KARDEŞİMİN BANA YAZDIRDIKLARI
KARDEŞİMİN BANA YAZDIRDIKLARI

Hayalleri vardı, gerçekleşemeyen…
Düşleri vardı, yarım kalan…
Sevdası vardı, yaşanmayan…
Aşkları vardı, bilinmeyen…
Umutları vardı, kendisiyle toprağa gömülen…
Özlemleri vardı, giderilemeyen…
Gizleri vardı, kalbinde saklı kalan…
Hedefleri vardı, ulaşılamayan…
Hüznü vardı, paylaşılamayan…
Dertleri vardı, dermanı bulunmayan…
Acısı vardı, yürekler dağlayan…
Sevgisi vardı, kora dönüşen gönüllerde…
Kim bilebilirdi?
Onun acısının yürekler dağlayacağını…
Kim bilebilirdi?
Onun sevdasının yarım kalacağını…
Kim bilebilirdi?
Yarınlara dair umutlarının gerçekleşemeyeceğini…
Kim bilebilirdi?
Akdeniz’in sularının onun yaşamına son vereceğini…

Evet tarih;
9 Temmuz 1977.Günlerden cumartesi.
Saatler 16.40’ı gösteriyordu…

Ve O,
Ömrü kısa… Umutları yarım… Sevdası gizli… Derdi dermansız…
Bir şekilde… Veda etti yaşama…
Bir daha…
Ve bir daha da görüşmemek üzere ayrıldı
Aramızdan…
Yüreklerimizi dağladı onun yok oluşu…
Yangın yerine dönüştürdü
Döşümüzü…
Baykuş öttürdü hanemizde…
Viraneye çevirdi ocağımızı…
Göremeyecektik artık o
Bir tanemizi…

O çıkmıştı artık dönüşü olmayan
YOLA…
Acısı ilk günkü kadar bağrımızı yakıyor
HÂLÂ…
Uğur ola kardeş sana uğur
OLA…

 Birkaç aydan beri yakalandığı ağır bir hastalığın pençesinde kıvranan annem, Elazığ Devlet Hastanesi’ne yatırılmıştı. Babam da annemin gereksinimlerini karşılamak üzere orada kalmış, köye dönmedi bu süre içinde. Annem hastanede, babam onun yanında kalmaya zorunlu olunca ben, aramızda üç yaş farkı bulunan kardeşim Ahmet ve henüz 4–5 aylık bir bebek olan kız kardeşim Güler, özlerden daha öz olan üvey babaannemin şefkatli kolları arasında bulmuştuk kendimizi.

 Yıl 1956.
Mevsim yaz…
Aylardan Temmuz…

Temmuz güneşinin kara sıcağıyla kavrulan bir günün akşamıydı. Henüz 4–5 aylık bir bebek olan kız kardeşim Güler, uyuyordu beşiğinde. Ben, keçi ve koyunlarımızı sağ-makta olan babaannemle birlikte ağılda bulunuyordum. Kardeşim Ahmet kapının önünde oyun oynuyordu, tek başına. Keçi ve koyunlarımızı sağan babaannem, süzüp kaynattığı sütü mayalama işini bitirmişti. Sırada akşam yemeği vardı. Hazırladığı nevaleyi koydu yer sofrasına. Tam sofraya oturacaktık ki, az önce kapının önünde oyun oynayan kardeşim Ahmet’in olmadığını fark ettik. Aradık evimizin yanını yöresini. Sorduk, kapı komşuya birer birer. Ama kardeşim Ahmet yoktu, ortalarda. Yer yarılmış da içine girmişti adeta. Komşularımız, hemen erkeğiyle kadınıyla birlikte koştular yardımımıza. Onlarla birlikte en kuytu yerleri de içinde olmak üzere köyümüzün her tarafını aradık didik didik. Ama nafile. Hiçbir yerde izine rastlanamadı, kardeşim Ahmet’in. Uzun aramalarımıza rağmen izine rastlanamayan kardeşim Ahmet bulunamayınca yardımımıza koşan komşularımızla birlikte doluştuk, titrek alevli idare lambasının loş ışığıyla aydınlanan tek odalı evimizin mutfağına. Herkes ağlıyor… Ağlıyor… Ağlıyordu…

Bizi teselli etmeye çalışan komşularımız da en az bizim kadar üzüntülü ve kaygılıydılar. Kimileri bizimle birlikte hıçkıra hıçkıra ağlarken, kimileri de daha da ileri giderek ağıtlar yakmaya başlamıştı. Adeta bir yas yerine dönmüştü, evimiz.

Gece bir hayli ilerlemiş ve orada bulunan herkes helak olmuştu ağlamaktan. Öyle bir an geldi ki ses seda çıkmaz oldu kimseden. Matem yerine dönüşen evimizde bulunan komşularımız, çömeldikleri yerde başlarını iki elinin arasına almış ve gözlerini bir noktaya odaklamış düşünüyordu kara kara.

Ortalık ölüm sessizliğine bürünmüştü adeta. Yataklarımızın üst üste yığılı olduğu yerde ayakta duran, gelinlik çağındaki Hanım Abla:
—Burada birileri var galiba, dedi.
—Nerede? diye sordular.
—Yatakların arasında… dedi Hanım Abla.
—Sana öyle geliyor. Kim olabilir üst üste istif edilmiş yatakların arasında? dediler.
Komşumuz Hasan Dede’nin kızı Hanım Abla:
—Vallahi de billahi de birileri var, bu yatakların arasında. İnanmayan gelsin dinlesin nefes alıp vermelerini, dedi.
Bunun üzerine komşularımızdan biri kalktı, oturduğu yerden. Vardı Hanım Abla’nın yanına. Dayadı kulağını, üst üste istif edilen yataklara.
Sonra:
—Hanım doğru söylüyor. Bir ses geliyor yatakların arasında. Hem de nefes alır-verir şekilde bir ses, dedi.
Komşularımızdan bir başkası vardı yatakların yanına. Araladı, yatakların en üst kısmında bulunan yorganın bir katını. Yorgan aralanır aralanmaz gerçek tüm çıplaklığıyla çıktı ortaya. Akşamdan beri tüm komşularımızla birlikte aradığımız üç yaşındaki kardeşim Ahmet, aralanan yorganın içinde uyuyordu mışıl mışıl. Olanlar karşısında şaşkına dönen komşularımız, engel olamadılar sevinç gözyaşlarına. Ben hemen kucakladığım kardeşim Ahmet’e sıkı sıkıya sarılırken, başta babaannem ve büyük teyzem olmak üzere hüzünlenerek hüngür hüngür ağlayan komşularımız, bağırlarına basarak öptüler bizi.
Olay, mutlu bir şekilde sona erdiğinde vakit, gece yarısını çoktan geçmişti. Yardım ve desteklerini bizden esirgemeyen komşularımız bize; “iyi geceler” dileyerek evimizden ayrıldılar birer, ikişer…
Her yaz tatilinde olduğu üzere o yaz tatilinde de; kardeşim Ahmet’in asker olmasın-dan ötürü bana her zamankinden daha çok ihtiyaçları olan babamlara yardımcı olmak üzere köyümüze gitmiştim. Ben de ekin biçmek üzere sabah erkenden kalkan herkes gibi erkenden kalkmıştım.

Günlerden 20 Temmuz 1974.
Saatler, sabahın 06.00’sını gösteriyordu.

Her sabah olduğu üzere o gün de kalktığımda ilk olarak babamların “DELTA” marka pilli radyosunu açmak oldu. Her zaman şen şakrak türkülerin söylendiği radyoda o gün marşlar çalınıyordu. Şaşırmıştım doğal olarak. Acaba yine darbe mi oldu? diye. Ancak birkaç saniye sonra haberler verildiğinde anlaşıldı ki, darbeden ötürü değil, o gün başlatılan Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan ötürü çalınıyormuş marşlar.

Daha üç yaşındayken kaybolan kardeşim Ahmet, henüz dokuz aylık bir askerdi; “Karaoğlan” lakabıyla bilinen Başbakan Bülent Ecevit’in “Kıbrıs Barış Harekâtı”nı başlat-tığı 20 Temmuz 1974 günü. Sınıfı muhabereydi, Edirne-İpsala’da askerliğini ifa eden kardeşim Ahmet’in.

Harekâtın başlatıldığı 20 Temmuz sabahında ayrılmıyoruz, her 15 dakikada bir savaş haberlerinin verildiği pilli “DELTA” marka çantalı radyonun başından. Bir telaş, bir korku havası egemen oldu ailemizde. Annem durmadan ağlıyordu. Ben ikna etmeye, moral vermeye çalışıyorum ona. “Ağlama!” diye yalvarıyorum kendisine. Ama nafile. O durmadan ağlıyor. Çünkü oğlu savaşın tam ortasında… Yunan’ın hemen sınırında. Nasıl ağlamasın ki kadıncağız?

Günlerce devam eden “Birinci Barış Harekâtı”nın ardından yürürlüğe konan ateşkesin hemen sonrasında 14 Ağustos 1974 günü başlatılan ikinci harekât, savaşın; Türkiye-Yunanistan arasında yaşanacağına dair var olan endişeleri, korkuları daha da arttırdı.

Ama sonuçta akla gelen başa gelmemiş ve savaş birkaç gün sonra sona ermişti. Böylece asker kardeşim Ahmet, burada yaşam savaşını kazanmış ve ölüme galebe çalmıştı. Zamanı gelince de sağ-salim dönmüştü sılasına. On sekiz aylık askerlik süresince hiç izin kullanmadığı için Mayıs 1975 tarihinde terhis olan kardeşim Ahmet’in askerlik dönüşünde uğradığı ilk kişi ben olmuştum. Öğretmenlik yaptığım Tunceli-Mazgirt-Seyitli köyünde soluğu almıştı. Sarıldık iki kardeş birbirimize. Kucaklaşıp öpüştük dakikalarca. Hasret giderdik baş başa. Bende bir gece misafir kaldıktan son-ra ertesi gün bir taksi ile baba ocağına gittik birlikte. Annem; “Dünya gözüyle oğlumu gördüm” diye mutluluktan uçuyordu adeta.

Vatan borcu da bitmişti böylece. Tığ gibi delikanlıydı. İşsiz güçsüz duramazdı köyde. Avare dolaşamazdı ortalıkta. Sadece birkaç ay kalabildi köyde. Alışmıştı artık gurbete. Gel gel ediyordu gurbet kendisine. Günün birinde vedalaştığı annesinin ve babasının elini öptükten sonra terk etti sılasını, tuttu gurbetin yolunu. Kısa süre içinde İskenderun’da bulduğu bir şirket işinde çalışmaya başladı. Ancak fazla sürmedi oradaki işi. Çünkü o zamanlar inşaatına yeni başlanan Ceyhan-BOTAŞ Tesisleri inşaatında elektrik teknisyeni olarak işe başlamıştı.

Tarih;
26 Mayıs 1977.

Aynı zamanda sılasına en son gelişi de olan bu tarih, Ceyhan-BOTAŞ Tesisleri inşaatında elektrik teknisyeni olarak çalışan kardeşim Ahmet’in on beş günlük bir izin alarak sılasına vardığı gündü. Sılasına en son vardığı bu tarihte yine ilk geldiği kişi ben olmuştum. Bir gece misafirim olmuştu ki bu misafirlik, aynı zamanda bana geldiği son misafirliği de olmuştu, bahtsız kardeşimin. 27 Mayıs 1977 günü baba ocağına gitmek üzere ikimiz birlikte Tunceli’ye vardık. Tesadüf bu ya o gün sevgili babam da gelmişti Tunceli’ye. Gurbetteki iki oğluyla aynı anda buluşması hüzünlendirmişti onu. Engel olamadı gözyaşlarına. Bastı ikimizi bağrına. Köyümüze gitmek üzere birlikte, kiraladığımız bir taksiye binerek yola çıkmıştık. Ancak yolun çamurlu olmasından ötürü o gün ertelediğimiz köy ziyaretini bir sonraki gün ancak gerçekleştirebilmiştik. Baba ocağın-da birlikte birkaç gece kaldıktan sonra –ki bu aynı zamanda son görüşmemiz ve son beraberliğimiz oldu- ben görev yerime geri dönmüştüm. Birkaç gün sonra da o dönmüştü, işinin başına. Ancak ne o biliyordu bütün bu beraberliklerin son olacağını, ne de biz… Bu tarihten yaklaşık bir ay sonra onun ölüm haberiyle sarsılacağımız hiç birimizin aklına gelmemişti, gelemezdi de… 

Benim ilk kardeşim, ailemizin de ikinci çocuğuydu o. Onun ölüm haberini alarak yaşamın soğuk yüzüyle tanışacağım hiç yoktu hesapta. Gencecik bir fidandı. Yirmi dört yaşındaydı henüz. Ona damatlıklar yerine kefen giydirmek çok ama çok acı gelmişti bize. Tabutunu güllerle donattık, gelin arabasının yerine.

Tarih; 10 Temmuz 1977.
Yer; Seyitli köyü/ Mazgirt-Tunceli

Günlerden pazardı. Temmuz güneşinin kara sıcağının egemen olduğu bir yaz günüydü. Okulların tatile girişinin üzerinden yaklaşık iki aylık bir zaman geçmişti. Ama buna rağmen ben, henüz ayrılmış değildim görev yerimden. Her zaman olduğu gibi o gün de Seyitli Köprüsü olarak bilinen yerdeki köy kahvehanelerinden birine gitmiştim. Oranın müdavimleri arasındaydım. Her gün kahvaltımı yaptıktan sonra oraya gider, akşama doğru da eve dönerdim. Hemen yanı başında Peri Suyu geçen kahvehane-nin yanındaki kavakların gölgesinde oturmuş, arkadaşlarla sohbet ediyorduk.

Vakit öğleni çoktan geçmişti. O anda motosikletli biri belirdi uzaktan. Bir süre sonra yanımıza geldi. PTT görevlisiydi, yanımıza gelen kişi. Görev yaptığım Seyitli köyünün bağlı bulunduğu Akpazar bucağındaki PTT şubesinde çalışıyordu. Köye sık sık gelip giderdi. Bundan ötürü tanışıklığımız daha önceye dayanıyordu. Ama hep hafta içi gelirdi köye. Pazar günleri hiç görmediğimiz için bir anda yanımızda tebdili kıyafetle görünce endişelendik doğal olarak. Ağzını bıçak açmıyordu, her zamanki şen şakrak adamın.
—İyi günler Mehmet Hoca’m, dedi.
—İyi günler. Hoş geldin, dedim.
Yanından hiç eksik etmediği posta çantasını çıkardı, motosikletinin selesinden. Açtı, çantanın fermuarını. Çıkardı içinden kara kaplı küçük defterini. Bu defterin içinden çıkardığı bir kâğıdı bana uzatarak:
—Buyurun hocam bu telgraf sizin, dedi.
Önce kara kaplı küçük defterin ilgili bölümünü imzaladım. Ardından PTT görevlisi tarafından bana uzatılan telgrafı aldım. İşte tam o anda bir kor düştü ki içime, hiç sormayın.
Yakmaya başladı bedenimi.
Hem de ne yakış…
Tarifi mümkün değil.
Onu ancak bir ben bilirim, bir yaşayanlar…
Alev alev yanıyor yüreğim…
Belli ki telgraf çok önemliydi…
Yoksa PTT görevlisinin bu tatil gününde ne işi vardı burada?
Ellerim titreye titreye açtım telgrafı.
Telgraf bir gün öncesinden çekilmişti.

Yani
9 Temmuz 1977 Cumartesi günü.

Üzerinde; hepsi de Tuncelili olan ve tamamını tanıdığım birkaç kişinin adı bulunan telgraf; Ceyhan-BOTAŞ Tesisleri İnşaatı’nda çalışan kardeşim Ahmet’in iş arkadaşlarından geliyordu.
Güçlükle tutabiliyorum telgrafı. Bir hüzün sardı ki bedenimi sormayın. Ellerim titremeye, dişlerim zangırdamaya; damağım kurumaya, dilim dolanmaya başlamıştı. Konuşamaz hale gelmiştim… Telgrafın içindeki; “Kardeşiniz kazası geçirdi. Hastanede tedavi altına alındı. Seni görmek istiyor. Acilen gel…” cümlelerini okuduğumda.

Telgraf, “Yıldırım Telgraf”tı. Arkadaşları tarafından çekilmişti. Öyle ise kardeşim ya ağır yaralı, ya da ölmüş olmalıydı. Ama ben, her şeye rağmen “ölüm”ü aklıma getirmek bir yana düşünmek bile istemiyorum. Ölümü yakıştıramıyorum ona. O’nun adını “ölüm”le bir arada anmak tüylerimi ürpertiyordu, azap veriyordu bana çünkü. Ömrünün baharındaydı, 24 yaşında körpecik bir fidandı henüz. Daha damatlıklarını bile giyinmemişti. Al kınalar yakılmamıştı, ak ellerine. Kefene sarınmak yakışır mıydı ona, damatlıklarını giyinmeden? Bunun için umutlarımı yitirmek, onun adını ölümle yan yana anmak istemiyordum.

Kalkmak istiyorum ama olmuyor, kalkamıyorum bir türlü. Ayaklarım dolanıyor birbirine. Dizlerimin bağı çözüldü. Ben bende değildim artık. Bir başka “ben” belirmeye başladı, içimde. Aklını yitiren, şuurunu kaybeden, kor ateşlerde cayır cayır yanan bir “ben” vardı artık... Ama bu böyle yürümez, yürümemesi gerekiyordu. İçimdeki o bir başka “ben”i yenmem, ona galebe çalmam lazımdı. Yoksa nasıl yetişebilirdim, biricik kardeşimin carına? Dizgin vurdum duygularıma. Bir yana bıraktım duygusallığı. Kalktım oturduğum yerden. Orada bulunan arkadaşlardan birinin yardımıyla vardım evime. Evden eşimi, büyük kızım Zeynep Enhar’ı, oğlum Murat Ender’i ve henüz birkaç günlük bir bebek olan kızım Eylem Esengül’ü de yanıma alarak Elazığ’a doğru yola çıktım. Güneş batmış, gün akşam olmuştu Elazığ’a vardığımızda. Orada, eşimi ve çocuklarımı aynı zamanda kayınbabam da olan Haydar Amcamlara bıraktım. Elazığ otogarına gitmek üzere evden çıkıyordum ki olaydan haberdar olan Haydar Amca’m geldi eve. Tek başıma gitmeme gönlü razı olmadı, Haydar Amca’mın. “Bekle birlikte gidelim” dedi. Bekledim… Onunla birlikte vardık, Elazığ otogarına. Orada Adana’ya giden ilk otobüsle yola çıktık hemen.

Kardeşimin kaza geçirdiğini duyup üzülmesinler diye babamları, Tunceli’deki amcamları ve kardeşlerimi bile haberdar etmedim. Gidip durumunu gözlerimle gördükten sonra onlara haber ederim diye düşündüm. Meğer benim, burnunun kanamasına bile razı olmadığım kardeşim bizi boynu bükük, bağrı yaralı bırakıp gitmişti. Haydar Amca’mla birlikte Adana’ya doğru yol almakta olan otobüsle yolculuk yaparken, ölümü en uzak olasılık olarak düşünüyorum. Hatta aklıma hiç getirmiyorum.

Çünkü onun adını ölümle aynı cümlede kullanmak bile kahrediyor beni…
Çünkü ölümü yakıştıramıyorum ona…
Çünkü O, 24 yaşında gencecik bir fidandı henüz…
Çünkü onun yaşamasını istiyorum, ölümünü değil…
Haykırıyorum sessiz çığlıklarla…
Yalvarıyorum Mevla’ya:
 “Kardeşime yardım eyle. Benden önce sen yetiş onun carına” diye.

Dedim ya haber bile vermedim anneme, babama, emmime, dayıma, dostuma, yarenime. Onlar kaza geçirdiğini duyup üzülmesinler, ağlamasınlar diye…
Ben ağlıyorum onların yerine…
Ama hıçkıra hıçkıra değil, gözyaşlarımı içime akıtarak… Yeni bir güne başlarken dayanılmaz büyük acıların bana kucak açacağını nereden bilebilirdim, ben.
Gecenin zifiri karanlığında hızla ilerleyen otobüste yan yana oturduğumuz Haydar Amca’m her yarım saatte bir:
—Mehmet!
—Efendim amca…
—Üzülme… Belki de senin düşündüğün gibi değil… Belki de ihtiyacı var bizim dualarımıza… Dua edelim ona…
—Tamam amca… Dualarımız onunla osun… diyorum.
Ve otobüs ilerliyor, Adana’ya doğru…
Sessiz gecede karanlıkların arasından süzüle süzüle…
Gecenin zifiri karanlığında kardeşimi arıyor, gözlerim…
Kulaklarım sesini duymak istiyor, onun…
Kalbim onunla kucaklaşmak…
Kollarım ona sıkı sıkıya sarılmak…

Ama nafile…
Kabul görmüyor dileklerimin hiçbiri…
Biri, bana bu yaşadıklarımın bir rüya olduğunu söylesin istiyorum. Söylesin ki içime akıttığım yaşlar, sevinç gözyaşları olsun.
Olsun ki ben, acıdan değil, sevinçten ağlıyor olayım…
Kanat takıp uçayım sılama doğru…
Müjdeli haberi vereyim anneme, babama…

Ama nafile…
Kimse söylemiyor bana, bunun bir rüya olduğunu…
Ufuklar güneşi doğurmadan ben, karanlığın sancısından kurtulmak istiyorum… Umut besliyorum yarına…

Ama nafile…
Meğer yarınlar dünden daha sancılıymış…
Bir çağlayan olup akmasını istiyorum umutlarımın… Kötülüklerin ve acıların tümünü önüne katıp götürecek bir sel olmasını istiyorum onların…

Ama nafile…
Olmuyor…
Kabul görmüyor dileklerim…

Ve karanlık gecenin sessizliğini yara yara yol alan otobüsün içinde yan yana oturduğumuz Haydar Amca’m bir daha yineliyor:
—Mehmet!
—Efendim amca…
—Üzülme… Belki de senin düşündüğün gibi değil… Belki de ihtiyacı var bizim dualarımıza… Dua edelim ona…
—Tamam amca… Dualarımız onunla olsun…
Ve otobüs ilerliyor Adana’ya doğru…
Sessiz gecede karanlıkların arasından süzüle süzüle…
Gözlerin yaş, gönlüm hüzün dolu…
Hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden…
Yüreğim yanıyor alev alev…
İksirli bir su içmek istiyor canım…
Alev alev yanan yüreğimin korlarını söndürecek, acılarıma son verecek bir su…
Ve nihayet sessiz gecede karanlıkların arasında süzüle süzüle yol alan otobüs duruyor, Adana-Ceyhan yol kavşağında.
Ve otobüsün, uykusuzluktan helak olan muavini yalpalaya yalpalaya yanımıza gelerek:

—Abey… Burada ineceksiniz… De ha taksiler duruyor orada… Onlardan birine binin Ceyhan’a götürür sizi… Zaten yakındır, Ceyhan… Birkaç dakikada ulaştırır sizi ora-ya…

Hemen duran otobüsten iniyoruz, Haydar Amca’mla birlikte. İndiğimiz yerden ışıkları görünüyordu, Ceyhan’ın. Ufuklar, umutla beklediğim güneşi doğurmamıştı henüz. Ama yarınların müjdecisi olan şafak sökmüştü artık. Şafağın alaca karanlığında yürüyoruz, indiğimiz noktadan yaklaşık 50. m. uzaklıkta bulunan taksilere doğru. Varıyoruz, birinci sırada bekleyen taksinin yanına. Şoför:

—Buyurun ağabey, diyor.
—BOTAŞ inşaatına gideceğiz…
Koltuğunda oturan şoför, aşağı inip öte yanına dolandığı taksinin kapısını açarak:
—Buyurun… Binin…
Biniyoruz taksiye. İlerliyoruz Ceyhan’a doğru. Birkaç dakika içinde vardık Ceyhan’a. Taksi şoförü:

—Ağabey belli ki garibansınız. İsterseniz ben sizi burada, yarım saat sonra BOTAŞ inşaatına gidecek olan servisin kalktığı noktaya bırakayım. Onunla gidersiniz, boşuna para vermeyin taksiye, diyor.
—Sağ olun… Bekleyecek zamanımız yok. Bir an önce oraya gitmek istiyoruz. Siz, bizi taksiyle bırakın oraya diyorum.
—Siz nasıl isterseniz, diyor taksici.
Taksi yol alıyor, BOTAŞ’a doğru. Tozlu ve topraklı yolda yürürcesine ilerleyen taksi-nin içinde birlikte oturduğumuz Haydar Amca’m:
—Mehmet!
—Efendim, amca…
—Belki de düşündüğümüz gibi değil… Belki de ihtiyacı vardır dualarımıza… Dua edelim, diyor.
—Tamam, amca dualarımız onunla olsun…
Ve ufuklar doğuruyor güneşi…
Hem güneş sancılı, hem de güneşi doğuran ufuklar…
Ve güneş umutsuz…
Ve ufukların sancılı doğurduğu umutsuz güneşin ilk ışıklarıyla birlikte giriyoruz BO-TAŞ inşaat alanına.
Dur! dediler bize.
İzin vermediler girişimize.
Olaydan haberdar olan taksici, kaza geçiren kişinin bizim yakınımız olduğunu anlamış olmalı ki taksiden inip içeriye girişimize izin vermeyen görevlinin kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra tekrar direksiyona geçip görevlinin açtığı kapıdan girdi içeri.

Bizi doğruca inşaatın baraka tipi idare merkezine götüren taksici, yine orada görevli olan birinin kulağına bir şeyler fısıldadı, sonra parasını alarak ayrıldı oradan. Biz oraya vardığımızda mesai başlamamıştı. Yetkililer, henüz gelmiş değillerdi, idare binası-na. Kapılar açık olmadığı için bizi, dışarıda bulunan banklara oturtup “Hoş geldiniz” dedikten sonra bize bir çay ısmarlayan ve taksici tarafından kulağına bir şeyler fısıldanan görevli, hemen yetkililere haber vermeye gitti. Durumdan haberdar edilen görevli, kısa bir süre sonra yanımıza geldi.

—Hoş geldiniz, deyip kendini tanıttı.
Biz de:
—Hoş bulduk dedik ve kendimizi tanıttık.
Mesai saatinin başlamasına yarım saatten fazla bir zaman olmasına rağmen kapıyı açtıran yetkili:
—İçeri buyurmaz mısınız? dedi.
Biz, “Olur” anlamında başımızı hafif eğdik.
Birlikte girdik, yetkilinin makam odasına. Bir çay daha ısmarlandı. Onu da içtik. Çaylar bir daha tazelenmek istenince, ben:
—Beyefendi biz buraya çay içmeye gelmedik. Kardeşimin durumunu merak ediyoruz. Hangi hastanede olduğunu söyleyin de bir an önce gidip kendisiyle görüşelim, diyerek müdahalede bulundum.
Yetkili:
—Kardeşinizin hastanede olduğunu kim söyledi size? dedi.
—Bize gönderilen telgrafta yazıyordu…
—Kardeşiniz hastanede değil beyefendi, dedi yetkili.

—Nerede?
—Şey… Efendim…
—Öldü mü yoksa? diye sordum.
—Maalesef… Kaybettik onu… Çok üzgünüm… Başınız sağ olsun…
Duyduğum bu acı haberle yıkıldım…
Dünyanın enkazı altında kalmış gibi hissettim kendimi…
Yerini onulmaz acılara bıraktı, umutlarım…
Hıçkırıklara dönüştü duygularım…
Soğuk bir ter boşandı bedenimden… 
Bir kor düştü ki içime dayanılacak gibi değil…
Ciğerimi yakan ateş sardı bedenimin tamamını…
Yangın yerine dönüştü, vücudum…
Kaybettim kendimi…
Ben bende değildim artık…
Umutları tükenmiş bir “ben” vardı içimde…
Ayılttılar beni…
Su verdiler bana…
Kolonya döktüler tenime…

Ama ben ayılmak istemiyorum. O acı haberin silinmesi lazım belleğimden. Onun için hep baygın kalmak istiyorum. Bir daha duymak istemiyorum; “Başınız sağ olsun” söyleminin arkasında gizlenen “ölüm” sözcüğünü… Birilerinin, bana, bunun yalan olduğunu söylemesini bekliyorum.

Ama nafile…
Duyduklarım, bir düş değil gerçeğin ta kendisiydi. Biricik kardeşim yaşamıyordu artık. Bir daha göremeyecektim onu… Oturup baş başa sohbet edemeyecektik… Görüşemeyecektim bir daha onunla… Ne yazık ki benim ona yakıştıramadığım ölümü, kahpe felek reva görmüştü ona. Damatlıklar yerine ecel gömleği giydirilmişti üstüne, onun…
Gözlerimi açıyorum. Kendime geliyorum yavaş yavaş… Yanı başımda duran yetkiliye:
—Cesedi hangi hastanede? diye soruyorum.
Yetkili:
—Hastanede değil, diyor yutkuna yutkuna.
—Ya nerede?
—Bulunamadı henüz…
—Nasıl yani? Ceset nerede ki bulunamadı?
—Denizde, diyor yetkili.

Dayanamıyor bedenim…
Bana ağır geliyor kardeş acısı…
Bir daha kaybediyorum kendimi…
Ruhumu kabzeden karanlıktan kurtulmak istedikçe hüzün sarıyor bedenimi…
Kor düşüyor içime…
Yanıyorum alev alev…
Ben unutmaya çalıştıkça acılar geliyor aklıma…
Ruhum fırtınalı bir deniz gibiydi…
Dalgalandıkça arşa yükseliyor feryadım…
Umutlarım, o fırtınalı denizde yüzen, kâğıttan bir gemiye dönüşmüştü…
Bedenim, acımasız kayalarla haşin dalgalar arasında parçalanmaya mahkûm edilmişti…
Ben, gerçeğin aralanmış kapısında acılar denizinin mutsuz kaptanı gibiydim adeta…
Onulmaz bir yaraydı kardeşimin yokluğu…
Ani sağanaklarla taştan bedenime kazınan…
Acı veriyordu, yokluğu bana…
Kendime geliyorum…
Açıyorum gözlerimi…
Yine su veriyorlar bana… Kolonya döküyorlar tenime… Ayıltıyorlar beni…
Ama ben ayılmak istemiyorum… O acı haberin silinmesi lazım artık belleğimden…
Çünkü ben, “Başınız sağ olsun” söyleminin arkasında gizlenen “ölüm” sözcüğünü duymak istemiyorum artık…
Çünkü ben, ölümü yakıştıramıyorum ona…
Başucumda gözü yaşlı bekleyen Haydar Amca’m:
—Mehmet! diyor.
—Yok, amca dua etmeyeceğim artık. Çünkü onun ihtiyacı yok artık dualarımıza…
—Tamam… Haklısın…
Yanı başımda onlarca insan var, ağlayan gözlerle bekleyen…
Kardeşimin iş arkadaşlarıydı bunlar…
Birkaçını tanıyorum onların…
Sarılıyorlar bana… 
Kardeşimin kokusunu alıyorum onlardan…
Ağlıyoruz hep birlikte…
İçimize akıyor gözyaşlarımız…

Ben bir daha kaybediyorum kendimi. Ama bu kez bir başka yerde, Ceyhan Devlet Hastanesi’nde açıyorum gözlerimi. Sakinleştirici yapılmış bana. Yapılan sakinleştiricinin etkisiyle bir süre uyumuşum. Birkaç saatlik uykunun ardından kendime geldim yine. Ama doğrusunu söylemek gerekirse ben artık uyanmak, kendime gelmek istemi-yorum. Çünkü her kendime gelişte bir başka acıyla sarsılıyorum. Hele hele kardeşimin cesedinin hâlâ bulunamamış olması benim acımı daha da katmerleştirmişti. Cesedinin bulunamaması, ayda yılda da olsa ziyaret ederek kendimizi avutabileceğimiz bir mezarının bile olmaması demekti.

İşte bu acıların en katmerlisiydi…
En dermansızıydı…
En zalimiydi…

Sakinleştiricinin etkisiyle birazcık da olsa kendime gelince kazanın nerede ve nasıl meydana geldiğini sordum iş arkadaşlarına. Onların bana anlattıklarına göre; kardeşimin elektrik teknisyeni olarak çalıştığı TEKFEN adlı şirketin oradaki işleri, 8 Temmuz 1977 Cuma günü mesai bitiminde sona ermiştir. Kardeşim, aynı şirketin bir başka şantiyesinde çalışmak üzere 11 Temmuz 1977 Pazartesi günü oradan ayrılacakmış.

Ancak 9 Temmuz 1977 Cumartesi günü bir elektrik arızası meydana gelir, iskelede. Bunun üzerine oradan iki gün sonra ayrılacak olan kardeşim, arızayı gidermek üzere bindiği araçla arıza yerine, yani iskeleye varır. İskenderun Körfezi’nde, Yumurtalık ya-kasında yaklaşık 300 m. kadar denizin içine doğru uzanan betonarme iskelenin korkuluk demirleri yapılmamıştır henüz. İskelenin tam üzerinde taşıttan inerek kenara çekilen kardeşim, dönüş yapmak isteyen aracın manevra alanını genişletmek amacıyla bir dalgınlık sonucu arkasına bakınmadan gerisin geriye gider. İşte tam bu sırada olanlar olur. İskelenin uç kısmına geldiğinin farkında olmadan geriye doğru attığı adımı boşa çıkınca dengesini kaybeden kardeşim, korkuluğu bulunmayan iskeleden aşağıya düşer. Düşerken başını, iskelenin birkaç metre aşağısında bulunan betona çarpar. Ve sonra gömülür Akdeniz’in sularına.

Düşüş o düşüş…
Bir daha da görünmez olur, kardeşimin cansız bedeni…

İşte bu elim kazanın yaşandığı tarih:
9 Temmuz 1977…
Günlerden cumartesi…
Saatler 16.40’ı gösteriyor…

Ve 24 yaşındaki kardeşim Ahmet, veda eder yaşama…
Haydar Amca’mla birlikte olay yerine vardığımızda; 11 Temmuz 1977 Pazartesi gününü gösteriyordu, takvim yaprağındaki tarih. Olayın üzerinden iki koca gün geçmişti. Ama buna rağmen ne bir çalışma yapılmış, ne de bir çaba gösterilmişti, cesedin bulunması için…

Rahatsızlığımdan ötürü kaldırıldığım Ceyhan Devlet Hastanesi’nde yapılan sakinleştiricinin etkisiyle kendimi biraz toparlayınca cesedin bir an önce aranmaya başlanması için başta Ceyhan Cumhuriyet Savcılığı olmak üzere TEKFEN Şirketi Genel Merkezi’ne ve kardeşimin üyesi bulunduğu TÜRK-İŞ Adana Şubesi’ne yazılı müracaatta bulundum. Yardım talebinde bulundum kendilerinden. Girişimlerim neticesinde TEK-FEN Şirketi İskenderun ve Antalya’dan dalgıçlar getirtirken, TÜRK-İŞ de bir keşif uçağı kiralayıp hemen ceset arama çalışmalarına başladı. Ama ne yazık ki umutlar boşa çıkmış ve aramalar sonuçsuz kalmıştı.

Aramalardan istenilen sonuç elde edilemeyince bir elektrik mühendisi girdi devreye. Adını şu an anımsayamıyorum. Ama Sivaslı olduğunu ve kardeşimle birlikte çalıştığını çok iyi hatırlıyorum. Bizimle yakından ilgilenen bu mühendis:

“Ceset, büyük bir olasılıkla denizin içindeki inşaat atıklarının arasına gömülmüştür. Üzeri kum ve mille örtülmüştür. Böylece su yüzeyine çıkması olanaksız hale gelmiştir. Bu durumda bulunan bir cesedin su yüzeyine çıkması için olay mahallinden büyük tonajlı bir yük gemisinin süratle geçirilmesi gerekir. Ceset, eğer köpek balıkları tarafından yenilmedi veya dip akıntının etkisiyle bir başka tarafa sürüklenmediyse hemen yanı başından süratle geçecek olan geminin rüzgârının etkisiyle üzerini kapatan atık-lar ve mil, sağa sola savrulur. Bu şekilde üzeri açılan ceset, suyun üstüne çıkar. ”Şeklinde bir fikir attı ortaya.

Fikir denenmeye değer görüldü. Son bir umuttu bizim için. Karar verildi, denenmeye. Ama güneş batıp gün akşam olmuştu. Bu, umutların bir sonraki güne ertelenmesi anlamına geliyordu.

Edebiyat öğretmeni olan kızım Zeynep Enhar, bir şiirinde şöyle diyor:
 “Geleceksin ki hazan gülleri
Açmış bahçemde.
Silmişim güneşi gökyüzünden,
Her yer karanlık.
Tane tane dökmüş başaklar
Umutlarımı, Kıraç toprağa…”

Evet, umut bir sonraki güne ertelendi. Ama bu umut, bir başkaydı. Bu ne biçim yaşamdı? Daha yirmi dört saat önce gecenin zifiri karanlığını yara yara Adana’ya doğru yol alan otobüste yanında bulunan Haydar Amca’m:

—“Mehmet!
—Efendim amca…
—Üzülme… Belki de düşündüğümüz gibi değil… Belki de ihtiyacı vardır dualarımı-za… Dua edelim…
—Tamam amca… Dualarımız onunla olsun.”

Diyerek kardeşimin yaşaması için dua edip yarına umut beslerken, yirmi dört saat sonra onun ölümünü kabulleniyor ve cesedinin bulunması için dua edip umut besliyorum yarına.
—Mümkün mü bu yaşama ayak uydurmak?

Ama ne yazık ki; çakıllı ve dikenli bir yola benzeyen ve içinde yılanları, çıyanları, akrepleri barındıran yaşamın gerçek yüzü böyle. Buna yaşamın soğuk yüzü dersek daha doğru olur aslında.
—Ne acı değil mi?
—Acı… Ama gerçek…
Ömür denen şu var oluş sürecinin bir anı bir anına uymuyor. Her anı başka başka hengâmelerle, çeşit çeşit garipliklerle doludur. Bir dakika sonra başına nelerin geleceğini bilmek ya da neler yaşanacağını önceden kestirmek mümkün değil…
Belki size garip gelecek ama ben: “Acılar bölüşüldükçe azalır” söyleminin doğruluğu-na inanmıyorum.

Ünlü şairlerimizden Özdemir Asaf Arun:
         “Yalnızlık bölüşülmez.
         Bölüşülseydi yalnızlık olmazdı.”
diyor.

Ben de diyorum ki:
        “Acılar bölüşülmez;
        Bölüşülseydi acı olmazdı.”

Sağ olsunlar kardeşimin arkadaşları bir an bile yalnız bırakmadılar bizi, acımızı bölüşmek adına. Onlar da çok acı çekiyor ve çok üzülüyorlardı mutlaka. Ama ne acılarım azalıyordu, ne de kimse acı çekiyordu, benim kadar. Ateş düştüğü yeri yakıyordu çünkü…

Hem de ne yakış…
Yangın yerine dönmüştü yüreğim…
Yanıyordum cayır cayır…

Tarih; 11 Temmuz 1977...
Günlerden Pazartesi…

Bir günüm daha geçiyor kardeşsiz…
Güneş batmış gün akşam olmuştu artık…
Kardeşimin çalışma arkadaşlarıyla birlikte oturuyorduk, şantiye yatakhanesinin önünde…
Zaman ilerledikçe azalıyordu, yanımızdaki insanların sayısı…
Uyumaya gidiyorlardı birer ikişer…
Ertesi gün iş başı yapacaklardı çünkü…
Yanımızdan ayrılan her kişi: “Yol yorgunusunuz, biraz uyuyup dinlenin. ”diyordu, Haydar Amca’mla ikimize…
Bizim uykumuzun gelmeyeceğini, yorgunluğumuzun da asla söz konusu olamayacağını bilmiyorlardı…
Biz nasıl uyuyabilirdik? Kardeşimin cesedi dahi ortada yok iken… Yarınlara dair hiçbir umudumun kalmamasına rağmen hep dua edip duruyorum: “Hiç olmazsa kardeşimin cesedi bulunsun, hiç olmazsa arada bir ziyaret edip kendimizi avutabilecek bir mezarı olsun” diye…

Sancılıydı gece…
Gebeydi yarına…
Belirsizdi yarın neler doğuracağı…
Yakındı şafak sökme vakti…

Takvimlerdeki tarih; 12 Temmuz 1977’yi;
Saatler o günün 03.00’ünü gösteriyordu…

Aniden Hasan Amca’m belirdi yanımızda. Haberi duyar duymaz büyük teyzemin oğlu ve aynı zamanda kardeşimin yaşıtı Hüseyin Karadağ ve köylümüz Bedri Öztürk’le birlikte taksiye atlayıp gelmişlerdi. Sarıldık birbirimize…

Ağladık dakikalar boyunca…
Hıçkırıklara boğula boğula…
Bizi yalnız bırakmayan candan dost kişiler de gözyaşlarıyla katıldı bize…
Hep birlikte feryat ederek sabahladık ömrümüzün en uzun ve en acılı gecesini…
Benim sağlığımdan endişe ediyorlar Haydar Amca’mla Hasan Amca’m. Sürekli teskin etmeye çalışıyorlar beni. Bir an bile ayrılmıyorlar başımdan.

Ama ben duramıyorum yerimde…
Dayanamıyorum acıya…
Acı yakıyor beni…
Sona eren gece, yerini yeni başlayan güne bırakıyor. Ufuklar, sancılı da olsa doğuruyorlar güneşi. Ama umutları yanında yok güneşin.
Umutsuz doğuyor güneş.
Evet, güneş doğmuş ama ben hâlâ karanlığın sancısındayım.
Yakıyor, güneş beni…
Sızılıyor yaralarım…
Güneş bana yardımcı olmaktan uzak…
Güneşin kara sıcağı yüreğimi yakıyor, bozkırın yerine…

Edebiyat öğretmeni kızım Zeynep Enhar, 22 Mayıs 1996 Çarşamba günü saat 16.15’te kaleme bir şiirinin ilk dörtlüğünde şöyle diyor:

                        “Boğazımda bir şeyler düğüm düğüm
                         Her şey çözümsüz, dolaşık, kördüğüm
                         Delice solurken bir zamanlar hayatı,
                         Şimdilerde yalnız düşünü gördüğüm.”

Evet, yalnız bir şeyler değil her şey düğüm düğüm olmuştu benim boğazımda. Hem düğüm ne ki? Kördüğüm olmuştu kördüğüm.
Düş kuruyorum, serseri mayın gibi dönüp duran zihnimde.
Sarılmak istiyorum kardeşime…
Ağlamak istiyorum doyasıya…
Ama olmuyor… 
Bulamıyorum onu bir türlü…
Buğulu gözlerim dalıp dalıp gidiyor, belli belirsiz karanlıklara doğru…
Ağlıyorum…
Hıçkıra hıçkıra…
Kuruyor göz pınarlarım…
Damla yaş akmıyor gözlerimden…
Arkadaşlarının arasında onu arıyor gözlerim…
Ama nafile…
Bulamıyorum bir türlü…
Gömüyorum acısını yüreğime…
Umut bekleyecek yarınlarım bile kalmadı…
Birer yudum zehir olmuş umutlar…

Tarih; 12 Temmuz 1977.
Günlerden; Salı.

Umutsuz doğan güneşin ilk ışıklarıyla varıyoruz, olay yerine en yakın noktaya. Dikiyoruz, gözlerimizi Akdeniz’in enginliklerine. Bekliyoruz saatlerce… Birden bir gemi beliriyor ufuktan. Birkaç dakika sonra gittikçe yaklaşıyor bize. Sivaslı elektrik mühendisi ta-rafından ortaya atılan ve denenmeye değer görülen fikrin yaşama geçirilmesi için İskenderun’dan getirtilmiş bir yük gemisiydi, gittikçe bize yaklaşan bu gemi. Daha doğrusu “Umut Gemisi”. Kardeşimin cansız bedenini bulup getirecekti bize.

Umut gemisi henüz yaklaşmamıştı ki olay yerine, birden babam göründü gözüme, bir yanında Hüseyin Amca’m, öteki yanında köylümüz Hıdır Öztürk’le birlikte.

Takati yoktu yürüyecek…
Dermanı kalmamıştı konuşacak…
Vardım yanına…
Oğlum! diye kucakladı, sardı kollarıyla, bağrına bastı beni. Ama bir tarafı boş kalmıştı kucağının…
O yanını da oğlu Ahmet’e bırakmıştı anlaşılan…
Ama bulamadı onu…
Bulamazdı artık…
O yanı hep boş kalacaktı bundan sonra…
Çünkü artık yaşamıyordu oğlu Ahmet…
Bu hazin drama dayanır mı yürek?
Gören gözler nemlendi, buğulandı, damla damla aktı…
Herkes ağladı… Ağladı… Ağladı…
Doruk noktasına erişti feryad-ü figanlar…
Sel olup aktı gözyaşları…

Tarih; 12 Temmuz 1977…
Günlerden Salı…
Saatler 11.00’i gösteriyordu…

Beklenen Umut Gemisi olay yerine vardığında…
Son sürat geçti koca yük gemisi, biricik kardeşimin denize düştüğü noktadan. Herkes o tarafa yönelmiş, tüm gözler o noktaya odaklanmıştı. Sonuç bekleniyordu sabırsızlıkla; “Ceset çıkacak mı çıkmayacak mı?” diye. Herkes dua ediyordu, cesedin çıkması için. Peki, insanlar duayı ne zaman ve niçin yaparlar? Bilinmeyen gizli bir gücün, kendilerini, içinde bulundukları durumdan kurtarması, ya da bir dileklerinin gerçekleşmesi için dua etmiyorlar mı? Dilekleri yerine gelince de sevinmiyorlar mı? Hatta adak adayıp kurban kesenler bile olmuyor mu?
Evet…
Bunların hepsi de oluyor. Peki, ceset çıkarsa sevinecek miyiz? Yoksa… Bir insan, kendisiyle aynı kanı taşıyan bir insanın yaşaması için yaklaşık 48 saat önce dua ederken, ne değişti de 48 saat sonra onun ölümünü kabullenip bu kez de cesedinin bulunması için dua eder duruma geliyor? Ceset çıkarsa herkes sevinecek sanki. Bu mümkün değil tabi. Ama yaşananlar onun doğruluğunu kanıtlar gibiydi adeta. İşte bunlar; adına “ömür” denen yaşamın ta kendisidir.
O yaşam ki; temmuz sıcağını gören kar gibi…

Tarih; 12 Temmuz 1977…
Günlerden Salı…
Saat 11.00 sularıydı…

Ve nihayet sevgili kardeşimin cansız bedeni, olayın meydana gelişinden 67 saat son-ra olay yerinden süratle geçen devasa yük gemisinin hemen ardından çıktı deniz yüzeyine. Deniz yüzeyine çıkan naaş, hazır bekletilen dalgıçlar tarafından denizden alınarak kıyıya getirildi. Orada hazır bekletilen özel bir tabuta yerleştirilen naaş, ambülânsa konularak Ceyhan’a doğru yola çıkarıldı. Ağlayan, inleyen, feryat eden çok büyük bir kalabalık vardı, ağır ağır ilerleyen ambülânsın arkasından. Bir zaman sonra vardığımız Ceyhan Devlet Hastanesi’nde otopsiye alınan kardeşimin na’şının bulunduğu cenaze konvoyu, düzenlenen otopsi raporu ve defin belgesinin bize verilmesinin sonrasında çeşitli işçi kuruluşlarının, sendikaların, iş arkadaşlarının ve halktan in-sanların katılımıyla gerçekleştirilen törenin ardından şehir çıkışına kadar uğurlandı.
Hazin bir ayrılığın sonrasında yola çıkan yaklaşık 10–15 araçtan oluşan cenaze konvoyu; Tunceli’ye doğru yol almaya başladı ağır ağır.
Ufukların sancılı doğurduğu umutsuz güneş, Gizemler ülkesine doğru yola çıkmış ve gün kararmaya başlamıştı…
Zifiri karanlığa gömülmüştü,
Gökyüzünün koyu mavisi…
Bir yıldız kaymıştı, yalnızlığımın karanlığında…
Ruhum,
Yalnızlık mabedinin taş duvarına toslamıştı…
Umutlarım yitip gitmişti, sancılı geçen günün bitişi gibi…
Koşuyorum, bana doğru kucak açan acılara…
Dinmek bilmiyordu, yüreğimin sızısı…
Yangın yerine dönmüştü direncini yitiren bedenim…
Yanıyordu cayır cayır…
Yeni dostlar edinmiştim…
Yalnızlıklardı…
Bu yeni dostlarım…
Yıldızlar parlamıyor…
Gülümsemiyor, gecenin kuytu karanlığını aydınlatan Dolunay…
Ben yaşama, yaşam bana dargın…
Usul usul süzülüp akıyor gözyaşlarım, uzaklara dalıp dalıp giden gözlerimden…
Zar zor duruyordu ayakta, heybetli bir çınarı andıran babam…
Yerinde yeller esiyordu,
Bedeni kurumuş, yaprakları solmuş, dalı budağı kırılmış o zavallı koca çınarın…
Bundan sonra kardeşim gelecek diye,
Ne gözlerim yolda kalacak, ne de kulaklarım seste…

Taze bir fidanı dönüşü mümkün olmayan yola uğurlayan cenaze konvoyu, her geçen dakika daha da kalabalıklaşıyordu. Olay yerine gelmek üzere Tunceli’den yola çıkan ve kendileriyle Bahçe’de, Maraş’ta, Pazarcık’ta, Gölbaşı’nda, Sürgü’de ve Malatya’da karşılaştığımız Alişan Karadağ Amca, Hasan Sönmez Amca, Davut Sönmez Ağabey, Haydar Yılmaz Ağabey, Hüseyin Demir ve öteki vefakâr köylülerimiz tarafından kiralanan taksilerin de katılımıyla daha da kalabalıklaşan cenaze konvoyu; gecenin karanlığına galebe çalan şafağın ilk ışıklarıyla Elazığ’a; ufuktan sancılı doğan umutsuz güneşin ilk ışıklarıyla birlikte de baba ocağına vardı.

Cenaze konvoyunda bulunanların yanı sıra acı olaydan haberdar olan dostların, akrabaların, arkadaşların, tanıdıkların ve komşu köylerimizden gelen yüzlerce insanın katılımıyla mahşeri bir kalabalık oluştu köyümüzde.
Son anda haberdar ediliyor acı olaydan, annem.
Daha önce söylenmemiş, söylenememiş kendisine…
Haberdar edilmemiş.
Acı gerçek gizlenmiş kendisinden.
Sevgili oğlunun kendisinden ebedi olarak ayrıldığını; cenaze konvoyu evinin kapısına varınca öğreniyordu.
Yaklaşık bir ay önce birlikte olduğu oğlunun acı haberini alınca yoldu saçını başını, dövdü döşünü…
En son bir ay önce sarılmıştı ona…
Bağrına basmıştı onu…
Nerden bilebilirdi bir daha onunla kucaklaşamayacağını…
Onu bağrına basamayacağını…
Feryadı yürekler dağlıyordu…
Gurbete gidişine bile gönlü razı değilken yokluğuna nasıl katlanabilirdi onun…
Sarıldı döne döne gencecik oğlunun tabutuna…

Ağladı… Ağladı… Ağladı…
Ve…
Ağlattı… Ağlattı… Ağlattı…
Ağıtları, feryatları, figanları köyümüzün semalarında yankı bulan mahşeri kalabalığı oluşturan yediden yetmişe yüzlerce insanın sele dönüşen gözyaşları arasında taze fidanımızı toprağa, onun kora dönüşen acısını da sinemize gömdük.
Böylece kısa süren bir yaşam sona ermiş.
Ve…
24 yaşında körpecik bir fidan yok olup gitmişti.
Kim bilir nice umutları vardı yarınlara dair…
Ama sona ermişti ömrü,
Onların hiçbirini gerçekleştiremeden…
Bundan sonra kendi acısıyla yanıp tutuşan gönüllerde yaşayacaktı hep…

 Ceyhan-BOTAŞ tesisleri inşaatında elektrikçi olarak çalışırken 9 Temmuz 1977 cumartesi günü saat 16.40’da geçirdiği iş kazası neticesinde yaşamını yitiren 24 yaşın-daki kardeşim Ahmet’in anısına…

Sene tam bin dokuz yüz yetmiş yedi
Gitme kardeş gitme vakit çok erken
Gelen dostlar başın sağ olsun dedi
Gitme kardeş gitme vakit çok erken

Dokuz temmuz, günlerden cumartesi
Bir kara haber aldım neyin nesi
Derinden dağladı acın herkesi
Gitme kardeş gitme vakit çok erken

Denize düşmüştün ağırdı yaran
Orda kimsen yoktu yaranı saran
Felek hanemizi eyledi viran
Gitme kardeş gitme vakit çok erken

Taze fidandın yirmi dört yaşında
Onulmaz yaralar açtın döşümde
Kalk bak nice ağlayan var peşinde
Gitme kardeş gitme vakit çok erken

Ecel seni can evinden vurmuştu
Bedenin kabzetmiş, ruhun sarmıştı
Tüm dostlar seni sormaya gelmişti
Gitme kardeş gitme vakit çok erken

Bilmem ki amca, hala, teyze, dayı
Nasıl saralar bu derin yarayı
Daha eline yakmadın al kınayı
Gitme kardeş gitme vakit çok erken.

Dört erkek kardeşi, üç de bacısı
İşlemiş ciğere çıkmaz sancısı
Gitme ben çekemem kardeş acısı
Gitme kardeş gitme vakit çok erken.

Kahpe felek beni döşümden vurdu
Her bir parçamı bir yana savurdu
Acın yüreğimi yaktı kavurdu
Gitme kardeş gitme vakit çok erken.

Konu komşu hep mezarda buluştu
Orda hayli feryat figan oluştu
Sağ olsun dostlar acımız bölüştü
Gitme kardeş gitme vakit çok erken.

Ey kardeşim sana uğurlar olsun
Git ki anan, bacın saçını yolsun
Kul Hayranî seni nerede bulsun
Gitme kardeş gitme vakit çok erken

Toprağı bol, mekânı cennet olsun sevgili kardeşimin…

Mehmet KORKMAZ
Emekli Eğitimci
 
Bugün 58 ziyaretçi (70 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol