YEDİ ULU OZAN DİZİSİ: ŞAH HATAYİ

 

        YEDİ ULU OZAN DİZİSİ:

            ŞAH HATAYİ


Şah Hatayi, Alevi ve Bektaşiler tarafından “Ulu Ozan” olarak kabul edilen yedi ozandan biridir. Asıl adı ‘İsmail’dir. Tam ismi, Ebu’l- Muzaffer bin Haydar bin Cüneyd es-Safevi’dir. Safevi adını, büyük dedesi Safiyeddin’den almıştır. Babası, Safeviye Tarikatı önderlerinden Şeyh Haydar’dır. Annesi, kimi kaynaklara göre Uzun Hasan’ın torunlarından Bilki Aka; kimi kaynaklara göre ise Alemşah Begüm Sultan’dır. Eşi Taçlı Begüm’den; Rüstem Mirza, Sam Mirza, Alhas Mirza, Bahman Mirza adlarında dört erkek çocuk ve Perihan Hanım, Mehinubanu Şah Zeyneb ve Firengiz adlarında üç kızı olmak üzere yedi çocuk dünyaya gelmiştir. 17 Temmuz 1487 tarihinde İran’ın Erdebil kentinde dünyaya gelen Şah İsmail; 24 Mayıs 1524 tarihinde henüz 37 yaşında iken geçirdiği iç kanama neticesinde İran’ın Tebriz kentinde yaşamını yitirdi. Türbesi Erdebil’dedir.

Babası Şeyh Haydar, 1488 yılında Sünni Akkoyunlu Devleti ile giriştiği savaş sırasında yaşamını yitirince aile üyeleri; İsmail’i ve iki kardeşini Akkoyunlulardan kaçırarak İran’ın Geyland kentinde uzun zaman saklamışlardır.

Şah İsmail’in soyundan gelenlerin adı Safevi, Şah İsmail tarafından kurulan devletin adı ise Safeviler Devleti’dir. ‘Bir şeyin en iyisi’, ‘bir topluluğun ya da bir grubun en büyüğü’ anlamlarını taşıyan ‘Şah’ sözcüğü köken olarak Farsçadır. Eskiden İran hükümdarlarına verilen bir unvan olan ve daha sonraki yıllarda Şah İsmail’in etkisiyle Anadolu Aleviliğinde de yayılmaya başlanan ‘Şah’ sözcüğü, ‘Yol ulularının en büyüğü’ anlamında kullanılır olmuştur. Alevilik ve Bektaşilik’te ‘Şah’ sözcüğü kutsal olarak kabul görür. Her kutsal olan ise saygın olandır. Saygınlık; değerli olan, faziletle yâd edilen, sevilen, örnek olarak kabul edilen ve güvenilen anlamlarını taşır. ‘İsmail’ sözcüğü ise “Tanrı işitir” anlamındadır. Bu anlama geldiği içindir ki Hz. İbrahim, oğluna İsmail adını vermiştir.

Daha sonra devlet adamı olan, bir inanç önderi konumuna yükselen, tarihi sayfalarına altın harflerle adını yazdıran bir bilge olan Şah İsmail, insanların gönül telini titreten şiirlerinde “Şah Hatayi” mahlas’ını kullanmıştır.

1502-1736 yılları arasında hüküm süren Safeviler, İran’da Şii bir devlet inşa etmişlerdir. İran’da bir Şii devleti vücuda getiren Safeviler, Safeviye Tarikatı’ndan gelmedirler. Bu tarikatın kurucusu; 1252- 1334 yılları arasında yaşayan ve Şah İsmail’in de büyük dedesi olan Şeyh Safiyeddin Erdebil’dir. Erdebil, İran’ın Doğu Azerbaycan’ında bulunan bir kenttir. 13. yy’da burada Safevi Tarikatı’nı kuran Şeyh Safiyeddin, daha sonraları Erdebil’i Safeviye Tarikatı’nın payitahtı konumuna getirdi. Şeyh Safiyeddin’in ölümünün ardından önce Şey Şah İbrahim ardından da Şeyh Cüneyd tarikatın yönetiminde bulunmuştur.

O dönem o coğrafyada egemen olan Akkoyunlu ve Karakoyunlu beylikleri arasında sorunlar yaşanıyordu. Rakip olarak gördüğü Akkoyunluların, Safevîlere bağlanacağından korkan Karakoyunlu Beyliği başındaki Cihanşah, bunu engellemek için Erdebil’in üstüne yürüdü. Bunun üzerine Safeviye Tarikatı’nın başında bulunan Şeyh Cüneyd, Akkoyunluların merkezi konumundaki Diyarbakır’a sığındı. Kendilerine sığınan Şeyh Cüneyd’e büyük ilgi gösteren Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, kızkardeşi Begüm’ü Şeyh Cüneyd ile evlendirdi. Şeyh Cüneyd, 1472 yılında Şirvan hükümdarı Sultan Halil ile giriştiği savaş sonrasında yaşamını yitirdi. Şeyh Cüneyd ölünce yerine oğlu Haydar geçti. Dayısı Uzun Hasan’ın kızı Begüm ile evlenen Haydar, babasının intikamını almak üzere 1488 yılında Şirvan’ın üzerine yürüdüyse de başarılı olamadı ve savaş sırasında öldürüldü. Haydar öldürülünce oğulları Isfahan’da hapsedildi. Şah İsmail, henüz çocuk iken burada tutsak olarak alıkonuldu. Akkoyunlu hükümdarı Yakup’un ölümü üzerine yerine geçen Rüstem, Şah İsmail ile birlikte öteki kardeşlerini serbest bıraktı. Haydar’ın serbest kalan oğulları Yar Ali ile İsmail, baba yurdu Erdebil’e geri döndüler.

Tam da bu sırada Akkoyunlular birbirine düşmüş ve Uzun Hasan’ın Bay Sungur Mirza adındaki torunu Yar Ali’den yardım talebinde bulunur. Bunun üzerine yandaşlarını toplayan Yar Ali, Bay Sungur Mirza’ya yardıma gider. Bundan haberdar olan hükümdar Rüstem, hem Yar Ali’yi engellemek hem de Erdebil’i almak amacıyla Erdebil’in üstüne yürüdü. Savaş sırasında Ali Yar öldürülünce Şah İsmail, yakınları tarafından Erdebil’den kaçırıldı. Sürekli izlendikleri için Şah İsmail ve yanındakiler bir süre Bağru Dağı’nda saklandılar. Ardından Gilan, Gaskar, Reşt ve Lahican’a gittiler. Lahican’da Kar Kaya’nın evinde saklanan ve burada iken sürekli dört bir yandan gelen babasının müritleri tarafından ziyaret edilen Şah İsmail burada; eğitim aldığı Şii âlimi Mevlana Şemseddin Lahicanî’den Arapça ve Farsça dillerini, Kuran’ı ve Şii mezhebinin ilkelerini öğrenir. Lahican’da iken savaş eğitimi alıp almadığı konusunda herhangi bir bilgi mevcut değildir. Harekete geçmeyi kararlaştıran Şah İsmail, 1499 yılının Ağustos’unda yanına aldığı 7 sufi ile Lahican’ı terk ederek Erdebil’e gider. Erdebil’de annesi ile görüşen ve ecdatlarının kabirlerini ziyaret eden Şah İsmail, Çâkirlü Ali Bey adındaki Erdebil hâkiminin baskısıyla Erdebil’i terk eder.

Akkoyunlu hükümdarı Rüstem, her ne kadar Şah İsmail’i yakalamaya çalışsa da bu amacını gerçekleştiremeden 1497 yılında öldürüldü. O dönem bir iç savaş yaşayan Akkoyunluların birlik ve beraberliği bozulmuştu. Şah İsmail, yanına aldığı birçok taraftarıyla birlikte Erdebil’e gider. Ünü Anadolu’da da yayılmaya başlayan ve burada pek çok taraftar kazanan Şah İsmail, 1500 yılında Erzincan’a gelir. Akkoyunluların iç savaşını fırsata dönüştüren Şah İsmail, Anadolu’daki taraftarlarını, Şamlu, Ustacalu, Rumlu, Dulkadir, Tekelü, Zülkadir, Avşar, Kaçar ve Varsak (Farsak) adlı Türkmen aşiretlerinden mürekkep olunan 7.000 Kızılbaş, Şah İsmail’in davetine katılmıştır. 1500 yılının Kasım ayında Kura Nehri’ni geçen Kızılbaş ordusu Şirvanşahlar Devleti’nin üstüne yürümüştür. Gülistan Kalesi yakınında meydana gelen Çabani Meydan Muharebesi’nde Şirvanşah Ferruh Yesar’ın ordusunu mağlup ederek Bakü’yü alır.

1501’de Akkoyunlu Elvend-Mirza’nın ordusunu Nahçivan’da Şerur Savaşı’ında büyük bir yenilgiye maruz bırakarak Akkoyunlu Devleti’ni haritadan sildi. Mağlup olan Elvend Mirza, Erzincan’a doğru kaçmaya başladı. Daha sonra Şah İsmail’in üstüne yürümek için ordu toplamaya çalışan Elvend Mirza bu emelini gerçekleştiremeden Diyarbakır’da hastalanıp 1504 yılında yaşamını yitirdi. Azerbaycan’ın tamamını ele geçiren Şah İsmail, 1501’de geldiği Tebriz’de taç giyip kendini resmen ‘Şah’ olarak ilan etmiş ve Safevi Devleti’ni kurmuştur. Şîi Mezhebi’ni resmi mezhep olarak ilan etmek,  Şah olduktan sonra gerçekleştirdiği ilk iştir.

Şah İsmail’in üstüne yürümek için büyük bir ordu toplayan Akkoyunlu Hanedanı’nda alan Murat Bey, Hemedan’da Elmakulağı’nı mesken tuttu. Burada iki ordu arasında 21 Haziran 1503 tarihinde yaşanan savaşta Kızılbaşlar galip gelince Murat Bey Şiraz’a kaçtı. 24 Eylül 1503 tarihinde Şiraz’a giren Şah İsmail, aynı yılın sonlarına değin Azerbaycan, Fars ve Irak-ı Acem’in büyük bir bölümü üzerinde hâkimiyet kurmuştur. 1508 yılında Bağdat’a giren Şah İsmail, 1510 yılında Merv yakınında Şeybani Hanlığı’nı mağlup eder ve savaş sırasında Muhammed Şeybani Han’ın ordusundan pek çok asker yaşamını yitirir. Cesedi bulunan Muhammed Şeybani Han’ın başı, Kızılbaşlar tarafından kesilerek Şah İsmail’in yanına götürülür.

Daha sonraki dönemlerde Alevi-Bektaşi öğretisinde ‘Ulu’ olarak kabul edilen ozanlar arasında yer alacak olan Şah İsmail’i yakından tanımak ve yaşadığı dönem hakkında bilgi edinmek üzere o dönemde yaşanan olaylara yüzeysel olarak göz atmamamız gerekir diye düşünüyorum. Henüz 14 yaşında olan Şah İsmail tarafından 1501 yılında kurulan Safevi Devleti, Anadolu’da yaşayan Türkmenleri sevindirmekle kalmamış onları yanına çekmeyi de başarmıştır. Tam bu sırada Anadolu’daki birçok Türkmen beyliğini denetiminde bulunduran Osmanoğulları tarafından kurulan beylik de zamanla bir sülalenin egemenliğine geçer. Zamanla güçlü bir imparatorluk haline dönüşen Osmanlı İmparatorluğu’nun egemen konuma gelmesinde din ulema sınıfı ve silahlı gücü etken olmuştur. Süreç içinde güçlenen Osmanlı, Anadolu köylüsünü iliklerine değin sömürmüş, bu sömürüye karşı çıkanlara da büyük baskılar uygulanır olmuş. Bu baskı, zulüm ve sömürü neticesinde Anadolu’da öncülüğü Alevi önderler tarafından üstlenilen pek çok Hal Ayaklanması meydana gelmiş başkaldırıların tamamı kanlı bir şekilde bastırılmış ve büyük kıyımların yaşanmasına yol açmıştır.  Öte yandan Şah İsmail tarafından kurulan Safevi Devleti; kıyıma ve baskıya maruz kalan Anadolu halkının yanında saf tutmuş ve desteklemiştir. Konuştuğu dil ve yaşadığı kültür Osmanlı tarafından küçümsenen Anadolu halkı; kendisinin konuştuğu dili ve yaşadığı kültürü yaşayan ve yaşatan Şah İsmail’in safında yer almıştır. Osmanlı tarafından kendisine sürekli baskı, zulüm ve kıyım uygulanan Anadolu halkı, bu baskılar ve kıyımlar neticesinde kendisine yaklaştığı Şah İsmail’i kurtarıcı olarak görmeye başlamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’ıun kuruluşundan Yıldırım Bayezid dönemine değin hükümran olan padişahlar ve yönetim çevresi; o dönemde topluma yön veren gizemli sufiler tarafından yapılan batınî yorumlu İslam’ın tesiri altında kalmışlardır. Dahası Osmanlı İmparatorluğu’nun, kuruluşu sırasında bu sufilerin etkisinde kaldığı tarihî gerçeklerle de bağdaşmaktadır. Osman, Orhan ve I. Murat gibi padişahlar, adı geçen bu sufilerin etkisinde kalmış ve hatta sıkı bir işbirliği içinde bulunmuşlardır. Ancak bu sıkı işbirliği Yıldırım Bayezid sonrasında bozulmaya yüz tutmuştur. Bayezid sonrasında İslam ulema sınıfı, Osmanlı yönetimine yakın durmaya başladı. Osmanlı’nın genişleyerek büyük bir güç haline gelmesi bu yakınlığın temel nedenlerinden biridir. Güçsüz dönemde halından güç alan Osmanlı, imparatorluk haline dönüşünce sırtını egemen güç olan Ortodoks İslam’a (Sünniliğe) dayayarak ondan nemalanmaya başlamıştır. Zira Osmanlı, sufilerden nemalanmak istemiyordu. Artık büyüyüp imparatorluğa dönüşmüş olduğu için kendi çevresinin yanı sıra farklı çevrelere de kapı aralayan bir Osmanlı vardı. Merkezi bir sistem oluşturan ve o güne dek siyasal ve merkezi yapılanmasını sufilerden aldığı destekle yürüten Osmanlı, bundan böyle Sünni din adamlarından aldığı yardımla gerçekleştirmeye başladı. Artık Osmanlı’nın siyasi ve idari yapısına egemen olan düşünce; 1389-1402 tarihleri arasında tahtta oturan Yıldırım Bayezid zamanında medrese tarafından temsil edilen fıkıh(İslam Hukuku’nu)’ı dayanak alan İslami yönetim düşüncesidir. Bu dönem; Şeyh Bedreddin (1358-1420)’in idamının gerçekleştirildiği, Bâtınî inanç güden halkın büyük mezalimlere maruz kaldığı bir dönemdir. Osmanlı; Yıldırım Bayezid sonrasında bir taraftan genişlemeyi devam ettirirken öte taraftan da Anadolu’daki halka baskıyı reva görüyordu. Geçim sıkıntısı içinde çırpınmaya başlayan halk, çıkış yolu aramaya koyulmuştur. Bir yandan geçimini tarımdan sağlamaya çalışan köylüler, ağır vergilerin getirdiği yükün altında inim inim inlerken öte yandan Anadolu halkı artık dilini kullanamaz duruma gelmiştir. Zira Anadolu halkı tarafından konuşulan dil, Osmanlı tarafından küçümsenmeye başlamıştı. Hâlbuki kendisi Azeri olan Şah İsmail, Türkçe konuşuyor ve Türkçe şiirler kaleme alıyordu. Ayrıca Osmanlı, Selçuklu döneminden beri süregelen katı bir Sünni anlayışı, Yavuz Selim ile daha da katmerli hal almıştır. 1517 yılında halifeliği Anadolu’ya getiren Yavuz, şeriat rejimini uygulamaya koymuştur. Bu; Anadolu’da yaşayan Kızılbaş halk için baskı, kıyım, zulüm demekti. Buna karşın hem Anadolu insanı hem de Şah İsmail, bâtınî yorumu esas alan bir sistem geliştirmişlerdi. Bu inanç sisteminin temeli; biçimciliği ve şekilciliği esas alanın aksine özü, muhtevayı esas alan bir öğretinin üzerine kurulmuştu. Bu inancın en belirgin tarafı tasavvuf olmuştur. Yüzyıllar öncesinden aktarıla gelen toplumsal değerleri ve atalarının inançlarını sahiplenen Anadolu halkı, bu değerleri kesif bir biçimde yaşamayı yeğlemiştir. Bu da yönetenlerle yönetilenler arasında onulmaz çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Halkla yönetim arasında gerek ekonomik, gerek sosyal, gerek kültürel ve gerekse inançsal açıdan büyük çatlaklar oluşmuştu. Bu farklılıklar; 1512-1520 arasında tahtta bulunan Yavuz Selim döneminde had safhaya ulaşmış ve kimi kaynaklara göre 40-100 bin arasındaki Alevi-Bektaşi’nin katledilmiştir. Kendisi gibi düşünmeyen ve inanmayanlara düşmanlık besleyen gerici ve kıyımcı Ebusuud adındaki Şeyhülislam tarafından verilen fetvalarla; o dönemdeki söylemle Kızılbaş olarak nitelendirilen Aleviler; “dinden çıkmış” olarak nitelendirilmiş ve bunların görüldükleri yerde öldürülmesi gerektiği şeklinde buyruklar verilmiştir. Bilhassa bâtınîliği esas alan öğretiyi benimseyen Alevi-Bektaşilere karşı büyük kin duyan Ebusuud’un bu nefreti; neticede ölüm-kıyım fetvaları haline dönüşmüştür.

Anadolu’daki halk, kendisine reva görülen bu baskı, zulüm ve kıyımlar neticesinde Şah İsmail’i kendileri için bir kurtarıcı hatta bir Mehdi gibi görmeye başlamış. Anadolu halkının, Şah İsmail’e bu kadar ilgi göstermesini gururuna yediremeyen Yavuz Selim, Safevi Devleti’nin etkinliğini ortadan kaldırmak amacıyla seferler düzenlemiş ve bu seferler öncesinde de Anadolu’daki Alevi halkın binlercesini kılıçtan geçirerek yaşamlarına kıymıştır. Şah İsmail, göçebe Anadolu Türklerinin isteklerini kolayca sezinlemiş ve onların görüşlerine yakın inanç ve düşüncelerini yaymıştır. Onlar gibi konuşan, onlar gibi şiirler yazan ve deyişler söyleyen; eski geleneksel ayinleri ve törenleri uygulayan, Şaman inanç ve ayinlerine uygun davranışlar sergileyen, onların dertlerini dinleyen, onlar gibi yaşayan, onların bölük pörçük düşünce ve inanç kırıntılarını bir araya toplayan ve onların sorunlarıyla ilgilenen bir lider olmuştur ( Nejat Birdoğan; Anadolu’nun Gizli Kültürü, Alevilik; Berfin Yay. 1995 Sayfa 144).

Osmanlı’dan zulüm, baskı gören ve kıyıma uğrayan Anadolu’daki Alevi halk, kendisinden biri olarak gördüğü Şah İsmail’den destek, sevgi, muhabbet, hamilik ve iyilik görmüştür. Şah İsmail’i de bu nedenle desteklemiştir. 1514 yılında İran’a gerçekleştirdiği sefer öncesinden Alevilere büyük bir katliam gerçekleştiren Yavuz, halkın büyük bölümünü kuyulara attırarak katlettirmiştir. Bu sebepledir ki Osmanlı’ya karşı ayaklanmalar yaşanmıştır. 1514’te Osmanlı ile Safevi Devleti arasında yaşanan Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail, Yavuz’a mağlup olmuştur. Bu mağlubiyeti hazmedemediği için psikolojik sorunlar yaşayan ve bunalıma giren Şah İsmail, bu bunalımdan ancak edebiyata yönelip birçok şiir yazarak kurtulabilmiştir.

Bu mağlubiyet sonrasında Şah’tan yana tavır koyan Anadolu halkı, büyük bir zulme maruz kalmanın yanı sıra açlık ve yoksulluk yaşamış, çeşitli işkencelere maruz bırakılmıştır. Toplumdaki soygunculuk zirve yapmış ve eşkıyalık hüküm sürmeye başlamıştır. Bu durum; halkın Osmanlı’ya karşı örgütlenerek başkaldırıya yönelmeye büyü hız kazandırmıştır. Tüm bu olumsuz koşullardan etkilenen halkın arasından önderler çıkmış ve zamanla pek çok önder, örgütlü hale getirdiği halka öncülük etmiştir.

Bozoklu Celal, Süklün Koca, Şah Veli, Baba Zünnun gibi toplumsal başkaldırılar, Yavuz döneminde Anadolu’da Osmanlı’ya karşı gerçekleşen başkaldırılardır. Esasen baskıcı Osmanlı yönetimine karşı Anadolu’nun dört bir yanında büyüklü-küçüklü birçok isyan yaşanmıştır. Her isyan sonrasında daha çok baskı uygulanmaya başlayınca Anadolu halkının, Şah İsmail’e daha da yakınlaşmasına yol açmıştır. Bu toplumsal kalkışmalarda önderlik yapanların tamamına yakını Alevi-Bektaşi düşüncesini benimseyenlerdir. Ekonomik ve toplumsal sorunlar, toplumun en büyük sorunları olduğu için halkın örgütlü hale gelmesi ve başkaldırısı da buna yönelikti. Halkın örgütlenmesinin ana nedeni de daha güzel ve insanca bir yaşamdan başka bir şey değildi. Bu örgütlenmeyi ve başkaldırıyı bir mezhep kavgasına dönüştürmeyi başaran Osmanlı yöneticilerinin amacı, Sünni halktan insanların bu örgütlü mücadeleye katılmasının önünü tıkamaktı. Bundan da başarılı olmuştur.

ŞAH HATAYİ’NİN KİŞİLİĞİ

Can korkusuyla yaşama başlayan Şah İsmail, henüz altı yaşındayken dedesi Safiyeddin’in müritleri tarafından kaçırılmasaydı hasımlarında öldürülecekti. Altı yıl süreyle büyük bir gizlilik içince Gilan’da yaşayan Şah İsmail, 12 yaşına geldiğinde Ercuvan’da Taliş Mehmed Bey’in elinden zor kurtulmuştur. Bu çocuk yaşına rağmen yandaşlarına kalelerin nasıl fethedileceği konusunda dersler veriyordu. Yakalanmadan yandaş toplamak amacıyla binlerce kilometre yol alıyor, tanımadığı toplulukların arasına girip karşılaştığı insanları ikna ederek yanına almayı başarıyla gerçekleştiriyordu. Anadolu’dan binlerce hatta on binlerce insan yalınayak bir biçimde bu genç adam için yollara düşüyordu. Bu yollara düşmede eski Türk inancının etkisinin yanı sıra Şah’ın kişiliği büyük bir rol oynuyordu. Özellikle Erzincan, Sivas, Karaman Türkmenleri başta olmak üzere büyük bir halk kitlesi, Osmanlı’dan umduğunu bulamayınca Şah’a doğru yola koyulmuştur. Halkın bu gidişi uzun yıllar devam edince Yavuz’a sunulan bir dilekçede; “İşte bir zaman geldi ki Rum ülkesinin halkının çoğu Erdebilli olup kâfir oldu.” şeklindeki bir söyleme yol açmıştır.

Uzun süre devam eden bu göç, Hoca Sadeddin tarafından; “Ol taifenin kalanı dahi terk-i diyar etmek istediler. Ölüsünü, dirisine yükleyip cümlesi çıkup gitmek istediler.” Şeklinde dile getirilir. Şüphesiz ki bu gidişi, Anadolu’da bikes kalan Türklerin orada önem ve güven elde etme emeline bağlayanlar da mevcuttu. ''Ömründe ve diyarında kendüye âdem dinmeyen bikarlar tuman (tümen) beyleri olup hadden ziyade itibar buldular. İşiten çıktı gitti. Yerinden ayrılup yurdunu terk idüp çiftin çubuğun dağıttı.'' Osmanlılar ve Dulkadirler tarafından alınan önlemler, bu yürüyüşe engel olamıyordu. Âşık Paşazade tarafından bir söylenti olarak aktarılan bilgiye göre Hac’ca gitmek yerine Erdebil Ziyaretini yeğleyen insanlar; “Biz diriye varırız, ölüye değil.” diyorlarmış.

Hiç şüphesiz ki halk tarafından gerçekleştirilen bu katar katar akışın neticesinde karşılaştıkları kişi, öyle sıradan bir kişi değildi. İyi bir eğitim-öğretim aldığından kuşku yoktur. Henüz on iki yaşında iken benim diyen babayiğitlerin dahi katlanamayacağı bir beden dayanıklılığına sahiptir. Bu yaşında en kanlı kavgaların içinde yer almış yürekli ve güçlü bir dövüşçü ve iyi bir avcıdır. Bir kış mevsiminde Erdebil yöresinde kuşların aşırı soğuktan donup yere düştüğü havalarda kendi adamlarına kardan kaleler yaptırıp kuşları oyalayarak onların soğuktan ölmelerine engel oluyordu.

SANATI

Şirvanlı Melikü’ş Şüera Habibi tarafından başı çekilen birçok Türk edebiyatçısı devlet tarafından korunmaya alınmıştır. Hece ve aruz şairi olmasından ötürü ünlenen Şah İsmail’in bilime karşı da meraklı olduğunu duyan bazı bilginler kendileri Erdebil’e gelirken bazı bilginler de Şah İsmail tarafından Erdebil’e getirtilmiştir. O dönem kaynaklarına göre Şah İsmail sıradan bir hükümdar olmaktan ziyade eski Hurremilik’in ve Babekilik’in temsilcisi şeklinde görmek mümkündür. Halk tarafından Şah İsmail’e karşı gösterilen sevgi ve sığınma yürüyüşlerine süreç içerisinde sanatçılar da dâhil olmuşlardır. İlk sığınmalar, Sultan Hüseyin Baykara (m. 1447- 1505)’ın oğullarını ağır yenilgilere maruz bırakan Özbek Hanı Şeybani’nin Şah İsmail tarafından ortadan kaldırıldığı 1505 tarihinde başlamıştır. Kemaleddin Behzad (1455-1535) olmak üzere bu sanatçıları saygıyla karşılayan Şah İsmail, bunları seçkin görevlere atamakta imtina etmiyor.

Dönemin ünlü tarihçilerinden Hvodemir’in H. 904 (m. 1489) tarihinde Ali Şir Nevai adına yazmaya başladığı ve H. 905 (M.1499) tarihinde bitirdiği kitabında şöyle der; “Üstat Behzad, dönemin en olgun nakkaşlarının ustasıdır. Bir süre doğruluk örneği Emir’in (Hüseyin Baykara’nın), yanında eşsiz işlerle uğraşırken şimdi yüce mertebeli Sahib Kıran(Şah İsmail’in)’ın yanındadır.” Böylece Kemaleddin Behzad’ın, Şah İsmail’e sığınması daha önceki yıllarda gerçekleşmiş olduğu ortaya çıkmıştır. Gene bu kitapta anlatılanlara bakılırsa Nakkaş Ağa Mirek, Hüseyin Baykara yanında iken Kemaleddin Behzad, Şah İsmail’in yanındadır. Kim bilir Hüseyin Baykara, dönemin geleneğine göre hareket ederek Behzad’ı da birçok sanatçı ile birlikte Şah İsmail’e takdim etmiş olabilir. Özel bir fermanla 1521 yılında Nakkaşhane’ye müdür ve sahib-i İhtiyar (yetkili) olarak atandığı güne değin dağınık halde bulunan Safevi nakşını belli bir biçime sokmuştu. Muhammed Tebrizli, Ağa Mirek, Hace Abdül Aziz, Muzaffer Ali Muhammed vb. bu okulda görev deruhte eden öteki öğretmenlerdir.

Bu dönemde geriye kalan bazı saray süslemeleriyle birlikte son yıllarda gün ışığına çıkarılmış olan “Cihan Ara-yı Şah İsmail Safevi” kitabında yer alan yirmi civarında minyatür de dönemi aydınlatması açısından son derece önemlidir.

ŞAH İSMAİL ‘HATAYİ’ MAHLAS’INI NEDEN ALMIŞTIR

Alevi Tekke Edebiyatı’nda kalma bir gelenek olan mahlas, özellikle Alevi ozanların kendileri için kullandıkları yeni bir kimlik gibidir. Ozan olan kişi; kendi gerçek adının dışındaki bir ismi, şiirlerinin son dörtlüğünde kullanır ki buna “mahlas” denir.

Alevi Edebiyatı ozanlarından bir kısmının tarihî süreç içerisinde eski mahlasını değiştirdiği de görülmüştür. Bunun en iyi bilinen örneklerinden biri, 1826 yılındaki “Vakay-i Şerriye” sonrasında Hacı Bektaş’dan Amasya’ya sürgüne gönderilen Çelebi Hamdüllah Efendi (1767-1846) adındaki Hacıbektaş Postnişinidir. Bu sürgün öncesinde mahlası “Hamdüllah” veya “Hamdi” olan Çelebi Hamdüllah Efendi; sürgün sonrasında mahlasını “Hasreti” olarak değiştirdi. Mahlasında değişikliğe giden bir başka ozan da 1865-1928 tarihleri arasında yaşayan Sıtkı Baba’dır. Önceki mahlası “Pervana” olan Sıtkı Baba, daha sonra mahlasını “Sıdkı” olarak değiştirmiştir.

Şah İsmail neden “Hatayi” mahlasını almıştır? Köken açısında bakıldığında Hatayi sözcüğü, “hata” yapmak anlamındadır. Büyük Larousse; hatayı şöyle tanımlar: “Hata; iyi düşünememekten, beceriksizlikten vb. kaynaklanan yanlış davranış, kusur, yapmak istediği bir işi yerine getirememe, yanlış yapma, yanlış olanı doğru sanma, yanılgı vs. anlamlarına gelmektedir.”

Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere hata; bir suçluluk psikolojisi, başarısız olmaktan duyulan nedamet, kişinin hem kendisiyle hem de toplumla iç hesaplaşması vb. değerleri gözler önüne sermek ve ifşa etmektir. Kim bilir, belki Şah İsmail yaşamında yaptığı kimi olayları kendisi için bir hata olarak görmesinden ötürü “Hatayi” mahlasını edinmiştir.

Bu mahlası neden aldığı konusunda farklı birkaç efsane bulunmaktadır. Bu efsanelerin birinde olay şöyle anlatılır: Miladî 680 yılında Kerbelâ’da yaşanan savaşta; başlangıçta Yezid’in ordusunda yer alan Riyad oğlu Hûd, savaş sırasında İmam Hüseyin’in tarafına geçerek Yezid’in ordusuna karşı savaşır ve savaşta şehit olur. Cesedini, hemen orada uygun bir yerde defnetmek isterler. Ancak yarasından akan kan, bir türlü durmak bilmez. Bunun üzerine durum İmam Hüseyin’e bildirilir. Gülümseyerek, “Öbür dünyada tanık istiyor” diyen İmam Hüseyin, mendilini çıkarıp verir. Yara, İmam Hüseyin’in verdiği mendille bağlanınca anama durur. Bu olaydan 830 yıl sonra 1510 yılında Bağdat’ı alan Şah İsmail, İmam Hüseyin’in Kerbelâ’da bulunan türbesini ziyaret eder. Türbe’de Hûd’un mezarının da yer aldığını görünce hiddetlenen Şah İsmail, Hûd’un mezarının başka bir yere nakledilmesi emrini verir. Mezar açılınca Hûd’un yarasının üzerine bağlanan mendili görünce “Bu nedir?” diyen Şah İsmail; yaraya bağlanan mendili alınca kan yeniden akmaya başlar. Tam da o anda İmam Hüseyin’in Türbesi’nden; “Hata ettin İsmail!” diye bir ses duyulur. Bunun üzerine büyük bir şaşkınlık geçiren Şah İsmail, mendili tekrar yaraya sarar ve üzerini kapatır. O an hata yaptığını anlayan Şah İsmail, bu hatasını unutmamak amacıyla o günden itibaren yazmaya başladığı şiirlerinde “Hatayi” mahlasını kullanmaya başlar.

Bu konudaki ikinci görüş, İsmail Onarlı tarafından kaleme alınan ve Temmuz-2000 tarihinde Can Yayınları’ndan çıkan “Şah İsmail Biyografisi” adlı yapıtta yazılan görüştür. Bu görüş şöyledir:

İsmail’in Yola Giriş Cemi

Şeyh Haydar, oğlu İsmail’in doğumunun 7.inci günü sabahı Şamlu Hüseyin Bey’i yanına çağırtarak:
      “Hüseyin Bey! Gerekli hazırlıklar yapılsın akşam Cem tutulacak” der.
       Şamlu Hüseyin Bey:
     “Şeyhim hayrola yine gelenler mi olacak ıraklardan dergâha?” diye sorar.
       Şeyh Haydar:
  “Yok! Beyzadem rüyamda Şah-ı Merdan Ali’yi gördüm. İsmail’in yedisinde ‘İkrar alma Erkânı’ yapılsın ‘Hakk Meydanı’na kabul edilsin” dedi. Bundan böyle İsmail’in hem Lala’sı olacaksın hem de Rehber’i olacaksın.”
   Lala Şamlu Hüseyin Bey, ne diyeceğini bilemez. Ve Şeyh’ini dinlemeye epeyce divanda mühürlenmişçesine devam eder.
       Şeyh Haydar:
   Şimdi hemen kurbanlar tığlansın. Akşam lokmalar hazır olsun. Kurbanlardan bir tanesi; Pamir yaylasının Shughnan Karyesinden gelen İsmailî Dai Gulam Murtaza’nın Çin’in Hıtay bölgesinden getirdiği mis keçilerinin erkek tekesini keseceksiniz. İkincisini ise; Hatay’ın Samandağı Karye’sinden Nusayri Şeyhi Bünyamin El Fattullah’ın Hakkullah olarak getirdiği koçu keseceksiniz. Bu iki muhterem zat, Cem’imizin de baş konuklarıdır. Ona göre düzen tutula; On iki hizmet sahipleri hariç sayacağım şu kırk kişilik Halife ve Beylerimiz; “Meydan Evi’nde düzenlenecek ‘ikrâr Ayn-ı Cemi’nde gün batmadan hazır ola…” diye emirlerini verdi.
      Şamlu Lala Hüseyin Bey; Alemşah Begüm’ün altın sim işlemeli ipekli kundakla belediği ve boynuna on iki, lifli on iki renkli örgülü ip bağladığı İsmail’i kucağına almış bir vaziyette Cem Meydanı’na girer.
      Gözcü; sopasını üç kez yere vurarak:
       “Allah … Muhammed… Ya Ali!” der. Ve katara bir er geldiğini bildirir.
       Rehber: Lala Hüseyin Bey:
     “Hüüü … Erenler Şahı! Katara bir Er uzatıyorum” diyerek üç kez yüksek sesle tekrarlar.
Cemaattekiler hep beraber yere niyaz ederek; “Allah… Allah… Allah!” diyerek doğrulurlar.
Bu esnada bebek İsmail ağlıyor sanılarak Mürşidlik Makamındaki Şeh Haydar; kulağını kundağa doğru eğer. Aynı şekilde sağındaki Nusayrî Şeyhi ile solundaki İsmaili Dai de kulaklarını kundağa doğru kabartarak başlarını Şeyhin Kucağındaki İsmail’e eğerler.
   İsmail onlarla birlikte salavat getirmektedir. Üçü birbirine bakarak duyduklarını tasdiklercesine başlarını öne sallarlar…
      Üç kez salavattan sonra Mürşid; İsmail’in boynundaki ipi çözerek cemaate yüksek sesle:
     “Bu eri! Hak-Muhamned-Ali yoluna alıyor! Katarına katıyoruz! Razı mısınız, bu Masum-u Pak’dan?” diyerek üç kez tekrarlar. Cemaat da razılık anlamında üç kez yere niyaz ederler.
      Mürşid; Kundağın tam orta yerine ipi bağlayarak ve “Allah- Muhammed- Ali!” diyerek ve üç düğüm atarak “Tığıbent” yapar...
      Miraçlama bittikten sonra, Lala Hüseyin Bey; İsmail’i kucağına alarak, Rehberi olarak O’nun adını ve Mürşidi Şeyh Haydar’a hitaben:
      “Pirim olarak! Ben senden doğdum! Öyle ise bana bir yol eri adı koymak da sana düşer!” der.
      Şeyh Haydar; dizlerinin üstüne doğrularak yüksek sesle, bir şeyh değil de bir hükümdar edasıyla:
     “Muhammed-Ali soyundan Şeyh Safi yolağında İsmail’e öyle bir ad koyacağım ki, dünya durdukça hep anılacak” diyerek, sağındaki ve solundaki ulu zatlara bakarak, konuşmasına devam eder:
    “Nuseyri Şeyhinin memleketi olan ‘HATAY’ ile İsmaili Dai’nin memleketi olan ‘HITAY’ın adlarını birleştirerek, İsmail’in ‘Tarikat Adı’nı O yerler anlamında ‘Hatayi’ koyuyorum. Bu iki mübarek insanı, Allah bugün için göndermiştir. Ve burada buluşturmuştur. Bu alâmet hayra işarettir ki İsmail doğmuştur. İsmail Hatayi ‘ŞAH’ olacak ve Kızılbaşların da, Hükümdarı olacaktır. Kuracağı Kızılbaş Devleti’nin sınırları da; Hatay’dan Hıtay’a kadar uzanacaktır… Hüü… Erenler…” demesiyle, cemaatte “Allah, Allah, Allah” uzunca bir karşılık verdiler.
       Zakirler sazlarıyla ağırdan bir fon müziği çalmaya başladılar.”   
    Hatayi mahlasıyla şiirler yazan Şah İsmail; şiirlerini yaşamış olduğu dönemin Azeri Türkçesiyle kaleme almıştır. Şiirlerinde hem Aruz hem de Hece ölçüsü kullanan Hatayi, hem Anadolu Halk Edebiyatı’na hem de hem de kendisinden sonraki birçok şaire ilham kaynağı olmuş ve rehberlik yapmıştır.

Henüz çocuk yaşlarda iken yaşam koşullarının getirdiği güçlükleri özünde yaşayan biri olan Hatayi, 5-6 yaşlarında yaşama tutunabilmek için farklı bölgelerde yaşamak zorunda bırakılmış ve 14 yaşında yeni bir devlet (Safevi Devleti) inşa etmiş ve yeni inşa ettiği bu devleti ayakta tutabilmek amacıyla büyük savaşımlar vermiş ve savaşlar gerçekleştirmiş bir kişiliktir. Bütün bu çalkantıların içinde Hatayi’nin en büyük vasfı hiç kuşkusuz ki ozanlık yanıdır. Zira onun şiir üretme kabiliyeti, öteki bütün kabiliyetlerinin önüne geçmiştir. Konuştuğu güzel Türkçesiyle kaleme aldığı şiirleri, bugün dahi etkisini kaybetmeden insanların gönül tellerini harekete geçirmekte ve kullanmış olduğu sözdizimleri beyinlerde büyük etkiler yaratmaktadır.

Hatayi, bir tasavvuf şairi olduğu için tasavvufu meydana getiren bütün değerlere ilgi göstermiş ve bu değerleri şiirlerine de yansıtmıştır. Şiirlerinde aşkı, sevgiyi, On İki İmamları, Hz. Ali’yi, Ehlibeyt’i, Alevilik ritüellerini, Hurufîliği, Bâtınîliği ve yaşama ilişkin değerleri vb. dile getiren Hatayi, bununla birlikte Aleviliğin bir kurum haline dönüştürülmesine büyük katkı sağlamış, ritüellerini, düşünsel yapısını ve öğelerini ortaya koymuş bir bilge kişidir. Hatayi; Babekliğin ya da Hürremîliğin (830’lu yıllarda İran’da gelişen ve sosyal barışı, eşitliği, beraberliği ve birlikteliği savunu konusu yapan ve halkçı bir yönetim biçimini ön plana çıkaran Batınî bir hareket) etkisi altında kalmıştır. Gıdasını; kendinden önce yaşayan Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli,  Hallac-ı Mansur, Fazlullah, Seyyid Nesimî vb. mürşitlerden alan Hatayi, eşitlikçi ve paylaşımcı bir düşünceden yana tavır sergilemiş bir ozan ve önderdir. Derin tasavvufî bilgisi sayesinde kendisinden sonraki Mürşitleri, Pir’leri, şairleri, İnanç önderlerini etkilemiş bir bilge kişiliktir. Alevilik-Bektaşilik’in güçlü ozanlarından biri olarak kabul gören ve didaktik-lirik şiirler kaleme alan Hatayi’nin kaleme aldığı şiirler, İran ve Anadolu’da bulunan Alevi ve Şiilerce benimsenerek hızla yayılmaya başlamıştır.

Hatayi’nin “Dehname” isimli 1400 beyitlik bir mesnevisi bulunmaktadır. Bununla birlikte şiirlerinin bir kısmı, “Nasihatname” adı altında bir araya getirilmiştir.

HATAYİ’NİN ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLERLE DÜNYA GÖRÜŞÜ

  Adım İsmâil-übni Hayderiyem
        Aliyyel- Mürtezâ nın çâkeriyem

 Hüseyni meşrebim ben din içinde
        Mevâli olanın Hak rehberiyem

 Benim gâzilerime hürmet eyle
        Gelüp anda olanın minberiyem

       Beni ayrı onlardan sanmanuz siz

       Yakin bilin onların serveriyem

 Benim hem pir ve hem sultân-ı âlem
        Hatayi’yem Ali’nin çâkeriyem

(Çeviren; Mehmet YAMAN; Buyruk; Alevi İnanç- İbadet ve Ahlâk İlkeleri; Mannheım AKM Dedeler Kurulu Yay. 2000, sayfa; 151)

I. Beytin açıklaması: (İsmim İsmail, ben Haydar’ın (Hz. Ali nin) oğluyum/Ali’nin, Murteza’nın (Hz. Ali, bir başka ismi) kuluyum, hizmetçisiyim).

II. Beytin açıklaması: (Gittiğim yol, Hüseyin’in yoludur. İnancım bu yolun inancıdır/Arap olmayan, Emevi olmayan; Hz. Ali’den yana olanların sözcüsü ve önderiyim).

III. Beytin açıklaması: (Benim taraftarlarıma, yiğitlerime saygı gösterenin/her an üzerine oturdukları veya namaz kıldıkları minber olurum).

IV. Beytin açıklaması: (Beni sakın onlardan (taraftarlarımdan) ayrı görmeyin/ bilin ki ben onların önderiyim, onların başıyım, başkanıyım).

V. Beytin açıklaması: (Ben bu dünyada hem Pir’im (önderim) hem de Sultan’ım (en üst makamdaki insan) Ben Hatayi, bilin ki ben Hz. Ali’nin hizmetçisiyim, onun yolunun kölesiyim.

Ozan bu dizelerde kimliğini ve dünya görüşünü açıkça dile getiriyor.

Adım İsmail, Haydar’ın (Hz. Alinin) oğluyum, onun kölesiyim diyor. Ozan meşrebinin yani güttüğü yolun Hüseyin’in yolu olduğunu, Mevali olanların bir başka ifadeyle Ehl-i Beyt i sevenlerin, gerçek önderi olduğundan söz ediyor. Mevali; Emevilerin, Arap olmayanlara verdikleri isimdir. Kendileri dışındaki halkları köle olarak gören Emeviler, onları kul ve köle olarak değerlendirmişlerdir. Özellikle İslam’ı benimseyen ve kendileri gibi inanmayan, İslam’a farklı bir yorum getiren İran ve Türklere karşı çok olumsuz davranışlar sergileyen Emeviler, Türkleri ve İranlıları kendilerine düşman olarak görmüşlerdir. İranlıların ve Türklerin Ehlibeyt taraftarı bir inancı benimsemiş olmaları, Emevileri son derece rahatsız etmiştir. Zira Ehlibeyt’i yok eden ve Hz. Muhammed’in ailesine düşman gibi davranan politikalar gütmüş olan Emevilerin, Ehlibeyt’e karşı olan hasmane tavrı ve Hz. Ali’ye karşı sergiledikleri uygunsuz eylemler nedeniyle Türkler ve İranlılar Ehlibeyt’e sahip çıkan bir siyasi tavır sergilemişlerdir.

Bu manada amda Mevali, Ehlibeyti sevenler ve onlardan yana tavır sergileyenler anlamındadır. Bununla birlikte dervişlik mertebesine erişenlere de mevali denmektedir. Hatayi, burada insanlara hizmet verdiğini dile getirmektedir. Ozan, dizelerinde yer alan Mevali söylemini her iki anlamda da kullanmıştır. Bir taraftan Emevi düşüncesiyle karşı tavır geliştiren ve kendisi gibi düşünmeyenleri düşmanca gören düşüncelere karşı bir tavrı eleştirirken, öte taraftan da kendisine öncü olarak gördüğü ulu insanlara saygı ve sevgi kusur etmediğini ve onları yücelttiğini görüyoruz.

Ozan, bu yüce insanlara sevgi ve saygı gösterilmesini isteyerek, bu ulu insanlara minber (kürsü) olacağını, kendisinin bu insanlardan ayrı olmadığını, bu önderlerin yakını, tarafı olduğunu, onların savunucusu konumunda bulunduğunu anlatıyor. Hatayi, Hz. Ali’nin, Hz. Hüseyin’in Ehlibeyt’in kendisinin piri, dünyanın da Sultanı yani uluları olduğunu belirterek, kendisinin Hz. Ali’nin hizmetçisi, kölesi, kulu olduğunu açıkça dile getirmiştir.

“Ey Hatayi zikr-i fikrin eyledin eş'are sarf
       Tuttu irfan defterini ehl-i divan şimdiden

 (Ey Hatayi, tapınmamı, görüşümü şiirlerimde dile getirdim /
       Söylediklerim bu işi bilenler tarafından yazıldı.)

dediğine göre irfanının ululuğu dünyayı çok erken tutmuş. Mesnevi de olsun divan şiirlerinde olsun dönemin din ve edebiyat bilgilerine iyice egemen olduğu bir gerçek. Yapıtlarına Farsça ve Arapça eklediğine göre bu dilleri de biliyor. Cavidan-Name'den söz ettiğine göre Fazlullah'ı ve Hurufi'liği biliyor. Kur'an ayetlerine kafiyeli dizeler yazıyor. Ayetleri açıklıyor. Ebced'i biliyor. Özetle şiir bilgilerinde oldukça güçlü. Dehname mesnevisini 19 yaşında yazmıştır. Halk şiiri türlerini biliyor ve ustalıklı kullanıyordu.

Hatayi’nin aruzla yazdığı şiirlerini çıraklık ve ustalık dönemlerine ayırmak olası. Çaldıran vuruşmasından sonra bu büyük adamın duygularında geniş ölçüde değişmeler olmuş. O, gururlu ve kendini yenilmez sanan egemenin yerini daha durgun, yenilmiş ve gururu kırılmış bir adam aldı. Şiirleri de bu duygulara paralel olarak değişti. Böylelikle duygu yönü ağır basan şiirlerinde bir güçlenme görüldü.

Ben gücümü; sürekli düşüncemi, inancımı, özümü bulmak için harcadım diyen Hatayi, bu konuda bilgisi olanların bilgisinden yararlandığını dile getiriyor. İnsanın özü ile doğanın ya da Tanrı’nın özünün aynı olduğunu ve tüm yaşamını bu özü ortaya çıkarmak ve gerçekleri gözler önüne sermek amacıyla harcadığından söz eden ozan, okuduğu üstatlardan, dervişlerden, bilginlerden yararlandığını ve bunlardan öğrendiklerini şiirlerine yansıttığını söylüyor.

Şiirin, insanları etkilemedeki gücünün farkına varan Hatayi,  sözcüklerde yer alan vurgunun insanları son derece etkilediğini çözümlediği içindir ki dünya görüşünü şiirleri yoluyla dile getirdiğini aleni bir biçimde ortaya koymuştur. Bu nedenle de gerek Tanrı’ya bakış açısını, tasavvuf anlayışını, Aleviliğin tapınma şeklini, tarihini, inançlarını ve gerekse insanı nasıl yorumladığını şiir diliyle ortaya koymaya çaba göstermiştir. Yaşamı hep savaşımlarla geçen Hatayi; bilgisi, kararlı oluşu ve lider kişiliğiyle taraftarlarına güven sunmuş ve hem askeri, hem devlet adamlığı hem liderliği, hem şairliği vb. gibi yönleriyle “ulu bir insan” olarak tarihin sayfalarındaki yerini almıştır.

Zaten şiirin ikinci dizesinde, öteki şiirlerinde de ortaya koyduğu bilgileri, gerçekleri, olgu ve olaylara bakışını bu konuya ilgi duyanların kayıt altına aldıklarını ve bu işi bilenlerin bu dizeleri değerlendireceklerine vurgu yapmıştır. İrfan; bilme, kavrama, gerçeğin farkına varma, ehil ise bir işi yapan kişinin o işi bilmesi, usta ya da mahir anlamlarını taşır.

Diyarı aşka sultanam dila men de zamanında
      Vezirimdir gam u gussa oturmuş iki yanımda
      Men ol şahbaz-ı kühsarem baş eğmem gülle-i
      Kare Nice Anka kimi yavru uçurdum aşiyanımda

(Ben, bir zamanlar benden uzaklaşan aşka gönülden, sadakatle bağlıydım. Benim en büyük yardımcım olan keder ve gam; yanı başımda oturmuşlar sanki acılar eksik değil bedenimde. Ben yiğit, mert, kahraman ve korkusuz dağlar gibiyim; baş eğmem gülleye, silaha, zorbaya. Issız kuş yuvalarında nice bilinmez kuşları uçurdum; Anka Kuşu gibi.)

Hatayî, elbette bir Fuzuli değildir. Bu nedenle şiir anlayışı da farklıdır. Hatayi’nin kaleme aldığı şiirlerde; düşüncelerini şiir diliyle yaymaya çalışan bir Şah'ın çabası mevcuttur. Şah için şiir, bir araçtır. Oysa Hatayi’nin iki katı yaşayan ulu ozan Fuzuli'de şiirin amaç olduğu açıktır. Hatayî bir taraftan boğuşurken öte taraftan da yeni bir devlet kurma çabası içindedir. Buna rağmen şiirlerinin bazılarında kendisini güçlü olarak görür:

Çün tecella nurını görmek temenna eylerem, 
       Şimdi Mansur'am meni bir dara göndermek gerek

beyti herhalde benzerlerinin önünde yer alacak güçtedir.

Şiirdeki gücü, esasen hece ölçüsüyle kaleme aldığı deyişlerde mevcuttur. Bunlar, yüzyıllar boyunca ister onun inancından olsun ister başka bir inançta olsun Türk halkının dil-ezberi olmuştur. Kimi törenlerde semahların, cüş havalarının, düvaz-ı imamların hep bu deyişlerden seçildiği herkes tarafından bilinen bir gerçektir. 

Sadece bir tasavvuf ozanı olarak algılanmaması gereken Hatayi’nin yapıtlarında tasavvuf, inanç ve toplumsal olayların yanı sıra aşk ve ayrılık şiirleri de mevcuttur. Yaşam süresi içinde çektiği acıları, hüzünleri, yaşanmışlıkları şiirlerinde başarıyla yansıtmıştır. Kur-an’ı da okuduğu anlaşılan Ozanın, bu konuda da yeterli bilgiyle donandığını şiirlerinde görmek mümkündür. Buna rağmen Hatayi’nin şiirlerinde en çok ele aldığı konuların başında On iki İmam, Kerbelâ ve Hz. Ali sevgisi gelmektedir. Onun eserleri, düvaze, mersiye, nefes ve deyişleri, yüzyıllardan beri Alevi-Bektaşi cemlerinde, kutlamalarda, muhabbetlerde, semahlarda, sohbetlerde vs. söylenegelmiştir. Hatayi, Pir Sultan Abdal’dan sonra en çok tanınan ozanlarından birisidir. Her iki ozan da “Yedi Ulu Ozan” olarak kabul edilen ozanların arasında yer almaktadır.  

Hatayi hal çağında
      Hak gönül alçağında
     Yüz bin Kâbe yapmaktır
     Bir gönül alçağında,

(Birdoğan; Anadolu’nun Gizli Kültürü; Sayfa; 327)

Bu dizelerinde tasavvufun zirvesine ulaşmış, kendi içselliğini, gönül gözünün ulaştığı coşkuyu ve bilincinin vardığı mertebeyi dile getiren Hatayi, “Hal çağında” derken; içe duyuş yoluyla ilahî gerçekliğe eriştiğinden ve gönül sezişiyle Hakk’a vardığından söz ediyor. Hal, insan gönlünün ilahî bilgiyle teçhiz olunması, içsel sezgiyle Tanrı gerçeğine ya da var oluşun bilgisine erişilmesi anlamını taşımaktadır. Ozan; “Hak Gönül Alçağında” dizesiyle insanın olgunlaşmasına vurgu yapmaktadır. Olgun insanın ancak Tanrı gerçeğine erişebileceğini dile getirmektedir. Alçakgönüllü, bilgili, olgun, nefsine egemen olmuş, kin ve nefret duygularını aşmış, sevgiyi ön plana çıkarmış bir insan, özünde Tanrı gerçeğine ulaşabilir. Hak (gerçek) olan, insanda mevcut olandır. İnsan, sevgiyi öne çıkararak Tanrı’nın özünü yansıtır. Zira Tanrı, sevgiyle özdeştir. Öyle ise insana sevgi beslemek, ona zarar vermemek Tanrı’ya sevgi beslemekle aynıdır. Çünkü Tanrı’nın evi, insan gönlüdür. O halde Kâbe insanın gönlüdür. İnsan kendini yetiştirerek, hamlıktan, banallıktan özünü kurtarması, bunun için de özünü sevgiyle donatması, bir insanı kırmaması, alçakgönüllü, hoşgörülü olmasını dile getiriyor. İnsanların olaylara akıl ve muhabbetle yaklaşmasını ve insanı kazanmasını talep etmektedir. Bunu yapabilmek ancak gönlün eğitilmesiyle mümkün olacağına vurgu yapıyor. Aleviler tarafından büyük bir değer olarak kabul edilen Hatayi’nin şiirleri; ibadetlerde deyiş olarak en çok okunan ozanların başında gelir.

Mü’minlik bahsin edenin
       Hırs-u nefsi ölü gerek
       Hak sıfatin gözleyenin
       Kıldan ince yolu gerek

(Yunus Emre, Nasrettin Hoca ve Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü; Mehmet Yaman Makalesi; Ümit Yay. 1995; sayfa 295)

Yukarıya aktarılan dizelerde ozan, inançlı olduğunu söyleyenlerin benliklerini, hırslarını, doyumsuzluklarını yıkmaları, Hakk’a yakın olduğunu söyleyenlerin, Hakk’ın gerçeğine ulaşmaları gerektiğini, bunun da kıldan ince bir yol olduğunu, her insanın bu yolun güçlüklerini aşamayacağını dile getirmektedir. 

Şah Hatayi’m vakıf oldu
       Bu sırrın ötesine
       Hakk’ı inandıramadı
        Özü çürük ervaha 

Bu dizelerde Bâtıni bir anlayış ve tasavvufi bir duruş mevcuttur. Hatayi, varoluşun sırrını çözümlediğini dile getirerek yaratılan her şeyin Hakk’tan geldiğini ve tekrar Hakk’a döneceğini, Hakk’ın, Tanrı’nın kendini var edip açığa çıkaran gerçeklik, var olan her şeyin de Hakk’ın belirtisi olduğunu ama bu gerçeği, cahile, ham insana, tinini geliştirmemiş kişiye anlatmakta güçlük çektiğini dile getiriyor.

Bir kandilden bir kandile atıldım
      Türap oldum, yeryüzüne saçıldım
      Bir zaman Hak idim, Hak ile kaldım
      Gönlüme od düştü yandım da geldim.

(Erdoğan Çınar; Aleviliğin Gizli Tarihi; Çiviyazıları Yay. 5. Baskı2004 sayfa; 48) 

Bu dizelerde ozan; enerjinin dönüşümünden söz ediyor. Madde ve enerji sonsuz kez birbirlerine dönüşürler. Hatayi, bu düşünceyi günümüzden yaklaşık altı yüz yıl önce şiirlerinde dile getirmiş. Madde her zaman enerjiye, enerji de maddeye dönüşür. Var olan her şey bu dönüşümün neticesinde meydana gelmiştir. Ozan, “toz, zerre (toprak) olup yeryüzüne saçıldım” sözüyle, adeta güneşten kopup dünyamızın meydana gelişini anlatır gibidir. Günümüzde, dünyamızın gaz ve toz zerreciklerinin bir araya gelmesiyle meydana geldiği konusunda bilimsel görüşler mevcuttur. Ozan, Tanrı+ Evren +İnsan, birlikteliğini açık bir şekilde söylemiştir.

Bir zamanlar “Hak idim demek”, Tanrı’yla birdim, onun özündeydim anlamı taşır. Hatayi, Tanrı’nın özündeyken Hakk’a dönüşüp bir bedene kavuştuğunu, gerçek olup bir başka ifadeyle enerji (ateş) alıp yeryüzüne geldiğinden söz ediyor. Burada “Vahdeti Mevcut” kavramıyla yüz yüze geliyoruz. Vahdeti Mevcut kavramına göre var olanların bütünü, Tanrı’yı oluşturur.

Hatayi hâl elinden
      Yanmışam kaal elinden
      Gördüm ayası değil
      Verdiğin al elinden

(Çeviren; Mehmet YAMAN; Buyruk; Alevi İnanç-İbadet ve Ahlâk İlkeleri; Mannheım AKM Dedeler Kurulu Yay. 2000 sayfa; 134)

Hatayi yukarıda yer alan dizelerde, bu yola girenlerin bu yolun gereklerini yerine getirmeleri gerektiğinden söz ediyor. Lakin insanların davranışlarından, yol kurallarına uymayan söylemlerinden ve hizmetlerinden memnun olmadığını da söylüyor. Bu yola girenlerin yolun öğretisine yaraşır davranışlar ortaya koyması büyük önem taşır. Bu yolun gerektirdiği koşullara uygun hareket etmeyen, yolun öğretisini algılayamayan ve yanlış davranışlar sergileyen insanların bu ortamdan uzaklaştırılması gerektiğinden söz etmektedir. Hatayi, savunduğu görüşleri yaşamın pratiğinde de uygulamaya çalışan bir eylem insanıdır. O’nun bu konuda tutarlı olan ve taviz vermeyen bir yapı ve davranış içinde olduğunu görmek mümkündür.

Yer yoğ iken gök yoğ iken tâ ezelden var idim
       Gevherin yek-dânesinden ilerü perkâr idim.

(Atilla Özkırımlı Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt 1; İnkılâp Yay. 2004)

Bâtıni felsefede evren, ezeli ve ebedidir. Evren, görünüme çıkmadan önce de mevcuttu. Yokluk denilen şey gizil nesnellikten öte bir şey değildir. Gizil nesne, ancak düşünce ile ya da ortaya koyduğu sonuçlarla anlaşılır. Tanrı kavramı, gizil nesnelliğin adıdır. Ortaya ya da görünüme çıkmamış her şey Tanrı’nın ya da evrensel enerjinin içinde potansiyel olarak mevcuttur.

Açığa, görünüşe çıkan her nesne, kendi gerçekliğini var kılar. “Ben doğmadan önce de vardım” diyen ozan, görünür olmadan yani bir bedene kavuşmadan önce kendisinin bâtın (gizil) durumda olunduğunu ancak bir bedene kavuşarak batın durumdan, zahiri (görünür-gerçek) duruma geldiğine vurgu yapıyor. Ozan, her şeyin tek bir cevherden (töz) var olduğunu, evrenin bir pergel veya cetvel ölçüsü hassasiyetinde olduğundan söz ediyor. Her şey bir birikim, bir ölçü neticesinde vardır. Moleküler anlamda da bu böyledir. Suyun oluşumu için iki adet Hidrojenle, bir adet Oksijenin birleşmesi gerekir. Eğer bu ölçüde bir birleşme söz konusu olmazsa o zaman suyu oluşması mümkün olmaz. Bir insanın ölümünün de yine, insan bedenini meydana getiren moleküllerin zamanla azalması ve hücrelerinin iş yapamaz duruma gelmesi ile mümkün olmaktadır. Moleküller bir bedenden ayrılıp başka bedenlere yaşam sunarken, birisinin ölümüne yol açarken bir başka şeyin de doğumuna neden olmaktadırlar. Hatayi, bu evrensel oluşumdan söz etmektedir.   

Gönül ne gezersin, seyran yerinde
      Âlemde her şeyin var olmayınca
      Olura olmaza dost deyüp gezme
      Bir ahdine bütün yâr olmayınca 

Gönül fazla gezip dolaşma bilmediğin yerlerde, dünyada her şeyin bulunmadıkça, olur olmaz her şeyi ve çevrende bulunan herkesi dost olarak görme, verilen bir sözü bile yerine getirmeyene inanma diyerek gönlüyle muhabbet eden Hatayi, insanın hayatındaki gerçekliği anlatmaktadır. İnsanların farklı zaman ve mekânlarda, farklı davranışlar ve eğilimler gösterebileceğini, olgu ve olayların insan davranışları üzerine olumlu ya da olumsuz etki yapabileceğine vurgu yaparak evrende, toplumda ve insanda “mutlak güven” diye bir şeyin söz konusu olmadığını anlatıyor.

Şeriat, tarikat, marifet haktır
      Hakikat od u var andan içeri

(Hacı Bektaş Veli, Anadolu Kültür Vakfı 2007 Takvimi; 5 Şubat)

Hatayi bu dizelerde; Alevi tasavvufunun özünü teşkil eden dört kapıdan bahsetmektedir. Alevi- Bektaşi öğretisinde dört kapı-kırk makam; insanın en ham halinden, en olgun mertebeye erişmek için geçilmesi gereken aşamalardan söz eder.  Bu dört kapıdan her birinin de on makam olmak üzere toplam kırk makam mevcuttur. Şeriat kapısı dünyaya gelmektir. İnsanın işlenmemiş halidir. Tarikat, yol anlamını taşır. Buradaki anlamı, gideceği ya da yöneleceği yolu saptamak, yola girmek ve yolun öğretilerini öğrenmeye karar vermek demektir. Marifet kapısı, yola giren kişinin yol hakkında bilgi ve becerisini artırması ve yol hakkında ki bilgileri öğrenmesidir. Hakikat kapısı ise yola giren kişinin bütünsel gerçekliği kavraması ve var oluşun gizine mazhar olmasıdır. Hakk’a ulaşmanın oldukça zahmetli ve güçlüklerle dolu bir yol; gerçeğin ise ateş kadar yakıcı olduğunu söyleyen Hatayi, bu yola girenin sabırlı olması gerektiğine vurgu yapmaktadır.

Şah Hatayi, özün Hakk’a yetirir
       Kapıda kuldur Sultan’dan içeri

Hatayi, sultan da olsa egemen de olsa yani kim ne olursa olsun Hakk’a erişen ve gerçeği kendi nüvesinde hisseden kişi, özünü Hakk’la birleştirmiştir, diyor. Bu konumda Hakk, artık ondan ayrı değildir. Hakk’la Hakk olan birisi için, dünyada kişisel makamların bir anlam taşımayacağından söz etmektedir.   

Ölmeden evvel ölmüşüz
       Vasıl-ı can olan can olur. (Çınar; age; Sayfa 101)

Alevi- Bektaşi öğretisinde ölmeden önce ölmek; insanın kendi nefsini eğitmesi, hamlıktan kurtulması, bütünselliği özümsemesi, iyiliği, güzelliği, sevgiyi, aşkı vb. yaşamında esas alması, kötülükten, kibirden, benlikten, vs. arınması, kendini aşırı isteklerden alıkoyması ve var oluşun gerçekliğine erişmesi anlamına gelir. Yukarıdaki dizelerde bu görüşleri dile getiren Hatayi, şiirinin ikinci dizesinde cana kavuşan kişi, canla can olur diyerek Tanrı’yı canan, kendisini can yerine koymakta ve Tanrı’yla vuslatı, canla cananın buluşması şeklinde görmektedir.

Alevi- Bektaşi öğretisinde “ölmek” kavramı mevcut değildir. Ölmek yerine “Hakk’a Kavuşmak” deyimi vardır. Burada da bu, dile getirilmek istenmiştir. Hakk’a Kavuşmak, canın cananla buluşmasıdır. Bu durum, parçanın bütüne karışıp bütünün içinde yer alması anlamındadır.

Hakk’a mazhar durur,
      Ådem sücut it uya şeytana

 Ki Ådem donına girmiş,
       Hudâ geldi, Hudâ geldi  (Melikoff; age; Sayfa 44)

Hatayi bu dizelerde insanın, Hakk’tan (Tanrı’dan) geldiğinden ve ilahî vasıflarla teçhiz edildiğinden söz ediyor. İnsanın, Tanrı’ya ibadet etmesi gerektiğini dile getiren ozan, ibadetin insanın özünü arındırması anlamına geldiğini, özünü arındırmaya çalışan kişinin, içinde mevcut olan şeytani hislerden uzak durması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Hatayi, Tanrı’nın insan bedenine bürünerek, kendini ifşa ettiğinden söz eder. Tanrı gizli konumdayken, kendi gerçekliğini fark etti ve Hakk oldu. Hakk, insanda kendini gösterdi.

Küfür her mezhepte küfür
       Küfür bizde iman olur. (Birdoğan age; Sayfa; 326) 

Hatayi kötü söz, insanı kırmak, insana hoyrat davranmak, her zaman her yerde yaşanabilir, diyor. Kendini yetiştirmemiş, nefsine egemen olamamış, kendisini yanlıştan kurtaramamış her insan, hangi inanç ve mezhepten olursa olsun küf etmekten, insanı kırmaktan kurtulamazken kendini eğitenler, kâmil insan olanlar, özünü iyilikle, sevgiyle teçhiz edenler küfrü bile hoş görür, kötülüğü iyiliğe dönüştürebilir. Hatayi küfrün, imana dönüştürülmesini bir başka ifadeyle hoş görülmesini olgunluğun emaresi şeklinde görmektedir.

Derdimün dermanı, yaremin ucı
      Dört güruh mevcuddur, Güruh-ı Naci
     Belinde kemeri, başında tacı
     Yüzünde balkıyor nur Hacı Bektaş (A. Celalettin Ulusoy, age)

Hacı Bektaşi Veli’ye inanmış ve onun görüş ve düşüncelerinden etkilenmiş bir ozan olan Hatayi’nin yukarıdaki dizelerden bu gerçeği görmek mümkündür. Ozan, dertlerin dermanının Hacı Bektaş’ta olduğundan söz ediyor. Gürûh-u Naci diyerek, Hacı Bektaş felsefesini benimsemiş olanların kurtarılmış topluluklar olduğunu dile getiriyor. Gürûh-u Naci, kurtarılmış topluluklar anlamı taşımaktadır. Ozan, başlangıçta her yanında dört gürûh (Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat aşamalarına ulaşmış farklı topluluklar) bulunurken, Hacı Bektaş Veli’nin düşüncesine ulaşmış bir insanın, var oluşun gerçeğine ulaşarak kurtarılmış topluluklara katılacağından söz etmektedir. Hacı Bektaş Veli’nin, başındaki tacı, belindeki kemeri ve bal gibi tatlı görünen yüzüyle insanlara ışık, aydınlık ve güzellik yansıttığını dile getirmektedir.

Dinle nefes canlıdır
      Tutmayanlar kanlıdır
      Hatayi hazer eyle
     Bu yol nerdibanlıdır.  

(Çeviren; Mehmet YAMAN; Buyruk; Alevi İnanç-İbadet ve Ahlâk İlkeleri; Mannheım AKM Dedeler Kurulu Yay. 2000 sayfa; 26)

Ozan, burada nefes derken; gerçek velilerin, önderlerin sözlerinden söz etmektedir. Erenlerin, önderlerin sözü, alınan nefes kadar büyük öneme haizdir. Erenler, önderler, veliler en önemli kaynaktır. Bu kaynaktan gerektiğinde yararlanmak, büyük öneme haiz olan bu kaynakları korumak ve sakınmak gerektiğini söyler. Bu sözü tutmayanlara söyleyecek bir şey yoktur. Ama erenlerin dile getirdiği gerçeklere erişmek basamak basamaktır, tıpkı bir merdiven gibidir. Bu nedenle gerçeğe ulaşmak için merdivenin basamaklarını yavaş yavaş ve öğrenerek çıkmak en önemli metotlardan birisidir. Hatayi, kendisinin bu yolu tuttuğunu dile getiriyor.

Vücudun şehrini seyran eyledim
       Baktım dört köşede, dört han
      Dördün, birbirine sırrın söyledim
      İçinde hükmeder, sultan oturur (Birdoğan age; Sayfa;3)  

Hatayi, bedenini çözmek, insanın nereden ve nasıl var olduğunu araştırmak ve kendi gerçekliğine ulaşmak için, kendi bedeninde dolaştığını, bu bedenin çok büyük bir kent olduğunu ve bu kentin yapı taşlarını çözdüğünü belirtiyor. Kent, gelişmiş, çağdaş değerlerle bezenmiş, ileri aşamalara ulaşmış yerleşim alanlarını belirtir. Kent aynı zamanda bütünlüğün simgesidir. Bir insanın bedenini oluşturan tüm organlar, o insanın kendisini var kılar. O bütünsellik içinde artık tek tek organlar değil, insanın kendisi öne çıkar. Ama o insanı var kılan birçok organ vardır. Kent kavramı da bu anlamdadır. Kentler, her türlü insanın, çok farklı mesleklerin, çeşitli yapıların vs. oluşturduğu ve o dönem insanlığın oluşturduğu her değerin bulunduğu bir yapıdır. Buradan hareket eden ozan, Tanrı+ Evren ve insan birlikteliğini de bu konumda değerlendiriyor. “Her şey bir bütünün parçasıdır” diyerek, bütün olan Tanrı’dır diyor. Bu gerçekliği kavramak içinde Bâtıni söylemler kullanıyor. Üstü örtülü, kapalı ve ancak belirli eğitim olan insanların ulaşabilecekleri bilgileri sunuyor. Dört Köşe kavramı bir örtüdür. Bu örtüyü kaldırdığımızda, ozanın, esas söylemek istediği ortaya çıkıyor. Ozan, bedenini dört köşeye ayırıyor. Alevilikte ve tasavvufta dört sayısının önemini vurguluyor. Gerçeğe ulaşmak için dört kapı, yönümüzü bulmak için dört yön, nesneleri oluşturduğu var sayılan dört madde (Su, Hava, Ateş, Toprak), dört nitelik (sıcak, soğuk, kuru, ıslak), daha buna benzer birçok nitelemeyi bizlere anımsatıyor.  

Evrenin dört öğeden meydana geldiğinden söz eden ve bu dört unsurun birbirine bağımlılığını dile getiren ozan, bunların birbirini etkilediklerini ve bu etkilenme neticesinde evrenin var olduğundan söz ediyor. Var olan bu evrensel oluşum içinde, insan meydana geliyor.

İnsanın fiziksel görünümünün yanında ona asıl kimlik kazandıranın “Can” olduğundan söz ediyor. Can, bedeni harekete geçiren enerjidir. İnsanı insan eden dört önemli değer olduğundan söz eden Hatayi bunu; dört han, dört köşe kavramıyla izaha çalışıyor. Bu dört han, dört köşenin ne anlama geldiğini de daha sonraki dizelerinde açıklığa kavuşturuyor.  

Köşenin birinde yola giderler
       Köşenin birinde niyaz ederler
       Köşenin birinde samah güderler
       Köşenin birinde mihman oturur. (Birdoğan age; Sayfa;329)

Hatayi yukarıdaki dizelerde bedende mevcut olan dört köşenin ve dört hanın görevlerini ve fonksiyonlarını dile getiriyor. Beden hanından ve köşelerinden birisinin, insanın gitmesi gereken yol olduğunu ve bu yolun da Hak yolu olması gerektiğini; ikinci köşenin ibadet (niyaz) olduğunu ve ibadetin Hakk’a erişmek amacıyla yapılması gerektiğini; üçüncü köşenin semah olduğunu, insanların evrensel gerçekliğe ulaşabilmesi için semah dönmeleri gerektiğini; en son köşenin de konuklara ait olduğu ve burada esas olanın insanları olgunluğa taşımak olduğu gerçeği dile getirilmektedir.

Ozana göre bedeni; sevgiyle, bilgiyle, bilinçle dolu olan insan, artık gönlünü Tanrı’yla birlemiş insandır. Onun en büyük konuğu, Tanrı’nın kendisidir.

Sofi mezhebimin nesin sorarsın
      Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
      Gözlüye gizli yok ya sen ne dersin
      Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz

Eğnimize kırmızılar giyeriz
      Halimizce her manadan duyarız
      Katarda İmam Cafer'e uyarız
      Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz  

Hatayi, mezhebini soran sofuya verdiği yanıtta, kendisini Hz. Ali’yi seven ve ona bağlı olan Şii mezhebinden olduğunu söylüyor. İkinci dörtlükte bu düşüncesini anlaşılır bir biçimde söylüyor. Bu dizelerde kırmızı giydiğini yani Kızılbaş olduğunu, bu yola girenlerle birlikte kararlı bir şekilde yürüdüğünü ve Caferi Sadık’a ve Hz. Ali’ye bağlı olduğunu dile getiriyor. Şiilik’te Hz. Muhammed’e, Hz. Ali’ye, Ehlibeyt’e ve On iki İmamlara sadakat en temel ilkedir. Bu değerlere sarsılmaz bir sadakatle bağlı olduğunu gördüğümüz Hatayi’nin bu anlama gelen birçok şiiri mevcuttur.

Azeri Türk ozanlarından Nesimi ve Habibi’den çok etkilenen Hatayi’nin, Alevi-Bektaşi edebiyatında oldukça önemli bir yere sahip olduğunu söylemek mümkündür. Onun şiirleri, birçok Ozan, sanatçı tarafından bestelenerek okunmakta ve zakirler tarafından Cemlerde, ibadetlerde söylenmektedir. Şiirlerin de didaktik yön ağır basar. Aleviliğin felsefi ve inanç boyutu Hatayi’nin şiirlerine yansımıştır. Şiirlerinde gerek hece ve gerekse aruz veznine yer vermiştir. Hatayi, şiirlerinde sade bir Türkçe, anlaşılır ve akıcı bir dil kullanmıştır. Azeri lehçesini de çok ustaca kullanan ozan, hoşgörü felsefesini de derinlemesine şiirlerinde yansıtmıştır.

 Mehmet KORKMAZ
        Emekli Eğitimci, Şair, Yazar

 

 

 
Bugün 19 ziyaretçi (33 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol