KASTAMONU’YA SÜRÜLÜYORUM



     KASTAMONU’YA SÜRÜLÜYORUM

Ekim 1982 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı’ndan: “Görülen Lüzum Üzerine” gerekçeli iki ayrı sürgün kararnamesi geldi, öğretmen olarak çalıştığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’na. Kararnamelerin ikisi de bana aitti. Sadece beş gün vardı, iki kararnamenin çıkış tarihleri arasında. Biri 13 Eylül 1982, öteki 18 Eylül 1982 tarihli olmak üzere beş gün arayla; “Görülen Lüzum Üzerine” gerekçesiyle iki ayrı ile atamışlardı beni. Belki yılda bir-iki kez sürgün edilen olmuştur. Ancak böylesi hiç görülmemiştir, Cumhuriyet tarihinde. Böylece bir “ilk”e imza atıyorum. Gines’e konu olabilecek, bir rekordur bu.

Sonradan edindiğim bilgiye göre rekor kıracak olan bu iki atamanın, biri Tunceli Sıkıyönetim Komutanlığı’nın, öteki de MİT’in önerisi üzerine gerçekleştirilmiştir.

Evet, ben iki ayrı ile atanmıştım. Milli Eğitim Bakanlığı’nın 13 Eylül 1982 tarihli Atama Kararnamesi’yle Kastamonu’ya; 18 Eylül 1982 tarihli Atama Kararnamesi’yle de Ordu’ya atanmıştım.

Ne garip değil mi, beş gün arayla iki ayrı ile atanmak? Bedenimin bir yarısını bir ile, öteki yarısını da ayrı bir ile göndermeyi düşünüyorlardı herhalde. Daha doğru bir ifadeyle başımı bedenimden ayırmayı… Aradan uzun bir zaman geçse mantık kabul eder belki. Ama arada sadece beş gün var. Beş gün arayla yapılması ister istemez düşündürüyor insanı. Bu ne demektir bilir misiniz? Bu, kimsenin kimseden haberdar olmadığının, o makamın koltuklarını işgal edenlerin ehil insanlar olmadığının bir kanıtı değil mi sizce?

—Peki, bu kadar lakayt bir yönetim, bu denli laçka bir bakanlık olur mu?

—Söz konusu ülke Türkiye ise neden olmasın ki?

Günün birinde ünü, ülke sınırlarını aşan büyük üstat Aziz Nesin’inle tanışmak, onunla görüşüp konuşmak, kendisinden ilham almak isteyen bir Alman yazar, gelir Türkiye’ye.

Bu Alman yazar, Aziz Nesin’le tanıştığı ilk zamanlar ona hep “üstat” diye hitap edermiş. Aradan bir zaman geçtikten sonra “üstat” demekten vazgeçen Alman yazar, bu kez de “Aziz Bey” diye hitap etmeye başlar, ünlü yazara. Günün birinde bu hitaptan da vaz geçen Alman yazar, bu kez sadece “Aziz” diye hitap eder, Aziz Nesin’e.

Bunun farkında olan büyük üstat Aziz Nesin, aradan zaman geçtikçe kendisine farklı unvanlarla hitap eden Alman yazara:

—Ben bir tuhaflık görüyorum sizde, der.

—Nasıl bir tuhaflık? diye sorar Alman yazar.

Büyük üstat Aziz Nesin:

—Yahu sen önceleri hep “üstat” diye hitap ederdin bana. Aradan bir zaman geçince bu hitabından vazgeçtin ve bana “Aziz Bey” diye hitap etmeye başladın. Şimdi de “Aziz” diye hitap ediyorsun bana. Bunun nedenini öğrenebilir miyim? der.

Alman yazar:

—Beyefendi, ben, önceleri böyle büyük bir yazar olmanın kerametinin sizde olduğunu zannederdim. Bunun içindir ki sizinle tanışmak, görüşüp konuşmak ve sizden ilham almak için ta Almanya’dan kalkıp buralara geldim. Uzun zamandan beridir de buradayım. Ama burada yaşamaya başlayınca gördüm ki siz, sadece gördüklerinizi yazıyorsunuz. Yani sizin, yapıtlarınızda ele aldığınız “güldürürken düşündüren” o garipliklerin kaynağının, sizin üstün dehanız olduğunu sanıyordum. Oysa burada yaşadıkça gördüm ki o garipliklerin kaynağı, sizin edebî dehanız değil, ülkenizdir. Çünkü ülkenizde o kadar çok gariplik yaşanıyor ki bunların tamamını sizin bile dile getirmekte yetersiz kaldığınızı görüyorum, der.

Bu beyefendinin Aziz Nesin için söylediklerine katılmak ne kadar abesle iştigal ise, ülkemiz için söylediklerine katılmamak da o kadar abesle iştigaldir.

Eğer onun Aziz Nesin için söyledikleri doğru olsaydı, o zaman ülkedeki tüm yazarların birer Aziz Nesin olması gerekirdi. Ama yaşanan o kadar garipliklere rağmen ülkemizde sadece bir tane Aziz Nesin var. Bu da, Alman yazarın, Aziz Nesin hakkında söylediklerinin doğru olmadığını gösteriyor.

Biz öyle duyarsız bir toplumuz ki yaşanan garipliklere, çevrilen dolaplara kızmadığımız, hatta alkışladığımız halde o gariplikleri yazanlara da hakaret ediyoruz, saldırıyoruz hatta öldürüyoruz. Yazarlarımızın büyük bölümü, güneşi balçıkla sıvamaya çalışırlarken, Aziz Nesin; “Kral Çıplaktır” diyor. Aziz Nesin’i Aziz Nesin yapan da onun bu korkusuzluğu, bu cesareti değil mi? Gerçeği yazmaktan, söylemekten korkmak bir yana tam tersine üstüne üstüne gidiyordu, Aziz Nesin. Aziz Nesin demek; gördüğü, duyduğu gariplikleri korkusuzca kaleme almak, dile getirmek demektir. Bütün gerçekler gün gibi ortada dururken, kimilerine yaranmak, hoş görünmek, suya sabuna dokunmamak adına yaşadığı, gördüğü, duyduğu gariplikleri, haksızlıkları, yolsuzlukları görmezden gelip üstünü küllemeyi görev sayan yazarları Aziz Nesin’le aynı kefeye koymak, Aziz Nesin’e yapılacak en büyük haksızlıktır.

Aziz Nesin’lik bir ülkede yaşayan hemen herkesin başına çeşitli garipliklerin gelmesi son derece doğaldır. Eh! Böyle bir ülkede yaşadığıma göre yadsınacak bir yanı yoktur, beş gün arayla iki ayrı vilayete sürgün edilmemin.

Ekim 1982’nin ikinci yarısıydı, art arda iki ayrı sürgün kararnamesi okula geldiğinde. Biri Kastamonu’ya, öteki Ordu’ya gitmemi isteyen iki ayrı sürgün kararnamesi duruyordu ortada. Hangisini imzalayıp, hangisini imzalamayacağımı bilen yoktu. Kara kara düşünüyorlardı yöneticiler. Sonunda Bakanlıktan görüş istenmesine karar verildi. Ama ne fark eder öyle ya da böyle Tunceli’den gitmeme karar verilmişti. Yani idamıma karar verilmişti bir kere. Geri dönüşü olmazdı bu işin. Tunceli’den ya sürülecektim, ya sürülecektim…

Onlar, bunu yapmakla beni ve benim gibi düşünenleri sindireceklerini, yıldıracaklarını ve bu yolla zulme boyun eğdireceklerini sanıyorlardı. Ama yanılıyorlardı. Unuttukları, hesaba katmadıkları bir şey vardı, bu beylerin. Bilmiyorlardı ki Tunceli’deki emekçi halka ve onların gariban çocuklarına hizmet veren Mehmet Korkmazlar, aynı hizmeti bu kez de Kastamonu’daki ya da Ordu’daki halka ve onların çocuklarına vereceğini… Mehmet Korkmazlar için görev aynı görev,  hizmet aynı hizmet, halk aynı emekçi halk olduğuna göre mekânın Tunceli, Kastamonu ya da Ordu olmasının hiçbir şey değiştirmeyeceğini hesaplayamamışlardı anlaşılan.

Tunceli’deki görevimin sona ermesi demek, bir başka yerde, bir başka ortamda yeniden göreve başlamam demekti. Ancak aynı anda iki ayrı yerde görev yapmam mümkün olmayacağına göre bu iki ilden her hangi birinde göreve başlamam gerekirdi. Bu ister Kastamonu olsun, ister Ordu… Hiç fark etmezdi benim için. Ama bu ikisi arasında tercih yapma hakkını bile bana vermediler. Kastamonu’ya gitmemi emir buyurdular, fermanıma imza atanlar… Bunun üzerine Kastamonu-Araç ilçesi Recepbey Köyü İlkokulu’nda göreve başlamak üzere 1 Kasım 1982 tarihinde, 13 Eylül 1982 tarihli Atama Kararnamesi’ni imzalayarak dört yıldan beri öğretmen ve yönetici olarak görev yaptığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’ndan ayrıldım.

 16 Kasım 1982 tarihinde göreve başladığım Kastamonu-Araç ilçesi Recepbey Köyü İlkokulu, tek öğretmenli olup merkezden uzak bir noktada bulunuyordu. Büyük çocuğum olan kızım Zeynep Enhar, ortaokul öğrencisiydi, Recepbey Köyü İlkokulu’na atandığımda. Kızım ortaokul öğrencisi olmasına rağmen, atandığım Kastamonu-Araç-Recepbey Köyü’nde ortaokul bulunmamasından ve ortaokulu bulunan merkezlerden çok uzak bir noktada bulunmasından ötürü ailemi ikamet etmekte olduğum Tunceli merkezde bırakarak tek başıma düştüm yollara.

Kastamonu’ya vardığımda ortaokulda okuyan kızımın öğreniminin idamesi için ortaokulu bulunan bir yere, ya da ortaokulu bulunan bir merkeze yakın bir yere atanmam için Kastamonu Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bir dilekçe verdim.

Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne dilekçe verdikten sonra 16 Kasım 1982 tarihinde Kastamonu’dan Araç ilçesine geçtim. İlçeye gittiğimde ilk uğradığım kişi, aslen Tuncelili olup Kastamonu Nüfus Müdürlüğü yapan Sadık Koçer’in selamını götürdüğüm Araç Nüfus Müdürü Nihat Kütükoğlu oldu. Kendisi, atandığım Recepbey Köyü’ne komşu Karcılar Köyü’nden olan Nihat Kütükoğlu ile Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne uğrayıp göreve başladıktan sonra köyümün bağlı olduğu İğdir bucağına gittik. Araç-Karabük karayolu güzergâhında bulunan İğdir’de, birlikte gittiğimiz Nihat Kütükoğlu’nun aracılığıyla Kara Bayram lakaplı Recepbeyli Bayram Bekoğlu ile tanıştım. Arazili araçların dışında dolmuş, minibüs, midibüs vb. hiçbir aracın bulunmadığı İğdir’den köylere yolcu taşımacılığı yaptığı arazili bir cipi varmış Kara Bayram’ın.

İğdir’e vardığımızda gün, akşam olmak üzereydi. Ben, yiyecek bir şeyler aldıktan sonra yanımda götürdüğüm valizlerle birlikte Kara Bayram’ın arazili cipine binerek köye doğru yol almaya başlarken, birlikte İğdir’e gittiğimiz Araç Nüfus Müdürü Nihat Kütükoğlu da ilçeye geri döndü.

Yaklaşık yarım saat süren yolculuğumuz süresince cip, hep yukarı yukarı tırmandı. Harikulade bir manzaranın içinden geçen kısa bir yolculuğun sonrasında nihayet vardık, Recepbey köyüne. Güzel Anadolu’nun kuş konmaz, kervan geçmez on binlerce köyünden biriydi, yeşilin bütün tonlarıyla bezenmiş bir renk cümbüşünün tam ortasında yer alan Recepbey. Çam, köknar, kayın, gürgen ve ladin ağaçlarının süslediği dağın kuzey yamacına sırtını dayayan Recepbey, ta yücelerden bakardı, İğdir Ovası’nda yer alan onlarca köye. Havası hoş, doğası harikaydı Recepbey’in. Buz gibiydi, çamların arasında adım başı fokurdayarak akan pınarlarının suları. Tatlı dilli, hoş sohbetti insanları. Doyum olmazdı, içi kan ağlarken bile yüzünde gülümseme eksik olmayan insanına. Herkes ayrı bir dünya kurmuştu, kendisine. Dünyaya açtıkları küçük pencerelerinden umut ışıkları, yüreklerinden sevgi, gözlerinden parıltılar, yüzlerinden gülücükler eksilmezdi Recepbeyli’nin. Anlayacağınız merkeze ve merkezi yerlere belki uzaklardı, ama insana ve insanlığa çok yakınlardı, Recepbeyli’ler.

Muhteşem bir doğanın arasında kıvrılarak hep yukarı doğru tırmanan güzel bir yolda arazili ciple yaptığımız yolculuğun ardından Recepbey’e varınca Kara Bayram, elini kornasından kaldırmadığı cipini, doğruca muhtarın kapısının önüne sürdü. Kara Bayram’la ikimiz indik cipten aşağı. Köyün tüm evleri gibi muhtarın evi de ahşaptan yapılma, iki katlı, kiremit çatılı bir binaydı.

Kara Bayram:

—Mıstııık… diye seslendi aşağıdan yukarıya.

Açtığı pencereden başını dışarı çıkaran genç adam:

—Ne var yine Kara Bayram, diye yanıt verdi.

—Bak kimi getirdim sana…

—Kimmiş getirdiğin?

—Muallimi getirdim oğlum muallimi, dedi Kara Bayram.

—Eyi etmişsin Kara Bayram. Sağol. Hemen aşağı iniyorum dedi, Muhtar Mıstık.

Birkaç dakika sonra aşağı inip yanımıza gelen Muhtar Mıstık:

—Hoş geldin… Safalar getirdin… A benim gözel hocam diyerek tüm içtenliğiyle sarıldı bana, kırk yıllık dost gibi.

—Hoş bulduk sayın muhtarım. Ben, öğretmen Mehmet Korkmaz diyerek tanıttım kendimi.

—Ben de muhtar Mustafa Bekoğlu, dedi.

—Memnun oldum, dedim.

—Ben de…

Eve çıkıp okulun anahtarlarını alan Muhtar Mıstık’ı da yanımıza alarak vardık okulun bahçe kapısına. Çevresi “germeç” adı verilen çam ağacı yarmalarıyla çevrili okul bahçesi, yem yeşil çimenlerle kaplıydı. Kara Bayram tarafından cipten indirilen valizleri, yatağı ve yiyecek kolilerini hep birlikte lojmana yerleştirdikten sonra muhtarın evine döndük.

Köylerine atanan yeni öğretmenin köye geldiğini haber alan köylüler, doluşmaya başladı Muhtar Mıstık’ın evine. Sağ ellerini, göğüslerinin sol üst kısmına koyup yarı beline kadar eğilen köylüler:

—Hoş geldiniz… Safalar getirdiniz… deyip bağırlarına bastılar beni.

Mehmet KORKMAZ

 

 
Bugün 79 ziyaretçi (104 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol