KARA TREN
KARA TREN
 
Tarih, 1960’ların ilk yarısıydı. Ortaokulun son sınıfına geçmiştim. Köyümde sevdiklerimle birlikte geçirdiğim bir yaz tatilinin sonuna gelmiştim. Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Köyden ayrılmam gerekiyordu artık. Bir sonbahar gününün sabahında köydekilerle vedalaştıktan sonra Elazığ’a gitmek üzere babamla birlikte yola çıktık. Tunceli’den Elazığ’a gidecek sabah otobüsünü kaçırmamak için yürüyoruz hızlı hızlı. Yaklaşık iki saatlik yolu bir buçuk saatte kattettik. Ama Tunceli-Elazığ karayolu güzergâhına geldiğimiz zaman ilk otobüsü kaçırdığımızı öğrendik. Günde sadece iki otobüs çalışıyordu o zamanlar Tunceli’den Elazığ’a. İlk otobüsü kaçırdığımız için öğlen vakti kalkacak ikinci otobüsü beklememiz gerekiyordu. Beklerdik beklemesine ama onda da yer bulamama korkusu vardı içimizde. Bu durumda ya yolculuğu bir sonraki güne erteleyip köye geri dönmemiz ya da o zamanlar otobüs ücretinin yarısına yolcu taşımacılığı yapan brandasız kamyonla yolculuk yapmamız gerekiyordu.
Babam:
-“Köye geri döneceğimize brandasız kamyonla gidelim” dedi.
-Sen bilirsin, dedim.
-Bir daha aynı yolu teperek köye dönmenin bir anlamı yok, dedi babam.
 Babamın bu kararından sonra brandasız kamyonu beklemeye koyulduk. Bir süre bekledikten sonra brandasız kamyon uzaktan belirmeye başladı. Babamla ikimiz de orada bekleyenlerle birlikte yanı başımızda duran brandasız kamyona bindik. Sayıları kırkı bulan insanın yanı sıra biri inek, ikisi dana, dokuzu da koyun olmak üzere toplam on iki de hayvan vardı, bindiğimiz kamyonun içinde.
Bu sayı, kamyon ilerledikçe daha da artmaya başladı.
Brandası dahi bulunmayan bir kamyonla yaklaşık iki saatlik bir yolculuğa imza atmak akıllı insanın yapacağı bir şey değildi aslında. Hele hele korkudan içinizin dışınıza çıktığı yüzde seksen meyile sahip “Mercimek Virajları”nın biri bitmeden ötekinin başladığı keskin dönemeçlerinde aşağıya doğru yol almak korkuların en büyüğüydü. Ama ne yazık ki o dönemlerde halkımız zorunlu kılınmıştı,bu çile dolu yaşama.
Bir yandan tepemizde yumurta pişiren kızgın güneşin yakıcı ışınları, öte yandan yolların tozunu üzerimizden, hayvanların sidik ve dışkı kokularını burnumuzdan eksik etmeyen rüzgâr, bizi halsiz bırakmış ve hepimizi perişan etmişti. Elazığ’a, Haydar Amcamlara varıp hemen duş aldıktan ve bir gün dinlendikten sonra ancak kendimize gelebildik.
Okul için gerekli olan ihtiyaçlarımı karşılayan babamı Elazığ’dan köye yolcu ettikten birkaç gün sonra okullar açıldı. Neşem yerindeydi o yıl. Zira hem evde samimi bir ortamın oluşması, hem de okuldaki ilişkilerimin gelişmesinden ötürü zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile değildim. Bunların yanı sıra bir de yürekten sevdalandığım bir sevgili bulunca kendime diyecek kalmadı keyfime. Bütün dünya benim olurdu onunla birlikte olduğum zaman. Esir almıştı beni. Ondan başka hiçbir şey görünmezdi gözüme. Hayallerimi de düşlerimi de süsleyendi, O. Yalnız benim değil, aynı zamanda milyonların da sevgilisiydi, O. Kimi zaman sevginin en yücesine değer görülürken, kimi zaman da nefretin ve hakaretin en ağırına maruz kalırdı. Ama hemen herkes en az nefret ettiği kadarda baş tacı ederdi onu. O, kimi zaman bir kavuşturucu, kimi zaman da bir ayırıcıydı milyonların gözünde. Kimi zaman dört gözle yolu beklenirken, kimi zaman da bir an önce gitmesi istenirdi onun.
—Kimdi bu denli bir öneme sahip olan bu sevgili?
—Kara Tren’di…
—Hayır, hayır yanlış duymadınız. Adı, “Kara Tren”di bu sevgilinin. Ona sevdalanmıştım, ben. Gönlümü çalan sevgili oydu. Hem de ilk görüşte tutulmuştum ona.
—Nasıl çalmıştı gönlümü?
Üçüncü sınıfında okuduğum Elazığ Atatürk Ortaokulu’nun bahçesinden yaklaşık 150 m. kadar uzaktaydı Elazığ Garı. Okulumuzun Gar’a yakınlığından ötürü hemen her fırsatta dizi dizi vagonlardan oluşan Kara Tren’i izlemek üzere koşardım, Gar’a. Çünkü yolculardan kiminin binmek, kiminin inmek için oradan oraya koşuşturmalarını izlemek doyumsuz bir haz veriyordu bana. Bizim bir köylümüz vardı. Oldukça saftı kendisi. Müslim’di adı. Benim Kara Tren hakkında düşündüklerimin aksini düşünürdü o. Kardeşi Hasan’ı Elazığ Garı’nda Kara Tren’e bindirerek askere yolculayan Müslim: “Kardeşimi benden ayırdı götürdü” diyerek kızardı “ayırıcı” gözüyle baktığı Kara Tren’e. Ama ben, bir “ayırıcı” değil bir “kavuşturucu” olarak görürdüm onu. Ona sevdalanmam da bundandı. Küçük yaşta sılamdan ayrı yaşadığım için Kara Tren’in, günün birinde beni de sılama ve yarenlerime götüreceğini, onlarla buluşturacağı hayaliyle sevdalandım ona. Bu hasret, sevdaya dönüştü. Ve ben sevdalanmıştım Kara Tren’e. Bu öylesine onulmaz bir sevdaydı ki onun, uzun uzun düdüğünü öttürmesi, çufff… çufff… çufff…  diye sesler çıkarması alır götürürdü beni benden.
Zaman zaman Gar’a girişi ya da Gar’dan ayrılışı çakışırdı bizim teneffüs saatlerimizle. Hemen koşardım Gar’a. İzler dururdum onu dakikalarca. Öylesine dalardım ki onu izlemeye, izlerken ilişkim kesilirdi dış dünyayla. Dalardım hayal âlemine. Gözlerim görüntü görmezdi, onun görüntüsünden başka. Kulaklarım ses duymazdı, onun sesinden başka. Bundan ötürü okulumuzun derse giriş zilini duymazdım çoğu zaman. Geç kalırdım derslere. Geç kaldığım için defalarca çarptırıldığım “Tek Ayak Üzerinde Bekleme Cezası”nı unutmam mümkün değil.
Yine o bildik günlerden biriydi. Teneffüse çıkış zili çalmış ve biz okul bahçesine çıkıyorduk. Tam o sırada çufff… çufff… çufff… seslerini duydum Kara Tren’in. Başladım, müsabakaya katılan bir atlet hızıyla Gar’a doğru koşmaya. Oraya varınca oturdum her zamanki yerime. Başladım o bildik manzaraları izlemeye.Öylesine dalmışım ki Kara Tren’i izlemeye. Dış dünya ile ilişkim kesilmiş ve ben, çalan giriş zilini duymamıştım yine. Aklım başıma gelip oturduğum yerden kalktığım zaman ders zili çalmış, herkes çoktan sınıflara girmişti. Kapı nöbetçisinin dışında kimse yoktu okulun bahçesinde. Mevsim sonbahardı. Kasım ayının son günleriydi. Havalar oldukça soğumuş. Karın eli kulağındaydı. Ha yağdı, ha yağacak… Üşümesin diye iki elimi pantolonumun yan ceplerine koyarak koşmaya başladım okula doğru. Bahçe kapısından içeri girdiğimde ayağım takıldı bahçe kapısının alt demirine. Ve ben, sağ kolum bedenimin altında kalacak şekilde yere düştüm. O anda dayanılmaz bir acı ve şiddetli bir ağrı hissettim sağ kolumda. Kalkamaz oldum düştüğüm yerden. Ayağa kalkmama yardımcı olan dış kapı nöbetçisinin haber vermesi üzerine yanıma gelen nöbetçi müdür yardımcısı tarafından Elazığ Devlet Hastanesi’ne götürüldüm. Orada çekilen röntgen filmi neticesinde sağ kol dirsek kemiğimin çatladığı anlaşıldı. Acı ve ağrılarımı dindirecek bir iğne yapılıp ilaç verildi bana. Hemen ardından sağ kolum alçıya alındıktan ve reçetem yazıldıktan sonra, beni hastaneye götüren müdür yardımcısı ile birlikte döndük okula.
Uzun zaman alçıda kalan sağ kolum ne okula gitmeme engel oldu, ne de ders çalışmama… Bundan ötürü ne okuldan ayrı kaldım, ne de tutkulu olduğum biricik sevdam Kara Tren’den… Sadece yazı yazmakta güçlük çekiyordum biraz. Sağ olsunlar o konuda da yardım edenlerim vardı benim. Okulda sıra arkadaşım Kebanlı Ercan, evde amca kızları… Hatta sol elimle bile yazı yazar duruma geldim.
Biri alçı alınırken, öteki de daha sonradan olmak üzere iki kez hastaneye kontrole gittim. Son kontrole gittiğimde doktorlar: “Bu durumda Beden Eğitimi derslerine katılman tehlikeli olur” dediler. Bundan ötürü isteğim üzerine öğretim yılı boyunca Beden Eğitimi derslerine katılmamam gerektiğine dair bir “rapor”  verildi bana. Raporu götürüp okul idaresine verdim. Okul idaresi de Beden Eğitimi dersi hocamızı bilgilendirir bu konuda. Okul idaresi tarafından bilgilendirilen Beden Eğitimi dersi öğretmenimiz, bir Beden Eğitimi dersi öncesinde beni yanına çağırarak:
—Bak yavrum, idareden rapor aldığını söylediler bana. Ama bu, senin Beden Eğitimi derslerine katılmayacağın anlamına gelmez. Beden Eğitimi derslerinin tümüne katılacaksın. Sadece etkinliklere iştirak etmeyeceksin haberin olsun dedi, bana.
-Olur hocam, diyerek yanından ayrıldım.
Perşembe günlerinin son iki saatiydi, tamamı okulun spor salonunda yapılan Beden Eğitimi dersimiz. İki ders saati boyunca sınıf arkadaşlarım, spor salonunda kasa-minder hareketleri ve öteki etkinlikleri yaparlarken ben, kazık gibi dikilir dururdum orada.
Rapor aldıktan birkaç hafta sonraydı. Bir Beden Eğitimi dersi öncesinde sıra arkadaşım Kebanlı Ercan:
—Sen enayi misin oğlum? dedi bana.
—Neden?
—Nedeni var mı oğlum? Hem raporun var, hem de iki ders saati boyunca öyle kazık gibi dikilip duruyorsun orada…
—Ne yapayım?
—Ne bileyim. Çık git, gez, dolaş…
—Gidemem…
—Neden?
—Yok yazılırım da ondan…
—Canım sana kaçak git diyen mi var sanki?
—Nasıl olacak peki?
—Her hafta ayrı bir yalan söyler, öğretmenden izin alır, gider, gezer, dolaşırsın keyfince.
—Olur mu?
—Neden olmasın ki?
Aramızda geçen bu konuşmanın sonrasında uydum, sıra arkadaşım muzip Ercan’ın aklına. Hemen bir yalan planladım. Planladığım bu yalanı yaşama geçirmek üzere harekete geçtim. Av bekleyen avcı gibi önezeye çekilip tetikte beklemeye başladım.
Günlerden perşembeydi. Her Perşembe olduğu gibi o günün de son iki saati sınıfımızın Beden Eğitimi dersiydi. Dersten bir önceki teneffüs saatiydi. Sınıf arkadaşlarım derse hazırlanmak üzere spor salonunun soyunma odalarına giderlerken, ben de Öğretmenler Odası’na gittim doğruca. Tıkladım kapıyı, girdim içeri. Oturmuş masada çay içiyordu, Beden Eğitimi dersi hocamız. Hemen vardım yanına. Önce hazır ol vaziyetine geçip selam verdim. Ardından da esas duruşumu bozmadan eğilerek kulağına:
—Bana bu son iki ders saati için izin verebilir misiniz? diye fısıldadım.
—Ne yapacaksın?
—Hocam bir süre önce İstanbul’dan misafirliğe gelen amcamlar, bugün trenle İstanbul’a dönecekler. Onları yolcu etmeye gideceğim, dedim.
—Sınıfa çık beni bekle, geliyorum, dedi.
—Baş üstüne deyip tekrar selam verdikten sonra Öğretmenler Odası’ndan dışarı çıkıp sınıfa geçtim.
Bir süre sonra ders zili çaldı. Öğrenciler sınıflara girmeye başladılar. Koridorlarda oluşan sessizliğin ardından sınıfa giren Beden Eğitimi hocamız yanıma geldi:
—Amcanlar nereye gidiyorlardı senin? diye sordu.
—İstanbul’a efendim…
—Bu günmü?
—Evet …
—Neyle gidecekler?
—Trenle efendim…
—Demek ki amcanlar bugün trenle İstanbul’a gidecekler, sen de onları yolcu etmek üzere izin istiyorsun benden, öyle mi?
—Evet efendim…
Bu sırada tokatlar, art arda patlamaya başladı suratımda. Neye uğradığımı şaşırıp kaldım. Cin çarpmışa döndüm. Art arda suratıma inen tokatlardan ötürü şimşekler çakar oldu gözlerimden.
Bir ara durur gibi yapan hocamız:
-Demek ki amcanlar bugün trenle İstanbul’a gidecekler? diyerek aynı soruyu bir daha sordu bana.
Ama bende jeton düşmüş değil hâlâ.
—Evet, efendim...
Tokatlar bir daha inmeye başladı suratıma. Hocamız bir yandan var gücüyle bana tokat atmaya devam ederken, öte yandan da:
—Yalan söyleme bana, diyerek uyarıyor beni.
Ama ben:
—Yalan söylemiyorum, diyerek hâlâ yalan söylemekte ısrar ediyorum.
Sonunda tokat atmaktan vazgeçen hocamız:
—Bildiğim şeyi bana yutturmaya çalışıyorsun oğlum. Bir başka yalan söyleseydin belki inanırdım, dedi.
Erkek adam döner mi sözünden, Bektaşi misali. Ben hâlâ söylediğim yalanda ayak diretip duruyorum.
xxx
Günün birinde Bektaşi’ye:
—Kaç yaşındasın Baba Erenler? diye sorarlar.
—Kırk beş der, Bektaşi.
O sırada kendisini tanıyanlardan biri dayanamayıp:
—Baba sen yirmi yıl önce de kırk beş yaşındayım demiştin. Nasıl olur bu? diye sorar.
Hazır cevap Bektaşi hemen yapıştırır cevabı:
—Ne yani sözümden mi döneyim, der.
xxx
Ben de Bektaşi misali sözümden dönmüyor ve hâlâ:
—Yalan söylemiyorum hocam, deyip diretiyorum yalan söylemekte.
Hocamız:
—Baky avrum ben İstanbulluyum. Trenle sık sık gider gelirim İstanbul’a. Ama Perşembe günleri değil. Çünkü tren İstanbul’a sadece pazartesi, çarşamba ve cumartesi günleri gider buradan. Bu da senin yalan söylediğinin kanıtıdır, dedi.
Yapacak bir şey kalmamıştı artık. Foyam ortaya çıkmıştı. Hocamızın bu sözleri üzerine yalanımı sürdüremeyeceğimi anladım. Ve:
—Özür dilerim hocam…
diyerek yalan söylediğimi kabul ettim ve gerçeği olduğu gibi anlattım kendisine.
Bunun üzerine gözlerimden öperek gönlümü almaya çalışan hocamız:
—Bunları baştan söyleseydin bütün bunlar olmayacaktı, diyerek pişmanlığını dile getirdi.
—İzin vermezsiniz diye doğruyu söylemedim dedim
—Böyle daha mı iyi oldu yani?
—Böyle olacağını hiç düşünmemiştim, dedim.
—Tamam, anlaştık gidebilirsin şimdi. Ama bir daha bu yola başvurma. Canın sıkıldı mı yanıma gel, kulağıma fısılda yeter. Şimdi gidebilirsin dedi.
Aramızda geçen bu konuşmanın ardından hocamızla birlikte sınıftan çıkıp indik merdivenlerden aşağı. O, spor salonuna doğru yönelirken, ben de kapıdan dışarı çıkarak uzaklaştım okuldan.
xxx
Hâlbuki Elazığ Garı’na her gün, sevdalısı olduğum o kadar çok Kara Tren gelir giderdi ki sayısını bilmek olanaklı değildi. Her gün o kadar çok tren gelip gidince bende öyle zannederdim ki otobüs gibi tren de her gün her yere gidiyor. Meğer işin aslı öyle değilmiş. Ama ben nereden bilebilirdim Kara Tren’in İstanbul’a sadece pazartesi, Çarşamba, cumartesi günleri çalıştığını. Hele hele hocamızın İstanbullu olacağı hiç yoktu hesapta.
Böylece ben, sevdalısı olduğum Kara Tren’in yüzünden defalarca “Tek Ayak Üzerinde Bekleme Cezası”na çarptırıldım. Sol kol dirsek kemiğimi çatlattım. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de dayak yedim. Hem de sayısını bilmediğim kadar. Ama doğrusunu söylemek gerekirse suçlu olan Kara Tren değildi…
Nene lazım senin. Ne deyi beceremediğin işleri yapmaya kalkışırsın ki. Beceremeyeceğin işleri yapmaya kalkışırsan işte böyle yüzüne gözüne bulaştırırsın. Ne doğru dürüst âşık olmayı becerebildim, ne de yalan söylemeyi…
Ama bu olaydan çok önemli bir ders çıkardım.
—Neydi bu ders?
—Anlatayım…
Öğretmenimiz bana: “yalan söylüyorsun” dediği zaman ben, ne hocamızın İstanbullu olduğu için trenle sık sık İstanbul’a gidip geldiğini biliyordum, ne de Kara Tren’in İstanbul’a sadece pazartesi, çarşamba ve cumartesi günleri çalıştığını…
Bundan ötürü hocamız, bana: “yalan söylüyorsun” dediği zaman bütün bu gerçekleri göz ardı ederek hemen suçlu aramaya koyuldum. İçimden: Öğretmenimiz yalan söylediğimi nerden biliyordu ki bana: “yalan söylüyorsun” diyordu. Benim yalan söyleyeceğimi yalnızca sıra arkadaşım Kebanlı Ercan biliyor, diyorum.
Eee...“Bunu kesin Ercan deyyusu gidip söylemiştir. O gammazlamıştır beni.” diyerek hemen suçlamaya başladım onu.
—Ben bunun hesabını sormaz mıyım sana? diyerek diş bilemeye başladım, sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’a.
Öğretmenimizin gerçeği açıklamasından sonra anlaşıldı ki durum benim düşündüğüm gibi değilmiş. Utanç duydum kendimden. Kendimi suçladım. Sormadan, etmeden, gerçeği öğrenmeden Ercan’ı suçlu kıldığım için. Nefret ettirdi, tiksindirdi beni benden bu önyargı, bu yargısız infaz.
Bu olaydan sonra: “ Bir daha asla ön yargıyla hareket etmeyeceğime ve yargısız infaz yapmayacağıma” dair söz verdim kendime.
Ertesi gün ilk işim, olayı ayrıntılarıyla kendisine anlattığım sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’dan özür dilemek oldu.


                                                  Mehmet KORKMAZ
                                                 Emekli Eğitimci
 
Bugün 27 ziyaretçi (35 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol