ÜRKEK GÜVERCİNİN SEVDASI (ROMAN)-I
 
ÜRKEK GÜVERCİNİN SEVDASI (ROMAN)-I

Birinci Bölüm
 
I
 
Derler ki, çok eski zamanların birinde Şeyh Hasan adında bir kişinin Munzur adında bir oğlu varmış. Doğruluğuyla, dürüstlüğüyle, cesurluğuyla, faziletli, alçakgönüllü, hoşgörülü, saygılı bir kişi olan Munzur’un mistik bazı hareket ve davranışları varmış. “Bir konuşur pir konuşur” misalı çok az konuşur, ama konuştuğu zaman söylediği sözcükler gizemli anlamlar yüklüymüş. Onun gizem dolu sözlerinden, hal ve hareketlerinden şüphelenen babası günün birinde, çobanlık dışında başka bir işle uğraşmayan Munzur’u izlemeye başlar. Mevsim kış. Yörede metrelerce kar var. Munzur, keçi sürüsünü önüne kattığı gibi soluğu ormanda alır. Kışın ortasında, ormanı oluşturan yapraksız meşe ağaçları dondurucu soğuğun etkisiyle titriyormuş adeta. Çoban Munzur, soğuktan titreyen yapraksız ağaçların yanına varıp ağaç dallarını eğmeye başlar. Munzur’un eğdiği ağaçların dalları yemyeşil yapraklarla bezenirmiş. Yeşil yaprakları gören keçiler, Munzur’un eğdiği ağaçtaki yeşil yaprakların başına üşüşürmüş. Yaprakları yiyerek karınlarını doyururlarmış. Bu inanılmaz duruma gözleriyle tanık olan babası kendini tutamaz olur ve iki elini havaya kaldırarak; “Ey Yüce Allah’ım!” diye yakarır mevlasına. Munzur, bu sesi duyar duymaz elindeki ağacı bırakıp arkasına bakar. Döndüğü yönde babasını gören Munzur, babasının, olaya tanık olduğunu anlayınca oradan kaçarak gözden kaybolur. Babası, dağ-taş demeden, kar-kış, dinlemeden günlerce oğlunu aramaya başlar. Ancak hiç bir yerde Munzur’un izini bulamaz.
Öte yandan kılık değiştiren Munzur, Ovacık ilçesinin Koyungölü Köyü civarında yaşayan Haydar Ağa’nın işlerini yapmaya, sürülerini gütmeye başlar. Hızmette kusur etmeyen çok becerikli ve başarılı olan Munzur, Ağasının bir dediğini iki etmezmiş. Çobanlıktan tarla tapan işlerine değin her işi büyük bir maharetle yapan Munzur, çift sürdüğü öküzlerin, iş gördüğü atların bakımını, beslenmesini aksatmazmış. Sadakatte, doğrulukta eşi menendi bulunmaz, karıncayı bile incitmez, hizmette kusur etmezmiş…
Ağasının bindiği atların, çifte-sabana koştuğu öküzlerin, sütünü sağdığı koyunların yemini, suyunu verip bakımını yaparmış. İncitmemeye özen gösterdiği hayvanların, kışın ahırda rahat etmeleri için altlarına yumuşak samanlar serer, tımarrını yaparmış. Yere yattıklarında yanlarını acıtıp acıtmadıklarını test etmek için önce kendisi yatarmış yere. Onları gözü gibi korurmuş… Bu tutumundan ötürü ağası da kendisinden son derece hoşnutmuş.
Munzur’un bu ilk yılı ağasına uğur getirmiş. Bol yağışlar olunca toprak verime kavuşmuş, tarlalar tahıla durmuş. Hasat zamanı buğdaylarla dolmuş taşmış ambarlar. Bahçeler, bağlar meyveye bostanlar sebzeye durmuş. Koyunlar çift çift kuzulamış. Munzur’un kendisine hizmet verdiği bu ilk yılın bolluk ve bereketi ağanın yüzünü güldürmüş. Neticede hacca gitmeye karar veren ağası, yola çıkmadan önce yanına çağırdığı Munzur´a:
-Bak oğul, yaşım kemale erdi. Senin ayağın uğurlu geldi bana. Ambarlarım doldu, taştı. Koyunların çifter çifter kuzuladı. Bağlarım bahçelerim meyve ambarı gibiydi adeta. Tanrı’ma hamdü senalar olsun. Kerbela’ya Hacc’a gidip ceddim Hüseyin’in istirahatgahını ziyaret etmeye karar verdim. Evi-barkı, malı-mülkü, çoluk-çocuğu sana emanet edip gideceğim. Biliyorsun sana güvenim sonsuzdur. Gözümü arkada koma. Beni mahçup etme, diyerek helallık dilemiş…
Sonra hanımına:
-“Hatun bilirsin ayrılık bir çeşit ölümdür. Gidip dönmemek, dönüp de görmemek vardır. Hakkını helal et. Munzur´un kadir kıymetini biliniz. Onu üzmeyesiniz sakın.” diyerek tembihte bulunur. Sonra herkesten hellalık diliyerek Allah’a emanet olun deyip çıkmış yola …
Bilirsiniz o zamanlarda, günümüzdeki gibi taşıtlar mevcut değilmiş. Hac yolculuğu aylar sürermiş. Derken Haydar Ağa sonuçta, Düldül adındaki atına binerek ilden ile geçip varmış kutsal topraklara.
Aradan günler geçmiş, ağa hacda iken Munzur bir rüya görür. Rüyasında ağasının çok acıktığını, ondan kendisine helva getirmesini istiyordu. Sabah olunca rüyasını Haydar Ağa’nın hanımına anlatan Munzur:
-“Hatun Ana, hemen bir helva yap Ağa’ma götüreyim” der.
Munzur’un anlattklarına gülen Hatun Anası:
-Herhalde senin canın helva istiyor. Sen ağanı bahane ediyorsun. Ama istersen sana helva yapayım” demiş. 
Munzur:
-“Yok Hatun Ana sen benim için değil, ağam için yap” der.
Hatun Anası hemen helva yapmaya başlar. Helvayı pişirince bir tabağa doldurup Munzur’a verir. Elindeki helva tabağıyla dışarı çıkan Munzur, henüz buharı tüten helvayı dua etmekte olan ağasına yetiştirmiş. Helva kabını dua etmekte olan ağasının yanına koyup onu rahatsız etmeden tekrar gözden kaybolmuş. Aradan fazla zaman geçmeden eli boş içeri döner. Ağasının hanımı: “Tabağı ne yaptın Munzur?” der. Munzur: “Tabağı, Ağam Hac’dan dönünce getirecek” diye yanıtlar. Bu yanıt karşısında şaşırıp kalan Haydar Ağa’nın eşi Hatun Ana, Munzur’un bu sözlerine bir anlam veremedi.
Öte yandan Haydar Ağa, Munzur´u görmüş ama dönüp bakıncaya dek Munzur gözden kaybolmuş. Bunun bir düş olduğunu sanan Haydar Ağa, bir şaşkınlık içindedir. Ağa şaşırmışşaşırmasına ama yanı başındaki içi helva dolu kabı görünce bunun düş değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu anlar. Kabı açıp bakmış sevdiği helvanın dumanı tütmekteymiş. Bu gizemli olay sonrasında Munzur’a karşı içinden derin saygı beslemiş.
Gördüklerini dönüşte herkese anlatacağına dair içinden söz veren Ağası bunları düşünürken Munzur, helvayı ağasına ulaştırdıktan sonra ağasının evine varmış, kapısını çalmıştı bile. Ağanın hanımı, karşısında Munzur’u görünce: “Ne var ne oldu Munzur? Hayırdır?” diye sorar. Munzur: “Hayırlı oldu Hatun Ana. Helvayı ağama ulaştırdım. Dua ediyordu. Rahatsız etmemek için helva tabağını yanına bırakıp döndüm” demiş. Hatun Ana inanmamış. Söylenenleri Munzur´un saflığına sayarak: “İyi etmişsin Munzur! Ellerine sağlık” demiş. Bu olayı yakınlarına da anlatmış. Ağa daha Hac’dan dönmeden bu öykü, dilden dile dolaşmaya başlayıp çevrede duyulur olmuştur.
Aradan bir hayli zaman geçmiş, vakit gelip çatmış. Ağanın, Hac görevini tamamlayıp köyüne doğru yola çıktığı haberi ulaşır sılasına.
Haydar Ağa’nın köye dönüş haberi köylülere ulaşınca komşuları, elinde birer armağanla Hacı Haydar Ağa’yı karşılamaya giderler.
Ağasına götürecek başka bir armağanı olmadığı için koyunlarından sağdığı sütü bir bakraca dolduran Munzur, ağasını karşılamaya gider. Ağayı karşılayan komşuları, dost ve akrabaları ağanın ellerine sarılmak için adeta bir yarışa girmişler.
Kendisini karşılayanların ellerini öpmek için yarıştıklarını gören Haydar Ağa, bu sırada en arkadaki Munzur'u görünce elini öpmek için yarışanlara Munzur’u göstererek:
 -“Asıl hacı, Munzur'dur. Asıl öpülecek el Munzur'un elidir. Munzur ermiş biridir. Onun elini öpün. Ama sizden önce ben öpeceğim” der. Munzur bu konuşmaları duyduğunda:
- “Aman ağam etme eyleme. Allah aşkına bırak elini öpeyim. Böyle bir şey olmaz. Ben yıllardır senin ekmeğinle, aşınla büyüdüm. Nasıl benim elimi öpersin. Ben ne sana, ne de başkalarına elimi öptürmem” der.
Bunun üzerine Haydar Ağa elindeki sahanı orada bulunan komşu, dost ve akrabalarına göstererek:
“Bakın bu sahanı görüyorsunuz. Bu sahanla bana helva getiren kişi Munzur’dur. O ermiş bir kişidir” demiş. Ağanın hanımı bu konuyu daha önce köylülerine anlattığı için orada bulunanlar durumu hemen kavramışlar.
Gerçeği ağadan duyan kalabalık Munzur'a yönelmeye başlar. Munzur gizinin açıklanmasını istemediği için dönerek elindeki süt bakracıyla dağa doğru kaçmaya başlamış. Munzur önde, ağa ve yanındakiler arkasında bir kovalamaca başlamış.
Günümüzde Munzur Irmağı’nın yeryüzüne fışkırdığı yere geldiklerinde Munzur'un ayağı taşlara takılınca elindeki süt dolu bakracın içindeki sütler dökülmeye başlamış. Sütün döküldüğü her yerde süt gibi bembeyaz bir su fışkırmış.
Munzur, sütün döküldüğü bu ilk yerden fışkıran sudan sonra kırk adım daha yürümüş. Attığı her adımda bir kaynak fışkırmış. Ve fışkıran bu sulardan bir ırmak oluşmuş. Munzur'un arkasından koşanlar bu ırmağın kenarına gelip karşıya geçmeye, Munzur’a yetişmeye çalışmışlar. Ama Munzur’un elindeki bakracın içinden yere dökülen sütün yerinden fışkıran sulardan oluşan ırmağın öte yakasına geçememişler. Bu sırada ellerini gökyüzüne kaldıran Munzur: “Allah’ım sırrımı ifşa etme, beni yanına al” demiş. Sonunda dağın eteğindeki bir kayanın önüne gelmiş. Elindeki değnekle bakracı yere atıp Irmak kenarında bekleyenlerin gözleri önünde, ardından sadece çoban değneğini ve boş süt bakracını bırakıp kaybolmuş gözden. Böylece İnsan Munzur’un yittiği yerde, nehir Munzur doğmuştur.
Akarken kendine has bir nağme ile eşi menendi bulunmayan bir ezgi seslendirip insanın ruhunu okşayan Munzur Suyu, geçtiği her yere bir canlılık getirmiş. Yemyeşil bir yaşam sunmuş sevenlerine. Renk renk çiçeklere can vermiş, yaşam sunmuş. Envai çeşit ağaç bitmeye başlamış Munzur’un kıyısında. Gölgesinde huzura erişir insanlar. Uçurumlarda çağlayanlar oluşur, Munzur’un türküsünü dillendirmek için. Emekçi ve erdemli çoban Munzur’un sevgisi, gönüllere akıp dillerde ululanarak varmış günümüze. Ve dünya var oldukça hep yaşayacaktır, Munzur.
Kendine özgü bir edayla usul usul akıp giden bu su, Tunceli’deki Munzur Köprüsü’nün hemen doğusunda yer alan gölde (Hızır Gölü) Harçik Suyu ile birleşerek Fırat’a doğru yol alır. Bu gölde Munzur ile birleşen Harçik Suyu’nun da bir öyküsü dolaşır durur dillerde.
Söylenceye göre İskender-i Zülkarneyn’in “Ab-ı Hayat”ı aradığı Bingöl Dağları’ndan doğar Harçik Suyu. Bingöl Dağları’nda “Ab-ı Hayat”ın olduğunu öğrenen İskender-i  Zülkarneyn, yanına İlyas ile Hızır’ı da alarak askerleriyle birlikte Bingöl Dağları’nda ölümsüzlük suyu aramaya gider. Bu dağlarda günlerce  ölümsüzlük suyu olarak da bilinen Ab-ı Hayat’ı arar dururlar. Ancak Bingöl Dağları’nda o kadar çok su kaynağı vardır ki, bunlardan hangisinin “Ab-ı Hayat” olduğunu bilmek olanaksızdı. Aramalar çok uzun zaman alır. O kadar uzun sürer ki askerler bitap düşer, yürüyemez olurlar. Askerler yürüyemez duruma gelince onlardan ayrılan Hızır ile İlyas, ormanda gezerlerken yolda karşılaştıkları iki keklik vururlar. Keklikleri kesip tüylerini yolduktan sonra terkilerine koyarlar. Karşılarına çıkan ilk pınarın suyu ile keklikleri yıkamak isterler. Keklikleri suya batırarak yıkamak isteyen Hızır ile İlyas, kekliklerin canlanarak uçtuklarına tanık olurlar. Aradıkları Ab-ı Hayat’ı bulduklarına kanaat getiren Hızır ile İlyas bu sudan içerek ölümsüzleşirler. Onların içerek ölümsüzlük kazandıkları Ab-ı Hayat’ın, Munzur Suyu ile birleşip Fırat’a doğru yol alan Harçik Suyu olduğu rivayeti yaygındır.
 
II
 
Şehirlerarası bir otobüs yolculuğu sırasında yanındaki koltuğa oturan Güneydoğulu bir vatandaşla tanışır, M. Mansur öğretmen. Otuz beşinde ya var ya yoktu Güneydoğulu. Hazan mevsiminde esintiye kapılarak savrulan kurumuş yaprak gibiydi. Rengi solmuş, gözleri çukura inmiş, aurtları çökmüştü. Kemikleri sayılacak kadar zayıftı. Terör belası yüzünden yerini yurdunu terk ederek Adana’nın kenar mahallelerinden birine yerleşmişti. Altı çocuğunun olduğunu öğrendi. Bunun üzerine:
-Bu yaşta bu kadar çocuk fazla değil mi?
-Vallah fazladır begim. Ama ne yapalım...
-Nasıl besleyeceksin altı çocuğu? 
-Onları veren Allah rızkını da verir, dedi.
-Sen durmadan çocuk yapıp ortaya salacaksın. Onlara gerekli eğitimi vermeyeceksin, onların geleceğini güvence altına almaya çalışmayacaksın, Allah onların rızkını verecek ve onlar karınlarını doyurup yaşamlarını sürdürecekler. Öyle mi?
-Biz on kardeşiz, iki de bacımız var (Bacılarını kardeşten saymadığı için onların sayısını ayrıca söyleme gereği duyuyor). Şükürler olsun hepimiz büyüdük bu günlere geldik. Açlıktan ölenimiz de olmadı...
- Açlıktan ölmemek demek hayatı yaşıyorsun anlamına gelmez. 
- Doğrudur begim.
- Ne iş yapıyorsun?
- Belli bir işim yok begim, her işte çalışırım, der.
- Sürekli iş bulabiliyor musun?
- Bir gün çalışır on gün boş gezeriz...
- Sen şimdi kendini karnı tok mu sayıyorsun?
Nerde dercesine başını sağa sola sallar.
- Çocuklarının her ihtiyacını karşılayabiliyor musun? 
- Ne arar bizde begim. Bırak çoluk çocuğun ehtiyacını karşılamayı, iş bulamayıp kuru ekmeğe talim ettigimiz günlerin sayısını bilmiyorum.
- Anne-baba olmak demek, çocuk yapıp ortaya salmak demek değildir. Bu dünyaya gelmelerine neden olduğun o çocukları okutup geleceklerini güvence altına almak baba olarak senin görevin değil mi?
- Orası öyle…
- Hem senin bu yaptıkların sadece çocuklarına zarar vermekle kalmıyor. En az çocukların kadar zarar gören biri daha var.
-O da kimmiş?
- Kim olabilir?
-Bilmem ki...
-Çocuklarının annesi...
-Benim hanım mı?
-Evet.
- (Gülerek) Onun zararı ne ki? der.
- Bir duvar düşün, sen o duvardan durmadan tuğla çekip alırsan günün birinde o duvar yıkılmaz mı?
-Yıkılır helbet.
-İşte bu duvar misali, bir kadın ne kadar çok doğum yaparsa bedeni o kadar çok zarar görür. Onu yıpratır, güçsüz bırakır, halsiz düşürür. Peki, yazık günah değil mi o kadına? Senin, bunları ona yapmaya hakkın varmı? Eğer böyle devam ederse yarın öbür gün senin hanımın hastalıktan başını alamaz olur. Hem o hastalıkla mecalleşecek, hem de sen onu doktor doktor gezdirip para dökeceksin. Gerçi sen doktora da götürmezsin. Çünkü onu doktora götürecek para yok sende.
- Vallahi dedigin doğru begim. Hanım hasta, yatıyor.
- Peki, onun hastalığı devam ederse çocuklarına kim bakacak? Bunu düşündün mü hiç?
- Onun başını bekleyecek degilim ya begim. Hastalığı devam ederse ikinciyi alırım…
- Buna kesin kararlısın yani?
- Elbette…
- Evlilik ne zaman peki?
-Arıyorum. Münasip birini bulur bulmaz hemen evlenirim.
- Ya o da hastalanırsa? 
- O zaman üçüncü, dördüncü hanım…
- Olur mu üç-dört kadın?
- Kuran’da yeri var begim…
- Yani bir erkeğe dört kadın?
- Elbette…
- Peki, bir kadına kaç erkek düşer acaba?
- Ne yapıyorsun begim? Tövbe tövbe Allah’ın kelâmına karşı mı geliyorsun sen? Dinsizler söylerler bu gibi şeyleri. Sen dinsiz misin nesin?
- Doğruyu söylemek dinsizlik ise evet ben dinsizim.
- Ben dinsizlerle aynı koltukta oturmam diyerek oturduğu koltuktan kalkar, bir başka koltuğa oturur.
Siz bir yandan; “Cennet, anaların ayağı altındadır” diyerek kadını sözde yüceltmeye çalışacaksınız, öte yandan; “Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksiniz” diyerek ona hakaret edeceksiniz. Bir yandan; “Ana gibi yar olmaz” diyeceksiniz, öte yandan ana dediğiniz o kadına mirasta erkeğin yarısı kadar hak tanıyacaksınız. İki kadının tanıklığını bir erkeğin tanıklığına eşit sayacaksınız.  
Bir erkeğe dört kadın düşer diyeceksiniz;
-“Peki, bir kadına kaç erkek düşer? diye soranları dinden çıkmış sayacaksınız.
“Cennete giden her erkeğe kırk huri verilir” diyeceksiniz;
-“Peki, cennete giden her kadına kaç gılman (cennet delikanlısı) verilir? diye soranları dinsizlikle itham edeceksiniz.
Aman Allah’ım bu ne yaman bir çelişki.
-Peki, kim inanacak sizin bu söylediklerinize? Acaba siz kendiniz inanıyor musunuz kendi söylediklerinize?
O kadınlar ki anamız, kardeşimiz, eşimiz, kızımız olan kadınlar. O kadınlar ki bizi iki adım geride izlemelerini istediğimiz kadınlarımız. O Kadınlar ki, kendilerine hep ikinci sınıf insan muamelesini reva gördüğümüz kadınlar.
Oysa umut yüklüdür bizim kadınımız.
Hasret bir yüktür onların sırtında.
Çorak topraklarda kök salan gelincik misali boynu büküktür kadınımızın.
Yüreğinin yangınını gözyaşıyla söndürmeye çalışır.
Umutları birer gemidir, fırtınalı ruhlarında yüzen.
Gerçeğin aralanmış kapısında acılar denizinin mutsuz kaptanlarıdır onlar.
Ruhlarının karanlığındaki ufukları aydınlatan güneşe sarılmak istedikçe gecenin zifiri karanlığı sarar bedenini, kadınımızın.
Sevdaları da umutları gibi hep saklıdır kalplerinin derinliklerinde.
Onlar açığa vurmazlar, vuramazlar sevdalarını.
Güneş yüzü görmemiştir, karanlık geceyi aydınlatan dolunayın kuytu karanlığında gizlenen aşkları.
Gem vurulmuştur, duygularına onların.
Kimselere açıklayamazlar hislerini. Ayıpsanır çevrelerinde çünkü.
Onlar çok iyi biliyorlar ki açıklanan her sır, çekilen her gizli sevda, yaşanan her füsunlu aşk günün birinde yüzlerine vurulacaktır bir şamar gibi... Namuslarına sürülecektir kara bir leke gibi.
Fahişeye çıkacaktır adları.
İşte bu nedenledir ki sevdalanamaz bizim kadınımız.
Sevdasını çektiği kişi kocası da olsa.
Âşık olamaz onlar.
Çünkü böyle bir hakları yoktur onların.
Âşık oldukları kişi anneleri de olsa.
Kadınımız özlem duyamaz yarınlara.
Çünkü kurtaramamıştır kendini dünün karanlık kıskacından.
Çünkü sevdalarına kelepçe, aşklarına pranga vurulmuştur onların.
Siz biliyor muydunuz kadınımızın öldüğünde hep gözü açık gittiğini?
Nerden bilebilirsiniz?
Bilemezsiniz tabi...
Ancak yaşayanlar bilir onu.
Evet.
Kadınımız öldüğünde hep gözü açık gider.
Çünkü hüsrana uğramıştır umutları…
Çünkü töre engeline takılmıştır, sevdaları…
Çünkü aşklarına zincir vurulmuştur onların…
Çünkü yaşayamamıştır sevdayı…
Çünkü tadamamıştır aşkı…
Çünkü gözü kalmıştır mutluluklarda…

 III 
Tam anlamıyla bir uygarlıklar diyarı olan ve Dersim olarak bilinen gizemli bir coğrafyada gözlerini dünyaya açar, Fahriye Kız. Bağnazlığa geçit vermeyen, kurtuluşu dünün köhne karanlıklarında aramaya yeltenenlere inat yarınların aydınlığına gönül veren, dürüstlüğü ilke edinen, dinleri sevgi, kıblesi insan olanların otağında yaşama merhaba demek bir ayrıcalıktı Fahriye kız için.
 
Çünkü bu coğrafya;
 
“Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok,
 Noksanlıkla eksiklik, senin görüşlerinde.”
 
diyen engin hoşgörü sahibi Hacı Bektaş Veli’nin felsefesini güdenlerin coğrafyasıdır.
 
Çünkü bu coğrafyada ikinci sınıf insan olarak görülmüyordu kadın. Kadın ile erkek yaşamın her alanında yan yana ve omuz omuzadır, bu coğrafyada. Kadının olduğu her ortamda erkek, erkeğin olduğu her ortamda kadın vardır mutlaka. Ne erkeksiz olur kadın ne de kadınsız olur erkek. Yaşamın güçlüklerine karşı hep birlikte savaşım verir erkek ile kadın. Kadına meta gözüyle bakılmıyordu bu coğrafyada. Çünkü erkek için kadın; hem anadır, hem de  eş... Yani insan gibi insandı orada, erkekle bir ve eşitti kadın. Biri diğerinden ne eksiktir  ne de fazla...  
 
Tarih; bin dokuz yüz kırkların ikinci yarısıdır. Hem köyünün, hem de yakın çevresinin okuyan ilk kadını olan Fahriye’nin öğretmen olmasına sadece birkaç ay kalmıştır. Akçadağ Köy Enstitüsü’nün son sınıfındadır çünkü. Ama öğretmen adayı Fahriye 15–20 kişilik bir grup kız arkadaşıyla birlikte okuldan kaçar. Kaçış o kaçış. Bir daha dönmez okula.
Okula dönmediği için öğrencilik yaşamı sona eren   Fahriye Kız’ın öğretmenlik hayali de böylece suya düşer. Bu kaçıştan bir zaman sonra komşu köyden biriyle evlenir. Son sınıfında kaçtığı Akçadağ Köy Enstitüsü’nü yatılı okuduğu için hem kendisi hem de okula kayıt yaptırırken kendisine kefil olan Haydar Amca okul tarafından mahkemeye verilirler. Sonuçta aynı zamanda köyünün ve yöresinin mahkemeyle tanışan ilk kadını da olan Fahriye ile kefili Haydar Amca okul ve mahkeme masraflarını ödemeye mahkûm edilirler. Fahriye’nin evlendiği kişi bu masrafların tamamını ödeyince dava sona erer.
Fahriye Kadın feza çağında Cahiliye Dönemi’ni yaşayan bir köle gibidir hayatın acı pençesinde.. Yaşamının, hep dillerde mırıldanan bir ezgi gibi yaşamasını istiyordu. Hayatta unutulacak bir anı değil, tüm anıların anası olmak onun tek ereğiydi. Öğretmen olamadım bari anıların anası olayım derdi Fahriye Kadın. O bugünün değil yarınların kalıcı öğretmeni olmak istiyordu. Zoraki duyguların sıcacıklığında yaşamak yerine dolunayın kuytu karanlığında aydınlanan ayazlı gecenin soğuğundaki yaşanılası duyguları tercih etmişti. Düşündeki öğretmenlik, yarım kalmış bir aşk bestesi gibiydi Fahriye Öğretmen’in...   
Evlendikten bir süre sonra doğum yapan Fahriye Kadın bir erkek çocuk doğurur. Düşüncelerinin hayranı olduğu Hallac-ı Mansur’un adına binaen M. Mansur koyar, adını. Gecesini gündüzünü ona adar. Çünkü yarım bıraktığı öğretmenlik düşünü onun aracılığıyla gerçekleştirerek ölümsüzleştirmeye çalışır.  
*
Peter Abrahams adındaki Afrikalı siyahî yazar, şu dizelerle dile getirir, Afrikalı özgür çocukları:
 
“Bizi ısıtan sıcak bir güneş,
 Islak bedenlerimizi kuruttuğumuz ıslak çimenler
Oynamak için killi çamur,
Boğuşmak için ince kumumuz vardı.”
 
Afrikalı bir çocuk doğadan bulduğu oyuncaklarla oyun oynardı elbette; ağaç dalı, ıslak kum, çamurdan yapılma bebekler, taşlar…
—Ya Fahriye Kadın’ın bağnazlığa geçit vermeyen, dünün köhne karanlığına sarılmayaya yeltenenlere inat yarınların aydınlığına gönül veren, dürüstlüğü ilke edinen, insanlığa gönülden bağlı, dinleri sevgi, kıblesi insan olanların otağında yaşama merhaba diyen oğlu M. Mansur gibi köylü çocukları?
Onların da yoktu Afrikalı çocuklardan farkı. Onların da doğadandı, oyuncakları. Onların atları da ağaç dallarındandı. Az koşuşturmazlardı onların üstünde. Binerlerdi onlara, başlarlardı yarışa. Kimi zaman tek, kimi zaman gruplar halinde. Yarışı ilk sıralarda bitirdikleri zaman sevinir, biraz gerilerde olduklarında üzülürlerdi. Üzülmek ne kelime ağlarlardı resmen.
Oynadıkları belli başlı iki oyunumuz vardı. Birincisi saklambaç, ikincisi Yedikule... Yedikule oyununu oynarken zıplayan lastik topları olmadığı için bezden yaptıkları toplarla oynarlardı onlar..
Evet, M. Mansur bir köylü çocuğuydu. Katlarda büyümemiş, yatlarda tatil yapmamıştı. Dadıları olmamış doğum günü kutlanmamıştı asla. Kutlamak bir yana doğum günü hatırlanmamıştı bile. Cicili bicili bayramlıkları hiç olmamıştı. Ayakkabıyla, ortaokula başlarken tanışmıştı. O zamana değin siyah Ankara lastiği ile çarıktan başka giyecek görmemişti ayağı.
M. Mansur bir köylü çocuğuydu.
Aynı ülkede yaşasa da, aynı havayı solusa da kentli çocuklarla bile aynı değildi. İstese de aynı olamazdı. Çünkü onlar elektrik ışığında doğmuşlar, akçadır tenleri. Oysa M. Mansur titrek alevli gaz lambasının loş ışığında merhaba demişti yaşama. Ondan rengi karacadır onun. Duruşu haşin dostluğu içtendir. Bakışı sert, kalbi yumuşakçadır, M. Mansur’un. Aile yaşamına katkıda bulunmak adına dört-beş yaşlarında başladı doğanın ağır koşullarıyla savaşıma. Her defasında yenik düştü Tabiat Ana’ya. Ama pes etmedi asla. Çünkü öteki köylü çocukları gibi M. Mansur da buna zorunluydu. Oysa kentli çocukların yoktu böyle bir derdi. Onlardan kimileri belki ince, cılız sesleriyle:
—Taze simit geldi, simiiiit… 
Deyip sabahın sessizliğini bozarak simit satabilir ya da babasının, gelişigüzel çattığı sebze kasalarından bozma sandığıyla ayakkabı boyacılığı yapabilirdi. Ama bu işi yapan çocuklar da, ya babasından kalma üç-beş dönümlük kıraç araziden aldığı ürünle karnını doyurmadığı ya da komşusuyla yaşadığı bir kavgayı devam ettirmemek için göç ettiği kentte hâlâ köylülüğü devam ettirmek isteyen dışı kentli, ruhu köylü kentlilerin çocuklarıydı.
Gün ışımadan kalkıp kuzularını güttüğü zaman da, kendisinden küçük kardeşlerinin sorumluluğunu yüklendiği zaman da henüz okul çağında bile değildi M. Mansur. İçinde yaşadığı coğrafyanın koşulları bunu gerektiriyordu çünkü. Bunu yapmak zorundaydı. Bunu yapmayanın o coğrafyada barınması olanaklı değildi.
Henüz beş-altı yaşlarındaydı M. Mansur. Köydeki öteki akranları gibi kuzu güdüp çobanlık yaptığında. Günün birinde güttüğü kuzulardan birini kurda kaptırır. Kuzularının en iyilerinden birini boynundan kavrayan kurt, dörtnala kalkan at gibi bir çırpıda gözden kaybolup gider. Ama M. Mansur bağırıp çağırmaktan öte bir şey yapamıyordu.
—Ya geri döner beni de yerse? korkusu var içinde.
Ardından gidemiyor kurdun. Cesaret edip kurdun arkasından gidemeyince oturur olduğu yere. Başlar ağlamaya. Hem de dakikalarca. Canı gibi baktığı, gözü gibi koruduğu kuzularımdan birini kaybetmenin acısı içine çökmüştü çünkü. Daha doğrusu kendisi gibi kuzu güden akranlarının: “İyi bir çoban olsaydın kuzunu kaptırmazdın kurda” diyerek kendisiyle alay edip dalga geçeceklerini bildiği için ağlıyordu. Çünkü onların yaptıkları yenilir yutulur şeyler değildi. Bir başladılar mı alay etmeye insanın hemen oraları terk edesi gelirdi. Tabi ağlamasının bir başka nedeni daha vardı. O da babasının ve annesinin; “O güzelim kuzuyu götürdün kura verdin geldin. Bir kuzuya bile sahip çıkamadın.” Diyerek kendisine kızmalarından ve hatta dövecek olmalarından korkuyordu.
Eee… Haksız da değillerdi. Besleyip büyüttükleri kuzunun acısı çökerdi içlerine. O kadar emek vermelerine rağmen yılda bir tane bile olsun kesip yemeye kıyamıyorlardı, değil kurda kaptırmayı.
—Siz bilir misiniz yoksul bir köylü için bir kuzunun ne demek olduğunu?
—Nerden bilebilirsiniz?
Çobanlığının ilk günlerinde yaşadığı bu talihsiz olayı bir daha yaşamadı asla. Zamanla ustalaşır çünkü.
—Hadi canım sen de kuzu gütmenin de ustalığı mı olurmuş? demeyin. Her işte olduğu gibi bu işin de incelikleri vardır.
Bu olaydan sonra kuzularının, oğlaklarının her birine ayrı birer isim verdi. Hep yakın çevresinde otlasınlar, kendisinden uzaklaşmasınlar diye annesinden gizli gizli çaldığı ekmekleri, şekerleri yedirirdi onlara. Hatta kimi zaman bir fırsatını bulup da evden ekmek çalamadığı zaman aç kalma pahasına annesinin verdiği azığı yedirirdi onlara. Adlarını söyleyerek yanına çağırdığı kuzulara, oğlaklara ekmek verir, onları dakikalarca sever, okşardı. Onlar da çok hoşnut olurlardı bu işten. Pervane gibi dönerlerdi çevresinde.  
Onun en içten arkadaşları, en sadık dostlarıydı onlar. Karşılıksız bırakmazlardı asla kendilerine yaptıklarını. Yakınlıklarıyla, içtenlikleriyle karşılık verirlerdi ona. Dilleri ayrı olsa da çok iyi anlaşırdı onlarla.
Evet, o bir köylü çocuğuydu. Gitse de gitmese de o uzaktaki köy, onun köyü idi. İlk aşkı da orada tatmıştı. Gönülden sevdalandığı bir sevgilisi vardı. Bergüzar’dı adı. Bir Çingene kızıydı. Sap sarı saçları, yemyeşil gözleri vardı, Bergüzar’ın..
Bir hazan mevsiminin son günleriydi Bergüzar’ın ailesi, kendi köylerinin üst yanındaki eski köy çeşmesinin hemen yanı başındaki dut ağaçlarının altına çadırlarını kurduklarında. Havalar iyiden iyiye soğumuştu. Tabiat Ana, yarı soyunuk duruma gelmişti. Kışın eli kulağındaydı anlayacağınız. Kar ha yağdı ha yağacak. Bir başka olurdu oraların karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun kışları. Bir yağmaya başladı mı günlerce devam ederdi kar. Tıpkı Bergüzarların ailesi, köylerine çadırlarını kurduklarında olduğu gibi. Aniden başlayan kar, günlerce devam edince yollar kapandı. Bergüzarlar gidemez oldular bir tarafa. Kalakaldılar onların köyünde bir kış boyunca. Oraların kışı bir başka olur dedik ya. Benzemez başka yerlerin kışlarına. Köyden dışarı çıkmaya fırsat bulamayan Bergüzarlar, köylüleri tarafından hemen yerleştirilirler teyzesinin, evlerinin yanı başındaki boş evlerine. Böylece ilk çocukluk aşkı Bergüzar’la birlikte geçirir karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun karakışlardan birini. Gece-gündüz onunla birlikte olurdu. Ayrılmazdı birbirilerinden. Evcilik, oynadıkları oyunların başında gelirdi. Kendisi baba olur Bergüzar da anne… Ağaçtan yapıp birer beze sarmaladıkları bebekler de çocukları… Evcilik oynarken birbirilerine sarılıp uzandılar mı çulun üzerine bir daha da uyanmazlardı. Uyku hemen tutsak alırdı, uykusuzluğa dayanamayan küçük bedenlerini. Böyle olunca da her akşam biri, annelerinin kucağında taşınırdı evlerine.
Aradan aylar geçtikten sonra nihayet ilkbahar gelip karlar eriyince yollar açılmaya başlar. Böylece karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun karakışlarından birini birlikte geçirdikleri, kucak kucağa yatarak yanak yanağa öpüştükleri ilk çocukluk aşkı Bergüzar’ın ailesi, yükler göçünü Karakaçan adındaki eşeklerine, ayrılırlar köyden.  

 IV 
Fahriye Kadın’ın kendisi öğretmen olamamıştı. Ama içinde ukde kalan o duyguyu gerçeğe dönüştürmenin yolunu çoktan bulmuştu. Öğretmen olması için büyük oğlu M. Mansur’a küçük yaştan itibaren telkinlerde bulunmaya başladı. Yönlendirici telkinlerde bulunmanın yanı sıra  onu en iyi şekilde yetiştirmek için insanüstü bir çaba harcıyordu.
M. Mansur büyümüş, okul çağına gelmişti. Ama köylerinde okul yoktu. Fahriye Kadın düşündeki hayali gerçekleştirmek için oğlu Mansur’u komşu köylerindeki ahırdan bozma okula yazdırdı. M. Mansur, yaşıtlarına göre çok daha şanslıydı. Çünkü arkadaşlarının okuma yazma bile bilmeyen anne ve babalarına karşın onun, biri okulda öteki evde olmak üzere iki öğretmeni vardı. Annesi Fahriye Kadın, tıpkı bir öğretmen gibi gece-gündüz demeden onunla birlikte titrek alevli gaz lambasının loş ışığıyla aydınlanan evlerinin tek odasında ders çalışır, ödev yapardı. Onun en iyi şekilde öğrenmesi için beş yıl öğrenim gördüğü Akçadağ Köy Enstitüsü’nde öğrendiği öğretim metotlarının tümünü uyguluyordu.
Okul, köylerine yaklaşık bir saatlik uzaklıktaydı. Mansur, köydeki öteki çocuklar gibi okula gidip gelirken -özellikle kış mevsiminde- güçlükler çekiyordu. Çünkü yaşamı çekilmez kılıyordu, Doğu coğrafyasının karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışları. Durmadan yağan karlardan ötürü günlerce kapalı kalırdı yollar. Yaşama engel olurdu geçit vermeyen şiddetli tipiler. Can alırdı dondurucu soğuklar. Yaşam koşullarının bu yoğunluğu nedeniyle M. Mansur ya günlerce ayrı kalırdı okuldan ya da her gün ayrı bir arkadaşının babasının, amcasının veya ağabeyinin gözetiminde gider gelirdi okula. Ama her zaman onların gözetiminde okula gidip gelecek kadar şanslı olmazdı. Doğa bu şansı tanımazdı onlara. Fırtına ve tipi kimi zaman okulda yakalardı onları. İşte o zaman zor günlerin adamı çıkardı ortaya.
—Kimdi bu zor günlerin adamı?
—Kim olabilirdi öğretmenden başka?
Hemen önderlik yapar, yol gösterir, yardımcı olurdu onlara. Göndermezdi onları köylerine. Kendi elleriyle teslim ederdi, okulun bulunduğu köydeki evlere. Taksim ederdi üçer, beşer. Sonra da ya köyden birini gönderir ya da kendisi çıkardı yüksekçe bir tepeye. İlkel dönemlerdeki gibi bu yüksekçe tepeden bağırarak iletişim kurardı, çocukların aileleriyle. Haber verirdi onlara: “Çocuklar emniyettedir. Merak etmeyin.” diye.
 
M. Mansur, öğretmenlerinin bu fedakârlıklarına tanık olunca annesi Fahriye Kadın’ın niçin öğretmen olmasını istediğini daha iyi anlamıştı. Ve o günden itibaren öğretmen olmayı ilk hedef olarak koymuştu önüne.
Çünkü o biliyordu ki kendisi mum gibi eriyip yok olurken yeni filizler yeşertmek için fedakârlık yapanlar öğretmenlerdir.
Çünkü o biliyordu ki öğretmenin belleklerde çizdikleri, resmin çizgilerinden daha derindi.
Çünkü o biliyordu ki öğretmenin öğrettiği her harften daha engin değildi denizin enginliği... Öğretmenin saçtığı ilim ışığından daha parlak değildi güneşin parlaklığı...
 
Çünkü o biliyordu ki öğretmenin yetiştirdiği fidandan daha evla değildi bahçevanın gülü. Öğretmenin, önlerine koyduğu gelecekten daha kutsal değildi, fosilleşmiş din bezirgânlarının sunduğu sahte cennetler...
Çünkü o biliyordu ki 29 kere 40 yıl kölesi olunacak öğretmenin alın terinden daha kutsal değildi Arabın zemzem suyu...
Çünkü o biliyordu ki çıkarcıların çamuruna saplanmış dünü karanlık, emeli kirli satılık softaların karşısına dikilip geçit vermeyen aşılmaz bir engeldir, ışığı karanlığa egemen kılan öğretmen.
Çünkü o biliyordu ki korkulu bir düşten uyanırken yeniden umut dolu bir rüyaya yatmak gibidir, öğretmene ulaşabilmek. Fırtınalı bir denizde can alıcı hırçın dalgalarla boğuşurken bir anda kendini huzurlu bir rıhtımda bulmak gibidir, öğretmenin yanında olmak. Dimağı köhne örümcek ağıyla örülü olmadığı için bağnazlığa geçit yoktur onun felsefesinde.
Çünkü o biliyordu ki kavgadan ve savaştan değil, tüm engellemelere rağmen uğruna kan döküp can vererek yaşatmaya çalıştığı barıştan yanadır, öğretmen. İlim deryasının sönmez fenerleridir, özü irfanla yoğrulu olan öğretmenler.
Çünkü o biliyordu ki sevgiyi öğreten de onlar, saygıyı öğretenler de… Emeğiyle değer yaratan da onlar, özünü işleyip şekil verdikleri yeni nesillere kanadın gerenler de… Yeni neslin üstüne titreyenler de onlar, halkın özgürlük davasını kendi davası sayanlar da… Sevgide önder olanlar da onlar, barışta önder olanlar da..
Çünkü o biliyordu ki yaşamın sırrını çözenler de onlar, yaşanılası güzel yarınları öğretenler de... Güzellik diye kendilerine sunulanların çirkin yüzlerini gösterenler de onlar, içlerindeki ilim meşalesini tutuşturanlar da Sevgileri kalplerinde domur domur dal verecek olanlar da onlar, diline diller kattığı halkının sorunlarına ortak olanlar da…
Ne onlarsız olur yaşam…
Ne de yaşam olur onlarsız…
Çünkü o biliyordu ki tüm insanların yaşamlarının bir ağaç gibi; tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine olması için savaşım verendir, öğretmen. Bal almasını bilendir, arı olan her çocuktan. Onların öz yuvasıdır, kovan gibi işleyen her okul. Lal-ü gevherdir yükü, alıcısı insan olan öğretmenin.
Çünkü o biliyordu ki ufkumuzu karartan kelplere geçit vermez; ellerinde celpler, bileklerinde kelepçeler, ayaklarında prangalar eksik olmayan öğretmenler. Demir zincir vurulsa bile kılıçtan keskin kalem düşmez onların elinden.
O kalem ki düşmanın yüreğine korku salan…
Çünkü o biliyordu ki onlar bizim gönlümüzün nadide çiçekleri, gonca gülleridir öğretmenler. Onlar olmazsa hazan yeli eser bizim gönül bahçemizde. Baharın gülüne hasret kalır yüreğimiz. Karanlık olur her yer. Silinir gökyüzünden güneşin izi.
Çünkü o biliyordu ki onlar olmazsa tane tane döker başaklar, umutlarımızı kıraç topraklara. Onlarsız yaşam olmaz. Onlar sudur, kök salan umutlarımızı yeşertecek. Onlar olmazsa gülümseme sadece bir maske gibi asılı kalır yüzümüzde. Sevginin yerine acılar gömülür yüreğimize.
Yaşam, dikenli bir yoldur. Çıyanlar, engerekler, kol gezinir o yolda. Bu engeller aşıldığı oranda mutlu olunur yaşamda. İşte bize, yaşamın içinde yer alan bu engelleri birer birer aşmayı öğreten de onlar, mutlu yaşama giden kapıları aralayanlar da... Karanlıklarla savaşan birer nefer olmayı öğretenler de onlar, barış içinde özgürce yaşamayı hedef olarak önümüze koyanlar da...
 Dünün yarım kalmış sevdalarının devamı için; “İnanın yarınların aydınlığına. Dün bulamadığınız  şeyleri yarınlarda aramaya çalışın” diyerek hep aydınlık yarınları hedef gösterdiler bize. Aradık onları, isli bir lambanın loş ışığında. Bulduk… Ama olmadı. Tam onları yakalamak üzereyken darağacının yağlı kemendi geçirildi boynumuza. Demir kelepçenin halkaları sıktı bileklerimizi. Prangalar takıldı ayaklarımıza.
Yarınların aydınlığını görmemize engel olmak için siyah bantlar taktılar gözlerimize. Kör arının yuvasına çomak sokmuş gibiydik, aydınlık yarınlardan söz ederken. Biz; “aydınlık yarınlar” dedikçe kafalarında dünün köhne karanlıklarının yuva kurduğu beyler, homurdanarak üşüştüler başımıza. Isırdılar bizi birer birer.
Aman Allah’ım ne tehlikeli bir sözmüşşu “aydınlık yarınlar”? Bu kadar tehlikeli, bu kadar mı korkunçtu? Bu kadar tehlikeli olduğunu biliyordun da neden öğrettin onu bize? Neydi bize kastın öğretmenim?
Varsın olsun. Fosilleşmiş din bezirgânlarının bize sunduğu sahte cennetlerden daha güzeldir yaşanılası aydınlık yarınlar. Dünün kuytu karanlığındaki sahte cennetlerde yaşamaktan daha evlâdır, aydınlık yarınlar uğruna can vermek.
Sen bakma bizim sitemlerimize sevgili öğretmenim. Biz memnunum halimizden, şikâyetimiz yoktur. Bizimki sitemdir sadece. Dost dosta sitem eder kimi zaman. Sen bizim dostumuzsun sevgili öğretmenim, biz de senin. Yeter ki bir olsun gönüllerimiz. Çünkü bir olursa gönüller, çözülemeyecek müşkül kalmaz karşımızda. Çözeriz müşkülün hepisini. Boğarız karanlıkları, yırtarız üstümüze giydirilmeye çalışılan kefeni. Doğarız, aydınlık yarınların şafağında birer birer. Gönlünü ferah tut, yapıtının hammaddesi insan olan öğretmenim…
 
V
 
Öğretmenlerinin fedakârane çalışmalarına gözleriyle tanık olduğu için öğretmenliği bilinçli olarak seçen M. Mansur; halkının öğrencisi, öğrencilerinin öğretmeni olmak üzere 1960’ların ikinci yarısında göreve başlar.
Anadolu’nun üç ayrı bölgesinde uzun yıllar görev yapar. Öğretmenlik yaptığı bu süre içinde sürgünler yaşar, gözaltına alınır, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanır. Çeşitli olumsuzluklarla karşılaşır. Altı yıl çocuklarından ve ailesinden ayrı yaşamak zorunda bırakılır. Ve sonuçta emekliye ayrılır.
Emekliye ayrılmasının üzerinden on dört yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen hâlâ öğretmenlik yapan altmışındaki M. Mansur öğretmen, içeri girdiğinde büyük bir sessizlik egemendi. Sinek uçsa bile kanat çırpışları duyulacak kadar sessizdi Öğretmenler Odası. Hiçbir zaman olmadığı kadar aydınlıktı içerisi. Aydınlığı, karanlığa egemen kılan bir ışık kaynağı var gibiydi odada. Odadaki bu ışığın, güllerin bile kendisine özenmeye yeltendiği zarif, nazenin bir hanımefendiden çevreye yansıdığını anlamakta gecikmedi M. Mansur Öğretmen. Çünkü kapıdan içeri girdikten sonra her zaman oturduğu masasına doğru yönelirken masanın çevresindeki koltuklardan birine oturan bir dilberle yüzyüze geldi. Tıpkı masallarda anlatılan periler kadar güzeldi. Gözlerini ondan alamadı. Tıpkı efsanevî Pers hükümdarı Behram-ı Gûr gibi...
Mâni adında yaşlı bir nakkaş, bir av esnasında Hıtaylı varsıl bir tüccar tarafından satılığa çıkarılan bir cariyenin resmini Behram’a gösterir. Kendisine resmi gösterilen cariyenin adı Dilârâm’dır. Güzelliği dillere destandır Dilârâm’ın. Gören kendini kaybeder onun güzelliği karşısında. Resmini gördüğü andan itibaren Dilârâm’a büyük bir tutkuyla bağlanan Behram, Hıtay’a gönderttiği adamları aracılığıyla onu satın aldırıp hemen yanına getirtir. Dilârâm’ı yanına getirtince ülke işlerini tamamen yüzüstü bırakan Behram, Dilârâm’ı ayırmaz hiç gözlerinin önünden. Bir yandan güzelliğini seyreder öte yandan ona türküler, şarkılar söyleterek sesini dinler. Bu durum aylar boyunca devam eder. Bir zaman sonra ceylan avına çıkar. Ava çıkarken bile Dilârâm’ı yanından ayırmaz. Birlikte götürür onu. Onsuz duramaz çünkü. Her gece ayrı bir eğlence düzenletir. Eğlenceler boyunca hep içermiş. Sonra da onunla birlikte olurmuş. Günün birinde içkiyi fazla kaçırınca sarhoş olur. Bu sarhoşluk anında cariyesi  Dilârâm’a kızan Behram, onu kimsenin bulunmadığı ıssız bir diyarda terk eder. Ama bir sonraki gün yaptığından nedamet duyar. Dilârâm’ı aratmaya başlar. Behram, tüm aramalara rağmen izine rastlanamayan Dilârâm’ın aşkından hastalanıp aklını yitirir. Bunun üzerine dört yüz hekim tedaviye alınır. Kendisine uygulanan tedavi sonucunda biraz kendine gelen Behram’ı avutmak amacıyla yedi köşk yaptırılır. İçleri nakkaşlar tarafından bezenen bu köşklere yedi iklim hükümdarlarının kızları getirtilerek yerleştirilir. Behram her gün bir köşkte eğlenir. Kendisi için inşa edilen yedi köşkte, yedi iklim hükümdarlarının kızlarıyla birlikte olur. Onlarla birlikte gelen kişiler tarafından anlatılan hikâyeleri dinleyerek teselli bulmaya çalışır. Yedinci gün, Harezm’den gelenlerden biri, Behram’a, Dilârâm’ın kendi ülkesinde olduğu müjdesini verir. Bunun üzerine hemen Harezm’e gönderdiği büyük bir kafileyle Dilârâm’ı geri getirtir. Dilârâm gelince Behram, tekrar eski sağlılığına kavuşur ve mutlu bir şekilde yaşamaya devam eder.   
 
Bugün 89 ziyaretçi (109 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol