BİZ KÖYLÜ ÇOCUKLARI


BİZ KÖYLÜ ÇOCUKLARI…

Dersim’in Aşağı Taptikler köyünde merhaba dedim yaşama...
Annem, yırtık mintanıma dikerdi yama üstüne yama...

Resmi kayıtlarda doğum tarihim 1950 olarak geçer...

Küçük yaştan itibaren yokluğa olmuşum düçar...

İnsan gibi insan olanların hepsine açtım gönül hanem...

Beni dokuz ay karnında taşıyan o bir tanem...

Sen 1948’in baharında doğdun, derdi bana...

Bin bir cefa ile beni getirdi meydana...

Öyle ya da böyle...

Ne fark eder gel de sen söyle...

Yokluklarla geçen bir ömrün içinde lafı mı olur iki yılın...

Beyaz donum yırtıktı, ayağım yalın...

Ben, yokluğun ve yoksulluğun kol gezdiği...

Acımasız doğanın insanları silindir gibi
ezdiği...
Buna karşın insana ve insanlığa saygının zirvede olduğu...

Bahar gelmeden tüm çiçeklerin sararıp solduğu...

Bir coğrafyada dünyaya açtım gözlerimi...

Nazım Hikmet’ten bir şiirle aralayayım sözlerimi...
 

Büyük Usta Nazım Hikmet der ki:
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar

oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında

dünyayı çocuklara verelim

kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi

hiç değilse bir günlüğüne doysunlar

bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı

çocuklar dünyayı alacak elimizden

ölümsüz ağaçlar dikecekler”

*

Çilekeş Anadolu köylülerinden biridir, benim yaşama merhaba dememe vesile olan babam...

Yaşamı hep hengâmeyle geçti, istediği gibi yaşayamadı adam..

Babasından miras kalan üç-beş tarlaydı, tek mal varlığı...

Yüreğinde hissetmişti ezikliği, görmüş geçirmişti her çeşit darlığı.

Bazen iki öküzüyle çift sürer, harman ederdi...

Bazen çobanlık eder, koyun-kuzu güderdi...

Herkes tarafından aranan bir taş duvar ustasıydı...

İnsanlığa gönül vermişti, dost hastasıydı...

Kızgın yaz güneşinin sarı sıcağında...

Buram buram ter dökerken amacı kavrulmaktı kendi yağında...

Göz nuruyla nakış nakış işlediği kesme taşlarla ev yapardı, aynı yazgıyı bölüştüğü insanlara...

Yaşadığı yokluk ve yoksulluklar, içinde açmıştı onulmaz bir yara...

1937–1938’deki Dersim Katliamı sırasında ramak kalmıştır, ağır makineli tüfeklerle taranmaktan...

Komşularıyla birlikte her gün ormana kaçarak saklanırlarmış, korkuyorlarmış görünmekten...

Toplu halde katledilmek üzere askerler tarafından derdest edilerek Ağzunik köyüne doğru yola çıkarılır bir kısım yöre insanıyla...

Eğer askerin bir anlık gafletinden yararlanmasaymış yok yere bedel ödeyecekmiş canıyla...

Ağzunik Deresi mevkiinde anlık bir fırsattan yararlanıp kaçınca kurtulur mutlak bir ölümden...

Tıpkı katledilenler gibi suçsuz günahsızmış ama bir şey gelmiyormuş elinden...

Babaannem; gözyaşlarıyla anlatırdı babamın askerler tarafından öldürülmeye götürülüşünü...

Babam götürüldüğünde saçlarını yolmaya başlamış, dövmüş ateşe yanan döşünü...

Köylülerin, köylere ani baskınlar düzenleyen askerlerce götürülüp öldürülmesinler diye gündüzleri ormanda saklandıklarını...

Gözleri yaşlı anlatırdı babaannem, ele geçirilen Kösoğlu Ailesi’nin cesetlerin altında kalan çocukları Hüseyin’in dışında kalanların tamamının nasıl haklandıklarını...

Derdi ki; saklanmaya gittiğimizde ağlayıp bizi ele vermesinler diye küçük çocukları eve kapatır öyle giderdik ormana...

Ben neler yaşadıklarını sorunca, hüzünlü gözlerle bana bakar; ben anlatırım oğul derdi, gerek yok senin sormana...

Rabat’tan Seyyid Kekil’in ve köylümüz Derviş Dede’nin sakallarının askerler tarafından nasıl tel tel çekilerek yolunduğunu...

Bir bir anlatırdı bana, en kutsal hak olan yaşam hakkının nasıl ellerinden alındığını...

Derdi ki bu yaşadıklarımız taze cumhuriyetin birer ayıbıydı...

Yaşananlar, onda büyük bir travma yaratmıştı, belli ki efkâr sahibiydi...

Engel olamıyordu göz pınarlarından yağmur damlası gibi peş peşe akan gözyaşlarına...

Annesiz babasız bırakılan çocuklar sürgüne yollanmışlar tek başlarına...

Mektep-medrese görmeyen babam, okuma-yazmayı İkinci Cihan Harbi’nde izin kullanmaksızın dört yıl kaldığı askerlik ocağında öğrenmişti...

Buna rağmen köyünde çocuğunu ilk okutan kişi olarak cehalete karşı direnmişti...

Bilmeyenler, onu bir şeyden anlamayan sıradan bir köylü sandı...

Hâlbuki o, ileriyi gören bir baba, gerçek bir emekçi, güvenilir bir dost, dürüst bir insandı...

 *

Hem köyümüzün, hem de yakın çevremizin okuyan ilk kadınıydı annem...

Muallim olmasına sadece birkaç ay kalmıştır, babamla evlendiğinde o bir tanem...

15–20 kişilik bir grup kız arkadaşıyla birlikte kaçmıştı okuldan...

Sevdası mutlu yaşamaktı, gözü yoktu paradan puldan...

Akçadağ Köy Enstitüsü’nün son sınıfındadır, okuldan kaçtığında...

Kaçtığı için nedamet duymuştu, acımasız yaşam, sinesinde onulmaz yaralar açtığında... 

Okula dönmediği için öğrencilik yaşamı sona ermiş, öğretmenlik hayali yok olup gitmişti... 

Arkadaş uğruna aydınlık yarınlarını kendi eliyle öteye itmişti...

Akçadağ Köy Enstitüsü’nü yatılı okuduğu için hem kefili olan Haydar Amcam hem de kendisi...

Verildikleri mahkemede berat ederler, okul masraflarını ödeyince efendisi...

Sonra bir, iki, üç derken çoluk çocuğa karışır...

Eşit olmayan koşullarda acımasız yaşamla başa baş yarışır...


Evet, bir köylü çocuğuyum ben...
Yaşam yasak kılınmıştı bize, bir şey gelmiyordu elden...

Merhaba dedim yaşama, doğruluktan, duruluktan yana tavır koyan, içtenliği ve hoşgörüyü ilke edinen insanların otağından...

Tutunmaya çalıştım yaşamın solundan, sağından...

Dolaştım köyümün taşını toprağını adım adım...

Ne yaşanır bir gün buldum, ne de bir şans yakaladım...

Dostluğa, kardeşliğe gönül verenleri orada gördüm...

Onların bu düsturuna gönülden destek verdim...

Orada annemin kucağına baş koydum güvenle yattım...

Yaşamın soğuk yüzüyle orada tanıştım, aşkı, sevdayı orada tattım...

Doğruluğu, duruluğu orada öğrendim…

Nefs-i emmâreyi orada yendim...

Orada dünyaya geldim...

Hayvanlarla orada haşır neşir oldum.

Morlu koyunlarım, kınalı kuzularım orada oldu, benim...

Yaşamın kendisidir benim ilk öğretmenim...

Atlara ilk binişim, tayları ilk sevişim de oradan…

Her şey yalan oldu, öyle uzun zaman geçti ki aradan...

Orada tanıdım babamın çift sürdüğü karasabanı...

Çarıkla geze geze nasır bağlardı ayağımın tabanı...

Kınalı kuzularımla fısır fısır konuştum...

Ekin biçtiğim orakla orada tanıştım.

İnsanların kimine teyze dedim, kimine emmi, kimine dayı...

Hiç bir şeye değişmezdim hayalimdeki dünyayı...

 *

Evet, bir köylü çocuğuyum ben...
Yaşam yasak kılınmıştı bize, bir şey gelmiyordu elden...

Çamurdan yaptığım oyuncakları saymazsam hiç oyuncaklarım olmadı benim...

Yazın sarı sıcağında, kışın kuru soğuğunda kararırdı tenim...

Ne boy boy oyuncaklar gördüm, ne de renga renk balonları...

Doğanın kendisiydi düğün yerimiz, bulunmazdı düğün salonları... 

Ne gençler damatlık giyerdi, ne de genç kızlar gelinlik...

Kine, kibire meydan verilmezdi, her şeye egemen olurdu içtenlik...

Davul-zurnalıydı düğünler, orkestra bulunmazdı...

Öylesine güzel olurdu ki düğünler, ölene dek belleklerden silinmezdi...


Peter Abrahams adındaki Afrikalı siyahî yazar, şu dizelerinde dile getirir, Afrikalı özgür çocukları:

“Bizi ısıtan sıcak bir güneş,
 Islak bedenlerimizi kuruttuğumuz ıslak çimenler

 Oynamak için killi çamur,
Boğuşmak için ince kumumuz vardı.”


Evet, Afrikalı bir çocuk doğadan bulduğu oyuncaklarla oyun oynardı elbette; ağaç dalı, ıslak kum, çamurdan yapılma bebekler, taşlar…

Ya biz köylü çocukları...

Bazen arpa ekmeği yerdik, bazen darı...

Bizim de yoktu Afrikalı çocuklardan farkımız...

Yüreğimizde sevdamız, dilimizde türkümüz...

Ayağımızda çarık, başımızda börkümüz...

Doğanın kendisiydi bizim evimiz, barkımız...

Soğukta tir tir titrerken sırtımızda ne mont vardı ne de kürkümüz...

Ne bir oyun alanımız oldu ne de kaydıraklı, salıncaklı bir parkımız...

Bizim de doğadandı oyuncaklarımız...

Dostluğa ve barışa daima açıktı kucaklarımız...

Söğüt dallarındandı bindiğimiz atlarımız.

Bizim ne teknelerimiz vardı ne de yatlarımız.

Az koşuşturmadık söğüt dallarının üstünde.

Dostluk meşalesi vardı her birimizin destinde.

Binerdik söğütten dallara başlardık yarışa.

Oradan koşardık hepimiz barışa.

Kimi zaman tek, kimi zaman gruplar halinde.

Koşturur dururduk okul yolunda.

Yarışı ilk sıralarda bitirdiğimiz zaman sevinirdik.

Biraz gerilerde kaldığımızda dövünürdük.

Kimi zaman başımız dik, kimi zaman boynumuzu eğer büzülürdük.

Kimi zaman gözyaşı döker günlerce üzülürdük.

Üzülmek de ne kelime resmen ağlardık.

O ufacık yüreğimizi kora dağlardık.

Oynadığımız belli başlı iki oyunumuz vardı.

Çünkü bildiğimiz oyunların sayısı sadece bu kadardı.

Bunlardan biri Yedikule, diğeri Saklambaç’tı.

Oynarken kimimizin karnı tok, kimimizin açtı.

Yedikule oyununu oynarken yoktu lastik topumuz...

Çevreden paçavra toplardık hepimiz...

Bu paçavralardan yaptığımız toplarla oynardık Yedikule’yi...

Amacımız, rakip takıma kaptırmamaktı kaleyi...

Susayınca köy çeşmesine koşardık...

Önümüze çıkan engelleri birer birer aşardık...

*

Evet, ben bir köylü çocuğuyum.
Her şeyi böyle meydana dökerim, kurusun huyum...

Çamur sıvalıydı taştan yapılma tek odalı evimiz...

Ama hiç kimseden esirgemezdik sevi’miz...

Biz köylü çocukları sokaklarda büyüdük, zenginler katlarda...

Tatil yapmadık asla yatlarda...

Hiç dadılarım olmadı benim...

Mum ışığında doğmuştum, karaca’ydı tenim...

Doğum günüm kutlanmadı asla...

Ömrümün yarısı geçti figanla, yas’la...

Kutlamak bir yana doğum günüm hatırlanmadı bile.

Rahat yüzü görmedim, yaşamım geçti efkâr ile dert ile...

Cicili bicili bayramlıklarım hiç olmadı...

Gözüm kimsenin bayramlıklarında da kalmadı...

Çünkü bizim köyde hiç kimsenin bayramlıkları yoktu...

Benim yaşamımın artıları az, eksileri çoktu...

Ayakkabıyla, ortaokulda tanıştım...

Bilmediğim şeyleri gittim bilenlere danıştım...

Siyah Ankara lastiği ile çarıktan başka giyecek görmedi ayağım...

Hâlâ o günleri yaşıyor ruhum, kopmadı gönül bağım...

Kışın yağan karların yüksekliği birkaç metreyi bulurdu...

Günlerce kapalı kalırdı yollar, herkes içeride kalırdı...

Nereye bakarsan bak her taraf kardı...

Radyo dahi yoktu, dış dünyayla ilişkiler kopardı...

Günlerce köye ne gelen olurdu, ne de giden...

Dostluk vardı, kardeşlik vardı, insanlık vardı eskiden...

Böyle günlerde büyüklerimiz, her gün bir evde toplanırdı...

Yediden yetmişe herkes birbirini tanırdı...

Büyükler bir araya gelmek için evden çıktıklarında biz çocuklar hemen dışarı koşardık...

Debelenirdik karların içinde, oynar coşardık...

Rüzgâr tepemizde soğuk soğuk eserdi...

Öyle uzun kalırdık ki dışarıda ellerimiz ayaklarımız buza keserdi...

Donumuza varana kadar ıslanırdı her yanımız...

Sanki sokakta bulmuştuk canımız...

Dışarıda tir tir titrer, soğuktan donardık...

İçeri koşar, ocakta yanan koca kütüklerden çıkan alevlere yanardık...Sıcağı gören çoraplarımızdan damla damla su akardı...
Yüzünün şekli değişen annemiz ters ters bize bakardı... 

Koca koca kütüklerin yandığı ocakta....

Isınınca kemiklerimiz hemen uyurduk ya kuru yerde ya kucakta...
*

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı büyük yaşayacaksın ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına. Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır. Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.” der,
Ataol Behramoğlu.
Hayat bize sunulmuş bir armağan ise eğer...

İşte o zaman bu hayat yaşamaya değer...

Bırakın armağanımızı istediğimiz biçimde kullanalım....

Özgür kalalım, allanalım pullanalım...

Hayatın her döneminde bize armağan olarak verilen yaşama...

Evde, okulda, askerde müdahaleler gerçekleşir aşama aşama...
Müdahaleye nasıl karşı koyacağınızı bilemezsiniz...
Korkuyla yaşar, yaşadıklarınızı kimsenin yaşamasını dilemezsiniz...
Çocukluğuma dönmeye öylesine özlem duyuyorum ki anlatamam...
Ey özgürlük sen benim bir parçam gibisin, kendimi senden ayrı tutamam...
Şu an geçmişime muhtaç durumdayım...
Uzaktayım çocukluğumdan, yanımda ne emmim var, ne de dayım...
O zaman küçücüktü, minnacıktı ellerim, ayaklarım...
Şimdi büyüdüm ama elimden alındı çocukluk yapma haklarım...
Dün yaşadıklarım, bu gün öylesine ağır geliyor ki o küçük bedene...
Yaşamın bir anlamı kalmadı artık bedel ödene ödene...
Dönmek istesem de dönemiyorum eskiye artık...
Düne bedel ödeye ödeye yarınımızı kararttık...
Hayalde bile olsa artık o günlerden çok uzaklardayım....
Kapana kısılmış yarınım, yaşamın bana kurduğu tuzaklardayım...
Beden bile razı değilken akıl buna nasıl kanar?
Çocukluğuma özlem duyuyorum diye belki birileri kalkar beni kınar...
Ah bir dönsem, bir dönebilsem o günlere...
Hasret kalmazdım çocukluğumdaki düğünlere...
Bana bıraksalar ne alır ne getirirdim dünden bugüne bilemem...
Yaşam yasak getirmiş bana hep ağlarım, asla gülemem...
Döşüm açıktı, divitinden mintanımın yarısı yırtık...
O zamanlar yaşadıklarımın hiç biri bana ait değil artık...
Çünkü sanki başkası yerime yaşamış gibi geliyor bu günlerde...
Göbek atar oynardık davullu zurnalı düğünlerde...
Kendimden ne çalabilirim, çaldıklarımı nereye, nasıl saklayabilirim...
Bilmem bu yaşamda insanca yaşamayı ne zaman haklayabilirim...
Yaşayamadığım, savunamadığım, ellerimden uçup giden hayatım bana yeniden ver bir yön...
Ey benden uzaklara kaçıp giden çocukluğum, n’olur artık bana geri dön...
Dön ki bıkmışlığım, çaresizliğim, korkmuşluğum benden uzaklara kaçıp gitsin...
Onlar benden uzaklara gitsin ki benim yaşam çilem bitsin...
Hayallerim, sürüklendiği okyanusta nefes alamaz olmuş, boğulmuş.
Hâlâ öbek öbek duruyor. Sanma ki gönlümdeki sis bulutları dağılmış.
Okyanusun derinliklerinde kaybolmuş o koca koca umutlarım...
Bana yapmadığın kalmadı ey densiz yaşam seni yürekten kutlarım...
Okyanus öylesine derin ki dumura uğramış hayallerimi bulmam mümkün değil artık...
Mevsim hazana döndü, zümrüt yeşili yapraklarımızı sararttık...
Hepsi karıştı ummana uzaklara aktı gitti...
Bir bilseniz acımasız hayat beni nice dertlere itti...
Akıntı şiddetli dünlerim dönmez artık geri...
Şimdi yerinmenin, yakınmanın ne zamanıdır ne de yeri...
*
Evet, hasreti burnumda tüten o uzaktaki yaşam, yalnız benim değil, bütün köylü çocuklarının yaşamıdır.
Afrikalı çocuklardan yoktu bir farkımız ama kentli çocuklarla aynı değildik.
Biz köylü çocukları, yaşadıklarımızı sanki bir yazgıymış gibi bildik...
İstesek de kentli çocuklarla aynı olamazdık.
Onlar gibi, sahip olmak istediklerimizi kolayca bulamazdık...
Kentli çocuklar elektrik ışığında doğmuşlardı, akçaydı tenleri.
Kiloları bizden fazla, boyları bizden uzun iriceydi bedenleri...
Biz köylü çocukları titrek alevli gaz lambasının loş ışığında merhaba demiştik yaşama.
Onlar her bayramda yeni giysiler giyer, köylük yerde ise pek önem verilmezdi giyime, kuşama...
Sarı sıcağın altında büyüdük. Onun için rengimiz karacadır bizim...
Kendi sorunumuza kendimiz arar bulurduk çözüm...
Duruşumuz haşindir ama dostluğumuz içten...
Herkes birbirini tanırdı, kimse gazel okumazdı hariçten...

Bakışımız sert, kalbimiz yumuşakçadır...
Dostluğumuz candan, adaletimiz hakçadır... 
Henüz dört-beş yaşında iken başlardık doğanın ağır koşullarıyla boğuşmaya...
Her defasında yenilirdik, Tabiat Ana’ya...
Çok ezilirdik kentli çocuklara kıyasla...
Buna rağmen direncimizi yitirmezdik, pes etmezdik asla...
Çünkü buna zorunluyduk, biz köylü çocukları...
Ne yazın sarı sıcağı korkuturdu bizi, ne de kışın kuru soğukları...
Oysa kentli çocukların yoktu böyle bir derdi...
İsteyen istediği gibi hareket ederdi...
Köylü çocuklar, yanar tutuşurdu kentli çocuklar gibi yaşamanın hevesiyle...
Kentte yaşayan köylü çocukları bile ya ayakkabı boyacılığı yapar ya da “Taze simit geldi, simiiiit…”  deyip simit satardı sabahın sessizliğini bozan ince ve cılız sesiyle...
O zaman bedeni kentli, ruhu köylü kentlilerin çocukları olurduk...
Varoşların karbon dioksit kokan havasını solurduk...
Biz köylü çocukları gün ışımadan kalkıp kuzularımızı güderdik...
Yalnız ailemize değil, muhtaç komşularımıza da yardım ederdik...
Yaşımız küçücüktü, sorumluluklarımız kocaman...
Henüz okul çağında bile değildik, ağır sorumluluklar yüklendiğimiz zaman...
Gereği gibi beslenmezdik, çoğu zaman sağlığımızı hiçe saydık...
Başka çaremiz yoktu, bunu yapmak zorundaydık...
Zira yaşadığımız coğrafyanın koşulları bunu gerektiriyordu...
Ömür törpüleyen bu yaşam son derece zordu...
Bunu yapmayanın o coğrafyada barınması olanaklı değildi...
Bir bilseniz o haşin doğa nicesinin adını kütükten sildi...
*
Köydeki öteki akranlarım gibi kuzu güdüp çobanlık yaptığımda henüz beş-altı yaşlarındaydım...
Yaşamımın o kesitinin bir gününü iki gün saydım...
Sabahın köründe kalkar kuzu güderdim erini erini...
Günün birinde kurda kaptırdım güttüğüm kuzulardan birini...
Kuzularımın en irisini boynundan kavrayan kurt, şaha kalkan at gibi bir çırpıda kayboldu gözden...
Korkuyordum kurttan, ardından gidemedim bu yüzden...
Ya geri döner beni de yerse? korkusu var içimde...
Gözlerim kan deryasına dönmüş, üstüm başım perişan biçimde...
Kurt afiyetle yedi kuzumu, ben cesaret edip arkasından gidemeyince...
Oysa hiç bir şey senin olmamalı, emek verip bedel ödemeyince...
Oturdum ağladım, koca koca yarıklarla birbirinden ayrılmış suya hasret toprağın üstünde...
Yarenlerim; “İyi bir çoban olsaydın kuzuna sahip çıkardın” diyerek alay ettiler böylesi bir günde....
Yine de benimle alay edenlerden, anneme babama nasıl bir yalan söylemem gerektiğini sordum...
Çünkü annemin, babamın; bana kızmalarından hatta dövecek olmalarından korkuyordum...
Hani haksız da değillerdi, o kadar emek verir zahmet çekerdi...
Öyle olunca besleyip büyüttükleri kuzunun acısı içlerine çökerdi...
O kadar emek vermelerine rağmen yılda bir tane bile olsun kesip yemeye kıyamazlarken, kurt alıp götürmüştü kuzularının en güzelini, en irisini...
Artık varın siz düşünün bu adaletsiz yaşamın gerisini...
Belki; “Altı üstü bir kuzu insan, bir kuzu için hiç evladına kızar mı?” diyebilirsiniz.
Hani belki zengin olsanız kızmazsınız bir kuzu yerine birkaç tane kuzu alırsınız...
Ama yoksul bir köylü için bir kuzunun çok büyük bir önemi vardı...
Kimilerinin parayla oynadığı bir ülkede yoksul olmak son derece zordu...
Çobanlığımın ilk günlerinde yaşadığım bu talihsiz olayı bir daha yaşamadım asla...
Çünkü zamanla ustalaştım eskiye kıyasla...
“Hadi canım sen de kuzu gütmenin ustalığı mı olurmuş?” demeyin...
İnsanlar dünyasında belki kabul görmez ama hayvanlar dünyasında boşa gitmez emeğin...
Her işte olduğu gibi bu işin de incelikleri vardır mutlaka...
Bu söylediklerimin hepsini yaşadım, sanmayın şaka...
Bu talihsiz olay sonrasında kuzularımın, oğlaklarımın her birine ayrı birer isim verdim...
Onları kurttan kuştan korumaktı benim yegâne derdim...
Yakın çevremde dolaşsınlar, benden uzaklaşmasınlar diye...
Annemden gizli gizli çaldığım ekmekleri onlara ederdim hediye...
Hatta ekmek çalamadığım zamanlar annemin bana verdiği azığı onlara yedirir, kendim aç kalırdım...
Onlara bir verir, ama karşılığında bin alırdım...
Adlarını söyleyerek yanıma çağırır sever, okşardım onları...
Hemencecik mayışır, kendinden geçer değişirdi ses tonları...
Son derece hoşnut olurlardı bu işten...
İki taraf da memnunluk duyardı bu gidişten...
Hemen pervane gibi dönerlerdi çevremde...
Demek ki iyiliğin de kötülüğün de karşılığı vardır evrende...
Onlar, benim arkadaşlarım, sadık dostlarımdı...
Onların derdi, tasası benim ah-û zârımdı...
Kendilerine yaptıklarımı karşılıksız bırakmazlardı...
Çok kalabalık değillerdi, sayıca azlardı...
Yakınlıklarıyla, içtenlikleriyle karşılık verirlerdi bana...
Meleşip dururlardı arkamdan yana yana...
 *
Evet, ben bir köylü çocuğuyum...
Gitsem de gitmesem de uzaktaki o köy, benim köyüm...
Gönülden sevdalandığım bir sevgilim vardı...
Adı, Bergüzar’dı...
Bergüzar ilk aşkımdı...
Bir güvercin kadar ürkek ve şaşkındı...
Kendisi bir Çingene kızıydı...
Kalbimdeki ilk sızıydı...
Sarıydı belik belik örülmüş saçları, yemyeşildi gözler...
Baldan daha tatlıydı, iki dudağının arasından süzülen sözler...
Bir hazan mevsiminin son günleriydi...
Köyümüzün üst yanındaki eski köy çeşmesinin hemen yanı başındaki dut ağaçlarının altı, Bergüzar’ın ailesinin çadır yeriydi...
Göçmen kuşlar gitmiş, Tabiat Ana libasını çıkarmıştı...
Havalar iyiden iyiye soğumuş kar, dağları sarmıştı...
Anlayacağınız kışın eli kulağındaydı, kar ha yağdı ha yağacak...
Sert esen rüzgârlar sanki her tarafı tipiye boğacak...
Bir başka olurdu bizim oraların karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun karakışları...
İçimi okşuyordu, Bergüzar’ın sıcacık bakışları...
Bir sabah baktık ki her tarafı kaplamış beyaz bir örtü...
Karakışa yenik düşmüştü hazan, yere gelmişti sırtı...
Bir yağmaya başladı mı günlerce devam ederdi kar...
Tipi olduğunda karın şiddeti kat be kat artar...
Bergüzarların ailesi, bu karı geçici sandı...
Ama aniden başlayan kar, günlerce devam edince yollar kapandı...
Bergüzarlar gidemez oldular bir tarafa...
Zorunlu olarak yolculuğu kaldırdılar rafa...
Günler boyu devam edince fırtına, tipi, kar...
Köyden gitmeye fırsat bulamadı Bergüzarlar...
Hemen yerleştirildiler teyzemlerin, bizim yanı başımızdaki boş evine...
Köylülerimiz bağrına basıp ağırladı onları sevine sevine...
Kalakaldılar bizim köyde yaklaşık altı ay boyunca...
Bergüzar’la bir kış boyu oyun oynadık, doyunca...
Böylece ilk çocukluk aşkım Bergüzar’la birlikte geçirdik, acımasız karakışlarından birini...
Öylesine tutulmuştum ki ona, kimse dolduramazdı onun gönlümdeki yerini...
Sabah-akşam onunla birlikte olurduk...
Aynı tasta su içer, aynı havayı solurduk...
Geceleri hariç hiç birbirimizden ayrılmazdık...
Silinmesin diye çocukluk aşkımızı altın harflerle kalplerimize yazdık...
Evcilik, en çok oynadığımız oyunların başında gelirdi...
Ben baba, o da anne olurdu…
Birer beze sarmaladığımız çubuklar...
Onlardı bizim çocuklar…
Evcilik oynarken güya kimse bizi görmesin diye gözlerimizi kapar öpüşürdük yanak yanağa...
Sonra birbirimize sarılıp uzandığımız çulun üzerinde bir sola dönerdik bir sağa...
Uyku hemen tutsak alırdı, küçük bedenlerimizi...
Her gece birimiz annelerimizin kucaklarında taşınarak bulurduk yatacak yerimizi...
Aradan aylar geçtikten sonra ilkbahar gelip karlar eriyince yollar açılmaya başladı...
Bergüzarların göçünü Karakaçan’a yükleyip köyden ayrılması içime kor gibi işledi...
Gözyaşlarıyla ayrıldılar bizim diyardan...
Bir daha da haber alamadım çocukluk aşkım Bergüzar’dan...







 
Bugün 90 ziyaretçi (110 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol