ı askere uğurlamak için Çöp Hüseyin’in kapısının önünde toplaşan dost ve arkadaşları başlamışlardı türkü çığırmaya. Birkaç dakika sonra da Kara Asım’ı ilçeye götürecek olan Karaca Bayram çeker cipini Çöp Hüseyin’in kapısının önüne. Annesi Şerife Kadın ve babası Çöp Hüseyin’le helalleşen Kara Asım daha sonra orada, kendini uğurlamak için toplaşanlarla vedalaşıp cipin ön koltuğuna otururken, orada toplaşanların birkaçı da cipin arka tarafına doluşurlar. Direksiyona geçerek gaza basan Karaca Bayram’ın bir eli direksiyonda öteki eli cipin kornasından kalkmadı. Gözden kayboluncaya değin:
-Dat… Dat… Dat… diye öttürdü durdu, arazili cipin kornasını.
Kara Asım’ı askere yolculayan cipin gözden kaybolmasıyla birlikte ağlayanlar, ayılanlar, bayılanlar derken bir anda yas yerine dönüşüverir Çöp Hüseyin’in evi.
-Ya yavuklusu Sarı Ayşe?
O, pek görünmedi ortalarda. Ama kapalı kapıların gerisinde ayrılığın acısını sinesine gömerek sel gibi akıttığı gözyaşlarıyla hep dua edip durdu, biricik aşkı Kara Asım’ın ardından.
Aradan tam 25 gün geçmişti, Kara Asım’ın ilk mektubu sılasına ulaştığında. Bu ilk mektubunu annesi Şerife Kadın’ın adına gönderen Kara Asım, yavuklusunu unutmamıştır. Ona da yazar bir mektup. Koyar, annesinin adına gönderdiği mektup zarfının içine. Annesinden, bu mektubu yavuklusuna vermesini ister. Askerden gelen mektup açılır, okunur ve istek yerine getirilir. Anne Şerife Kadın, oğlu tarafından gönderilen mektubu ulaştırır, gelin adayı Sarı Ayşe’ye. Sarı Ayşe döne döne okur yavuklusundan gelen mektubu. Sonra alır kalemi eline, başlar yavuklusunun mektubuna cevap yazmaya. Mektup bitince de gizlice veriverir kayınvalidesi olacak Şerife Kadın’a. O da kendisinin yazdığı mektupla birlikte koyar aynı zarfın içine ve gönderir asker oğluna. Bu gizli gizli mektuplaşmalar askerlik süresi boyunca hep devam eder gider.
Gerçi askerlik dediğin ne ki? Sayılı gün değil mi? Hani hep “sayılı günün ömrü az olur” demezler mi? Sılada Sarı Ayşe gurbette Kara Asım hep sayarlar askerlik günlerini birer birer. Bir ay, üç ay, beş ay, on ay, bir yıl, bir buçuk yıl derken bir de baktılar ki askerlik bitmiş. Askerlik biter bitmez soluğu köyde alan Kara Asım ile yavuklusu Sarı Ayşe yine kavuşurlar birbirlerine, Aşağı Harmanlardaki samanlıkların birinde.
Henüz birkaç gün olmuştu, Kara Asım askerden geleli. Eskiden olduğu gibi iki yavuklu yine Aşağı Harmanlardaki samanlıkların birinde buluşup sarılırlar birbirlerine doyasıya. Öpüşür koklaşırlar uzun uzun. Böylece iki yıllık özlemi bir defada gidermeye çalışırlar.    
Sarı Ayşe bir ara:
-Eee… Ekserliğin de bitti. Verdiğin sözü yerine getirmenin vahtı geldi gari deel mi? der.
-Hangi sözden bahsediyan sen Anşa’m? der Kara Asım. 
-Unuttun mu yohsam? diye sorar Sarı Ayşe.
-Unudır mıyin heç gözelim. Emme senin de bildiğin kimi sana bir deel, birgaç sözüm var benim. Sen hangısını soriyan şincik, onu bilmeyan, der Kara Asım.
Sarı Ayşe:
-Hani ekserliğin biter bitmez beni bubamdan istetceedın ya? Onu soriyan ben, der.
-O mu? O temem bi denem o temem. Ben heç unıdırmıyın onu? Sen merahlanma sakın. Ben en kısa zamanda bubamı dünür gönderıp bubandan istetcem seni, der.
Sonra iki yavuklu bir başka gün bir başka yerde buluşmak üzere vedalaşarak dönerler evlerine.
Kara Asım, hemen o akşam durumu fısıldar annesi Şerife Kadın’ın kulağına.
Birkaç gün sonra kimsenin evde bulunmadığı bir sırada fırsattan yararlanan Şerife Kadın, kocasına:
—Bah hele Seyin oğlan eskerliğini de yaptı geldi emme senden ses mes çıhmeyo heç, der.
Kocası Çöp Hüseyin:
-Ne deyyan o sen? Eveleyip geveleme sözü ağzında, ne söyleyecaısen açıh açıh söyle biz de annayalım, der.
Şerife Kadın:
-Ben bi an eveli oğlumun mürvetini görmeh isteyan, der.
Kocası Çöp Hüseyin:
-Kim istemeya ki? İstemesine ben de isteyan emme…
-Emmesi neymiş? …
-Ortada fol yoh, yumurta yoh…
-Kim deyyamış onu?
-Ben deyyan o gadın, der Çöp Hüseyin.
-Haltetmişsın sen, der Şerife Kadın.
-Nedenmiş o? der Çöp Hüseyin.
-Çümki fol da var yumurta da…
Yattığı yerden doğrulan Çöp Hüseyin heyecanlı bir şekilde:
-Vallahe mi? diye sorar.
-Vallahe de billahe de, der Şerife Kadın.
-Yani şincik gız neyın hazır mı? diye sorar Çöp Hüseyin.
Şerife Kadın sevinçli bir şekilde:
-Gız hazır Seyin gız hazır, der.
-Kimmiş bu gız? diye sorar Çöp Hüseyin.
-Sarı Anşa… der Şerife Kadın.
-Kör Çavuş’un Anşa mı?
-He ya…
Kahkahalarla gülmeye başlayan Çöp Seyin:
-Get gadın get, delirdin mi sen? der.
-Nedenmiş o? diye sorar.
-Kör Çavuş saan gız verır mı gadın? der.
Yüz ifadesi değişen Şerife Kadın:
-Neden vermeyamış? Benim oğlumdan eyisini mi bulacaımış? diye yanıtlar kocasının sorusunu.
Çöp Seyin:
-Gız ne deyyaımış peki? diye sorar.
-Gız dünden hazır Seyin, beni bubamdan istedın deyip durayamış, der Şerife Kadın.
Çöp Hüseyin:
-Vallaha benım umudum yoh gadın. Emme yine de  “El öpme inan dudah kirlenmez” derler. Olmazsa günün birinde senın inan ikimiz birlikte oturmaya gider, Kör Çavuş’un fikrini şöyle bi yohlayıveririz, der.
Bu sevinçli haberi, annesi Şerife Kadın’dan alan oğul Kara Asım, hemen ulaştırıverir yavuklusu Sarı Ayşe’ye. İki yavuklunun da diyecek yoktu keyiflerine. Gözlerinin içi gülüyordu adeta. Yüzlerinden okunuyordu sevinçleri.
Bu konuşmadan birkaç gün sonra Çöp Hüseyin ile karısı Şerife Kadın varıverirler Kör Çavuş’un evine. İçeri buyur edilip oturtulurlar başköşeye. Hoş-beş edilip hal-hatır sorulur. Sonra izzet ikram faslı başlar. Bu arada başlayan muhabbet koyulaşıp ortam uygun bir hale gelince Çöp Hüseyin:
-İrbaham(İbrahim) Çavuş biz buraya hayırlı bi iş için geldiydik, der.
Kör Çavuş:
-Neymiş o hayırlı işiniz Seyin Ağa? diye sorar.
Çöp Seyin:
-Vallaha İrbaham Çavuş biz Allah’ın emri, Peygamber Efendimiz’in kavliynan gızınız Anşa’yı oğlumuz Asım’a istemeye geldiydik, der.
Birden sesinin rengi değişen, yüzü asılan, gözleri fal taşı gibi açılan, kaşları çatılan ve sinirlerinin gerildiği her halinden belli olan Kör Çavuş:
-Bah Seyin Ağa bi gomşu olarahtan gapım her daim saan açıhtır, buyur gel. Emme bu iş için geleceisanız heç gelmeyin. Çünkim ben bu izdivacı uygun görmeyan, der.
Bu soğuk cevabın üzerine cin çarpmışa dönen Çöp Hüseyin ile karısı Şerife Kadın:“Bakarsın imana gelir” deyip ilerisini düşünerek Kör Çavuş’u daha fazla kızdırmamak için konuyu değiştirip bir süre daha sohbet ettikten sonra izin isteyerek kalkarlar ayağa ve:
-“Hoşça galın, eyi geceler, sizi de bize bekleyoz” diyerek oradan ayrılıp dönerler evlerine.
Sarı Ayşe’nin babası Kör Çavuş’a göre burada bitmesi gereken bu iş, tam tersine daha da alevlenerek devam eder gider. Çünkü daha sonraki gün ve aylarda Kör Çavuş’u adeta ablukaya alan Çöp Hüseyin aşındırır Kör Çavuş’un kapısını. Onun kıramayacağını sandığı yakın akrabaları, dostları ve arkadaşları da dâhil olmak üzere en az yirmi-yirmi beş kişiyi devreye sokar Çöp Hüseyin. Ama bu çabalarına rağmen olumlu bir yanıt alamaz Kör Çavuş’tan. Bununla yetinmek istemeyen Çöp Hüseyin, son bir umut olarak çevredeki herkes tarafından sevilip sayılan ve yöredeki insanlar üzerinde belli bir nüfuza sahip olan Aşağı Köy’ün hatibi Mehmet Efendi’ye başvurur. Kendisine bu konuda yardımcı olması için ricada bulunduğu Hatip Mehmet Efendi, kendinden emin bir tavırla:
-Seyin Ağa, sen bu işi olmuş bil. Get evinde otur. Benim bigaç günnük işim var. Onu bitirir bitirmez varıp Kör Çavuş’un kulağını çekerin ben. Sen heç merahlanma, diyerek Çöp Hüseyin’i umutlandırır.
Hatip Mehmet Efendi’den yardım sözü alan Çöp Seyin, izin isteyerek gönül rahatlığıyla döner evine.
Çöp Seyin’e yardım sözü veren Hatip Mehmet Efendi işini bitirdikten sonra günün birinde:
-Selamın aleyküm diyerek varır Kör Çavuş’un evine.
Hatip Mehmet Efendi’yi büyük bir hürmetle karşılayan Kör Çavuş:
-Vay Memmed Efendi sen hoş geldın, safalar getırdın. Hangi irüzgar attı seni buraya? Yolunu mu şaşırdın yohsam? der.
Hatip Mehmet Efendi, şöyle der:
-İrbaham Çavuş, vallaha bi nargile içmeye geldıydın saan. Tabi gabul edersen.
Kör Çavuş:
-Ne deyyan o sen Memmed Efendi? O ne biçim söz öyle? Senın kimi birini gabul etmemek mümkin mi? Başımnan gözüm üzerinde yerin var, der.
-Sağ ol İrbaham Çavuş sağ ol. Bunun böyle olduğunu ben de biliyan, onun için geldiydın saan, der.
Hatip Mehmet Efendi’yi başköşeye oturtup halını hatırını soran Kör Çavuş, nargileyi hazırlarken, bu işin artık olacağına kesin gözüyle bakan Sarı Ayşe de yaptığı orta şekerli, bol köpüklü kahveyi ikram eder Hatip Mehmet Efendi ile babasına.
Başköşeye oturtulan Hatip Mehmet Efendi’yle nargileyi hazırlamaya çalışan Kör Çavuş, bir yandan Sarı Ayşe’nin ikram ettiği bol köpüklü, orta şekerli kahveleri höpürdetirken, öte yandan da sohbete başlarlar. Sohbet iyiden iyiye koyulaşmıştı, Hatip Mehmet Efendi Kör Çavuş’un hazırladığı nargileyi fokurdatırken. Tam kıvamına gelen sohbetin en koyu yerinde Hatip Mehmet Efendi:
-İrbaham Çavuş senden bi iricam olacah, der.
Kör Çavuş:
-Estağfirullah Memmed Efendi. İrica da neyin nesiymiş? Senin her söyleyecaın emirdir benim için, der.
-Sağ ol İrbaham Çavuş sağ ol…
-Sen de sağ ol Memmed Efendi…
-Söyleyeceim şu ki…
-Buyur seni dinneyan Memmed Efendi, der Kör Çavuş.
Hatip Mehmet Efendi:
-Aslında meseleyi sen de biliyan emme ben gene de söyleyin, der.
Pirelenmeye başlayan Kör Çavuş:
-Neymiş benim de bildiğim mesele? diye sorar.
Hatip Mehmet Efendi:
-Ben Allah’ın emri, Peygamber Efendimiz’in kavliynan senin Anşa gızını Çöp Seyin’in oğlu Gara Asım’a istemağ içun geldiydın, der.
Bu sözü duyan biraz önceki o uysal, o konuksever, o güler yüzlü Kör Çavuş’un benzi atar, kaşları çatılır, gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi büyür ve Kör Çavuş adeta kendini kaybedercesine:
-Yahu bu adamda onur-gurur, ar-namus diyen bi şey yoh mu heç? diye parlar.
Hemen devreye giren Hatip Mehmet Efendi:
-Gendine gel İrbaham Çavuş. Sen ne deyyan öyle? Birazım sakin ol. Söylediklerine birazım daha dikkat et. O söylediklerinin heç birini yakıştırmeyan saan, der.
Kör Çavuş:
-Bu iş içun gaç gişi gönderdiğini biliyan mı sen Memmed Efendi? diye sorar.
Hatip Mehmet Efendi:
-Ben nerden bileyın İrbaham Çavuş? Çetelesini mi duttum sanki? diyerek sert çıkışır.
Kör Çavuş:
-Vallahi yirmiyi geçtiydin gelenlerın sayısı, der.
-Olabilir, yirmi de olur, elli de… Ne var bunda yani? der Hatip Mehmet Efendi.
Kör Çavuş:
-Olabilir emme ben heç birine “olur“ demedim ki. Gelenlerın hepiciğine de: “Bu iş olmaz, bunu gafasından silip atsın. Başka gapıya bahsın, gısmatını başka yerde arasın” dediydın. Emme adam laftan maftan annameya ki? Şincik de seni yollayıvermiş üstüme. Bi kerem daha söyleyan: Benım Çöp Seyin’in oğluna verecah gızım mızım yoh, der.
Hatip Mehmet Efendi:
-Peki, İrbaham Çavuş bunu sen mi istemeyan, yohsam gızın mı istemeyo? diye sorar.
Kör Çavuş:
-Ben istemeyan Memmed Efendi ben istemeyan. Benım istemediğimi gızım da istemeya demektır, der.
Hatip Mehmet Efendi:
-Peki, İrbaham Çavuş sen gızına danışıp onun fikrini aldın mı? diye sorar.
Kör Çavuş:
-Ne yani bi de gıza mı danışacaımışım? Bu da nerden çıktı? Bu gız benım gızım deel mı? Ben onun bubası deel miyın? der.
-Bubasısın elbette. Biz de onun içun saan geliyoz ya, der Hatip Mehmet Efendi.
-Madem bubasıyın istediğim yere veremez miyın? diye sorar Kör Çavuş.
Hatip Mehmet Efendi:
-Senin o dediklerin eskidendi İrbaham Çavuş. Onun modasın neyin geçti şincik, der.
-Eski koye yeni adet mi geldi yani? diye sorar Kör Çavuş.
-Evet, aynen öyledir İrbaham Çavuş…
-Ben yeni adet madet tanımeyan. Bu evde benim sözüm geçer, der, Kör Çavuş.
-Yani sen şincik gızı vermeyan mı? der Hatip Mehmet Efendi.
-Yoh… Vermeyan. Çöp Seyin’e vercek gızım mızım yoh benım, der Kör Çavuş.
Kör Çavuş’un özellikle de bu son sözünü gururuna yediremeyen Hatip Mehmet Efendi, nargilesini bile bitirmeden kalkar ayağa ve izin dahi isteyip Allahaısmarladık demeden çıkar Kör Çavuş’un evinden. Tutar Çöp Hüseyin’in evinin yolunu.
Babası ile Hatip Mehmet Efendi arasında geçen konuşmalara kulak misafiri olan Sarı Ayşe hemen iner ahşap yapılı, kiremit çatılı, iki katlı evlerinin birinci katındaki ahıra. Siner bir köşeye, başlar hüngür hüngür ağlamaya. Mutlu olmasına engel olmaya çalışan babası Kör Çavuş’a kahreden Sarı Ayşe’nin günlerce devam eden bu sessiz isyanından yavuklusu Kara Asım’ın hiç haberi yoktu. Çünkü kızının dışarı çıkmasına ve Kara Asım’la olası görüşmesine engel olmaya çalışan Kör Çavuş, kızı Sarı Ayşe’yi odanın birine kapatıp kapısını kilitler.
Evinin penceresinden dışarısını seyrederken Hatip Mehmet Efendi’nin kendilerine doğru geldiğini gören Çöp Hüseyin, hemen aşağı inerek dış kapıda karşılar onu:
-Hoş geldin, safalar getirdin, diyerek.
İçeri alınıp başköşeye oturtulur, hoş-beş edilip hal-hatır sorulur. Sonra bol köpüklü, orta şekerli bir kahve ikram edilir, Hatip Mehmet Efendi’ye. Hatip Mehmet Efendi bir yandan kendisine ikram edilen bol köpüklü, orta şekerli kahvesini yudumlarken, öte yandan kendisinden mutlu bir haber bekleyen Çöp Hüseyin’e:
-Seyin Ağa gısmatını başka yerde ara, başka gapıya bah, der.
Çöp Hüseyin:
-Yine yoh mu dedi şeytanı lâin? diye sorar.
Hatip Mehmet Efendi:
-Vallahi Seyin Ağa Kör Çavuş binmiş şeytan atına inmeya aşağı. Şeytanı lâin Nuh deyya Peygamber demeya, der.
-Gusura galma Memmed Efendi seni de yorduh ya. Ne yapalım gısmatta yoh imiş demek ki diyerek Hatip Mehmet Efendi’nin gönlünü alır, Çöp Hüseyin.
-Önemli deel Seyin Ağa. Bi büyük olarahtan bu bizim görevimizdir. Emme diyeceım şu ki: Bu Kör Çavuş’un gızı Sarı Anşa bulunmaz Hint gumaşı mı oldu? Vazgeçın artıh bu sevdadan, der Hatip Mehmet Efendi.
Çöp Hüseyin:
-Bunu ben de biliyan Memmed Efendi ben de biliyan. Emme garıyla oğlana söz annadameyan. Emme bundan kelli garışman artıh. Ne hâlları varsa görsınler, der.
Hatip Mehmet Efendi:
-Bunu daha fazla uzatmanın bi geregi yoh artıh. Sen ardına düştükçe şeytanı lâin gendini bi şey belleya, diyerek son bir nasihatta bulunduktan sonra köyüne varmak üzere ayrılır oradan.
Hatip Mehmet Efendi’yi köyün dışına kadar yolcu eden Çöp Hüseyin eve döner dönmez hemen çağırır karısı Şerife Kadın ile oğlu Kara Asım’ı yanına:
-Kör şeytan yine: “onlara verecah gızım mızım yoh benım” deyyamış. Nuh deyya Peygamber demeyaımış. Bundan kelli ne halınız varsa görın. Ben garışmeyan artıh, diyerek çeker restini, sonra da evden dışarı çıkar.
Oğlu Kara Asım’a sarılan Şerife Kadın:
-Lânet olasıca kör şeytan gızını vermeyaımış. Vermeyasa vermesın, benım gözel oğluma gız mı yoh. Elini sallasa ellisi düşer peşine deel mı oğlum? der.
Oğul Kara Asım:
-Bilmeyan anne. Anşa’yla görüşüp gonuşmah ilazım. Bakalım o ne deyya. Onunla gonuştuhtan kelli gararımı söylerın saan, der.
Ama ne yazık ki Sarı Anşa’sıyla bir daha görüşüp konuşması mümkün olmaz, Kara Asım’ın.
Çünkü Hatip Mehmet Efendi’den üç-beş gün sonra kızına dünür gelen bir konuğu daha vardır, Kör Çavuş’un. Kendi köylülerinden Ramiz Ağa ile karısı Ülfet Gelin’di gelenler. İçeri alınıp başköşeye oturtulurlar. Hoş-beş edilip hal-hatır sorulur adet olduğu üzere. Sonra çay, kahveydi, izzet-ikramdı derken sıra asıl konuya gelir nihayet. Vakit yitirmek istemeyen Ramiz Ağa hemen başlar söze:
-İrbaham Çavuş biz, Allah’ın emri, Peygamber Efendi’mizin gavliynan gızınız Anşa’yı oğlumuz Âdem’e istemeye geldiydik. Sen de münasip görürsen tabi, der.
Sözü Ramiz Ağa’nın ağzından alan Kör Çavuş:
-Allah’ın emri başımnan gözüm üstüne Ramiz Ağa. Senın kimin bi adam gızımı ister de ben vermen diyebilir miyın? Bi gız deel mi feda olsun saan, diyerek karısına kızına sormadan etmeden verir kızı Sarı Ayşe’yi Ramiz Ağa’nın oğlu sümüklü Âdem’e.
Bir istemeyle kızı almanın sevincini yaşayan Ramiz Ağa:
-İrbaham Çavuş vallaha sen gendiyen yakışanı yaptın. Senin kimi asil bi adama da bu yakışırdı. Allah ırazı olsun senden, diyerek iltifat eder Kör Çavuş’a.
-Sen de sağol Ramiz Ağa, der Kör Çavuş.
-Pekim dügün işine ne deyyan? diye sorar Ramiz Ağa.
Kör Çavuş:
-Gız benden çıhtı artık. O artık benım gızım deel senın gelinindir, Ramiz Ağa. Dügünü de istedigin vakıt, istedigin kimi yaparsın, der.
-O zaman biz dügünümüzü bi aya galmaz yapar, gelinimizi alır götürüveririz der, Ramiz Ağa.
Bir süre daha oturup sohbet eden Ramiz Ağa ile karısı Ülfet Gelin, misafiri oldukları Kör Çavuş’tan izin isteyerek dönerler evlerine. Ertesi gün de yarından tezi yok diyerek başlarlar düğün hazırlıklarına.
Bu arada Kör Çavuş’un kızı Sarı Ayşe’yi Çöp Hüseyin’in oğlu Kara Asım’a vermemesinin nedeni de çıkar ortaya. Meğer Kör Çavuş ile Ramiz Ağa yıllar önce gizlice kavilleşmişler. Hatta Ramiz Ağa bu iş için o zamanlar eli darda olan Kör Çavuş’a yüklü bir para vermişmiş. Aslında onlar düğünü, halen on sekizinde olan damat adayı Sümüklü Âdem’in askerliğini bitirip gelmesinden sonra yapmaya karar vermişlerdi. Ama son anda Çöp Hüseyin’in oğlu Kara Asım ile Sarı Ayşe’nin ilişki içinde oldukları anlaşılınca “ya Âdem askerde iken sarı Anşa, Kara Asım’a gaçarsa?” diye bir olasılığı göz önünde bulundurarak erkenden yapmaya karar kılarlar.
Öte yandan babasının kendisini Ramiz Ağa’nın oğlu Sümüklü Adem’e verdiğini öğrenen Sarı Ayşe, babasının bu kararına sert tepki verir ve:
-Buba beni Ramiz Ağa’nın oğlu sümüklü Âdem’e verdigin doğru mu? diye sorar.
Kör Çavuş:
-He benım gözel gızım, doğrudur. Yahında dügün neyin de ederler, telli-duvağlı gelin olursun hayırlısıynan, der.
Sarı Ayşe:
-Buba ben telli-duvağlı gelın olmak istemeyan. Hele hele Sümüklü Âdem’i heç… Onun goynuna girecaıma gara toprağın goynuna girerin ondan daha eyidır, der.
Kızının bu sözleri üzerine Kör Çavuş:
-Ne deyyan o sen? Bubana garşı mı geliyan? diyerek bağırır kızına. Sonra da bavulunda saklı tuttuğu tabancasını çıkarıp kızının alnına dayayarak:
-Bu piştoyu göriyan deel mi? Vallaha bi tek laf daha edersen tetiği çeker kopek niyetıne gebertır gendi elim inan kömerın toprağa habarın ola, diyerek tehdit eder kızını.
Babası Kör Çavuş’un bu insanlık dışı davranışlarına, küfür ve baskılarına daha fazla dayanamayan Sarı Ayşe, hüngür hüngür ağlayarak odadan çıkarak, iner evlerinin birinci katına. Orada duvarda asılı duran sicimi alarak girer ahırın kapısından içeri. Çıkar yüksekçe bir yere. Bir ucunu tavana bağladığı sicimin ilmek yaptığı öteki ucunu da boynuna geçiren Sarı Ayşe bırakır kendini aşağıya. Ve böylece eremeden muradına göçer gider bu dünyadan.
Kızının gecikmesi üzerine evlerinin birinci katındaki kilere inen anne Kezban Yenge, kızını orada bulamayınca hemen yönelir ahıra doğru. Açar ahırın kapısını. Kapıyı açar açmaz biricik kızının ipte sallanan cansız bedeniyle karşılaşır. Başlar:
-Yavruuum… diye feryat etmeye. Kucaklayamadan biricik kızının cansız bedenini yığılır kalır olduğu yere. Daha sonra karısının feryadını duyarak aşağı inen Kör Çavuş, ardından da yakın komşuları ve derken kara haber birkaç dakika içinde yayılır İlyaslar Köyü’ne.
Sarı Ayşe’nin ölüm haberini duyan yediden yetmişe herkes ağlar, ağlar, ağlar... Yas vardır, figan vardır İlyaslarda. Artık yaşamıyor İlyasların Sarı Anşa’sı. Yakılır al kınalar eline. Kefeninin üzerine giydirilen beyaz gelinliğiyle verilir kara toprağa.
Artık yaşamıyordu Sarı Anşa. Oysa ne güzel umutları vardı yarınlara dair. Ama artık ne Sarı Anşa yaşıyordu, ne de yarınlara dair güzel umutları…     
Yavuklusu Sarı Anşa’nın ölüm haberini annesi Şerife Kadın’dan öğrenen Kara Asım, günlerdir yemiyor, içmiyor, konuşmuyordu. Dikerdi gözlerini bir noktaya. Sonra dalar dalar giderdi. Gözyaşları eksik olmazdı gözlerinden, ilkbaharın çağlayan pınarları gibi.
Yavuklusunun ölümünün üzerinden tamı tamına bir hafta geçmişti. O gün bir işi çıkar Kara Asım’ın. İlçeye gitmesi gerek. Hemen atlar komşuları Hop Hop Fahri’nin Ford marka traktörüne. Çıkar ilçeye doğru yola. Köyden ayrılalı henüz birkaç dakika olmuştu ki bu kez de Kara Asım’ın ölüm haberi yasa boğar İlyaslar Köyü’nü. Kara Asım kaza yapmış ve hemen oracıkta can vermişti.
Bir hafta önce Sarı Anşa’yı toprağa veren İlyaslar Köyü, bir hafta sonra aynı gün bu kez de Kara Asım’ı verir toprağa.
Böylece sadece bir hafta ayrı kalmıştı, yarınlara dair umutları olan iki yavuklu…


 
 
GEÇ KALAN POLİS
O günkü yaprağında da 12 Eylül 1980 yazılıydı, Saatli Maarif Takvimi’nin. Günlerden Cuma’ydı. Saatler gecenin 03.00’ünü gösteriyordu. Herkes sıcacık yatağında uyuyordu mışıl mışıl. Kimileri daldığı derin uykusunda renkli rüyalar görüyor, kimileri de kâbus dolu dakikalar yaşıyordu, tıpkı Makbule Yenge gibi.
Kan ter içinde kalmıştı, Makbule Yenge uyandığında. Korku sarmıştı bedenini. Kötü bir kâbus görmüştü rüyasında. Doğruldu, oturdu yatağına yarı uykulu bir şekilde. Kendine gelmeye, gördüğü kâbusun etkisinden kurtulmaya çalışıyordu. Tam da bu sırada dışarıdan birtakım seslerin geldiğini fark etti. Anlamaya çalışır, ama olmaz. Çünkü sesler uğultu halinde geliyordu. Net olarak anlaşılamıyordu.
-“Bu sesler gördüğüm kâbusun etkisinden olsa gerek. Yoksa gecenin bu saatinde bu sesler ne diye?” diyerek kendine moral verip teselli bulmaya çalışıyordu. Ancak aynı sesler bir daha yankılanır Makbule Yenge’nin kulağında. Bu kez sesin geldiği yöne doğru kulak kabartır. Sonra kendi kendine:
-Yok… Yok… Bu sesler kâbusun etkisinden falan değil, gerçeğin ta kendisidir, der.
Evet, gerçekten de gördüğü kâbusun etkisinden falan değildi. Dışarıdan birtakım seslerin geldiği doğruydu. Hem de belediye hoparlöründen…
Ama bir türlü anlaşılamıyordu söylenenler. Giderek serinlemeye başlayan sonbaharın 12 Eylülgecesinde hafif hafif esen rüzgârın etkisiyle yankılanan sesler, uğultulu bir biçimde geldiği için net olarak anlaşılamıyordu. Bu manzara ürkütüyordu Makbule Yenge’yi. Korku sarmaya başlamıştı bedenini. Bunun için olanlardan bihaber bir şekilde uyuyan eşini uyandırmaya karar verir. Eliyle uyuyan eşi Hüseyin Amca’yı dürterek uyandıran Makbule Yenge, korkulu ve telaşlı bir ses tonuyla, yarı uykulu kocasına:
-Kalk hele kalk, der.
-Ne var kadın? Uykunun en tatlı yerinden uyandırıyorsun adamı. Bırak da uyuyalım, der kocası Hüseyin Amca.
-Bak hele bir şeyler söylüyorlar belediye hoparlöründe. Ama ne söyledikleri anlaşılamıyor, der Makbule Yenge.           
Eşi Hüseyin Amca kızgın bir ses tonuyla:
-Dur kadın uyuyalım, ne sesi gelecek? Sen gaipten sesler alıyorsun galiba. Gecenin bu saatinde belediye hoparlöründen kim, neyi anons edecek? diyerek azarlar eşini.
Makbule Yenge:
-Vallahi ben gaipten ses mes almıyorum. Duyduklarım gerçek seslerdir. Belediye hoparlöründen bir şeyler söylüyorlar, der.
Tam da bu sırada aynı sesler bir daha yankılanır belediye hoparlöründen. Kocasını ikna çabası içinde olan Makbule Yenge:
-Bak işte, yine konuşuyorlar, der.
Kocası Hüseyin Amca:
-Evet, evet ben de duyuyorum, der.
-Ben söylüyordum sen inanmıyordun. Bak işte kulaklarınla duyuyorsun. Şimdi ne diyeceksin merak ediyorum?
Kocası:
-Nerden bileyim ben…
-Yoksa bir şeyler mi oldu birilerine?
-Yok, canım onu da nereden çıkardın? Öyle bir şey olsa bile gecenin bu saatinde ne diye hoparlörden duyursunlar ki?
-N’olabilir peki?
-Bilemem ki…
Bu arada aynı ses, aynı sözcükleri bir daha tekrarlamaya başlar belediye hoparlöründen.
Aynı uğultulu sesleri bir daha duyan Hüseyin Amca:
-Allah… Allah… Hayırdır, inşallah. Gecenin bu saatinde bu anons da neyin nesi? der kendi kendine.
Sonra söylenenleri daha anlaşılabilir kılmak amacıyla pencerenin bir kanadını açıverir. Ama nafile. Gecenin sessizliğinden ötürü yankılanan ses net olarak algılanamıyordu bir türlü. Bu nedenle söylenenleri daha anlaşılabilir bir şekilde duyabilmek için dış kapıya yönelir. Ancak, kendisinden daha pratik davranarak dış kapının arkasına dayanan karısı Makbule Yenge tarafından önü kesilerek dışarı çıkması engellenir.
Bir yandan dış kapının açılmasını engellemeye çalışan Makbule Yenge, öte yandan:
-N’olur kurbanın olayım dışarı çıkma, diyerek kocasına yalvarmaya başlar.
Ancak Hüseyin Amca:
-Korkma yahu bir şey olmaz. Bırak dışarıya çıkalım da neyin ne olduğunu öğrenelim, der.
Ama Nuh deyip Peygamber demeyen Makbule Yenge:
-Hayır… Seni bu durumda dışarı bırakmam mümkün değil. Çıkamazsın dışarı, boşuna uğraşma, der.
Çıkardın-çıkamazdın, olurdu-olmazdı derken karı-kocanın bu gürültüsüne uyanan Hüseyin Amca’nın yanında okuyup liseye devam eden yeğen Cihan, antreye çıkıp amcası ile yengesinin dış kapının arkasında tartıştıklarını görünce korkulu ve telâşlı bir ses tonuyla:
-Ne o yenge bir şey mi oldu yoksa? diye sorar.
-Yok, oğlum bir şey yok, der Makbule Yenge.
Cihan:
-Bir şey yoksa gecenin bu saatinde dış kapının eşiğinde neyi tartışıyorsunuz? diye sorar.
Bunun üzerine araya giren Hüseyin Amca:
-Korkma oğlum. Dışarıdan, belediye hoparlöründen bir ses geliyor. Bir anons yapılıyor. Ama ne söylendiği anlaşılmıyor. Gecenin bu saatinde belediye hoparlöründen anonsun yapılması telaşlandırdı beni. Daha doğrusu korkuttu beni. Ne söylendiğini anlamak için dışarı çıkmak istiyorum. Ama gördüğün gibi yengen dışarı çıkmama engel oluyor. Onun için mecalleşip duruyoruz, der.
Kendisine doğru yöneldiği yengesinin kolundan tutarak ayağa kaldıran lise öğrencisi yeğen Cihan:
-Bundan korkulacak ne var ki yenge? Bırak dışarıya çıkalım da neler olup bittiğini öğrenelim, der.
Liseli yeğen Cihan’ın bu sözleri üzerine içi birazcık ferahlayan Makbule Yenge, dışarıya çıkmaya engel olmaktan vazgeçerek kapının arkasından yana çekilir ve kapı açılıp balkona çıkılır. Bu üçlünün, iki katlı evlerinin ikinci katının balkonuna çıkmasından bir süre sonra aynı anons bir daha tekrarlanır belediye hoparlöründen.
Evet, gecenin 03.00’ünden beri her 7–8 dakikada bir tekrarlanan anons şöyledir:
 
-“Sevgili Vatandaşlar;
Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştur. Sakin olunuz. Korkuya ve tedirginliğe mahal yoktur. Zira her şey Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolü altındadır. Bu olağanüstü durum nedeniyle sokağa çıkma yasağı konmuştur. Vatandaşlarımızın ikinci bir emre kadar bu yasağa uymaları önemle rica olunur.                                                                  
                         Sıkıyönetim Komutanlığı”
 
Söz konusu duyurunun belediye hoparlöründen anonsundan sonra liseli yeğen Cihan:
-Ordu yönetime el koymuştur der amcasına.
-Yani?
-Evet… Darbe yapılmış, amca der.
Araya giren Makbule Yenge:
-Yazık… der.
-Kime yazık yenge? diye sorar liseli yeğen Cihan.
Makbule Yenge:
-Kime olacak yavrum? Halktan başka kime ne olabilir ki? Sebi sübyan yine ayakaltında ezilir, der.
Hüseyin Amca:
-Ne yapalım başa gelen çekilir, der.
Balkondaki sohbet burada biter. Üçlü girer içeriye ve kapanır dış kapı. İçeri girdikten hemen sonra siyah-beyaz televizyonu açan liseli yeğen Cihan, amcası ve yengesiyle otururlar televizyonun karşısına. Marşlar çalınıyordu, 56 ekran siyah-beyaz, tek kanallı devlet televizyonundan rap… rap… yürüyen askerlerin görüntüleri eşliğinde. Birden kesilen bu görüntülerin yerine ekranda belirmeye başlayan omzu kalabalık komutan:
 
 “ Sevgili vatandaşlar;
Sizleri terör belasından kurtarmak ve acılarınıza son vermek-oysa daha büyük acılar yaşattılar halka-üzere Türk Silahlı Kuvvetleri olarak yönetime el koyduk. Korku ve endişeye mahal yoktur. Her şey kontrol altındadır. Tüm yurtta asayiş berkemâldir… vb.” cümlelerle halka sesleniyordu.
Omzu kalabalık komutanın konuşmasının nihayete ermesinin ardından siyah-beyaz tek kanal devlet televizyonunun ekranından tekrar Rap… Rap… Rap… yürüyen askerlerin görüntüleri belirmeye başlar.
Daha sonra kısa aralıklarla ve sırasıyla, önce omzu kalabalık komutanın netekimli konuşmaları, sonra Rap… Rap… Rap… yürüyen askerlerin görüntüleri süsler oldu, siyah-beyaz, tek kanal devlet televizyonunun ekranını.
Daha sonraları ilerleyen saat ve günlerde birbirini kovalayan1.3.5.7.10nolu bildirilerle birlikte, özellikle ayak kısmı görüntülü, postal sesli rap… rap’lı asker yürüyüşleri, marşlar ve omzu kalabalık komutanın netekimli konuşmaları gelir, siyah-beyaz, tek kanal devlet televizyonunun ekranına.
Kimi zaman da:
 
 “99 Nolu Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 100 Nolu Bildirisidir:
Sevgili vatandaşlar;
Aşağıda açık künyesi yazılı bulunan Cibali Karakolu’nun emekli bekçisi Murtaza oğlu, ev karısı Sakine’den doğma, Kars ili Cılavuz kasabası nüfusuna kayıtlı 1965 doğumlu Asım Celepoğlu isimli terörüst idam edilmek üzere acele tarafından aranmaktadır. Yerini bilenlerin ve bulanların Allah rızası için en yakın askeri makama ihbar etmeleri önemle rica olunur.
Teröristin Kimlik Bilgileri
Adı ve Soyadı: Asım Celepoğlu
Baba adı: Murtaza
Ana Adı: Sakine
Doğum Yeri: Cılavuz
Doğum tarihi: 12 Eylül 1965
İşi: Boşta gezer.
                                 99 Nolu Sıkıyönetim Komutanlığı”
Şeklindeki bildiriler siyah-beyaz, tek kanal devlet televizyonunun müdavimleri arasına katılır.
“100 Numaralı Bildiri”nin yayınlanmasının sonrasında halktan gelen tepkiler ve  “15 yaşındaki bir çocuk nasıl idam edilir?” sorusunun basında yer alması üzerine “99 Nolu Sıkıyönetim Komutanlığı” şu bildiriyi yayınlar:
 
“Sevgili vatandaşlar;
Sakın ola ki kimi gazeteler tarafından maksatlı olarak gündeme getirilen sorulara itibar etmeyesiniz. 15 yaşındaki bir çocuğun idam edileceği hususu külliyen yalandır. Çünkü biz, bu teröristi; bizim kanalımızla babası tarafından mahkemede açılacak davada yaşı büyütüldükten sonra idam edeceğiz. Yani şimdi yaşı, 18 olarak değiştirilecek olan bu teröristi asmayıp da besleyelim mi? Netekim atalarımız da “yılanın başı küçükken ezilmelidir” dememişler mi? Biz de öyle yapıyoruz işte.                      
 
                            99 Nolu Sıkıyönetim Komutanlığı”
 
Biz tekrar Hüseyin Amcaların evindeki ilk günümüze dönelim.
Tarih: 12 Eylül 1980
Günlerden Cuma. Saatler ilerlemiş, ufuktan doğan Güneş, üzerinde darbe karanlığı bulunan ülkeyi aydınlatmaya başlamıştı yavaş yavaş. Hüseyin Amca’nın ilkokula giden Cemil, Celil, Cibril adlarındaki çocukları ile henüz dört yaşında olan Kamil de uyanmışlardı. Ancak onlar olanlardan habersizlerdi henüz. Makbule Yenge sabah çayını demlemiş, kahvaltı sofrasını hazırlamıştı. Hep birlikte oturdular kurulan yer sofrasına. Kahvaltılarını yaptıktan sonra sofradan kalkan çocuklar sabahçı oldukları için okula gitmek üzere hazırlanmaya başladılar. Onların hazırlanmaya başladıklarını gören Hüseyin Amca:
-Çocuklar, hazırlanmayın boşuna, der.
-Neden?
-Bugün okula gitmeyeceksiniz çünkü…
-Amma baba gitmezsek öğretmenlerimiz kızar bize. Pazartesi günü ne diyeceğiz onlara? diye sorarlar çocuklar.
Hüseyin Amca:
-Kızmazlar çocuklar kızmazlar. Onlar da bugün gitmeyecekler okula, der.
Çocuklar:
-Onlar neden gitmiyorlar ki? diye sorarlar.
-Bugün okul yok…
-Ama bugün ne hafta tatili, ne de bayramdır. Okul neden kapalı olsun ki?
-Çünkü asker amcalar öyle istiyorlar da ondan, der babaları.
-Ama baba asker amcaların görevi ayrı, okullar ayrı. Onlar ne diye karışıyorlar ki okullara? diye sorar en büyük oğlan Cemil.
Dördüncü sınıfa giden Cemil’in bu sorusu üzerine o zamana kadar baba ile çocukları arasındaki konuşmalara sadece kulak misafiri olmakla yetinen liseli yeğen Cihan sessizliğini bozarak araya girer:
-Olur, çocuklar olur, burası Türkiye. Onun için asker amcalar yalnız okullara değil, her şeyimize karışırlar, der.
Hüseyin Amca’nın küçük oğlu Cibril:
-Çişimize de mi karışırlar? diye sorar.
Gülüşmeler… Kahkahalar…
Liseli yeğen Cihan:
-Vallahi çocuklar Güneş’e karşı işiyorsunuz diye çişimize de karışabilirler, tıpkı işimize karıştıkları gibi.
-Olur mu öyle şey baba? diye sorarlar babalarına.
Babaları:
-Olur, çocuklar olur. Neden olmasın ki? der.
Çocuklar:
-Peki, neden işlerimize karışıyorlar ki? Başka işleri yok mu onların? diye sorarlar.
Babaları:
-Olmaz olur mu çocuklar? Başka işleri de var elbette. Bakın çocuklar hemen her gün televizyondan çeşitli haberler duyuyoruz. Mesela bir gün: “İstanbul’da üniversite öğrencilerinin üzerine ateş açıldı. Olayda sol görüşlü beş öğrenci yaşamını yitirirken çok sayıda öğrenci de yara aldı. Saldırganlar ellerini kollarını sallaya sallaya olay yerinden uzaklaştılar.” Bir başka gün: “Ankara’da İşçi Partisi’ne üye olan yedi genç elleri bağlı bir şekilde kurşuna dizildiler” vb. haberlerin verildiğini hepimiz bilmiyor muyuz? der.
-Biliyoruz ...
-İşte çocuklar! Asker amcalar, İstanbul’da o üniversite öğrencilerini silahla tarayarak beş kişiyi öldürüp bilmem kaç kişiyi yaralayan; Ankara’da İşçi Partisi’ne kayıtlı oldukları için yedi genci elleri arkadan bağlı bir şekilde kurşunlayarak yaşamlarına son veren; Maraş’ta kadın-erkek, genç-yaşlı demeden suçsuz ve günahsız insanları katleden, ya da benzeri olaylarda emekçi halkı ve onların çocuklarını katlederek yaşamına kasteden o eli kanlı katilleri, o halk düşmanlarını yakalayarak hak ettikleri cezaları vermek için karışırlar her şeye, der.
Liseli yeğen Cihan:
-Orası şimdilik belli değil amca. Eli kanlı katilleri mi, yoksa mazlum halkı mı yakalayıp cezalandıracaklar, onu ileride hep birlikte göreceğiz, der.
Bu sırada her şeyden habersiz oyuncaklarıyla oynayan dört yaşındaki Kamil babasına:
-Sen daireye gecikmiyor musun baba? der.
Bu sorunun sorulmasıyla gülüşmeler ve kahkahalar başlar. Ağabeylerinin bu gülüşmelerine sinirlenen küçük Kamil:
-Ne gülüyorsunuz? diye çıkışır.
En büyük ağabeyi Cemil:
-Lan biz sabahtan beri neyi konuşuyoruz? diyerek azarlar Kamil’i.
Küçük Kamil:
-Babam okullar tatildir dedi, der.
En büyük ağabeyi Cemil:
-Eeee?
-Eee’si var mı? Babam okula mı gidiyor sanki? O daireye gidiyor. Daireler de kapalı değil ya?
Hüseyin Amca:
-Bak yavrum, ben de daireye gitmeyeceğim. Çünkü bugün yalnız okullar değil, daireler, işyerleri, bakkallar ve bütün dükkânlar da kapalıdır. Bunun için bugün hiç kimse dışarı çıkmayacak. Herkes evinde oturacaktır, der.
Küçük Kamil:
-Biz de mi? diye sorar babasına.
Babası:
-Siz nereye gideceksiniz ki? diyerek sorusunu soruyla yanıtlar Küçük Kamil’in.
Küçük Kamil:
-Sokağa oyun oynamaya, der
Babası:
-Kapının önünden uzaklaşmadan çıkıp oyun oynayabilirsiniz. Oyun oynamak da yasak değil ya… der.
Çocuklar hep bir ağızdan:
-Oleyyy… diye sevinç çığlıkları atarlar.
Sonra atarlar kendilerini sokağa, başlarlar oyuna. Ama bu sevinçleri fazla uzun sürmez çocukların. Çünkü birkaç dakika sonra sokakta peş peşe geçen cemselerin içinde bulunan eli silahlı askerleri görür görmez korkularından zor atarlar kendilerini eve. Bundan sonra da kentin dört bir yanına dağılmış askerleri ancak pencereden perde arkasından izlerler gizli gizli.
-Ya sonraki günlerde?
Evet, sonraki günlerde kimi zaman yalnızca askerler, kimi zaman yalnızca polisler, ama daha çok da asker-polis işbirliği içinde sık sık kuşatma altına aldıkları mahallelerde ya da kentin tamamında arama eylemleri gerçekleştirirler. Kimi zaman da yalnız bir evi aramak için bir sokağın tamamını, hatta bütün bir mahalleyi kuşattıkları bile olur. Her yer aranır didik didik. Çoğu zaman da özellikle sol içerikli sıradan kitaplara, ülke ve dünya klasiklerine ve hatta ansiklopedilere bir daha geri verilmemek üzere el konur ve derdest edilen sahipleriyle birlikte alınıp götürülürler. Evlerinden alınan suçsuz masum insanlar, özellikle de gençler tutuklanır, uzun süren sorgulara ve işkencelere tabi tutulurlar. Çıkarıldıkları savcılıklarda suçsuz bulunarak salıverilene değin kendilerinden haber alamayan aileleri korkulu bir bekleyiş içine girerlerdi.
Eh! Hal böyle olunca da ister istemez bir korku, bir panik ve tedirginlik havası egemen olmaya başlar halkta.
-Bizim evi ne zaman arayacaklar? Onlara göre yasak kitap var mı bizim evde? Bizim evi aradıklarında kimi ya da kimleri gözaltına alacaklar? vb. sorular hep dolaşır durur zihinlerde.
Üzerinden birkaç ay geçmiştir, 12 Eylül’ün. Havalar soğuyan yüzünü yavaş yavaş göstermeye başlamıştır artık. Sonuna kadar açık tutulan kapı ve pencereler sıkı sıkıya kapanır, halılar-kilimler serilir, yorganlar battaniyeler örtülür ve sobalar kurulur olmuştur artık.
Hüseyin Amcaların evinde haftanın iki günlük tatili dışında kalan beş iş gününde Hüseyin Amca devlet dairesindeki işine, liseli yeğen Cihan ile Cemil, Celil, Cibril okullarına giderlerken, Makbule Yenge ile küçük oğlu Kamil de evde kalırlardı. Makbule Yenge kendilerine ait betonarme, sac çatılı, iki katlı evlerinin ikinci katında bulaşık yıkarken dört yaşındaki oğlu küçük Kamil de kimi zaman mutfakta, kimi zaman odada, kimi zaman da salonda gümbür gümbür yanan sobanın yanında kırık ve eski üç-beş oyuncağıyla oynar durur. Oyun oynamaktan sıkıldığı zaman evlerinin balkonuna çıkıp çevreyi izlemek isterdi. Ancak dışarıya çıkmaya korktuğu için bu ihtiyacını perdesinin arkasına gizlendiği pencereden dışarısını izleyerek gidermeye çalışırdı.
Günlerden bir gün Makbule Yenge günlük rutin işlerinden biri olan ev temizliğiyle meşguldü. Sıra salonun temizliğine gelmişti. O salonun temizliğiyle uğraşırken dört yaşındaki küçük oğlu Kamil de salon penceresinin perdesinin arkasına gizlenmiş sokağı izliyordu. Bir ara mahalleyi abluka altına alan asker ve polisler göründü küçük Kamil’in gözüne. Asker ve polisleri görür görmez:
-Anneee… Çabuk gel buraya, diye bağırır.
Annesi Makbule Yenge:
-Yine n’oldu oğlum? Oyalama beni. Bırak da bir an önce şu işimi bitireyim, der.
Küçük Kamil korku dolu bir ifadeyle:
-Çabuk gel… Bak askerler, polisler… der.
Makbule Yenge:
-Yalan söyleme oğlum, der.
Küçük Kamil:
-İnanmazsan gel de bak. Asker ağabeylerle polis amcalar dolaşıyorlar sokakta, der.
Temizlik işini bırakan Makbule Yenge hemen koşar pencereye. Pencereden dışarıya baktığında inanamadı gözlerine. Çünkü her yer asker-polis kaynıyordu. Mahalleyi kuşatmış evleri arıyorlardı birer birer. Bu duruma gözleriyle tanık olan Makbule Yenge, bedeninin egemenliğini çoktan korku ve paniğe terk etmişti. Aslında evlerinde suç sayılabilecek hiçbir şey yoktur. Bunu o da biliyordu. Ama buna rağmen dişlerinin zangırdamasına ve ellerinin tir tir titremesine engel olamıyordu bir türlü.
Derken kötü bir şey takılır Makbule Yenge’nin aklına: “Ya liseli yeğen Cihan’ın yasak kitapları varsa?” diye.
Bu olmadık şüpheyle bir anda kendisini kaybeden Makbule Yenge’nin korkusu, heyecanı, tedirginliği birden iki katına çıkıverir. Hemen küçük oğlu Kamil’e:
-Bak oğlum ben Cihan abinin odasına gidiyorum. Sen buradan ayrılma. Gözün dışarıda olsun. Polis amcalarla asker ağabeyler bizim eve doğru gelince bana haber ver, der.
Küçük oğul Kamil:
-Tamam anne. Sen merak etme, der.
Makbule Yenge, telâşlı bir şekilde, korku dolu bir ruh hali içinde dalar hemen liseli yeğen Cihan’ın odasına. Başlar orada bulunan kitapları karıştırmaya. Sonra kendi kendine:
-Bunların hangisi yasaktır acaba? der.
Sonra çaresizlik içinde bakar durur kitapların sağına soluna. Çaresizliği de okuma-yazma bilmemesinden kaynaklanıyordu. Okur-yazar olsaydı orada bulunan kitapların tamamının ders ve yardımcı ders kitaplarından oluştuğunu bilir ve telaşlanmasına gerek kalmazdı.
Makbule Yenge’nin o haleti ruhiye içinde hangi ölçüte göre bir seçim yaptığını anlamak oldukça güçtür. Ama buna rağmen tamamı ders ve yardımcı ders kitaplarından oluşan kitapların birkaçını kucağına aldığı gibi küçük oğlu Kamil’in de bulunduğu salona, gümbür gümbür yanan odun sobasının başına gelir. Bir eliyle kitapları tutarken öteki eliyle de sobanın üst kapağını açar ve kitapları, alev alev yanan sobanın içine atar birer birer. Kitapların bir an önce yanıp kül olması için de eline aldığı uzunca demir çubukla karıştırır, durur sobayı…
Pencerenin kenarında, perdenin arkasına gizlenerek camdan dışarısını gözleyen küçük Kamil, bir yandan mahalleyi kuşatma altına alarak evlerde arama yapan asker ağabeylerinin ve polis amcalarının kendi evlerine doğru gelip gelmediklerini gözetlerken, öte yandan da pür dikkatle annesinin yaptıklarını izliyordu. Annesinin kitap yakma işini bitirdiği bir sırada sokaktaki asker ve polislerden bir bölümünün kendi evlerine doğru yöneldiklerini görür. Bunun üzerine:
-Anneee… Geliyorlar… diye seslenir.
 “Nasıl olsa yasak kitapları yaktım” düşüncesinin verdiği bir rahatlık içinde hareket eden Makbule Yenge gayet sakin bir şekilde:
-Ne bağırıyorsun oğlum, gelirlerse gelsinler, der.
Bu son konuşmanın üzerinden iki-üç dakikalık bir zaman dilimi geçmişti ki evlerinin dış kapı zili çalmaya başlar. Zili çalanların polis olduğunu içeriden gören Makbule Yenge:
-Kim o? diye seslenir.
Dışarıdan:
-Aç, polis yanıtı gelir.
Yanında küçük oğlu Kamil’in bulunduğu Makbule Yenge açar kapıyı. Kapının dışında bekleşen polislerden biri:
Evinizi arayacağız yenge, der.
Annesi Makbule Yenge’nin her hangi bir şey söylemesine fırsat vermeyen küçük Kamil:
-Siz geç kaldınız polis amca, der.
Polislerden biri:
-Neden? diye sorar.
-Annem hepsini yaktı, der küçük Kamil.
-Neyi yaktı? diye sorar.
-Yasak kitapları... diye  yanıtlar, Kamil.
 

 
 
 GÜLNİHAL İLE CEZMİ
Duymayan kalmamıştı, bilmeyen yoktu. Leyla ile Mecnun’un aşkları gibi yediden yetmişe herkesin diline destan olmuştu, Gülnihal ile Cezmi’nin aşkları. Hem de çocukluktan beri süregelen bir aşk. Gizli ya da aşikâr günün hemen her saatinde birlikteydiler, Gülnihal ile Cezmi. Zira aynı evde doğmuş, aynı avluda oyun oynamış, aynı çatı altında büyümüşlerdi. Birlikte ağlayıp birlikte gülmüşlerdi. Ama ne var ki konumları farklıydı onların. Gülnihal, Çifteler Köyü’nün sahibi Rüstem Ağa’nın kızı, Cezmi ise Rüstem Ağa’nın yanında karın tokluğuna çalışan Cemil Emmi’nin oğluydu. Ama ne fark eder ki, gönül bu, dinler mi ferman?
Farklı konumlarda olmalarına rağmen onlar çok yakışmışlardı birbirlerine. Dillere destan aşklarını evlilikle noktalamak istiyorlardı, onlar. Hani bilirsiniz kimi evlilikler vardır ki mantık “evet”, duygular “hayır” der, kimi evlilikler vardır ki mantık “hayır”, duygular “evet” der, ama kimi evlilikler de vardır ki hem mantık hem de duygular “evet” diyerek onay verirler. İşte Gülnihal ile Cezmi ikilisinin birlikteliklerine de hem mantık, hem de duygular “evet” deyip “onay” veriyordu.  Duyguları da mantıkları da bu birlikteliğe onay vermesine veriyordu, ama onların bu dillere destan aşklarına ve birlikteliklerine karşı çıkıp “onay” vermeyenler de vardı.
İki gonca gül düşünün yan yana biten. Aralarına giren bir karaçalı izin vermez onların birleşmelerine, hatta yaklaşmalarına. Engel olur birlikteliklerine, karşı çıkar yan yana durmalarına. Tıpkı Gülnihal ile Cezmi’ninkiler gibi. İkisinin de ailesiydi, onların aralarında biten, sevdalarına karşı çıkan, birleşmelerine engel olan karaçalı. Ancak nedenleri farklıydı bu birlikteliğe karşı çıkan her iki ailenin. Biri kendine zeval geleceğinden korktuğu için karşı çıkarken öteki dengim değil diyerek karşı çıkıyordu.
Bir başka ifadeyle Cezmi’nin annesi Nigar Teyze, Gülnihal’in babası Rüstem Ağa’dan, oğlu Cezmi’ye bir zeval gelebileceğinden korktuğu için bu sevdaya “onay” vermezken, Gülnihal’in babası Rüstem Ağa’nın karşı çıkış nedeni farklıydı. O; “Benim, baldırı çıplak Cemil’in oğluna verecek kızım yok. Davul bile dengi dengine çalar. Ben, kızımı ahırlar için değil, saraylar için büyüttüm” diyerek karşı çıkıyordu.
Aslında her iki ailenin de kendi açılarında karşı çıkmalarında haklılık payları vardı belki. Örneğin, Cezmi’nin annesi Nigar Teyze’ye hak vermemek mümkün mü? Değildir elbette. Çünkü hasmı koca bir köy ağasıydı, biçare kadıncağızın. Köylü dersen ondan yanaydı. Zira ağanın tarlasında, bağında, bahçesinde karın tokluğuna çalışanlardan oluşuyordu, köylünün tamamı. Eh! Bu durumda hangi köylü “sen haksızsın” deyip karşı koyabilir ağasına. Hangi babayiğit “yok” diyebilir ona. Vallahi yedi düvelden kovdurur ağası onları. Hökümet, kanun derseniz onlar zaten güçlüden yana, her zaman olduğu gibi.
-Kim di peki güçlü?
-Parası-pulu, malı-mülkü olandır elbette.
Bunların hepsi de Rüstem Ağa’da mevcuttu. Böyle olduğuna göre güçlü Rüstem Ağa’dan başkası olabilir mi?
-Peki, yaşadığımız üç günlük şu fani dünyada herkesin ve her şeyin güçlüden yana olduğunu bilmeyenimiz var mı?
-Yoktur elbette. Herkes biliyor ki güçlü olan her zaman her yerde haklıdır.
-O zaman Gülnihal’in babası güçlü Rüstem Ağa, kızını ayartan-ona göre- Nigar Teyze’nin oğlu Cezmi’yi dövdürtebilir mi, ona buna?
-Evet…
-Hapishanede çürütebilir mi?
-Evet…
-Hatta daha da ileri giderek öldürtebilir mi?
-Evet…
-Peki, hangi ana yüreği dayanabilirdi bu yapılanlara?
-Hiç biri…
O zaman Nigar Teyze, oğlu Cezmi ile yanında yıllardan beri karın tokluğuna çalıştığı Rüstem Ağa’nın kızı Gülnihal’in sevdalarına karşı çıkmakta, aşklarına engel olmakta haklı değil mi sizce?
Gelgelelim bu dillere destan sevdaya karşı çıkan, aşklarına engel olmaya çalışan Gülnihal’in babası Rüstem Ağa’ya. İşi-gücü parayla-pulla, malla-mülkle hasbıhal olmaktı, onun. Sevgi denen o meretle bir alış-verişi olmamıştı ki onu tanısın, ne demek olduğunu bilsin. Her hangi bir kan bağı da yoktu aralarında. Bir yakınlığı, bir dostluğu, bir arkadaşlığı da yoktu sevgiyle, aşkla.
-Peki, sevgiyi bilmeyen, onu tanımayan biri sevdanın ne demek olduğunu bilebilir miydi sizce?
-Mümkün değil.
-Sizce sevgiyi bilmeyen birinin sevdaya karşı çıkması, ona engel olması doğal değil mi?
-Doğaldır elbette…
O halde sevgiden bihaber olan ve kızı Gülnihal ile  “baldırı çıplak” olarak nitelediği Cemil Emmi’nin oğlu Cezmi’nin aşklarına, sevdalarına karşı çıkan, onlara engel olan Rüstem Ağa’nın bu sevdaya  “evet” deyip  “onay” vermesini beklemek ne kadar gerçekçi olabilir?
Sevgiyi bilenler, sevda çekenler bilirler aşkın büyük bir sevgi; tutkulu bir duygu ve bir kimsenin bir başka kimseye karşı duyduğu tutku olduğunu.
Peki, bu kadar önemli bir duygu, bir tutku, bir büyük sevgi; biri ya da birileri araya girdi, karşı çıktı, engel oldu diye biter mi bitmesi lazım mı?
-Olmaz elbette, olmamalıdır da…
Dünya kalksa ayağa, girse araya, böyle bir aşka engel olsa bile bunun sona ermesini beklemek gaflet olmaz mı sizce?
Böyle olsaydı eğer yüzyıllar önce yaşanmış olan “Leyla ile Mecnun”, “Kerem ile Aslı”, “Tahir ile Zühre”, “Yusuf ile Züleyha”, “Ferhat ile Şirin”, “Asuman ile Zeycan” vb.lerinin aşkları hala dolaşıp durur muydu dillerde? Yaşatılır mıydı gönüllerde? Şirin için dağları deler miydi Ferhat? Aslı için yanıp kül olur muydu Kerem? Leyla için çöle düşer miydi Mecnun?
Tıpkı onlarınki gibiydi aşkları, Gülnihal ile Cezmi’nin. Çünkü kendilerini ayırmaya kalkışanlara, aşklarına engel olmaya çalışanlara değil mantıkları ile duygularının “evet”  deyip  “onay”  verdiği aşklarına boyun eğer onlar. 
Marabası Cemil Emmi’nin oğlu Cezmi ile görüşüp konuşmasın diye kızı Gülnihal’i içeri kapatıp kapısına nöbetçi diktiren Rüstem Ağa, bir yandan da Cemil Emmi ile karısı Nigar Teyze’ye baskı uygulamaktadır, oğullarını başka bir yere göndersinler diye. Yanık olur ana yüreği. Biricik oğluna zeval gelsin istemez Nigar Teyze. Günlerdir konuştuğu oğlu Cezmi’yi bir başka yere göndermeye ikna eder, nihayet. Cezmi söz verir anasına, bir daha dönmemek üzere oraları terk edeceğine. Köyden uzaklaşacağına dair annesine söz veren Cezmi bir fırsatını bulup günün birinde birkaç satırlık bir pusula gönderir yavuklusu Gülnihal’e: “Ben, bir daha dönmemek üzere buralardan gideceğim. Gelirsen seninle birlikte gidelim” diye.
Cezmi’ye “Beni bekle birlikte gideriz.” diye haber gönderen Gülnihal, başlar hazırlanmaya. Kendisine ve annesine ait ne kadar ziynet eşyası varsa yanına alarak yavuklusu Cezmi ile ayrılırlar oradan. Tutuşurlar el ele düşerler yollara. Ora senin bura benim derken günler sonra varırlar köylerinden uzak bir diyara. Hem gözden, hem de gönülden ırak. Ne onlar tanıyordu kimseyi, ne de kimse onları…
Küçücük bir kasabaydı, vardıkları yer. Kiraladılar tek odalı bir ev. Bozdurdular, Gülnihal’in yanına aldığı altın ve bilezik gibi ziynet eşyasının bir bölümünü. Bir kısmını ev kirası olarak verdikleri bu paranın geri kalan bölümüyle de birkaç parça eşya alarak yerleştiler evlerine. Hemen sonrasında bastırırlar yıldırım nikâhı, girerler dünya evine. Evliliklerinden kısa bir süre sonra da Cezmi’nin özel bir işyerinde sigortalı şoför olarak işe başlamasıyla birlikte geçim derdi de sorun olmaktan çıktı. Böylece yaşamları rayına oturmuş ve daha güzel bir dönem başlar olur yaşantılarında. Mutluluklarına zaten diyecek yoktu onların. Evliliklerinin üzerinden bir buçuk yıllık bir zaman geçmişti, mutluluklarına ikinci bir mutluluk eklendiğinde. Nihayet o dillere destan aşkları ilk ürününü vermişti. Dünya güzeli bir kızları merhaba demişti yaşama. “Aslı” dediler adına. Gün geçtikçe gelişip güzelleşen Aslı, neşe katıyordu neşelerine. Aradan yıllar geçmiş ve Aslı okul çağına gelmişti artık. Okula gönderilmesi gerekiyordu, onun. Anne Gülnihal, kayıt zamanı vardı evlerinin hemen yanı başındaki kasabanın tek okuluna. Okula kaydı yapılıp sınıfı belirlendi küçük Aslı’nın.
Okullar açılınca birkaç gün annesi Gülnihal ile okula gidip gelen Aslı, kısa süre içinde okula alışıp uyum sağlamaya başlayınca tek başına gidip gelmeye başladı. Okula başladıktan üç-beş ay sonra okuma-yazmayı öğrenen Aslı’nın bu başarısı mutluluklarını ikiye katlamıştı bu çekirdek ailenin.
Ama ne var ki yaşam, her zaman istediğiniz gibi gitmez yolunda. Tıpkı Gülnihal ile Cezmi’nin yaşamları gibi. Onlar henüz aşklarının biricik meyvesi olan kızları Aslı’nın bu başarısının tadını alamadan o güzel yaşamları kesintiye uğrar ansızın. Kan damlamış mutluluklarına. Çünkü özel bir iş yerinde şoför olarak çalışan Cezmi, geçirdiği trafik kazası sonucunda yitirir yaşamını.
Böylece kayınbabası Rüstem Ağa tarafından gizlice tutulan kiralık katiller, Cezmi’nin izini bulup yaşamına son vermeden trafik canavarı ulaşır ona. Aniden aldığı bu ani haber karşısında dünyası başına yıkılan Gülnihal, hemen koşar olay yerine. Sarılır biricik aşkı Cezmi’nin yerde al kanlar içinde yatan cansız bedenine. Yürekler paralayan çığlıklar atarak, ağıtlar yakarak, oluk oluk gözyaşı dökerek…
Ağlar… Ağlar… Ağlar…
Ama nafile. Yerde al kanlar içinde cansız yatan biricik aşkı Cezmi, ne görüyor, ne de duyuyordu bütün bunları. Böylece babası Rüstem Ağa’nın bile kendisinden ayıramadığı biricik aşkı Cezmi’yi ölüm ayırmıştı kendisinden. Kalakalmıştı gurbet elinde bir başına. Kimi kimsesi yoktu oralarda. Kendi elleriyle teslim eder kara toprağa, gencecik kocasının cansız bedenini. Ben doyamadım, kara topraklar doysun bari diyerek. Kapattı, dünyaya açılan tek odalı küçücük evinin kapısını. Küstü yazgısına. Çekildi kabuğuna. Oturdu, bir zamanlar mutluluklar dağıtan küçücük evinin bir köşesine. Alev alev yanıyordu içi, patlamaya hazır bir volkan gibi olan Gülnihal’in.
Annesinin neden böyle için için ağladığını, neden kabuğuna çekildiğini bilmeyen ve bütün bunların bir oyun olduğunu sanan küçük Aslı, kimi zaman:
-Babam ne zaman gelecek eve? diye sorardı annesine.
Küçük Aslı bu soruyu her sorduğunda içinde volkanlar patlayan, yüzünden hüzün, gözlerinden yaş eksik olmayan anne Gülnihal:
-“O gelmeyecek artık bir tanem. Biz gideceğiz onun yanına”, diyerek yavaş yavaş gerçeğe alıştırmaya çalışıyordu biricik kızını.
Aradan fazla zaman geçmeden aklar düşmeye başlar, o kömür gibi kapkara saçlarının uçlarına. Kırışıklıklar oluşmaya başlar Gülnihal’in o kusursuz yüzünde. Her şeye rağmen yaşam devam ediyordu. Biricik aşkı Cezmi yoktu, ama o dillere destan aşklarının tek ürünü, biricik kızı Aslı vardı yanında. Her defasında ona sarılırdı, genç yaşta yitirdiği kocası Cezmi’ye sarılırcasına. Toz kondurmuyordu ona. Sakınırdı onu kem gözlerden. Öptükçe öpesi gelirdi, onu. Kendilerini gurbet elde bir başına bırakıp giden biricik aşkını öpercesine. Alırdı kollarına biricik kızını, koklardı doyasıya. Kokladıkça, talihsiz kocasının kokusu gelirdi burnuna. Biricik kızı Aslı’ya dokundukça kocasına dokunmuş gibi hissederdi kendini, Gülnihal.
Her geçen gün biraz daha bitap düşüyordu yorgun bedeni. Denizin derinliklerinde hisseder olmaya başladı kendini. Nefes alamaz duruma gelmişti artık. Çırpındıkça dibine batıyordu, denizin. Çaresiz hissediyordu kendini. Umudunu kesmişti yarınlardan. Gün geçtikçe eriyip gidiyordu, sıcak görmüş kar gibi. Yüzünün kırışıklıkları derinleşiyordu giderek. Her geçen gün daha da artıyordu, saçlarına düşen aklar.
Bir an olsun aklından çıkaramadığı eşi Cezmi’nin ölümünün sonrasında duygularının akışına bırakıvermişti kendini. Adeta esiri olmuştu duygularının. Nihayet bir gün danışınca aklına, farkına vardı yanlış yolda olduğunun. Bu şekilde devam ederse eğer birkaç aya varmaz, kendi elleriyle toprağa teslim ettiği biricik eşi Cezmi’nin yanına gideceğini görür gibi oldu. Onun yanına gidecek olursa eğer, o dillere destan aşklarının tek ürünü olan biricik kızı Aslı’ya bakacak, onu besleyip büyütecek, kol-kanat gerecek kimsesinin bulunmadığının farkına varabildi nihayet.
İki seçenek vardı önünde, Gülnihal’in. Ya kendi elleriyle toprağa verdiği biricik aşkı Cezmi’nin yanına gidecek, ya da o dillere destan aşklarının tek ürünü olan biricik kızı Aslı’nın yanında kalacaktı. Oturdu, düşündü günlerce. Danıştı aklına, beynine. Geçirdi olanları ve bundan sonra olacakları mantık süzgecinden birer birer. Sonuçta ikinci ve en doğru seçenekten yana kıldı kararını. Yani kızının yanında kalmaktan yana… Onu bu küçücük yaşında bir başına bırakıp gidemezdi, ortada. Kol-kanat germesi, besleyip büyütmesi gerekiyordu onu. Hem annelik hem babalık yapması lazımdı, ona.
Evet… Verdi kararını. Bundan böyle kızının yanında kalacaktı. Öyle ise metanetli durmalı, güçlü olmalıydı. O zaman yapması gereken öncelikli şey, artık nefes alamaz duruma geldiği ve çırpındıkça dibine battığı denizin derinliklerinden yüzeye çıkmak için çaba göstermekti. Yitirecek zamanı yoktu. Bir an önce harekete geçmesi lazımdı. Başladı hemen yosunlara tutunmaya. Kıyıya varmak için yürüdü küçük ama bilinçli adımlarla. Uzaklaşmaya başladı yavaş yavaş denizin derinliklerinden. Vardı kıyıya azimle. Sarılmaya başladı dört elle yaşama. Adadı kendini, genç yaşta kendi elleriyle toprağa verdiği biricik kocası Cezmi ile aralarındaki o dillere destan aşklarının tek ürünü olan biricik kızı Aslı’ya. Babasının yokluğunu hissettirmemeye çalıştı, ona. Hem annelik hem babalık yapmaya başladı, kendisine.
Biricik aşkının ölümünün sonrasındaki ilk üç ay içerisinde kendisine dul ve yetim maaşı bağlandı. Ancak kendisine bağlanan dul ve yetim maaşı yetmiyordu kendilerini geçindirmeye. Bir iş bulup çalışması gerekiyordu, onun. Başladı iş aramaya. Çok zor olmadı Gülnihal’in iş bulması. İki-üç gün içinde bir iş buldu nihayet. Oturdukları sokakta bulunan boş evlerden birine yeni taşınan karı-koca öğretmenler, hem temizlik yapacak, hem de üç yaşındaki çocuklarına bakacak birilerini arıyorlardı. Gülnihal’in iş aradığını öğrenen karı-koca öğretmenler, bir gün varırlar Gülnihal’in evine. Konuşup anlaşırlar. O günden itibaren sabahları kızını hazırlayıp okula gönderen Gülnihal, koşardı öğretmenlerin evine. Evin temizliği, çocuğun bakımı ve temizliği derken her günü bu koşuşturmayla devam eder gider, yıllarca. Her gün okuldan çıktıktan sonra annesinin işyerine giden Aslı, annesinin hangi koşullarda çalışarak para kazandığına gözleriyle bizzat tanık olur. Gönlü razı olmaz annesinin bu şekilde koşuşturmasına. Oturur düşünür ve sonunda bir karar alır kendi kendine. Günün birinde aldığı bu kararı annesine bildirmek isteyen Aslı:
-Sana bir şey söyleyebilir miyim? der annesine.
-Elbette aşkım...
-Ama kızmayacağına söz ver bana...
-Kızacağım şeyi söyleme sen de...
-N’olur anneciğim söylememe izin ver, diyerek yalvarır annesine.
Kızı Aslı’nın daha fazla yalvarmasına gönlü razı olmayan anne Gülnihal:
-Tamam, söyle bir tanem, diyerek kızının meramını anlatmasına izin verir.
-Ben artık okula gitmek istemiyorum...
-Okulda seni rahatsız eden birileri mi var? 
-Hayır...
-Neden gitmek istemiyorsun peki okula?
-Sen bütün bunlara benim için katlanıyorsun. Senin bu kadar güçlük çekmene gönlüm razı olmaz. Bundan sonra ikimiz birlikte çalışır, birlikte yeriz...
-Bana acıdığın için mi bu kararı aldın?
-Evet, anneciğim…
Anne Gülnihal:
-Evet, çalışman gerektiği doğrudur. Ama bir işte değil, derslerini çalışmalısın. Bana acıyorsan eğer okuman gerekir. Oku ki bir meslek sahibi olasın. İşte o zaman hem kendini, hem beni kurtarırsın. Yoksa ömrü billâh hep acınacak durumda kalırız. Böylesi daha mı iyi? Aklını başına devşir. Otur bir güzel düşün kararını öyle ver, der.
Annesinin bu söylediklerini bir güzel akıl süzgecinden geçiren Aslı, bir süre sonra annesine:
-Tamam, anneciğim, ben, senin söylediklerini oturdum etraflıca düşündüm. Sen haklısın. Söz veriyorum sana, okuyacağıma dair, der.
Kızı Aslı’nın bu kararı almasının ardından anne-kız sarılırlar birbirlerine sıkı sıkıya. Anne Gülnihal bir an bile olsun başından hiç çıkarmadığı siyah yazmasının altında gizlediği beyaza bürünmüş saçlarını süpürge ettiği kızı için dört elle yaşama; ona okuyacağına dair söz veren kızı Aslı da okumaya dört elle sarılır, oldu.
Anne-kız  “Azmin elinden bir şey kurtulmaz” sözünü kanıtladılar adeta. Aslı o yıl ortaokulu bitirdi. Ancak yaşadıkları kasabada lise bulunmadığı için Ankara’ya taşınırlar. Kayıt yaptırırlar, gecekondu mahallesinde tuttukları tek odalı evlerine yakın bir liseye. Anne Gülnihal hemen başlar iş aramaya. Çünkü aldıkları dul ve yetim aylığı geçinmelerine yetmez onların. Kısa süre içinde bir iş bulunur nihayet anne Gülnihal’e. Okullar açılınca anne-kız birlikte çıkarlar evden. Kızı Aslı okula, anne Gülnihal de temizlik yapıp çocuk bakacağı eve gitmek üzere ayrılırlar birbirlerinden. Üç yıl hep aynı şekilde devam eder gider bu durum.
Üçüncü yılın sonunda iki mutluluk birden yaşanır olur, anne ile kızın birlikte yaşadıkları gecekondu mahallesindeki tek odalı küçük evde. Aslı, o yıl hem liseyi birincilikle bitirir, hem de girdiği üniversite sınavını kazanır. Liseden diplomasını alan Aslı, kayıt zamanı kayıt yaptırır, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne.
Artık üniversiteli olmuştur, Aslı kız. Onun da çalışması lazımdır artık. Zira babasından kalan dul-yetim aylığı ile annesinin temizlikten aldığı paranın gereksinimlerini karşılaması mümkün değildir. Ama annesinin onun çalışacağından haberi olmamalıydı. Çünkü derslerini aksatır diyerek kızının çalışmasına engel olabilirdi. Derken Aslı birkaç gün içinde bir iş bulur nihayet, annesinden gizli. Günün bir yarısını üniversitede, öteki yarısını da bulduğu işte çalışarak geçiren Aslı, her zaman olduğu gibi sabahları birlikte evden çıktıkları annesiyle, akşamları görüşebiliyordu ancak.
Nihayet hem dul-yetim maaşı alıyor olmaları, hem de annesiyle ikisinin çalışıyor olmasından ötürü fazla zorlanmadan geçinir giderler karınca kararınca. Aslı kızın okulu bitirmesine değin bu durum hep böyle devam eder gider. Altı yıl böyle sürüp giden bu yaşam, altıncı yılın sonunda yerini daha iyi bir yaşama bırakır. Altı yıllık tıp eğitimi bitmiş ve Aslı, genç bir tıp doktoru olmuştur artık
Belirlenen günde kur’alar çekilir. Aslı, çekilen kur’a neticesinde o güne değin hiç görüşüp tanışmadığı dedesi Rüstem Ağa’nın köyünün bağlı bulunduğu ilçenin hastanesine atanır. Bunun üzerine bir yandan sevinç, öte yandan bir tedirginlik yaşanır olmaya başlar, anne-kızın gecekondu mahallesindeki tek odalı küçücük evlerinde.
Sevinçlidirler; çünkü daha rahat ve daha insanca bir yaşama merhaba diyecekler. Tedirgindirler.Zira özellikle anne Gülnihal, babası Rüstem Ağa’yla karşılaşmaktan ve tanınmaktan çekinmektedir.
Ama Aslı kız:
-Birilerinin seni tanıması mümkün değil. Çünkü sen genç ve güzel bir kız iken ayrılmışsın oradan. Oysa şimdi saçlarına karlar yağmış, yüzün engebeli bir araziye dönüşmüş. Gerçi böyle olmasına rağmen sen hâlâ çok güzelsin. Kim tanıyacak seni bu halinle? Hem tanısalar bile n’olacak ki? Sen kötü bir iş mi yapmışsın sanki? Yoksa yaptığın işten utanıyor musun? diye sorar annesine.
-Hayır… Ben yaptığım işten ne utanıyorum, ne de pişmanlık duyuyorum, der anne.
 Aslı kız:
-Öyle ise yarından tezi yok, hemen eşyaları topluyor ve gidiyoruz buradan, der.
Sonra anne-kız başlarlar evi toplamaya, eşyaları denk etmeye. Bir hafta içinde taşınırlar, Ankara’nın gecekondu mahallesindeki tek odalı küçücük evden, görev yeri olan ilçedeki hastanenin boş lojmanlarından birine.
Annesiyle birlikte doğduğu yere giderek babasının mezarını ziyaret eden Dr Aslı, oradan dönünce başlar, doktorluk görevine.
Birkaç gün içinde yeni birtakım eşyalar alarak kurarlar yeni evlerinin düzenini. Sonrasında başlar “Hoş geldiniz ziyaretleri ile iadei ziyaretler.
İlçeye taşındıklarının üzerinden yaklaşık bir yıl geçmiştir. Dr. Aslı gece nöbetlerinden birini ifa etmektedir, görevli olduğu ilçenin hastanesinde. Zaman gece yarısını geçmiştir. Tam bu sırada bir hasta getirilir hastanenin acil servisine. Hasta kalp krizi geçirmektedir. Hemen haber verilir nöbetçi doktor odasında dinlenmekte olan Dr. Aslı’ya. İlk müdahaleyi yapmak üzere hemen koşar hastanın başına. Başlar müdahaleye. Yoğun bir çalışma neticesinde hastayı yaşama döndürür nihayet. Hasta yoğun bakım ünitesine kaldırılırken, nöbet süresi sona eren Dr. Aslı da evinde alır soluğu. Kapıyı açan annesi: 
-Çok yorgun görünüyorsun, bir şeyin mi var kızım? der.
-Yorgunum biraz, der kızı Aslı.
-Ne yaptın ki yoruldun? diye sorar annesi.
-Bir hasta vardı anne, kalp krizi geçirmişti onunla uğraştım, der
-N’oldu, kurtuldu mu bari?
-Kurtardık anne kurtardık. Yoğun bakımda yatıyor şimdi…
-Kimlerdendir acaba?
-Adı şey… Evet, evet Cemil Kuloğlu’ydu adı, der Dr. Aslı.
Bu ismi duyan Gülnihal’in yanaklarından gözyaşları dökülmeye başlar peş peşe.
Annesinin bu halini gören kızı Dr. Aslı:
-Tanıdık biri mi yoksa anne? diye sorar.
-Evet…
-Kimdir?
-Dedendir kızım, kayınbabam yani, der annesi.
Annesine moral vermeye çalışan Dr. Aslı kahvaltısını yaptıktan hemen sonra varır hastaneye, yoğun bakım ünitesindeki hastanın başına. Kendisi bir an bile olsun hastanın başından ayrılmayan Dr. Aslı, bu yetmezmiş gibi bir de doktor arkadaşlarıyla birlikte hastane personelini de seferber eder dedesi için. Dedesinin durumu biraz iyileşince onu tek kişilik normal bir servis odasına aldırır. Sonra dedesinin özel bakımı için hastane personeline gerekli talimatı veren Dr. Aslı, köydeki babaanne Nigâr Teyze’yi de getirtir dedesinin yanına.
On gün kadar hastanede tedavi gördükten sonra taburcu ettiği dedesine:
-Dedeciğim en az iki ay süreyle her gün kontrolden geçmen gerek. Onun için ilçeden dışarı çıkmayacaksın, der.
Onun kendi torunu olduğunu bilmeyen dedesi Cemil Emmi:
-Benim burda iki ay kalabilecek ne yerim var, ne de yanında kalabileceğim bir tanıdığım… Nasıl olur bilmem ki? der.
-Ben seni misafir edebilirim dedeciğim, der Dr. Aslı.
-Teşekkür ederim. Ama ben bunu yapamam, sizi rahatsız edemem, der dedesi.
Olurdu olmazdı derken sonuçta dedesini ve babaannesini ikna eden Dr. Aslı, alır götürür onları evine. Amacına ulaşır nihayet. Zaten onları evine götürmek için şu iki ay kontrol altında tutulması olayını da bahane olarak söylemişti. Yoksa böyle bir şeye gerek yoktu, zaten.
Yalnızca Dr. Aslı değil, annesi Gülnihal de büyük bir hürmetle karşıladığı kayınbabası Cemil Emmi ile kayınvalidesi Nigâr Teyze’ye hizmette ve hürmette kusur etmemeye büyük bir özen gösterir.
Anne ile kızının kendilerine karşı gösterdiği bu yoğun ilginin nedenini merak eden Cemil Emmi:
-Sizin, bize gösterdiğiniz bu yoğun ilgiye ne kadar teşekkür etsek az olur. Sağ olun, var olun. Ama doğrusunu söylemek gerekirse ben, sizin bize gösterdiğiniz bu yoğun ilginin nedenini merak ediyorum. Siz kimsiniz, nerelisiniz, kimlerdensiniz? Bize karşı olan bu yoğun ilginiz neden? diye sorar.
Cemil Emmi’nin bu soruları üzerine gelini Gülnihal:
 -Bunun özel bir nedeni yoktur. Sadece sizi sevdik, kanımız kaynadı size deyip gerçeği inkâr etse de kızı Dr. Aslı, gerçekleri anlatır birer, birer.
Bir yandan kavuşmanın sevincini, öte yandan yıllar önce ölen biricik oğulları Cezmi’nin acısını yaşayan dede Cemil Emmi ile babaanne Nigâr Teyze basarlar bağırlarına gelinleri Gülnihal ile biricik oğullarının tek hatırası olan torunları Dr. Aslı’yı.
 
 
 
 
BABASININ KEMİKLERİNİ ARAYAN ADAM
Henüz on ay olmuştu askerden geleli. Tuttuğunu koparan bir azme, sıktığının suyunu çıkaran bir güce sahipti. Lisenin birinci sınıfından terkti, kocaman bir vadinin ta dibinde yer alan İnceler Köyü’nden Süleyman Dayı’nın oğlu Arap Remzi. Kendisi Arap asıllı olduğu için değil, biraz fazlaca esmer olduğu için “Arap” lakabını vermişlerdi, ona.
 ‘Amca’ ya da ‘hala’ diyebileceği bir yakını bulunmadığı gibi kendisine “dayı” ya da “amca” diyebilecek bir yakını da olmayacaktı. Arap Remzi’nin. Çünkü o da babası Süleyman Dayı gibi tek çocuğuydu, ailesinin.
Durumları oldukça iyiydi. Kocaman vadinin ta dibinde yer alan İnceler Köyü’nün hemen girişinde; büyük ve çevresi “germeç” adı verilen çam yarmalarıyla çevrilen meyve bahçesinin orta yerinde bulunan iki katlı, kiremit çatılı, pencereleri panjurlu, mavi boyalı, görkemli konak onlarındı. Kendi köylerinde birçok kişinin, tarlasını sürecek bir çift öküzü bile bulunmazken ahırında, onların “Ford” marka kocaman traktörü duruyordu avlularında. Hem de para kazanma amaçlı değil, sadece kendi işlerini yapmak ve tarlasını sürüp harmanını savurmak için alınan bir traktör.
Anahtarı hep Arap Remzi’deydi. Çünkü sürücüsü oydu. Traktör onun emrindeydi. Anlayacağınız fazlaları var, eksikleri yoktu, anne Melek, baba Süleyman ve oğul Remzi’den oluşan bu üç kişilik ailenin. Evlerinin tek eksiği, gelinleriydi onların. Oğulları Arap Remzi’yi bir baş-göz ettiler mi tamam olurdu her şeyleri. Bu eksiği de kısa sürede gidermek için sıvadılar kolları. Başladılar gelinlik kız aramaya. Arap Remzi’ye kız mı yoktu? Elini sallasa ellisi gelirdi peşinden. Hangi kız avlusunda kocaman bir traktörün bağlı bulunduğu bir konağa gelin gitmek istemez ki? Bunun da ötesinde Arap Remzi’nin evin tek çocuğu olmasından ötürü eve gelin olarak gidecek kıza kalk diyeni olmaz, otur diyeni bulunmazdı. Konağın gelecekteki tek sahibesi o olacaktı. Söz söyleyen bulunmazdı sözünün üstüne.
Evet, Arap Remzi elini sallasa ellisi birden gelirdi kızların. Ama onlar helâl süt emmiş temiz bir aile kızını almak istiyorlardı, konağa. Yani güzelliğiyle olduğu kadar ağır başlılığıyla da konağa yaraşacak birilerini arıyorlardı. Böyle birini bulmak için de zamana ihtiyaç vardı, doğal olarak.
Tam da bu sırada bir düğün oluverir komşu Yasinler Köyü’nde. Öyle şehir düğünleri gibi iki saat içinde olup bitivermez, üç gün üç gece devam eden köy düğünleri. Yemekte, içkide ve eğlencede sınır olmaz, şehir düğünleri gibi öyle üç-beş pastayla, bir-iki bardak kolayla geçiştirilmez köy düğünleri. Yiyebildiğin kadar yemek, içebildiğin kadar içki, eğlenebildiğin kadar eğlence vardır orada. Bir yandan davul-zurna eşliğinde kızlı-erkekli halaylar çekilir, çiftetelliler oynanır, göbekler atılır, öte yandan insanı dakikalarca kahkahalara boğan seyirlik oyunlar oynanır. Canınız hangisini isterse ona katılmakta, oynayıp eğlenmekte özgürsünüz. Eğlenceye katılmak, onun içinde yer almak ya da izleyici olmak tamamen sizin elinizdedir.
İşte bundan ötürüdür ki bir başka olur köy düğünleri. Alır götürür sizi âlemden âleme. Yok eder derdi kederi. Atıverir üzerinizdeki yorgunluğu, omuzlarınızdaki yükü. İz bırakmaz sinirden stresten. Yeniden doğmuş gibi hissedersiniz kendinizi.
İşte bundan ötürüdür ki bir başka olur köy düğünleri. Birçok gelinlik kız ve delikanlı bu düğünlerde tutulur sevdaya. İlk adımları bu köy düğünlerinde atılır, mutlu yuvaların. Bir köprüdür, kalpten kalbe, insandan insanlığa uzanan köy düğünleri. Dünlerden yarınlara taşınan bir kültür dağarcığıdır, köy düğünleri.
Üç gün, üç gece devam eden köy düğünlerinde davetliler, sadece düğün sahiplerinin köylüleriyle sınırlı değildir. Kendi köylülerinin yanı sıra çevrede bulunan köylerden de çağrılı olanlar vardır. Eskiden beri süregelen bu gelenekten ötürü Yasinler Köyü’ndeki düğün sahibi Şahan Ağa da kendi köylülerinin yanı sıra İnceler Köyü ile birlikte birkaç köye daha davetiye gönderir. Böylece İnceler Köyü’ne komşu Yasinler Köyü’ndeki düğüne Arap Remziler de davet edilmişlerdi.
Eh! Fırsat bu fırsat. Kaçırılmaya hiç gelmezdi böyle bir fırsat. Değerlendirilmesi gerekirdi bunun. Çünkü her zaman ele geçmezdi bu tür fırsatlar. Gelinlik kız beğenmek için köy köy ev ev de dolaşılmaz ki. Hem dolaşılsa bile bir köy düğününe gitmek, beş köy dolaşmaktan daha yeğdir. Zira birkaç köyün gelinlik çağındaki kızlarını bir düğünde bir arada görmek mümkündür. Hem de allı-pullu, cicili-bicili giysiler içinde. Daha önceden de söz edildiği üzere köy delikanlıları ile gelinlik kızların tanışmaları için bir vesiledir, köy düğünleri. Hem sevdanın, hem de yarınların mutlu yuvalarının ilk adımları bu düğünlerde atılır.
Böyle fırsatlar her zaman ele geçemeyeceğine göre bu düğüne mutlaka gidilmesi bir zorunluluk haline gelmişti, Arap Remziler için. Düğün günü anne Melek Kadın’la oğul Arap Remzi avlularında duran traktörlerine atladıkları gibi komşu Yasinler Köyü’ndeki Şahan Ağa’nın oğlu Resul’ün düğününde alırlar soluğu. Düğün oldukça kalabalıktı. İğne atsan yere düşmezdi. Düğünün kalabalık olması Arap Remzi’nin yararınaydı doğal olarak. Çünkü düğün ne kadar çok kalabalık olursa gelin adaylarının sayısı o ölçüde çoğalacak ve Arap Remzi’nin gelin seçme şansı daha artacak demekti.
Akşam olup yemek vakti gelince masalar kurulur yan yana. Büyük bölümü etten oluşan çeşit çeşit yemekler taşınır sofraya birer birer. Düğüne katılan herkes oturur kurulan sofralara. Başlarlar çeşit çeşit yemekleri yemeye, doyasıya. Yemek faslının hemen ardından içki içmek isteyen erkek çağrılılar otururlar, köy meydanında kendileri için kurulan içki sofralarına. Sonra köy çeşmesinden su taşınırcasına içki masalarına taşınır, içkiler. Burada da öyle olur. Aralarında Arap Remzi’nin de yer aldığı davetliler, başlarlar içki kadehlerini birer ikişer devirmeye.
Düğüne çağrılı baylar, içki masalarında içki kadehlerini birer ikişer yudumlarlarken, çağrılı olup da düğüne iştirak eden bayanlar ve özellikle de genç kızlar da durmaksızın çalınan davul-zurna eşliğinde halaylar çekerek, çiftetelliler oynayarak, göbekler atarak silkerler üzerlerindeki tozları.
Eee… Kadınlar ile rengârenk giysiler içindeki gelinlik kızlar üzerlerindeki tozları silkeyip dururlarken, delikanlılar eli-kolu bağlı oturup onları izleyecek değillerdi ya. Onlar da yavaş yavaş başlarlar hareketlenmeye. Aralarında Arap Remzi’nin de yer aldığı bir grup delikanlı oturdukları içki masalarından kalkarak yönelirler, davul-zurna eşliğinde halay çeken gelinlik kızların yanlarına doğru. Onlar da girerler kol kola, başlarlar halaya. Sonra birbirleriyle yarışırcasına ara vermeksizin vardiyalı bir şekilde halay çekip dururlar sabaha kadar.
Ara vermeksizin sabaha kadar halay çekip duran delikanlılar grubunun içinde yer alan Arap Remzi, karşılarında kendilerine nispet edercesine halay çekip duran gelinlik kızları süzüyordu baştan aşağı. Bu süzüş sırasında ilgisini çeken birini bulur nihayet. Genelde halay başını çeken hoş bir kızdı, Arap Remzi’nin gönlünü çelen. Sabah olanda ilk işi gönlünü çelen bu güzel kızı, çaktırmadan annesi Melek Kadın’a göstermek olur, Arap Remzi’nin. Anne Melek Kadın’ın da ilgisini çeken, hoşuna giden bu güzel kız, hemen kısa bir soruşturmaya tabi tutulur. Yasinler Köyü imamı Mevlüt Efendi’nin kızıdır, adı Elif’tir bu güzel kızın. Sözlü ya da nişanlı falan da değildir. Eh! Bu bilgiler şimdilik yeterlidir anne Melek Kadın için.
Üç gün üç gece devam eden düğün sona ermiştir. Düğüne çağrılı olan herkes gibi İnceler Köyü’nden düğüne iştirak eden Melek Kadın ile oğlu Arap Remzi de düğün evinden ayrılarak varırlar köylerine. Oğlu Arap Remzi ile Elif kızın bir araya gelmelerinin yollarını arayan anne Melek Kadın, tutar Yasinler Köyü’nün yolunu. Varır, ilkokuldan sınıf arkadaşı Zeynep’in evine.
Adet olduğu üzere hoş-beş edilir, hal–hatır sorulur, çay-kahve içilir. Sonra başlanır sohbete. Koyulaşan sohbet sırasında bir ara:
-Zeynep be der ilkokuldan sınıf arkadaşına, Melek Kadın.
-Efendim Melekçim, der arkadaşı Zeynep.
Melek Kadın:
-Bir ricam olacak senden, der.
İlkokuldan sınıf arkadaşı Zeynep:
-Arkadaşıma bah hele İrica da neyin nesiymiş? Senin söylediklerin emirdir benim için, der.
Melek Kadın:
-Sağ ol bacım. Bizim oğlanla sizin şu imam Mevlüt Efendi’nin kızı Elif’in buluşmaları gerekir. Bu konuda yardımcı olabilir misin? der.
Arkadaşı Zeynep:
-Merak ettiğin şeye bah hele. Ben bir yolunu bulur Elif kızla konuşur, durumu çıtlatırım kulağına. Senin oğlanla görüşmeyi kabul ederse, haber salarım sana. Sen, oğlanı gönder gelsin. İkisini buluştururum, bizim evde, der.
Melek Kadın:
-Sağ ol bacım. Allah ırazı olsun senden. Benim de istediğim buydu zaten, der.
Böylece konuşup anlaştıktan sonra Melek Kadın:
-Allah’a emanet ol bacım. Aman ha söylediklerimi unutmayasın sakın. Çok fazla da geciktirme. Hayırlı haberlerini bekliyorum, der. Sonra oradan ayrılarak döner evine.
Melek Kadın’ın evine dönmesinden birkaç gün sonra ilkokuldan sınıf arkadaşı Zeynep, bir yolunu bulup kendi köy imamları Mevlüt Efendi’nin kızı Elif’le görüşür, konuşur. Sonra ilkokuldan sınıf arkadaşı Melek Kadın’ın dileğini iletir Elif kıza.
Elif kız:
-Bilmem ki Zeynep Yenge, nasıl söylesem sana, der.
Zeynep Kadın:
-Yavuklun falan mı? diye sorar.
Elif kız:
-Yooo… Hayır… Öyle bir şey yok Zeynep Yenge, der.
Zeynep Kadın:
-Neden görüşmek istemiyorsun o halde? diye sorar.
Elif kız:
-Ne bileyim oğlanı tanımıyorum, etmiyorum, der.
Zeynep Kadın, Elif kızın bu sözleri üzerine:
-Bana bak kızım, yakışıklılık dersen oğlanda, mal-mülk, para-pul dersen oğlanda. Gocuman bi traktörleri var avlularında bağlı duran. Bundan da öte oğlan evin tek çocuğudur. Yarın goca gonağın sahabı sen olacaksın. Kalk deyenın olmaz, otur deyenın bulunmaz. Aklını başına devşir, böylesi gısmat her zaman ele geçmez. Düşün, daşın gararını öyle ver. Emme birazım acele et, ayağına gelen gısmatı da depme diye tembihte bulunur.
Elif kız biraz düşündükten sonra:
-Tamam, Zeynep Yenge, habar sal gelsın görüşelim. Emme nerede nasıl görüşecez? diye sorar.
Zeynep Kadın:
-Haftaya bu gün bu saatte bizim evde, der.
-Tamam, Zeynep Yenge ben, haftaya bu gün annemden izin alır, sizin eve gelirim, der.
Elif kızdan buluşma sözü alan Zeynep Kadın hemen İnceler Köyü’nden ilkokuldan sınıf arkadaşı Melek Kadın’a:
-Bizim bir işimiz var. Senin oğlan falanca gün traktörü alıp bize gelsin, diye bir haber yollar.
İlkokuldan sınıf arkadaşı olan Zeynep’in kendisine yolladığı bu haberi duyan Melek Kadın, dört köşe olur zevkten. Belirtilen günde oğlunu gönderir Yasinler Köyü’nde evli olan ilkokuldan sınıf arkadaşı Zeynep’in evine. Arap Remzi atlar traktörüne, varır söylenen eve. Evin sahibesi Zeynep Kadın, Arap Remzi ile ondan birkaç dakika önce evine gelen Elif kızı baş başa bırakır evde. Yaklaşık iki buçuk-üç saat kadar baş başa kalan iki genç konuşur anlaşırlar aralarında.
Mutlu bir yaşama doğru atılan bu ilk adım, istenilen yönde bir sonuca varınca kendilerini buluşturan Zeynep Kadın’a teşekkür ederek oradan ayrılan Elif kız, durumu annesi aracılığıyla babası imam Mevlüt Efendi’ye bildirirken, Arap Remzi de köyüne varınca buluşmadan çıkan mutlu sonu muştular annesine.
Mutlu bir kararla sonlanan bu buluşmadan 15–20 gün sonra “Nasıl olsa dini bütün bir ailenin kızıdır.”diyerek kız hakkında daha fazla araştırmaya gerek görmeyen baba Süleyman Dayı ile anne Melek Kadın bir akşam vakti:
-Hayırlı akşamlar diyerek çalarlar, Yasinler Köyü imamı Mevlüt Efendi’nin evinin kapısını.
-Hoş geldiniz, safalar getirdiniz diyerek karşılar konuklarını, imam Mevlüt Efendi.
İçeri alınır konuklar. Otururlar karşı karşıya. Hal-hatır sorulur. İkram edilen çaylar-kahveler içilir afiyetle. Sonra “Sırası gelmiştir artık” diye düşünen Süleyman Dayı:
-İmam Efendi müsaadeniz olursa, sebebi ziyaretimizi açıklamak istiyorum, der.
İmam Mevlüt Efendi:
-Müsaade sizindir Süleyman Ağa. Buyurun, sizi dinliyorum, der.
Süleyman Dayı:
-Efendim, biz Allah’ın emri Peygamber Efendimiz’in kavliynan kızınız Elif’i oğlumuz Remzi’ye istemeye geldik, der.
İmam Mevlüt Efendi:
-Allah’ın emri başımnan gözüm üstüne. Ama siz de bilirsiniz önce kızımın fikrini öğrenmem lazım. Ondan sormadan, onun rızalığını almadan size “evet”  ya da “hayır” demem mümkün değildir, der.
Süleyman Dayı:
-Gararınızı hörmetle garşılıyorum, elbette. Malumunuz kimim kimsem yoktur oğlumdan gari. Varım-yoğum onundur. Dünya fani, hepimiz misafiriz bu fanide. Emr-i Hak vasıl olmadan oğlumun mürvetini görmek istiyom. Onun için diyorum ki gararınızı fazla geciktirmeseniz, der.
İmam Mevlüt Efendi:
-Gararımın fazla gecikecegini tahmin etmiyorum Süleyman Ağa. Olumlu ya da olumsuz birgaç gün içinde gararımı bildiririm size, der.
Süleyman Dayı:
-Sağ ol İmam Efendi. Allah ırazı olsun sizden, der.
-Allah sizden de ırazı olsun, der İmam Efendi.
Sonra izzet-ikram derken vakit bir hayli ilerlemiştir. İzin istenir ev sahibinden:
-Allah’a ısmarladık diyerek ayrılırlar oradan.
Süleyman Dayı ile karısı Melek Kadın köylerine doğru yol alırken, kızının fikrini sorup olumlu yanıt alan imam Mevlüt Efendi, 20–25 gün sonra müjdeli haberi gönderir, Süleyman Dayılara:
-Gelin Allah’ın emriyle kızımı isteyin diye.
Süleyman Dayılar, oldukça mutludurlar gelen haberden. Deyim yerindeyse zevkten dört köşe olmuşlardır. Hemen başlarlar hazırlıklara, bir an önce biricik oğullarının mürüvvetini görmek üzere. Nişandı, nikâhtı derken sonunda kurulur düğün-dernek. Üç gün üç gece boyunca çifte davul-zurna sesleri yankılanır, İnceler Köyü’nün semalarında. Kurulur koca kazanlar, kocaman meyve bahçesinin tam orta yerinde bulunan iki katlı, kiremit çatılı, pencereleri panjurlu, görkemli konağın kapısının önüne. Çeşit çeşit yemekler taşınır koca koca kazanlardan bahçede kurulan masalara. Ardından kasa kasa biralar, koli koli rakılar, şişe şişe şaraplar taşınır masalara, çeşmeden su taşınırcasına. Yenilir, içilir. Herkes eğlenir gönlünce. Al kınalar yakılır ak ellere. Renk renk kuşaklar bağlanır incecik bellere. Sonra ayrılır Elif kız baba evinden, telli-duvaklı gelin olarak. Varır, aynı kaderi paylaşacağı, aynı yastığa baş koyacağı koca evine. Onlar erer muratlarına. Düğüne çağrılı olanlar dönerler evlerine birer, birer.
El bebek gül bebektir Elif, koca evinde. Ona “gelin” diyenlere kızışır, kayınbaba Süleyman Dayı ile kayınvalide Melek Kadın; “O bizim gelinimiz değil, kızımızdır” diyerek.
Yıllar geçer aradan. Çoluk-çocuğa karışır, Elif Gelin ile Arap Remzi. Onlar oğul-uşak, Süleyman Dayı ile Melek Kadın da torun-tombalak sahibi olurlar. Hep birlikte yaşar giderler. Taa ki kayınvalide Melek Kadın ansızsın Hakk’ın rahmetine kavuşana değin. Sırası gelen çeker gider o gelmez yola. Günün birinde ardına bile bakmadan, bırakır gider oğlunu, kocasını, gelinini ve torunlarını. Hem de kendisine en çok ihtiyaç duyulduğu bir zamanda. Karısının bu ani gidişine son derece üzülen Süleyman Dayı ağlar durur günlerce. Hiç beklenmedik bir anda kaderdaşı Melek Kadın’ı yitiren Süleyman Dayı, her geçen gün biraz daha yıkılır, yaşamın yükünü çekemez duruma gelir. Düşer elden ayaktan. Dünyanın aydınlığından yoksun kalır. Kaybeder iki gözünü. Başkasının yardımına muhtaç hale gelir. Başkaları olmadan bir hiç gibi hisseder kendini. Oğlu-gelini yedirir yemeğini. Onlar içirir suyunu. Onların kolunda gider tuvalete. Onların yardımı olmadan inip çıkamaz merdivenleri. Her gün dua eder, bir an önce ölsün diye.
Zaman su gibi akıp gitmekte. Gözlerini kaybetmesinin üzerinden üç-beş yıl geçmiştir. Her geçen gün biraz daha güçten kuvvetten düşen Süleyman Dayı, günün birinde istenmeyen adam konumuna düşer, kendi evinde.
Kızı gibi gördüğü gelini Elif günün birinde:
-Babanı bu evde görmek istemiyorum. Bakacak halim kalmadı artık. Al, götür onu bu evden, der kocası Arap Remzi’ye.
Arap Remzi:
-Olur mu Elif? O benim babamdır. Nereye, kime götürebilirim onu? Onu götürecek bir yakınım bile yok, bunu sen de biliyorsun. N’olur bunu isteme benden, der.
Elif Gelin:
-Ya ben ya baban! diyerek iki seçenek koyar kocası Arap Remzi’nin önüne. Bu iki seçenek arasında bir tercih yapmak zorunda bırakır, onu.
Kocası Arap Remzi:
-Etme Elif, gel vazgeç bu sevdadan. Adamcağız ömrünün son demlerini yaşıyor zaten. Bırak da yatağında ölsün bari, diyerek yalvarır karısı Elif’e.
Ama nafile. Nuh der Peygamber demez Elif Gelin. Binmiş şeytan atına inmez aşağı. Diretir durur sözünde. Çaresizlik içinde kıvranıp duruyor, onu bir türlü ikna edemeyen kocası Arap Remzi. Sonunda pes eder. Boyun eğmek zorunda kalır, karısının isteğine.
Oğul Arap Remzi, günün birinde girer, çaresizlik içinde başına gelecekleri bekleyen babasının odasına. Onun büyük bir ızdırap içinde kıvrandığını sezince:
-Ne o babacığım, canın mı sıkılıyor? der.
Babası Süleyman Dayı:
-“Evet oğul! Nerdeyse patlayacağım sıkıntıdan. Durmadan dua edip duruyorum. Allah canımı alsa da kurtulsam şu halden”, diye. “Ama olmuyor, kabul görmüyor dileklerim. Daha çekeceklerim var demek ki? “diye yanıtlar oğlunun sorusunu.
Oğul Arap Remzi:
-Sıkma canını babacığım. Yapacağımız bir şey yok. Mecburen çekeceğiz başa geleni, der.
Baba Süleyman Dayı:
-Benim de bir şey dediğim yok zaten, der.
-Biraz çıkıp dolaşalım mı? Hem temiz hava alırsın, hem de sabrın açılır, ferahlarsın. Olmaz mı? der oğul Arap Remzi.
Baba Süleyman Dayı:
-İyi olur, der.
Oğul Arap Remzi:
-Traktörle çıkıp dolaşalım. Şöyle uzak ve ıssız bir yere gider, oturur, dertleşiriz baba-oğul, der.
-Çıkalım çıkmasına ama? der baba Süleyman Dayı.
-Amması neymiş babacığım? 
-Traktörün üzerinde durabilir miyim, bilmem ki? 
-Ben ne güne duruyorum baba? Sen işin o tarafını bana bırak. Hiç meraklanma sen. Tutarım seni sıkı sıkı, der.           
-Çıkalım o zaman, der.
Babasından onay alan oğul Arap Remzi, kucaklar babasını, indirir merdivenlerden aşağı. Sonra oturtur, üzerine minder serdiği traktörün genişçe çamurluğuna. Kendisi de hemen yanı başındaki direksiyona oturur. Bir eliyle sıkı sıkıya babasının kolundan tutan Arap Remzi, öteki eliyle açar kontağı, çalıştırır traktörü. Çıkarlar amacı belli, hedefi belirsiz yolculuğa. İlerlerler ağır, ağır. Kaybolurlar gözden yavaş yavaş.
Ora senin bura benim diyerek dolaşırlar saatlerce. Sonunda varırlar komşu köyün yazları yayladığı Otluk Yaylası’na. Arap Remzi çeker traktörü, yaylanın hemen yanı başında bulunan kocaman vadinin en yüksek tepesine. Kapatır kontağı, iner traktörden aşağı. Babasını kucakladığı gibi alır traktörün üzerinden oturtur, tam tepede gökyüzüne kucak açarcasına dal-budak salan asırlık koca çınarın koyu gölgesine. Püfür püfür esen rüzgârla birlikte burunlarına gelen enva çeşit çiçek kokulu yayla havasını solumaya. Asıl amacı dinlenmek değil, saatlerce dolaştırarak yorgun düşürdüğü babasının orada uyumasını sağlamak ve o uykuda iken de çekip gitmektir oradan, Arap Remzi’nin.
Oturtulduğu yerin neresi olduğunu bilmez, gözleri görmeyen Süleyman Dayı. Ne fark eder, adı önemli mi o kadar? Oranın adını bilmiyordu ama oğlunun kendisini orada bırakıp gideceğini çok iyi biliyordu.
Süleyman Dayı:
-Ne güzel esiyor, insanın uyuyası geliyor, der.
Oğul Arap Remzi:
-Zamanımız çok babacığım uyuyabilirsin, der.
Baba Süleyman Dayı:
-Neresidir, burası oğul? diye sorar.
Oğul Arap Remzi:
-Nişangâh Tepesi’dir babacığım. Şu anda koca çınarın altında duruyoruz, der.
Oğul Remzi’den bu yanıtı aldığı andan itibaren geçmişine doğru bir yolculuğa çıkar, Süleyman Dayı. Kendisinin geçmişte yaptıkları bir film şeridi gibi geçer, gözlerinin önünden. O da zamanında işlemişti aynı hatayı. Karısı Melek Kadın’ın arzusuna boyun eğerek gözleri görmeyen yaşlı babasını burada ölüme terk ederek dönmüştü evine. Görmeyen gözlerinin önünden akıp giden film şeridi sona erip gerçeğe dönen Süleyman Dayı, elleriyle yerden bir şeyler aramaya başlar.
Babasının bu durumunu hayretler içerisinde izleyen oğul Arap Remzi:
—Ne o babacığım bir şey mi düşürdün? der.
—Yok, oğul düşürdüğüm bir şey yok…
—Ne arıyorsun o zaman yerden? 
—Babamın kemiklerini....
Oğul Arap Remzi:
—Güldürme beni baba. Dedemin kemiklerinin işi ne burada, mezarı dururken? diye sorar.
—Yok oğul, hiçbir zaman bir mezarı olmadı onun der, Süleyman Dayı.
—Neden?
—Senin gibi ben de güç bir durumdaydım. Son zamanlarında deden de benim gibi mahrum kaldı dünyanın aydınlığından. Yitirdi gözlerini, düştü elden ayaktan. Bize muhtaç bir duruma geldi, tıpkı benim size muhtaç olduğum gibi. Başlangıçta iyi baktık ona. Ama aradan bir zaman geçtikten sonra annen: “Ya ben ya baban” diyerek iki seçenek koydu önüme. Bunlardan birini tercih etmeye zorladı beni. Senin de biliyorsun babamı yanlarına bırakacak kimim kimsem yoktu, benim. Ben de tıpkı senin gibi mecbur kalınca günün birinde sabahın erken saatinde kalktım, babamı sırtıma aldığım gibi buraya, bu çınarın dibine getirdim. Bir hayli oturduk burada. Karşılıklı konuşup dertleştik baba-oğul. Sonra yorgunluğun ve rüzgârın etkisiyle uyumaya başladı başına geleceklerden habersiz. O uykuya dalınca ben, son bir kez kendisine sarılıp doyasıya koklayıp öptüm. Sonra vicdanım sızlaya sızlaya ayrıldım buradan… Tuttum evin yolunu. Vardım karımın yanına.
- Sonra ne oldu?
-Bir daha da uğramadım buraya. Daha doğrusu uğrayamadım.
-Neden?
- İstesem de gelemezdim ya. Mevsim sonbaharın sonu, kışın başlangıcıydı. Birkaç gün sonra uzun süre devam eden bir kar yağışı başlayınca yollar kapandı. Kimse bir tarafa kıpırdayamaz oldu, taa ki ilkbahar gelene değin. Hem kar aniden bastırmasa bile buraya gelip onun kemiklerine bakacak gücü bulamadım kendimde. Belki de bu uçurumdan aşağı düştü. Cesedi orda kurtlar kuşlar tarafından parçalandı, bilmiyorum sonunu. Zira daha sonra hiç kimse kemiklerine dahi rastlayamadı. Rastlasalardı, mutlaka haberimiz olurdu. İşte oğul ben babamı kurda kuşa yem ettim, onun için onun bir mezarı olmadı asla. Ben de yaşamım boyunca vicdan azabıyla dolaştım, durdum, der.
Babasının anlattıklarını başı önüne eğik şekilde ibretle dinleyen oğul Arap Remzi:
-Peki, baba, benim, seni buraya bu amaçla getirdiğimi biliyor muydun? diye sorar babasına.
-Evet oğlum. Hem de ta başından beri...
Oğul Arap Remzi:
-Nerden biliyordun? diye sorar.
-Atalarımız: “Rüzgâr eken fırtına biçer.” Sözünü boşuna mı söylemişler oğul.
Arap Remzi, özür dilediği babasını kucakladığı gibi oturtur, üzerine minder serili olan traktörün çamurluğuna. Kendisi de oturur hemen yanı başındaki direksiyon koltuğuna. Düşmesin diye bir eliyle sıkı sıkıya babasının kolundan tutarken, öteki eliyle de açar kontağı, çalıştırır traktörü. Köyüne dönmek üzere koyulur yola. İlerler ağır ağır. Bir süre sonra varır evinin avlusuna. Kapatır kontağı, iner traktörden aşağı. Kucaklar babasını, tırmanır iki katlı, kiremit çatılı, pencereleri panjurlu, görkemli konağın merdivenlerine. Koyar kucağındaki babasını odasındaki yatağına. Yatağına bıraktığı babasına yiyecek bir şeyler hazırlamak üzere mutfağa geçerken önüne geçen karısı Elif Gelin:
-Hani nasıl anlaşmıştık seninle? Neden geri getirdin? diyerek çıkışır kocasına.
Babası ile aralarında geçenleri bir bir karısı Elif’e aktaran Arap Remzi:
-Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle, der karısına.
-Neymiş söyleyeceklerin? 
-“Bu andan itibaren ister burada kalırsın, istersen babanlara gidersin” diyen Arap Remzi, iki seçenek sunar karısına, bundan sonraki yaşamları için.
Elif Gelin:
-Ben gidince siz ne yapacaksınız? der.
-Ben, çocuklarımla birlikte burada kalıp babama bakacağım. O ölünceye değin hizmet edeceğim ona…
Elif Gelin:
-Ya sonra? diye sorar.
Arap Remzi:
-Babam öldükten sonra eğer istersen evine dönebilirsin, der.
Kocasının, babasıyla aralarından geçen konuşmalardan çok etkilenen Elif Gelin:
 -Ben hiçbir yere gitmiyorum. Benim yerim, babamın evi değil kocamın yanıdır. Burada kalacak ve seninle birlikte babana, daha doğrusu babamıza hizmet edeceğim, diyerek koyar son noktayı.


ÇAĞ ATLAYAN ÜLKENİN UYUYAN ADAMI 
40–50 haneden oluşan küçücük bir Anadolu köyü idi Karcılar. Kocaman bir vadinin ta dibinde yer alıyordu. Tam orta yerinde ninni söylercesine gece-gündüz demeden şarıl şarıl akan bir dere geçiyordu, tamamı iki katlı ve kerpiçten örülme sıra sıra evlerden oluşan Karcılar Köyü’nün.
Engebeli arazisinin eğiminden ötürü farklı gibiymiş görünen yüksekliklerini ve çamur sıvalı duvarlarının rengârenk boyalarını saymazsak tamamı tek mimarın elinden çıkmış gibiydi Karcılar Köyü’nün evleri. Bu şirin Anadolu köyü, doruklarında püfür püfür esen çam kokulu rüzgârların, temmuz güneşinin kara sıcağında bile insanı tir tir titreten buz gibi havanın egemen olduğu Binboğaların eteğinde yer alıyordu.
Karcıların, büyüleyici doğanın içinde yer alan rengârenk boyalı evlerinin birinde, köylünün Değirmenci Halil Dayısı oturuyordu. Öteki köylüleri gibi oturduğu iki katlı evini kendi el emeği ve alın teriyle yaptırmıştı, Halil Dayı. Onun alın teri vardı, evinin duvarlarını ördüğü kerpiçlerin her zerresinde. Dağdan nasırlı elleriyle kesmiş, sırtıyla taşımıştı evinin inşaatında, çatısında kullandığı ağaçların tamamını.
Komşuları gibi, duvarları kerpiçten örülme, iki katlı, kiremit çatılı, duvarları çamur sıvalı, rengârenk boyalı evinin birinci katını, beslediği bir doru at, iki inek, 25–30 koyun, 35–40 kadar keçi için ahır olarak kullanan Değirmenci Halil Dayı, bu güzel evinin ikinci katında da kendisi otururdu, eşi Gülsüm Teyze’yle birlikte.
Biri erkek, ikisi kız olmak üzere üç çocuk büyütmüşlerdi, bu muhteşem manzaralı evinde. Ama onlar ayrı ayrı evlerde oturuyorlardı artık. Çünkü hepsi evlenip çoluk-çocuğa karışmıştı. Yani Değirmenci Halil Dayı ile eşi Gülsüm Teyze yalnızca çocuk sahibi değil, aynı zamanda torun sahibi de olmuşlardı. Hatta torunlarının en büyüğü bile evlenip çoluk-çocuğa karışmıştı. Onlar artık çocuklarıyla değil, torunlarıyla geçiriyorlardı zamanlarını.
Doruklarında beyaz örtünün egemen olduğu; yaylalarında meleşen koyun-kuzu sesleriyle enva çeşit kuş sesinin birbirine karıştığı; kekik, yavşan, mor menevşe, lale ve sümbül kokulu rüzgârların esiştiği Binboğaların eteğinde bulunan büyük bir vadinin ta dibinde kurulan 40–50 haneli Karcılar Köyü’nü tam ortadan ikiye ayırarak ninni söylercesine gece-gündüz durmaksızın şarıl şarıl akıp giden küçücük derenin alt başında bir de su değirmeni yaptırmıştı, Halil Dayı. Hem kendilerine bir geçim kaynağı, hem de köylüsüne hizmet olsun, diye.
Ömrünün büyük bölümü, kendine geçim kaynağı, komşularına hizmet olsun diye kurduğu su değirmeni ile iki katlı evinin arasında mekik dokumakla geçmişti, Halil Dayı’nın.
Tek işi değirmencilik değildi, Halil Dayı’nın. Değirmenciliğin yanı sıra hem hayvancılık yapar, hem de çiftçilikle uğraşırdı.
Bu güzel coğrafyanın kırsal kesiminde oturan her emekçi Anadolu köylüsü gibi Değirmenci Halil Dayı da çok uzun süre devam eden ve zorlu geçen kış mevsimini daha rahat geçirsin diye yazları canını dişine takmak zorundadır. Bu zorunluluk nedeniyle yaz gelince dur-durak bilmez, canını dişine takan Halil Dayı. Durup dinlenmeden çalışır da çalışır. Koca bir yaz boyunca hem kendisi ile karısı Gülsüm Teyze’nin, hem de iki katlı, çatılı, kerpiç duvarlı, çamur sıvalı evlerinin birinci katındaki ahırında beslediği hayvanlarının kışlık yiyeceklerini temin etmek amacıyla, kimi zaman öküzleriyle tarlasında çift sürerek, kimi zaman karısı Gülsüm Teyze ile birlikte tarlasındaki ekinleri orakla biçerek, kimi zaman harmanda dövene koştuğu iki öküzünün arkasından koşturarak, kimi zaman tırpanla ot biçerek, kimi zaman yazı, yabanda hayvanlarının arkasından koşturarak, kimi zaman da değirmen yolunda koşturarak geçirir ömrünü.
Kolay değil bir kişinin ömrünün tamamını bu hengâmelerle geçirmesi. Hele hele yaşı bir hayli ilerleyen Halil Dayı için daha da zor olur bunların tamamını yerine getirmek. Çünkü sözü edilen bütün bu işlerin zamanında ve eksiksiz olarak yerine getirilebilmesi için sabahın alaca karanlığında evinden ayrılmak zorunda kalan Halil Dayı, ancak gün batıp içerde yanan titrek alevli gaz lambasının loş ışığı dışarının aydınlığına egemen olduğunda dönebiliyordu evine.
Kış geldiğinde çatılı, kerpiçten örülme, çamur sıvalı, iki katlı evinin birinci katındaki ahırının küçücük pencerelerinin seviyesini geçerek onları kapatan karlar sırtını kaldırmazdı yerden, nisan ayı sonlarına, hatta mayıs ortalarına değin.
Köyün dışarıya açılan yollarını kapatırdı, uzun ve zorlu geçen kış mevsimi boyunca yağan karlar. Anadolu’nun birçok köyünde olduğu üzere Karcılarda yaşamalarını idame ettirmek zorunda olan insanların da kesilirdi, dış dünyayla mevcut olan kısıtlı iletişimi. Çünkü kış mevsiminde kerpiçten örülü, çamur sıvalı, çatılı, iki katlı evlerinin küçücük pencere camlarını, ince-uzun ıslık sesleri çıkararak zangır zangır titreten rüzgârlar, günlerce devam eden karlar, geçit vermeyen tipiler, can alan dondurucu soğuklar yüzünden değil köyden dışarı çıkmak, evden dışarı çıkmak bile olası değildi. Karakışın böyle yoğun geçtiği zamanlarda köylülerin yardımına koşan tek şey, koca köyde sayıları üçü-beşi geçmeyen üç dalgalı, çantalı, bataryalı ya da pilli radyolardı. Bu radyoların olduğu evlere doluşan köylüler, bu radyolardan her gün saat 07.30’da sabah; saat 13.00’de öğlen; saat 19.00’da akşam ve saat 23.00’te gece ajanslarını dinleyerek haberdar olmaya çalışırlardı, dünyadaki ve ülkedeki gelişmelerden. O da sürekli olmazdı tabi. Kimi zaman ahırda besledikleri hayvanların bakımları, beslenmeleri ve temizlikleriyle ilgilendiklerinden ajans saatlerini kaçırdıkları için günlerce ajans dinleyemedikleri, bu nedenle dünyadan bihaber kaldıkları da olurdu.
Böyle güç koşullar altında geçen ve en az beş-altı ay kadar devam eden kış mevsiminde köydeki öteki komşuları gibi Halil Dayı da koca bir kışı, yaz boyunca çalışıp didinerek depoladığı yiyeceklerle geçirmeye çalışırdı. Daha doğrusu geçirmek zorundaydı. Halil Dayı da zorlu geçen kış günlerinde zamanının büyük bir bölümünü iki katlı, kerpiçten örülme evinin birinci katında beslediği hayvanların temizliğini yapmak, günde üç kez yem verip sulamakla geçirirdi, tıpkı öteki komşuları gibi. Günün geri kalan zamanlarını da çoğu kez herhangi bir köylünün evinde bir araya gelip iskambil, dama ve seyirlik oyunlar oynayarak; yaz mevsiminde yaptıkları kavun, karpuz, bağ-bahçe hırsızlıklarını, üzerinden uzun zaman geçen gizli sırlarını deşifre edip kahkahalarla gülerek geçirirler. Bu anlamda en coşkulu ve en neşeli günleri, kış günleridir, köylünün.
Yaz ayları boyunca gece-gündüz demeden, durup dinlenmeden çalışıp çabalayan her Anadolu köylüsü gibi Karcılar insanı da güzün işlerini bitirdikten ve elde ettiği ürününün, koyununun, kuzusunun, keçisinin, yağının fazlasını satıp paraya dönüştürdükten sonra tutardı kentin, kasabanın yolunu. İlk zamanlar atlarına ya da eşeklerine, son zamanlarda da traktörlere, hatta şehre günlük yolcu taşıyan dolmuşlara binerek varırlardı kasabaya. Kendisine, karısına ve çocuklarına gerekli giyeceklerin yanı sıra çay, şeker, sabun, gazyağı, kuru üzüm, incir, dut ve kısaca uzunca bir kışı geçirebilecek kadar gerekli olan tüm gıda ve temizlik maddelerini aldıktan sonra köyüne dönerek kışı beklemeye başlar.
Hazan yarılanmıştı. Kavaklar, meyve ağaçları ve koca çınarlar dökmüşlerdi, yapraklarını. Havalar iyice bozulmuş, soğuklar iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı kendini. Ağaç dallarında altın sarısına dönüşen zümrüt yeşili yapraklar, hafiften esmeye başlayan rüzgârlarla birlikte toprak anayla kucaklaşmak üzere dökülüyorlardı dallarından birer, ikişer. Yani anlayacağınız eli kulağındaydı artık karakışın. Ha geldi, ha gelecek…
Öteki komşuları gibi Halil Dayı da artık sona eren meşakkatli bir yaz mevsiminin ardından hem çiftçilikten, hem de hayvancılıktan elde etmiş olduğu ürünlerinin fazlasını satarak paraya dönüştürmüştü.
Kışlık ihtiyaçlarını karşılamak için kasabaya gitmenin zamanı da gelmişti artık. Kış bastırmadan, yollar tipiden, kardan kapanmadan kasabaya varıp ihtiyaçlarını temin etmesi gerekiyordu, Halil Dayı’nın. Karısı Gülsüm Teyze ile akşamdan haber gönderir köyün dolmuşçusu Sarı İsmail’e:
-Yarın sabah kasabaya giderken beni almayı unutmasın, diye.
Ertesi günün erinden kalkan karısı Gülsüm Teyze’nin pişirdiği kendi öz malı mercimek çorbasını kaşıklayan Halil Dayı, karısı Gülsüm Teyze tarafından hazırlanan azığı ve bir yıl boyunca titrek alevli loş ışığıyla evini aydınlatacak olan gaz lambası için gerekli olan gazyağını doldurmak üzere büyükçe boş bidonu da yanına alarak varır, kasabaya gitmeye hazırlanan dolmuşun yanına. Oturur dolmuşun ön koltuğuna, elindeki boş gazyağı bidonuyla birlikte. Bir süre sonra akşamdan kendisine haber gönderen öteki yolcuların da gelmesi üzerine direksiyona geçen Sarı İsmail, açar kontağı, çalıştırır dolmuşu. Koyulur kasabanın tozlu yoluna. Basar gaza, başlar kasabaya doğru yol almaya.
Bir süre sonra ardından dereler, tepeler, köyler bırakan Sarı İsmail yönetimindeki dolmuş varır kasabaya. Karcılardan hareket eden dolmuş, kasabaya vardığında kasaba evlerinin bacalarından tüten soba dumanlarının, semalarında kocaman bir bulut katmanı oluşturduğu kasabanın esnafı, henüz yeni yeni açmaya başlamıştı, işyerlerini.
Karcılar’dan kasabaya varan tüm yolcular gibi Halil Dayı da iner, dolmuştan. Etrafı bir kolaçan ettikten sonra başlar gereksinimlerini almaya. O dükkân senin, bu dükkân benim derken neredeyse küçük kasabada bulunan dükkânların tamamını dolaşır durur. Sıkı bir pazarlık sonunda hem kendisi, hem karısı Gülsüm Teyze, hem de torunları için gerekli olan giysilerin yanı sıra gıda ve temizlik maddeleri gibi gereksinimlerinin de tamamını alır. Sonra başlar, dolmuşun yanına birer birer taşımaya. Şoför Sarı İsmail ile birlikte özenle yerleştirir dolmuşun bagajına, aldıklarını.
Vakit çoktan öğleni geçmişti, aldıklarını dolmuşun bagajına yerleştirdiğinde. İyiden iyiye acıkmıştı karnı. Bir an önce bir şeyler atıştırması gerekir, bir sigara tüttürmesi için.
Karnını doyurmak için lokantaya değil, hemen yakında bulunan kahvehanelerden birine gider. Oturur dip köşede bulunan masalardan birine. Eliyle işaret ederek çağırır garsonu yanına. Hemen masasına koşan garson:
-Buyur amca, ne içersin? diye sorar.
Halil Dayı:
-Bana bir çay getir evlat, bardağı büyük olsun, der.
-Baş üstüne amca, hemen getiriyorum, der garson.
Masadan ayrılan garson ısmarlanan çayı almak üzere ocağa doğru ilerlerken, Halil Dayı, karısı Gülsüm Teyze’nin hazırlayıp kendisine verdiği azığı çıkarır belinden, koyar masanın üstüne. Garsonun kendisine getirdiği duble çayla azığını yiyip karnını doyurduktan sora çıkarır, tütün tabakasını cebinden. Sarar kaçak tütünden bir sigara. Sonra ısmarladığı demli ve az şekerli keyif çayı ile birlikte tüttürür sigarasını. Ardından bir daha, bir daha derken içer art arda üç sigara, üç bardak da keyif çayı.
Kalkar, oturduğu dip masadan. Varır ocağa, garsonun yanına. Çıkarır ceketinin koyun cebinden, karısı Gülsüm Teyze’nin kendi elleriyle diktiği bezden para kesesini. Çözer düğümünü kesenin. Keseden çıkarıp verir içtiği çayların parasını. Garsondan aldığı para üstünü içine koyduğu para kesesinin ağzını tekrar düğümledikten sonra koyar, keseyi ceketinin koyun cebine. Sonra çıkar kahvehaneden. Bir daha sardığı sigarasını tüttüre tüttüre, varır dolmuşun yanına.
Dolmuşun yanına vardığında ikindi ezanı okunmaya başlar. Bu, köye doğru yol alma zamanının geldiğini gösteriyordu. Karcılardan gelen yolcuların tamamı alış-verişlerini yapmış, kasabadaki işlerini bitirip dolmuşun yanına gelmiş sohbet ediyorlardı. “Eh! Yolcuların tamamı burada olduğuna göre yavaş yavaş yola çıkmanın zamanı gelmiştir artık” diye düşünen şoför Sarı İsmail, açar aracının kapısını, geçer direksiyona. Açar kontağı, çalıştırır arabasını. Arabanın çalıştığını gören yolcular, binerler dolmuşa birer, birer. Yola koyulan Sarı İsmail, kasaba çıkışında bulunan benzinliğe varınca sürer aracını, yakıt alacağı pompanın önüne. İner, aracının direksiyonundan aşağı. Şoförle birlikte dolmuşun ön koltuğunda oturan Halil Dayı da elindeki boş bidonla iner arabadan. Varır, gazyağı satan pompanın olduğu bölüme. Doldurtur elindeki boş bidonu gazyağıyla. Sonra pompa görevlisine dönerek:
-Borcumuz gaç para evlat? diye sorar.
Genç pompa görevlisi:
-Yüz elli bin lira, der.
Genç pompa görevlisinin bu yanıtı karşısında aniden yüz ifadesi değişen, gözleri fal taşı gibi açılan Halil Dayı:
-Gaç para, gaç para? der.
Genç pompa görevlisi:
-Yüz elli bin dayı, yüz elli bin, der.
Halil Dayı:
-Çıldırdın mı oğul sen? der.
Genç pompa görevlisi:
-Ben değil ama sen çıldırdın galiba… der.
-Çıldırırım tabi, bu para goley mi gazanılıyor?
-Neden?  
-Nedeni var mı oğul? Ben aynı bidonu bıldır (geçen yıl) deel evveli sene bu zamanlar yetmiş kâğıda doldurduydum, der Halil Dayı.
Genç pompa görevlisi:
-Senin o dediğin iki yıl önceydi dayı, der.
-Aradan ne geçti ki oğul?
-Çok şey geçti dayı, çok şey. Ayda üç defa zam geliyor, haberin yok mu senin? Hiç haber dinlemiyor musun?...
Onlara kulak misafiri olan bir başka müşteri:
-Baksana kardeşim, dayım iki sene öncesinden bahsediyor. İki senede bir şehere gelen adamın ne haberi olacak ayda üç defa gelen zamdan? der.    
Halil Dayı:
-N’olmuş yani iki senede bi geliyorsam? der.
Genç pompa görevlisi:
-N’olmuşu var mı dayı? Ne çabuk unuttun babamızın meşhur sözünü? der.
Halil Dayı:
-Kimmiş o meşhur babanız? Neymiş o meşhur sözü? diyerek çıkışır genç pompa görevlisine.
Genç pompa görevlisi:
-Nasıl tanımazsın dayı:“Dün dündür, bugün bugündür” diyen Demirel Baba’mızı? diye sorar.
Halil Dayı kızgın bir ifadeyle:
-O nerden benim babam oluyormuş? Olsa olsa senın kimilerinin babası olur, der.
Genç pompa görevlisi:
-Dayı o yalnız benim değil, bütün Türkiye’nin babasıdır, der.
Sinirlendiği her halinden belli olan Halil Dayı:
-Hadi canım sende! Gendi evinin babası olamayan bi adam, nasıl olur da goca Türkiye’nin babası oluyormuş? der.
Genç pompa görevlisi:
-Dayı, vallahi orasını ben bilemem, der.
-Ne deyi bilmediğin şeyi gonuşuyorsun?
-Ben nerden bileyim dayı? Herkesin söylediğini söylüyorum. Sen bunlardan habersiz isen ben ne yapıyım, suç benim mi yani? diyen genç pompa görevlisi soruyla yanıt verir Halil Dayı’nın sorusuna.
Halil Dayı:
-Yoksam sen o bacak gadder boyunnan dalga mı geçiyorsun benim inan? diyerek azarlar genç pompa görevlisini.
Genç pompa görevlisi:
-Estağfurullah dayı, o ne biçim söz öyle? Babam yaşında adamsın. Ben ne deyi dalga geçiyim seninle? diyerek sinirlenen Halil Dayı’nın gönlünü alır.
Halil Dayı:
-Ne bilem yani… der.
Genç pompa görevlisi:
-Olur mu öyle şey dayı? Sana saygım var benim, diyerek öper Halil Dayı’nın elini.
-Sağ ol evlat. Allah bağışlasın seni, der Halil Dayı.
Tam bu sırada uzaktan kendi çalışanı ile yaşlı köylü arasındaki hararetli konuşmalara, heyecanlı el-kol hareketlerine tanık olan mal sahibi, konuyu yakından öğrenmek üzere yanına vardığı Halil Dayı’ya:
-Ne o dayıcığım bir sorun mu var aranızda? diye sorar.
Halil Dayı:
-He ya begim… der.
-Nedir mesele? Anlatın ben de bileyim bari diye sorar patron.
Parmağıyla az önce tartıştığı genç pompa görevlisini gösteren Halil Dayı:
-Senın şu adamın var ya begim? der.
-Eee… N’olmuş adamıma benim? Bir şey mi söyledi sana yoksa? diye sorar mal sahibi.
-Yooo… Bir şey dediği yok emme?
-Amması neymiş?
-Sadece paraya annaşamıyoruz…
-Ne parası dayı?
-Şu bidondaki gaz yağı için yüz elli kâğıt istiyo benden.
Mal sahibi:
-Ne ise odur dayı. Bunların senden fazla para alması mümkün değil, şüphen olmasın sakın, der.
-Emme begim ben bu bidonu bıldır deel evveli sene bu zamanlar yine sizin burada yetmiş kâğıda doldurduydum.
Halil Dayı’nın bu sözlerinden onun iki yıldan beri kasabaya uğramadığı ve ayda üç kez gelen zamdan bihaber olduğunu anlayan mal sahibi, tüm çalışanlarını çağırır yanına. Koyar elini Halil Dayı’nın omzuna. Sonra da çalışanlarına:
-Çocuklar! Bu dayıya bakın. Onu iyi tanıyın. Bundan sonra buraya ne zaman gazyağı almaya gelirse gelsin, dayımın bu bidonunu dolduracak ve her defasında kendisinden sadece yetmiş kâğıt alacaksınız. Bir kuruş fazla alanın canını yakarım, der.
Halil Dayı:
-Sağ ol begim. Allah ırazı olsun senden, diyerek memnuniyetini dile getirir.
Sonra yetmiş kâğıdı mal sahibine verir ve eline aldığı gazyağı dolusu bidonuyla varır dolmuşun yanına. Biner, gazyağı bidonunu arka bagajına yerleştirdiği dolmuşun ön koltuğuna, kapatır kapıyı. Köye doğru yol almaya başlayan dolmuş giderek uzaklaşıp kaybolur gözden.
Halil Dayı yanlarından ayrıldıktan sonra mal sahibi, Halil Dayı ile tartışan çalışanına:
-Yavrum sen boşuna çeneni yoruyorsun. Baksana adama ne iki yıldan beri kasabaya uğramış, ne de ayda üç kez gelen zamlardan haberi var. Kış gelmeden uykuya yatmış. Sen adamı uyandırmaya, rahatsız etmeye çalışıyorsun. Bırak uyusun adam, der.
Genç pompa görevlisi:
-Ama patron, bizim devlet büyüklerimiz hep: “Türkiye çağ atladı” deyip övünmüyorlar mı? Böyle uyuyan adamlarla hiç çağ atlanır mı? der.
Mal sahibi, genç çalışanına:
-Olur, oğlum olur. Burası Türkiye her şey olur, der.
  
 
 
 
ÇOMAR’IN MİRASI
Sayısı, üçü-dördü geçmezdi, babasından kalan tarlalarının. Karşılamıyordu emeğini. Kendisine yetmiyordu, onlardan aldığı ürün. Geçindiremiyordu, üç-beş nüfuslu ailesini. Günün birinde; “Madem köylük yerde oturuyom üç-beş dene de goyun alıveriyın bari” der kendi kendine.
Perşembe günleri hayvan pazarı kurulurdu, bağlı bulundukları nahiyede. Kararı aldığının hemen ilk perşembesinde pazara gitmeyi kafasına koyar bizim Harmanüstü köylü Şükrü Dayı. Aklına yatarsa eğer üç-beş şişek (kuzulamamış koyun) alıverecekti, şöyle iyisinden.
Günlerden perşembeydi.Beklediği gün gelmişti. Nahiyenin pazarıydı o gün. Kalktı, sabahın erinden. Kaşıkladı, kendinden önce kalkan karısı Sultan Ana’nın pişirdiği mercimek çorbasını. Sonra giyindi üstünü, eyerledi doru atını. Bindi sırtına çıktı yola. Yaklaşık bir saat sonra vardı nahiyeye. Bağladı doru atını nahiyenin hanına. Taktı yem torbasını atının başına. Sonra çıktı dışarı, tuttu hayvan pazarının yolunu. Gezdi, dolaştı hayvan pazarını döne döne. Nihayet alıverdi hoşuna giden yedi şişeği. Vardı hana. Aldı doru atını yedeğine, kattı önüne şişeklerini, akşama doğru vardı köyüne. Bir yıl sonra, çocuğu gibi baktığı şişeklerinden biri ikiz, ötekiler de birer tane kuzu doğurunca sayıları, on beşi buldu Şükrü Dayı’nın koyunlarının.
İki yıl aradan sonra sayıları yirmiyi geçen koyunlarının yanı sıra Harmanüstü Köyü’nün koyunlarını da para karşılığında gütmeye başlar, bizim Şükrü Dayı. Böylece çiftçiliğin yanı sıra hayvancılığı da meslek edinir kendisine. Alıp kavalı eline bir başladı mı çalmaya toplardı koyunları yanı başına birer ikişer. Dillere destandı Şükrü Dayı’nın kaval çalışı. Hatta anlatılanlara bakılırsa çaldığı kavalı sayesinde etkilediği birçok kadın vardır, birlikte olduğu.
En büyük yardımcısı, eliyle besleyip büyüttüğü köpeğiydi. Çomar koymuştu adını. Okul çağına gelmesine karşın hiç okula göndermediği oğlu Hüsnü’yü de unutmamak gerekir. Ayrılmayan güzel bir ikiliydi, Hüsnü ile Çomar.
Bahar geldi mi katardı önüne kuzulu koyunlarını. Yayardı, gökyüzüne doğru tırmanan koca koca çam ağaçlarının arasına. Dört dönerdi, Çomar’la Hüsnü çamların koyu gölgesinde başını yerden kaldırmadan otlayan kuzuların, koyunların çevresinde. Can yoldaşıydı Çomar, Hüsnü’nün. Birlikte güderlerdi koyunları-kuzuları. Birlikte dolaşırlardı dağı taşı. Gece olunca onunla birlikte aynı yastığa koyardı, başı
Küçük yaştan itibaren koyunlarla, kuzularla ve Çomar adındaki köpeğiyle haşır-neşir olan Küçük Hüsnü ayrılmaz oldu, Karadeniz’in bol yağmurlu, nemli ve serin havasında koyunların peşi sıra o yayla senin bu yayla benim diyerek adım adım dolaşan babası Şükrü Dayı’dan. 
Aslında ayrılmak istemediği, babasından ziyade kuzulu koyunlarıyla can yoldaşı Çomar’dı Hüsnü’nün. Âşık olmuştu onlara adeta. Ölümüne seviyordu onları. Ama şu gerçeği unutmamak gerekir ki Hüsnü’nün sevgi gösterdiği koyunlarla Çomar’dan da bir o kadar yakınlık gördüğü kesindi.  Yani onlar hayvan olmalarına karşın insan kılığına bürünen iki ayaklı hayvanlardan daha vefalıydılar, kendilerine sevgi ve yakınlık gösterenlere.
Hüsnü’yle yaşıt olan öteki köylü çocuklarının evdeki, sokaktaki ve okuldaki oyun arkadaşları kendileri gibi çocuklardı. Bu çocukların, bu arkadaşlarıyla‘Saklambaç’, ‘Körebe’, ‘Seksek’, ‘Uzuneşek’ vb. oyunlar oynarlarken kimi zaman anlaşamadıkları ve bu yüzden kavga edip küs kaldıkları da olurdu bazen. Oysa Hüsnü’nün yoktu böyle bir derdi. Onun oyun arkadaşları koyunlar, kuzular ve Çomar adındaki köpeğiydi. Onlarla oyun oynar, eğlenirdi. Dövüşmezlerdi asla. Kavga yoktu onların dünyasında. Hele hele küslük hiç olmazdı aralarında. Yılın üç yüz altmış beş günü barışık yaşarlardı. Şikâyetçi değillerdi birbirlerinden. Hepsi de memnundu yaşamından.
Günün yirmi dört saatini birlikte geçirirlerdi. Yan yana oturur, koyun koyuna yatarlardı. Çam kokulu havayı birlikte soluyor, buz gibi suları birlikte içiyorlardı. Aynı dili konuşmasalar da çok iyi anlaştıkları ve mutlu oldukları her hallerinden belliydi, onların.
Mevsim bir bahara döndü mü eşsiz tabiatına doyum olmazdı bakir Karadeniz’in. Yeşilin açıklı-koyulu tonlarından oluşan o büyülü libasına bürünen Tabiat Ana’nın görünümü bir başka olurdu. Bırakır Şükrü Dayı kendini büyüleyen o doğanın içine, koyunlarıyla birlikte. Dalar, doyumsuz seyrine tabiatın. Alır yanına karısı Sultan Ana’yı, biricik oğlu Hüsnü’yü ve can yoldaşı Çomar’ı. Katar önüne koyunları, yükler göçünü doru atına düşer, yollarına Ilgazların. Tırmanırlar, hep birlikte Ilgazların karlı doruklarına. Günlerce süren bir yolculuğun ardından varınca Ilgazların karlı doruklarına yıkarlar göçü, kurarlar çadırı hep birlikte. Onlar çadırı kurarken görev başındadır, Çomar. Göz-kulak olur koyunlara. Kuş uçurtmaz yakınında onların. Bir başkadır karlı dorukları, Ilgazların. Güneş bir başka doğardı oraya. Bir yandan hâlâ Toprak Ana’yı bir yorgan gibi örten bembeyaz karlar, öte yandan gökyüzüne doğru tırmanan kocaman sarıçamların, köknarların, ladinlerin aralarını bezeyen rengârenk çiçekler, kardelenler, süsenler, sümbüller ve onların dallarına konarak öten enva çeşit kuş sesleri ve püfür püfür esen çam kokulu havasıyla bir başkadır Ilgazların dorukları. Büyüleyici atmosferiyle tutsak alır Küçük Hüsnü’yü. Ilgazlara ilk gelişidir, onun. Kendisini daha önce hiç bu kadar yakın hissetmemişti gökyüzüne. Daha önce bu kadar yüceden seyretmemişti, enginleri. İlk kez içinde bulunduğu o büyüleyici atmosfer, o muhteşem manzara tarafından tutsak alınmıştır, can yoldaşı Çomar’la birlikte bir kenara oturup doğanın harikulâde güzelliklerini seyre dalan Hüsnü.
Kocası Şükrü Dayı ile birlikte çadırı kurduktan sonra işe koyulan Sultan Ana yakar ateşi, başlar bazlamaları pişirmeye. Sıcağı sıcağına yenmesi lazımdır onların. Şükrü Dayı hemen çıkarıverir, yamalı ceketinin koyun cebinden kavalını. Başlar dertli dertli öttürmeye. Kavalın yanık sesini duyan koyunlar, otladıkları yerden kaldırır yukarıya başlarını, dikiverir kulaklarını havaya, döner yönünü Şükrü Dayı’dan yana. Başlarlar ona doğru yürümeye. Toplanırlar çevresine Şükrü Dayı’nın. Dinlerler dakikalarca kavalın yanık sesini. Hipnotize edilmiş gibidir onlar, artık. Çökerler oldukları yere, başlarlar geviş getirmeye.
Koyunlar çömelince oldukları yere, kavalını öttürmeyi bırakan Şükrü Dayı, yem dolu torbayı doru atının başına geçirirken, karısı Sultan Ana da pişirdiği sıcacık yalı koyar Çomar’ın önüne. Sonra hep birlikte otururlar yer sofrasının başına. Başlarlar sıcacık bazlamaları lokma lokma yemeye.
Sonra saatler saatleri, günler günleri kovalarken hep birlikte dolaşırlar Ilgazların yaylalarını birer, birer. Koyunlarını adım adım takip ederek gezerler toprağını karış, karış. Solurlar mis gibi havasını. Seyre dalarlar o muhteşem manzarasını aylar boyunca. Aradan aylar geçmiş, güz gelmiştir artık. Ilgazların üşünecek havası hissettirir kendini iyiden iyiye. Aşağılara doğru inmenin zamanı gelmiştir artık. Yüklerler göçü doru ata, inerler Ilgazların doruklarından aşağıya yavaş, yavaş. Sonra ilk karla birlikte dönerler köylerine.
 Tıpkı bir film şeridi gibi aynı olaylar, her yıl izler durur birbirini. Büyük bir hızla ilerlemekte, su gibi akıp gitmekte olan zaman. Aradan yıllar geçmiştir. Küçük Hüsnü çoktan büyümüş, evlenip çoluk çocuğa karışmıştır. Şükrü Dayı ile Sultan Ana’yı sorarsanız onların Hakk’ın rahmetine kavuştukları bir hayli olmuştur. Onlardan geriye bir Çomar, elli de koyun kalmıştır, biricik oğlu Hüsnü’ye.
O da baba mesleğini sürdürmekte kararlıdır. Ancak şansı yaver gitmez. Babasının ölümü sonrasındaki ilk kış mevsiminde baş gösteren bir salgın hastalık, babası Şükrü Dayı’dan kendisine miras kalan elli koyunun kırk dokuzunu alıp götürmüştür. Geriye kala kala bir koyun kalmıştır, Hüsnü’ye. Gözü gibi koruduğu, çocuğu gibi baktığı onlarca koyununun gidişini çaresizlik içinde izleyen Hüsnü, ölmeyen o bir tanecik koyununu da “Bu da Çomar’ın olsun” diyerek onun adına tahsis eder.
Can yoldaşı Çomar’ın adına tahsis ettiği o bir tanecik koyun hariç babası Şükrü Dayı’dan kendisine miras kalma koyunlarının tamamını bir salgın hastalık neticesinde yitiren Hüsnü, artık tamamen çiftçiliğe çevirmiştir yönünü. Daha doğrusu çevirmek zorunda kalmıştır. Eker, biçer babasından kalma üç-beş tarlayı. Onlardan elde ettiği ürünle geçinip gitmektedir kıt kanaat.
Öte yandan Fahriye adındaki biricik kızı serpilip gelişmiş, gelinlik çağına gelmiştir artık. Dünür adayları aşındırmıştı eşiği, biri gider, biri gelir olmuştu. “Bu iş daha fazla uzatmaya gelmez, hayırlısıynan baş-göz etmek ilazım bu gızı” diye düşünüyordu, baba Hüsnü. Baba Hüsnü bu şekilde düşünüyordu ama Fahriye kız her dünür gelene “hayır” deyip çıkıyordu işin içinden. Meğer çoktan kafeslemişti, evleneceği delikanlıyı. Kapı komşuları Baha Çavuş’un asker oğlu Arif’miş yavuklusu. Bundan ötürü dünür gelenler eli boş döner giderlerdi gerisin geriye. Nihayet yavuklusu Arif askerliği bitirip köyüne dönünce Fahriye kız Allah’ın emriyle istenir babasından. Kurulur düğün dernek, okunur komşular düğüne. Üç gün üç gece devam eden davullu-zurnalı düğünün sonrasında Fahriye kız uçar baba evinden telli-duvaklı bir gelin olarak. Oğlu Abdullah’ı derseniz onu okutacağına dair söz verir köyün öğretmeni Ercep (Recep) Bey’e. Önce kuran kursuna, ardından ilçenin İmam-Hatip Okulu’na kayıt yaptıran Abdullah, liseyi bitirdiği yıl girdiği üniversite sınavını kazanır. Baba Hüsnü üniversiteyi kazanan oğlunu kaydeder üniversiteye, gönderiverir Angarı’ya, okuyup adam olsun deyi. Yani anlayacağınız çocuklarının ikisi de uçuvermiştir yuvadan. Kala kalmışlardı bir başlarına Hüsnü ile karısı Satı Kadın. Yıllarca aynı yastığa baş koyan iki kader ortağı didinip dururlar, babası Şükrü Dayı’dan miras kalma üç-beş tarlada. Onları eker, biçer harman ederler birlikte. Geçinir giderler muhannete muhtaç olmadan.
Ama her ne kadar karısı Satı Kadın’la birlikte babasından miras kalma üç-beş tarlada çalışıyor olsa da aklı fikri hep koyunlardadır, Hüsnü’nün. Hayalinde de düşünde de hep koyunlar vardır onun. Koyunlarıyla birlikte Ilgazların karlı doruklarında gezip dolaşacağı günü bekler durur dört gözle. Hani“Sabreden derviş muradına ermiş” derler ya Çoban Hüsnü de sonunda erer muradına. Yıllar önce köpeği Çomar’ın adına tahsis ettiği o bir tane koyundan üreyen koyunlarının sayısı, yirmiyi geçmiştir artık.
O yılın ilkbaharı gelende yükler göçünü yeni aldığı al renkli atına. Karısı Satı Kadın’la birlikte can yoldaşları Çomar’ı da yanlarına alarak katarlar önlerine, Çomar’a adadığı koyundan üreyen yirmiden fazla koyunu. Düşerler Ilgazların yoluna. Aradan yaklaşık bir hafta geçmiştir, Ilgazların karlı doruklarına vardıklarında. Yıkarlar al atın sırtına yüklediği göçü, babası Şükrü Dayı ile birlikte ilk kez gittiği yaylaya. Kurarlar hemen çadırı. Hüsnü çalı çırpı toplarken, bazlama yapmak için kolları sıvayan karısı Satı Kadın da başlar hamur yoğurmaya. Sonra ateş yakılır, pişirilmeye başlanır bazlamalar. Onlar bu işle uğraşırlarken Çomar dört dönmektedir koyunların çevresini. Göz-kulak olmaktadır onlara. Sırtında göçü taşıyan al at da başına takılan yem dolu torbadaki yemleri yiyerek karnını doyurmaya çalışmaktadır.
Bazlamaları pişirme işini bitiren Satı Kadın, kurar yer sofrasını. Otururlar kocası Hüsnü’yle birlikte yer sofrasının başına. Sıcak sıcak yenmeye başlanır bazlamalar. Çadırın hemen yanı başında yaktığı ateşte çay demleyen karısı Satı’nın kendisine sunduğu çayı içen Hüsnü, başlar, buralarda geçen anılarını Satı Kadın’la paylaşmaya.
Daha sonraki gün ve haftalarda koyunlarının ardından dolaşırlar Ilgazların karlı doruklarındaki yaylaları birer, birer. Enverusta (üniversite)’lı oğulları Abdullah, Angara zukaklarını adım adım dolaşırken, onlar da dorukları karlı Ilgazların yaylalarını dolaşırlar karış karış.
Güz gelip havalar iyiden iyiye soğumaya başlayınca Hüsnü, yükler göçünü al atına. Sonra başlarlar Ilgazların karlı doruklarından aşağılara doğru inmeye. Günler sonra varırlar köylerine, karlar yağıp yollar kapanmadan.
O kış yavrulayan koyunlarının sayısı kuzularıyla birlikte kırkı bulur. Diyecek yoktur Hüsnü’nün keyfine. Koyunlarının sayısı arttıkça ağzı kulaklarına varmaktadır, onun. Ancak bir zaman sonra bu sevinci kursağında kalır, Hüsnü’nün. Çünkü can yoldaşı emektar köpeği Çomar, hastalanır günün birinde. Ayağa kalkacak, koyunların çevresini dört dönecek gücü kendinde bulamayan Çomar, karşı koyamadığı hastalığa yenik düşerek ölür.
Can yoldaşı Çomar’ı kaybeden Hüsnü, üzülür Çomar’ın ölümüne, babasının ölümüne üzüldüğünden daha çok. Ağlar ona, anasının ölümüne ağladığından daha çok. Günler boyu devam eder üzüntüsü. Çaresiz kalır, can yoldaşı Çomar’ı yitiren su katılmamış saf Anadolu köylüsü Hüsnü.
Tam da bu sırada kapı-komşusu Sarı Kemal gelir, İstanbul’dan. Orada oturur yıllardan beri. 1955 yılının 6/7 Eylül’ünde meydana gelen olaylar sırasında İstanbul’da Rumlara ait iş yerlerini yağmaya başlayan gruplar arasında yer alan ırahmatlık babası Tomaç’ın yürüttüğü altınlarla satın alıp bir şehirlerarası Otobüs Firması’nda çalıştırdığı iki otobüsünün başında duruyordu Sarı Kemal. İstanbul’da kendilerine ait saray yavrusu gibi evde kapatmasıyla yaşayan Sarı Kemal, köyde de bir trafik kazası neticesinde yaşamını yitiren ağabeyinin üç çocuklu karısıyla evliydi. Bunun için kimi zaman köye uğrardı. 
Anadolu’da bir başkadır komşuluk ilişkileri. Komşularından birinin evine bir misafir geldiğinde ya da Sarı Kemal gibi başka bir yerde ikamet eden komşularından her hangi biri köye geldiği zaman köylünün hemen hepsi, gelene  “hoş geldin” demek adına toplanır o evde. Oturur, konuşur, sohbet ederler gece yarılarına kadar. Köylünün tamamı “hoş geldin”e gitmişti, İstanbul’dan gelen Sarı Kemal’e. Bir tek Hüsnü gitmemişti. Onun da gitmesi gerekiyordu mutlaka. Nihayet Sarı Kemal’in İstanbul’dan gelişinin üçüncü günü Hüsnü de “hoş geldindemek üzere kalkar gider kapı komşusu Sarı Kemal’in yanına. Otururlar, hoş-beş edip hal-hatır sorarlar. Konuşur, yer, içerler.
Kapı komşuları Hüsnü’nün moralinin bozuk olduğunu gören Sarı Kemal:
-Hayrola Hüsnü Ağa moralin bozuk gibi. Benim bilmediğim bir şey mi var? diye sorar.
Hüsnü ağlamaklı bir sesle:
-Benım Çomar öldü be Kemal, der.
-Senin şu emektar köpek mi? 
-He ya.
-Başın sağ olsun Hüsnü Ağa. Allah geride kalanlarına uzun ömürler versin, diyerek başlar inceden inceye alay etmeye, Sarı Kemal.
-Sağ ol Kemal sağ ol. Sizin gibi dostlar sağ olsun, der Hüsnü.
Sarı Kemal
-Yav Hüsnü Ağa, ben, bir zamanlar bir şeyler duyduydum. Ama seni göremediğim için soramadım bir türlü. Duyduklarım yalan mı doğru mu deyi? der.
Saf Anadolu köylüsü Hüsnü:
-Ne duyduydun ki? diye sorar.
-Senin şu sonki koyunlarının tamamı, Çomar’a adadığın o bir tane koyundan çoğalmaymış doğru mu? der Sarı Kemal.
-Doğrudur…
-Şimdi o koyunların tamamı Çomar’ın mı yani?
-He ya…
-Kime verecen onları?
Hüsnü kızgın bir ifadeyle:
-Ne demek kime verecen? Benım deel mi onlar? Kime verecaımışım ki? der.
Sarı Kemal:
-Bu koyunlar Çomar’ın mirası sayılmaz mı? diye sorar.
-Onun mirasıdır elbette, der Hüsnü.
-Peki, seninle bir akrabalığı var mı Çomar’ın? diye sorar.
Hüsnü yine kızgın bir ifadeyle:
-Ne deyyan o sen? O hayvan, ben insanım. İnsanla kopeğin akrabalığı mı olurmuş? der.
-Peki, akraba olmadığınıza göre Çomar’ın mirası ne deyi saan galıyo? diye sorar Sarı Kemal.
Su katılmamış saf Anadolu köylüsü Hüsnü:
-Doğru deyyan vallaha. Ben işin o yanını heç düşünmediydın, der.
Sarı Kemal:
-Bir de Müslüman’ım deyi geçinirsın. Peki, Müslüman biri başkasına ait bir malı nasıl alır? Haram deel mi onlar? Cehennemde cayır cayır yanarsın vallaha, der.
-Haramdır vallaha. Doğru söyleyan. Peki, şincik ne ediyın ben? N’olur bi yol gösteriver baan Kemal, der köylü Hüsnü.
Kapı komşusu saf Hüsnü’nün artık gaza geldiğinin farkına varan Sarı Kemal
-Hüsnü Ağa yarından tezi yok. Bin al atına, bi çırpıda varıver ilçeye, dikil müftünün karşısına. Her şeyi birer birer anlat gendine. O yardımcı olur, gerekeni söyler saan, der.
-Doğru söyleyan vallah, bi an eveli gitmek ilazım, der Hüsnü.
İstanbul’dan gelen kapı-komşusu Sarı Kemal ile aralarında geçen bu konuşma sonrasında:
-Allaha ısmarladık diyerek döner evine, Hüsnü.
Ertesi günün erinden kalkıp kahvaltısını yapan Hüsnü, biner eyerlediği al atının sırtına, tutar ilçenin yolunu. Bir zaman sonra varır ilçeye. Al renkli atını bağlar ilçenin tek hanına, takar başına yem dolu torbasını. Sonra doğruca varır müftünün makamına:
-Selamın aleyküm, diyerek.
-Aleykümselâm, deyip selamını alan müftü tarafından gösterilen yere oturur, Hüsnü.
Yaşı oldukça ilerleyen müftü:
-Hoş geldin evlat, der.
-Hoş bulduk begim…
-Bir derdin mi var?
-He ya begim…
-Buyur anlat seni dinliyorum...
Hüsnü:
-Begim Allah saan uzun omırler versın, der.
-Cümlemize evlat, cümlemize…
-Bubam bi gaç sene eveli Hakk’ın ırahmatına gavuştuydu…
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun…
-Âmin begim cümlemizin ölülerine. Irahmatlık ölürkene elli dene goyun bıraktıydın baan, der Hüsnü.
-Başka kardeşlerin yok mu?
-Yoh begim gardaşım mardaşım yoh benım. Bi bubanın bi tek çocuğuyın ben. Bubamın ölümünden bi gaç yıl sonra bi gıran girdiydın goyunlara. Aldı götürdü bubamdan baan galan elli goyunun gırk dokuzunu. Gala gala bi goyun galdıydın geriye. O bi deneyi de Çomar adındaki emekdar kopeğimize adadıydın. Şansı yaver gitti, goyunu ölmedi Çomar kopeğin. Zamanla çoğaldıkça çoğaldı Çomar’ın goyunları. Şincik tamı tamına gırk dene goyunu oldu. Emme bu kerem de Çomar kopeğimiz öldü, der Hüsnü.
-Eee… Şimdi ne istiyorsun benden?
-Begim diyeceım şu ki benım ahırımdaki gırk goyunun sahabı Çomar kopeğimiz öldüğüne göre ben o goyunları ne ediyın şincik? Kime veriyın onları? Bu gonuda bi yol gösteriver baan.
Oturduğu dönerli makam koltuğunda arkasına yaslanarak sol eliyle çember sakalını sıvazlayan Müftü, dua okur gibi iki dudağını kısa bir süre birbirine değdirip uzaklaştırdıktan sonra: “Bu adam kırk koyunu gözden çıkardığına göre ya çok zengindir ya da çok aptaldır. Ben bu koyunları alıyım bari. Satar parasını vakfa bağışlarız.” diye düşünür içinden. Sonra su katılmamış saf Anadolu köylüsü Hüsnü’ye:
-Aferin oğul. Müslüman dediğin böyle olmalı. Ayırmalı birbirinden helâl ile haramı. Ama ne yazık ki senin gibilerinin sayısı bir elin parmakları kadar azdır. Sana şimdiden müjde veriyim ki öte dünyada Cennet-i Ala’nın başköşesidir, senin yerin. Bundan şüphen olmasın sakın.
Koyun meselesine gelince; onların sahibi Çomar olduğuna ve onun da kimsesi bulunmadığına göre o koyunların tamamını bana getir. Allah hayrını kabul eylesin, der.
Müftünün bu sözleri üzerine bizim su katılmamış saf Anadolu köylüsü çoban Hüsnü; hem bir hayır işlediği için gururlu, hem de bu beladan kurtulduğu için sevinçlidir. Hemen kalkar oturduğu yerden. Ve:
-Sağ ol begim beni bu vebalden gurtardığın içun saan ne gadder dua etsem az olur. Allah ırazı olsun senden. Allahaısmarladık şincilik, ben hemen koye gidiyın goyunlrı getiriveriyın saan, diyerek yönelir kapıya doğru.
Zevkten dört köşe olan Müftü Efendi:
-Güle güle evlat, uğurun açık ola, der.
Tam da kapıya varmak üzereyken İstanbul’dan gelen kapı komşusu Sarı Kemal’in: “Bir hayvanın mirası nasıl olur da bir insana kalır” sorusu takılır bizim Hüsnü’nün aklı. Olduğu yerden müftüye dönerek:
-Begim o goyunları getmeden eveli bi sual soracaım saan, der.
-Buyur sor evlat.
Hüsnü:
-Begim bu Çomar kopeğin mirası ne deyin saan galıyo? Bu Çomar kopek senın buban mıydı, deden miydi? Onu bi soriyın, dedim, der.
Aptal olarak gördüğü su katılmamış saf Anadolu köylüsü Çoban Hüsnü’den duyduğu bu yanıt karşısında çılgına dönerek salyalarını saçan akıllı müftü oturduğu dönerli makam koltuğundan kalkarak yürür Hüsnü’nün üzerine. Ve:
-Yürü git bre zındık, seni paralamadan. Hem gelmiş yardım istiyorsun, hem de kalkmış neler zırvalıyorsun. Gözüm görmesin, seni. Elimi kana bulamadan defol git buradan, diyerek kovar Hüsnü’yü makamından.

 
 

   GÜZİDE’NİN RÜYASI 
Güneş batmış, her şeyin üstüne çöken akşamın ilk karanlığı giderek koyulaşmaya başlamış, sokaklardaki sesler duyulmaz olmuştu. Kendisinden gizli kaçarak köy meydanında toplanan arkadaşlarıyla birlikte oyun oynamaya giden ve gecenin ilerleyen saatine rağmen hâlâ eve gelmeyen beş yaşındaki erkek kardeşi Hamza’yı eve getirmek üzere Ayten, Ayfer ve Yeter adlarındaki kız kardeşleriyle birlikte köy meydanına giden Aslıhan, çok sevmesine rağmen elleriyle kaba etlerine birkaç tane vurduğu erkek kardeşi Hamza’yı kolundan yakaladığı gibi tutar evlerinin yolunu.
Tek erkek kardeşi Hamza’yı kolundan yakalayarak evlerine doğru yol alan Aslıhan, bir ara arkalarından aheste aheste yürüdükleri için giderek kendilerinden uzaklaşan kız kardeşlerine:
-Biraz acele edin kızlar. Baksanıza sokaklarda kimsecikler yok. Herkes evine çekilip kapısını kapatmış. Köyün azgın köpeklerinin sokakları işgal etmeleri an meselesi. Allah korusun, üstümüze bir saldırdılar mı parça parça ederler bizi, uyarısında bulunur.
Ablalarının uyarılarına kulak tıkayan kızlar, ayaklarını yerde sürüyüp toprakları tozutarak ilerliyorlardı ağır, ağır. Tam da bu sırada arka sokakların birinde bir köpek havlaması duydular. Bu sesi duyan üç kız kardeş korkuyla solladıkları ablalarını geride bırakarak koşa koşa eve vardılar. Köpek seslerini duymasından ötürü içini bir korku kaplayan Aslıhan da beş yaşındaki erkek kardeşi Hamza’yı sırtına alarak koşmaya başlar eve doğru. Küçük kardeşi Hamza’nın sırtına abandığı, boynuna sıkı sıkıya sarıldığı Aslıhan da yalpalaya yalpalaya ulaşır evine nihayet. Hemen indirir kardeşi Hamza’yı sırtından. Ablasının sırtından inen Hazma koşa koşa içeri girerken, ablası Aslıhan oturur evlerinin bahçe kapısının eşiğine. Karnı aç ve yemek hazır olmasına rağmen içeri girmek istemiyordu canı. Çünkü evin temizliğiydi, bulaşıktı, çamaşırdı, kardeşlerinin bakımıydı derken bir hayli yorgun düşmüştü, Aslıhan’ın gencecik bedeni. Hemen oracıkta, oturduğu yerde uyumak istiyordu. Ama acıdı kardeşlerine. Kalktı oturduğu kapı eşiğinden girdi içeri. Kardeşlerini, ellerini, yüzlerini yıkamaları için lavaboya gönderirken, kendisi de sofrayı kurdu. Birlikte oturdular yer sofrasına, doyurdular karınlarını. Sonra bulaşıklarını yıkadılar, kapadılar kapılarını, girdiler yataklarına. Başladılar mışıl mışıl uyumaya.
Oldukça yoksuldu. O kadar yoksuldu ki köyde oturdukları ev bile başkalarına aitti. Çok fakirdi, ama bir o kadar da evine, çocuklarına bağlı, çalışkan ve dürüst biriydi babaları. “Durmuş”tu adı. Ama gözlerinin renginden ötürü köylüleri “Çakır” derlerdi ona. Kendi köylerine yaklaşık iki saat uzaklıktaki kasabada gece bekçiliği yapıyordu. Geceleri kasabada bekçilik yapan Çakır, gündüzleri de inşaatlarda işçi olarak çalışırdı. Üç-beş günde bir uğrardı köyüne. Köyüne eli boş gelmezdi asla. Her gelişinde mutlaka bir şeyler getirirdi çocuklarına. Kimseye muhtaç olmasınlar, gözleri başkalarının yediğinde içtiğinde kalmasın diye. Alın teriyle kazandığı parayı boş yere harcamayan, içkisi, kumarı hatta sigarası bile olmayan, karısına ve çocuklarına bakmaktan başka derdi bulunmayan, onların karınlarını doyurmaya, elinden geldiğince sırtlarına bir şeyler almaya çalışan dürüst bir insandı, babaları Çakır.
Anneleri Nazlı Kadın’ı sorarsanız o daha da iyiydi. Köyünde sevilen, sayılan, aranan, yardımsever bir kadındı. İçini kemirip duran bir derdi vardı, herkesin yardımına koşan, çevresinde bulunan insanlara elinden geldiğince iyilik yapmak için çırpınıp duran Nazlı Kadın’ın. Doğurduğu çocuklarının tamamı kız olduğu için çok üzülüyordu. Tıpkı, aynı dertle yüreği sızlayıp duran kocası Çakır gibi. Kendilerine bir erkek evlat vermesi için Tanrı’ya yalvarıp duruyorlardı ikisi de. Nazlı Kadın’ın dünyaya getirdiği yedi kızından ilk üçü küçük yaşta yaşamlarını yitirmiş, sonra da hayattaki en büyük kızı Aslıhan doğmuştu. Ondan sonra da Ayten, Ayfer adlarındaki kızları…
Bunlardan sora erkek evlat olur umuduyla bir daha hamile kalan Nazlı Kadın, dokuz ay sonra yaptığı doğumda yine bir kız çocuğu getirir dünyaya. Buna oldukça üzülürler karı-koca. Deyim yerindeyse bıçak açmıyordu ağızlarını. Dünyaya gelen bu kızlarının adına, son olsun umuduyla “Yeter” dediler. Bu son doğumun sonrasında çok uzaklarda “Oğlanveren” adında bir türbenin bulunduğunu öğrenir, Nazlı Kadın ile kocası Çakır. İnanışa göre adından da anlaşılacağı üzere bu türbe, erkek çocuğu olmayıp kendisini tavaf etmeye gelen çiftlere erkek çocuk verirmiş. Erkek çocuk özlemiyle yanıp tutuşan Nazlı Kadın ile kocası Çakır, kendi köylerinden çok uzaklarda bulunan “Oğlanveren Türbesi”ne gitmek üzere günün birinde düşerler yollara. Oldukça meşakkatli geçen birkaç günlük yolculuktan sonra nihayet varırlar adı geçen türbeye. Orada bir gece yattıktan ve dilek dileyip adaklarını adadıktan sonra tekrar aynı meşakkatli yollardan yürüyerek varırlar köylerine. Evlerine döndükten sonra hamile kalan Nazlı Kadın, dokuz aylık bir hamilelik süresinin ardından doğum yapar. Bu son doğumda nur topu gibi bir erkek çocuk doğurur. Genç yaşta ölen büyükbabasının adına binaen “Hazma” dediler yeni doğan bebeğin adına.
Başta anne Nazlı Kadın ve kocası Çakır olmak üzere tüm ev halkı mutluluktan uçuyordu adeta. Dört köşe olmuşlardı sevinçten. Ama ne yazık ki bu sevinçleri yarıda kaldı. Mutluluklarına gölge düştü. Doğumun üçüncü günü anne Nazlı Kadın ateşler içinde kıvranmaya başlar. Çevresinde bulunan komşularının onu iyileştirmek adına çeşitli kocakarı ilaçları denemelerine, hocalara okutup üfletmelerine ve her yanını nazarlıklar ve muskalarla süslemelerine rağmen günden güne eriyen Nazlı Kadın, günün birinde başında nöbet tutan kızlarının gözleri önünde yitirir yaşamını.
Gözyaşları arasında annelerini toprağa verdikleri zaman kızlarının en büyüğü olan yeşil gözlü Aslıhan on bir; Ayten sekiz; Ayfer beş; en küçükleri olan Yeter de üç yaşındaydı henüz.
Annelerinin ölümü üzerine kalakaldılar ortada. Kimi kimseleri yoktu onlara bakacak, kol-kanat gerecek. Henüz birkaç günlük bir bebek olan Hamza’yı o günlerde doğum yapan kapı-komşuları Nazan Kadın emziriyordu, günde birkaç kez. Annelerinin ilk günlerinde kendilerine kol-kanat geren, yedirip içiren komşularının olağanüstü yakınlıkları azalmaya, hatta birkaç gün sonra tamamen kesilmeye başlayınca evin tüm yükü, beş kardeşin en büyüğü olan on bir yaşındaki yeşil gözlü Aslıhan’ın omuzlarına bindi. Küçük kardeşi Hamza’nın bezlerini, evdekilerin çamaşırlarını, bulaşıklarını o yıkıyor, evin temizliğini o yapıyordu. Henüz on bir yaşında olmasına rağmen temizlik yapmanın, bulaşık ve çamaşır yıkamanın, yemek yapmanın inceliklerini annesinden öğrendiği için fazla zorluk çekmiyordu.
 Ayten, Ayfer ve Yeter’in annelerini çok özlemelerine rağmen henüz hiçbir şeyin farkında olmayan küçük Hazma, sırtından aşağı inmek istemediği, eteğinin ucundan ayrılmadığı büyük ablası Aslıhan’ı anne olarak bellemişti. Hatta öteki ablaları onu kıskanmaya bile başlamışlardı, ablaları onu daha çok seviyor diye.
O gün yine doyasıya hoplayıp zıplamıştı, güneş batıp karanlık basmasına rağmen hâlâ köy meydanında arkadaşlarıyla birlikte oyuna devam eden Hazma. Büyük ablası Aslıhan başta olmak üzere öteki ablaları Ayten, Ayfer ve Yeter, akşamın karanlığının giderek koyulaşmasına rağmen hâlâ eve gelmeyen erkek kardeşleri Hamza’yı aramaya çıkmışlardı. Onu oyun oynarken bulan büyük ablası Aslıhan her zaman olduğu gibi eliyle yavaşça kaba etlerine birkaç tane vurduktan sonra kolundan tuttuğu Hamza’yı alıp eve götürürken yolda öteki kız kardeşleriyle karşılaşır ve hep birlikte eve dönerler.
Yemek vaktidir. Aslıhan sofrayı kurmaya hazırlanırken, ellerini ve ayaklarını yıkaması için lavaboya gönderdiği erkek kardeşi Hamza lavabodan
-Aba diye seslenir.
-Ne var, ne istiyorsun yine? der büyük ablası.
-Su yok bakraçta. Neyle yıkayacağım ellerimi, ayaklarımı? der kardeşi Hazma.
Aslıhan öteki kız kardeşlerine:
-Kızlar, bakın evde su kalmamış. Bir çırpıda varın köy çeşmesine. Bir bakraç su alın gelin, der.
Öteki üç kız kardeş söz birliği yapmışçasına:
-Bu karanlıkta köy çeşmesine gidilir mi? Bu gece de yıkamayı versin elini, ayağını, derler.
-Size iş buyuranda kabahat, der ablaları Aslıhan.
Sonra sofrayı kurmadan bir su alıp geleyim diye düşünen Aslıhan, takar bakracı koluna, tutar köy çeşmesinin yolunu. Korka korka varır köy çeşmesine. Başlar bakracını doldurmaya. O çeşmeden bakracını doldurmaya çalışırken, arkadan bir el uzanır ağzına doğru. Bir şey koklatır kendisine. Aslıhan geçer kendinden.
Aradan uzun zaman geçmesine rağmen köy çeşmesine su almaya giden ablaları Aslıhan’ın eve dönmemesi üzerine telaşa kapılan Ayten, Ayfer ve Yeter adlarındaki üç kız kardeş erkek kardeşleri Hamza’yı da yanlarına alarak koşarlar köy çeşmesine. Çeşmede görünürde kimsecikler yoktu. İyice çeşmeye yaklaştıklarında bakracın orada, çeşmede yalağın yanı başında durduğunu gördüler. Bakraç orada duruyordu ama ablaları görünmüyordu ortalarda.
Köyün her yanını aramalarına ve komşularına sormalarına rağmen ablalarının izine rastlamayan üç kız kardeş, köy muhtarı Himmet Dayı’nın evinde alırlar soluğu. Sonra, durumu kendisine anlattıkları köy muhtarı Himmet Dayı ile birlikte varırlar, köylerindeki Jandarma Karakolu’na. Durumdan haberdar ederler karakol komutanını. Hiç zaman yitirmeden bir yandan kızı aramaları için hemen devriye çıkaran karakol komutanı, öte yandan da çevre karakolları haberdar eder durumdan.
Ama nafile. Ne çıkarılan devriyelerden, ne de kendilerine haber verilen çevre karakollardan olumlu bir yanıt alınır. Sanki yer yarılmış da Aslıhan içine gömülmüş gibiydi. Her yer aranmasına rağmen henüz izine rastlanmış değildi.
Öte yandan Aslıhan kendine geldiğinde bir yatağın içinde yattığını, yabancı bir evde tanımadığı insanların arasında bulunduğunu gördü. Bunun üzerine:
-Burası neresidir? Ben burada ne arıyorum? Kim getirdi beni buraya? diyerek art arda birkaç soru sorar yanındakilerine.
Yatağının hemen yanı başında ayakta duran genç:
-Korkma güzelim, bak ben yanındayım, der.
-Sen de kimsin?
-Tanımadın mı beni?
-Yüzün yabancı gelmiyor bana, ama çıkaramadım bir türlü…
-Ben Niyazi’yim. Köyünüzün karakolunda jandarmaydım.
-Tamam, hatırladım şimdi. Ama askerliğin bitmedi mi senin? Memleketine gitmedin mi sen? Hem ben burada ne arıyorum? der Aslıhan.
Niyazi:
-Askerliğim biteli bir hafta oldu. Ama gitmedim memleketime. Senin de gördüğün gibi buradayım hâlâ. Seni bekliyorum, ikimiz birlikte gideceğiz, der.
Evet. Aslıhanların köyündeki Jandarma Karakolu’nda askerlik görevini ifa eden Ankaralı Niyazi, âşıktı Aslıhan’a. Ta gördüğü ilk günden vurulmuştu yeşil gözlü, lüle lüle saçlı, selvi boylu Aslıhan’a. Bu sevdadan, tek çocuğu olduğu ailesine de söz etmişti. Gündüz hayallerini, gece de düşlerini süslüyordu Aslıhan, Ankaralı jandarma eri Niyazi’nin. Onsuz duramıyordu. Bana haramdır onsuz yaşam derdi arkadaşlarına. Hatta askerlik süresi boyunca onu uzaktan da olsa görmek için hemen her gün nöbet yazdırırdı, kendine. Onu kaçıracağına ve onunla evleneceğine dair ant içmişti kendi kendine.
Askerliği bir hafta önce bitmiş ve terhis olmuştu, Ankaralı Niyazi. Ama bir hafta önce terhis olmasına rağmen henüz memleketine gitmiş değildi. Kendisinin Ankara’ya gitmesi gerekirken o, Ankara’da oturan babasını ve annesini getirtmişti, kasabanın okulunda görev yapan Ankaralı hemşerisi Sabahattin Öğretmen’in evine. Bir hafta boyunca hemşerisi Sabahattin Öğretmen’le birlikte Aslıhan’ı kaçırmak için fırsat kollayıp durdular. Nihayet o akşam fırsattan istifade köy çeşmesine su almaya giden Aslıhan’a eter koklatarak kasabada ikamet eden hemşerisi Sabahattin Öğretmen’in evine kaçırdılar.
Ankaralı Niyazi, hemşerisi Sabahattin Öğretmen’le birlikte kaçırarak onun evine götürdükleri Aslıhan kendine geldiğinde, kendisini gördüğü ilk günden beri kendisine sevdalandığını, âşık olduğunu, deliler gibi sevdiğini, kendisiyle evlenmek istediğini ve bunun için kendisini kaçırdığını yoksa başka bir amacının olmadığını, kendisine bir zarar verilmeyeceğini söyler Aslıhan’a.
Bütün bunlardan habersiz olan Aslıhan, kardeşlerine bakacak kimselerinin bulunmadığını, onların henüz küçük olduğunu, onları, özellikle de sekiz kaşındaki erkek kardeşi Hamza’yı büyütmeden evlenmesinin söz konusu olamayacağını söyleyerek köyüne geri bırakılmasını ister, kendisiyle evlenmek isteyen Ankaralı Niyazi’den
Aslıhan’ın evlenmemekte kararlı olduğunu söyleyip Ankaralı Niyazi’nin evlilik teklifini geri çevirmesi üzerine bu kez de evlerinde bulunduğu Sabahattin Öğretmen’in eşi Ferhunde Hanım ile kayınvalidesi olacak Nagihan Hanım girerler devreye.
Sabahattin Öğretmen’in eşi Ferhunde Hanım, Niyazi’nin, ailesinin tek çocuğu olduğunu, çok zengin olduklarını, çiftliklerinin bulunduğunu ve bu eve gelin giderse çok rahat edeceğini söyler. Ardından söz alan müstakbel kayınvalidesi Nagihan Hanım, isterse hemen Ankara’daki çiftliği kendisinin üzerine tapu edebileceklerini ve kendisi arzu ettiği takdirde kardeşlerini de bu çiftliğe aldırabileceğini söyler Aslıhan’a.
Müstakbel kayınvalidesi Nagihan Hanım’ın bu önerisi cazip gelir Aslıhan’a. Nasıl olsa günün birinde evlenecekti. Evlendiğinde bundan daha iyisini mi bulacaktı. Hem kendisi evlenip rahata kavuşacaktı, hem de çok sevdiği kardeşleriyle birlikte olacaktı. Bundan iyisi can sağlığı. Biraz zaman istedi onlardan.
-Olur dediler onlar da.
Aslıhan oturdu bir güzelce düşündü. Aklına mantığına danıştı. Sonra verdi kararını.
-Tamam, evliliği kabul ediyorum, ama bir şartım var, der.
-Şartın nedir? diye sordular.
-Babamı getirin yanıma. Konuşayım kendisiyle. Onun da rızasını alayım, der.
-Olur, derler.
Sonra, aynı kasabada gece bekçiliği yapan baba Çakır, bulunur, getirilir ve kızıyla görüştürülür. Konuşurlar baba-kız baş başa.
Baba Çakır:
-Sen bizi düşünme kızım. Mutlu olacağına inanıyorsan evlen. Evlen ki bari sen rahata eresin içimizden, der.
Konuşmaları bana güven veriyor, baba. Mutlu olacağıma inanıyorum, diyerek kesin kararını verir Aslıhan. Karar oğlanın ailesine bildirilir.
Müstakbel kayınvalidesi Nagihan Hanım’la anlaştıkları üzere önce çiftlik tapu edilir Aslıhan’ın üzerine. Ardından kendi köylerinde başkasının evinde oturan kız kardeşleri Ayten, Ayfer, Yeter ve erkek kardeşi Hazma köyden alınarak yerleştirilir Ankara’daki çiftliğe. Bir ay sonra gece bekçiliğinden emekliye ayrılan baba Çakır da yerleşir, çiftliğe.
Ve sıra gelir düğüne.
Başlanır hemen hazırlıklara. Sonra çifte davul-zurna sesleri yankılanır çiftlikte yedi gün yedi gece boyunca. Böylece Aslıhan girer dünya evine ve erer muradına.
Güzel güzel yaşarlar hep birlikte. Çiftlik evinin tek sahibesi Aslıhan; birkaç yıl sonra kayınvalidesi Nagihan Hanım, ardından da kayınbabası Mürşit Bey’in vefat etmesi üzerine dillere destan koca servetin tek maliki olur.
Kız kardeşleri Ayten, Ayfer ve Yeter evlenip çoluk-çocuğa karışırlarken, çok sevdiği erkek kardeşi Hazma da, tıbbiyeyi bitiren genç bir tıp doktoru olmuştur, artık.
Evlendiklerinden iki yıl sonra Arzu adında bir kızı, ondan beş yıl sonra Murat adını verdikleri bir oğlu olmuştur, Aslıhan’ın. Zamanının tamamını çocuklarına ayırmıştı Aslıhan. Henüz küçük yaşlarda iken öğretmenler tutmuştu iki çocuğuna, iyi yetişsinler diye. Gecesini gündüzünü onlara feda etmişti. “Onlar için varım, onlar için yaşıyorum, onlarsız düşünemiyorum kendimi” diyordu.
Kendisi gibi yeşil gözlü olan kızı Arzu, on beşine gelen genç bir kız olmuştu artık. Oğlu Murat on yaşındaydı henüz. Arzu ortaokulda, Murat ilkokulda okuyordu
Evet, o yıl biricik oğlu on yaşına girmişti. Sünnet çağı geçmek üzereydi. Onun sünnet edilmesi gerekiyordu artık. Okullar açılmadan 15–20 gün önce hazırlıklarını tamamladılar. Büyük bir sünnet şöleni başladı. Bu şölene başta dayısı Hazma, teyzeleri Ayten, Ayfer ve Yeter olmak üzere çok sayıda davetli katılmıştı. Özel tutulan aşçılar tarafından hazırlanan yemekler yendi, içkiler içildi şölen boyunca.
Şölenin hemen sonrasında küçük Murat alındı içeriye. Oğluyla birlikte içeri girmesi engellenen anne Aslıhan, hemen oraya, kapının önüne oturuverdi. İçerden sünnet edilirken ağlayan biricik oğlu Murat’ın sesini duyar duymaz hıçkırıklarla ağlamaya başlar anne Aslıhan.
Onun hıçkırıklarla ağladığını gören oda arkadaşı Neslihan, hemen uyandırır onu.
Evet, kaldığı öğrenci yurdundaki oda arkadaşı tarafından, hıçkıra hıçkıra ağlarken uyandırılan yirmi yaşındaki tıp öğrencisi Güzide’nin bütün bu yaşadıkları bir rüya idi.
 

 
 
KARA TREN 
—Dersimli Bir Muallimin Anıları’ndan-
Köyümde geçirmekte olduğum yaz tatilinin sonuna gelmiştim. O yıl son sınıfında okuyacaktım, Elazığ Atatürk Ortaokulu’nun. Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Bir sonbahar gününün sabahında köydekilerle vedalaştıktan sonra Elazığ’a gitmek üzere babamla birlikte yola çıktık. Tunceli’den Elazığ’a gidecek sabah otobüsünü kaçırmamak için yürüyoruz hızlı hızlı. Yaklaşık iki saatlik yolu bir buçuk saatte kattetmemize rağmen Tunceli-Elazığ karayolu güzergâhına geldiğimiz zaman ilk otobüsü kaçırdığımızı öğrendik. Günde sadece iki otobüs çalışıyordu o zamanlar Tunceli’den Elazığ’a. İlk otobüsü kaçırdığımıza göre öğlen otobüsünü beklememiz gerekiyordu. Beklerdik beklemesine ama onda da yer bulamama korkusu vardı içimizde. Bu durumda ya yolculuğu bir sonraki güne erteleyip köye geri dönmemiz ya da o zamanlar otobüs ücretinin yarı fiyatına yolcu taşımacılığı yapan brandasız bir kamyonla yolculuk yapmamız gerekiyordu.
Babam, “köye geri döneceğimize brandasız kamyonla gidelim” dedi. Babamın bu kararından sonra brandasız kamyonu beklemeye koyulduk. Bir süre bekledikten sonra brandasız kamyon görünmeye başladı. Babamla ikimiz de orada bekleyenlerle birlikte gelen brandasız kamyona bindik. Sayıları kırkı bulan insanın yanı sıra biri inek, ikisi dana, dokuzu da koyun olmak üzere toplam on iki de hayvan vardı, bindiğimiz kamyonun içinde. Bu sayı, kamyon ilerledikçe daha da artmaya başladı.
Brandası dahi bulunmayan bir kamyonla yaklaşık iki saatlik bir yolculuğa imza atmak akıllı insanın yapacağı bir şey değildi aslında. Hele hele korkudan içinizin dışınıza çıktığı yüzde seksen meyile sahip “Mercimek Virajları”nın biri bitmeden ötekinin başladığı keskin dönemeçlerinde aşağıya doğru yol almak korkuların en büyüğüydü. Ama ne yazık ki o dönemlerde halkımız zorunlu kılınmıştı, bu çile dolu yaşama.
Bir yandan tepemizde kızgın güneşin yakıcı ışınları, öte yandan yolların tozunu üzerimizden, hayvanların sidik ve dışkı kokularını burnumuzdan eksik etmeyen rüzgâr, bizi halsiz bırakmış ve hepimizi perişan etmişti. Elazığ’a, Haydar Amcamlara varıp hemen duş aldıktan ve bir gün dinlendikten sonra ancak gelebildik kendimize.
Gereksinimlerimi karşılayan babamı Elazığ’dan köye yolcu ettikten birkaç gün sonra okullar açıldı. Neşem yerindeydi o yıl. Zira hem evde samimi bir ortamın oluşması, hem de okuldaki arkadaşlık ilişkilerinin gelişmesinden ötürü zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile değildim. Bunların yanı sıra bir de yürekten sevdalandığım bir sevgili bulunca kendime diyecek kalmadı keyfime. Bütün dünya benim olurdu onunla birlikte olduğum zaman. Esir almıştı beni. Ondan başka hiçbir şey görünmezdi gözüme. Hayallerimi de düşlerimi de süsleyendi, O. Yalnız benim değil, aynı zamanda milyonların da sevgilisiydi, O. Kimi zaman sevginin en yücesine değer görülürken, kimi zaman da nefretin ve hakaretin en ağırına maruz kalırdı. Ama hemen herkes en az nefret ettiği kadar da baş tacı ederdi onu. O, kimi zaman bir kavuşturucu, kimi zaman da bir ayırıcıydı milyonların gözünde. Kimi zaman dört gözle yolu beklenirken, kimi zaman da bir an önce gitmesi istenirdi onun.
-Kimdi bu denli bir öneme sahip olan bu sevgili biliyor musunuz?
-Kara Tren’di…
-Hayır, hayır yanlış duymadınız. Adı,“Kara Tren”di bu sevgilinin. Ona sevdalanmıştım, ben. Gönlümü çalan sevgili oydu. Hem de ilk görüşte tutulmuştum ona.
-Nasıl çalmıştı gönlümü?
Üçüncü sınıfında okuduğum Elazığ Atatürk Ortaokulu’nun bahçesinden yaklaşık 150 m.kadar uzaktaydı Elazığ Garı. Okulumuzun Gar’a yakınlığından ötürü hemen her fırsatta dizi dizi vagonlardan oluşan Kara Tren’i izlemek üzere koşardım, Gar’a. Çünkü yolculardan kiminin binmek, kiminin inmek için oradan oraya koşuşturmalarını izlemek doyumsuz bir haz veriyordu bana. Bizim bir köylümüz vardı. Oldukça saftı kendisi. Müslim’di adı. Benim Kara Tren hakkında düşündüklerimin aksini düşünürdü o. Kardeşi Hasan’ı Elazığ Garı’nda Kara Tren’e bindirerek askere yolculayan Müslim: “Kardeşimi benden ayırdı götürdü” diyerek kızardı “ayırıcı” gözüyle baktığı Kara Tren’e. Ama ben, bir “ayırıcı” değil bir “kavuşturucu” olarak görürdüm onu. Ona sevdalanmam da bundandı. Küçük yaşta sılamdan ayrı yaşadığım için Kara Tren’in, günün birinde beni de sılama ve yarenlerime götüreceğini, onlarla buluşturacağını umut ederek sevdalanmıştım, ona. Bu hasret, sevdaya dönüşmüş ve ben sevdalanmıştım Kara Tren’e. Bu öylesine onulmaz bir sevdaydı ki onun uzun uzun düdüğünü öttürmesi, çufff… çufff… çufff…  diye sesler çıkarması alır götürürdü beni benden.
Kimi zaman Gar’a girişi ya da Gar’dan ayrılışı çakışırdı bizim teneffüs saatlerimizle. Hemen koşardım Gar’a. İzler dururdum onu dakikalarca. Öylesine dalardım ki onu izlemeye, izlerken ilişkim kesilirdi dış dünyayla. Dalardım hayal âlemine. Gözlerim görüntü görmezdi, onun görüntüsünden başka. Kulaklarım ses duymazdı, onun sesinden başka. Bundan ötürü okulumuzun derse giriş zilini duymazdım çoğu zaman. Geç kalırdım derslere. Geç kaldığım için defalarca çarptırıldığım “Tek Ayak Üzerinde Bekleme Cezası”nı unutmam mümkün değil.
Yine o bildik günlerden biriydi. Teneffüse çıkış zili çalmış ve biz okul bahçesine çıkıyorduk. Tam o sırada çufff… çufff… çufff… seslerini duydum Kara Tren’in. Başladım, müsabakaya katılan bir atlet hızıyla Gar’a doğru koşmaya. Oraya varınca oturdum her zamanki yerime. Başladım o bildik manzaraları izlemeye. Öylesine dalmışım ki Kara Tren’i izlemeye. Dış dünya ile ilişkim kesilmiş ve ben, çalan giriş zilini duymamıştım yine. Aklım başıma gelip oturduğum yerden kalktığım zaman ders zili çoktan çalmış, herkes sınıflara girmişti. Kapı nöbetçisinin dışında kimse yoktu okulun bahçesinde. Mevsim sonbahardı. Kasım ayının son günleriydi. Havalar oldukça soğumuş. Karın eli kulağındaydı ha yağdı, ha yağacak… Üşümesin diye iki elimi pantolonumun yan ceplerine koyarak koşmaya başladım okula doğru. Bahçe kapısından içeri girdiğimde ayağım takıldı bahçe kapısının alt demirine. Ve ben, sağ kolum bedenimin altında kalacak şekilde düştüm yere. O anda dayanılmaz bir acı ve şiddetli bir ağrı hissettim sağ kolumda. Kalkamaz oldum düştüğüm yerden. Ayağa kalkmama yardımcı olan dış kapı nöbetçisinin haber vermesi üzerine yanıma gelen nöbetçi müdür yardımcısı tarafından Elazığ Devlet Hastanesi’ne götürüldüm. Orada çekilen röntgen filmi neticesinde sağ kol dirsek kemiğimin çatladığı anlaşıldı. Acı ve ağrılarımı dindirecek bir iğne yapılıp ilaç verildi bana. Hemen ardından sağ kolum alçıya alındıktan ve reçetem yazıldıktan sonra, beni hastaneye götüren müdür yardımcısı ile birlikte döndük okula.
Uzun zaman alçıda kalan sağ kolum ne okula gitmeme engel oldu, ne de ders çalışmama… Bundan ötürü ne okuldan geri kaldım, ne de tutkulu olduğum biricik sevdam Kara Tren’den… Sadece yazı yazmakta güçlük çekiyordum biraz. Sağ olsunlar o konuda da yardım edenlerim vardı benim. Okulda sıra arkadaşım Kebanlı Ercan, evde amcakızları… Hatta sol elimle bile yazı yazar duruma geldim.
Biri alçı alınırken, öteki de daha sonradan olmak üzere iki kez hastaneye kontrole gittim. Son kontrole gittiğimde doktorlar: “Bu durumda Beden Eğitimi derslerine katılman tehlikeli olur” dediler. Bundan ötürü isteğim üzerine öğretim yılı boyunca Beden Eğitimi derslerine katılmamam gerektiğine dair bir “rapor” verildi bana. Raporu götürüp okul idaresine verdim. Okul idaresi de Beden Eğitimi dersi hocamızı bilgilendirir bu konuda. Okul idaresi tarafından bilgilendirilen Beden Eğitimi dersi öğretmenimiz, bir Beden Eğitimi dersi öncesinde:
-Bak yavrum, idareden rapor aldığını söylediler bana. Ama bu, senin Beden Eğitimi derslerine katılmayacağın anlamına gelmez. Beden Eğitimi derslerinin tümüne katılacaksın Sadece etkinliklere iştirak etmeyeceksin haberin olsun dedi, bana.
Perşembe günlerinin son iki saatiydi sınıfımızın Beden Eğitimi dersleri. Okulun spor salonunda yapılıyordu, Beden Eğitimi derslerinin tamamı. Beden Eğitimi derslerinde sınıf arkadaşlarım, iki ders saati boyunca spor salonunda kasa-minder hareketleri ve öteki etkinlikleri yaparlarken ben, kazık gibi dikilir dururdum orada.
Üzerinden birkaç hafta geçmişti, aldığım raporun. Bir Beden Eğitimi dersi öncesinde sıra arkadaşım Kebanlı Ercan:
-Sen enayi misin oğlum? dedi bana.
-Neden?
-Nedeni var mı oğlum? Hem raporun var, hem de iki ders saati boyunca öyle kazık gibi dikilip duruyorsun orada…
-Ne yapayım?
-Ne bileyim. Çık git, gez, dolaş…
-Gidemem…
-Neden?
-Yok yazılırım da ondan…
-Canım sana kaçak git diyen mi var sanki?
-Nasıl olacak peki?
-Her hafta ayrı bir yalan söyler, öğretmenden izin alır, gider, gezer, dolaşırsın keyfince.
-Olur mu?
-Neden olmasın ki?
Aramızda geçen bu konuşmanın sonrasında uydum, sıra arkadaşım muzip Ercan’ın aklına. Yaşama geçirmek üzere harekete geçtim hemen, ilk ders için planladığım yalanı.
Günlerden perşembeydi. Her Perşembe olduğu üzere o Perşembe gününün de son iki saati sınıfımızın Beden Eğitimi dersiydi. Dersten bir önceki teneffüs saatiydi. Sınıf arkadaşlarım derse hazırlanmak üzere spor salonunun soyunma odalarına giderlerken, ben de Öğretmenler Odası’na gittim doğruca. Tıkladım Öğretmenler Odası’nın kapısını, girdim içeri. Oturmuş masada çay içiyordu, Beden Eğitimi dersi hocamız. Hemen vardım yanına. Önce hazır ol vaziyetine geçip selam verdim. Ardından da esas duruşumu bozmadan eğilerek kulağına:
-Bana bu son iki ders saati için izin verebilir misiniz hocam? diye fısıldadım.
-Ne yapacaksın?
-Hocam bir süre önce İstanbul’dan misafirliğe gelen amcamlar, bugün trenle İstanbul’a dönecekler. Onları yolcu etmeye gideceğim, dedim.
-Sınıfa çık beni bekle orada, geliyorum, dedi.
-Baş üstüne deyip tekrar selam verdikten sonra Öğretmenler Odası’ndan dışarı çıkarak sınıfa geçtim, oturdum.
Bir süre sonra ders zili çaldı. Öğrencilerin sınıfa girmesi sonrasında koridorlarda oluşan sessizliğin ardından sınıfa giren Beden Eğitimi dersi hocamız yanıma geldi ve:
-Amcanlar nereye gidiyorlardı senin? diye sordu.
-İstanbul’a efendim…
-Bugün mü?
-Evet hocam…
-Neyle gidecekler?
-Trenle efendim…
-Demek ki amcanlar bugün trenle İstanbul’a gidecekler, sen de onları yolcu etmek üzere izin istiyorsun benden, öyle mi?
-Evet efendim…
Tam bu sırada tokatlar art arda patlamaya başladı suratımda. Neye uğradığımı şaşırıp kaldım. Cin çarpmışa döndüm. Art arda suratıma inen tokatlardan ötürü şimşekler çakar oldu gözlerimden.
Bir ara durur gibi yapan hocamız:
-Demek ki amcanlar bugün trenle İstanbul’a gidecekler ha? diyerek bir daha aynı soruyu sordu bana.
Ama bende jeton düşmüş değil hâlâ.
-Evet, efendim deyip duruyorum.
Tokatlar bir daha art arda iniyor suratıma. Hocamız bir yandan bana var gücüyle tokat atmaya devam ederken, öte yandan da:
-Yalan söyleme bana, diyerek uyarıyor beni.
Ama ben:
-Yalan söylemiyorum hocam diyerek hâlâ yalan söylemekte ısrar ediyorum.
Sonunda tokat atmaktan vazgeçen hocamız:
-Hâlâ yalan söylemekte ısrar ediyorsun yahu. Bildiğim şeyi bana yutturmaya çalışıyorsun. Bir başka yalan söyleseydin belki inanırdım, dedi.
Erkek adam döner mi sözünden, Bektaşi misali. Ben hâlâ söylediğim yalanda ayak diretip duruyorum.
Günün birinde Bektaşi’ye:
-Kaç yaşındasın Baba Erenler? diye sorarlar.
-Kırk beş der, Bektaşi.
O sırada kendisini tanıyanlardan biri dayanamayıp:
-Baba sen yirmi yıl önce de kırk beş yaşındayım demiştin. Nasıl olur bu? diye sorar.
Hazır cevap Bektaşi hemen yapıştırır cevabı:
-Ne yani sözümden mi döneyim, der.
Ben de Bektaşi misali sözümden dönmüyor ve hâlâ:
-Yalan söylemiyorum hocam, deyip diretiyorum yalan söylemekte.
Benim hâlâ yalan söylemekte ayak diretmem üzerine:
-Bak yavrum ben İstanbulluyum. Trenle sık sık gider gelirim İstanbul’a. Ama Perşembe günleri değil. Çünkü tren İstanbul’a sadece pazartesi, çarşamba ve cumartesi günleri gider buradan. Bu da senin yalan söylediğinin kanıtıdır, dedi hocamız.
Yapacak bir şey kalmamıştı artık. Foyamız meydana çıkmıştı. Ben hocamızın bu sözleri üzerine yalanımı sürdüremeyeceğimi anladım. Ve:
-Özür dilerim hocam…
Diyerek yalan söylediğimi kabul ettim ve gerçeği olduğu gibi anlattım kendisine.
Bunun üzerine gözlerimden öperek gönlümü almaya çalışan hocamız:
-Bunları baştan söyleseydin bütün bunlar olmayacaktı, diyerek pişmanlığını dile getirdi.
-İzin vermezsiniz diye doğruyu söylemedim dedim
-Böyle daha mı iyi oldu yani?
-Böyle olacağını hiç düşünmemiştim, dedim.
-Tamam, anlaştık gidebilirsin şimdi. Ama bir daha bu yola başvurma. Canın sıkıldı mı yanıma gel, kulağıma fısılda yeter, dedi.
Aramızda geçen bu konuşmanın ardından hocamızla birlikte sınıftan çıkıp indik merdivenlerden aşağı. O, spor salonuna doğru yönelirken, ben de kapıdan dışarı çıkarak uzaklaştım okuldan.
Hâlbuki Elazığ Garı’na her gün, sevdalısı olduğum o kadar çok Kara Tren gelir giderdi ki sayısını bilmek olanaklı değildi. Her gün o kadar çok tren gelip gidince ben de öyle zannederdim ki otobüs gibi tren de her gün her yere gidiyor. Meğer işin aslı öyle değilmiş. Ama ben nereden bilebilirdim Kara Tren’in İstanbul’a sadece pazartesi, Çarşamba, cumartesi günleri çalıştığını. Hele hele hocamızın İstanbullu olacağı hiç yoktu hesapta.
Böylece ben, sevdalısı olduğum Kara Tren’in yüzünden defalarca “Tek Ayak Üzerinde Bekleme Cezası”na çarptırıldım. Sol kol dirsek kemiğimi çatlattım. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de dayak yedim. Hem de sayısını bilmediğim kadar. Ama doğrusunu söylemek gerekirse suçlu olan Kara Tren değil. Bendim…
Nene lazım senin. Ne deyi beceremediğin işleri yapmaya kalkışırsın ki. Beceremeyeceğin işleri yapmaya kalkışırsan işte böyle yüzüne gözüne bulaştırırsın. Ne doğru dürüst âşık olmayı becerebildim, ne de yalan söylemeyi…
Ama bu olaydan çok önemli bir başka ders çıkardım.
-Neydi bu ders bilir misiniz?
-Anlatayım…
Öğretmenimiz bana:“yalan söylüyorsun” dediği zaman ben, ne hocamızın İstanbullu olduğu için trenle sık sık İstanbul’a gidip geldiğini biliyordum, ne de Kara Tren’in İstanbul’a sadece pazartesi, çarşamba ve cumartesi günleri çalıştığını…
Bundan ötürü hocamız, bana: “yalan söylüyorsun”  dediği zaman bütün bu gerçekleri göz ardı ederek hemen suçlu aramaya koyuldum. Kendi kendime: “Öğretmenimiz benim yalan söylediğimi nerden biliyordu ki bana:yalan söylüyorsun” diyordu. Benim yalan söyleyeceğimi yalnızca iki kişi biliyordu başından beri. Bu iki kişiden biri ben, öteki de sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’dı diyorum.
Eee... “Bunu hocamıza ben söylemediğime göre kesin Ercan deyyusu gidip söylemiştir. O gammazlamıştır beni.” diyerek hemen suçlamaya başladım onu, içimden.
-Ben bunun hesabını sormaz mıyım sana? diyerek diş bilemeye başladım, sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’a.
Öğretmenimizin gerçeği açıklamasından sonra anlaşıldı ki durum benim düşündüğüm gibi değilmiş. Utandım kendimden. Kendimi suçladım. Sormadan, etmeden, gerçeği öğrenmeden Ercan’ı suçlu kıldığım için. Nefret ettirdi, tiksindirdi beni benden bu önyargı, bu yargısız infaz.
Bu olaydan sonra söz verdim kendime: “Bir daha önyargılı hareket etmeyeceğime ve yargısız infaz yapmayacağıma” dair.
Ertesi gün ilk işim, olayı tüm ayrıntılarıyla kendisine anlattığım sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’dan özür dilemek oldu.
  

 
 
ELEKTRİK 
—Dersimli Bir Muallimin Anıları”ndan-
Kastamonu’ya sürüldüğümün dördüncü yılıydı. Araç ilçesine bağlı Recepbey (köylüler Ercepbey derlerdi) Köyü’nde çalışıyorum. Perşembe günleri çalıştığım köyün bağlı bulunduğu İğdir nahiyesinin pazarıydı. Aynı zamanda benim de görüş günlerimdi, perşembeler. Muhtar Mıstık ve öteki köylüler, perşembeleri pazar dönüşü, ayrı yaşamak zorunda bırakıldığım çocuklarımdan ve yakınlarımdan gelen mektupları getirirlerdi bana. O gün çocuklarımdan ve yakınlarımdan gelen mektupları okuyarak teselli buluyordum. Mektuplarını okurken onlarla görüşmüş gibi hissederdim kendimi. Onun için perşembeler, bir anlamda görüş günlerimdi benim. Daha doğrusu ben olayı öyle kabul ediyordum.
Perşembeleri geldi mi kimse kalmazdı köyde. Köylünün hemen tamamına yakını pazarda alırdı soluğu. Kimi ibisini (hindi), kimi yumurtasını, kimi meyvesini, kimi sebzesini alırdı yanına, tutardı pazarın yolunu. Traktörlere, ciplere binip gidenler de olurdu, traktöre, cipe para vermesinler diye atına, eşeğine binerek gidenler de ...
Ülkemizin genelinde, özellikle de Karadeniz bölgesinde olduğu üzere burada da işin ağırlığı kadınların omuzlarındaydı yine. Pazara elettiği (götürdüğü) ürünleri satıp onlardan kazandığı paralarla pazardan gereksinimi olan şeyleri alan köylü kadınlar akşama yorgun argın dönerlerdi evlerine.
—Erkekler gitmezler miydi pazara?
Gitmez olurlar mı hiç. Giderlerdi gitmesine ama kadınlara bir faydası olmazdı onların. Onlarınki dostlar alış-verişte görsün misali… Keyif için giderlerdi pazara. Kendi köylüleri Çakır’ın pazaryerindeki kahvehanesinde pişpirik oynayıp çayını içtikten ve videodan müstehcen filmler izledikten sonra yine kendi köylüleri olan Hasibe Teyze’nin oğlu Mehmet’in lokantasında yemeğini yiyip karnını doyururlardı. Sonra çıkarlardı pazaryerine. Gezinip dururlardı orada. Piyasadan haberdar olmak adına dikizlemeye başlarlardı, güzel kadınları, kızları. Bu yaptıklarını da bir araya geldikleri zaman anlatırlardı birer birer. Öyle ballandıra ballandıra anlatırlardı ki ağızlarının suyu akardı adeta.
Yine günlerden perşembeydi. Pazarıydı köyün bağlı bulunduğu İğdir kabasının. Her Perşembe olduğu üzere o Perşembe de ben, öğrencilerim ve bir-iki yaşlı hariç köylünün hemen hepsi ya ırahmatlık Kara Cemel (Cemal)’in oğlu Kara Hasan’ın kırmızı renkli Massei Fergison marka traktörüne, ya ırahmatlık Tomac’ın oğlu Hop Hop Bahri’nin Ford marka mavi traktörüne, ya ırahmatlık Kara Eziz (Aziz)’in oğlu Eli (Ali)’nin sarı turuncu renkli traktörüne, ya Kara Bayram’ın arazili cipine, ya da Muhtar Mıstık’ın kardeşi Sarı İsmail’in arazili cipine binerek gitmişlerdi, pazara. Tabi bu araçları tercih etmeyip atına, eşeğine binerek pazara gidenler de yok değildi.
O gün erkenden döndüler pazardan. Anlaşılan erken bitirmişlerdi işlerini. Köyün muhtarı Mıstık (Mustafa Bekoğlu) okula geldiğinde vakit ikindiydi. Her Perşembe olduğu üzere siparişlerimi ve mektuplarımı getirmişti pazardan. Okula geldiğinde yüzünde güller açmış gibiydi Muhtar Mıstık’ın. Ağzı kulaklarına varıyordu sevinçten. Diyecek yoktu keyfine. Dört köşe olmuştu zevkten. Hiç bu kadar sevinçli görmemiştim onu.
-Bakıyorum neşen yerinde muhtarım, dedim.
O anda bana sıkı sıkıya sarılan Muhtar Mıstık:
-Sen koyümüze uğurlu geldin a benim gözel hocam, dedi.
-Niye? N’oldu ki?
-Daha n’olsun a benim gözel hocam. Sen koyümüze geldikten keri (sonra) önce yolumuz yapıldı, kumlandı, koyümüz, koylümüz çamurdan kurtuldu. Şimdi de elektrik geliyo… dedi.
-Haydi, gözünüz aydın karanlıktan kurtuluyorsunuz artık, dedim.
-Sağol gözel hocam sağ ol. Bunlar hep senin sayende oldu, dedi.
-Ben ne yaptım ki muhtarım?
-Öyle deme a benim gözel hocam. Daha ne yapacaksın? O gözel yazınla az mı istida (dilekçe) yazdın oralara, buralara? Az mı yol gösterdin bana? dedi.
Bu konuştuklarımızın üzerinden henüz 15–20 gün geçmişti ki elektrik malzemesi yüklü damperli koca koca kamyonlar peş peşe gelmeye başladı Recepbey Köyü’ne. Hemen ardından çukurlar kazıldı, direkler dikildi birer, birer. Teller bağlandı. Fincanlar takıldı. Derken birkaç aylık hummalı bir çalışmanın sonrasında çalışmalar sona ermiş, işler tamamlanmıştı nihayet. O büyük gün gelip çatmıştı artık.
Karanlıklara galebe çalarak insanlığa büyük bir hizmet sunmuştu, Amerikalı mucitThomas Alva EDİSON. Ampulü bularak elektriğin kullanışına ön ayak olmuştu, bu büyük insan. Bu büyük insanın 1879yılında insanlığın hizmetine sunduğu elektriğin, Kastamonu–Araç ilçesinin Ercepbey (Recepbey) Köyü’ne geliş tarihi Ocak 1986’ydı.
Evet, Edison’un elektriği bularak insanlığın hizmetine sunduğu tarih:1879
 Bu büyük insanın, insanlığın hizmetine sunduğu elektriğin Ercepbey Köyü’ne geliş tarihi ise; Ocak 1986’dır. Tamı tamına 107 yıl geçmiştir aradan. Yuvarlak hesapla tam bir “asır” var iki tarih arasında.
-Bu ne demektir biliyor musunuz?
Bu, bizim çağdaş Batı toplumlarından bir asır geride olduğumuzun bir ifadesidir.
Bu, çağdaş Batı toplumunun yüzyıl önce yararlandığı hizmetlerden ve yeniliklerden bizim, ancak yüzyıl sonra yararlanabileceğimizin bir göstergesidir.
Bu, çağdaş Batı toplumlarının çağdaşlığa doğru bir jet hızıyla ilerlemelerine karşın bizim, onları ancak kaplumbağa yürüyüşüyle izlediğimizin bir ifadesidir.
Ama olsun. Buna bile razıydı, kendisine insan gibi değer verilmesinden yana olan emekçi insanımız. Ama olsun buna da razıydı, çağ atlayan Türkiye’nin hendeği dahi geçemeyen insanı. Çünkü hizmet götürüyordu Devlet Babası onlara. Devletin mafyalaşan kadrolarından artan parayla ancak bu hizmet götürülebiliyordu, kendilerine. Yine de mutluydu onlar. Ya hiç götürmeseler n’olurdu? Nasıl olsa çoğunluğun hakkını arama gibi bir düşüncesi yoktu. Hakkını arayan azınlığa da hemen ya terörist ya da komünist damgası basılıyordu.
Evet, heyecanlı bir bekleyiş, mutluluğun muştusunun verdiği bir sevinç vardı Ercebo köyünde. Bir şenlik vardı, bir bayram havası egemendi Ercepbey’de, 1986 Ocak’ında.
İnsanoğlu tarafından yeryüzünde yaratılan çirkinliklerin tamamını gizleyen beyaz bir örtü duruyordu, ortada. Havada bir pus vardı. Derinden derine uğuldaya uğuldaya esen rüzgârla dans edercesine bir o yana bir bu yana kıvrıla, kıvrıla yere iniyordu kar taneleri.
Havada uçuşan kar tanelerine, uğuldaya uğuldaya esen rüzgâra ve burunları havuç gibi kızartan soğuğa rağmen yediden yetmişe Recepbey’in tüm insanı dökülüvermişti sokaklara. Ne üşüyen vardı, ne de şikâyetçi olan. Herkes memnundu halinden. Çünkü pelte pelte yağan karlar hemen eriyiveriyor, uğuldaya uğuldaya esen rüzgâr hemen ısınıveriyordu. Dayanamıyordu Recepbeylinin davranışlarındaki heyecana. Çünkü yenik düşüyordu Recepbeylinin yüzündeki sevince, gözlerindeki parıltıya, duygularındaki sıcaklığa…
Evet… Karlı bir kış günüydü. Yediden yetmişe tüm Ercebo Köyü insanının yağan karın altında bekleşirken tempoyla birbirlerine vurdukları ellerinden çıkan Şak… Şak… Şak… Sesleri dalga dalga yayılıyordu, Ercebo Köyü’nün semalarında.
Vakit öğlendi. Saatler 13.00’ü gösteriyordu.
-“Yaşasın işte geldi!” çığlıkları pelte pelte yağan kar tanelerini bir o yana bir bu yana savuran rüzgârla birlikte yankı buluyordu, Ercebo Köyü semalarında…
Evet… Soğuk ve karlı bir kış günüydü. Vakit öğlen, saatler 13.00’ü gösteriyordu; Ercebo Köyü’nde birer birer dikilen direklere takılan lambalar bir yanıp bir sönmeye başladığında. Ve böylece Anadolu’nun ışıksız, karanlığa gömülmüş on binlerce köyünden biri olan Ercebo Köyü artık elektriğe, aydınlığa ve çağdaşlığa kavuşuyordu, alkışlar arasında.
Büyük insan, ünlü mucit Edison’un ampulü icadından 107 sonra da olsa bu günü gördükleri için: “Ne mutlu ki bize insan olmuşuz” der gibiydi, aydınlık yarınlara göz kırpan Ercebo Köyü’nün insanı.
-Eeee…
-Eee’si var mı?
Büyük insan, ünlü mucit Edison’un elektriği insanlığın hizmetine sunmasından 107 yıl sonra da olsa Ercebo Köyü’ne elektrik gelir de boş durur mu insanı Ercepbey’in? Boş durur mu ırahmatlık Kara Cemel’in yüzünde gülücükler eksik olmayan oğlu Kara Hasan’ı; şamatacı Kara Bayram’ı; ırahmatlık Kara Eziz (Aziz)’in oğlu Kara Eli (Ali)’si; Ercebo Köyü’nün Fikri Ağabeyi; girinti(içgüveyi) Fikret’i; Kara Asım’ı; Muhtar Mıstık’ı; Muhtar Mıstık’ın kardeşi Sarı İsmail’i; Tomac’ın Hop Hop Bahri’si; Kasnak Şakir’in babası Eziz Abca (amca); Çöp Seyin (Hüseyin)’in Kara Zeki’si; köyün eski emektar sosyal demokrat imamı Abdullah Abca; Kör Çavuş’u; Hacı Osman’ı; Telâşe Kadın’ı; Eşekçinin Mehmet’i ve ötekileri…
Eeee… Edison’un elektriği insanlığın hizmetine sunmasından 107 yıl sonra bile olsa Ercepbey’e elektrik gelir de boş durur mu Ercepbeyliler? Mümkün müydü boş durmaları onların? Durmazlardı, duramazlardı, onlar. Çünkü yapacakları o kadar çok işleri vardı ki onların…
Elektriğin gelişiyle birlikte Ercepbey’de tatlı bir telaş ve hummalı bir çalışma başladı. Daha doğrusu bir yarış başladı köyde.
Çünkü herkes bir an önce kurtulmak istiyordu, loş ışığıyla evini aydınlatmak adına yıllardır isli kokusuna katlandığı titrek alevli gaz lambasından.
Çünkü herkes bir an önce kavuşmak istiyordu, sadece ses veren radyonun yerine bazen çarşafa bürüneni, bazen bikini ile gezineni hem sesiyle hem de görüntüsüyle birlikte veren televizyona.
Çünkü Anşa (Ayşe) Nine, Emine Ana, Fatma Teyze, Satı Bacı, Elif Gelin, Sumru Aba (abla) ve Telâşe Kadın bir an önce kavuşmak istiyordu, düğmesine basılınca kendiliğinden çalışan ayran makinesine.
Hızla ilerleyen zamana paralel olarak Ercepbey’deki elektriksiz ev sayısı azalırken, elektrik ışığıyla gündüze dönüşen evlerin sayısı da artar oldu gün geçtikçe. Böylece elektriğin gelişiyle birlikte önce sokaklar ve evler, ardından da Sarıkız’ın ahırı, Kınalı Kuzu’nun gümelesi, Karabaş’ın kulübesi aydınlanır oldu. Geceler gündüze dönüştü. Gündüzler aktardı aydınlığını yarınlara. Aydınlıklar gelince yok oluverdi köhne karanlıklar.
Her yanı pırıl pırıl aydınlanmaya başladı Ercepbey’in. Ama ne yazık ki Hacı Osman ve onun gibilerinin beyinlerini kabzeden ortaçağ karanlığını aydınlığa dönüştürmek olanaklı değildi.
Çünkü onların küçücük beyinlerini kabzeden ortaçağ karanlığı Edison’un icat ettiği elektriğin aydınlığıyla yok edilecek türden bir karanlık değildi.
Çünkü o kafalarda “Enel-Hak” diyen Mansur’u; “Şah” diyen Pir Sultan’ı; “Yârin yanağından gayrısı halkın ortak malıdır” diyen Bedrettin’i dara çeken o gerici zihniyet hüküm sürüyordu hâlâ.
Çünkü o kafalarda Nesimi’nin derisini yüzdüren o çağ dışı zihniyet egemendi hâlâ.
Çünkü o kafalarda 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ın Madımak Oteli’nde ateşe verdiği 37 aydını tekbir getirip diri diri yakan o barbar zihniyet egemendi hâlâ.
Çünkü o kafalarda 1400 yıl öncesinin Cahiliye Devri’nin bağnazlığı egemendi hâlâ.
Çünkü o kafalardaki karanlık dimağların penceresi hâlâ kapalıydı, aydınlıklara.
Çünkü aydınlık, alerji yapıyordu o kafalarda.
İşte bütün bunlardan ötürü gerici, bağnaz, çağdışı zihniyetli, örümcek beyinli, ağzı salyalı o insancıkların kafalarındaki karanlıkları yok etmek olanaklı değildi şimdilik.
Mart 1986’nın ortalarıydı. Yaklaşık on beş günden beri kayıplara karışan Ercepbey’in Hacı Osman’ı, nihayet köyün sokaklarında boy göstermeye başladı. Köyün camiine ve imamevine elektrik malzemesi temin etmek üzere İstanbul’a gitmişmiş meğer. Orada bulunan köylülerinin, dost ve ahbaplarının yardımlarıyla aldığı elektrik malzemesiyle dönüvermişti köye.
Eh! Malzeme geldiğine göre sıra cami ve imamevinin elektrik tesisatını döşeyecek ustanın aranmasına gelmişti. Hint kumaşı değil ya bulunmayacak. Aranan usta hemen bulunuverdi çabucak. Fiyat konusunda anlaşma sağlanınca hemen başlandı tesisatın döşenmesine. Cami ve imamevinin elektrik tesisatının döşendiği süre boyunca her gün ders bitiminden sonra ben de varırdım, tesisatı döşeyen ustaların yanlarına. Köylüler zaten gün boyu orada toplaşırlardı. Sohbet eder, hoşça vakit geçirirdik hep birlikte.
Tesisatın döşenmesinin sonlarına doğru tesisatı döşeyen usta, tesisat için gerekli malzemeyi İstanbul’dan getiren Hacı Osman’a:
-Osman Abca (amca) burayı döşeyip bitirdikten sonra arta kalan malzemeyle de okulun elektrik tesisatını döşeyelim. Ben işçilik parası almam. Böylece okulu da çıkarıveririz aradan. Ne dersin? diye sordu.
-O malzeme anca buraya yeter ustam, dedi Hacı Osman.
-O işi bana bırak. Ben bu malzemeyle iki cami, iki de okul döşerim. Hem eksik kalırsa ben tamamlarım, geri kalanını. Onu bahane etme sen, dedi.
-Olmaz ustam. Bu malzeme okul için değil, cami için alındı. Cami için kullanılacak sadece. Hem okuldan köye ne? diyen Hacı Osman böylece okullara ve çağdaş eğitime karşı beslediği kini ve nefreti kustu bir anda.
Elektrik ustası:
-Ne demek okuldan köye ne, bu okul sizin köyün okulu değil mi?
-Hayır, dedi Hacı Osman.
-Ya kimindir?
-Devletindir. Okulu oraya diken devlet gelsin elektriğini de kendi çeksin, dedi Hacı Osman.
Hacı Osman’ın bu can sıkıcı konuşmasına daha fazla tahammül edemeyen ve evi okul lojmanının hemen bitişiğinde olan sosyal demokrat Muhsin Amca:
-Sen o tatlı nefesini boşa harcama ustam. Osman’a ağız eğmene değer mi? Okul binasında gündüz ders yapıldığı için şimdilik elektriğe gerek olmaz. Sayın hocam isterse okul lojmanına da kendi evimden seyyar kabloyla elektrik vermeye hazırım, dedi.
Ben:
-Muhsin Amca, bu önerin için sana teşekkür ederim.Çünkü 14 numara gaz lambasının loş ışığı bana yeter de artar da. Gergef mi dokuyorum sanki elektriğe ihtiyacım olsun, diyerek tepkimi ortaya koydum.
Böylece köyün camii ve imamevi başta olmak üzere Ercepbey’in tüm evleri, sokakları, Sarıkız’ın ahırı, Kınalı Kuzu’nun gümelesi, Çil Horoz’un kümesi ve Karabaş’ın kulübesi karanlıklara galebe çalan elektriğin aydınlığıyla aydınlanırken, köydeki mekânın biri hâlâ titrek alevli gaz lambasının loş ışığına mahkûm edilmişti.
Ne yazık ki titrek alevli gaz lambasının loş ışığına mahkûm edilen bu mekân, bilinçli bir şekilde karanlığa gömülmek istenen çağdaş eğitim yuvası olan okulun ta kendisiydi. Aslında okulun kendisi zaten güçlü bir ışık kaynağıydı. O, bulunduğu yerde çevresine saçtığı ışıkla yurdun tüm karanlıklarını aydınlığa dönüştürüyordu. İşte Hacı Osman ve onun gibi küçük beyinleri örümcek ağıyla örülü bulunan bağnazların okula karşı zehir kusmalarının nedeni de bundandı zaten.
Hacı Osman’ın okula ve çağdaş eğitime karşı kinini kustuğu günün üzerinden yaklaşık bir buçuk aylık bir zaman geçmişti. Her dört yılda bir yenilenen emlâk beyannamelerinin 31 Mayıs 1986 tarihine değin doldurulup ilçeye teslim edilmesi gerekiyordu. Boş emlâk beyannamesi defterlerini ilçeden alan köyün muhtarı Mıstık, oldukça güç durumdaydı. Söz konusu olan bu beyannameler köylerin tamamında köy öğretmenleri tarafından dolduruluyordu. Hem de hiçbir ücret talep edilmeden. Ama beyanname süresinin sonuna yaklaşılmasına rağmen beyannamelere hiç el sürülmediği için sıkıntıda olan Muhtar Mıstık, benim Hacı Osman’ın okula ilişkin sözlerinden rahatsızlık duyduğum ve kırgın olduğum için beyannameleri doldurmayacağımı bildiği için bana hiçbir şey diyemiyordu.
Dört yıldan beri çalıştığım Ercepbey (Recepbey) Köyü’nde kahvehane yoktu. Bundan ötürü karlı ve yağmurlu günlerde köylüler, herhangi bir köylünün evinde bir araya toplanır ve orada boş zamanlarını geçirirlerdi. Ders saati dışındaki boş zamanlarımda bu bir aradalığa ben de katılırdım. Hoş sohbetler edilip zaman aşımına uğrayan suçların itiraf edildiği bu toplantılarda dama başta olmak üzere çeşitli kâğıt oyunları da oynanıp hoşça vakit geçirilirdi. Karlı ve yağmurlu günlerin dışındaki tüm zamanlarda köylünün hemen hemen tamamının her gün mutlaka birkaç kez uğrayıp sohbet ettiği bir mekân daha vardı. Adı, Aşağı Harmanlardı bu mekânın. Köy samanlıklarının hemen yanı başında yemyeşil çimenlerle kaplı bir açık alandı, Aşağı Harmanlar. Oraya vardık mı sere serpe uzanırdık çimenlerin üzerine. Konuşur, eğleşir hoşça vakit geçirirdik orada.
1986 yılının ilkbaharıydı. Günlük-güneşlik bir cumartesi günüydü. Köylünün tamamına yakınıyla birlikte oturuyoruz, Aşağı Harmanlarda. Serpilmiştik yemyeşil çimenlerin üzerine. Herkes bir şey söylüyordu, gülüşüp eğleniyorduk. Suskunluğun egemen olduğu bir sırada:
-Hocam be… diye sesleniverdi Hacı Osman.
-Efendim Osman Ağa, dedim.
-Öteki köylerin öğretmenleri yazmış bitirmişler. Biz ne zaman dolduracağız hayırlısıynan? 
-Neyi?
-Beyannameleri canım!
-Sizin ne zaman dolduracağınızı ben nerden bileyim Osman Ağa…
-Niye sen doldurmayacak mısın?
-Ben ne diye dolduruyormuşum?
-Sen, bu köyün öğretmeni değil misin?
-Hayır…
-Ya nerenin?
-Ben, devletin öğretmeniyim, dedim.
-Olur, mu canım? dedi Hacı Osman
-Neden olmasın ki? “Okul, köyün değil devletindir. Okulu oraya diken devlet gelsin elektriğini de çeksin” diyerek okula elektrik tesisatını döşetmeyen sen değil miydin? O zaman oluyordu da şimdi ne diye olmuyor? dedim.
Benim bu sözlerimden ötürü yüzü renkten renge giren Hacı Osman kalktı, uzandığı çimenlerin üzerinden. Hiçbir şey demeden uzaklaştı, Aşağı Harmanlardan. Hem de bir kez bile olsun dönüp arkasına bakmadan.
-Aldın mı alacağını Osman Ağa? Kaçma gel cevap ver. Böyle sustururlar adamı. Dut yemiş bülbüle döndün, konuş da göreyim seni, dedi Girinti (içgüveyi) Fikret.
Köyün sosyal demokrat Fikri Abisi:
-“Keser döner sap döner, gün olur hesap döner” sözünü hiç duymadın mı sen Osman Ağa? diye sordu
Muhtar Mıstık:
-Kazdığın kuyuya kendin düştün. Rüzgâr ektin şimdi fırtına biçiyorsun, dedi.
Yeğeni Kara Bayram:
-Yürüüü! Anca gidersin, diye bağırdı ardından.
Ama burnundan soluyordu Hacı Osman. Ciğerden almıştı yarayı. Dönüp onlara cevap verecek mecali kalmamıştı.
Hacı Osman’la aramızda esen bu soğuk rüzgârdan ötürü benden tamamen umudunu kesen Muhtar Mıstık, günün birinde komşu köyümüz Kıyıdibi’nin Artvin–Şavşatlı öğretmeni Halil Demir’in yanına gider. Ve:
-Ücret karşılığında köyün emlâk beyannamelerini doldurabilir misiniz? ricasında bulunur.
Hacı Osman’ın söylediklerinden haberdar olup rahatsızlık duyan Halil Öğretmen:
-Ben yazamam, der.
Halil Öğretmen’den bu olumsuz yanıtı alan Muhtar Mıstık, aynı öneriyle yine komşu köyümüz olan Karcıların, aslen Bolulu olan öğretmeni Muhittin Gül’e gider. Hacı Osman’ın söylediklerinden haberdar olup rahatsızlık duyan Muhittin Öğretmen de olumsuz yanıt verir Muhtar Mıstık’a. Çaresiz kalan Muhtar Mıstık, döndü dolaştı bana geldi, günün birinde.
-Bir ricam olacak senden a benım gözel hocam, dedi.
-Nasıl yardımcı olabilirim sana muhtarım?
-Hocam birkaç gün önce hem Halil Öğretmen’e hem de Muhittin Öğretmen’e gittim. Ücret karşılığında bizim beyannamelerimizi doldursunlar diye ricada bulundum. Ancak ikisi de önerimi kabul etmedi. Sen de biliyorsun ki sürenin bitmesine sadece birkaç gün kaldı. Ancak bizim beyannamelerimiz hâlâ doldurulmayı bekliyor. N’olur yardımcı ol bana, dedi.
-Nasıl bir yardım istiyorsun benden?
-Birlikte Muhittin Öğretmen’e gidelim. Bir de sen söyle kendine, parasıyla yazsın. Kırmaz seni. Kurtar beni bu meretten n’olursun, dedi.
-Olur… Gidelim, dedim.
Muhtar Mıstık’la vardık, Karcılar Köyü öğretmeni Muhittin Bey’in evine. Hoş-beş edip hal-hatır sorduk. Demlenen çayları içerken gidiş nedenimizi anlatarak yardımcı olmasını rica ettim. Sağ olsun kırmadı beni. Hemen ertesi gün köye gelip işe başlayan Muhittin Öğretmen, birkaç gün içinde işi bitirip ücretini aldı gitti. Sürenin bitmesine bir-iki gün kala beyannameleri ilçeye teslim eden Muhtar Mıstık, yakayı sıyırdı bu işten.
Böylece bir eğitim-öğretim yılının daha sonuna gelmiştik. Dört yıl olmuştu Ercepbey (Recepbey)’de göreve başlayalı. Tayin-Atama Yönetmeliği’ne göre bulunduğum yerde üç takvim yılını doldurduğum için il dışı nakil isteme hakkım doğmuştu. Bundan ötürü süresi içinde dilekçe vererek il dışı nakil talebinde bulundum. Köylüler de bu durumdan haberdardı. Dilekçemin akıbeti henüz belli olmamasına rağmen, ben de dâhil herkes atamamın kesin yapılacağından emindi.
Okullar tatile girmişti. Bir sonraki gün görev yerimden ayrılıp Tunceli’ye gidecektim. Köylülerin deyimiyle Ercepbey’deki son gecemdi artık. Köylünün tamamıyla evin birinde toplanmıştık. Dört yıldan beri birlikte yaşadığımız anılarımızı yâd ediyorduk, birlikteliğimizin bu son gecesinde.
Muhtar Mıstık, Hacı Osman’a:
-“Osman Abca(Amca) senin yüzünden ben, hocama karşı suçlu hissediyorum kendimi. Köyümüzün ahırlarında bile elektrik varken senin inadın yüzünden okulumuz karanlıklar içinde. Bu yakışır mı bize? Hem sevgili hocamızın kalbini kırdık, hem de beyannameler için bir sürü para çıktı cebimizden. Biz, hem maddi hem de manevi olarak zarardayız.
Yarın, bir gün kaymakam beni çağırıp dese ki: “Muhtar en kısa zamanda okulunuza elektrik aldıracaksınız.” Ben:
-Hayır diyebilir miyim?
-Diyemem…
-Eeee…”Hayır”diyemeyeceğime göre ne yapmam lazım? Kaymakamın emrini kuzu kuzu yerine getirmem gerekir.
-Peki, bunu baştan yapsaydık olmaz mıydı?
-Olurdu, elbette. Hem de birbirimizi kırmadan etmeden… Ne güzel olurdu o zaman, değil mi?
Ama iş işten geçti artık. Ben, hem bu hatamızdan dolayı sevgili hocamızdan özür diliyorum, hem de dört yıldan beri çocuklarımıza verdiği hizmetten ve köyümüze, köylümüze yaptığı yardımlarından ötürü kendisine teşekkür eder, sağlık ve mutluluklar dilerim” dedi. 
 
 
 
ANANI DA VERSEN…
 
 
 
—Dersimli Bir Muallimin Anıları’ndan-
Bilirsiniz dünyaca ünlü yazarımız Yaşar Kemal’in 1955–1987 yılları arasında kaleme aldığı “İnce Memed” adında 4 ciltlik ölümsüz bir yapıtı vardır. Cumhuriyetin 10. yıldönümünün hemen arifesinde başlayarak dört yıl devam eden olayları içeren ve ünlü İngiliz oyuncu ve yönetmen Peter Ustinov tarafından 1984 yılında “Memed My Hawk” adıyla sinemaya uyarlanan ve toplumsal problemler, umut, korku, tutku vb. konularda ruh analizleri, doğaya yönelik detaylı betimlemeleriyle de dikkati çeken romanın başkahramanı olan İnce Memed’in mekân tuttuğu yerlerden biriymiş, Çiçeklidere Köyü.
İşte ben, bu Çiçeklidere’ye atanmıştım. Kocaman bir vadinin ta dibinde akıp giden Çiçekli Deresi’nin iki yakasına serpilmişti Çiçeklidere’nin evleri. Kanada kavakları meşhurdu buranın, bir de koca koca asırlık çınarları. Ama bu çınarların içinde bir tanesi vardı ki hiç mi hiç benzemiyordu ötekilerine. “Cumhuriyet Çınarıydı adı, onun. Bu adı, kökü cumhuriyetin derinliklerinden izler taşıdığı, özde bir cumhuriyetçi olduğu, koca bir çınar gibi toprağa kök, semaya dal-budak saldığı ve gerçek bir cumhuriyet çocuğu olduğu için Abdurrahman Öğretmen’le ikimiz vermiştik ona. Asıl adı Osman Alasırt’tı. Ama fötr şapka taktığı için hem köyünde, hem de çevresinde “Foter Osman” olarak tanınırdı. Ama biz öğretmenler “Cumhuriyet Çınarı” derdik ona. İnsanları kucaklarcasına gökyüzüne açılan koca dallarının koyu gölgesinde nice canlar barınırdı, Cumhuriyet Çınarı Foter Osman’ın.
En az sözü sohbeti dinlendiği kadar da mert, cömert ve saygındı. Dostuna dost, düşmanına düşmandı, Foter Osman. Hoş düşmanı da yoktu ya. Ama lâfın gelişi öyle. Aynı zamanda hazırcevap ve nüktedanlığıyla da ünlüydü. Taşı hemen koyardı gediğine. Kimseye eyvallahı yoktu. Adeta canlı bir müze gibiydi. Hem de iyilikten, güzellikten, birlikten, kardeşlikten, barıştan ve çağdaşlıktan yana her şeyin içinde bulunduğu kapsamlı bir müze.
Kendi köylüsü ve yaşıtıydı, Ahmet Emmi. “Deli Çocuk” derdi, Cumhuriyet Çınarı Foter Osman ona. Günün birinde oturuyorduk, okulun bahçesindeki koca çınar ağacının koyu gölgesinde. Ahmet Emmi takılmak istedi Foter Osman’a:
-Benim oğlana yazayım da Arabistan’dan gelende bir foter getirsin bana, dedi.
-Ne yapacaksın foteri?  dedi Cumhuriyet Çınarı.
-Bre senin adın Osman deel miydi? dedi Ahmet Emmi.
-Eeee… N’olmuş Osman’sa?
-Bir foter taktın diye “Foter Osman” oldu, çıktı adın. Namın aldı yörüdü dört bir yana.
-Olacah o gadder tabi.
-Oğlan bir foter getsın takayım, bana da “Foter Ahmet” desinler bari…
Foter Osman kahkahalarla gülerek:
-Oğlum, foteri alırsın almasına ama…
Ahmet Emmi:
-Amması neymiş? diye sordu.
-Foterin altına adam lazım oğlum dedi Foter Osman.
  Ahmet Emmi:
-Niye ben adam deel miyim? diye sordu.
Cumhuriyet Çınarı Foter Osman:
-Garanti veremem ona, dedi.
Hep birlikte gülüştük kahkahalarla.
 
Kocaman bir vadinin ta dibinde yer alan Çiçeklidere’ye yolu düşen herkes, O’na uğrayıp hal-hatır sormadan, yerden kalkmayan sofrasında karnını doyurmadan, çayını kahvesini içmeden ve tatlı sohbetinden gıdasını alıp kahkahalarla gülmeden ayrılmazdı, Çiçeklidere’den. Böylece bir gelen bir daha gelirdi. Çünkü o yetmişlik Koca Çınar’ın manidar sözleri karşısında derin hülyalara dalıp giden her insan, onun hoşsohbetinden daha fazla gıda almak ve dakikalar boyunca kahkahalarla gülüp sinirden, stresten uzaklaşmak istiyordu. Bu nedenle bir dakika bile boş kalmazdı yol boyundaki evi.
Ölümüne tapardı, sevgiliye de, sevgiye de. Tıpkı Ata’sının kurduğu CHP (Cumhuriyet Halk Partisi)’ye taptığı gibi. O’nu hep bir sevgili gibi el üstünde tutan Cumhuriyet Çınarı Foter Osman’ının artık yenilenmesi gereken eski ve küçücük bir evi vardı, babadan kalma. Yerine daha büyük ve daha çağdaş görünümlü bir ev yapmak üzere yıkar, yıllarca oturduğu baba yadigârı evini.
Çeker taşını, kumunu. Alır demirini çimentosunu. Gerek inşaat sırasında, gerekse evinin iç döşemesinde kullanacağı gerekli keresteyi almak üzere hemen bir dilekçe ile başvurur, bağlı bulunduğu Orman İşletme Müdürlüğü’ne.
Vermiş olduğu dilekçesine binaen kendisine belli bir miktar kereste tahsis eden Orman İşletme Müdürlüğü’nün veznesine gerekli parayı yatıran Cumhuriyet Çınarı Foter Osman, kiraladığı bir traktörle köyüne taşır, almış olduğu keresteyi. Ama almış olduğu kereste kendi ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır. Çünkü Orman İşletme Müdürlüğü, kendisinin talep ettiği miktarın çok altında bir ihtiyaç tahsis etmiştir. Bunun üzerine her orman köylüsünün yaptığı gibi Cumhuriyet Çınarı Foter Osman da ihtiyacı olan kerestenin geri kalan bölümünü de ormandan kaçak olarak kesip getirttiği keresteyle karşılamaya çalışır. Gerekli olan malzemelerin tamamı temin edildikten hemen sonra inşaata başlanır.
Henüz 15–20 gün olmuştur inşaata başlanalı. Bir ormancı (orman muhafaza memuru) çıkagelir, Çiçeklidere Köyü’ne. Yeni atanmıştır oraya. Hem sorumluluk bölgesinde bulunan ormanların durumu hakkında bilgi sahibi olup yerinde görmek, hem de köylülerle tanışmak için Çiçeklidere’ye gelen ormancının köyde karşılaştığı ilk kişi Ahmet Emmi’dir. Hani Foter Osman’ın“Deli Çocuk” dediği şu Ahmet Emmi yok mu? İşte o adam.
Vakit öğlendir. Yemek zamanıdır. Ahmet Emmi, “hoş geldin” diyerek evine alır ormancıyı. Hoş-beş edilip hal-hatır sorulduktan sonra bir kahve ikram edilir köye yeni gelen ormancıya. Hemen ardından kurulan yer sofrasında yemekler yenir. Bir zaman sonra da demlenen çaylar içilir afiyetle.
Tabi doğal olarak geçen bu süre zarfında samimiyetleri biraz daha ilerlemeye ve muhabbet biraz daha koyulaşmaya başlamıştır, ev sahibi ile misafir arasında. Bu durum, Foter Osman’a oyun oynama niyetinde olan Ahmet Emmi için ele geçmez bir fırsattır, Cumhuriyet Çınarı Foter Osman’a oynamayı düşündüğü oyunu, ormancı aracılığıyla yaşama geçirmek için.
Ancak aralarında gelişmeye başlayan samimiyete rağmen durumu ormancıya anlatıp anlatmamakta kararsızdır, Ahmet Emmi. Söylesem mi, söylemesem mi? Söylersem kızar mı kızmaz mı? İsteğimi yerine getirir mi getirmez mi? diye düşününce birazcık karamsar olur Ahmet Emmi. Durumu kendi içinde birazcık daha muhakeme ettikten sonra durumu, ormancıya anlatmaya karar verir. 
-Begim bir iricam olacak senden, der.
-Estağfurullah Ahmet Emmi buyur anlat, der ormancı.
-Emme?
-Amması neymiş Ahmet Emmi?
-Bilmem söylesem mi söylemesem mi?
Ahmet Emmi’nin tavrından işin, biraz çetrefilli bir iş olduğunu anlayan ormancı:
-Hiç çekinmeden anlat Ahmet Emmi. Yapabileceğim bir şey ise yardımcı olmaya çalışırım, gücüm yettiğince, der.
Ormancının bu sözlerinden cesaret alan Ahmet Emmi:
-Köyümüzde yeni başlayan bi inşaat var. Sahabı, çok sevdiğimiz, saydığımız bi gomşumuzdur. Osman’dır, adı. Emme foter taktığı içun herkes “Foter Osman”der, ona. Belkim sen de tanırsın? Gendisi hoşsohbet, hazırcevap, nüktedan olduğu gadder de goyu bi CHP’lidir. Ona bi oyun oynamağ istiyam. Emme sen baan yardımcı olacağ isan tabi, der.
-Nasıl bir oyun bu Ahmet Emmi? diye sorar ormancı.
-Sen, benden daha eyi bilirsin begim. Bizim köylük yerde inşaat yapacağ olan gişi, gendiye ilazım olacağ kereste ehtiyacı içun müracaat eder, Orman İşletmesi’ne. Bu müracaat üzerine bigaç metreküp kereste veriverirler gendiye parasıynan. Emme bu, onun ehtiyacını garşılamaz. Eeee… Ne yapcak bu adam? Ehtiyacının geri galan gısmını da gaçak keser getırır ormandan, der Ahmet Emmi.
-Doğrudur Ahmet Emmi. Biz de biliyoruz bunu. Ama haklı olduğu için bir şey diyemiyoruz vatandaşa. Görmezden geliyoruz kendisini. Devlet adamın ihtiyacını karşılayamazsa vatandaş da kaçak ağaç keser getirir ormandan. Bunu bilmeyen yoktur, der. Sonra Ahmet Emmi’ye:
-Sen şimdi ne istiyorsun benden, onu söyle bana, der.
-Diyeceim şu ki hepicigimizin yaptığı kimi, bizim Foter Osman da ehtiyacının çoğunu ormandan gaçak ağaç keserekten temin etmiş. Biz şincik doğruca Foter Osman’ın inşaatına gidegin. Oraya varıncağ bu kereste gaçağtır de, zabıt tutarın, seni mahkemeye verırın de, birazım gorğut gendiyi. Bağalım ne cevap verecağ saan, der.
-Senin söylemek istediğin, benden yardım beklediğin şey bu muydu Ahmet Emmi? diye sorar ormancı.
-He ya begim, der Ahmet Emmi.
-Tamam, Ahmet Emmi sen o işi bana bırak, der ormancı.
Aralarında geçen bu konuşma sonrasında ikisi birlikte inşaata uğramak üzere çıkarlar evden. Yürüyerek varırlar inşaata. İnşaata varınca:
-Kolay gelsin ağalar, der ormancı.
Bunun üzerine başta inşaat sahibi Foter Osman olmak üzere inşaatta çalışan tüm usta ve işçiler, sırasıyla köylerine ilk kez gelen ormancının elini, iki ellerinin arasına alıp yarı bellerine kadar eğilerek:
-Hoş geldınız köyümüze begim, safalar getirdiniz der ve karşısında tek sıralı safta dururlar ayakta.
-Nasılsınız, iyi misiniz ağalar? diye sorar ormancı
-Sağ olun begim sizleri sormalı, derler hep bir ağızdan.
-Sağ olun ben de iyiyim. İnşaatın sahibi kimdir?
-Benim begim, der bulunduğu saftan bir adım öne çıkan Foter Osman.
-Adın ne emmi senin?
-Osman… Osman Alasırt… Emme herkes “Foter Osman” der baaan, diye yanıtlar, Foter Osman ormancının sorusunu.
-Hayırlı olsun. Allah güle güle içinde oturmak nasip etsin Osman Emmi…
-Sağ ol, Allah ırazı olsun begim, der Foter Osman.
Ormancı:
-İhtiyaç aldın mı işletmeden, emmi? diye sorar.
Foter Osman:
-Almaz olur mıyın begim? Aldım tabi, der.
Ormancı:
-İhtiyaç makbuzu yanında mı? diye sorar.
-Vallaha bi kâğıt verdiler emme ne olduğunu bilmem ki, der Foter Osman.
Ormancı:
-Tamam, işte o kâğıt emmi. Yanında mı o? diye sorar.
-He ya yanımdadır…
-Bana verir misin onu?
-Tabi begim, hemen… der Foter Osman.
Sonra ceketinin iç cebinden çıkarır cüzdanını, açar cüzdanının ağzını. Cüzdanının içinde sakladığı makbuzu çıkarır ve:
-Buyur begim, diyerek uzatır ormancıya makbuzu.
Cumhuriyet Çınarı Foter Osman’ın kendisine uzattığı makbuzu eline alan ormancı, önce makbuza bir göz atar, ardından orada, inşaatın hemen yanı başındaki koca çınarın gölgesinde üst üste istif edilmiş keresteye bakar. Sonra:
-Osman Emmi…
-Buyur begim...
-Şu an inşaatta bulunan kereste miktarı, makbuzda yazılı olan miktardan daha fazla gibi görünüyor. Doğru mu? 
-Doğrudur, begim fazladır…
-Ormandan kaçak ağaç mı kesip getirdin yoksa?
-Vallaha bu yaşımda yalan söyleyecek deelim begim. Evet, çoğu gaçağtır bu ağaçların…
-Bunun suç olduğunu bilmiyor musun?
-Bilmez olur mıyın, elbette bilirim…
-Sen bile bile suç işlemişsin Osman Emmi. Cezası çok ağırdır bunun. Hani biri bilerek bir adam öldürür, öteki kazaen bir adam öldürür. Bilirsin kazaen adam öldürenin cezası az, bile bile adam öldürenin cezası çok olur. Bu da onun gibi bir şey. Sen de suç olduğunu bile bile ağaç kesmişsin. Bunun cezası çok ağır olur, haberin olsun, der ormancı.
-Vallaha bu yolu bize gösterten sizsiniz begim, der Foter Osman.
-Nasıl yani?
-Baan istediğim gadder ehtiyaç verseydınız, ben gaçağ ağaç kesıp getırır mıydın ormandan? Getmezdim elbette. Hemi ehtiyacım olan keresteyi vermezsınız, hemi de baan gaçağ muamelesi yapıyorsunuz. Bu hangı kitapta yazılı? diye itirazda bulunarak savunmaya çalışır kendini, Foter Osman.
-Sen belki haklısın Osman Emmi. Ama bunda benim suçum ne? Sana ihtiyacı eksik veren işletmedir. Git hakkını onlara karşı savun, bana değil. Benim yapacağım tek şey tutanak tutup seni mahkemeye vermektir. Başka bir şey yapamam ben, kusuruma bakma benim…
-Yoh oğlum yoh kimsenin gusuruna musuruna bahtığım yoh benım. Ne geregiyorsa onu yap. Eyvallahım yoh benım kimselere. Elinden geleni goma arğana, diyerek çeker ormancıya restini, bizim Foter Osman.
Bunun üzerine başta bu muzipliğin planlayıcısı ve fikir babası olan Ahmet Emmi olmak üzere inşaatta çalışan tüm usta ve işçiler girerler araya. Her hangi bir işlem yapmaması için ricada bulunurlar ormancıdan. Foter Osman’ın oldukça gerildiğini fark eden ve işin dozunu daha fazla arttırmak istemeyen ormancı:
-O zaman anlaşalım seninle, der Foter Osman’a.
Ormancının bunu söylemekle kendisinden para istediğini sanan Foter Osman:
-Tamam… Ben ona da varın oğlum, der ormancıya.
-Şartımı kabul edersen ne zabıt tutarım ne de mahkemeye veririm, der ormancı.
-Neymiş söyle bahalım şartını?
-Şartımı kesin kabul edersen söylerim ama…
-Öyle dayatma yoh oğlum. İşime gelirse gabul ederın, gelmezse gabul etmem, der Foter Osman.
-Duyduğum kadarıyla CHP’liymişsin sen, Osman Emmi. Doğru mu? diye sorar ormancı.
-Doğru duymuşsun oğlum. CHP’liyim ben. Hemi de sapına gadder, der Foter Osman.
-CHP’den ayrılıp ANAP (Anavatan Partisi)’a geçer, bundan sonra ANAP için çalışırsan zabıt tutup mahkemeye vermem seni, der ormancı.
-Sen zabıtın tut, mahkemeye ver oğlum der Foter Osman.
-ANAP’lı olmayı kabul etmiyor musun yoksa? der ormancı.
Foter Osman:
-Yoh oğlum yoh, üstüne ananı da versen ben ANAP’lı olmam diyerek son noktayı koyar.
Cumhuriyet Çınarı’nın bu sözleri üzerine katıla katıla gülmeye başlayan ormancı, Ahmet Emmi, ustalar ve işçiler engel olamıyorlar, gülmekten ötürü akan gözyaşlarına.
-Kusuruma bakma Osman Emmi hepsi şakaydı. Ahmet Emmi’nin planıydı bütün bunlar, der ormancı.
Foter Osman:
-Sende de heç akıl yoğimiş bre oğlum, der ormancıya.
-Neden?
-Nedeni var mı oğlum? Sende akıl olsaydı heç uyar mıydın bu Deli Çocuğa (Ahmet Emmi için söylüyor)? diye yanıtlar Foter Osman.
-Deli Çocuk kim Osman Emmi? der ormancı.
Foter Osman:
-Kim olacağ oğlum, senin fikir babandır, der.
Yine gülüşmeler, kahkahalar…
Foter Osman:
  -Çaylar hazır mı kele? diye seslenir, nasırlı elleri öpülesice karısına.
Kocakarı içeriden:
-Hazır Osman Ağa hazır. Getireyim mi? diye yanıt verir kocasına.
-Getır kele getır, der Foter Osman.
Gelen çaylar afiyetle içilir, hep birlikte.
Sonra,”kolay gelsin, hoşça kalın” diyen ormancı ile Ahmet Emmi oradan ayrılırlarken ustalar ve işçiler de dönerler işlerinin başına.
Bundan sonra köye her geldiğinde uğradığı ilk yer Foter Osman’ın evi olur, ormancının.
 

 

 
 
 
Bugün 58 ziyaretçi (78 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol