MANSUR ÖĞRETMEN
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 


MANSUR ÖĞRETMEN



Fahriye Kadın’ın kendisi ö
ğretmen olamamıştı. Ama içinde ukde kalan o duyguyu gerçeğe dönüştürmenin yolunu çoktan bulmuştu. Öğretmen olması için büyük oğlu Mansur’a küçük yaştan itibaren telkinlerde bulunmaya başladı. Yönlendirici telkinlerde bulunmanın yanı sıra onu en iyi şekilde yetiştirmek için insanüstü bir çaba harcıyordu.

Mansur büyümüş, okul çağına gelmişti. Ama köylerinde okul yoktu. Fahriye Kadın düşündeki hayali gerçekleştirmek için oğlu Mansur’u komşu köylerindeki ahırdan bozma okula yazdırdı. Mansur, yaşıtlarına göre çok daha şanslıydı. Çünkü arkadaşlarının okuma yazma bile bilmeyen anne ve babalarına karşın onun, biri okulda öteki evde olmak üzere iki öğretmeni vardı. Annesi Fahriye Kadın, tıpkı bir öğretmen gibi gece-gündüz demeden onunla birlikte titrek alevli gaz lambasının loş ışığıyla aydınlanan evlerinin tek odasında ders çalışır, ödev yapardı. Onun en iyi şekilde öğrenmesi için beş yıl öğrenim gördüğü Akçadağ Köy Enstitüsü’nde öğrendiği öğretim metotlarının tümünü uyguluyordu.

Okul, köylerine yaklaşık bir saatlik uzaklıktaydı. Mansur, köydeki öteki çocuklar gibi okula gidip gelirken -özellikle kış mevsiminde- güçlükler çekiyordu. Çünkü yaşamı çekilmez kılıyordu, Doğu coğrafyasının karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışları. Durmadan yağan karlardan ötürü günlerce kapalı kalırdı yollar. Yaşama engel olurdu geçit vermeyen şiddetli tipiler. Can alırdı dondurucu soğuklar. Yaşam koşullarının bu yoğunluğu nedeniyle Mansur ya günlerce ayrı kalırdı okuldan ya da her gün ayrı bir arkadaşının babasının, amcasının veya ağabeyinin gözetiminde gider gelirdi okula. Ama her zaman onların gözetiminde okula gidip gelecek kadar şanslı olmazdı. Doğa bu şansı tanımazdı onlara. Fırtına ve tipi kimi zaman okulda yakalardı onları. İşte o zaman zor günlerin adamı çıkardı ortaya.

—Kimdi bu zor günlerin adamı?

—Kim olabilirdi öğretmenden başka?

Hemen önderlik yapar, yol gösterir, yardımcı olurdu onlara. Göndermezdi onları köylerine. Kendi elleriyle teslim ederdi, okulun bulunduğu köydeki evlere. Taksim ederdi üçer, beşer. Sonra da ya köyden birini gönderir ya da kendisi çıkardı yüksekçe bir tepeye. İlkel dönemlerdeki gibi bu yüksekçe tepeden bağırarak iletişim kurardı, çocukların aileleriyle. Haber verirdi onlara: “Çocuklar emniyettedir. Merak etmeyin.” diye.

Öğretmenlerinin fedakârane çalışmalarına gözleriyle tanık olduğu için öğretmenliği bilinçli olarak seçen Mansur; halkının öğrencisi, öğrencilerinin öğretmeni olmak üzere 1960’ların ikinci yarısında göreve başlar.

Anadolu’nun üç ayrı bölgesinde uzun yıllar görev yapar. Öğretmenlik yaptığı bu süre içinde sürgünler yaşar, gözaltına alınır, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanır. Çeşitli olumsuzluklarla karşılaşır. Altı yıl çocuklarından ve ailesinden ayrı yaşamak zorunda bırakılır. Ve sonuçta emekliye ayrılır.

Emekliye ayrılmasının üzerinden on dört yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen hâlâ öğretmenlik yapan altmışındaki Mansur öğretmen, içeri girdiğinde büyük bir sessizlik egemendi. Sinek uçsa bile kanat çırpışları duyulacak kadar sessizdi Öğretmenler Odası. Hiçbir zaman olmadığı kadar aydınlıktı içerisi. Aydınlığı, karanlığa egemen kılan bir ışık kaynağı var gibiydi odada. Odadaki bu ışığın, güllerin bile kendisine özenmeye yeltendiği zarif, nazenin bir hanımefendiden çevreye yansıdığını anlamakta gecikmedi Mansur Öğretmen. Çünkü kapıdan içeri girdikten sonra her zaman oturduğu masasına doğru yönelirken masanın çevresindeki koltuklardan birine oturan bir dilberle yüz yüze geldi. Tıpkı masallarda anlatılan periler kadar güzeldi. Gözlerini ondan alamadı. Tıpkı efsanevî Pers hükümdarı Behram-ı Gûr gibi...

Mâni adında yaşlı bir nakkaş, bir av esnasında Hıtaylı varsıl bir tüccar tarafından satılığa çıkarılan bir cariyenin resmini Behram’a gösterir. Kendisine resmi gösterilen cariyenin adı, Dilârâm’dır. Dilârâm’ın güzelliği dillere destandır. Gören kendini kaybeder onun güzelliği karşısında. Resmini gördüğü andan itibaren Dilârâm’a büyük bir tutkuyla bağlanan Behram, Hıtay’a gönderttiği adamları aracılığıyla onu satın aldırıp hemen yanına getirtir. Dilârâm’ı yanına getirtince ülke işlerini tamamen yüzüstü bırakan Behram, Dilârâm’ı ayırmaz hiç gözlerinin önünden. Bir yandan güzelliğini seyreder, öte yandan ona türküler, şarkılar söyleterek sesini dinler. Bu durum aylar boyunca devam eder. Bir zaman sonra ceylan avına çıkar. Ava çıkarken bile Dilârâm’ı yanından ayırmaz. Birlikte götürür onu. Onsuz duramaz çünkü. Her gece ayrı bir eğlence düzenletir. Eğlenceler boyunca hep içermiş. Sonra da onunla birlikte olurmuş. Günün birinde içkiyi fazla kaçırınca sarhoş olur. Bu sarhoşluk anında cariyesi Dilârâm’a kızan Behram, onu kimsenin bulunmadığı ıssız bir diyarda terk eder. Ama bir sonraki gün yaptığından nedamet duyar. Dilârâm’ı aratmaya başlar. Behram, tüm aramalara rağmen izine rastlanamayan Dilârâm’ın aşkından hastalanıp aklını yitirir. Bunun üzerine dört yüz hekim tarafından tedaviye alınır. Kendisine uygulanan tedavi sonucunda biraz kendine gelen Behram’ı avutmak amacıyla yedi köşk yaptırılır. İçleri nakkaşlar tarafından bezenen bu köşklere yedi iklim hükümdarlarının kızları getirtilerek yerleştirilir. Behram, her gün bir köşkte eğlenir. Kendisi için inşa edilen yedi köşkte, yedi iklim hükümdarlarının kızlarıyla birlikte olur. Onlarla birlikte gelen kişiler tarafından anlatılan hikâyeleri dinleyerek teselli bulmaya çalışır. Yedinci gün, Harezm’den gelenlerden biri Behram’a, Dilârâm’ın kendi ülkesinde olduğu müjdesini verir. Bunun üzerine hemen Harezm’e gönderdiği büyük bir kafileyle Dilârâm’ı geri getirtir. Dilârâm gelince Behram, tekrar eski sağılığına kavuşur ve mutlu bir şekilde yaşamaya devam eder.   



.   
 
Bugün 39 ziyaretçi (48 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol