DEYLEM'DEN DERSİM'E DERSİMLİLER-1
 
    DEYLEM'DEN DERSİM'E DERSİMLİLER-1     

    Dersimli
Birlikte görev yaptığımız bir öğretmen vardı. Çetin Çuhadar’dı, adı. Gaziantepliydi kendisi. Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinden gelmişti, benim de görev yaptığım Hadırlı İlköğretim Okulu’na. Tanışma sırasında benim Tuncelili olduğumu öğrenince eski görev yeri olan Pazarcık’ta yaşanan bir olayı aktardı bizlere. Çetin öğretmenin bize aktardığı olay şöyledir:
Pazarcık Kaymakamlığı sudan bir bahane ile kapatır, Pazarcık Eğit-Sen Şubesi’ni. Dönem, DYP-SHP Koalisyon Hükümeti Dönemi. Aradan aylar geçmesine ve birkaç kez girişimde bulunulmasına rağmen henüz kilitli kapısı açılmamıştır, sendikanın. Girişimleri sonuçsuz kalan sendika yöneticileri, günün birinde varırlar, Kahramanmaraş SHP il başkanının yanına. Kendilerine bu konuda yardımcı olması için ricada bulundukları SHP il başkanına aktarırlar, sorunlarını. İl başkanı, hemen sarılır telefona. Arar, bir zamanlar birlikte çalıştıkları can-ciğer arkadaşı, dönemin Köy İşleri Bakanı Azimet Köylüoğlu’nu. Aktarır durumu kendisine.
Zaman yitirmeyen Bakan Köylüoğlu; K. Maraş valisine, vali de Pazarcık kaymakamına telefon açarak sendikanın açılması ricasında bulunur. Yardımlarından ötürü SHP il başkanına teşekkür ettikten sonra Kahramanmaraş’tan ayrılan sendika yöneticileri, dönerler Pazarcık’a. Başlarlar sendikanın kilitli kapısının açılmasını beklemeye. Ama nafile. Aradan uzun zaman geçmesine ve kendilerine sendikanın en kısa zaman içinde açılacağına dair söz verilmesine rağmen ne bir ses, ne de bir seda vardır, yetkililerden. Eğit-Sen Pazarcık Şubesi’nin kapısı, mühürlü kilidiyle duruyor hâlâ.
Aradan geçen uzun zamana rağmen hâlâ açılmayan sendikanın yöneticileri, bir daha tutarlar K. Maraş’ın yolunu. Varırlar, yine SHP il başkanının yanına. Sendikanın hâlâ açılmadığını iletirler kendisine. Bir önceki ziyaret sırasında olduğu üzere aynı telefon trafiği yaşanır. SHP il başkanı tarafından aranan Bakan Köylüoğlu, hiç zaman yitirmeden hemen arar Kahramanmaraş valisini ve çeker fırçasını. Sendikanın derhal açılmasını emreder. “Baş üstüne Sayın Bakanım” diyen Kahramanmaraş valisi de aynı ivedilikle aradığı Pazarcık kaymakamını arayıp azarlar. Ve:
—Bu sendikanın açılması için sizi daha önce aramış talimat vermiştim. Ancak duyduğuma göre sendika hâlâ açılmamıştır. Bu sendikayı bugüne kadar neden açtırmadınız? der.
Kaymakam:
—Sayın valim açtıracaktım ama…
Vali:
—Âmâsı ne?
Kaymakam:
—Efendim, sendikanın “Yönetim Kurulu” üyelerinden biri Tuncelili. Bunun için açtırmadım der.
xxx
Bu olay ne ilk, ne de sondu. Ben de buna benzer bir olay yaşadım. Onu sizlerle paylaşmak istiyorum:
12 Eylül döneminde görev yaptığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’ndan Kastamonu’ya sürgün edildim. Oradan Araç ilçesinin kuş konmaz, kervan geçmez bir yerde bulunan tek öğretmenli bir köy ilkokuluna atanmıştım. Büyük çocuğum, ortaokul öğrencisiydi o dönem. Ne atandığım köyde, ne de günlük gidiş-geliş yapabileceğim uzaklıkta bir ortaokul vardı. Bunun üzerine bir atama dilekçesi verdim, Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne. Dilekçemde çocuğumun öğrenim hayatını idame ettirebilmem için atamamın, ortaokulu bulunan, ya da günlük gidiş-dönüş yapabileceğim uzaklıkta bulunan bir yere yapılması talebinde bulundum.
Dilekçemi elden vermek üzere bağlı bulunduğum Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden izin alarak Kastamonu’ya gittim.  Makamına çıktığım İl Milli Eğitim Müdürü’ne atama isteğimi bildiren dilekçemi verdim. Dilekçemi okuyan dönemin Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürü M. Necmi Yazıcıoğlu:
-Hem Tuncelilisin, hem sürgün gelmişsin, hem de tayin istiyorsun. Sence bu mümkün mü? diye sordu.
Evet. Bir ülke düşünün. Hem de tepe noktasında bulunanların çağ atladığını söyledikleri bir ülke. Hem de sözde demokrasinin var olduğu söylenen bir ülke. O ülkenin yönetim kademelerinin birinde görev üstlenen bir yönetici, ön yargılı davranarak o ülkenin bir bölüm vatandaşını potansiyel suçlu olarak görsün.
Bu tür yöneticilerin, daha doğrusu böyle çağ dışı bir zihniyetin egemen olduğu bir ülkede demokrasiden söz etmek mümkün mü? Söz edilse bile bu ne kadar gerçekçi olabilir.
Gözlerine taktıkları at gözlüklerini çıkarmamakta direnen yöneticiler tarafından uygulana gelen bu zihniyetin marifetiyle tarihi boyunca hep dışlanan, hâkir görülen, çeşitli baskı, zulüm ve kıyımlara maruz kalan Dersimli, hakkını aramaya kalkışınca da adı, hep isyanlarla, asiliklerle birlikte anılır olmaya özel bir itina gösterilmiştir.
Hamurunda çeşitli kültürlerin mayasının bulunduğu bu güzel coğrafya ile örtüşmeyen, ona yakışmayan bu çağdışı zihniyet dün de vardı, bu gün de vardır, hiç kuşkusuz yarın da olacaktır.
-Peki, bu karalama, bu zulüm, bu kıyım ne diye?
Unutulmamalıdır ki egemen sınıfın yararı yatmaktadır, bu zihniyetin altında. Eh! Böyle olunca da her emekçi gibi Dersimli de payına düşeni almaktadır, bu kampanyadan. Aydın olup başı çektiği için de bu payın ziyadesi Dersimli’ye düşmektedir elbette.
Tabii ki devletin çeşitli birimlerinde görev üstlenen yöneticilerin tamamını aynı kefeye koymak büyük bir haksızlık olur. Ender de olsa önyargılı davranmayan, yargısız infaz yapmayan, insana insanca değer verilmesinden yana olan yürekli yöneticilerimiz de vardır elbette. Ama ne yazık ki koca bir ummanda bir katre gibi olan bu yürekli yöneticilerimiz, öteki çoğunluğun arasında yitip gitmektedir.
İşte o yürekli yöneticilerden birisi.
Ali Cemal (Bardakçı) Bey’dir, adı.
1889 yılında Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde merhaba demiş yaşama. 1909 yılında Mekteb-i Mülkiye’yi bitirmiş. 1925–26 yıllarında Diyarbakır, 1926–1929 yılları arasında da Elazığ’da vali olarak görev yapmış önemli bir şahsiyettir, Ali Cemal Bey.
Elazığ valisi olarak görev yaptığı sırada Elazığ’a bağlanan Dersim hakkında rapor düzenlemekle görevli kılınan ve Dersim Alevileri ile dostane ilişkiler kurma başarısını gösteren Ali Cemal Bey’in Dersim hakkında düzenleyerek dönemin hükümetine sunduğu rapor kısaca şöyledir:
“Alevi ve halis Türk olan Türkmenler, Yavuz zamanından beri müthiş baskılara maruz kalmış ve on binlercesi merhametsizce öldürülmüşlerdir. Dersim kargaşalıkları; küçük-büyük memur ve mutaassıp hocaların tahrik ve teşvikiyle cahil Sünni ahali tarafından haklarında reva görülen muamelelerden doğmaktadır. Baskılar son bulur ve şuurlu bir şekilde hareket edilirse Dersimliler, cumhuriyetin sadık ve fedakâr hamileri olabilirler.
Dersim eyaletinde Türkçe bilmeyene ve Kürt tipine rastlamadım. Sünniler, Alevilere Kürt, Aleviler de Sünnilere Kürt derler. Kürtlere komşu Dersim Alevilerinde Türk’ten başka bir millet oldukları kanaati olmakla beraber memurlar da bu hataya düşmüşlerdir (…). Dersimliler öldürülmeden ve sürülmeden korkuyorlar (…). Dört yüz yıldan beri Dersim’e hükümet girmiş değildir. Her Dersimli hayatını, malını muhafaza kaygısıyla silah bulundurmak zorunda kalmıştır”.
Soygunların, “yaşama duygusu ve endişesinden ileri geldiği” kanısında olan dönemin Elazığ Valisi Ali Cemal Bey’e göre Dersimlilerden silah toplama girişiminde bulunmak uzun bir zaman devam edilecek bir gerilla savaşını başlatacağını ve ne yazık ki bu gerilla savaşının neticesinde de hem Türk kanı akmış olacak, hem de Türk parası boş yere heba olacaktı.
-Peki, neydi bunun çaresi?
Dönemin Elazığ Valisi Ali Cemal Bey’e göre çare: “Okul açma, yol yapma ve devletin yöreye bayındırlık hizmetleri götürmesinin yanı sıra Seyit Rıza’nın da Elazığ’a yerleştirilmesinden” geçiyordu.
Ancak sözü edilen bu önlemlerin alınışı sırasında mezhep ayrımları kesin kes aşağılama konusu yapılmamalıydı.
Caferi mezhebine bağlı bulunan Alevi Türkler arasında dal budak salan batıl itikatların düşünsel gelişmeler karşısında devamlılıklarını sürdüremeyecekleri düşüncesinde olan Ali Cemal Bey, bu batıl inançların yerine ulusal eğitimi yerleştirmenin sanıldığından daha kolay olacağını savunmaktadır. Ali Cemal Bey’in bu öngörüsü yaklaşık yarım yüzyıl sonra gerçekleşmiş ve Dersim, % 94 gibi büyük bir okur-yazarlık oranıyla elde ettiği birincilik bayrağını hâlâ elinde bulundurmaktadır. Ve dönemin Elazığ Valisi Ali Cemal Bey’in söylediği gibi günümüzde şeriat tehlikesiyle karşı karşıya kalan cumhuriyetin ve lâik düzenin en büyük hamileridir, Dersimliler.
Elazığ Valisi Ali Cemal Bey, Seyit Rıza ve öteki aşiret ileri gelenleri için Elazığ ve Malatya’da yer ayrılmış olduğunu, bu ağa ve reislerin buralarda bulunan metruk (terk edilmiş) arazide yerleştirilmeleri önerisinde bulunuyordu.
Ancak Elazığ Valisi Ali Cemal (Bardakçı) Bey’in bu kabule şayan insani önerilerine karşın, daha radikal kararlar alınmasının gerekliliğini öne süren ve 1890 yılında Niğde’de doğan ve 1911 yılında Mekteb-i Mülkiye’den mezun olan 1. Umum Müfettiş Zeynel Abidin Özmen, 7 Aralık 1936’da yapılan Umum Müfettişler Konferansı’nda yaptığı konuşmada hazırlamış olduğu Türklük Merkezleri Programı kapsamında Kürtlerin asimile edilmesi gerektiği tezini savlarken, Dersim hakkında rapor düzenlemekle görevlendirilmiş olan ve kendisinden istenen raporu 2 Şubat 1926 tarihinde İçişleri Bakanı’na sunan Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, düzenlemiş olduğu raporda daha da ileri gidip Hz. Hüseyin’i ve 72 aile efradını Kerbelâ’da katleden dedesi Yezit’in yolundan yürüyerek Dersim’in kılıçtan geçirilmesi önerisinde bulunuyordu.
Düzenlemiş olduğu raporda: “Seyit Rıza’nın bütün aşiretleri ittifakına alması ve harekete geçme ihtimali hakkındaki keyfiyet kanıtlanıp doğrulanamamıştır. “Yaptığım temasların bende hâsıl ettiği izlenime göre Dersim gittikçe Kürtleşiyor, ülküleşiyor ve dolayısıyla tehlike de büyüyor” diyen Hamdi Bey’e göre okul açmak, yol yapmak, fabrikalar kurmak ve uygarlaşma yoluyla sorunların çözülebileceğine inanmak hayalden öte bir şey değildi. Yine Hamdi Bey’e göre cumhuriyet için bir çıbandı, Dersim. Bu çıban üzerinde memleketin selameti için bir ameliyat (kılıçtan geçirme) gerekliydi.
Ülkesinin kimi insanları hakkında bir operasyonun (kılıçtan geçirme) gerekliliğinden söz eden bir zihniyetin bu ibret verici önerisinin yorumunu sizlerin takdirine bırakıyorum.
İşte hakkında rapor üstüne rapor düzenlenen, halkı kılıçtan geçirilmek istenen, Dersim Olayları sırasında kadın-erkek, yaşlı-genç, hamile-hasta demeden derdest edilip belirli merkezlerde toplatıldıktan sonra süngülerle karnı deşilen, ağır makinelilerle taranan, mağaralara sığınmak durumunda bırakıldıktan sonra gaz verilerek öldürülen ve böylece halkından on binlercesi katledilen Dersim, 1946 yılında isim değişikliğine uğrayarak “tunç yürekli insanların beldesi” anlamına gelen “TUNCELİ” adını alır.
Sanmayın ki sadece yerenlerimiz vardır. Baş tacı edip seven yârenlerimiz daha çoktur bizim. Hem dışlanma ve yerilme, hem de baş tacı edilip sevilme duygularını yaşayan bir Dersimli olmanın haklı gururunu da yaşadım, dışlanıp hor görülmenin burukluğunu da…
Dersim’i ve Dersimlileri çok iyi tanıyanlar bilirler ki;
Dersimliler, bölücülükten ve bölgecilikten değil, din, dil, ırk ve mezhep ayrımı gözetmeksizin tüm insanların bir ve beraber olmasından yanadırlar.
Dersimlileri tanıyanlar bilirler ki onlar, karanlığı sevmezler asla. Hayalleri de düşleri de hep aydınlık yarınlar üzerinedir, Dersimlilerin.
Bundan ötürüdür ki; karanlık dünlerden değil, aydınlık yarınlardan yanadırlar onlar. Sevdalıdırlar özgürlüğe. Onlar için gönüllerde başköşeye oturtulmuş en yüce değerdir, özgürlük. Bundan ötürüdür ki prangalardan değil, tutkulu oldukları özgürlükten yanadır onlar.
Dersimlileri tanıyanlar bilirler ki onlar, kavgayı sevmezler. Hele insanları ve onların geleceğe dair güzel umutlarını yok eden savaşları asla…
Bundan ötürüdür ki kavgadan ve savaştan değil, engellemelere rağmen uğruna kan döküp can vererek yaşatmaya çalıştıkları barıştan yanadır onlar.
Gericiliğe ödün vermezler asla, fizikî görünümleri gibi dimağları da çağdaş olan Dersimliler. Dimağları köhne örümcek ağıyla örülü olmadığı için bağnazlığa geçit yoktur onların felsefesinde.
İşte bundan ötürüdür ki günümüzde hep bilimle, ilericilikle, çağdaşlıkla, özgürlükle, barışla, hoşgörüyle, sevgiyle anılır olmaya başlamıştır, Dersimlinin adı.
Çünkü bütün bunlar Dersimi’nin felsefesinin mihenk taşını oluşturmaktadır. Ne Dersimli onlarsız olur, ne de onlar Dersimlisiz…
İşte bundan ötürüdür ki:
Dersim denince korkusuz yiğitlerin harman olduğu yer gelir akla.
Dersim denince hakça paylaşımcılık ve insan merkezli düşünceler gelir akla.
Dersim denince yakılmış köyler, yıkılmış yuvalar, yok olmuş umutlar, kapısına kilit vurulmuş okullar, topla, tüfekle yok edilmeye çalışılan özgür düşünceler gelir akla.
Dersim denince özgür bir yaşam uğruna işkence tezgâhlarından geçirilmiş yüzlerce aydın gençlik gelir akla.
Dersim denince içeri alındığı ilk gece işkencede can veren öğretmen Süleyman Ölmez, kahpe kurşunların hedefi olan Ali Haydar Yıldız, canice katledilen Hüseyin Cevahir ve güneş doğmadan dâra çekilen Hozatlı Hıdır Aslan gelir akla.
Dersim denince zulmü, vahşeti ve sömürüyü yeryüzünden silmek için inançları ve emekçi halk yığınları uğruna bedenlerini işkence tezgâhlarında ve idam sehpalarında ölüme terk edilen canlar gelir akla.
Dersim denince şelpe usulü çalınan bağlamalar eşliğinde söylenen deyişler, okunan duazlar, kızlı-erkekli dönülen semahlar gelir akla.
Dersim denince davul-zurna eşliğinde oynanan Üçayaklar, Sımsımıler, Delilolar, Tamzaralar ve çekilen halaylar gelir akla.
Dersim denince gönüllerde taht kuran, dillere destan olan “Dersim Dört Dağ İçinde”, “Siyah Perçemlerin Gonca Yüzlerin”, “Munzur’a Söyleyin”, “Bebek” ve daha onlarca halk türküsü gelir akla.
Dersim denince doruklarında beyaz örtünün sırtını yerden kaldırmadığı Munzur Dağı ve yamaçlarında kırk gözeden doğan süt beyazı, buz gibi soğuk sularıyla Munzur Gözeleri gelir akla.
Dersim denince Bağırbaba Dağı, Kırklar Tepesi, Süpürgeç Dağı gelir akla.
Dersim denince Ana Fatma, Düzgün Baba, Çoban Baba ve Sultan Hıdır yatırları gelir akla.
Dersim denince “Dersim Olayları” sırasında kadın-erkek, genç-yaşlı, hamile-hasta demeden süngülerle, ağır makineli tüfeklerle katledilen binlerce Dersimlinin kanının oluk oluk aktığı Laç Deresi gelir akla.

 
Dersimli
Senin adın daim dillerde destan
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Başın kurtulmuyor şivandan yastan
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Sen şah damarımdan akan kanımsın
Hem gözümün nuru, hem de canımsın
Gönül sarayımda tek mihmanımsın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön Sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Mertle bölüşürsün ekmeğin aşın
Namert ile asla hoş değil başın
Cihanda bulunmaz menendin eşin
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Hem insanlığa hem Hakk’a yakınsın
Sen yiğitsin düşman senden çekinsin
Mevla’m seni kem gözlerden sakınsın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 

 
Düşüncenle hayran ettin herkesi
Ezilen halkların sen oldun sesi
Onurlu yaşamın canlı simgesi
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
Sen bir kahramansın halkın gözünde
Zerre kadar hilaf yoktur sözünde
Olgunsun, çiğlik bulunmaz özünde
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Sen açık sözlüsün yok siyasetin
Baldan daha tatlı sözün sohbetin
Onurlu yaşamdır senin servetin
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Sen dağlara yağan dolusun karsın
Coşkun çaylar gibi çağlar akarsın
Dayanmaz engeller sana, yıkarsın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 

 
Bırakın Munzur’u özgürce aksın
Ozanlar özgürlük türküsü yaksın
Haksızlığa karşı sen bir bayraksın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Bazen Mehmet oldum, bazen Hayranî
Ben de Dersimli’yim bilsinler beni
Arzuladım, görmek isterim seni
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
                           Sefil Hayranî / (Mehmet Korkmaz)
 
 
 
I.BÖLÜM
 
DEYLEM’DEN DERSİM’E
DERSİMLİLER

 
Deylem ve Deylemliler
Deylem ya da Daylam olarak da bilinen ve içinde pek çok şive ve lehçenin konuşulduğu Deylemistan, Gilan’ın dağlık bölümünü meydana getiren bir coğrafi bölgedir. Oldukça geniş bir bölgeyi kapsar. Batısında Azerbaycan toprakları, doğusunda Horasan, kuzeyinde Hazar Denizi, güneyinde Cibal toprakları ile çevrilidir.
Burada bulunan düzlükler, güneyde Elbruz sıra dağlarına değin uzanmaktadır. Yarım-ay şeklinde olan bu kesimin doğu yönündeki uzantısı, Lahican ile Kalus arasındaki alanda Hazar Denizi’ne yaklaşır. Orta İran platolarındaki sularla beslenen ve batı-doğu yönünde akan Safid-rûd Nehri, bu yarımayın orta kesiminde yer alan bir yarığı izleyerek Hazar Denizi’ne doğru yol alır. Vadiye varmadan Şahrûd’la birleşerek çoğalan ırmak, Talakan Bölgesi’nde doğu-batı yönünde yol alıp Elbruz Dağlarının güney yakasını dolanarak akar. Güney bölümünde Kazvin Ovası’ndan dizi dizi tepelerle birbirinden ayrılan Şahrûd Havzası, Elbruz Dağlarının güney yamaçlarından aşağılara doğru akan pek çok çay ile beslenir. Alamut Vadisi’ni sulayan kaynak, bunların başlıcalarındandır.
Hudud’ül-Âlem’deki bilgilere göre Gilan, Deylemistan toprakları, Cibal Dağları, Azerbaycan toprakları ve Hazar Denizi tarafından kuşatılan ayrı bir bölgedir. Akar suları çok olan Gilan, deniz ve Cibal Dağları arasında açık bir alanda bulunmaktadır. Pek çok akarsuyundan biri de Gilan’dan doğup Hazar Denizi’ne dökülen Sapidh-rüdh’dur. Burada yaşayan halk; biri Hazar Denizi ile Sapidh-rüdh Nehri arasında yaşayan ve adına nehrin bu tarafındakiler ve diğeri; Cibal Dağları ile Sapidh-rüdh Nehri arasında yaşayan ve adına nehrin öteki yakasındakiler denilen olmak üzere iki gruba ayrılır. İlk grup, yani nehrin bu tarafındakiler olarak anılan yer; Lafcan, Lahican’dan Siyahkal’a giden yol üzerinde bulunan Myalfcan, Safid-Rud’un doğu yakasında bulunan Kuskacan, Lahican’ın güney doğusunda, Siyahkal bölgesinin merkezi olan Barfcan, Lahican’ın kuzeyinde, Rahsahipayin’de bulunan Dakhil, Tıcin, Lahican’dan Kisum’a batıya doğru giden yol üzerinde bulunan Dakhil ve Lahican’ın kuzeydoğusunda bulunan ve Langarüd Limanı Çomkhala’yla bağlantısı olması gereken Çomkhala, olmak üzere yedi büyük bölgeden oluşur (Rus doğu bilimce Vladimir Feodorovii Minorsky ayrıca, bunların birer kent değil, yer veya bölge adı olduklarının altını da çizmektedir). Nehrin öteki yakasındakiler diye adlandırılanlar ise; Rast’ın güneydoğusunda yer alan Nanak, ....., Imamzada Hasim’in 5 km güneyinde bulunan ve günümüzdeki Kudum’a tekabül eden Kütum, Saravan, günümüzde tamamen kaybolan Pay lamansahr, Rast, Rast’ın kuzeybatısında bulunan ve günümüzdeki adı Tülim olan Tulim Bölgesi, Murdab’ın kuzeybatı köşesine bitişik olan Dülab Bölgesi, Fars Talish’inin merkezi olan Kerganarüd’e gönderme yapan Kuhan-Rüdh, büyük bir olasılıkla Astara olan Astarab ve Müghan bölgesinde aranması gereken Khan-Bali ... olmak üzere on bir bölgeye ayrılır (Minorsky, Gilanın kasabalarının yerlerinin tam olarak belirlenmesinin güç olduğundan söz eder). Bu yörelerin her birinin sayısız köyleri bulunmaktadır.
Zengin ve güzel bir doğaya sahip olan Gilan, son derece gelişmiş ve verimi oldukça yüksek bir yerdir. Ancak Daylam'ın yüksekteki yerleri doğanın nimetlerinden gereği gibi yararlanamamıştır. Doğanın bu koşullarına rağmen buralarda sürekli göç etmeye ve çalışmaya hazır, toplumun gereksinim duyduğu ürünleri üreterek, hizmetleri sunarak, ticaretle uğraşarak, maddi-manevi kazanç elde etmeyi amaç edinen ve bu hedef doğrultusunda işini kurmak amacıyla harekete geçen girişimci ve güçlü bir insan ırkı yaşamaktadır. Daylam, IV. -X. yüzyıllardaki Daylamid yayılmacılığıyla doğmuş ve zamanla kendine komşu olan birçok yerleşim alanını sınırları içine almıştır.
Tarımsal işlerin tamamı kadınlar tarafından yürütülen Gilam erkeklerinin tek işi savaşmak ve Gilan ve Deylemistan’ın sınırlarını korumaktır. Gilan’da günde bir ya da iki kez köyler arası savaşlar meydana gelmektedir. Boylar arası düşmanlıklardan ötürü fazla sayıda insanın öldürüldüğü günler olur. Bu savaşlar ve düşmanlıklar ya bir tarafın askerlerinin pes edip çekilmesine; ya herkes ölene ya da yaşlanana değin sürer. Yaşlandıklarında hukukun uygulayıcı muhtesibleri (belediye ve zabıtalık görevlerini yapan memurlar) olarak adlandırılan ve kamu davranışlarından sorumlu görevli olurlar.
Biri bir başkasını rahatsız ettiğinde, şarap içtiğinde veya herhangi bir suç işlediğinde kırk veya elli kırbaç cezasına çarptırılan Gilan bölgesinde minberleri olan Gilabadh, Sal, Dülab, Paylaman-Sahr gibi kasabalar bulunmaktadır. Buralar, pazarları olmasına rağmen tüccarları yabancı olan küçük yerlerdir. Yiyecekleri pirinç ve balıktır. Gilan’da her yere ihraç edilen fırça, minder, seccade gibi ürünler üretilir ve maha balığı avlanır.
Şahrûd Vadisi ile ona kaynak teşkil eden vadiler, Daylamit soyunun merkez üssü gibi görünmektedir. Büyük Gilan nehri, Safidrûd Havzası’nda yer aldığı halde ana Daylam (el-Daylam elmahd) ondan Elbruz Dağları’yla ayrılmış vaziyettedir.
 Daylamitler, Daylam ile Tabaristan arasına sıkışmış durumda olan, bir başka ifadeyle Elbruz Dağları’nın kuzey yamaçlarına ve onların denize bakan kısımlarına dağın kuzey eğimlerine ve onların denize olan uzantılarına da yerleştiler.
 İnsanları düzgün hatlara sahiptir. Toplumu savaşçı olup, mızrak ve kalkanla savaşır. İyi insanlardır… Gururlu, temiz ve misafirperverdirler. Eski İpek Yolu’nun üzerinde bulunan Deylemistan, tüccarların konaklama yeridir. Burada, tek renkte ya da çeşitli renklerde ipekli tekstil ürünleri, keten kıyafetler üretilir ve ahşap kaplar yapılır.
 Deylemliler (Daylamlılar) Hazar Denizi’nin güneybatısı ile Tahran’ın kuzeyine düşen bölgede yaşayan bir toplum olarak bilinir. Siyasi anlaşmazlıklar, dış baskılar, iklim koşulları, inanç farklılıkları, ekonomik vb. çeşitli nedenlerle göç eden veya ettirilen bu halkın büyük çoğunluğunun Güneybatı İran’a gidip orada Büveyhoğulları Devleti’ni kuranlar oldukları görüşü yaygındır. Öte yandan Goranlıların da yine Deylemliler olduğu anlaşılmaktadır.
Deylemliler, bölgedeki işgal ve gelişmelerden sonra bu bölgeyi de terk ederek Fırat, Murat (Dicle) nehirleri ve Dersim bölgesine 933-1055 yıllarında yerleşirler. Bölgenin yerli halkıyla kaynaşarak bugünkü Dersim halkını oluştururlar.
 
Daylamitlerin İlk Kökenleri
Daylamitlerin ilk kökenleri kesin olarak bilinmemesine rağmen bir eski İran halkı olma ihtimali yüksektir. Sâfidrûd Vadisi’nin sağ tarafında Mencil'in kuzeydoğusunda bulunan Dulfak (Dalfak) Tepesi’nin adı, eski soyunun adını anımsatan Daylamit adı, eski yazarların pek çoğu tarafından bilinmektedir. M.Ö. II. yy’da, Yunanlı tarihçi Polybius (M.Ö. 203–120), cilt 44'te, MÖ. 500 (?) yıllarında kuzey İran’da kurulmuş ve başkenti Ekbatana (bugün Hamadan) olan antik krallık Medya'nın kuzey komşularından (Arî olmayanlar)... şeklinde bahseder. M. S. II. yüzyılda Mısır kralı Ptolemy VI Philometor (M. Ö. 186-145) bu bölgeyi, II'de Chromithrene'nin kuzeyine (Khuxru Waramin'i, Ray'ın güneydoğusuna) ve Tapuri’nin (Tabaristan) batısına konumlandırmıştır. İran hakkındaki bilgi, sadece 224-651 tarihleri arasında hüküm süren ve IV. İran Hanedanlığı ve ikinci Pers İmparatorluğu olarak bilinen Sasaniler Dönemi’nden itibaren anılır olmaya başlanmıştır. Amerikalı yazar Charles Francis Horne (Jersey City, New Jersey, 12 Ocak 1870-Annapolis, Maryland, 13 Eylül 1942) tarafından kaleme alınan “Karnamak-e Ardeshir-e Papakan” adlı yapıtta; Sasani imparatoru Ardeşir (erken dönem Orta Farsça'da Arđaxšēr "İlahi Buyruk'a Krallığıyla sahip olan"), Ardeşīr-i Pāpagān "Pāpağ'ın oğlu Ardeşir" Ardeşiri Babakan ve Artaxerxes olarak da bilinen İran İmparatorluğu'nun hükümdarı (226–241) ve Sasani Hanedanı'nın kurucusu olan ve adı, Artaşastra, Artakhşathra ve Artaxares olarak da geçen Ardaşir'in, Part krallarından Ardavan Arsasid’e karşı elde etmiş olduğu kesin zafer arifesinde Arsasid'in "Rey, Demawend, Patihkwargar ve Daylamân askerlerini harekete geçirdiğinden söz edilmektedir. Bu olay, Arsasid’in; Elbruz Dağlarının güney kesiminde yaşayan halk üzerinde bir ağırlığının olduğunun bir ifadesidir. Sasanilerin başlangıçta, Daylamitlere karşı temkinli yaklaşmalarına rağmen zamanla Daylamitler, özellikle askerlik ve hukuk sahalarında sivrilmeye başladılar. Kawadh, İberya'ya (Gürcistan'a) karşı, adı Boes  (Boya), unvanı (Wahriz) olan bir İranlının komutasında sefer düzenledi. Boes adı ve Wahriz ünvanı, onun Deylemli olduğunun bir ifadesidir. Lazica'da bulunan Archeopolis'in (günümüzde Tsikhe Godji) İran’da 531 ile 579 yılları arasında hükümdarlık etmiş, adaletiyle ün salmış Sasani şahı, Nuşirevan-ı Adil diye de bilinen Husrev Anuşirevan komu tasında ablukaya alınması esnasında (M.S. 552) VI. yüzyılda güney Sibirya ve Kuzey Kafkasya civarında ortaya çıkan bir Türk topluluğu olan Sabirler ileri atakları yönetirken, usta dağcı olarak Daylamit bağlantısından söz edilmektedir. Bu olaydan bir süre sonra Deylemliler, Bizanslılarca korunmaya alınan bir başka Sabir birliğine başarılı olmayan bir gece baskını gerçekleştirdiler.
Bizans İmparatoru Justinyn’in tarihçisi olarak bilinen Procopios'un Historia Arcana (Gizli Tarih) adlı yapıtında verilen ve daha sonraki İslamî kaynaklarla benzerlik arz eden bilgiye göre; ulaşılması zor dağlarda yaşayan ve yaya savaşan Dolomitler, İran hükümdarlarına asla boyun eğmemiş, sadece paralı asker olarak hizmet sunmuşlardır. Her savaşçı, bir kılıç ve kalkan kuşanıyor ve “acontia” adı verilen üç mızrak taşıyordu. 
Hüsrev I.’in M.S. 570 yılında gerçekleştirdiği Yemen Seferi sırasında ordusunda, kendisi de mahkûm olan Vahriz’in komutasında Daylam ve çevresinden 800 mahkûm bulunmaktaydı. Kâwâdh ve Hüsrev’in egemenliğinde Kafkasya geçitleri kuvvetlendirilip civarında askeri sömürgeler oluşturulunca Hüsrev'in egemenliğinde kökeni Daylam ve yöresiyle ilgili adlar ortaya çıkmaya başladı (bkz, "Toponomy" Yer Adları Bilimi). Hüsrev I’den sonra tahta gelen ve 579-590 tarihleri arasında hüküm sürmüş 21. Pers kralı Hurmizd IV.'e karşı gerçekleştirilen ve onun tahttan düşürülmesiyle sona eren suikast, M.S. 590 yılında Zoanap adı verilen Dilimitik halkının liderinin önderliğinde meydana gelmiştir. 
 
Daylamlılarda Din ve Dil
Dağlık bir bölge olması nedeniyle yaklaşık 630’lu yıllarda başlayan Arap istilasından rahatlıkla korunabildikleri için çok geç tarihlerde İslamiyet’i kabullenmişlerdir. Devlet büyüklerinin emrinde çalışan, onların birtakım işlerini gören kimseler olan Kethüdalar tarafından yönetilen Deylemliler, M. S. 9. yy’da Zeyd mezhebince gerçekleştirilen misyonerlik çalışmaları neticesinde Şiiliği kabullenmişlerdir. 1160-1233 tarihleri arasında yaşayan Arap tarihçi İbn al-Athir, Deylemliler için şöyle der: “Deylemliler Şii dinini benimsediler." Bölgedeki halkın ezici çoğunluğu Müslümanlığı kabul etmeden önce Zerdüşt inancına sahipti.
Deylem’de yaşayan Gilanlar, Amoller ve Taberiler gibi halklar Aryani (Farisi) halklarından çok daha önce bu bölgeye yerleşmiş bulunuyorlardı. Deylemlilerin dilleri, Ari dillerinden farklılık gösteriyordu. Tarihi İpek Yolu üzerindeki bu bölgede yaşayan halklar; özgürlüğe son derece düşkün ve cengâver halklardı.
Sasaniler devrinden beri piyade olarak önemsenmiş olan Deylemliler, 909–1171 arasında hüküm süren Fatımiler Devleti ile961 -1187 arasında hüküm süren Gazneliler gibi İslam devletlerinde de paralı asker olarak görev almışlardır.
Kral Mûthâ'nın adı hiç de alışık bir ad olmamasına rağmen M. S. IX. ve X. yüzyıllarda Daylamit önderlerinin artmaya başlaması sonrasında görülmeye başlanan adlar, güneybatı İran adları olmayıp belirgin bir biçimde putperest İran adlarıdır. Kuzeybatı ağzında, bundan yola çıkarak Gorangec (başlangıçta Kürankic olarak bilindiği halde ki değil) Farsça'da yer alan görgengez (vahşi sıpaları kovalayan)’i anımsatmaktadır. Sherzil sözcüğü de aslan yüreği anlamına gelen sherdil’i çağrıştırmaktadır, vb. gibi... Parslarla Daylamitleri birbirinden ayıran 10. yüzyıl ortaçağ Fars coğrafyacısı Ebu İshak İbrahim b. Muhammed el-Farisi el Istakhri, Daylam'ın yüksek bölgelerinde Gilan Daylamlarından farklı bir dil konuşan bir boyun mevcudiyetinden bahseder. 
Daylam'da bir bölüm Zerdüşt ve Hristiyanların bulunmasına karşın bilhassa putperest Daylamitlerin mevcudiyetiyle ilgili herhangi bir şey bilinmemektedir. Esas adı Ebû Reyhan b. Muhammed olan ve yaşadığı çağa damgasını vurup "Biruni Asrı denmesine neden olan zekâ harikası bilgin Biruni (973-1051) tarafından kaleme alınan al-Athar al-Baqia’da verilen bilgiye göre Daylamitler, efsanevi İran hükümdarı Afridûn tarafından konan ve erkeklere, ailelerinin reisi kethûda olmalarını buyuran yasaya riayet ettiler. Son derece girift bir şekilde, Birûni bu yasanın Alid el-Nâşur el-Utruş tarafından ortadan kaldırılmasından ötürü Daylamitlerin, insanların, Pişdadilerin büyük hükümdarı Cemşid sonrasında İran ve Turan tahtına oturup ülkeleri talan eden zalim bir kral olan Dehhâk Biwarsp döneminde yaşadıklarıyla benzerlik gösteren koşullarda yaşadığından ve şeytanlarla cinler (al-şaytan'wa'l-merada) bunların evlerine yerleşmeleri nedeniyle bunlara karşı çaresiz kaldıklarından söz eder.  
Kethüdalar, bir evi idame ettiren adam ya da aile reisi olma hakkını kullanmalarının yanı sıra Daylamitlerin mahalli yöneticileri ve hatta kralları (Mûtâ) olmuştur. Kralların sorumluluğu M. S. IX. ve X. yüzyıllarda Alidlerle işbirliği içinde çalışmalarından ötürü daha bariz bir hale gelmiştir.
Deylemiler tarafından konuşulan dil, Dımılki, Gorani, Zazaki ve Kırmancki gibi farklı adlar alan dildir. Bu dilin Hititler çağının Palaik adı verilen dil ile ilişkisi bulunmaktadır.
Dımılki ve Gorani’yi Pehlevice’nin iki ana kolu şeklinde İnceleyen Iraklı Kürt bilimci Mehrdad R. Izady ve kimi araştırmacılar, buradan yola çıkarak geçmişte bir dönem boyunca Kürdistan ve Kırmanciye’nin büyük çoğunluğunda Pehlevice üslubunda tek bir dil konuşulduğu düşüncesindeler.
İzady, Pehlevice ve Kürtçe (Kurmanci)’nin Medce’den geldiğini ancak sonradan birbirlerinden farklı diller haline dönüştüğünü düşünür. Bunu çıkış noktası olarak kabul eden İzadi’nin düşüncesi, Bizanslılardan önce Kırmanciye (Ermenistan)’de başat olarak konuşulan dilin Dımılki olduğu ve Pontus, Kapadokya ve Kilikya’nın bu dilin egemenliği altında bulunduğu ve Bizans çağı öncesinden başlayarak konuşulan Dımılki’nin egemenliğinin erken orta çağlarda da devam ettiği şeklindedir.
Bu düşünceye bakılırsa o dönemlerde Pehlevice’nin Ermenistan (Kırmanciye) ve Kürdistan topraklarındaki egemenliği günümüzdeki gibi bölünmemiş olmasına rağmen otantik vatanı Hakkâri bölgesidir. M. S. 13./14. yüzyıla kadar kendisinin asıl merkezi, Hakkâri dağlarında konuşulan ana Kürtçe (Kurmanci), Hakkâri’den başlayarak Behdinan aracılığıyla Musul’a girmeyi başardı. Bunun neticesinde Pehlevice (Dımılki)’nin egemen olduğu coğrafya, araya Kürtçenin girmesi üzerine Gorani-Güney ve Dımıli-Kuzey biçiminde bölünmeye başladı. İzadi tarafından ileri sürülen düşünceye göre Kürtçe, 14. yüzyılın başlarından ya da 16. yüzyılın ortalarından (Çaldıran Savaşı’ndan sonra) başlayarak Kürt aşiretlerinin başka bölgelere göçetmesi ve daha geniş bir coğrafyaya yayılması neticesinde zamanla Pehlevice’nin yerine dominant dil haline dönüşmüştür. Dımılki ve Gorani dillerinin, 17. ve 18. yüzyıllarda gözle görülür bir biçimde başlayan ket vurma süreci, izleyen yüzyıllarda da devam etmiştir. İzadi’ye göre, Farsça, Afganistan ve Tacikistan devlet dilleri Kürtçe’ye en yakın dillerdir (Bk. R. İzadi, The Kurds).
Benzer çalışmada Goranicenin esas lehçeleri; Nankeli, Bacalani, Awramani, Zengene, Kalhuri, Kandulai, Kirmanşahi, Sancabi, Kakai (Dergezini) ve Laki olarak; Dımılki’nin temel lehçeleri de Hazzu (Hazo), Sivereki, Şabak Kori, Motki ve Dumbili biçiminde saptanmaktadır. (İzadi, a.g.e., s.173/ 74).
Dünbililer, Dımılilerin bir koludur. Dünbililer tarafından konuşulan Dumbili dili, Dımılice’nin bir diyalektidir.
Günümüzde Dersim coğrafyasında konuşulmakta olan ”Kırmancki” de Dımılki’nin bir ana lehçesidir. Dımılki ile Pehlevice dillerinin aynı olduğu düşüncesi doğru ise eğer bu dille yazılmış olan Part ve Sasani kitabelerinin de içinde bulunduğu eski Pehlevice yazınının Dımılki diline ait olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmakta yarar vardır sanırım.
Büyük bir olasılıkla Sasaniler tarafından konuşulan dil, Pehlevice’dir. Aynı dil, Partlarca da benimsendiğine göre Dımılki, en zayıf  ihtimalle Partlar ve Sasaniler döneminden başlayarak Kırmanciye olarak tanımlanan Ermenistan coğrafyasında başat dil olma konumunu, Arap yayılmacılığına dek ve hatta geç tarihlere değin koruduğunu var saymak gerekir.
Pehlevice dili, yüksek bir medeniyetin ve edebiyatın aracıdır. Hem Pehlevice hem de onun bir kolu olarak kabul gören Gorani dilinin, Kürtçe (Kurmanci)’den çok daha önceden edebiyat dili olarak kullanıldığı gerçeğini unutmamak gerekir.
Baba Tahir (935/1000-1054/55) adındaki Hemedanlı ünlü sufi şair tarafından kullanılan asıl dil, Goranice (Kürtçe)’dir. Şiirlerini bu dille kaleme aldığı tahmin edilen Baba Tahir Hemedani, Daylamitler (Buyiler) döneminde yaşamıştır.
Goranice, 1168-1867 arasında Erdelan hanedan evi tarafından kullanılan bir dildir. Üstelik Sorani dilini konuşmalarına rağmen Baban prens evi dahi Goranice’yi edebiyat dili olarak kullanmışlardır.
İran dillerinde uzman İngiliz dilbilimci David Neil Mac Kenzie tarafından da belirtildiği üzere Goranice, bir dizi Ehl-i Hak edebiyatı tarafından da kullanılmıştır. Rus doğubilimce V. Minorsky, 1943’de kaleme aldığı Goranlar adındaki makalesinde, Ehl-i Hak adındaki dinin Saranjam adı verilen dinsel kitabı, ekseriyetle Farsça olmasına rağmen bölümlerinden bir kısmının Gorani diliyle kaleme alındığını söylemektedir. Ehl-i Hak, köken olarak bir Goran dinidir. Sultan Sohak (İshak) tarafından 1316’da kurulduğu var sayılmasına rağmen adından söz edilen ve 14. yüzyılda kaleme alınma ihtimali bulunan dinsel metinlerin, kaleme alınış tarihi kesin olarak bilinmemektedir
Osmanlı İmparatorluğu’nda Şeyhül-İslam’lık yapan XV. yüzyıl bilgini Molla Gurani (Ahmet b. Yusuf b. İsmail, 1410/ 11-1488) aslen Goran’dır.
Rus doğubilimce Vladimir Minorsky, Goranice dilini; “Seyitler’in ve Pirler’in dili” şeklinde tanımlar. Bu dil, edebiyat sahasında asırlar boyunca popülaritesini yitirmemiş ve XIX. yüzyılda dahi konumunu korumuştur. Vladimir Minorsky, bu dilin Kürtler tarafından dahi kullanıldığını söyler (Bk. Minorsky, Ehl-i Hakk Sekti, 1956).
Ehl-i Hak edebiyatında Goranice kaleme alınmış dinsel şiirlerle birlikte dinsel olmayan şiir örneklerine rastlamak mümkündür.
Vladimir Minorsky, Kitab-ı Hurşid-i Havar, 19. yy’da yaşamış Goran şair Mala Walov’a ait Leyla ve Mecnun, bununla birlikte Hüsrev ve Şirin, Ferhad ve Şirin, Behram ve Gulendam, Haftxwan-i Rustem, Suhrab-u-Rustem, Cihangir u Rustem ve Kitab-ı Havaran gibi yapıtların, Goranice kaleme alınmış şiirlere örnek olduğunu söyler (Bk. Minorsky, Goranlar, 1943).
Goranice’nin farklı lehçelerinde şiirler kaleme almış olan Perişan (ölm. 1398), Muhammed Faqih Teyran (1590 -1660), Mustafa Basarani (1641-1702), Muhammed Kandulayi, (17. Yüzyıl sonu), Mirza Almas Khan ve Mirza Şerif Kulyayi (17. yüzyıl ortaları), Khana Qubadi (1700-1759), Seyda Awrami (1784-1852), Ahmet Bey Kumasi (1796-1889) ve Muhammed Weli Kirmanşahi (ölm. 1901) vb. kimi şairlerin adlarından söz eden Iraklı Kürt bilimci Mehrdad R. Izady, bunların Goran diliyle yazılı eserler vermiş şairlerden yalnız en iyi bilinen birkaçı olduğunu söylemektedir. Gene Mehrdad R. Izady tarafından verilen bilgiye göre 20. yüzyıla değin olan bin yılda yapıtları korunabilen Kürt şairlerinden 19’u Goranice, 10’u Kurmanci, 8’i Soranca diliyle eser yazmışlardır. Kürtçe (Kurmanci) dili ile kaleme alınmış yazılı ürünler, daha geç dönemlere aittirler.
Hakkarili Ali Hariri (1425-1490), Molla Ahmed (1417-1494), “Yusuf ve Züleyha”yı 1586’da kaleme alan Salim Salman, çoğunlukla Melay-i Ceziri adıyla bilinen ve aynı zamanda en büyük Kürt şairlerinden biri olarak kabul gören Botanlı Şeyh Ahmed (1570-1640), İsmail Bayazid (1654-1710) ve Meme Alan o Zini Buhtan adlı epik şiiri 1696 yılında kaleme alan Hakkari’nin Haniyan aşireti mensubu Ahmede Hani, Yezidilerin, XII. yüzyıl sonu ya da XIII. yüzyıl başlarında kaleme alındığı tahmin edilen Meshaf-i Reş adındaki kutsal kitabı dışında Kürtçe (Kurmanci) yazan şairlerin en ilkleridirler (Bk. İzadi, a.g.e., s.175-78). Soranice yazınının da Kurmanci yazınına göre daha yeni olduğu söylenmektedir.
Pehlevice, Dımılki’nin yaşayan en eski edebiyat bakayaları olarak kabul görmektedir. Buna göre Partlar ve Sasaniler döneminden bu güne kadar gelebilen kesintisiz ve varsıl bir edebiyat ile yüz yüze olduğumuzu ve Zaza halk edebiyatı içinde Kızılbaş-Alevi Edebiyatı olarak ayırt edilebilir önemli bir bölümün mevcudiyetini gözden uzak tutmamak gerekir.
 
Daylamlılarda Gelenek-Görenek
Daylamitlerin, çağdaş yazarları etkileyen birçok gelenek, görenekleri bulunmaktadır. Tam adı, ibn Muhammed ibn Yaqūb ibn Miskawayh olan Farisi bilim adamı, filozof ve tarihçi Miskawayh (Rayy, 930-İran, 1030) tarafından verilen bilgilere göre erkekleri son derece güçlü olup yokluklara karşı dirençli olan Daylamitlerin en önemli silahları, Zhopin adı verilen mızraklar ve ikinci derecedeki savaşçılarca taşınan ve can alıcı renklerle boyanan büyük kalkanlardı. Bu kalkanlar yan yana getirildiği zaman saldırgana karşı önemli bir set oluşturuyordu. Gene aynı yapıtta verilen bilgilere göre Daylamitlerin ordularında, yanan yağlı mızraklar atan ve adlarına mazari alneft denen özel adamlar bulunuyordu.
Daylamit savaşçılığının şiirsel anlatımı, büyük Farisi şairlerinden Fahreddîn Es‘ad-i Gurgani tarafından kaleme alınan ‘Veys u Râmîn’ adlı yapıtta vardır.
Atlı birliklerinin olmayışı, Daylamitlerin en büyük olumsuzluklarındandı. Bu dezavantaj nedeniyle onlara göre daha iyi donatılmış Türk paralı askerleriyle savaşa çıkmak zorunda kalıyorlardı. Aralarındaki bu temel farklılık ve rekabet, sonradan ordunun parçalanmasına neden olmuştur.
Ailesi, İran’ın Kumis kentinden Kudüs’e göç eden ve tam adı, Şemsettin Ebu Abdullah Muhammet bin Ahmet olan Arap coğrafyacı Mukaddesi (Kudüs, 946- XI. yy. başı)’nin “Ahsen üt-tekasüm fî ma’rifet ilekalîm” adlı yapıtındaki bilgilere göre Daylamitlerin, ölülerinin ardından ve hatta işleri ters gittiği zamanlarda bile aşırı derecede yas tutup etkilendikleri görülmektedir. Müslüman Kürt yazar Din Ebu'l-Hasan İbn el-Esîr (1160- 13 Mayıs 1233) tarafından kaleme alınan “el-Kamil fi at-Tarikh” (The Complete History) adlı yapıtta verilen bilgiye göre Mu'ziz al-Dewle, İmam Hüseyin için Bağdat'ta genel yas ilan etmiştir. Bu olayın, sonraları İranlılar tarafından Muharrem ayında gerçekleştirilen taziyelerin omurgasını oluşturuyor olma olasılığı yüksektir. 
İlahi, felsefe ve tarih konularında eserleri bulunan ve bu eserlerinden çok küçük bir bölümü günümüze ulaşabilen Süryani yazar Bardesanes (Edessa [Urfa], Suriye, 11 Temmuz 154 -Edessa [Urfa], Tur, 222) M.S. 200'de Gilan kadınlarının tarlalarda çalıştığından söz eder. Bu tarihten sekiz asır sonra yazılan Hudud’ül-Âlem’in yazarı da Daylamlı kadınların tıpkı erkekleri gibi tarla işlerinde çalıştıklarını aktarır. Rudhrawari tarafından kaleme alınan Edipse II adlı yapıttaki bilgilere göre Daylamlı kadınlar hakkında şöyle denilmektedir: "Beyin gücü, karakter özellikleri, işlerin düzenlenmesi gibi konularda erkeklerle eşit idiler". Yine ibn Muhammed ibn Yaqūb ibn Miskawayh olan Farisi bilim adamı, filozof ve tarihçi Miskawayh (Rayy, 930-İran, 1030) tarafından verilen bilgilere göre Daylamitler, kabile içi evlilikler yapmışlardır. Bu evliliklerin tamamında sürekli tarafların doğrudan uzlaşması söz konusudur.
 
Daylamlılar Nasıl Yayıldılar?  
Abbasilerden kaçarak Deylemistan’a sığınan Alid hareketlerinin bir sonucu olarak Daylamitler, kısmen Zeydi tarikatını seçerek halifeye karşı güçlü bir muhalefet oluşturdular. Alidler için yapmış oldukları yoğun savaşımlar neticesinde askersel yeteneklerini büyük oranda geliştirerek güçlerinin bilincine vardılar. Sacid Yusuf b. Diwdâd'ın isyanları (295/ 907 ve 304-7/916-9'da) ve ölümü (315 / 928) öncesindeki son tahttan indirilişi Samanid valilerinin Rey'de art arta gelme döneminde, Türk  köleler ile Daylamdaki Alidler arasında kargaşalı bir döneme neden oldu. Fars tarihi, edebiyatı, coğrafyası, kültürü hakkında araştırmalar yapan Rus doğu bilimci Vladimir Feodoroviç Minorsky (5 Şubat 1877-25 Mart 1966) tarafından, Doğu ve Afrika Araştırmaları Okulu (BSOAS) Bülteni’nde verilen bilgilere göre Salariler ve Kangariler gibi adlarla da anılan ve Deylem, Arran, Ermenistan ve Azerbaycan’da oluşan Tarom çıkışlı Musafiridlerin önemli bir kolu; Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin birleşmesiyle oluşan kısa süreli Sovyet cumhuriyeti olan Transkafkasya'ya doğru bir yayılma olurken, İran merkez platolarında yeni faktörlerin ortaya çıkışına tanık olundu: Başlangıçta, (315/ 927)'da kendini kral ilan eden Asfar b. Şiroyâ; sonra kısa bir zaman için İsfahan’ın Rey kentinde (316-434/ 928-1042) ve son olarak da Hazar Denizi'nin güneydoğu bozkırlarında görülmeye başlanan, lâkin daha büyük bir öneme haiz olan Buyidilerin tahakkümü neticesinde geri adım atmak durumunda kalan Ziyaridler...
875-999 arasında Orta Asya ve doğu İran'da kurulmuş, adını kurucusu Saman Hüdâ'dan alan bir hanedanlık olan Samanilerin elindeki Horasan hariç İran platosunun büyük bir bölümünü 320/932 tarihinde ele geçirilişinin ardından görülmeye başlayan Buyidiler, 334/946 tarihinde Bağdat’ı ele geçirerek 109 yıl süreyle hilafeti Alidlerin vesayeti altına soktular. Başta Daylamit ve Kürt olmak üzere onların sayesinde çevre bölgelerde İran menşeli Musafiridler; Ganca Şaddadileri (340-409/ 951-1018) ve onların Ani kolu (451-559/1059-1163); Humadan ve İsfahan Kakuyidleri (398-443/1007-51); Kirmanşah bölgesinde Hasanuyid Kürtleri (348-406/959-1015); Zagros Dağlarının batı etekleriyle Huluwân'da Annazid Kürtleri (381-511. 991-1117); Mayafarkin ve Diyarbakır'da Merwan Kürtleri (380-478/990-1085) vs. bir dizi hanedan ortaya çıktı. Daylamit rejiminin zayıflığı pek çok etkenin büyük bir sahaya dağılmalarından değil, hanedanın pek çok rakip kanada bölünmesinde ve son olarak da oradaki Türk-Daylamit arasındaki tutarsızlıktan kaynaklanıyordu.
998-1030 yılları arasında Gazne Devleti'nin hükümdarı olan Gazneli Mahmud'un 420/1029 tarihinde Rey kentini ele geçirmesi Buyidi gücüne vurulmuş ilk darbedir. Son Bağdat Buyidi al-Malik al-Rahim'in, 447/ 1055 tarihinde Tuğrul Bey’in esaretine girmesiyle başlayan zulümle kesin sonuca varıldı. Bowen tarafından verilen bilgiye göre Fars'ta Buyidilerin son çocukları bir kaç yıl daha Selçukluların vasalları olarak yaşamlarını devam ettirdiler. Daylamitler, kendi ülkeleri dışında paralı asker olarak hizmet gördüler. Büyük Selçuklu Devleti veziri Nizamü’l-mülk, Siyasetname (Siyeru’l-mülük) adlı yapıtında Selçuk sarayının koruması olarak 100 Daylamit ve 100 Horasanlıdan söz eder.
Daylamitlerin ayrılmış, tecrit edilmiş sömürgeleri mahalli nüfus tarafından yok edilmesi öncesinde bir zamanlar pek çok yerde tutunabilmeyi başardılar.
 
Daylam’daki Yer Adları
Daylamit boyları tarafından mesken olarak tutulan alanlar, çağlar boyunca son derece geniş alanları kapsamıştır. Bundan ötürü, zamana göre sıralı zorlukları da göz ardı etmeden başvurulması gereken kaynakları tek bir başlık altında toplamak daha doğru olur. Bir Babil adı olan Dilmun Adası (Bahreyn), günümüzde dahi aktüel bir isim olmasına rağmen Fars'ın güney kıyısında bulunan Bender-i Daylam adı gerilere, Buyidiler dönemine değin uzanan bir isimmiş gibi bir ad manzarası arz etmektedir. Hudu-dü'l-Âlem’in 32. Bölümünde verilen bilgilere göre Aşağı Kafkasya bölgesinde, 224–651 arasında egemen olmuş Sasaniler devrinden kalma askeri yer adları Lahican'la ilintiliymiş gibi bir görüntü veren (günümüzdeki Lahic) Layzân ya da Lâizan adlarını anımsatıyor. Şirvan adı, büyük bir olasılıkla Talakan ve Alamut nehirlerinin kesiştiği noktada yer alan Şir (Arapça, Şirriz) ile benzerlik göstermektedir. Hatta 9. yüzyılda yaşayan Fars tarihçisi Baladhuri tarafından verilen bilgilere göre Wahrazan-Şah olarak geçen Sarır (Avaria) kralının ünvanı dahi Wahriz ünvanlıyla bağlantılı gibi görünmektedir. Diyarbakır'ın kuzeyinde yer alan ve günümüzde Elazığ’ın bir ilçesi olan Palu ve Dersim'e değin varan bölgede yaşamlarını idame ettiren ve günümüzde bile İran orijinli bir dil konuşan Zazalar, kendilerine Dımili adını vermektedirler. Bu durum, F. C. Andreas tarafından Daylam benzerliğiyle yorumlanıyor. Günümüzde Türkleşen ve XIX. yy. başlarından itibaren Hoy bölgesinde yerleşik olarak yaşayan Sümbüliler de Dımili ile ilintili gibi görünüyor. Bizanslı şair ve tarihçi Agathias, (Mirina, MS 536-582), Lasica'da savaşan Dilimnitai askerlerinden söz ederken onların anavatanlarının Orta Dicle Havzası’nda Fars topraklarına komşu topraklarda olduğunu özellikle vurgula maktadır. Buna göre (Dicle Nehri, yanlışlıkla Safid-rûd yerine kullanılmıyorsa) burası, günümüzde Zazaların yaşadıkları bölgedir. Fars tarihi, edebiyatı, coğrafyası, kültürü hakkında araştırmalar yapan Rus doğu bilimci Vladimir Feodoroviç Minorsky’nin referans olarak gösterdiği Samanoğullarından en güçlü hükümdar II. Ahmed oğlu II. Nasr’ın zamanında (Hicrî 300-331, Milâdi 914-944) Çin'e elçilik göreviyle gönderilen Gezgin Abu Dulaf, Şahrazur'un yedi fersah doğusunda Daylamistan diye bir yerden söz etmektedir. Burası, Daylamitlerin Eski Pers kralları döneminde Mezopotamya ovalarına akınlar düzenledikleri yerdir. Lahican'ın batısında yer alan Daylaman kazası, Daylaman merkezinin Ostân'dan Lahican bölgesine taşınmış olduğuna bir kanıt teşkil edebilir. Urmiye Gölü’nün kuzeybatısı, bir başka ifadeyle Salmas'ın merkezi çok yakın dönemlere değin Dilmakan olarak adlandırılmaktaydı. Urmiye Gölü’nün güneybatısında önemli bir Zagros geçidi üzerinde Lahican adıyla bilinen bir bölge bulunmaktadır. Bunların yanı sıra Urmiye Gölü havzasında, Savalan Dağı’nın kuzeyinde Lahican adını taşıyan birkaç köy daha bulunmaktadır.
 
Daylam’da Yer Alan Ülkeler ve Halklar
Farisi coğrafyacı Khuradadhbih, Ya’kûbî (Ahmed b. İshâk b. Vâzıh el-Ya’kubi- 905),Arap-Fars coğrafyacı İbn Rusta, İbn Fakih vb. ilk Müslüman coğrafyacıların, Daylam ve burada yaşayan halk hakkında verdikleri bilgi son derece sınırlıdır. Böyle olmasına rağmen 4./10. yy’da Daylam Hanedanı’nın yükselmesi sonrasında yaşayan tarihçi ve coğrafyacılardan daha detaylı bilgi elde edilmiştir. Rey ve Kazvin de dâhil olmak üzere Hazar Denizi’nin bütün güney kıyısı ve Elbruz sıradağlarının güneyini bir kuşak gibi saran toprakların tümünü 10. yüzyılda yaşamış Persepolis doğumlu İslam coğrafyacısı İştakhri tarafından Daylam olarak adlandırılmaktadır. Daylamid dominyonunun en parlak döneminde yaşayan Mukaddesi, bunlara Volga ağzında yer alan Hazar Hanlığı'nı da kapsayacak biçimde Hazar kıyılarının tamamını ekler. 
X. yüzyılda yaşamış Persepolis doğumlu İslam coğrafyacısı İştakhri, Custan Hanedanı’nın merkezini Rûdhbâr olarak vermesine rağmen İranlı matematik, fizik, astronomi, coğrafya ve jeoloji bilgini Zekeriya bin Mahmut el Kazvini (Abu Yahya Zakariya’ ibn Muhammad al-kazvini) (1202–1283), bunun Alamut'da bulunan Rûdhbar olduğuna dair yoğun tartışma başlatmıştır. Bu tartışma da Alamut Vadisi’nin Daylam Hanedanlığı’nın yurdu (Ostân) olduğunun göstergesidir. Esas İştakhri üzerine kurulan İbn Hawkal'ın kitabında Daylam'ın başkenti al-Tarm'a konumlandırılmıştır. Ancak bu bir sürçme olabilir. Zira al-Tarm (Tarom) gerçekte Custanidlerin değil, Musafiridlerin merkezidir. Bundan daha karmaşık olanı ise, İran Kumis’ten Kudüs’e gelen Arap coğrafyacı Mukaddesi (Şemsettin Ebu Abdullah Muhammet bin Ahmet)’nin Daylam (kasaba) merkezi olarak B'rwan'ı göstermesidir. Yazara göre burası, merkez olmak için daha uygun olan ve Şahrud Vadisi’nde yer alan verimli Talakan’a göre daha namüsait ve mahrumiyet bölgesiydi. Devletin hazinesi, adına Şehristan denilen Hükümet Konutu (Mustakarr-al-Sultan)’nun bulunduğu B'rwan'daki derin bir kuyuda korunuyordu (Zahir al-Din Shehristan'ın Şehr-Ostan, yani Ostan'ın Şehri olabileceği olasılığının göz ardı edilmemesi gerektiğini söyler). Samirum'u Taron bölgesinin (Musa firidler) Salâarwand yöneticilerinin merkezi gibi gösteren Mukaddesi, Keşm'i de Aliddailer tarafından bir köprünün yanına kurulmuş doğu Gilan'daki bir kenti olarak verir.
Persepolis doğumlu İslam coğrafyacı İştakhri, Daylamitleri; zayıf, kumral, kaba ve gözü pek, tarımla uğraşıp sürü beslemelerine rağmen atla ilgilenmeyenler olarak tanımlarken Mukaddesi, Daylamitlerin, yakışıklı olup sakal bıraktıklarından söz ediyor. Bununla ilgili geniş bilgi, Hudud’ül-Âlem (Dünyanın Sınırları), XXXII, s.24-5'te verilmektedir. 
 
Daylamlılar ve Araplar
Arap yayılmacılığı esnasında Kazvin halkı, Daylamitler’den yardım talep etti. Daylamitler, bu yardım karşısında kararsız bir tutum izledikleri halde Rey halkı tarafından desteklenince, Halife Ömer’in gönderdiği Nu'man b. Mukarrin'e direndiler. Daylamitler, Mutâ (ya da Murthâ) adı verilen kralları önderliğinde, Rey ve Hamadan arasında bulunan Dastabay'da (Destpey "avuç ardı")  yer alan Vac ırmağı boyunda yenilgiye maruz kaldılar. Belâdhun, 317-25, ve diğer tarihçiler Halife Ömer I. Zamanından tam adı Ebu'l-Abbas Abdullah el-Memun ibnü'r-Reşid (Harun el Reşid’in oğlu) olan ve 813-833 yılları arasında hüküm sürmüş El-Me'mun'a değin Daylam’a on yedi İslam seferi gerçekleştirildiğinden bahsederler. Bu seferler, Arap şiirine de konu olmuştur. Daylamitler tarafından mahkûm edilmesine rağmen Ozan Asa Hamdan tarafından verilen (K. Lism, Kayûl, Hâmin Lahzamin) Demâwend bölgesini (wima?) gibi yer adları çağrıştırmaktadır. Ancak buna mukabil, Daylam, egemenliğini korumayı başarmıştır. Güneyde Kazwin ile kuzeydoğuda Tabaristan sınırında yer alan Kalâr ve Câlûs nehirleri üzerinde bulunan kaleler, Müslümanlar tarafından Daylamitlere karşı oluşturulan hükmetme, baskı altında tutma bölgeleridir.
Halife Ömer döneminde Ahnaf’ın komutasında Arap ordusu, Sasani Şahı III. Yezdigird’i mağlup edip Horasan (Khurasan) yöresini ele geçirince Sasani Hanedanlığı sona erdi ve İran Devleti ortadan kaldırıldı.
VII. yüzyılda Horasan, Harizm ve Semerkant bölgelerinde meydana gelen birtakım direnişler sonucunda Kutabye bin Müslim Al Bahil, Haccac bin Yusuf, Yezid bin Muhallab gibi komutanlar bölgede bazı fetihler gerçekleştirdi.
Daylamistan ve Horasan bölgeleri, 642’de Rüstem Behrem’in amcası tarafından egemenlik altına alınınca Kadiriye yöresinde 4000 kişilik Daylamlı, İslamiyet’i kabul etmek zorunda kaldı. Ardından Daylamlılar, Celula bölgesinde Arapların yanında Küfe askerlerine karşı savaştılar. 873 yılında büyük bölümü Zerdüşt dini inananı olan Daylaman halkı, Hasan bin Zeyd’in yardımıyla İslamiyet’i kabul etmek zorunda kaldılar.
Daylamitler, İslamiyet’i kabullendikleri halde sürekli onlara yardımda bulunan Alevi liderleri, onların koruyuculuğunu yaptılar. Daylamit Bölgesi, 825 tarihinden 1058’e değin Alevi önder Custaniyan tarafından yönetildi. Hasan bin Ali’nin 912 yılında,  Alevi aşiretlerini Hazar Denizi kıyısına yerleştirmesi sonucunda Taberistan ve Daylamistan halkının büyük bir bölümü İslamiyet’i kabul etti.
Arran, Ermenistan ve Azerbaycan’dan oluşan ve Tarom adı verilen bölge çıkışlı Musafirilere yakınlığıyla bilinen Kangarilerle akraba olan Salariler; 942 tarihinden, 1040-1157 arasında hüküm süren Selçuklular dönemine değin Azerbaycan’da egemen oldular. Buna rağmen Bağdat’ı fetheden ve 12 gün sonra Halife Ali Mustakfi’yi tahttan indiren Büveyhoğulları tarafından kurulan Büveyhiler Devleti (932-1056), Daylamlılar tarafından kurulan devletlerin en önemlisidir.
Bununla birlikte Daylamistan’da Hicret’in başlangıç tarihinden (622) IV. hicriye değin Alevi boylarından Albuye (931-1065),  Ziyarhandaniler (931-1078), Veshvetan, Almakan, Benkak gibi hanedanlıklar; Daylamistan bölgesini 865-1005 yılları arasında yarı bağımsız bir şekilde idare ettiler. Hz. Ali’nin Cafer adındaki kardeşinin soyundan gelme Yahya bin Abdullah, Emeviler tarafından 661’de Kerbelâ’da gerçekleştirilen Kerbelâ Katliamı’ndan kurtulunca Daylaman’a kaçtı.  825-1058 tarihleri arasında egemen olan Daylam hükümdarı Castaniyan, Horasan ve Taberistan’dan topladığı yaklaşık 1000 kişilik bir kuvvetle Daylamistan’a giren Yahya bin Abdullah’a kucak açtı. Bölgeyi siyasal ve dinsel çalışmalarının merkezi konumuna getiren Yahya bin Abdullah, ünlü din bilginlerinin de desteğini alarak Abbasilere karşı bayrak açtı. Ancak öldürülünce yerine geçen El Hasan bin Zeyd, Rey şehrini terk edip Taberistan’ı mesken olarak seçti. Bölgedeki Hz. Ali taraftarları Hasan bin Zeyd’i davet eden bölgedeki Hz. Ali taraftarları, Hasan bin Ali önderliğinde Abbasi zulmüne başkaldırdılar. Başkaldırı başarıyla sonlanınca Hasan bin Zeyd, Daylamistan’da 20 yıl hükümdarlık koltuğunda oturdu. Ölümünün ardından başa geçen ve inanç hizmetlisi olarak bölgede Aleviliği yaymaya çalışan Seyd Mehmet bin Zeyd 16 yıl süreyle Deylem Gilan’da hükümdarlık yaptı. Bu dönemde büyük çoğunluğu Caferi Sadık mezhebini kabul eden ve X. yüzyılın ilk yarısında Daylamistan’dan batıya göçen Daylamlılar, yüzyılın ikinci yarısında Abbasileri büyük bir yenilgiye uğratarak Daylam, Azerbaycan, Dicle ve Fırat kıyılarında ve bu bölgeleri Hazar Denizi’ne bağlayan bölgelerde bazı devletler kurdular.
Abbasi halifesi adına hareket edip mümessilen Amor’a gelerek Taberistan’da padişahlığını ilan eden Mehmet bin Saluk’un ölümünün ardından Alevi önderleri, Gilan-Daylaman topraklarını genişletmek amacıyla başta Horasan olmak üzere bölgedeki ülkeleri egemenliklerine alarak bağımsız devletler kurdular.
Netice itibariyle bölgedeki Kürtlerden ayrı tarihe, kültüre, dile, inançlara, örf, âdet ve geleneklere sahip olan ve günümüzde Horasan’da yaşayan Daylamlılarla Dersim coğrafyasında yaşayan Dersimlilerin müşterek paydalarının bulunduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Eldeki bilgi ve bulgulara göre Daylamistan-Gilan’da takriben 2.5 milyon, Türkiye’de 4.5 milyon olmak üzere toplam 6.5 milyon Daylamistan-Gilan menşeli halk olarak anlaşılan Dersimliler, 700-1258 arasında farklı nedenlerden ötürü Deyleman’dan göçerek Dersim, Bingöl, Sivas, Malatya, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Diyarbakır, Siverek, Muş, Varto ve Adıyaman bölgelerine yerleşmişlerdir. 
 
İsmailîler
Fatımî İsmailileri tarafından Rey kenti çevresinde gerçekleştirilen propagandalar, henüz IX. yüzyılın ilk yıllarında yaygınlık kazanmaya başladı. Bu yeni öğreti, Samanilere bağlı olarak Curcan’ı yöneten Daylamlı Asfar ile Ziyar Devleti’nin kurucusu Gilanlı Merdaviçè tarafından kabul edildi. Son Buyidilerin yönetiminde Fars coğrafyasında yaşayan Daylamitler yedi imam öğretisine bağlı olduklarını ilan ettiler ve sondan bir önceki Buyid Marzuban Abu Kalicar (ölümü 440/ 1408) XI. yüzyılda İsmaili bilgini, filozof-şair, vaiz ve Farsça kökenli bir ilahiyatçı Hibatullah ibn Musa Ebu Nasr el-Mu'ayyad fi d-Din kül-Şirazi (1000-1078)’nin He served the Fatimid - Imam as a da'i in varying capacities, eventually attaining the highest rank of Bab al-Abwab "The Gate of gates" and Da'i ad–Du'at "Chief Missionary" in the Fatimid .sözünden dışarı çıkmaz oldu. Bu vaiz, sonradan Fars'tan sürülmüştür(Sirat el Mu'ayyad fi'ldin, Kahire 1949, 43-64; Bkz. Farsname 115).
Daylam’ın son derece güçlü konumda bulunması ve yaşayan nüfusunun karşı konulamayacak kadar güçlü olması doğal olarak tarihin eski gizemli ve Bâtıni örgütü fedaayiin (Karşı düşüncede olanlara göre de Haşhaşileri) kuran ve ölene kadar liderliğini yapan Hasan Sabbah (1035- 1124)’ın ilgisine mazhar olmuştur. Başlangıçta kendi ilkelerini tanıtan propagandacılarını Daylam’ın içine gönderen Hasan Sabbah, daha sonra 1090’da Mehdi adındaki bir Alid’in Melikşah’ın tımarı olarak elinde tuttuğu bir Alamut beldesini almıştır (Curyani III, 174). Böylelikle daha sonraki 166 yıl süresince son derece güçlenen Daylam, Selçuklu topraklarının hemen yanı başında büyük bir tehlike odağı haline gelmiş ve Sünni âleminin tamamı için bir korku ögesi haline dönüşmüştür. Alamut’u ortadan kaldırma çabaları sonuçsuz kalan Selçuklular, yerleşik düzendeki halkı son derece büyük zarara uğratmıştır. Aslantaş'ın 1092, Nizam-ül Mülk'ün oğlunun 1109 ve Şirgir'in / 1117 öncesinde gerçekleştirdikleri askerî harekâtlar, Buyidilerin Daylam'da bulunan en son bakayası Cuvayni'nin raporu III, 239'da veriliyor. Bu, kayınbiraderi olmasına rağmen, propagandalardan haz almamasından ötürü 1166’da İsmaililerin efendisini hançerleyerek öldüren Buyidoğullarından Hasan b. Nâmâwar'dır.
 
Moğollar ve Sonrasındaki Dönem
İlhanlı Devleti’nin kurucusu ve Cengiz Han’ın torunu Hülagû Han (d.1217-ö. 8 Şubat 1265)’ın orduları, 1256 yılında Haşhaşilerin elinde bulunan Alamut, Lamassar ve Maymundiz kalelerini yakıp yıktılar. Böylece Haşhaşilerin son liderlerinin izleyicileri ortadan kaldırılmış oldu. Bu olay, Daylam dağlarında büyük bir yankı uyandırdı ve bir fırtına gibi esti. Şahrud, Kazwin'den kolayca ayrılabilir duruma geldi. Bu arada 1307'de Gilan'ı istila edip Lahican'a ulaşan 1304-1316 yılları arasındaki İlhanlı hükümdarı Olcaytu Han tarafından gerçekleştirilen seferleri de göz ardı etmemek gerekir. Daylam'ın dağlık bölgeleri, daha sonraki tarihlerde Doğu Gilan'ın (Biyapış) Karkiya Hanedanı tarafından yönetildiğini söylemek yanlış olmaz. Bunların merkezi Lahican'daydı.
Karkiya Hanedanı süreç içerisinde, Alamut İsmaililerinin son çocukları olan Aşkawarlı Hazaraspi prenslerini ve Daylaman ile Rudhbar'ın Kuşidi Han'ını ortadan kaldırdılar. 1416’da Daylamitleri Şahrûd kıyısına davet eden Lahicanlı Seyid Radi, bunların iki ya da üç binini liderleriyle birlikte katletti(Zahir-el Din, Tarihi Gilan, bsm Robino, Raşt 1330, 57, 118, 122-6).
Ehl-i Hak lideri Seyid Muhammed tarafından Ekim 1891de tarihinde Kalar-Deşt’te gerçekleştirilen başkaldırı, Daylam tarihinde medyana gelen en yakın harekettir (Minorsky, Ehli-Hak Tarikatı Üzerine Notlar, Paris, 1920-1, 51).
Daylamistan hakkında kapsamlı bir araştırma yapılmamakla birlikte H. Robino, Le Guilan, gerçek Daylamlıların sadece kış aylarında Kalavdeh ve Cawsal kentlerinde, yaz aylarında ise Kalac'khani kentinde yaşadıklarından söz eder. Daylaman’da ikamet edenler (Lahican'ın güneybatısı) topraklarını satmış, şimdi Hudûd Ül-Âlem’de Daylam ovalarında bir kanton olarak verilen Berfcan'da yaşamlarını sürdürmektedirler.

 
Daylam ve Gilan Kökenli Devletler
İran ve Irak topraklarında M.S. X. yy’da yükselmeye başlayan Deylem kökenli hanedanlıklar, Selçuklular öncesinde ismen Abbasi İmparatorluğu’nun içinde yer alıyormuş gibi görünen İran ve Irak’taki gerçek egemenliğin Daylamitlere ait olduğunun bir ifadesidir.
Gilan’ı hesabın dışında tutarsak içlerinden en önemlisi Buyiler Hanedanlığı olan Daylam kökenli hanedanlıkların başlıcalarının; Justaniler, Musafirler, Ziyariler, Kakuyiler, Buyiler, Alamut İsmailileri ve Goranlar olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde. 
Yukarıda adları sıralanan hanedanlıkların arasından genellikle Gilani adıyla bilinen Ziyarilerin dışında kalan hanedanlıkların tamamı Şii idiler. Aralarında Arap coğrafyacı Mukaddesi (Şemsettin Ebu Abdullah Muhammet bin Ahmet)’nin de yer aldığı kimi yazarlar, Daylamistan’ı Şii, Gilan’ı ise Sünni olarak tanımlarlar.
Deylemiler ve Gilaniler 10. yüzyıldan sonra rekabet ve öteki bazı nedenlerden ötürü kimi zaman farklı gruplar gibi anılsalar da eski dönemlerde aralarında bir ayrım görülmeyen Daylamlılar ile Gilanlılar, etnik açıdan bir ve aynı halk şeklinde bilinmişlerdir.
Şiilik, Hasani seyitlerinin ve dailerinin 8. yüzyılda Daylamistan ve Tabaristan’a Şii düşünceleri aşılamasının ardından Daylamlıların tipik inancı şekline dönüşmüştür. 864-928 arasında Hasanoğulları tarafından Daylamistan ve Taberistan’da kurulan Zeydi Devleti, Asya’da kurulan tarihin ilk Şii devletidir. Bundan ötürü Alamut ve öteki İsmaili kalelerinin Daylamistan’da yükselişini tesadüfî olarak görmemek gerekir.
İsmâîliyye mezhebi konusundaki araştırmalarıyla tanınan Rus asıllı şarkiyatçı WiIâdîmîr Ivanow (1886-1970) tarafından kaleme alınan [The Truth-Worshıppers Of Kurdistan, 1953]  adlı yapıtta: Buyidler çağı ve sonrasında Deylemli/Deylemi teriminin Türklüğe (Sünni Selçuklulara ve destekçilerine karşı) karşıt olarak İranlı ve Şii olmayı belirttiğinden söz eder. 
Her ne kadar günümüzde planlı ve yoğun bir biçimde Türkleştirilmeye ve Türk gösterilmeye çaba gösterilse de Türklük ve Alevilik, tarihi süreç içerisinde ekseriyetle çatışan etmenler olmuşlardır. Türklerle Deylemliler arasındaki anlaşmazlıklar ve çatışmalar tetkik edildiği zaman bu iki halkın İslami dönemde ilk kez Gaznelilerle Buyilerin kişiliğinde çatışmaya giriştiklerini görmek mümkündür.
Gaznelilerin Sünni ve hilafet taraftarı olmalarına karşın Buyiler Şii idiler. Daha sonraki çatışmalar, Sünni ve hilafet yanlısı olan Selçuklularla Şii olan Buyiler arasında meydana gelmiştir. İran ve Irak’ta Daylamlı Buyiler ile Mısır’daki Fatımileri ortadan kaldırarak onların kişiliğinde İslam âleminde ilk kez kurulan Şii saltanatını sona erdirenler Sünni ve hilafet yanlısı olan Selçuklulardır. Selçukluların İran, Irak, Suriye ve Anadolu’da egemenlik kurmaya başlamaları üzerine Türklerle Daylamlıların bu defa Alevi Alamut İsmailileri ile Sünni ve hilafet yalısı Selçuklular olarak çatışmaya başladıklarını söylemek mümkündür. Tarihi kayıtlara göre kendi egemenliklerinde bulunan ülkelerde sayısız Alevi kırımı yapan Selçukluların ardından bu kez de hilafet yanlısı ve Sünni ideolojinin temsilciliğini Osmanlılarla Türkiye Devleti üstlenmişlerdir. 
Tarihte, genelde İranî, özelde Zaza-Deylemî bir karakter taşıyan Şiilik ve Alevilik’i Türk kökenli olarak gösterme ve Türklükle özdeş tutma gayretleri tarihin tersyüz edilmesinden başka bir şey değildir.
Yukarıda adlarından söz edilen Daylam-Gilan kökenli hanedanlıkların bir kısmı Daylam (Gilan)’da, bir kısmı Daylam sınırlarının dışındaki coğrafyalarda ya da hem Daylam’da hem de Daylam dışındaki coğrafyalarda egemen olmuşlardır.
Araplara bağımlı hanedanlıklar olarak bilinen ve Derbend yöneticileri adı verilen Azerbaycan Sacidleri ve sonrasındaki Şirvanşahlar ile Selçuklu Türklerinin gelişine denk gelen dönemdeki kuzeybatı İran tarihini; bu coğrafyada yaşayan yerel İran halklarının, en başta 10. yüzyılda Daylamlıların doğuşu ve yükselişiyle ayırt etmek mümkündür. 
 Yaygın kanı, Daylam’ın gücünü, Daylam dışındaki coğrafyalara taşımada Şii öğretilerin büyük bir öneme sahip olduğudur. Bu zaman dilimi içinde boy gösteren Daylam kökenli hanedanlıkların, eski Sasani (Zaza) İmparatorluğu’nu ve Zerdüştçülüğü yeniden canlandırma düşüncesi taşıdıkları yönünde pek çok kanıtın bulunduğu tartışmasız bir konudur.  
 Daylam kökenli hanedanlıklar şunlardır:
 
Alidler
Başlangıçta Daylamitlerin denetimi altında bulunan güvenli dağlar, Abbasilerden kaçmak mecburiyetinde olan Alidlere bir göç yeri hizmeti vermiştir. Abbasilerden kaçarak buraya sığınan ilk mülteci; iki kardeşi idam edilen kendisi de Abbasi halifesi Harun el Reşid’in direnişçi kardeşine katılan Yahya bin Abd Allah'tır. Sonradan, 175/ 91'de Daylamistan'a gelmiş, ancak aradan fazla bir zaman geçmeden Horasan kökenli bir sülale olan Barmekilerden Fadl bin Yahya'ya teslim olmuştur.
Fıkıh, hadis, tarih, dil, tefsir ve kırâat ilimlerinde otorite âlim Taberi (838-923) tarafından verilen bilgiye göre bu durum, o dönemlerde, halifenin ya zora dayalı olarak ya da para teklifinde bulunarak Daylam kralını baskı altına aldığının bir göstergesidir. 
 
Justaniler (Custaniler, 805-927)
750-1258 tarihleri arasında hüküm süren Abbasilerin, 786-809 arasında tahtta bulunan ünlü halifesi Harun Reşit’in Hazar Bölgesi’ne uğradığı zaman yöre yöneticilerinin tamamını Rey kentinde topladığı 805 yılı, Custanilerin adlarının ilk kez duyulduğu tarihtir. Harun Reşit tarafından 805 yılında Rey’de gerçekleştirilen toplantıya katılan yöneticilerden biri Custan (Jastan, Banu Custan) ailesinden Daylam kralı Marzuban (Marzban) b. Custan’dır. Harun Reşit, bu toplantıya katılan öteki kralları vergiye tabi tutmasına rağmen muaf tuttuğu Daylam yöneticisi Marzuban bin Custan’a para hediyesi verip onur kisvesi giydirerek ülkesine gitmesine izin vermiştir. Bu hanedanlığın kökeni her ne kadar gerilere doğru dayansa da Marzuban b. Custan (Jastan), bu hanedanlığın bilinen ilk yöneticisidir.
Jastan (II) ya da Abu Lili (816), Wahsudan b. Jastan (872), Jastan (III) b. Wahsudan (860’lar ve sonrası), Ali b. Wahsudan (ölm. 919), Husrau-Firuz b. Wahsudan, Mehdi b. Husrau Firuzan (920’lerin sonu) gibi isimler, Custanilerin Marzuban (Marzban) b. Custan sonrasında krallık tahtına oturanlardan belirlenebilenlerin bazılarıdır.
 Daylam’da durum, Hasanid Seyyidleri sülalesinin Daylam sırasındaki serüvenleriyle netliğe kavuşur. Bunlar; amaçlarında ve savaşımlarında Daylamitleri başarıdan başarıya koşturan akıllı politikacı ve yetenekli savaşçılardır. O dönemler Daylamitler, henüz İslamiyet’i kabule zorlanmış değillerdi.
Dünyanın en büyük tarihçilerinden biri olarak kabul gören Muhammed İbni Cerîr Ebu Cafer El-Tabari (838-923 MS) tarafından verilen bilgiye göre Seyyid Hasan b. Zayd al-da'i at Kabir (No: 1) Calus ve Kalârda (250/864)'da bir direnişin başını çekti ve halkı, onların yakacak odun alanı ve otlak olarak kullandıkları meralarını ellerinden almak isteyen Tahîrid valisine karşı ayaklandırdı.10. yüzyılda yaşamış olan İslam coğrafyacı İştakhari tarafından konuyla ilgili olarak verilen bilgi şöyledir: Hasan b. Zeyd'in dönemi öncesinde Daylam, imansız bölge (Dar-el Küfr) olarak bilinmiş ve köle kaynağı olmuştur. Fakat Alidler Daylamitlerin yerini aldılar. Vahsudan b. Custan (No: 3) Hasan b. Zeyd'e her ne kadar sadakat yemini etmişse de aradan fazla bir zaman geçmeden yeminini bozmuş ve akabinde ölmüştür. 
Tarih-i Cihangüşa adlı üç ciltlik tarihiyle büyük üne kavuşan Ünlü tarihçi Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Gilwa Daylam (246/ 860)'da bir Custanid'in Alamut Dağı’nda, bir binanın yapımına başladığından söz eder. Büyük bir ihtimalle bu teşebbüs, Vahsudan'ın uzun zaman devam eden hükümdarlığının son zamanlarından ziyade genç ve dinamik oğlu Custan II.'nin (No: 4) hükümdarlığının başlangıcının işaretini vermektedir. Da'i'nin, temsilcisini Daylam'a göndermesi talebinde bulunan Custan II, Alidlerin sayesinde Tahiridlerden Rey'i alarak Kazvin ve Zancan'ı işgal etti. 253/ 867 tarihinde halife al-Mu'tazz Mûsa b. Bughâ komutasında gönderdiği bir orduyla Custen'in başarılarını ortadan kaldırdı. Hasan b. Zayd 259/883 tarihinde ölünce yerine al-da'i al Şaghir olarak bilinen kardeşi Muhammed b. Zayd tahta oturdu. Custen buna da, sadakat göstereceğine dair yemin etti(No: II).
Daylamın karşılaştığı bu nahoş durum, İran kökenli Samaniler Hanedanlığı adına hareket eden Raf'i b. Harthama adındaki Horasanlı maceracı asker, 276/ 889'da Muhammed b. Zeyd'i Curcan'dan atmasına neden oldu. Dailer, Daylam'a sığınma yollarını aramaya başladılar. Rafi komutasındaki birlikler her ne kadar Calûs'u işgal ettilerse de Custen'den yardım alan Seyit tarafından ablukaya alınmaktan kurtulamadılar. Akabinde kendisi ileriye doğru harekete geçen Rafi, Custen yamaçları boyunca Calustan Talakan'a geçti. Muhammed b. Zayd, Gilan'a geri çekilmek zorunda kalınca bölge, işgalciler tarafından üç ay boyunca (278/ 891 yazı) yağmalandı. Arap tarihçi İbn al-Athir (1160-1233) şöyle der: Custen, Seyit'e yardım etmeyeceğine dair söz verince Rafi, Kazvin ve Rey'i işgal etmeye yöneldi.279/892 tarihinde, Rafi kendisinin pek çok açıdan tehdit altında olduğunun farkına varınca hemen Da'i'ye sadık kalacağına dair söz verdi ve onun kendisine 4000 güçlü kuvvetli Daylamit göndereceğini düşünerek Curcan'ı Da’i’ye geri verdi. Layth, bazen tehdit ederek, bazen de ikna yoluna giderek Da'i'nin Rafi'ye yardım etmesinin önüne geçince, Rafi, 283/ Kasım 896 tarihinde kaçmak zorunda kalan Kharizm'de öldürüldü. Bu olayın dört yıl sonrasında (287/Ekim 900) Muhammed b. Zeyd bir Sâmânid komutanıyla savaşa girişti.  
Nasir al-Din al adıyla daha iyi bilinen Farslı filozof Nasîrüddin Tûsî (Horasan, 18 Şubat 1201-26 Haziran 1274)’ye göre; kısa bir aradan sonra Alid yönetimi, Juseyin Hasan b. Ali tarafından devralındı. Hükümdarlık süresi kısa olduğu halde (301-4/904-7) Alid hükümdarlarının en büyüğü olarak kabul edilmektedir. Dünyanın en büyük tarihçilerinden biri olarak kabul gören Muhammed İbni Cerîr Ebu Cafer El-Tabari'ye (III. 2296) göre, dünya hiçbir dönemde al-Utruş'unki kadar adalete tanık olmamıştır. Daylamitler arasında on üç yıl yaşadı ve Safidrûd ile Amul'un en uzak doğu kıyısı arasındaki insanların önemli bir bölümünü Zeyd inanışına çevirmeyi başardı. Bu başarıyı doğrulamak için, al-Utruş, Calus Kalesi’ni yerle bir ettirdi. Custen tarafından tanındı ve her ne kadar Samanidler üzerine yaptığı ilk sefer başarısızlıkla sonuçlandıysa da, bir yıl sonra yapılan ve kırk gün devam eden bir meydan savaşı sonrasında Samanidler, Hazar eyaletlerinden atılmışlardır.
Naşir'in, kethüdaların önceki sultalarını ortadan kaldırmasına ilişkin Fars kökenli Farmakolog, astronom, biyolog, jeolog, sosyolog, matematikçi, dilbilimci ve filozof Ebu Reyhan El-Biruni(4 Eylül 973-13 Aralık 1048)'nin yukarıda geçen kapalı tümcesi, ayrı yerleşim birimleri üzerinde kurulmuş İslam kurumlarının denetimini amaçlamış olabilir. Daylamitler, olayların bu yönde seyretmesine alınmış olabilirler. Evliya Amuli, İbn Vaşil gibi bazı tarihçiler, Custan ile Nâşir arasında vuku bulan savaşım döneminin varlığından bahsederler. Adı geçen bu savaşım, Nâşir'in adının duyulması öncesinde yaşanmıştır. Nâşir, 301/913. 5 Şaban 304/31 Ocak 917 tarihinde yerine Hasanid Ha-san b. al-Kâsım (No: IV) adındaki kayınbiraderini atadıktan sonra yaşamını yitirmiştir.  
Bu tarihe denk düşen bir zaman diliminde kırk yıllık bir hükümdarlık sonrasında, Custan suikasta maruz kaldı. Bu suikast, Ali b. Vasudan adındaki kardeşi tarafından gerçekleştirildi (No: 5). Kardeşi Custan’a suikast düzenleyen Ali b. Vasudan 300/ 912 tarihinde Abbasiler tarafından mülkiye amiri sıfatıyla İsfahan'a atanmıştı. Ali b. Vasudan 304 tarihinde bu görevinden azledildi. Ancak, 307/919 tarihinde, Yusuf b. Abi'l Sâdi'yi alıp hapseden Abbasi komutanı Mûnis, Ali'yi onun yerine Rey, Kazwin ve Zencan valiliğine atadı. Bu olayın iki yıl sonrasında Ali b. Vasudan, Custan b. Wahsudan'ın Kharasuya adındaki zeki kızıyla evli olan Muhammed b. Musafir (No: 4) (Taram'un II. Daylamit hanedanının Kangarisiya'da Sallarisi) tarafından Kazwin'de öldürüldü.
 Kayınpederinden intikam alma sevdasında olan (İbn al Athir, VIII., 76'da belirtildiği gibi yeğeninden değil) Muhammed b. Musafir, siyasi arenada pek tanınmıyordu. İbn al-Athir tarafından verilen bilgilerden anlaşıldığına göre O, Hasanid Hasan b. al-Kâsım (da'i no: IV)’ın Tabaristan'da ele geçirilip Bağdat'a gönderilmesi için Ali'ye teslim edildiği zaman Ali b. Vasudan tarafından ata yadigârı Alamut Kalesi’ne hapsedilmiştir. Ali’nin yaşamını yitirmesinin hemen sonrasında Husrev Firuzan (No: 6) Sayid adındaki öteki kardeşi serbest bırakılmıştır. Husrev Firuzan Ali'nin "locumtenens"i (onun yerine geçecek olan) gibi hareket ediyordu. Husrev Firuzan, üzerine yürüdüğü İbn Musafir tarafından öldürüldü. Hüsrev'in Mehdi (No: 7) adındaki oğlu da Kangaridlere karşı isyan başlattı. Ancak başarılı olamayınca Daylam'da ortaya çıkan Asfar b. Şiraya ya da Şirawa adındaki yeni ismi ile birlikte sürgün edildi.
 
Musafiriler (916-1090)
Musafiriler; Salariler ve Kangariler vb. adlarla da bilinen ve Deylem, Arran, Ermenistan ve Azerbaycan’dan müteşekkil olunan Tarom menşeli bir hanedanlıktır. Bu hanedanlık, 930-1200 yılları arasında günümüzdeki Azerbaycan ve Ermenistan topraklarında hüküm sürmüş ve Salariler ya da Sellariler adıyla da anılmıştır. Musafir sözcüğünün kökeninin İranî Asfar (Asvar) sözcüğü olduğu kanısı yaygındır. Çoğunlukla emir unvanını kullanan Musafiriler, adlarını Şemiran Emiri olan Salar'ın oğlu Müsafir'den aldılar. 989-997 arasında Büveyhoğullarının hâkimiyetine girdiler.
Musafiriler, yoğun Selçuklu tesiri altında giderek Türkleştiler. 29 Eylül 1890-3 Mart 1946 yılları arasında yaşamış İranlı tarihçi, yazar ve bilgin Ahmad Kasrawi tarafından verilen bilgiye göre bu ailenin orijinal adı Kangariler (Al-ı Kankar)’dir.
Daylam’ın yönetici ailesi Justanilerle karşılıklı kız alışverişlerinde bulunarak belli bir oranda onlarla et tırnak gibi iç içe geçmiş olan Musafiriler, onlara has Justan, Wahsudan ve Marzuban vb. adlar almışlardır. Öteki Daylam ve Gilan kökenli hanedanlıklarda olduğu üzere Musafiriler arasında da Salar ve Sa’luk vb. ad ve unvanlar görülmektedir.   
916’dan önce adı bilinen ilk Musafiri yönetici, Justanilerden bir kadınla evlenen ve Tarom (Daylam) egemeni olan Muhammed b. Musafir’dir (E. Sachau’da Salar Muhammed bin Musafir Al-Dailemi). Bu kişi, ilkin Daylam kökenli Makan bin Kaki’nin Seraskeri’ydi.
Muhammed b. Musafir’den sonra tahta oturan Musafirili yöneticiler şunlardır: Marzuban I b. Muhammed (Arran ve Azerbaycan, 941), Wahsudan b. Muhammed (Tarom, 941-57), Justan I b. Salar Marzuban (Azerbaycan, 957-60), İbrahim I b. Marzuban (960-66, Azerbaycan’da 983’e kadar), Marzuban II b. İsmail b. Wahsudan (984’e kadar Tarom’da), İbrahim II b. Marzuban II (997-1029?), Justan II b. İbrahim (1045), Musafir b. İbrahim (1062). İbrahim II b. Marzuban 1029’da kısa bir dönem için Tarom’un Gaznelilerin eline geçmesine engel olamadı. Ardından Selçuklu Tuğrul’a bağımlı hale gelen sonra da müphemiyete gömülen Musafirilerin, Wahsudan kolunun Alamut Nizarilerince yok edildiği kanısı yaygındır. 
Marzuban (Salar Marzuban, 941-957), Musafiriler hanedanlığının ileri gelen figürüydü. Sacidlerden Yusuf’un 926’da yaşamını yitirmesini izleyen dönemde Azerbaycan, önce Gilan kökenli Laşkari bin Mardi ile Daysam b. İbrahim adındaki Harici Kürt arasında savaşım sahası haline gelmiş ve Laşkari b. Mardi Ermenistan’da yaşamını yitirdikten sonra da Musafirilerden Marzuban, Erdebil ve Tebriz’i ele geçirerek Daysam’a karşı önemli bir üstünlük elde etmiştir.
Kuzey sınırını Derbend’e değin vardıran Marzuban (Salar Marzuban), 943-44 tarihinde bir taraftan Hazar Denizi ve Kur Nehri yolunu izleyerek kendi topraklarını ele geçiren Ruslarla, bir yandan da aynı zaman dilimine denk düşen süreçte Azerbaycan’da egemenlik kurma arayışı içinde olan Musul Hamdanileriyle karşı karşıya gelmek zorunda kalır. Hamdani kuvvetleri Salmas’a değin vardılar. Bu olaydan kısa bir zaman sonra Nasır al-Dewle, Hamdani kuvvetlerini Musul’a geri çağırırken, Rus kuvvetleri de ummadıkları bir direniş karşısında geri çekilmek zorunda kalırlar. Bu iki saldırıyı bertaraf eden Musafirilerin toprakları, 947’den başlayarak bu kez sınırlarını genişletme çabasında olan Buyiler tarafından tehdit edilir oldu.
950’li yıllarda Marzuban’a haraç veren yöneticiler arasında, Ermenistan’da Zaza kökenli halk kitlesine mensup olan Bagrat ve Artsruni (Atrzruni) beyleri de bulunmaktadır. Kırmanciye adı verilen Ermenistan, Dwin’i elinde tutan Marzuban’ın oğullarından İbrahim (Salar İbrahim)’in egemenliği altında bulunuyordu.
Her ne kadar Rawwadi ailesi, 979’da İbrahim b. Marzuban’-ın yönetimindeki Azerbaycan topraklarına el koyarsa da İbrahim b. Marzuban’ın Abu’l Haica adındaki oğlu Dwin’i elinde tutmaya devam eder. Ermeni tarihçisi Asolik’te Abu’l Haica yerine Ablhac Delmastani adı kullanılmaktadır. Kars kralı Muşel’in davetine icabet eden Dwin’in Musafiri kökenli emiri Ebu’l Hac Delmastani, 982-983 yıllarında Ermenistan (Kırmanciye)’nın içlerine bir sefer düzenledi. Akabinde Basil II adlı Bizans İmparatoru’nu ziyarete gittiği, Gürcistan ile Ermenistan’da uzun zaman dolaştığı söylenen Delmastani, neticede Ukhtik (Olti)’de kendi adamlarınca bir suikast sonucunda öldürülür.
Musafiri kökenli Delmastani’nin ölümünün ardından toprakları, başlangıçta Ebu Dulaf Şalbani adındaki Ordubad emiri tarafından işgal edilirse de bir süre sonra öteki Musafiri topraklarında görüldüğü üzere Azerbaycan Rawwadilerince (Azerbaycanlı Ebu’l Haica bin Rawwad) ele geçirilir. 
Bu yolla Rawwadiler, Rus kökenli Türkolog ve şarkiyatçı Minorsky’nin deyişiyle, mirasçısı oldukları iddiasında bulundukları Daylamlı Musafirilerin topraklarının tamamının denetimini ellerine geçirdiler. Minorsky’nin verdiği bilgiye göre her ne kadar karşılıklı kız alış-verişi yoluyla evlilikler gerçekleştirmiş olsalar da Arap-Kürt karışımı olan Rawwadileri, Daylam kökenli Musafirilerle ilişkilendirmek mantıklı bir iş değildir (Bk. Clifford-Edmund-Bosworth, The Islamic Dynasties, 1967).
 
Ziyariler (927-1090)
Daylam’ın dağlık kesimi, 900’lerin başında askersel olarak gerek Abbasiler ordusuna gerekse öteki hanedanlık ordularına göndermek yoluyla kendi insansal potansiyelini tüketmiştir. Ziyaridler olarak bilinen hanedanlık, Daylam kökenli savaşçıların en korkulularından birisi olarak tanınan Mardawic b. Ziyar’dan gelmedir. Ziyariler Hanedanlığı’na adını veren kişi, Wardan-Şah adındaki Gilan yöneticisinin babası Ziyar’dır. Ziyar’ın oğlu Mardawic de Hanedanlığın kurucusudur.
Mardawic b. Ziyar, Samani ordularında görev yapan Asfar Bin Shirawaihi adlı bir generalin başkaldırısını fırsat bilerek Kuzey İran’ın büyük bölümünü egemenliğine aldı ve aradan fazla bir zaman geçmeden de nüfuzunu Isfahan ve Hemedan’a kadar yer alan güneydeki topraklara dek yaydı. Başlangıçta Kazvin ile Rey’i alan Mardavic, bu olay sonrasında Makan Bin Kaki (Kali) adındaki Daylam kökenli yöneticiyi yenilgiye maruz bırakarak Tabaristan’ı da elde etti. 
Mardawic b. Ziyar’ın bu başarısını izleyen dönemde, Daylam kökenli olan Makan Bin Kaki’nin ordusunda birer komutan olarak görev yapan Ebu Şucah Buwaih (Büveyh)’in; Ali, Hasan ve Ahmet adlarındaki üç oğlu, 931 tarihinde Makan’ı terk ederek Ziyarilerden Mardavic’e iltihak ettiler. Bu sırada Mardavic, Karac eyaletinin yönetimini, üç kardeşin Ali adındaki en büyüğüne verdi. Karac (Karaj)’ın yönetimini ele alan Ali b. Buwaih, 932 tarihinde Mardavic’e başkaldırıda bulunarak Isfahan kentini her ne kadar ondan geri alırsa da sonradan Mardavic’e boyun eğmek zorunda kalan Ali, garanti olarak Hasan adındaki kardeşini rehin olarak Mardavic’e gönderdi (934).
935 (943?) yılı başında Bağdat’ı ele geçirme planları yapan Mardavic, bu planını henüz yaşama geçiremeden ordusunda bulunan Türk birliklerince Isfahan’da öldürüldü. İmparatorluğu, bunun üzerine kısa zaman sonra ikiye bölündü.
Mardavic’in öldürülmesini izleyen dönemde Waşmgir adındaki kardeşi, Rey kentinde halk ile Bağdat’a yürüme hazırlığında olan Daylam ordusunca halef olarak ilân edilmişti. Ancak 940’da ona başkaldırıda bulunan Ali (Imad al-Dewle) ve Hasan (Rukn al-Dewle) adlarındaki Buyi kardeşler Isfahan ve Rey kentlerini zapt ettiler. Buyi kardeşler karşısında hezimete uğrayan Waşmgir, Horasan’ın yönetimini ellerinde bulunduran Samanilere sığındı ve 967 yılında yaşamını yitirdi. Sünni olmaları, Ziyari Hanedanlığı’nı, öteki bütün Daylam kökenli hanedanlıklardan ayıran tek faktördür. Bir başka ifadeyle Ziyariler hariç Daylam kökenli hanedanlıkların tamamı Şii idiler. 1000’li yılların başında, geriye kalan Ziyariler, egemenliklerini tanımak zorunda kaldıkları Gaznelilerle, karşılıklı kız alış-verişi neticesinde gerçekleşen evlilikler aracılığıyla birbirilerine bağlandılar. 1030’lu yıllardan sonra Selçuklular, Gurgan ve Tabaristan bölgelerinin bir bölümünü ele geçirdikleri zaman Ziyarilerin, bölgenin ulaşılması güç olan iç kesimlerinde hâlâ yaşadıkları tahmin ediliyordu.
Ibn Maskawaih, a.g.e.; Clifford-Edmund-Bosworth, a.g.e.; C. E. Bosworth, The Medieval History Of Iran, Afghanistan And Central Asia, London, 1977 adlı kaynaklardan edinilen bilgiye göre bu hanedanlığın belirlenebilen en son üyesi, Keykavus adlı Ziyari emirinin oğlu Gilan Şah’dır.
 
Büveyhiler (932-1062)
Buyiler, Selçuklu istilası arifesinde toprak bakımından İran’ın en büyük ve en güçlü hanedanlığıydı. Rus doğu bilimci Minorsky, İran tarihinin 10. ve 11. yüzyıllarını Deylemiler Devri olarak adlandırır. 
931 tarihinde Makan b. Kaki’nin, bu tarih sonrasında da Makan’ı mağlup ettikten sonra Ziyariler Hanedanlığı’nın kurucusu olan Mardavic’in ordusunda her biri birer komutan olan Ebu Şuca Buwayh’ın Ali, Hasan ve Ahmet adlarındaki oğulları, Daylam kökenli Büveyhi Hanedanlığı’nın kurucularıdır.
Eski Sasani (Zaza) hükümdarlarının soyundan geldiğini ileri süren Ebu Şuca Buwayh, egemenliği altında bulanan Daylam kökenli birliklerin bir zaman için Horasan egemeni olan Samanilerin ordusunda görev almıştı.
İlk kez Ziyari hükümdarı Mardavic’in ordusunda büyük üne kavuşan Ebu Şuca Buwayh’inin Ali, Ahmet ve Hasan adlarındaki oğullarından Ali, 931’de Mardavic tarafından Karac eyaletinin yöneticisi olarak ilan edilmişti. 932’de başarısızlıkla sonuçlanan bir isyan girişiminde bulunan Buyi kardeşlerin en büyüğü Ali (Imad al-Dewle, 892-949/950) ile kardeşi Hasan (Rukn al-Dewle, ölm. 976) 940’da bir kez daha isyana kalkışarak Ziyari hükümdarı Mardavic’in egemenliği altındaki Isfahan ve Rey kentlerini ele geçirdikten kısa bir zaman sonra da Fars eyaletinin tamamının egemenleri oldular. Bu üç kardeşten Hasan; Cibal’ın, en küçükleri olan Ahmet (Mu’izz al-Dewle, 915/ 16-967) de Kirman ve Kuzistan’ın egemeniydi. 945’de en küçükleri olan Ahmet’in Bağdat’ı da ele geçirmesi ile Daylam kökenli Buyiler, Abbasi İmparatorluğu’nun gerçek egemenleri oldular. Ahmet ibn-Buwayh Bağdat’a girdiği tarihte Abbasi halifesi Al-Mustakfi (944-46) idi.
Buyilerin egemenliği altında bulunan Abbasi İmparatorluğu’nun hamiliği görevini üstlenenler sırayla şöyledir: Müstekfi, Muti (946-74), Tayi (974-91), Kaadir (991-1031) ve Kaaim (1031 -75).
Prof. Dr. P. K. Hitti tarafından verilen bilgiye göreBuyi Adud ad-Dewle, halife Tayi’nin kızıyla evlendi. Abbasiler ile Buyi/ Daylam kökenliler arasında gerçekleşen bu çeşit karşılıklı evlilikler, kimi rivayetlerde söylendiği gibi Abbasi kökenlilik iddialarının bir menşei olma olasılığı yüksektir. Buyi/Daylam kökenli emirliğin Abbasi devletinin bir devamı gibi görünmüş olması bu türdeki tezlerin ileri sürülmesine neden olmuştur.
Sasani (Zaza) asıllı olduklarını ileri süren Buyiler, Bağdat’ı ele geçirmekle sanki Sasaniler (Kisralar)’in Araplardan, Kadsiye ve Nehrivan bozgunlarının öcünü almış havası yaratıyorlardı.  
Buyilerin; ana kolları başkenti Şiraz olan Fars ve Huzistan Kolu (934 -1062), Kirman/ Karman Kolu (936-1048), kendi aralarında Hemedan-İsfahan (977-1028) ve Rey (977-1029) şubelerine ayrılan Cibal Kolu (932-1028) ve Irak Kolu (945-1055) olmak üzere farklı kolları bulunuyordu.
Şiraz, Kirman ve Bağdat gibi kentler, Buyilerin tarihi boyunca önemli rol oynadılar. Fahreddin Kirzioğlu (Kars, 10 Mart 1917–Ankara, 10 Şubat 2005)’-nun Kars Tarihi, İstanbul/ 1953 adındaki yapıtında temas ettiği Erzurum’daki Arapça bir eski vakfiyeye ve kimi mahalli rivayetlere dayanarak verdiği bilgiye göre 1040’larda Horasan ve Kirman’dan Erzurum’a önemli bir göç yaşanmıştır ki, bu dönemde Kirman’ın yöneticileri Buyiler, Kirman halkının ezici çoğunluğu da Daylam kökenliydi.
Kim bilir belki de Selçuklu Kavurd’un Kirman/Karman istilâsı, bu göçün nedeni olabilir. Zira başlarında dervişleri ve şeyhleri bulunan kimi aşiretlerin bu göçü, 1049 öncesinde yaşanmıştır. Bu yayılmayı izleyen Tuğrul zamanında İbrahim Yınal ve Kutalmış’ın çağdaş Erzurum bölgesinde yer alan Erzen (Arzen) kentini 1049’da ele geçirdikleri zaman veya Selçuklularla ittifak yolunu seçen Saltuklularla birlikte gelinmiş olma olasılığı da yüksektir.
Fahreddin Kirzioğlu tarafından verilen bilgiye göre 1049 öncesinde gerçekleştiğini söylediği bu göçle gelenlerin Arabistan’dan Horasan’a, Horasan’dan Kirman’a ve Kirman’dan da Erzurum Pasinler’e yerleşmiştir. Horasan adlı yerleşim biriminin adının da onlar tarafından Erzurum’a getirildiği sanılmaktadır. 
Kirzioğlu tarafından verilen bilgiye göre bunlar, yerleştikleri köyleri, 531 -579 arasında tahtta oturan Sasani hükümdarı Kisra Anuşirvan (Nuşirvan-ı Adil) soyundan geldiği söylenen bir Melik’ten satın almışlardır.
İmam Muhammed Bakır sulbünden gelip Kutb-ül-Arifin olarak kabul gören Seyyid Şerif Muhammed Cihangir’in oğlu Halil Divani (Khalli Divane, Çoban Dede) lâkaplı Yagan Baba, Veli Baba (Deli Baba), Horasan Baba (Erzurum’un Horasan ilçesine adını veren kişi olarak kabul görür ve Seyyid-Şerif Kemalüddün Baba adıyla da bilinir), Kızılca Baba, Postlu Baba, Görüşken Baba gibi altı ya da yedi evliya kardeş ve misyoner kişinin bahsi geçmektedir. Kirman’dan Pasinlere göç edip yerleşen bu kişilerin adları ile ikâmet olarak seçtikleri köylerin adları son derece ilginçtir.
Bu altı ya da yedi kişinin yanı sıra Seyyid Çokander (Çoğundur) ve Ali bin Süleyman Ede-Balı adlarından da söz edilmektedir. Ali bin Süleyman Ede-Balı adı bir Ahi olan ve Osmanlı devleti kurucusu Osman Bey’in üvey babası olarak da bilinen ünlü Şeyh Ede-Balı (1202-1323)’nin adını çağrıştırmaktadır.
Kirman’dan Pasinlere gelenlerin ikâmet ettiği bir yerleşim yerinden de Kırmacılar diye söz edilmektedir. Doğrusu Kırmanclar olabilme olasılığı çok yüksek olan bu sözcük, Kirman’dan getirilmiş olabilir. Fahreddin Kirzioğlu’nun Saltuklularla ve Emir Ahmet’le ilişkili bir şekilde söz ettiği Yesevi nesebini anımsatan emir ya da general Yasi (İsa Böri?, Yasi Pari?)’nin adı da göz ardı edil memesi gereken bir durumdur. Ünlü Türk gezgini Evliya Çelebi, bir dönem Erzurum iline sonraları da Kars’a bağlıymış gibi görünen bir Yasin Sancağı’nın varlığından bahsetmektedir. Belki Yasi adının doğrusu Sin (San) sözcüğüyle de alâkadarmış şeklinde görünen Yasin adıdır. Evliya Çelebi tarafından verilen bilgiden anlaşıldığı kadarıyla Azerbaycan’ın da Yasin adında bir yerleşim birimi varmış.
Adud-ad-Dewle, Buyiler Hanedanlığı’nın en güçlü hükümdarıdır. Buyi konfederasyonu; İran, Irak ve hatta Umman’da bulunan Buyi topraklarını yönetimine alan Adud-ad-Dewle döneminde gücünün doruğuna erişti. Batıda Cezire Hamdanilerine, doğuda Tabaristan Ziyarileri ve Horasan Samanilerine karşı yayılmacı bir politika çizgisi güden ve Buyi Devleti’ni bir imparatorluk haline getiren Adud-ad-Dewle’nin ölümünün sonrasında hanedanlık içinde iç çekişmeler dönemi başladı.
Gazneli Mahmut’un 1029’da Rey ve Cibal’iyi; Buyilerden ele geçirmesi, Buyiler arasında birlik ve beraberliğin zayıflamasına yol açtı. Gazneli Mahmut’un bu başarısı ile Selçuklu Tuğrul’un önündeki engel kaldırılmış oluyordu. Batı İran’ı ve Irak’ı Şiilerden kurtarmak olduğu iddiasında olan Selçuklu Tuğrul, bu şekilde Sünni inanca sahip olan halk kitlesine, kendisinin 1055’de Bağdat’a girişini bir kurtarıcıymış gibi göstermeye çalıştı.
Bu şekilde Bağdat’ı kaybetmelerine rağmen Fars eyaletini yedi yıl daha ellerinde tutmayı başaran Buyiler, daha sonra başlangıçta Şabankaralara kaptırdıkları Fars eyaletinin Selçukluların eline geçmesine engel olamadılar.
Sonunda Gazneliler 1029’da Buyilerin Cibal kolunun Rey bölümünü, Selçuklu Kawurd; 1048 yılında Kirman kolunu, Selçuklu Tuğrul 1055 Irak kolunu ve Şabankaralar da Fars ve Ahwaz (Huzistan) kolunu ortadan kaldırdılar.
 Daylamlıların ekseriyeti gibi Şii olan Buyiler, hükümran oldukları topraklarda Şiilerin ananevî törenlerinin tanıtılmasına önayak oldular. Hiç kuşkusuz ki Şii tanrıbilimi de Buyilerin hüküm sürdüğü devirde bir düzene oturtularak geliştirilmiştir.   
Kimi kaynaklara göre kökenlerini Sasanilere değin vardıran Buyilerin benimsemiş oldukları Şiilik, On ikici Şiilik’tir. Abbasi İmparatorluğu’nda iktidara el koyan Buyiler, yüzyıldan daha uzun bir zaman buranın yönetimini ellerinde tuttular. Onlar tarafından benimsenen Şiilik; Arap karşıtı İranî duyguların, bir başka ifadeyle Sasani (Zaza) millî hislerinin kanıtıydı. Şehinşah sanına sahip çıkmaları, onların Sasani (Zaza) millî hislerini taşıdıklarının bir ifadesidir.
İranlı ünlü İslâm filozofu İbn Miskavayh tarafından verilen bilgiye göre başka bazı nedenlerin dışında bu hususta da Mısır iktidarını ellerinde bulundurmalarına rağmen Şiiliğin İsmaili koluna bağlı bulunan Fatımilerle karşılaştılar, ancak Abbasi halifeliğine son vermeye kalkışmadılar.
 
Kakuyiler (1008-1119)
Kakuyi isminin menşei Daylamca’da dayı anlamındaki Kaku sözcüğüdür. Zira 1008’de, önce Isfahan, kısa bir zaman sonra da Hemedan ve batı İran’da yer alan öteki kentlerin yöneteni konumundaki Ibn Kakuya lakâplı Ala-ad-Dewle Muhammed b. Duşmanziyar, Majdad adındaki Buyi emiri Dewle’nin dayısıydı. Şahriyar kentinin yönetimi, Rey ve Cibal’daki Buyiler tarafından onun babası Düşmanziyar’a verilmişti. Ölünceye değin kendi sarayında şair ve bilginleri özendiren İbn-Kakuya’-nın veziri, ünlü filozof Ibn-Sina (Avicenna)’dır.
Kakuyiler, Buyilerin gerileme döneminde Orta ve Batı İran’da bir hayli mesafe kat ettiler. İbn-Kakuya 1029’da Rey kentini ele geçiren Gazneli Mahmut’a itaat etmeye zorlandıysa da Gazneliler, uzak fetihleri uzun zaman korumakta zorlanınca İbn Kakuya, kısa bir süre sonra Rey kentini geri aldı. Sonrasında Kakuyiler de öteki Daylam kökenli hanedanlıklar gibi Selçukluların yayılmacılığı karşısında savunmaya geçtiler.
İbn Kakuya 1041’de yaşamını yitirdiği zaman Isfahan’da yerine tahta oturan Feramurz adındaki oğlu, Selçukluların üstünlüğünü tanımaya mecbur kaldı. Bağımsızlıklarını kaybeden Kakuyiler, bundan böyle Selçukluların esareti altına girdiler. Tuğrul Bey 1051’de zapt ettiği Isfahan’ı kendine payitaht yaptı. Abarquh ve Yazd kentleri de Feramurz’a verildi. Hemedan ve Nihavan’ın yöneteni konumundaki Feramurz’un Gerşasp adındaki kardeşi ise yayılmacı Oğuzlar karşısında Fars Buyilerine sığınmak zorunda kaldı.
İngiliz tarihçi ve oryantalist Clifford-Edmund-Bosworth (Sheffield, İngiltere 29 Aralık 1928-) tarafından verilen bilgilere göre son Kakuyiler de İran Selçuklularının rejimine uymuşlar. Babasının ölümü sonrasında Yazd kentinde onun tahtına oturan Ali b. Feramurz, Çağrı Bey’in kızıyla evlendi. Bu ailenin, kaynaklarda adından söz edilen en son üyesi Garşasp b. Ali ise Sultan Muhammed ve Sultan Sencer’in bacılarıyla evlenmiştir.
Hozat, Ovacık, Çemişgezek ve Kırşehir’de ikâmet edip 1701 yılında zorunlu iskâna tabii tutulan Karabali aşireti içerisinde Kango’lar (Kangozadeler) ve Kegolar (Ali Kegolar ve Tavuklu Kegolar) adlarıyla anılan iki kabile mevcuttur. Bunun yanı sıra kayıtlarda Feratan aşireti içinde Kengolar adında bir kabile bulunmaktadır. (Bk. JUK tarafından hazırlanan Dersim adlı kitap).
Bu kabilelerin, bütün bunların yanı sıra Bingöl-Kiğı ve Sivas-Kangal yerleşim birimlerinin adları Kangariler (Musafirler)’in ya da Kakuyilerin adlarıyla ilişkili olma ihtimali yüksektir. Kakuyilerle ilişkili olarak görünen, Kerkük civarında Goranice konuşan kalabalık Kakai aşiretidir. 
 
Alamut Devleti (1090-1256)
Batı dillerinde Assassinler olarak adlandırılan ve isimleri bu sözcüğün menşei olan Yeni İsmaililer ya da İran Nizarileri, kendi üyelerince Yeni Propaganda (Al-Dawah al-Jadidah, Yeni Dava) şeklinde adlandırılırlardı. Fatımiler arasındaki bir bölünme sonrasında ortaya çıkan bu hareketin önderi Tus’lu ya da Rey’li bir İran menşeli olduğu kabul gören ve kısaca Hasan-ı Sabbah (1040/53-1124) ya da Batı’da bilinen adıyla Dağların Yaşlı Adamı (Şeyh El-Cabal) Al-Hasan bin Ali b. Muhammed b. Cafer b. al-Hüseyin b. as-Sabbah al-Himyari’dir. Al-Razi -soyadı, Rey’de ikametinden ötürü kendisine verilmiştir. Yemen kökenli olan babası nesep olarak antik Himyarilerden gelmedir. Çok genç yaşta Rey kentinde tanıştığı Bâtınilik üzerine eğitim gördü. Bir buçuk yıl kadar Mısır’da kaldı. Ardından bir Fatımi misyoneri olarak İran’a avdet etti. 1090’da ele geçirdiği Daylam’ın güçlü kalelerinden biri olan ve Kartal Yuvası olarak da bilinen Alamut Kalesi’ni, başlattığı yeni hareketin merkezi karargâhı ve üssü konumuna getirdi.
Alamut Kalesi’nin ele geçirilişi, bu hareketin tarihinde gerçekleştirilen ilk olaydır. Alamut Kalesi’nin ele geçirilişini, Selçuklular tarafından tarihten silinen Buyi (Daylami) egemenliğinin geri dönüşü şeklinde görmek de mümkündür.
Merkezi karargâh olarak seçilen Alamut Kalesi’nden Irak, İran, Suriye ve Anadolu’ya gerçekleştirilen mükerrer seferler neticesinde muhtelif kaleler zapt edildi ve birbirinden uzakta bulunan kaleler ağından meydana gelen farklı türden bir devlet, bir başka ifadeyle devlet içinde devlet meydana geldi. Bu hareket, Şii hareketinin yanı sıra öteki muhalif grupları da kılıç zoru ve katliamlar neticesinde bertaraf eden Sünni Selçuklu idaresine karşı gerçekleştirilmiş bir meydan okuma hareketiydi. Bir bakıma Selçuklularca tarihten silinen Şii ve Daylam kökenli Buyi iktidarının devamı niteliği taşıyordu. Yaşamını devam ettirmek ve maksadına erişmek amacıyla kısa saplı hançerlerle savaşan bu gizli örgüt, hançerin kılıçtan daha üstün olduğunu ortaya koydu.
Hasan Sabbah’ın ardından şeyhlik (imamet) koltuğuna, Daylam’ın bir yerlisi olan ve yoldaşlık dışında Hasan Sabbah’la hiç bir yakınlığı bulunmayan Kiya Buzurg Umid (1124 -1138) oturdu. Kiya Buzurg Umid’in ardından koltuğa oğlu Muhammed (1138-1162)’in oturmasından itibaren imamet, Hasan Ala Dhikrih’s Salaam (II. Hasan, Ha-san-ı Sani, 1162-66), Nur u’d-Din Muhammed (II. Muhammed, 1166-1210), Hasan Cealu’d Din (Celal al-Din Hasan, 1210 -1220), Marko Polo tarafından adından söz edilen Aladdin Muhammed (1220-1255) ve Rukn U’d-Din Kurşah (1255-56) örneklerinden de anlaşılacağı üzere artık baba-oğul çizgisinde devam etti.
 “The Assassins” adlı yapıtında Mısır’ı Rusya’ya, Abdullah Kaddah’ı “İslam’ın Lenin”i; Hasan İbn Sabah’ı da “İslam’ın Troçki’si” şeklinde tanımlayan İngiliz Marksist Frank Ridley (22 Şubat 1897-27 Mart 1994), Fatımi halifelerinin, Stalin’in politikalarının temsilcisi olduğu ve onun güttüğü politikaların da Dördüncü Enternasyonal’inkine paralel düştüğü kanısını taşıyordu. 
İslâm ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir Fars (Bazı araştırmacının iddialarına göre Tacik) şair, düşünce adamı ve Mevlevi yolunun öncüsü Mevlana Celaleddin Rumi (30 Eylül 1207-17 Aralık 1273)’nin mürşidi ünlü sufi Şems-i Tebrizi (Şemsuddin Muhammed, Tebriz, 1185- 1247)’nin Alamut İsmailileriyle bağı bulunduğu, aslında Alamut imamlarından Aladdin Muhammed (1220-55)’in ya da Ruknu’ddin Khurşah (1255 - 56)’ın oğlu ve Nizari İsmaililerinin Alamut’un düşme sinden sonraki imamı olduğu söylentileri bulunmaktadır. Ancak Dağların Yaşlı Adamı olarak adlandırılan Hasan Sabbah sonuncusunun seyyah derviş Şems-i Tebrizi’nin kisvesine büründüğü ne oranda tarihseldir bunu bilmek güçtür. Kaynaklarda birbirlerine karışan ya da karıştırılan üç Pir Şems (Seyit Şems)’in mevcudiyeti de kimi zorluklar çıkarmıyor değildir. 
Tarihçi-yazar Cemal Kutay’ın referans gösterdiği kaynaklarda verilen bilgilere göre aynı zamanda Baba-i Ayaklanması’nın önderi de olan ve Hasan-ı Sabbah’a sempati duyduğu söylenen Baba İshak (Baba İshak Kefersudi veya Baba İshak-ı Firdevsi), Alâeddin bin Muhammed bin Hasan-ı Sani adındaki Alamut (Elmut) şeyhince Anadolu (Diyar-ı Rum) dailiğine atanmış bir batınîdir. Bir başka ifadeyle Alamut ile bağı bulunan bir Hasan Sabbahçı’ydı.
Yukarıdaki paragrafta Baba İshak’ı Diyar-ı Rum (Anadolu) dailiğine tayin ettiği belirtilen Alâeddin bin Muhammed bin Hasan-ı Sani, Ortaçağ başlarında (1252-1324) yaşamış olan dünyaca ünlü Venedikli seyyah Marco Polo’nun Alamut’ta bir cennet kurduğunu söyleyerek kendisinden bahsettiği Alâeddin Muhammed (1220-55) olma olasılığı yüksektir. Zira onun haricinde adı Alâeddin olan başka bir Alamut şeyhi bilinmemektedir. 1239-1240’larda yaşanan Baba-i Ayaklanması da onun dönemiyle çakışmaktadır.
Frank Rıdley tarafından kaynaklara dayandırılarak verdiği bir söylentiye göre bütün dünyaca bilinen ünlü Alâeddin’in Sihirli Lambası ve Açıl Susam Açıl öykülerinde adı geçen kahramanın, sözü edilen Alâeddin adındaki bu Alamut şeyhinden başkası değildir. Tarihçi-yazar Cemal Kutay tarafından kaleme alınan yapıtlarda; İranlı (Şirazlı) Muhiddin Muhammed b. Ali b. Ahmet Tahimi (ölm. 1202) adındaki Sivas kadısı da bir Şii ve Batınî kökenli olup Alamut’un halifesidir. Yine Cemal Kutay’ın yapıtlarında verilen bilgilere göre Baba İshak, önce Mihiddin’in, onun ölümünün sonrasında da aynı zamanda eski Kayseri kadısı olan Amasya Tekkesi şeyhi Baba İlyas’ın hizmetinde çalışmıştır. Cemal Kutay tarafından verilen bilgilerden çıkan sonuç, Babailerin Batınî olduğu ve Alamut’la bağlarının bulunduğudur.
Babai Ayaklanması’nın başladığı bölgede ve civarında Ali’yi Tanrı olarak gören Alawiler ya da öteki adlarıyla Nuseyriler(İran Nuseyrilerine Ehl-i Hak ve Ali İlahi denmektedir)’in yanı sıra Alamut tarafından yönlendirilmiş olan Suriye Nizarilerinin mevcudiyeti göz önüne alındığı zaman bu düşüncede gerçek payı son derece büyüktür. Bütün bunlar göz önüne alındığında Babailerin, Ehl-i Hak (Gerçeğin Halkı) ve Alamut-Suriye İsmailileriyle sıkı bir bağ içinde olduklarını söylemek mümkündür. Bununla birlikte o dönemde Selçukluların en zorlu rakipleri ve bölge bazında onlara karşı savaşım içinde olan yegâne ciddi muhalefet, Alamut merkezli Bâtınilerden başkası değildi.
Türk tarihçi ve edebiyat araştırmacısı Ord. Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü, (d. 4 Aralık 1890-ö. 28 Haziran 1966), “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı yapıtında şunları der: “Anadolu’daki Bâtınilerin büyük kısmı, Anadolu ile fikrî ve ticarî münasebetleri pek sıkı bulunan ve eskiden beri Batınîyye akidelerine bir sığınak olan Suriye’den gelmişlerdir... Zaten Suriye’de tasavvuf perdesi altında birtakım Batınîlerin bulunduğunu biliyoruz. Hülagu’nun Alamut kal’asını zabt ile İsmailileri yok etmesinden sonra kaçıp kurtulan birtakım Batınîlerin de Anadolu’ya gelerek tasavvuf perdesi altında tahrik ve fesatlara kalkışmaları çok tabiidir... İşte bu bakımdan gerek Babaîler ayaklanmasını, gerek Ahiler teşkilatını, gerek Hurufîlik ve Bektaşîlik hareketleriyle bunları takip eden dinî hareketleri esas itibariyle Batınîlik’ten çıkmış sayabiliriz.”  
Nizariler olarak da bilinen Yeni İsmaililerin Alamut’tan gönderilen dailerce meydana getirilen Suriye Kolu (1097-1273)’nun doğması, Haçlı seferlerinin başladığı tarihle çakışmasına rağmen bu seferler boyunca varlığını korur. Başkenti Hama ile Suriye’nin deniz kıyısı arasında yer alan Nuseyri Dağlarındaki Masyaf Kalesi olan bu oluşumun, Suriye ve Lübnan topraklarında toplam dokuz kalesi mevcuttu. Suriye Kolu’nun yönetiminde yer alanların kimler olduğu konusunda kapsamlı bilgi mevcut değildir.
Adları mevcut olanlar şunlardır: 1103-1113 arasında oluşumun liderleri Al-Hâkim al-Munaccim ve Ebu Tahir al-Saigh’dirler. Onları izleyen dönemden 1130’a değin yönetimde sırasıyla Behram ve İsmail bulunmaktadır. Sonrasında sırasıyla Şeyh Ebu Muhammed (1109-1169), Khwaja Ali b. Masud, Şeyh al-Cabal olarak ün kazanan ve ilk başlarda bir Nuseyri olan Suriye kolunun en ünlü ve en yetenekli lideri Basralı Sinan İbn Salman İbn Muhammed (Reşid al-Din, 1169-1193)’dir. Ayrıca Nasr’ın da adı geçmektedir. 
Hristiyan tarihçi Urfalı Matthew, kendisi tarafından kaleme alınan tarihsel kronolojide, 1157-1158 yılında Sebastus Toros’un Stephen adındaki kardeşinin Qarmatyanlarla birlikte Bahesni’nin yardımına geldiklerinden söz eder. O’nun burada sözünü ettiği Karmatlar, Suriye Nizarîlerinden başkası değildir (Zira Benyamin Tudela da Suriye Nizarîlerini Karmatyanlar olarak tanımlar). Onların Babaî Ayaklanması’nın yetmiş-seksen yıl kadar öncesine denk düşen tarihlerde, Babai Ayaklanması’nın başladığı bölgede bulunan Besni ve havarisinde etkin olduklarına tanık olunmuştur.  
Hristiyan tarihçi Matthew’in yapıtlarında adından söz ettiği Stephen, 1157-58’lerde Küçük Ermenistan olarak da bilinen ve Rubben soylularca yönetilen Klikya’daki Ermeni Devleti’nin yöneticilerindendir. Küçük Kardeşi Toros’un Hristiyan karşıtı tavırlarından ötürü ona destek vermediğinden söz edildiğine göre, Besni halkınca desteklenen Kilikya’daki Ermenistan (Küçük Ermenistan) kralı Stephen, bir Hasan Sabbah taraftarıymış gibi görünmektedir.
Tarihçi-yazar P. K. Hitti, 1979 yılında Cambridge Üniversitesi bünyesinde kurulan İsmaili Araştırmalar Enstitüsü’nde çalışmalarını sürdüren ve İsmaililer, Sabbahiler ve Hasan Sabbah konusunda uzman olan Farhad Daftary ve Frank Ridley gibi yazarların yapıtlarındaki bilgilere göre oluşumun başkenti konumunda bulunan Alamut Kalesi ile ona bağlı olup İran topraklarında yer alan öteki kaleleri 1256’da zapt eden Moğollar, her ne kadar 1260 yılında Suriye kanadının karargâhı konumunda bulunan Masyaf Kalesi’ni de ele geçirdilerse de, Alamut ve öteki kalelerdeki kadar başarı elde edemediler. Suriye Kolu’na son darbe, her ne kadar 1272 tarihinde Mısır Memlük sultanı Baybars tarafından vurulduysa da Moğollar gibi katliamlar yapılmadı. Bu arada Suriye Nizarîlerinin kendi kalelerinden beşini 1326 yılına kadar koruduklarını da belirtmekte yarar vardır. 
Faslı ünlü gezgin İbn Batuta tarafından kaleme alınan ‘Travels In Asia and Africa’ 1325-1354, s. 61-62) adındaki yapıtta verilen bilgilerden Suriye Nizarîlerinin 1326 yılında hâlâ kendi kalelerini elde tuttuklarını öğreniyoruz. 1326’da Halep, Antakya ve Sis kentlerini dolaşan Ibn Batuta, Küçük Ermenistan girişi olarak tanımladığı Sis çevresinde bulunan kalelerden kimilerinin İsmaililer ya da Fidawiler adıyla bilinen bir dinsel gruba ait olduğunu ve onların dışında hiç kimsenin bu kalelere giremediğini söyler. 
Orta Çağın en büyük seyyahı ve Rıhlet-ü İbn Battûta adıyla bilinen seyahatnâmenin yazarı olan ve tam adı Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah bin Muhammed bin İbrahim Levâtî Tancî olan Ibn Batuta (Fas/Tanca, 24 Şubat 1304-Fas, 1369) tarafından verilen bilgiye göre İsmaili kalelerinin yer aldığı bölgede İbrahim b. Ethem’in mezarının bulunduğu Jabala kentinin ve kıyı bölgesi halkının ekseriyeti, Nuseyriler adı verilen bir hayli kalabalık bir dinsel gruptan ve halktan meydana gelmiştir. Bunlar Hz. Ali’nin Tanrı olduğuna inanır, oruç tutmaz ve namaz kılmazlar.
Nuseyrilerden söz eden Batuta tarafından aktarılan bir öykü mevcuttur. Bu öykü; 1239-1340’larda meydana gelen Babaî İsyanı’nın takriben bir asır sonrasında hâlâ yaşayan anısı gibi görünmektedir. Bu öyküye göre Nuseyrilerin yaşadığı ülkeye gelen ve Mehdi (İmam al-Mahdi) olduğu iddiasında bulunan yabancı bir adam, onlara toprak vaadinde bulunur ve Suriye’nin tamamını onlar arasında pay eder. Nuseyri inancına sahip dinsel grubun tamamını çevresinde toplar. Bunların ileri gelenlerinden her birini birer kente tayin eder. Jabala kentinden başlayarak onları Müslümanlara karşı savaşa hazırlar. Sonunda isyan başlar. Sonuçta Nuseyriler mağlup olurlar. Bu isyan sırasında 20.000 Nuseyri katledilirken geri kalanlar da dağlara kaçışırlar. Burada adından bahsedilen olay,  bir büyük Nuseyri (Alawi) ayaklanmasıdır.
Batuta tarafından aktarılan bu büyük orandaki olay, öyle anlaşılıyor ki o mahalde start alan Babaî İsyanı’ndan başkası değildir. Adından Mehdi olarak söz edilen kişi de büyük bir olasılıkla Baba İshak adındaki isyan önderidir.  
 
Goranlar ve Erdelan Prensliği (1168-1867)
İran coğrafyasında, daha çok da Kirmanşah ile Kasr-Şirin arasını kapsayan bölgede yaşayan, ancak günümüzde hemen hemen yok olmak üzere olan Goranların ilk vatanlarının, dillerinden ve geleneklerinden yola çıkılarak Daylam ve Hazar Denizi’nin güney kıyıları olduğu düşüncesi yaygındır.
Rich’in yapıtlarından edinilen bilgilere bakılırsa Goran kökenli beyler, yüzyıllar boyunca başkenti Sinna olan Erdelan eyaletini yönettiler. Farsça ve Arapça konu şan ve Kürt dili konusunda uzman olan E. B. Soane, Erdelan Prensliği’nde konuşulan dilin de Goranice olduğunu öne sürmektedir (Bu konu hakkında daha detaylı bilgi için Şerefname’ye ve Enc. of Islam (İslam Ansiklopedisi)’ın Senna, Ardılan ve Shehrizur maddelerine bakınız).
Aynı zamanda Kürtlerin detaylı bir tarihçesi olarak kabul gören Şerefname’nin yazarı da olan eski Bitlis hükümdarı V. Şeref Han’ın, Moğollar döneminde ortaya çıktığını ileri sürdüğü Erdelan Prensliği’nin aslında daha çok eskilere dayandığı ve 1168-1867 yılları arasında asırlar boyunca egemen olduğu düşünülmektedir. Şerefname’de verilen bilgilere göre Erdelan Prensliği’nin erken dönem yönetenleri babadan oğula “Baba Erdelan- Kelul- Hıdır- İlyas- Hıdır- Hasan- Bablo-Munzur” şeklinde verilmektedir.
Şerefname’de İran Kürtleri olarak tanımlananların tamamı, kendisinin de belirttiği gibi aslında Goranlılardır. Bir başka ifadeyle günümüzde İran Kürdistanı şeklinde tanımlanan bölge, zamanında Goranların vatanıydı. Şerefname’de belirtildiği üzere Goranlılar, Siyah Mansuri, Çeğni, Zengine ve Pazukiler olmak üzere dört aşiretten oluşmuştur. Akkoyunlular ve Safeviler devrinde Erciş, Hınıs, Kiğı, Adilcevaz ve Eleşkirt yörelerinin yönetimi Pazuki aşiretine verilmiştir. Bu durum, yukarıda sözü edilen bölgeleri kapsayan coğrafyada Goranlıların mevcut olduğunun ya da belirtilen devirde bu bölgelere bir Goran göçünün gerçekleştiğinin işaretidir. Bunun yanı sıra Şeref Han tarafından Şerefname’de nakledilen bir söylentiye bakılırsa Pazukiler ile Sıwedi/ Sıvidi aynı aşiretlerdir.
Pazukilerin bir bölümü, Şah İsmail döneminde Safevilere katılmışlardır. Şah İsmail bunlardan, savaşta bileğini yitirmesinden ötürü “Çolak” ünvanı ile ünlenen Pazuki kökenli Şehsuvaroğlu Çolak Halid ve kardeşlerine Hınıs ve Malazgirt bölgelerini vermiştir. Çolak Halid, Çaldıran Savaşı’nın hemen sonrasında Alevi düşmanı Yavuz Sultan Selim tarafından öldürtülmüştür. Şerefname’de, Yavuz Sultan Selim tarafından öldürtülen Çolak Halid’in Üveys adındaki oğlunun, Şah Tahmasb zamanında Kiğı’ya yerleştiği bilgisi de mevcuttur.
Siyah Mansur adındaki Goran aşireti de Safeviler döneminde Tebriz, Kazvin ve Horasan’da çeşitli görevler üstlenmişlerdir. 1533’de Siyah Mansur kökenli Halil’i, Han unvanıyla Goranların Beylerbeyi olarak atayan Safevi hükümdarı Şah Tahmasb, aradan bir zaman geçtikten sonra Halil’e ve mensup olduğu Siyah Mansur aşiretine, Horasan’ın sınırlarını koruma görevi verir.
Şeref Han tarafından kaleme alınan Şerefname’de verilen bilgilere göre Goranlıların bir başka kolu olan Zengine aşiretinin bir bölümü Şah İsmail döneminde Safevi Devleti’nde Irak ve Horasan eyaletlerinde Safevi yöneticilerinin hizmetinde bulunmuş, bir bölümü de ‘Korciyan’ adı verilen Şahlık Muhafız Birliği’nde görev almıştır.
Goranlıların bir kolunu oluşturan Çegni aşireti de Safeviler döneminde Horasan’da muhtelif görevler üstlenmişlerdir. Şerefname’de, adı geçen bu dört aşiretin her birinin aynı adlarla bilinen beyliklerinden söz edilmektedir. 
Şerefname’deki bilgilere göre Goranlıların, Dersim ve çevresiyle bağlantı içinde olduklarının ve Safeviler ile samimi ilişkilerinin olduğunun, birlikteliklerinin bulunduğunun net bir göstergesidir.
 

 
Pavlakiler (Paulikianlar, Paulicienler)
Dersim antikçağının mihverinde yönlendirici konumdaki Khal Mem-Khal Ferat ikilisinin tarihi, hiç kuşkusuz ortaçağlarda da devam eder. Ancak Ortaçağ’da Khal Mem-Khal Ferat ikilisine ilaveten Pavlakiler de ortaya çıkar. Ortaçağ Dersim tarihi, Pavlakilerle başlar ve Şah Hasan-Seyit grubunun önderliğinde sürer, gider. Arap yayılmacılığı ile Selçuklu yayılmacılığının yaşandığı tarihler arasında; bir başka ifadeyle VII. yy.- XI. yy. yer alan dönemin, Dersim Alevi tarihinde, Türkler ve İranlılar tarafından Pavlaki olarak adlandırılan ve neredeyse Alevilerle aynı ritüelleri paylaşan Paulikianlar; en önemli olgudur.
İran’da Sasaniler Dönemi’nde devlet dini olarak kabul gören Zerdüştlük içinde baş gösteren iç kavgalar neticesinde III. yüzyılda Manes, V. yüzyılda da Mezdek akımları tarih sahnesine çıkar oldular. Zerdüşt yanlısı Sasani yönetimlerince gaddar bir biçimde bastırılan bu dinsel akımların öğretileri, Arap/İslam döneminde “Ghulat” olarak adlandırılan ve İslam içinden çıkmasına rağmen İslam dışı olarak kabul gören Şii ilkeleriyle harmanlandılar. Eba Müslim, El Mukanna, Babek, Abdullah Qaddah, Hallacı Mansur, Hamdan Karmat, Hasan-ı Sabbah, Baba İshak, Fazlullah Hurufî ve Nesimî gibi ünlü şahsiyetlerin bağlı bulunduğu dinsel gruplar için önemli oranda esin kaynağı olarak kabul gördüler.
İlkeleri, 215-275 tarihleri arasında yaşayan İran asıllı Mani-i Nakkaş tarafından ortaya konan Manesçi propaganda, henüz ortaya çıktığı III. yüzyılda,  Roma İmparatorluğu’nda korku yaratan bir düzeye ulaştı. Bu yüzyılın nihayetinde Roma imparatorları tarafından Manesçilere karşı fermanlar yayınlandığı bilinmeyen bir olay değil. Roma imparatorları tarafından yayınlanan bu fermanlarda hem bu dinsel grubun hem de onlar aracılığıyla yayılmaya başlayan bu dinsel akımın İran kökenli olduğuna önemle vurgu yapılmaktaydı. Hırıstiyanlığın gerek Ermenistan’da ve gerekse Bizans’ta devlet dini olarak kabul görmesi, bu tarihin oldukça sonrasındaki tarihlerde görülmeye başlanmıştır. Bu tercihin yapılmasında tehdit olarak görülen Manesçi dinsel akımın etkisi büyüktür. Sonuç olarak IV. yüzyılda Hiristiyanlık, hem Ermenistan’da hem de Bizans’ta devlet dini olarak kabul gördüğü zaman Manesçi ve Mezdekçi dinsel akımlar büyük bir muhalefetle yüz yüze geldiler. Doğal olarak Manesçi dinsel akıma karşı verilen savaşımda Hırıstiyanlıktan yararlanıldı.
Sonunda Roma İmparatorluğu’nda IV. yüzyıldan başlayarak Manesçilik ile Hıristiyanlık karşıt taraflar haline geldiler. Her ne kadar çağın kaynaklarından bazıları Manesçiliği, Hristiyanlık içinde bir öğreti olarak görseler de o, resmî Hristiyanlık tarafından büyük bir tehdit ve düşman olarak tanıtılıyordu.
Sasani hükümdarı Şabuhr (240-70) eşliğinde Romalılara karşı gerçekleştirilen savaşlara katılan ve Roma imparatorluğunun sınır kesimlerini ziyaret eden Mani’nin, bu seyahatleri sırasında Dersim’e uğraması ve buraya, kendisinin adı geçen havarilerini bırakmış olması mümkündür.
III. yüzyılda tarih sahnesinde görülmeye başlanan Manesçi dinsel akımın devamı şeklinde görülen Pavlakilik, Manesçiliğin yüzyıllar sonrasında yeniden dirilişi olarak kabul görür. Tıpkı Manesçilikte olduğu gibi Pavlakilik de kendini bir çeşit Hıristiyanlık şeklinde lanse etmiş.
Ermenistan’da ve Bizans İmparatorluğu’nda devlet dini haline gelerek dönüşüme maruz kalan resmî Hıristiyanlığa karşı ilk/erken Hırisyanlığın ilkelerine dönüşü savunan Pavlakiler, Tevrat’ın tümünü, kilisenin yazılı ve sözlü geleneklerini, kilise yaşlılarını ve Hac’ı reddetmelerinden ötürü Bizans ve Ermeni Ortodoksları tarafından büyük bir tehdit olarak görülüp acımasızca cezalandırıldılar.
 Yukarıda da işaret edildiği üzere Arap yayılmacılığı ile Selçuklu yayılmacılığının yaşandığı tarihler arasında yer alan dönemin Dersim Alevi tarihinde, Türkler ve İranlılar tarafından Pavlaki olarak adlandırılan ve neredeyse Alevilerle aynı ritüelleri paylaşan Paulikianlar; en önemli olgudur.
Pavlakilere göre VII. yüzyılda yaşadığı ve sonradan Silvanus adını aldığı söylenen Mamekiyeli Constantine (Constantine Mananalı) adındaki kişi, bu oluşumun gerçek kurucusudur. Manana, Çağdaş Mamekiye (İç Dersim’in)’nin Ermeni kaynaklarındaki adıdır. Bir başka ifadeyle Pavlaki hareketinin gerçek başlatıcısı bir Dersimlidir. Her ne kadar Manes-Mezdek hareketinin devamı gibi görülse de O’nun etkinliğini, Pavlaki hareketinin gerçek başlangıcı olarak kabul etmek mümkündür. Gerek Pavlakilik olsun gerekse taraftarları olsun her ikisi de Bizanslılarca Manes tarafından savunulan görüşleri paylaşmakla ve Manesçi olarak suçlanmasından ötürü cezalandırılıyordu.
Mamekiyeli Silvanus tarafından başlatılan Pavlakiliğin etkinlikleri, Med yayılmacılığı (Bu, tarih olarak Bizans imparatorları Konstans II (641 -668) ve Constantine IV (668-685) dönemleriyle bir başka ifadeyle Arap/İslam yayılmacılığıyla çakışır) zamanından itibaren başlayarak İran kökenli bir etkinin altında bulunan Kırmanciye, Kapadokya ve Pontus’ta daha yoğun hale gelir. O tarihte Pontus’un sınırları içinde yer alan Colonia (Koyulhisar, Konak, Kara Hisar) yöresini karargâh olarak seçer. Eskiden beri Zerdüşt dininin yer ettiği Pontus ve Kapadokya’da başarılı bir faaliyet yürüten Constantine (Silvan), kendi taraftarlarını çabuk arttırdı. Gnostik ve İconoklast sektlerin kalıntıları ve Kırmanciye (Ermenistan) Manesçileri onun doktrinleri etrafında birleştiler. Pek çok katolik unsuru da etkili tartışmalarıyla kendi inancına çevirdi.
Bu havalilerde bulunan eski Manesçiler onun çevresinde toplanmaya başlar. Ana üsleri arasında Mananalı (Doğu Dersim) ve Divriği (Daranali, Batı Dersim)’nin de yer aldığı Pavlakiler, Bizans İmparatorluğu’nun bu doğu sınırları üzerinde son derece önemli bir güç haline gelirler. Pavlakilerin Malazgirt ve havalisinde konuşlanan bir kolu da Tondrakiler (Ezidiler) adıyla bilinirdi. Pavlakiler süreç içerisinde Kapadokya, Pontus, Lycaonia, Frigya vb. Kesimlerde, Bizanslılarca gerçekleştirilen sürgünler neticesinde hem Bizans’ın kendisinde hem de Bal kanlarda var olmaya başladılar. Bu dinsel akımın öğretileri buralardan da İtalya ve Fransa’ya geçerek yayılmaya başlamıştır.
Arap/İslam yayılmacılığı sırasında ve sonrasında resmi Hristiyanlığın ve Ermenistan kilisesinin gücü zayıflamaya başlayınca genelde tüm muhalif ve isyankâr dinsel kökenli gruplar, özelde de Pavlakiler kendilerine büyük bir gelişme ve genişleme alanı buldular. Pavlakileri, El-Bailikani (El-Bayalika) olarak adlandıran Araplar, Mamekiyeli Silvanus’un faaliyetlerini müsamaha ile karşılar, Bizanslılara karşı savaşımında Mamekiyeli Silvanus’a destek verir. Sonunda Mamekiyeli Silvanus, Bizanslılarca kendi karargâhı olan Colonia’ya ve havalisine karşı düzenlenen bir katliam sırasında öldürülür.
Pavlakiler, Araplarla Bizanslılar arasındaki önemli sınır kentleri olan Malatya ve Erzurum’da bir hayli yoğundular. Bizans imparatoru Constantine V, 750’lerde Kırmanciye (Ermenistan) üzerine düzenlediği sefer sırasında bu kentlerde yaşayan Pavlakileri toplu bir şekilde İstanbul ve Trakya’ya zorunlu iskâna tabi tutar. VIII. yüzyılda gerçekleştirilen bu zorunlu iskânla, bir başka ifadeyle sürgünle birlikte Pavlakiler tarafından savunulan öğretiler, başlangıçta Balkanlara ve oradan da Avrupa’nın öteki ülkelerinde yayılmaya başladı. X. yüzyılda özellikle Bulgaristan topraklarında Bogomil adlı bir rahibin önderliğinde pek çoğu sonradan İslamiyet’i tercih eden Balkanlardaki eski bir anti-kiliseci Hıristiyan mezhebi olan Bogomil adındaki güçlü bir dinsel oluşuma dönüştüler.
Bizanslılar, tehlikeli dinsel muhalif olarak gördükleri ve Bizans-Arap sınır boyunda yoğunlaşan Pavlakileri çok sık aralıklarla cezalandırır, tedip, tenkil ve tehcir operasyonlarına maruz bırakırlardı. Özellikle adaleti ve cömertliğiyle ünlenmiş, Makedonya hanedanının Rönesans olarak adlandırılan başarılı döneminin temellerini atan Bizans imparatoru Theophilus (829-842) ve eşi Theodora zamanında, o tarihe değin benzeri görülmemiş bir kırıma tabi tutuldular. İmparatoriçe Theodora döneminde dağlarda yaşayan 100 bin dolayında Pavlaki’nin katledildiği, tutsakların kılıçla biçildiği ya da çarmıha gerildiği şeklinde bilgiler mevcuttur. Yunanlılar tarafından sık aralıklarla tekrarlanan bu Pavlaki kırımları döneminde, özellikle de 845-890 arasında Pavlakiler ölüm-kalım mücadelesi verdiler.
Pavlakiler, bu Yunan kırımlarına tepki olarak 830‘lu ya da 40‘lı yıllarda Carbeas liderliğinde bir ayaklanma (Pavlaki İsyanı) gerçekleştirdiler. Bu kırımlardan ötürü daha önceki yıllarda Bizans savunmasında görev almış Pavlakilik inancındaki Carbeas, anti-Hıristiyan olarak nitelediği Bizans idaresini tanımadığını duyurup yaklaşık 5000 civarındaki yandaşını da yanına alarak ayaklanma başlattı. Daha sonra menkıbelerde Malatya’nın Abbasi Emiri ya da generali olarak adından çok sık söz edilen Omar’a (845 / 846 sığındı. 
Malatya emiri Omar, Bizans zulmünden kaçarak kendisine sığınan Pavlaki lider Carbeas’ı dönemin Abbasi halifesiyle tanıştırır. Bu tanışma sonrasında Bizanslılara karşı aralarında güçlü bir ittifak meydana gelir. Bu güçlü ittifakın nedeni Bizanslıların yok etme politikası ve gaddarca gerçekleştirilen Pavlaki kırımıydı.
Bu sıralarda kendi egemenlikleri altında bulunan Arguvan (Akçadağ-Doğanşehir), Divriği (Tephrike) ve Amara (Emerli) kentlerinde üslenerek, bu bölgede bulunan dağları Bizanslılara karşı bir intikam merkezi haline dönüştürürler. Pavlakiler, Carbeas zamanında Divriği yöresinde bulunan dağlarda, Malatya’dan Tarsus’a değin uzanan Bizans-Arap sınır kordonuyla çakışan Avasım adı verilen eyalette bir çeşit özerk ülke haline getirdiler. Bu konumları, 830-870 aralığındaki tarihlerde devam eder. Carbeas’ın General Omar’ın desteğini de alarak Arguvan, Divriği ve Amara kentlerini kurduğu söylenmektedir.
Pavlaki lider Carbeas, bu dönemde sürekli Abbasilerin Malatya emiri General Omar bin Abdullah (ölm. 863/864), Tarsus (Antakya) emiri Cafer bin Dinar ve gene Abbasi kumandanı olan Ali ibn Yahya (ölm. 863) ile birlikte hareket eder. Bizanslılara karşı düzenledikleri seferlere üçü birlikte katılır. 859’da, Bizanslıllar tarafından Pavlakilere karşı düzenlenen Samosata (Hısn-ı Mansur) ve Divriği kuşatması sırasında General Omar, Cafer bin Dinar ve Ali ibn Yahya’dan destek alan Carbeas, Bizans İmparatoru Michael III’ü ağır bir yenilgiye uğratır. Sonraları yukarıda adlarından söz edilen Abbasi emirleriyle birlikte Tokat (Dazmana, Dazimon), Sinop ve Samsun (Amisus)‘da Bizanslılarla zorlu muharebeler gerçekleştirdikten sonra Ankara’ya hatta daha batıya yürürler. General Omar, bu sefer esnasında Pason (Battal Gazi’nin öldürüldüğü söylenen civarda) denilen yerde umulmadık bir Bizans saldırısı neticesinde yaşamını yitirir. Aşağı-yukarı tamamının adına, sözlü geleneklerde ve şecerelerde bilhassa Battalname, Danişmendnâme, Saltukname gibi yapıtlarda ve Veli Baba şeceresinde rastlamak mümkündür. 860’lı yılların ortalarında üstünlük tekrar Bizanslıların eline geçer.
Tarihçi-yazar Ernest Honigmann tarafından kaleme alınan Bizans Devleti’nin Doğu Sınırı adlı yapıttaki bilgilere göre Paulikanlar, Yukarı Fırat Havzası, Yukarı Kızılırmak Havzası, Kapadokya ve Peri Çayı havalisinde bulunuyorlardı.
Bizanslılar;  X. yüzyılda Paulikienlere karşı şiddete başvurdu ve katliamlar yaptı. Bu şiddet ve zulüm sonrasında Paulikienler, orada yaşayan yerel halkla kaynaşarak yok olmuşlardır.
Adıyaman’ın Samsat ilçesinden Giresun’un Şebinkarahisar ilçesine kadar, Divriği’den Munzur Sıradağlarına kadar olan coğrafya, Heterodoks Hıristiyan inancını taşıyan Paulikienler adlı halkın yerleşim alanıdır.
Malatya’nın VIII. yüzyılda Araplar tarafından alınmasıyla, özellikle de Emevilerin Anadolu’nun doğusunu fethetmesi sonucunda oraya yerleşmiş bir Arap ailenin, Malatya doğumlu oğlu Battal Gazi’yle birlikte Paulikienler, yarı-İslam yarı-Hıristiyan inancını savunan bir topluluk haline dönüşürler. Bu dönemde adı geçen bölgede 10’un üzerinde dil konuşuluyor, onlarca din ve inanç bulunuyordu. Battal Gazi menkıbelerine ve destanlarına göz atıldığı zaman kadın ve erkek tiplerinin ve inanç örgelerinin Paulikien kökenli olduğunu görmek mümkündür.
Bizanslılar, Araplarla ittifak halinde olan Paulikianları cezalandırır. Bizans kuvvetleri tarafından kaleleri yıkılır, köyleri yağmalanır, ele geçirilenler Trakya ve Balkanlardaki topraklarda zorunlu iskâna tabi tutulurlar. Bu zulümden canlarını kurtaranlar da Dersim’deki Munzur Dağlarına sığınırlar.
Balkanlara gidenler, Bogomiller olarak tarih sahnesine çıkarlar. Honigmann’ın Bizans Devleti’nin Doğu Sınırı adlı yapıtında verilen bilgilere göre: Tephrike (Divriği), Taranta (Darende), Arguan (Arguvan), Amara (Amran Köyü), Mut (Mut Kalesi, Mutmur köy), Arga (Akçadağ), Hasan Batrik (Fethiye Köyü), Tnoha (Tohma Çayı ve Köyü), Murenik (Mineyik Köyü), Kurtikion (Urtuk, Rutik Mezrası), Abrik (Arapgir), Kharpazuk (Harpuzik Kalesi, mezrası), Berdek (Pertek), Ashar (köy ve kale kalıntısı) Bhoşheyn (köy ve kale), Hastek (Kale), Saldek, Pagnik, Venk, Ecuze, Vahşen, Hinge, Parçikan, Narmikan, Şotik gibi yüzlerce yerleşim birimi, köy, kasaba ve kale; Paulikien (Paulicien, Polisyen) toplumunun yaşadığı meskûn alanlardır.  
Paulikienler, Malatya Emiri Ömer İbn Abdullah zamanında Fırat’ın doğusunu mesken tutarlar. Gene bu dönemde Arguvan, Malatya Emiri tarafından Paulikienlere hibe olarak verilir. Adı geçen yöreyi mesken tutan halk, bir zaman sonra liderleri Carbeas yönetiminde Tephrike (Divriği)’yi başkent yaparak, 845 yıllarında; askerin disiplinli olduğu ve halkın örgütlendiği bir devlet inşa ederler.
Carbeas sonrasındaki Pavlaki lideri Chrysocheirus’dur. Chrysocheirus, 830/ 835-29 Ağustos 886 arasında yaşayan ve 867-886 tarihleri arasında tahtta hüküm süren Bizans İmparatoru Basil I zamanında Abbasi birliklerinin de iştirakiyle gerçekleştirilen bir sefer sırasında Bizans’ın başkenti İstanbul’a kadar girer ve bu arada Efes’i de işgal eder. Efes (Ephesus) Katedrali’ni eşeklerin ve atların ahırına dönüştürür.
Efes’in 867 yılında Pavlakiler tarafından zapt edilmesi sonrasında Bizanslılar, Sicilyalı Peter’i 869’da Pavlakilere elçi olarak yollarlar. Barış çabaları sonuçsuz kalan Sicilyalı Peter, elçiliğinin avantajlarından yararlanarak Pavlakilerin öğretileri üzerine History Of The Manichees adındaki kitabı kaleme almıştır.
Sonunda Pavlakiler, Bizans içlerine değin sızmayı başarırlar. Ancak bunun ardından girişilen Bizans misillemesi sonucunda Divriği ihataya alınır, Pavlaki ülkesinde taş taş üstünde kalmaz, yerle bir edilir. Babasının Ermeni olduğu söylenen Makedonya doğumlu imparator Basil I (867-886), Pavlakilerin ellerindeki tutsaklarını kurtarmak amacıyla Chrysocheirle barış yapmak zorunda kalır. Ama daha sonra anlaşmayı bozarak Pavlakilerin topraklarına saldırır (871-872). Kendisine karşı direnişe geçen ‘Pavlaki ülkesini’ yakıp yıkar. O’nun Fırat’ın doğusuna kadar gittiği düşünülüyor. Divriği’yi kuşatan Basil, Pavlakilerin gücünü, silah ve hazırlığını fark edince umutsuzluğa kapılıp İstanbul’a geri çekilirse de kılıçtan geçirilen Pavlakilerin lideri Chrysocheir’in başını birlikte götürüp tahtın önüne bırakır.
Bu tarih sonrasında güçleri kırılsa da direnişleri devam eden Pavlakiler, 932-962 aralığındaki yıllarda Bizanslılara karşı verdikleri mücadelede bu kez Hamdanilerle ittifak halindedirler.
Çemişgezekli Bizans imparatoru John Zimisces, 969-976 yılları aralığındaki zaman diliminde Chalybian Dağlarındaki (Haldiya, Tzanika, Eski Dersim) Pavlaki nüfusunun çok büyük bir bölümünü oradan söküp alarak Trakya’ya zorunlu iskâna tabi tutar. Anna Komnena adlı Yunanlı tarihçi ve bilim adamı, (1 Aralık 1083-1153) Anna Comnena adlı yapıtında Trakya’ya zorla iskân ettirilen bu pavlaki sömürgelerinden söz eder. Kaynaklardaki bilgilere göre onların Araplarla ittifak oluşturma tehditi bu sürgünün gerçekleştirilmesinde etken nedendir.
Ancak Bizanslılar bu sürgünlerle istediği amacına ulaşamadığı gibi Bogomolizm olarak bilinen Balkan Pavlakiliği’nin doğmasına da ön ayak olmuştur. XIV. yüzyıl başlarında hâlâ Bulgaristan, Arnavutluk, Sırbistan, Dalmatya, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve çevresinde gücünü koruyan Pavlakilik, sonraki tarihlerde İslamlaştırılsa da Bosna Kilisesi, Osmanlı egemenliğinin başlarında Bogomil bir kimliğe sahipti.1737-1794 yılları arasında yaşamış, İngiliz tarihçi ve eğitimci Edward Gibbon, XVIII. yüzyıl sonlarında bile Trakya’da yer alan Heamus Dağı ve vadilerinde Yunan ve Türk baskısı altında tutulmaya çalışılan bir Pavlaki sömürgesinden bahseder.
Kirmanşah merkezli bölgede Babek’in Azerbaycan’da başlattığı harekete paralel olarak ayaklanan ama yenilen Hurremi liderlerden Kürt Narseh (Nasır, Narsi, Nerseh, Barsis), arta kalan yandaşları ile birlikte 833 yılında Bizans’a sığınmış, Bizans ordusuna yazılarak Abbasilere karşı Babek’i destekleyen ve kendisine koruma veren imparator Theophilus’un 837 veya 838 yılında Müslüman Abbasiler ve onların müttefiki Pavlakiler üzerine yaptığı Zibatra (Sezopetra, Doğanşehir), Malatya, Elazığ ve Dersim seferlerine katılmıştır.
 “Bizanslılar Ermeni Devletini yıktıktan sonra, Dersimlilerden de ele geçirdiklerini Trakya’ya sürgün etmişlerdir...” diyen Nuri Dersimi, bir bakıma kendisiyle çelişir duruma gelmiştir. Zira bu kavmin Kürt olmadığı ortadadır. Nuri Dersimi ile aynı görüşü paylaşan Mehmet Şerif Fırat, “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” adlı yapıtında “Balaban Aşireti’nin, Dimetoka’dan (günümüzde Yunanistan’ın sınırları içinde yer alır) geldiğini” söyler.
Paulikienlerin bir parçası olan Balaban Aşireti, Bizanslılar tarafından X. yüzyılda Balkanlara sürgün olarak gönderilmiştir. Bogomilizm yanlısı olan bu aşiret, daha sonraki tarihlerde efsaneleşmiş Bektaşi/Alevi inanç önderi Sarı Saltuk aracılığıyla İslamiyet’i kabullendikten sonra eski vatanları olan Malatya, Tunceli ve Erzincan bölgelerine geri dönmüşlerdir.
Balaban Aşireti; Türkmen-Paulikien karışımı sonucunda oluşmuş bir aşirettir. Balıyan Aşireti’nin bir bölümü de böyle bir karışım sonrasında oluşmuştur.
Çeşitli kültürlerin harmanlandığı kavimler kapısı Anadolu’da arı bir ırk aramak mümkün değildir. Genel olarak bakıldığı zaman Türk kültürü ve Heterodoks İslam düşüncesi mevcuttur. Ancak bu düşünce sanıldığı gibi yalnızca Alevilerle sınırlı değil, Sünni Türklerde de aynı düşünceyi paylaşanlara rastlamak mümkündür. Bu durum, geleneksel hale gelen Şamanizmin ve Atalar kültünün ülkemiz toplumuna yansımasının bir sonucudur.
Şeyh Hasanlı Aşireti, başlangıçta Eski Malatya (Battalgazi ilçesi)’nın Fırat Nehri’nin doğu kıyısında bulunan ve Paulikienlere ait olan Muşar, Kezirbet Kaleleri ile Mar Ahron Kilisesi ve Mukaddes Dağı civarından başlayarak Arapkir’e ve Hozat’a kadar devam eden coğrafyada yerleşmişler. 
Bayat boyu beylerinden Şeyh Hasan tarafından 22 Nisan 1224 yılında kurulan Onar Tekkesi ve Onar Köyü’nün arazileri de eski terk edilmiş Paulikienlerin yerleşim alanlarıdır.
İsmail Onarlı, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı. Kış 99/ 12 Gazi Ünv. HBVAM. Yay. Ank. yayınlanan “Şeyh Hasan Ocağı ve Aşireti” adlı makalesinde bu konu hakkında şunları söylüyor:
“Şeyh Hasan’ın zaviyesini kurduğu Onar Köyü arazileri de eski metruk Paulikien yerleşim birimleridir. Köyün kuzeydoğusuna doğru uzanan bağlık ve bademlik yöre, “Kalecik” olarak anılan mıntıka, Paulikienlere ait bir kaledir ve duvar kalıntıları durmaktadır. Bağ yeri yaparken, tevek dikmek için hendekler açılırken çok sayıda ambar küpleri çıkmıştır. “Serikli” denilen kale kalıntısında da “gözetleme kulesi” vardır. Kule’nin kayalık bölümünde kaya mezarlar vardır. “
Gügeyik denilen semt, yine eski bir Paulikien yerleşim birimi ve kale kalıntısıdır. Burada, eskiden kalma tarihi çeşme halen kullanılmaktadır. Kalenin içinde de bağ ve bahçeler vardır. Arapgir’den gelen Roma dönemine ait Bağdat Yolu’nun güzergâhı, Gügeyik’ten geçerek Keban ve Harput’a doğru gitmektedir. Bağdat yolunun taş kaldırımları ve kilometre taşı yine eski bir kalıntı olan Kayalısu mezrasının üstünde bozulmadan bugüne dek kalmıştır. Aynı yol üzerinde Kemerin Yeri denilen mıntıkada Kilise ve Han kalıntıları vardır.”
“Bu yörede saptayabildiğimiz kadarıyla; “Gölpahar, Rutik, Hanburnu, Maksut Ziyareti, Gölöğü, Vançukuru, Kiliseyeri, Hanınyeri, Serikli, Dutağac, Yabanlıyeri, Gügeyik, Ahpahar, Kuyucak” gibi onlarca kalıntı merkezleri eski köy ve kale yerleri vardır.”
“Türkmen oymakları buraya gelmeden önce, Anadolu’nun yerli halkları yörede yaşamakta idiler. Bu toplulukların hepsi yok olmamışlardır. Ya da, “göğe ağıp uçmamışlardır”. Bu topluluklardan arta kalanlar, Şeyh Hasanlı obalarına katılmış olabilirler. Gügeyik denilen köyde Şeyh Hasan’ın geldiği dönemde insanların yaşadığı bilinmektedir. Bu köyde yaşayanlar, Paulikienlerden başkası olamaz. Çünkü o dönemde Arapgir’de yoğun bir Ermeni nüfusu vardır ki, bunlarla ilgisi yoktur. Heterodoks Hıristiyan olan Gügeyikli Paulikienler, Heterodoks İslamlaşarak Türkleşmişlerdir. Şeyh Hasan’ın yöredeki misyonu da, bir dini önder olarak yerel halkları Müslümanlaştırmaktır ve yapmıştır.”
“Katılımlarla çoğalan ve güçlenen Şeyh Hasanlı oymaklar; mağaralardan ve çadırlardan çıkarak, ev yaparlar, göçerlikten yerleşik düzene, hayvan yetiştiriciliğinden, tarım toplumuna geçerler. Alâeddin Keykubat’ın münbit bir toprak olan Şeyh Çayırı arazilerini vermesi de kanaatimizi doğrulamaktadır.”
 “Mar: Yılan demektir. Malatya’nın doğusunda Abdülvahap Gazi’nin bulunduğu yörede yani Eşraf Briha Dağı’nda “Mar Ahron Manastırı” vardır ki, “Yılanlı Kilise” de denmektedir. Buranın keşişleri, uzun asalarla (köküyle çıktığı şeklindeki sopalarla) köy köy dolaşarak vaktin birinde döşürürlermiş (dilenirlermiş); bölgede kutsal sayılan bu keşişlere “Torbacı” denerek dokunulmazmış. Hatta 19. yüzyıla değin bölgede Hıristiyan Rahipleri bu şekilde görmek mümkünmüş. Aynı şekilde dolaşan Alevi-Bektaşi-Kızılbaş Dervişlerine de bölgede sıkça rastlanıldığını bugün yaşayan yaşlılar söylemektedir. Kıştım Marı Asası, bölgedeki “Paulicien din adamlarına” ait olabileceği gibi bir Kızılbaş Dedesi’ne de ait olabilir. Bu asa kut sanarak ve “Tarık Sopası” olarak kullanılarak bugüne dek gelmiştir. (İsmail Onarlı'nın "Şeyh Hasan Aşireti" isimli eserinden alıntılanmıştır)”
Arkeolog Dr. İsmail Kaygusuz; “Onar Köyü arazileri, Eski Tunç çağı’ndan bu yana beş bin yılı aşkın bir süredir kesintisiz yerleşmeye sahne olmuştur” demektedir. 
Daha sonraki tarihlerde öncelleri oldukları Babaîlerle karışan Pavlakilerin, Dersim’in eski halk kitlesiyle bağları bulunmaktadır.
Geçmiş tarih sayfaları arasında bir gezintiye çıktığımız zaman Alevilerin ve Pavlakilerin maruz kaldığı Çıra/Mum Söndürme karalamasıyla karşılaşmamak olası değil. Dikkat çeken bir başka nokta da Anadolu’daki Alevilerin despot Sünni Osmanlı devleti tarafından Işık İnsanları olarak damgalanmasıdır. Osmanlı belgelerinin birçoğunda Aleviler hakkında Işık İnsanları sözü kullanılmıştır. Osmanlı’nın “Sücaettin Veli Dergâhı’ndaki Işıkların Hapsedilmesi..'' adındaki belgesi bunun bir kanıtıdır.
Anadolu Alevileri gibi Pavlakiler de kapalı bir toplumdur. Dinsel ritüellerini gizli yapmak zorunda bırakılmışlardır. İnançları gereği dinsel ritüellerini gizli yaptıkları zaman da Çıra/ Mum Söndürme karalamasına maruz kalmışlardır. Öyle bir devlet düşünün ki kendi egemen dinsel ritüellerinin dışındaki kesimlerin dinsel ritüellerini yasaklasın. Kendi inancı gereği olan dinsel ritüellerini açıkta yapanları zulüm ve işkencelerle bastırmaya, sindirmeye, yok etmeye çalışsın, Şeyhülislamlarına çıkarttıkları fetvalarla bu düşüncedeki insanların on binlercesini bir hamlede kılıçtan geçirsin. Farklı inançtaki bu insanlar, bu resmi işkence, aşağılama ve zulme uğramamak için kendi inançları gereği dinsel ritüellerini gizlice yerine getirince de onları “Çıra /Mum Söndürme'' karalamalarıyla itham edeceksin. Sonra da kalkıp İslamiyet’ten, haktan, hukuktan bahsedeceksin. Hadi oradan. Kim inanacak sana...
Aleviler arasında Kurmanci ve Kırmançki dilleriyle konuşan ve Anadolu’ya İç Dersim Munzur eteklerinden dağılan Alevi kesim, gelenekleri ile Ermenilerle müşterek değerlere sahiptir.. Örneğin Ermeniler ile Kurmanc ve Kırmanç Alevilerin Gağand adı verilen müşterek bir bayramları mevcuttur. Ermenilerin hâlâ sürdürdükleri Gağand, yoğun baskı nedeniyle Kürt-Alevi kesiminde yok olmakla yüz yüzedir. 
Büyüklerimiz tarafından bize anlatılan ve kendimin de tanığı olduğum bu bayram, bu kesimin kutsal Yılbaşı Bayramı’dır.. Pavlakilerin de Ermeni soylu olması ve Dersim’den çevreye yayılan Kürt Alevilerinin de bu topluluk ile ortak değerler içermesi dikkate alınacak bir konudur.. Palvakiler; bir zamanlar, günümüzde Aleviliğin en yoğun ve aynı zamanda en pasif olarak yaşandığı Sivas yöresinde yaşamışlar..
Kimi eski kaynaklarda zaman zaman Çıra Söndürenler (Bu söz, Türkler tarafından Mum Söndürenler olarak değiştirilmiş) ya da Ermenice’de Arevorti anlamına gelen Güneş’in Çocukları şeklinde referans olarak gösterilenler de Dersimli, Zaza ve Yezidi adlarıyla bilinen topluluktur. Ermeni yazar Antranik Çelebyan Dersim adlı kitabında (1901) kadın ve erkeklerin birlikte iştirak ettikleri gece toplantıları nedeniyle Kızılbaşlara aynı zamanda Çıra Söndürenler dendiğini kaydetmektedir.
Sonuç; Nüve olarak eskiden Pavlaki, Tondraki, Çıra Söndüren ya da Güneşe Tapanlar vb. adlarla bilinenler, günümüzdeki Kızılbaşlar ve Yezidilerdir. Adlarından söz edilen bu toplulukların Müslüman olmadığı ya da Müslümanlarca çoğunlukla Hıristiyan olarak görüldükleri de bilinen bir gerçektir.
 Seyfi Cengiz “Dersim ve Zaza Tarihi” adlı yapıtında bu konu ile ilgili olarak şunları söyler:
“Sincar Yezidilerinin Dicle kuzeyindeki bir ülkeden geldiklerine ilişkin bir geleneklerini aktaran Mark Sykes’ın, hemen sonra Sincar Yezidileri’nin fizik bakımından Dersimlilere benzediklerini söylemesi de dikkate değer bir gözlemdir (Bk. M. Sykes, The Kurdish Trıbes Of The Ottoman Empıre, 1908. Türkçesi için bk. Dış Kaynaklarda Kırmanclar-Kızılbaşlar ve Zazalar, Desmala Sure Yayınları, 1995, s. 112-140).”
 
Hazar Zeyd Alevi Devleti’nin Kuruluşu
Atasının yerini doldurabilecek, yokluğunu sezdirmeyecek vasıflara haiz olan El Hasan Bin Zeyd, “El Dai ila’l Hakk’’ (Hakka çağıran) unvanıyla anılırdı. ‘Hazar Zeyd Alevi Devleti’nin kurucusu; atılgan, baskın, becerikli, gayretli ve döneminin bilgini olan El Hasan Bin Zeyd’dir.
Bu devletin kuruluşundan başlayarak belli başlı ilkelerini Zeydi yazarı referans alan Fransız tarihçi Dominique Sourdel şöyle özetliyor: “Buyruldu ki sana bağlı olanların Tanrı’nın Kitabını, Peygamber’in Hadislerini ve aynı zamanda dinin temel öğretileri için–inananların emiri Ali ibn Ebu Talip’ten doğru olarak rivayet edilenlerin hepsinin inanmalarında ısrar etmelisin. Hz. Ali’nin ilkelerine sadık kalmayı teyit etmelerini istemelisin. Hz. Ali’nin düşmanlarına destek verilen, onlara ayrıcalıklar getiren hadislerin (Emeviler tarafından uydurulan hadisler kasde diyor) nakledilmesine ve yayılmasına engel olmalısın.... (D. Et. J. Sourdeil, La Civilisation de I’İslam Classige, 171)” yani bu ilkeler özetle devlet’in çalışan organlarına tebliğ etmek.
Devletin, mutlaka Hz. Ali ve Fatıma sulbünden gelme bir imamın önderliğinde kurulmasını ön koşul sayan Alevi Zeydi Akımı için İmam’ın, Hz. Hasan ya da Hz. Hüseyin kolundan gelmesi hiç önemli değildi. Yönetici olacak kişinin, bilgin, olgun, mükemmel ve İslam hukukunu yorumlaması onlar için büyük önem taşıyordu.
Ehlibeyt İslamlığı, Zeydiler vasıtasıyla Türklere geçmiştir. Günümüzde kullanılan anlamdaki Alevi kavramı’nın doğuşu, Tabaristan’da ve batı havalisinde Daylamistan’da Zeyd-Alevi Devleti’nin inşa edilmesiyle başlar. Doğuda Curcan’da ve Dihistan’a doğru nüfûzu giderek artan bu devlet, Oğuzlarla ilişki içine girmişti. Bu ilişkilerle birlikte Ehlibeyt İslamlığı da Oğuzlar arasında yayılmaya başlamıştı. İbn ul-Athir’den esinlenen araştırmacı Emel Esin tarafından “Tabaristan’da Alevi merkezi haline dönüşen devlet” olarak nitelendirilen bu Alevi Devleti’nin egemenlik sahasında büyük oranda Türk bulunmaktadır. 743 yılında Yahya bin Zeyd, 745/ 46 yılında Horasanlı Ebu Müslim tarafından başlatılan başkaldırılarda büyük oranda Türk-Türkmen’in onların saflarında yer aldığı bilinmektedir. Abbasi Halifesi Harun Reşit tarafından acı-masız bir şekilde takibe alınan İmam Hasan’ın torunu Yahya bin Abdullah’ın 790 yılında Horasan’dan Transoksiana’a geçmiş, çalışması sonucunda kendisine sığındığı hakan gizlice Müslümanlığı kabul etmiştir.
M.S. 9-10. asırlarda yetişmiş, fıkıh, hadis, tarih, dil, tefsir ve kırâat ilimlerinde otorite olmuş âlim Ebu Cafer Muhammed bin Cerirüt Taberi tarafından kaleme alınan ve Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadarki insanlık tarihini anlatan Tarihi Tabari de ve Müslüman tarihçisi ve coğrafyacıYa’kûbî (Ahmed b. İshâk b. Vâzıh el-Ya’kubi) (905) tarafından kaleme alınan Yakubi Tarihi’nde, Yahya bin Abdullah’ın bu bölgeyi dolaşmasının on beş yıl sonrasında yükselen ve Şii karaktere sahip bir isyandan bahsedilir. Rafi bin Layth adındaki kişi 743’de Zeyd oğlu Yahya’nın isyanını bastıran Horasan valisi Nasr bin Sayyar’ın torunuydu.
Orta Asya ve günümüzdeki Doğu Türkistan toprakları üzerinde hüküm süren Türk devleti olan Karahanlılar, Devlet olma yolunda hızla ilerledikleri dönemde Alevilikten Sünni İslam’a geçtiler. Sir’i Derya (Seyhun) ile Tiyenşan Dağları arasında yer alan bozkırları yurt edinen Türk kabileleri federasyonundan doğmuştur. Karahanlıların asıl çatısı, Karluk boyunun ve ona bağlı Yağma, Turksi ve Çığıl gibi halklar tarafından oluşturulduğu görülür. Yakubi tarafından kaleme alınan “Yakubi Tarihi”nde anlatıldığına göre, Zeydi–Alevi hareketi olan Rafi İsyanı (807-809)’na iştirak eden Karluk Türkleri yöneticisi 780 sonrasında İslâm’ı kabul etmiştir. Sonra İmam Hasan’ın torunlarından Yahya’nın onların arasında saklandığı ve Ehlibeyt İslamlığını yaydığını biliyoruz. Yine Yahya’nın kuzenlerinden, Zeyd-Alevi devletinin kurucusu Hasan bin Zeyd’in torunu Zeyd bin Muhammed, 900 yılında Buhara’ya sürgün edilmişti. Onun orada inançlarını gizlilik içerisinde Türkler arasına yaymış olması muhtemeldir.
Yaşar Ocak’ın “Kültür Tarihi Olarak Menakıpnameler” adlı yapıtında verilen bilgilere göre Karahanlıların 920-958 arasındaki hükümdarı olan Satuk Buğra Han, Sünniliği benimsemişti. İktidara geldikten sonra Abdülkerim adını alarak Sünni İslâm’ı kabullendiğini resmen duyurdu. Hakkında yazılan ya da onun tarafından yazdırılan Tezkire-i Saltuk Buğra Han adı verilen menakıbnâmede, “rüyasında peygamberi gördüğü ve O’nun kendisine, Ebu Nasr Salman ile görüşüp Müslümanlığı ondan öğrenmesini tavsiye ettiği” yazılıdır şeklinde bir rivayet vardır. Daha sonra bir uzayıp bir kısaldığı söylenen kılıcı cihad’a başlamış ve aynı zaman himayesinde büyüdüğü ve Müslümanlığı kabullenmeyen amcası Harun Buğra Han'ı öldürerek onun yerine tahta oturmuştur.
Nasır el Hak el-Hasan b. Utruş adındaki Hz. Ali evladı, Daylamlılar arasında Zeyd (Aleviliği) davasını daha ileri götürdü. İmam Zeynelabidin’in oğlu (Zeyd’in kardeşi) Ömer’in torunlarındandır. El Kasım oğlu Muhammed, bu zat’ın babasının amcasıdır. Muhammed bin Zeyd’in intikamını alacağı ve Taberistan’ı tekrar geri almada kendisine yardımda bulunacağı vaadinde bulunan Justan bin Marzuban adındaki Daylam kralı, Hasan bin Ali el–Utruş (Utruş Arapça’da “sağır” demektir)’u yanına çağırdı.
Daylam kralı Justan bin Marzuban’ın davetine icabet ederek Rey kentine giden El-Utruş ile Marzuban tarafından birer yıl arayla (902-903) müştereken düzenlenen iki sefer de başarısız oldu. Bunun üzerine Justan bin Marzupan’dan ayrılan El-Utruş, Elbruz Dağlarının kuzey bölgesinde yaşayan Daylamlıların büyük bir bölümünü Safid-Rud’un doğu kısmında yaşayan Cilitleri, Zeyd Aleviliğine (Ehlibeyt İslamlığına) çevirmeyi başardı. Sonunda El-Utruş’u el “Nasır Li’l–hakk’’ (Hakkın Yardımcısı) sanı ile kendilerine imam olarak atadılar. 
 El-Utruş tarafından öğretilen Zeydiliğin yasal ve dinsel doktrini, önceden el Kasım b. İbrahim (Ö. 860) tarafından Ruyan’da ve komşusu Daylam’da öğretilen Zeydi öğretisinden biraz farklılık gösteriyordu. İki öğreti arasındaki bu farklılıklar, sonraki tarihlerde El Utruş tarafından kurulan Nasiriye ile Kasımiye Zeydi doktrinleri arasında tutucu bir çelişki haline geldi.
Bu iki doktrin arasındaki uyuşmazlık, Yahya el Hadi ila’l-hakk adındaki El Kasım’ın torunu tarafından Yemen’de 897’de bir Zeydi devleti kurulduktan sonra tamamen su yüzüne çıkmıştı. El Kasım’ın öğretisi, o ve haleflerince geliştirildi. Sonunda Hazar Deniz’i havalisindeki Kasımiyye öğretisi, Yemen’deki Zeydi İmamlarına hem liderlik, hem de rehberlik etmeye başladı. Bununla birlikte El Hadi, Tabaristanlılardan,-büyük bölümü Ruyan’dan olmak üzere– büyük askersel yardım almıştı.
917 tarihinde ölen El Utruş, uzun süren savaşımlar sonrasında Tabaristan’ı geri almayı başardı. Amul doğumlu Sünni tarihçi Tabari tarafından verilen bilgiye göre Tabaristan halkı, yönetim ve adalet açısından daha El Utruş gibisini görmemiştir.
 
a-Bölgede Alevi Yönetiminin Ortadan Kaldırılması
921’de Cilitlerin başında kral Tirdah’ın halefi, Dai El-Hasan bin El-Kasım’ın Layla bin Numan adındaki generali (Arapça’da kan anlamına gelir. Layla’nın babasının asıl adı Şahdust idi) bulunuyordu. Araştırmacı Emel Esin tarafından, Samanilere karşı isyana kalkışan Alevilerin önderi olarak tanımlanan (Eren Les Dervis Heterodokxes Turcs d’ Asie Centrale et le Peintre surnomme Siyah Kalem, Turcia, XVII-1985, s.9) Layla bin Numan, kısa bir zaman içinde Damgan’ı, Samani başkenti Nişabur’u ve Mervi ele geçirmişti. Daha sonraki bir tarihte birlikleri, Samani ordularınca hezimete uğratılan Layla bin Numan’ın kendisi de öldürüldü. Yenilgiye maruz kalan ordu Curcan’a döndüğü zaman, Daylamlı bir grup ile Cilit tarafından Dai El-Hasan bin-El Kasım’a yönelik bir suikast düzenlendiğini haber alan ve hiç zaman geçirmeden Curcan’a gelen Dai, içlerinde Cilitler tarafından Layla b. Numan’ın ölümünden sonra kral olarak tanınan Tirdah’ın oğlu Harusinda’nın da yer aldığı suikastçı yedi kişiyi ölümle cezalandırdı. Bu olay Cilitler ve Daylamlılar arasında büyük memnuniyetsizliğe neden oldu. Cafer’in 925 yılında yaşamını yitirmesi üzerine Ahmed’in Abu Ali Muhammed adındaki oğlu Daylamlı önderler tarafından Amul’da tahta oturtuldu. Ali soyundan gelme yöneticiler arasında var olan kavgalar, Daylamlı ve Cilit şefleri elinde Arap saçına dönüştü. Ali soyundan gelme yöneticiler, Makan bin Kaki ve Asfar bin Şiruya adlarındaki şefler tarafından kendi savaşımlarında kukla olarak kullanıldılar. Makan’ın ilk taleplerini yanıtsız bırakan Dai El- Hasan bin El-Kasım, daha sonra Gilan’dan gelerek Makan’la birleşerek Tabaristan’ın idaresine el koydu ve 928 yılı içinde Makan’la birlikte düzenlediği büyük bir seferle, Rey kentini ve Kum’a kadar uzanan Jibal eyaletini ele geçirdi...
Onların yokluğundan yararlanarak Tabaristan’ı ele geçiren Asfar, Samanilere bağlı olan Curcan’ın yöneticisiydi. Dai, Amul kale kapısında Asfarla karşılaştı. Daha sonra Asfar, Makan’ı yendi ve Makan, Daylam‘a çekilmek zorunda kaldı.
Buna rağmen Zeydi inancı, gerek Daylamlılarda olsun ve gerekse Gilanlılarda olsun hâlâ gücünü muhafaza ediyordu. Abu Cafer El-Nasır, Asfar’ın egemenliğindeki Amul’u idare eden Daylam kökenli valisi tarafından imam koltuğuna oturtulmasına rağmen Asfar, milliyetçi Sünni olan Samani efendisi Nasr bin Ahmed’in karşı çıkması üzerine Abu Cafer’i tutuklayıp daha başka birkaç Ehlibeyt soyluyla birlikte Buhara’ya sürgüne yolladı.
 
b)Tabaristan’da Zeydi Alevi Hanedanlığın Yükselişi
Abu Cafer’in tutuklanıp diğer birkaç Ehlibeyt soylu ile Buhara’ya sürgüne gönderilmesinin bir yıl sonrasında Vali Abdullah bin Tahir’in oğlu Süleyman tarafından Daylam’da başlatılan bir saldırıda güç duruma düşmesine rağmen aynı yılın sonlarına doğru Tabaristan’ın tamamının sahipliğini teminat altına alan Hasan bin Zeyd, 867 sonrasında Curcan’da egemenlik kurdu. Hasan bin Zeyd tarafından desteklenen öteki Hz. Ali soylu önderler, geçici olarak–Rey (864-5, 867,870 ve 872), Zancan, Kazvin (865-68) ve Kumis (873-79) kentleri üzerinde denetim sağlamayı başarabildiler. Hz. Hasan, biri 869’da Abbasi generali Müflih’in, ikincisi de 874 tarihinde Yakup Şaffar’ın Tabaristan ve Ruyan’ı istilaları sırasında olmak üzere toplam iki olayda kısa süreli olarak Daylam’a kaçmak zorunda kaldı. 
Hasan bin Zeyd, 884 yılında Amul’da yaşamını yitirdiğinde, halefi durumundaki kişi, Muhammed Curcan’da idi. Halife Mütevekkil (847-861) zamanında yıktırılan Hz. Ali’nin ve Hz. Hüseyin’in türbelerini onartarak büyük bir ilgiye mazhar olan Muhammed bin Zeyd, bununla birlikte çevrede yaşayan soylulara gönderdiği armağanlarla onları yanına çekmeyi başarmıştır.
Tabaristan’da kurulan Zeyd Alevi Devleti, 891-932’de Samanidler adına hareket eden Horasanlı maceracı asker Raf'i b. Harthama'nın Tabaristan’ı ele geçirdiği zaman Muhammed bin Zeyd’in elinde kalan Gilan ve Daylam bölgelerinin içlerine kadar girmeyi başarmasına rağmen Abbasi halifesinin, rakibi Amr bin Aws’ı Horasan valisi olarak tayin etmesi üzerine Raf'i b. Harthama, Muhammed bin Zeyd ile barış imzalamak mecburiyetinde kaldı. Bununla da yetinmeyip Tabaristan’da Muhammed Bin Zeyd’e verdiği zararı telafi etmesinin yanı sıra ona, kendisiyle ittifak içinde hareket etme garantisi de verdi. Muhammed, her ne kadar 900 yılında, ele geçirmek istediği Horasan’ın üzerine sefer düzenlediyse de mağlubiyete maruz kaldı.
 
Dersimlilerin Kökeni ve Deylem’de Alevilik
Deylemliler (Daylamlılar) Hazar Denizi’nin güneybatısı ile Tahran’ın kuzeyine düşen bölgede yaşayan bir toplum olarak bilinir. Siyasi anlaşmazlıklar, dış baskılar, iklim koşulları, inanç farklılıkları, ekonomik vb. çeşitli nedenlerle göç eden veya ettirilen bu halkın büyük çoğunluğunun Güneybatı İran’a gidip orada Büveyhoğulları Devleti’ni kuranlar oldukları görüşü yaygındır. Öte yandan Goranlıların da yine Deylemliler olduğu anlaşılmaktadır. Deylemliler, bölgedeki işgal ve gelişmelerden sonra bu bölgeyi de terk ederek Fırat, Murat (Dicle) nehirleri ve Dersim bölgesine 933-1055 yıllarında yerleşirler. Bölgenin yerli halkıyla kaynaşarak bugünkü Dersim halkını oluştururlar.
 Hem Daylamlıların, Dersimlilerin ataları olduğu hem de günümüzde Dersim coğrafyasında konuşulmakta olan Zazaca’nın (Dımili) bir başka ifadeyle Dersimce’nin bir Kürtçe lehçesi olmayıp Hint-Avrupa dil öbeğinin Doğu grubu içinde yer aldığı ve İran’da konuşulan dillerin kuzeybatı sınıflandırması kapsamında bulunduğu yargısı batılı bilim adamlarının bir kısmı tarafından da kabul görmektedir.
Rus araştırmacı V. Mınorsky, Hollandalılar tarafından zamanın en ünlü otoritelerine hazırlatılmış ve 30 yılda tamamlanmış olan İslâm Ansiklopedisi'nin İngilizce nüshasında, Kürtler bahsinde "20. yüzyılda Kürtler arasında kesinlikle Kürt olmayan bir unsurun tespit edildiğini (Zazalar)" belirtir (sf. 1134) ve "bu grubun Kürtçe'den çok farklı kuzeybatı lehçesi konuştuğunu" (sf.1152) yazar. Bununla da yetinmez!.. “Zaza” kelimesinin geçtiği her yerde "gerçek Kürt olmayan" kaydını düşer!.. (sf. 1151)
Dersimliler tarafından Kırmanc olarak adlandırılan, ancak uluslar arası arenada Zaza olarak bilinen halkın geçmişi hakkında, Uluslar arası bilim adamlarından B. Henning (1954), D.N. Mac-Kenzie (1961–95), T. L. Todd (1985; G.S. Asatrian/F. Vahman (1987 –95), Joyce Blau (1989), P. Lecoq (1989), C. M. Jacobson (1993–97), Jonst Gippert (1993–96), M. Sandonato (1994), Ludwig Paul (1994–9) ayrı bir dil olduğunu ve Kürtçenin lehçesi olmadığını ispat ettiler. D. N. Mackenzie, Zazacanın, Kürtçeyle ilişkisinin olmadığı itirazını kanıtlamıştır. 1900 yılında Dersim adlı kitabını yayınlayan Antranig’e ve sonradan da İranolog Oskar Mann ve tarihçi V. Minorsky’e göre; Zazalar’da kabul gören dımıli terimi, Kuzey-İran’daki Gilan’da bulunan Deylem bölgesinden göç edip Dersim’e yerleştiklerini belirtmektedir.
Kürt dili üzerine çalışma yapan yabancı araştırmacılardan; Karl Hadank ve Artur Christensen, Dimililerle, Goranların aslen Kürt olmadıklarını, bunların Hazar Denizi’nin güney batısından gelen Deylemliler olduklarını ileri sürmüşlerdir. Christensen, Dimili sözcüğünün, harflerin yer değiştirmesi suretiyle Deylem sözcüğünden türediğini ileri sürmektedir. Bugün kendilerini Kırmanc ya da Zaza olarak tanımlayan Dimili konuşan toplulukların Anadolu’daki tarihinin M.S. 550′lerden çok daha gerilere dayandığı bilinmektedir.
V. Minorsky, Deylemliler adlı makalesinde; ”Çağlar boyunca Daylamit boylarının yerleştiği alanlar, oldukça geniş bir alanı kapsar. Bu nedenle, kronolojik güçlükleri göz önünde bulundurarak referansları tek bir başlık altında toplamak daha uygun olacaktır. Bir Babil adı olan Dilmun adası (Bahreyn), bugün bile güncel bir ad iken Fars’ın güney kıyısındaki Bender-i Daylam adı gerilere, Buyid dönemine kadar dayanan bir ad görüntüsü vermektedir. Aşağı Kafkasya bölgesinde, Sasaniler devrinden kalma askeri yer isimleri Lahican’la bağlantılı gibi görünen (şimdiki Lahican) Layzân ya da Lâizan adlarını çağrıştırıyor. Şirvan adı, muhtemelen Talakan ve Alamut nehirlerinin birleştiği yerde bulunan Şir (Arapça, Şirriz) ile benzerlik gösteriyor” demektedir. Bkz. Hudud bl II ve Cuveyni, III, 425 (Kazwini’nin notu)
V. Minorsky, Deylemlilerin, Urmiye Gölü’nün kuzeybatısı, yani Salmas’ın merkezi çok yakın zamanlara kadar Dilmakan diye adlandırılmaktaydı. Urmiye Gölü’nün güney batısında önemli bir Zagros Geçidi üzerinde Lahican diye bir bölge olduğunu (bkz. Sawdibulak, el’) ve Zazaların, Daylamit kavminin devamı olduklarını F. Andreasa atfen belirtmektedir.
Ermeni tarihçi Garo Sasuni, "Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. yüzyıldan Günümüze Ermeni-Kürt İlişkileri" adlı eserinde "Avusturyalı tarihçi Thomas Chek, Heartman ve Alman dilbilim ve etnoloji uzmanı Theodor Nöldeke (2 Mart 1836-25 Aralık 1930)’nin Dersim Zazalarını Kürt kabul etmediğini" yazar!
Hollandalı araştırmacı V. M. Bruınessen de "Ağa, Şeyh ve Devlet" isimli eserinde aynı görüşü paylaşır!..
Doç, Yalçın Küçük; “Kürtlerin Üzerine Tezler” adlı kitabında; ‘‘Zazaca, çokca sanıldığının aksine Kürtçe‘nin bir lehçesi değildir. Zazaca Kürtçe dışı kalıyor‘‘ demektedir.(sf.37)
Ayrıca Zazaların kültürel değerler yönünden de Kırmanclar-dan (Kürt) farklı yönleri olduğu tespit edilmiştir. Örneğin köklü bir bahçe kültürleri vardır ve yerleşik düzene aşinadırlar.
Zazaları; Deylemlilere bağlayanlar da mevcuttur (Deylemliler Türklüğün egemen olduğu bir topluluktur). Bunun nedeni uzak bir ses çağrışımı olup kendilerine ‘Dimili‘ demelerinden kaynaklanmaktadır. Oysa ilke olarak, ulusların kökenlerini etimoloji yoluyla kanıtlamak yanlıştır; etimolojiler tarihi ve coğrafi olgularla desteklenmelidir.
Japon asıllı Prof. Goıcıe Kojıma, Zazaki'yi ayrı bir lehçe olarak sınıflandırır ve "bir Kürt grubunun bulunmadığını, her bir lehçenin ayrı bir dil gibi olduğunu" belirtir!..
Ayrıca konunun uzmanı sayılan Avusturyalı tarihçi Thomas Chek, O. Man, Prof. Haddank ve İran dillerinde uzman İngiliz dilbilimci David Neil Mac Kenzie (8 Nisan 1926-13 Ekim 2001) hem Zazaların, hem de Guran ve Hevramîlerin Kürtlüklerini kararlılık ve kesinlikle reddederler!..
1937 yılında Tunceli-Dersim'de incelemelerde bulunan Nazmi Sevgen, bir çok yaşlının, "Biz Horasan Türkleriyiz" dediğini yazar!..
Türkiye Tarihi adlı kitabında Yılmaz Öztuna ise Hunlarla aynı federasyon içinde Timlin (Dimlin) Krallığı (M.Ö. 300-M.S. 550) adında yaklaşık dokuz asır yaşamış olan bir devletten de söz etmektedir. (Öztuna, a.g.e. cilt1, s.138–141). Dimlinlerin, Hun federasyonunu oluşturan unsurlar arasında önemli boylardan biri olduğunu belirtmektedir. (Öztuna, a.g.e. cilt 1, s. 138–141)
Kendisi de Hormak aşiretine mensup bir Zaza olan M. Şerif Fırat, meşhur Doğu İlleri ve Varto Tarihi adlı eserinde, "Zazaların bir kısmının İç Anadolu'dan (muhtemelen Yavuz Selim zamanında), bir kısmının da daha eski tarihlerde Horasan ve Harezm'den geldiklerini" belirtmiştir!.. Aynı eserinde Hormak aşiretinin kökeninin Türk olduğunu ortaya koyan Orhan Gazi ve Sultan 1. Murat tarafından onaylanmış 12 nesillik soy kütüğünü kanıt olarak yayınlamış ve Zaza bölgesindeki pek çok yer, aşiret, kişi, türbe isminin öz Türkçe olduğunu da yazmıştır!.. (sf. 52-54)
1938 yılındaki Tunceli-Dersim İsyanı’nın Alevî-Zaza lideri Seyyid Rıza, Devlet'e yazdığı mektupta:
-"Şâyet Hükümet hizmet ve sadakatimizden şüphe ederse, âbâ vu ecdâdımızın eskiden geldikleri Yukarı Türkistan, Horasan vilâyetine bütün mensub-u aşiretimizle hicret etmeye himmet buyrulsun," diyerek Zazaların ana yurdunu açıkça ifade etmiştir!.
Ayrıca Koçgiri aşiretinden olan Alişir de bir şiirinde:
 “Ceddimiz Şeyh Hasan, Şâh-ı Horasan”
mısraı ile bu aşiretin de Orta Asya kökenli Türk olduğunu dile getirmiştir.
Kendisi de Zaza ve Pertekli olan, Tunceli-Dersim bölgesinde yıllarca Kaymakamlık yapmış bulunan M. Zülfü Olga (1880-1959) "Dersim Tarihi" adlı kitabında, "Zazaların, Timur'un Horasan'ı ele geçirmesinden sonra, büyük bir topluluğun oradan Anadolu'ya geldiklerini" yazar... İki ihtimal vardır. Ya Cengiz istilâsı (1200'ler) ile Timur'un fetihlerini (1400'ler) karıştırmaktadır... Ya da her ikisi de Moğol olan hem Cengiz ve hem de Timur dönemlerinde iki büyük göç olmuştur!. Ama Zazaların büyük kısmının Horasan'dan geldiği kesindir.
Yine kendisi de bir Zaza Alevisi olan Cemal Şener, "Aleviliğin Etnik Kimliği" adlı eserinde "Hem Alevî Zazaların, hem de Alevî Kürtlerin köken olarak Türkmen olduklarını" tartışmasız bir biçimde ortaya koyar!..
Cemal Şener bu gerçeği şöyle ifade ediyor:
-"Son on yıldır, Alevî olupta Kürtçe ya da Zazaca konuştukları halde, kendilerini Türk olarak ifade eden Alevî yerleşmelerinin %75'ini gezmiş biriyim... Bu köylerde yaklaşık 1500 civarında insan ile görüştüm. Buna İstanbul'da Şahkulu ve Karacaahmet dergâhlarında rastladığım Tuncelili, Antepli, Maraşlı Alevî yaşlıları da ekleyince, 3000 kişiyi buldu... (sf. 36)"
-"Kendileri Zazaca veya Kürtçe'yi bildikleri halde, hatta Türkçe'yi bozuk bir şive ile konuştukları halde, bugün yaşı 60'ın üstünde olan ve kendisini Kürt ya da Zaza diye ifade eden (yani Türk olmadığını ifade eden) bir tek Alevi’ye rastlamadım!.. Kendisini Kürt veya Zaza olarak ifade eden kesim ise, son yıllarda veya radikal sol rüzgârdan etkilenen azınlık bir gençlik kesimidir. Bu da tarihsel değil, siyâsî bir kimlik olarak kabul edilebilir." (sf. 37)
Cemal Şener ayrıca:
-"Alevilikte Dedelik, ocak geleneği ile yaşar... Dede Ocakları'nın tümü, kendilerinin Horasan'dan gelen Türkmen aşireti olduğunu savunur!" der... (sf. 25)
Araştırmacı Martın Van Bruınessen de "Alevî Kürtlerin Etnik Kimliği Üzerine Tartışma" başlıklı yazısında, "Ritüel (âyin, ibadet) dili olarak neredeyse tamamen yalnız Türkçe kullanan ve hatta çoğu Türkçe aşiret adlarına sahip olan Kürtçe ve Zazaca konuşan Alevilerin varlığı birçok yazarı meşgul etmiş bir vakıadır," der ve "Dersimlilerin Kürtleştirilmiş ya da Zazalaştırılmış Kızılbaş Türk Aşireti olduğu... Bu varsayım o kadar mantıklı görünür ki, bazı Batılı akademisyenlerce de hiç sorgulanmadan kabul edilmiştir. Örneğin Melınkof (1982)"
Türkolog Irene Melınkof da Kırmancca ve Zazaca konuşan Koçgiri aşiretinin Türk olduğunu, şu sözlerle ifade eder:
-"Araştırmalarım beni Kırmanc denen ve Kürtler olarak tanınan insanlar arasında kalmaya götürdü. Töreleri Orta Asya’ya kadar uzanan Türk töreleri idi!.. Ölümle ilgili âdetler, albastı inanışı, Türklerin 12 hayvanlı takvimleri, eski yeni yıl bayramları olan Hızır Bayramı’nın kutlanması vb. sorduğumda, kaynaklarımdan birisi bana 'soy olarak biz Kürt değiliz fakat (Alevî) inançlarımız dolayısıyla çok ezâ gördük. Dağlara sığındık, Kürtler'e karıştık ve Kürtler olarak adlandırıldık' demişti."
Irene Melınkof aynı eserinde bu tespitine şunu da ekliyor: "Bunu söyleyen birçok ayaklanmada etkinliği bulunan tanınmış 'Kürt' aşireti Koçgirilardandı. Ömer Lütfi Barkan'a şüphelerimden söz ettiğim zaman, bana Koçgiri adının Türkçe olduğunu ve Akkoyunlu, Karakoyunlu ve benzeri adlandırmalarla karşılaştırılabileceğini işaret etti."
Gerçekten de Koçgir kelimesi Orta Asya'da halen de kullanılmakta ve Koç anlamına gelmektedir... Böylece Koçgirî aslında Koçgirli, yani koçlu demektir ki, tıpkı Karakoyunlu, Karakeçili gibi Koçgirli-Koçlu aşireti de bir Türk aşireti olur.
Sultan 2. Mahmut döneminde Türkiye'de uzman olarak görev yapmış olan Feldmareşal Helmut Von Moltge de Mektuplar adlı eserinde Maraş ve yöresi için şöyle diyor:
- "Pazarcık Ovası’nı geçtik. Bu ovada üç Türkmen kabilesi Atmalı, Kılıçlı, Sinemililer konaklamıştı."
Alman Mareşali ve askeri strateji uzmanı Helmuth Karl Bernhard Graf von Moltke (26 Ekim 1800- 24 Nisan 1891)'nin 200 yıl kadar öncesinden bahsettiği bu Türkmen kabileler, Rişvan Aşireti’ne bağlı olup bugün Adıyaman, Maraş ve Gaziantep'te yaşamaktadırlar. Küçük bir bölümü de Ankara-Haymana ve Bâlâ ilçelerindedir... Dr. Mahmut Rişvanoğlu'nun araştırmasına göre Rişvanlar, Oğuz boyundan Çepni ve Çiğil Türkmenleri'dir!.. Atmalı aşireti mensuplarının Maraş ve Adıyaman’daki köylerinin adları hiç değişmemiştir ve Türkçe'dir: Tilkiler, Haydarlı, Sadakalar, Karahasanlar, Ağcalar, Kabalar, Kizirli, Kızkapanlı, Ketiler, Karalar, Turuçlu, Mahkanlı...
Kendisi de Zaza olan Eski Dersim Meb’usu Hasan Hayri Bey, 1921 yılında T.B.M. Meclisi'nde yaptığı konuşmada, "Harzem'den gelen ve Türkçe konuşan atalarına Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubat'ın yerleşme izni verdiğini, Yavuz Sultan Selim zamanında Alevî Türklerin Dersim dağlarına çekilmek zorunda kaldıklarını, kendilerini gizlemek için Kürtçe öğrendiklerini, süreç içinde Türkçe'den uzaklaştıklarını" anlatmıştır.
Araştırmacı Ali Kaya, Dersim Tarihi adlı eserinde bu ifadeyi doğruluyor:
-"Orta Çağın en büyük seyyahı ve “Rıhlet-ü İbn Battûta” diye bilinen seyahatnâmenin yazarı olan İbn-i Batuta, (d. Mağrib-Tanca 24 Şubat 1304) 1333-1334 yıllarında Kuzey Dersim'e uğradığında, iki Türkmen kabilesi Karakoyunlu ve Akkoyunlu aşiretlerinin birlikte Moğollar ile sürekli savaştıklarını belirtir... (s1. 125) Bu aşiretlerden kalanları, Dersim yöresindeki mezar taşlarındaki koç resimlerinde görmek mümkün."
-"Anadolu Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubat, Bağin Kalesi’ (Tunceli-Mazgirt)’ni ziyaretinde Şeyh Mansur'a bir şecere vermiştir. Bu şecere Şöbek köyünde Seyyid Cafer oğullarının evinde muhafaza edilmektedir. Bu şecerede 12 aşiretin Türk olduğu belirtilmektedir."
Bahsi geçen Harezm kökenli 12 aşiretten 9'u şunlardır: Haydaran, Hormek, Balaban, Çarık, Bulan, Bahtiyar, İzolu, Hiran, Koçgiri.
Alevî dedesi Pir Ahmet Dikme, 1999 yılında yayınladığı "Haykırıp Duyuramadıklarım" adlı kitabında şu bilgileri vermektedir:
-"(Cengiz Han) Moğolların baskılarına dayanamayarak yurdunu terk etmek zorunda kalan Muhammed oğlu Celâleddin Harzemşah, yer yer çarpışarak batıya doğru ilerler ve bir çarpışmada yaralanır. Yaralı olarak dostu olan Şeyh Hasan'ın yanına gelir ve orada bir Kürt tarafından öldürülür... Beraberindeki oğlu Mehmet'i Şeyh Hasan'a emanet eder. Şeyh Hasan dostu Celâleddin'in nâşını götürüp Dojik Dağı'nın zirvesine defneder. Mehmet'i kendi himayesine alır, 3-4 yıl sonra kendi kızıyla evlendirir."
Harzem Şahı Celâleddin Harzemşah'ın sözü edilen mezarı, hem Dersim Alevileri hem de Zazalar arasında yatır muamelesi gören “Sultan Baba Türbesi” oldu! (Rıza Nur, Türk Tarihi, cilt 2)
Cemşid Bender'in ve tüm Kürt ayırımcıların gözlerden sakladığı gerçek şudur ki, Herat ile Gazne arasındaki diyara Gur ülkesi denir!.. Firdevsi'ye Şehnâme'yi yazdıracak kadar hoşgörülü Türk hakanı Gazneli Mahmud'un valisi Muhammed, burada Gurlular devletini kurmuş; Muhammed Gur Han adını almıştı. (1187)
1300'lere kadar varlığını sürdüren bu Gur halkının bir kısmı, Celâleddin Harzemşah ile birlikte Anadolu'ya gelmişti.
İşte Cemşid Bender'in Horasan Kürtleri ile kastettiği bu Horasan Gurlarıdır!... Guran diye bilinen Kürt aşiretleri de aslında Gur Türkleridir!.. Gur-Guran, Tur-Turan gibi çoğul ifade eder!
V. Mınorsky, Zazalarla ilişkilendirilen ve Kürt addedilen Güranlar aşiretlerinin de Kürtlüklerini kesin bir dille reddeder!.. Güranlar bir Türk boyudur ve Goranî Lehçesi, Zazaki Lehçesi’nin en yakın olduğu dildir. Birini konuşanlar Türk ise, diğeri de Türk'tür!
Prof. Y. Hikmet Bayur, meşhur Hint Tarihi adlı eserinde, Gur Türkleri hakkında şu bilgiyi verir:
-"El Utki'nin 'Kitab-ül Yemini'nde Kalaçlar'ın Hindikuş (dağlarının) güneyinde yerleşmiş olduklarını ve Orta Asya'dan gelen diğer Türklerin Hindistan'ı fethetmelerinde çok önemli rol oynadıklarını yazarken, Gür Devleti hükümdarı Alâüddin Cihansuzun, Selçuklu Sultanı Sancar tarafından esir edildiğini belirtir."
- "Orta Asya'da Türk urukları arasında bulunan Gürler oldukça önemli bir yer tutar. Nitekim Oğuz Kağan Destanı'nda, Oğuz Han'ın Hindistan seferinde Gürler Ülkesine girip, buradan (sonra) Doğu Avrupa'ya, Bulgar ülkesine hareket ettiği, seferden sonra Gürlerin reisinin kendisini Semerkant'ta karşıladığı anlatılır. Güran Türkman taifesinden bahsedilir."
-"İran'daki Güranlar, menşe itibariyle Gürler, yani Türklerdir... İran Edebiyatının önemli şair ve yazarlarından biri olan Şeyh Sadi, ünlü 'Bostan' adlı eserinde bir İranlı köylünün Gür hükümdarına 'Ey, Türk' diye hitap etmesi de Gürler'in Türk olduğuna başka bir kanıttır."
Pir Ahmet Dikme şöyle der:
-"Munzur Dağı'nın güney yakasında bir tek Kürt yoktur!.. Orada yaşayan Şeyh Hasan aşireti tamamen Horasan kökenli Türkmenlerdir. Pülümür'e doğru gelindiğinde Areli, Lolanlı, Şahvelanlı, Kemanlı, Çarekanlı ve daha birçok aşiret oturmaktadır. Bu aşiretlerden hiç biri Kürt değildir! Tamamı Türk kökenli aşiretlerdir. Ben bu konuyu her platformda tartışmaya hazırım!"
Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik’in "19. Yüzyılın İkinci Yarısında Dersim Sancağı" adlı eserine göre, Dersim Mutasarrıfı Arif Bey'in 1903 yılı raporunda:
- "Dersim öteden beri şâyi ve zan olunduğu gibi umumen Kürt değildir!.. Çemişgezek ve Çarsancak kazaları kâmilen Türk'tür!.. Hozat kasabası ile İnce-ağa kariyesi ve Torot aşireti halkı Türk'tür!.. Fakat ihtilaflar neticesinde Kürtleşiyorlar... Mazgirt kasabası ile Ovacık kazasının ova köyleri halkı neslen Türk'tür. Ve halen halkı lisan-ı Türkî üzerine mütekellimdirler. Yalnız Ovacık Türkleri hem Kürtleşmiş, hem de Şiileşmişlerdir... Dersim Sancağı, Türklerin pek kadim mevasıdır. Türklerden gayrı hiçbir neslin âsar ve hatıratına tesadüf olunmaz!" diye yazdığını belirtir... Dersim Mutasarrıfı Celal Bey de 1906 raporunda, "Erzincan Sancağı merkezinin, Kemah'ın, Erzurum'un Kiğı, Diyarbakır'ın Palu, Elazığ'ın Harput ve Eğin, Dersim'in Çemişgezek ve Çarsancak halkının Türk olduğunu" yazmıştır.
İbn-i Haldun, Mukaddime adlı eserinde Gurilerin Türk olduğunu Kat’i-Kesin bir şekilde ifade eder... Müneccimbaşı da Gurilerin Hota (Hita) Türklerinden olduğunu kabul eder.
Dr. Mahmut Rişvanoğlu, "Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm" adlı eserinde:
-"Orta Çağ'da Afgan ve bugünkü Taberistan ve Yeni Delhi'ye kadar geniş bir imparatorluk kurmuş olan Gazneliler yıkılınca yerlerine “Gurluğ” adlı yeni bir Türk uruğu geçmiştir. Guriler (Gurlular) devletini kurmuşlardır. (1284-1304)"
-"Ayrıca, 1526-1830 yılları arasında Babür Şah’tan sonraki Babüriğ hakanların devam ettirdiği Gurkaniye devleti de bunun devamı idi."
-"Kikiler ve Kalaçlar birleşik uruğlar olarak Gurilerdir... 'Tabakat-ı Nasiri'de Bengal fatihi Melik'ül Gazi İhtiyarüddin Muhammed’in Gür ve Kalaçlardan olduğunu yazar ki, bundan Gurlu ve Kalaçların bir arada bulunduğunu (ve bir sayıldığını) anlamaktayız."
-"Bugün Bingöl, Tunceli ve Siverek’te bulunan ve Zaza, Çarekli, Dersimli diye adlandırılan oymaklar, işte bu Gurlu (Guran) ile gelenlerdir."
-"Bugün Doğu Anadolu'da hem Kürmanç, hem de Zaza lehçeleriyle konuşan bu Türkler; Guranî Türkleri ile beraber Afganistan'da ve kuzeyinde Karluk Türk devletinin yıkılmasıyla Hazar' ın kuzeyinden ve güneyinden Anadolu'ya gelmişlerdir."
Bu yüzdendir ki, Zazaları iki grupta incelemek mümkündür:
1) Tunceli, Erzincan ve yakın iller... Kuzey Zazaları... Bunların çoğu Alevi’dir.
2)Urfa-Siverek, Diyarbakır, Elazığ Palu... Güney Zazaları.  Bunların çoğu Sünni’dir... Siverek Zazaları 5 kola ayrılır: Karanlı, Bucak, Kırvar, Haseran ve Bapviran.
Bunlardan Karanlılar(aslı Karahanlılar) Karluk Türklerinin iki kolu olan Yağıza ve Çiğil oymaklarındandır. Karahanlılar bazı kaynaklarda Elikhanlar diye anılır... Karanlı köylerinin isimleri tümden Türkçe'dir: Karahan, Kepirkuyu, Güvercin, Dindar, Hamamviran, Şiran gibi... (Prof. Dr. Mehmet Eröz, Doğu Anadolu'nun Türklüğü, sf. 125)
Haseranlar özbe öz Türkmen'dir. Köy adlarının hepsi Türkçedir. Karakaya, Doğan, Konaklı, Hoya, Karamusalar, Derdere, Hindibaba, Şeyhandede, Ahirmat, Sarsap, Budaran gibi...
Bucaklar boyu tamamen Türk'tür. PKK'ya karşı devletin yanında yer almış, çarpışmıştır. Köy isimleri de Türkçe'dir. Güngörmez, Bahçe, Mezra, Bitik, Kalemli, Daralık, Çeftali, Kale, Sepetviran ve Çamurlu gibi...
Kırvar boyu da Türk'tür. Odabaşılardan gelmedir.
Siverek'te kalabalık aşiretlerden biri de Karakeçililerdir. Oğuz'un Kayı boyundan olduğu sanılmaktadır. Damgaları, gene Oğuz boyu olan Avşar damgasıdır. 60-70 kadar Karakeçili köyü vardır. Adları hep Türkçe'dir. Ağaören, Deliktaş, Karayük (Karahöyük), Kurtini, Karadibek, Bozkuyu, Kapaklı, Böğdük, Göllü, Payamlı (Bademli), Toru, Saluca, Çipini gibi... Karakeçililer yakın zamana kadar Kürtçe konuşurlar, kendilerini Kürt sanırlardı. Ancak Anadolu'nun başka yörelerinde, Bursa, Bilecik, Eskişehir, Balıkesir, Adapazarı, Kırıkkale, Gaziantep’te akrabaları olduğunu öğrendiler, Türk olduklarını fark ettiler!
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere bu konuda otorite sahibi olan bilim adamlarının ortak görüşleri, Zazaların Kürt olmadığı, Zazaca’nın da Kürtçe’nin bir lehçesi olmadığı yönündedir. Kürt kimliği, günümüzde Zazaların önemli bir bölümü tarafından reddedilmektedir. Osmanlı’dan günümüze kadar geçen süreçte dilleri Kürtçe’den farklı olduğu ve Kürt kökenli olmadıkları halde Zazalar, devlet ve toplum tarafından Kürt olarak tanımlanmışlardır. Gerek toplumsal ilişkiler gerekse devletsel ilişkiler olsun ikisi de Zazalara ya Türklük ve Kürtlük empoze edilmeye çalışılmış ya da Zazalığı, Kürtlüğün ve Türklüğün üst kimliği şeklinde benimsemeye zorlanmışlardır. Devletin bu etik bakışı ve bu yöndeki tavırları, Zazaları Kürt ve Türk kimliğinden birini benimsemeye itmiştir. Ancak buna rağmen Zazaların büyük çoğunluğu duyarlı davranarak öz kimliklerini benimsemişler. Zazaca, bu konunun en yetkin uzmanları olarak kabul gören Rus doğu bilimci Prof. Vladimir Minorsky, Ermeni tarihçi Garo Sasuni, Zazaca üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Alman dilbilimci Karl Haddank, Zazaca'nın başlı başına bir dil olduğunu, yaptığı derleme, araştırma ve incelemeleriyle kanıtlayan ilk dilbilimci, İranolog Oscar Mann, İran dillerinde uzman İngiliz dilbilimci David Neil MacKenzie, Japon asıllı Prof. Goıcıe Kojıma, Hollandalı araştırmacı Martın Van Bruınessen, T. M. Jhonstone ve W. B. Loocwood gibi bilim adamları tarafından ayrı bir dil şeklinde sınıflandırılmaktadır. Dersimliler, farklı araştırmacıların saptamalarından da anlaşılacağı üzere farklı bir halk olarak tanımlanırlar. Hakezâ konuya hâkim olan uzmanlar da Dersimlilerin Kürt olmadığı görüşündedirler. Medlerin kuzey komşuları olan Daylamlılar hakkında bilgi veren Yunan tarihçiPolybius (MÖ 203–120), günümüzdeki Zazaların, Daylam kökenli olduklarını, yani onların atalarının Daylamlılar olduğunu söyler. Gene Zazaların ayrı bir halk olduğu, konunun uzmanı olan Ingvar Sbruberg tarafından da dile getirilmektedir.
Dımilice’den yola çıkan Amerikan dilbilimci Terry Lynn Todd tarafından ayrı bir halk olarak tanımlanan Zazalar, öteki halklarla eşdeğer bir şekilde kendi kimliklerine sahip çıkmakta ve onu korumaktadırlar. Dersim ve yöresi, M. Ö. VI. yüzyılda “Dımilice’yi konuşanların yaşadığı coğrafya” anlamına gelen Dilaman adıyla anılırdı. Partların egemen oldukları M.Ö. 247-M.S. 226 tarihleri arasında yarı bağımsız veya tam bağımsız bir krallık durumunda olan Dilaman, 30 yıl süreyle Part Federasyonu’nun bir üyesiydi.
M. Ö. VI. yüzyıldan M.S. IV. ve V. yüzyıllar arasındaki zaman dilimi içinde kalan takribi 1000 yıllık süreçte, günümüzde Kırmanclar-Zazalar tarafından yurt edinen coğrafya, Dilaman (Daylam) adıyla anılırdı. Bugün ise İran’ın kuzeydoğu eyaleti Kuzey Horasan, Mazendaran, Rast, Gibal, Gilan, Tabaristan, Chalus, Kalar, Enzeli, Varemin, Lahican, Siya, Kal, Koh, Pir, Pulur, Fumen, Gerekerd, Bar, Tufem, Rudsa Muvaz, Leseneşar, Kohaman, Hasan Rud, Astara, Vajagali, Harfajan, Emurluh, Rahmandabat, Pankuh, Hesen  Beg ile Hazar Denizi tarafından çevrelenen coğrafya, Daylaman (Dilaman) Gilan olarak adlandırılmaktadır (1590).
Mitolojik konuları işleyen bir ozan olarak da bilinen Bizanslı tarihçi Agathias tarafından kaleme alınan Histories adındaki eserde verilen bilgilere göre Dımıliler, M. S. 551-552 tarihlerinde Dicle kıyılarında yaşamışlardır. Bununla birlikte aynı zamanda Agathias’ın ustası da olan ve I. Valentinianus'e karşı imparatorluğunu ilan eden Klikya yerlisi, Constantinus hanedanı mensubu Procopius (326-26 Mayıs 366) da yaklaşık olarak aynı coğrafyayı, Dımılierin ülkesi şeklinde tanımlar.
Zhomas Arcruni’yi dayanak olarak alan Ermeni Atrasnik de Zazaların, Deylemliler olduğu görüşünü savunmaktadır.
Rus doğu bilimci ve İranolog Prof. Vladimir Minorsky, M.Ö. X. yüzyılda Hazar Denizi’nin dağlık kesimlerine indikten sonra oradan da batıya doğru yönelen son İran kabilelerinin, karşılarında Kürtleri bulduklarından söz eder. Bu Kürtler tarafından kullanılan sözcükler, Daylamlılar tarafından konuşulan sözcüklerden tamamen farklıdır. Daylamlıları, Kürtlerin arasına karışarak Kuzey Mezopotamya’yı kendilerine yurt edinen Zazaların ataları olduğu düşüncesini de göz ardı etmemek gerekir.
Dimili konuşanlar; Kırmanclar ve Zazalar olmak üzere iki ana unsurdan meydana gelmektedir. Kırmanclar Alevi, Zazaların büyük çoğunluğu da Sünni’dir. Bir başka ifadeyle Kırmanc -Zaza ayrımı ile Alevi-Sünni ayrımını birbiriyle örtüşen kavramlar olarak görmek mümkündür. İnanç farklılığı ile farklı göç dalgalarında yer almaları, her iki unsur arasında var olan bölünmenin nedeni olarak görmek yanlış olmaz sanırım. Ama bu iki unsur, bölünmüş olsa da bugün kendilerini farklı olarak tanımlasalar da bunların aynı kökenden geldiklerini asla göz ardı edemeyiz.
Kırmanclar ile Zazaların aynı dili konuştukları bilinen bir gerçektir. Hiç şüphesiz ki aynı dili konuşmak, tek başına iki ana unsurun aynı kökenden geldiklerini kanıtlamaz. Ancak bu dil birliğinin yanı sıra bu iki unsurun aynı kökenden geldiklerini ortaya koyan başka bazı kanıtların varlığı da söz konusudur. Örneğin iki unsurdan da kendilerini Dimili olarak tanımlayanlara rastlamak hiç de zor değildir. Sivas’ın Zara, Kangal ve Divriği ilçelerinde ve kimi köylerinde yaşayan Alevilerin içinden “Em Dımili’yanın (Biz Dimiliyiz)” sözcüklerini kullananlar olduğu gibi Urfa-Siverek ve Diyarbakır-Çermik’de yaşayan Zazalar da dışarıya karşı kendilerini Zaza olarak tanımladıkları halde kendi aralarında Dimili terimini kullandıkları bilinen bir gerçektir. Her iki unsurun da büyük çoğunluğu –bilhassa genç nesil- ana dillerini unutarak (ya da unutturulmuş) Kürtleşen ya da Türkleşenler olduğu halde hâlâ kimliklerini koruyanlar da bulun maktadır.
Dersim merkezli Kırmanclar, kendi aralarında konuştukları dili Dımilki şeklinde tanımlarlar. Ancak Bingöl’de yaşayan Alevi kökenli Hormekliler, hemen yanı başlarında yaşayan ve aynı dili konuşan Sünni inançtan halkı Zaza olarak tanımlarlar.
Elazığ valisi olarak görev yaptığı sırada Elazığ’a bağlanan Dersim hakkında rapor düzenlemekle görevli kılınan ve Dersim Alevileri ile dostane ilişkiler kurma başarısını gösteren Ali Cemal Bey (Bardakçı)’in Dersim hakkında düzenleyerek dönemin hükümetine sunduğu rapor kısaca şöyledir:
“Alevi ve halis Türk olan Türkmenler, Yavuz zamanından beri müthiş baskılara maruz kalmış ve on binlercesi merhametsizce öldürülmüşlerdir. Dersim kargaşalıkları; küçük-büyük memur ve mutaassıp hocaların tahrik ve teşvikiyle cahil Sünni ahali tarafından haklarında reva görülen muamelelerden doğmaktadır. Baskılar son bulur ve şuurlu bir şekilde hareket edilirse Dersimliler, cumhuriyetin sadık ve fedakâr hamileri olabilirler.
Dersim eyaletinde Türkçe bilmeyene ve Kürt tipine rastlamadım.
Sünniler, Alevilere Kürt, Aleviler de Sünnilere Kürt derler. Kürtlere komşu Dersim Alevilerinde Türk’ten başka bir millet oldukları kanaati olmakla beraber memurlar da bu hataya düşmüşlerdir (…). Dersimliler öldürülmeden ve sürülmeden korkuyorlar(…). Dört yüz yıldan beri Dersim’e hükümet girmiş değildir. Her Dersimli hayatını, malını muhafaza kaygısıyla silah bulundurmak zorunda kalmıştır”.
Buna rağmen aralarında kimi zaman Zazalar hakkında “Dimili Çevliği” (Dimili Menbaı) sözcüklerini kullanan Dersimliler, kendileri için de kimi zaman Dımili terimini kullanırlar. Bu örnekte görüldüğü üzere iki unsurun aynı kökenden geldiğini doğrudan olmasa da dolaylı bir başvuru kaynağı olarak görmek mümkün dür. Kürtçe dilini konuşan insanların, her iki unsuru da Dimili olarak adlandırmaları, Kırmanclarla Zazaların aynı kökenden geldiğini ortaya koyan bir başka kanıt olarak görebiliriz. Kimi yerlerde sadece dil adı olarak, kimi yerlerde de halk adı olarak kullanılan Dimili adı; bariz bir biçimde görüldüğü üzere bugün Kırmanclar ile Zazalar tarafından müştereken kullanılan tek etnik terimdir. Bu vasfından ötürü Dimili terimi, iki unsurun aynı kökenden geldiğini belirlemekte kilit konumundadır. Kırmanc ve Zaza terimlerinin menşei günümüzde bile tam olarak ortaya konulmuş olmasa da Dımili sözcüğünün Deylem adından geldiğini ve Deylemli (Deylemî)  anlamında kullanıldığını tartışmasız bir şekilde ortaya koyan F. C. Andreas’ın bu düşüncesi, A. Christensen tarafından kaleme alınan “Les Dialects D'avroman Et De Pewa, A. Christensen, 1921, Kopenhag” adlı yapıtta kapsamlı bir şekilde tanıtıldı. F. C. Andreas’ın bu düşüncesi; aralarında Rus doğu bilimci Vladimir Minorsky, Zazaca üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Alman dilbilimci Karl Hadank ve İran dillerinde uzman İngiliz dilbilimci David Neil Mac Kenzie’in de bulunduğu ve bu konuda otorite olarak kabul gören pek çok tarihçi ve dilbilimci tarafından da paylaşılmaktadır. Dımili-Deylem ilişkisini ortaya koyan ilk kişi olanErmeni yazar Antranik Çelebyan, bu görüşünü, 1901 yılında yayınlanan “Dersim” adını verdiği incelemesinde kapsamlı bir şekilde açıklar.
Dimli-Deylem ilişkisini ortaya koyan tarihî donelerin bir araya getirilerek yayınlanmamış olması, büyük bir eksikliktir. Bu eksikliği bir nebze de olsa gidermek için eldeki doneleri özet olarak ortaya koymanın gerekliliğine inananlardan biriyim ve bunu bir görev addediyorum.
Histories adını verdiği yapıtında Lazica’da meydana gelen Roma-Pers savaşlarından söz ederken, gerçekleşen bu savaşlarda Perslerin saflarında savaşa katılan Dılimnitler olarak adlandırdığı Deylemlilerden bahseden Bizanslı şair ve tarihçi Agathias (536-582), bu yapıtının bir yerinde: "The Dilimnites areamong the largest of the nations on the far side of the Tigris whose territory borders on Persia" der. Türkçe'ye çevrilişi şöyledir: "Dilimniteler, ülkeleri İran'la sınır olan Dicle kıyısında yaşayan ulusların en büyükleri arasındadırlar". (Agathias, "The Histories", Trans. By Joseph D. Frendo, 1975, 111. Kitap, S,87-88).
 Bu satırlar: “Onlar genellikle Perslerin saflarında savaşmaya alışık olsalar da, gerçekte özgür ve bağımsız olmaları nedeniyle herhangi bir zorlamaya boyun eğmek onların yaradılışlarına ters düştüğü için, bağımlı bir halkın zorunlu askeri olarak savaşmazlar” şeklinde devam eder.
Agathias'ın M. S. 550’lerin başlarına ait olan bu satırları; Dımililer (Kırmanclar ve Zazalar) M.S. VI. yüzyılın ortalarında (M. S. 551-52), günümüzde ele geçirdikleri bu coğrafyada bulunuyorlardı ve bağımsız bir şekilde yaşıyorlardı, anlamını taşımaktadır.
Daylam başlıklı makaleyi kaleme alan Rus doğu bilimci Vladimir Minorsky de Agathias tarafından ortaya konulanlardan aynı sonucu çıkaranlardandır.
Konuya ilişkin araştırmalarıyla tanınan uzman bir isim de, X. yüzyılda yaşamış Thomas Ardzrouni adlı Ermeni tarihçidir. “Histoire Des Ardzrouni" (History of The House of Ardsruni) adını verdiği yapıtında, genelde başlangıçtan X. yüzyıla kadarki Ermeni tarihini, özelde ise soyadından da anlaşılacağı üzere kendisinin de mensubu bulunduğu ve Artsruniler olarak da bilinen Van Ermeni Krallığı (Vaspurakan)’nın yönetenleri olan ailenin tarihi hakkında bilgi verir. Bu yapıtın ara başlıklarının birinde: Delemiklerin Aghbag eyaletindeki Hadamakert kentine düzenledikleri sefer, Tanrı'nın sayesinde Ermeni kuvvetlerinin zaferiyle sonuçlandı" (a.g.y., S.243) der. Bu başlık altında: Aynı dönemde Asur ülkesine gitmek için yola çıkan Delemikli bir askeri müfreze Aghbag eyaletindeki Hadamakert kentinde büyük yağmalara girişerek, çocuk, kız, kadın vs. Kaçırıyorlardı.
Bunu duyan kral, seçkin süvarilerinden oluşan bir grubu onların üzerine gönderdi. Kralın emrine sadakatle bağlı olan süvariler; bir süre sonra Delemikleri Antzevatsik bölgesinde bozguna uğrattılar. Yiğit ve kokusuz okçular; Delemikleri, otların, Ermeni atlarının nalları altında ezilmesi gibi, ezip geçtiler. Aşağı yukarı, ellerindeki kılıçlarla 2 000 kişiyi öldürdüler.
Delemiklerin askeri kampı ele geçirilip yağmalandı. Esirler, kurtarılarak evlerine ve ülkelerine gönderildiler" (a.g.y., S.243) satırlarını  görürüz.
Fransızca’dan tercüme edilen kitabın çevirmeni yukarıda aktarılan pasaja: "Bu hikâyenin değişik bölümlerinde yazarımız tarafından belirtilen Amiouc'daki Outhmaniciler (&18) Zourarecler kabilesi (&37) ve nihayet bu hikâyede sık sık adı geçen Caisiciler ve Bougha dönemindeki Delemiclerin ülkesi, sadece Ermeni yazarlar tarafından biliniyordu. En azından bunların isimleri Mose Caghanca tovatsi, I. III. Bölüm XX1'de bulunabilir. Bu 10. yüzyılda gerçekleşmiştir. Yazara göre Rusça çevirisinin 275. Sayfasında.” notunu düşüyor.
“Tarih sahnesine çıkan yeni bir Delemic boyu ki bunlar, Salar adı da verilen bir generale itaat ediyorlardı (veya general ile ittifak halindeydiler, S.C). Bu General Aghovanie; Pers ülkesini, Ermenistan’ı ve hatta Berda şehrini hükmü altına almıştı. 914'e kadar bu bölgelere hükmeden Rusları da kovmuştu. İşte bunlar kuvvetli ihtimalle Adamakert'i işgal eden ve Ermeni kralı Gagik tarafından yok edilmekle yüz yüze bırakılan General Salar'ın son askeri müfrezesini oluşturan Delemikler'dir. Kesin tarih belli değil" (a.g.y., S 243-244, Fransızca'ya çeviren tarafından düşülen dip not).
Ermeni yazar Thomas Astruni, yukarıya aktarılan satırlarda Ermenistan’ın, 10. yy. da Deylemliler tarafından işgalinden bahseder. Yazarın ifadesine göre Aghbag hatamakert (Adamakert)  kentini işgal eden Deylemliler, Antzevatsik bölgesinde karşılaştıkları Ermeni ordusu tarafından mağlup edilirler.
Yukarıya aktarılan bilgiler doyurucu olmayabilir, eksik olabilir. Bu eksikliği gidermek ve daha detaylı bilgi edinmek için başvuruda bulunmamız gereken iki önemli isim daha vardır. Bunlar; aynı zamanda Büveyhilerin resmi tarihçisi de olan teolojist, felsefeci, yazar Ebu Ali Ahmed ibn Muhammed ibn Ya'qub İbn Miskawayh (932-1030) veİbn Esir ailesinden üç erkek kardeşten ortancası ve Ortaçağ sonrası tarihçisi olan Ali ibn el-Esir veya Ali ibn al-aşir (1160-1233)’ dir.  
Ermeni bilim adamı Dr. Arşak Poladyan, "V11–X. yüzyıllarda Kürtler" adını verdiği çalışmasında özellikle İbn Miskawayh ve Ali ibn el-Esirikilisi tarafından yazılanları kaynak göstererek şöyle der: “Hicri 326 yılında (937-938 yılında) Laskari Ibn Mardi, büyük ordusuyla Djibal'den Azerbaycan'a saldırdı… Laskari, yönetim merkezi saydığı Ardabil'den başka hemen hemen bütün bölgeyi ele geçirdi. Saldırıyı püskürtmek için Daysam, Ziyaridlerin Emir evinden prens Vasmgir'le anlaşmaya başladı… Aynı yıl Vasmgir, Rey'den Azerbaycan'a gittiği sırada Laskari savaşmadan ordusunu bölgeden çıkardı, Ermeni bölgesi Andze vadzik'e (Arap. Zavazan) geçti, buradan Musul'a hareket etme niyetindeydi. Fakat yolda Artsrunida'nin Ermeni prensleri tuzak kurdular ve Laskari'yi öldürdüler. Ibn Miskavayh ve Ibn al-Asir bu olayların daha etraflı bir yorumunu vermektedirler" (a.g.y., S. 63-64, Özge yay., çev. Mehmet Demir).
Anlaşıldığı kadarıyla bu satırlarda sözü edilen olay, Ermeni yazar Thomas Astruni tarafından dile getirilen olayla aynıdır. O halde Ermenistan’a girdiği söylenen ordu, Laskari Ibn Mardi adındaki Cibal yöneticisinin komutasında bulunan Deylem ordusudur. Burada sözü edilen Laskari, ya Deylemli Laskari’dir veya Gilanlı Laskari’dir (Minorsky, La Ddomination Des Dailamites, Dipnot: 47; Türkçe'si için bk. Desmala Sure, Sayı S11/ 1,S.34).
Ermenice'de Andzevadzik, Arapça'da ise Az-Zavazan ya da sadece Zavazan olarak adlandırılan Zaza ülkesi de savaşın gerçekleştiği yerdir. Sözü edilen olayın gerçekleştiği tarih ise M. S. 937/ 38’dir.
Abbasi İmparatorluğu’nda merkezi otoritenin zaafa maruz kaldığı, genelde her tarafta olduğu üzere Ermenistan’da da teorik olarak halifeye biat eder gibi görünen, pratikte ise bağımsız ülkelerin meydana geldiği ve Buyi Deylem Devleti’nin kuruluşuyla çakışan bu dönem Ermenistan’ında biri başkenti Ani olan Bagradit Krallığı, öteki Van Gölü ve çevresini içine alan Van merkezli Vaspurakan (Van) Krallığı olmak üzere birbirine rakip iki Ermeni krallığı bulunmaktadır. Van Krallığı’nın yönetenleri Ardsrunilerdir.
Ermeni yazar Antranik Çelebyan, Dersim adıyla yayınlanan yapıtında, Thomas Artsruni tarafından yazılan ve yukarıya aktarılan satırlarına gönderme yapar: "Thomas Arzrouni… Telmig ırkından bir ordunun Aghbag'in Hatamakerd Sin bölgesine varışında…, Ermeni kralının onlar üzerine bir saldırı emri vererek iki binini öldürüp savaşı kazandığından söz ediyor. Öyle görünüyor ki, Dersim'de ve diğer bölgelerde yaşayan Telmigler, dilleri Dersimlilerin çoğu tarafından konuşulan ve şimdi Dımli veya Tımli olarak biliniyor olanlardır" (a.g.y., S. 160-161, Dipnot) der. Bu satırlar, büyük bir olasılıkla Ermeni yazar Antranik Çelebyan tarafından Dımili-Deylem bağlantısının kurulduğu satırlardır. 
Konuya ilişkin bilgilerine başvuracağımız üçüncü kişi, “Meyyafarkin ve Amed Tarihi” adlı yapıtıyla tanınan Ibn'ül-Ezrak (1116-1176) adındaki tarihçidir. Bu yapıtında, Daylamlıların (Buyiler/Büveyhoğulları) M. S. 979-980’lerde Diyar-i Rebia (Musul-Ceylanpınar arasında yer alan coğrafya), Meyyafarkin ve Diyarbakır’ın ele geçirilişinden söz eden Ibn'-ül-Ezrak, Buyi Devleti’ni de Daylam Devleti adıyla verir.
Konu hakkında bilgisine başvuracağımız dördüncü ve son kişi, İngiliz Prof. David Marshall Lang'dır. Lang’in, Ermenistan’ın 1020’de Deylemliler tarafından fethedildiğini: "1020' de Ani'nin Bagradid yöneticisi Gagig-I öldü. Bu olay, büyük Ermenistan'ın ortaçağ boyuncaki ulusal tarihinin son sayfasını açtı. Artık Shirak eyaleti ile sınırlı hale gelmiş olan Bagratid egemenliğindeki topraklar Gagik'in iki oğlu, ılımlı Jhon-Smbat III ve daha dinamik Ashot 1V the Valiant arasında bölündü. Çok geçmeden Hazar bölgesinden Müslüman Daylamitler, Ermenistan'ı istila ettiler (1021). Aynı sırada Selçuk Türklerinin ilk grupları da Vaspurakan'da, Van Gölü çevresinde göründüler" şeklinde açıklar (D. L. Lang, The Armenians: A Poeple In Exile, S 55, 1981).
David Marshall Lang, 1021 yılında yaşanan bu olayı bir başka yapıtında şu sözlerle dile getirir: “Ani'nin Bagradit yöneticisi Gagik-I 1021'de öldü. Bu olay, büyük Ermenistan'ın ortaçağ boyuncaki ulusal tarihinde yeni sayfayı açtı. Şimdi Shirak veya Siracene vilayeti ile sınırlı hale gelmiş bulunan Bagratid dominyonları Gagik'in iki oğlu arasında-pasif Jhon-Smbat III ve daha enerjik Asot 1V cesur arasında bölündüler. Çok geçmeden, Selçuk Türklerinin ilk grupları Van Gölü çevresindeki Vaspurakan'da kendilerini gösterirlerken, Azerbaycan'dan (gelen) Daylamitler 1021'de Ermenistan'ı istila ettiler"(D.M. Lang, Armenia: Cradle of Civilization, S. 193 -196, 1970).
Dersim” adlı kitabında Thomas Artsrunu için;’ Antranik, şöyle der: Thomas Arzrouni, Telmig ırkından bir ordunun Aghbag’in Hatamakerd Sin bölgesine varışında (Dersim/ Deşt-Geyiksuyu’na bağlı köy) Ermeni kralı, onlar üzerine bir saldırı emri vererek iki binini öldürüp savaşı kazandığından söz eder. (a.g.y., S.160-161, Dipnot)
Bu dönemde yaşayan Telmigler, dilleri Dersimlilerin çoğu tarafından bugün konuşulan Dimlidir veya Dimililer, Timli olarak biliniyordu. Meyyafarkin ve Amed Tarihi’nin yazarı Ibn’ül-Ezrak (M. S. 985–1062) bu eserinde Deylemlilerin (Buyiler/Büveyhoğulları) M. S. 979-980′de Diyar-i Rebia (Musul-Ceylanpınar arasındaki bölge), Meyyafarkin ve Diyarbakır zaptını anlatır. (Bk. Mervani Kürtleri Tarihi, S.48; Çev. M.E. Bozarslan).
Ibn’ül Ezrak, Buyid Devletini de “Deylem Devleti” olarak tanımlar (a.e.g. S.135).
Tüm bu araştırma, inceleme ve bilimsel çalışmalar sonuncunda Zazaların, IX-X-XII. yüzyıllarda Hazar Denizi’nin güney kıyılarında bulunan dağlık Gilân-Deylaman bölgesinden, Dersim bölgesine gelip yerleştikleri anlaşılmaktadır. Bu olgu, Zaza dilinin adı geçen İran diyalektlerine yakınlığı ile de doğrulanmaktadır. Bu halkın kendisine verdiği ‘Dımli’ adı da Delmik’ten doğmuştur. İran’ın Delâm (Daylam) ilinin sakinlerine verilen Daylamit (Daylamlı) adının aynısıdır (Bkz. G.S. Asatiyan, op. cit. p, 160).
Osmanlı belgelerinde hangi lehçeyi konuşursa konuşsun, Türk olmayanlar ekrad olarak adlandırılıyor. 16. Yüzyıla ait tahrir defterlerinde Ekradı Dımıli ve Ekradı Disimlü adları geçmektedir. Ekradı Dimili günümüz Türkçesiyle Dımili veya Ekradı Disimlü ise Dersimliler demektir. Günümüzde Dersim’in Doğu kesiminde yer alan ve halk arasında sayısı 12 olarak gösterilen aşiretlere, bölgede verilen ortak isim, 12 Aşirê Dêsımi (12 Dersim aşireti) ya da Dêsmiyan ya da Dêsıman/ Dêsmıji (Dersimliler)’dır.
Kanıtlarıyla ortaya konan bu tarihi gerçekler, Kırmancların, Kızılbaşların ve Zazaların Deylem ve Deylemliler ile olan bağlarını ortaya koyması açısından doyurucu olduğu ve Dımlilerin Kürt ya da Türk oldukları konusunda ileri sürülen tezlerin temelsiz olduğu kanısındayım.
 
Ermenistan’da Geliler ve Deylemliler
Kaynaklar tarafından Ahameniler Dönemi İran’ında olduğu söylenen yedi büyük aşiret/evi’nden biri de Hydarneslerdir. Ermenistan, Ahemeniler tarafından zapt edildikten sonra bu aşirete mensup olan orontesler tarafından yönetilir.
Avesta dilinden gelme İran kökenli bir sözcük olan ve ulu, yüce, kahraman anlamlarına gelen Orontes, Ermeni dilinde Hrant (ya da Erwan, Arawan), Pehlevi dilinde Arvand ve Yunan dilinde Orontes şekillerini alır.
MÖ 6. yüzyıl sonlarında tarih sahnesinden silinen Urartu sınırları dâhilindeki topraklar üzerinde bulunan Ermenistan ve Dersim’in, ilk defa Orontesler tarafından yönetildiği görülür. Ermenistan ve Dersim tarihleri açısından bu dönemi, başlangıç noktası olarak almak mümkündür. Ancak önce Oronteslerin kim olduklarına göz atmakta yarar vardır.
Bu konuya ilişkin bilgiler, hem Ermeni kültürel kalıntılarında hem de Ermenistan şeceresinde yer almaktadır. Orontes adlı aşiret, Ermenistan coğrafyasında İran’ın Zerdüştçülük adı verilen dininin hâkim olduğu döneme ilişkin en eski ve en özgün Ermeni kültürel kalıntıları tarafından Angl soylu olarak gösterilirler. Angl, aynı zamanda adından söz edilen dönemin Ermenistan Güneş Tanrısı’dır. Ermeni kültürel kalıntılarınca verilen bilgiler, hiç kuşkusuz sadece bunlardan ibaret değildir. Zira Ermenilerin en eski şecerelerinde Angl sözcüğü, sıkça Gel ve/veya Gelam olarak da kullanılmaktadır. Bu etnik adlara; Mısır, Hitit, Asur, Grek ve Roma kaynaklarında sıkça rastlamak mümkündür. Sözün kısası, Yunan kaynaklarında Orontesler olarak adlandırılanların Geliler ve Deylemliler olduğu görüşü mevcuttur. Angl, Gel, Gilan, Eğil vb. aşiret, halk ve coğrafik adlar, onlarla bağlantılıdır. Urartu topraklarındaki Ermenistan ve Dersim adlarının birlikte anılmaya başlandığı bu dönem, Dersim tarihi açısından büyük önem taşır.
Türkiye toprakları üzerinde yaşayıp da Dımılki konuşan Kırmanclar, Zazalar ve Dımililer olarak adlandırılan topluluklar, genellikle bu grubun içinde yer alırlar. Dımilki konuşanların bu tarafta yer alan tarihleri; Yunan kaynaklarınca Orontesler olarak adlandırılan Geliler ve Deylemliler ile başlamaktadır. Geli/Dımıli (Angl, Orontes)’ler, Ahameniler döneminin ilk Orontes Hanedanlığı’ndan başlayarak Selçukluların geldiği tarihe değin Ermenistan topraklarında farklı adlarla sürekli ağırlıklarını hissettirmişlerdir. Ermenistan, Selçukluların gelişinin az öncesinde (1021) Alevi kökenli Deylemlilerin yeni bir yayılmacılığına sahne olmuştur. İşte, Dersim sentezinin temel etnik damarı bu dönemle çakışır ve tarihî bir devamlılık arz eder.
Ermenistan ve Dersim tarihleri hakkında sağlıklı bir bilgi edinmek için tarihî bir devamlılık gösteren bu dönemi (Alevi kökenli Deylemlilerin 1021’de Ermenistan’a gerçekleştirdikleri yayılma dönemini) mercek altına almak gerekir.
Kendi özgün geleneklerine göre Sophene, Arataşes, Kommagene, Bagarat, Artsruni, Gnuni (Gini); Sason (Sanasar), Varazhnuni Arzanene vb. gibi ünlü Ermenistan evleri ve prenslikleri de Ahameniler Dönemi’nde ilk Ermenistan Hanedanlığı’nı kuran Geliler (Orontesler) soyundandırlar. Ancak ilk kültürel kalıntılarını, bir başka ifadeyle ilk sözlü geleneklerini, önceden tabi oldukları Zerdüştlük dinini terk ederek Hırıstiyanlığı kabul ettikleri tarihten sonra yazıya aktarmalarından ötürü bu yazılı kayıtlarda, pagan döneminde uyguladıkları gelenekleri, yeni kabullenmiş oldukları Hırıstiyanlığa göre yenilediler. Sonunda Oronteslerin ve Orontes soyundan gelme evlerin/ aşiretlerin tamamı Angl (Gel) soyundan geldiklerini ileri süren gelenek de benzerlerinde olduğu üzere değiştirilmek suretiyle bu dönem kayıtlarına geçirildi. 
Bu dönemi mercek altına almazsak, Ermenistan ve Dersim tarihlerinin çıkış noktalarını aydınlatmamız mümkün olmaz. Gelilerle Deylemilerin Ermenistan’da Orontesler adı altındaki tarihlerini, kurdukları hanedanlıklardan izlemek mümkündür.
Oronteslerin kuruculuğunu yaptıkları Commagene Krallığı’nın Antiochus I adındaki yöneticisinin Nemrut Dağı’nda bulunan kitabesini, ‘Xenophonun Anabasis ve ‘The Cyropaedia’ adlarındaki yapıtlarını, Amasya doğumlu Yunanlı tarihçi, coğrafyacı ve filozof Strabon’un ve Ermeni tarihinin babası olarak kabul edilen Moses Khorenatsi’nin yapıtlarını bu konunun başvuru kaynakları olarak kabul etmek gerekir.
Adından söz edilen bu kaynaklarda, ilk Orontesler hakkında daha geniş bilgi bulmak mümkündür. Ahamenilere bağımlı olan Orontes I, bu hanedanlığın bilinebilen ilk yöneticisidir. Yunan filozof, yazar, tarihçi ve asker Xenophon’un on binlerinin Babil’den yola çıkmak suretiyle Ermenistan üzerinden Trabzon’a kadar varan geri çekilme esnasında (M.Ö. 401/400) Ermenistan’da krallık koltuğunda oturan kişi; Orontes I’dir. Xenophon’un bu kitaplarında, Dersim adı da Derxene/ Xerxene şekli altında ilk kez on binlerin ricatlarından söz edildiğini görmek mümkündür.
Ahameniler İmparatorluğu’nun, Büyük İskender’in ordularınca yıkılmasından sonra Ermenistan’da Makedonlar (Selefkoslar) Dönemi başladı. Ancak Büyük İskender‘in ölümü (M. Ö. 323) sonrasında adı geçen imparatorluk, Büyük İskender‘in ordusunda görev yapan dört generalin arasında meydana gelen ve otuz yıldan daha fazla bir süre devam eden iç savaşlar neticesinde dört parçaya bölünmüş oldu.
Otuz yıldan fazla bir zaman devam eden bu iç savaşların yaşandığı dönemde ya da hemen akabinde tamamı İran kaynaklı bir karaktere sahip olan Pontus, Kapadokya ve Kommagene krallıkları kuruldu. Başlangıcından itibaren İran kökenli bir kimliğe sahip olan Ermenistan, Pontus ve Kapadokya bölgeleri, Medlerin ve Ahamenilerin yayılmacılığı döneminden Roma’nın işgal tarihine değin İran kimliklerini muhafaza etmeyi başardılar.
İlk Orontes Hanedanlığı’nın Makedon kökenli III. Antiochus tarafından M. Ö. 200 yılında yıkılmasından kısa bir süre sonra Küçük Ermenistan (Dördüncü Ermenistan) adı verilen coğrafya üzerinde III. Antiochus’un Zariadris (Zareh) adındaki satrabı tarafından (M.Ö. 200/190) Sofene adındaki bir başka Orontes Krallığı kuruldu. İlk Orontes Hanedanlığı’nın son yöneticisi Orontes IV’ün yeğeni olan Zariadris’in kendisinden sonra Sofene (Supa, Sufnaye) Krallığı tahtına, Artaşes adındaki oğlu oturdu. Artok, Artaxiad, Artaşat ve Artaxerxes gibi çeşitli adlarla anılan Artaşes de, Makedon kökenli III. Antiochus’un satraplığı görevini yürütüyordu. III. Antiochus tarafından Doğu Ermenistan ve Asıl Ermenistan adlarıyla da bilinen Büyük Ermenistan satrabı olarak atandığı topraklar üzerinde, kendi adıyla anılan Artaşes Krallığı’nı kurdu.
Ermenistan; Makedonlar Dönemi’nde Sophene ve Artaşes adları verilen iki hanedanlık arasında pay edilmişti. Sophene Krallığı; Ermenistan Krallığı’nın güneybatısında ve Dicle-Fırat nehirlerinin arasında kurulmuş bir krallıktır. Bu krallık, birçok kere Ermenilerin, Perslerin ve Romalıların hâkimiyetine girmiştir. Roma imparatoru Diocletian tarafından feth edilen ve Zazaların coğrafik yerleşim yeriyle kesişen Sophene Krallığı’nın Zazalar tarafından kurulduğu tarihçiler tarafından söylenmektedir.
Makedon kökenli III. Antiochus’un tahttan indirilmesi sonrasında Romalıların safında yer alan bu iki hanedanlık, fiili olarak bağımsızlıklarını elde etti. Büyük Tigran, M. Ö. 95 tarihinde tahttan indirdiği Artaşes’in yerine krallık koltuğuna oturdu.
Ahameni Kralı Cyrus’un çağdaşı ve müttefiği olan Birinci Tigran, Ermenistan tarihinde etken rol oynamıştır. Burada adından söz edilen Büyük Tigran, birincisinden ayırt edilmesi için İkinci Tigran olarak adlandırılmıştır. Orontes (Geli) kökenli olmaları, yüzyılların ayırdığı bu iki Tigran (Tiran)’ı birleştiren tek noktadır.
Pontus kralı Mihridat’ın kızı ile evlendiği tarihe kadar birbirlerinden bağımsız olan Sofene ve Artaşes krallıklarını birleştiren İkinci Tigran, Artaşes Hanedanlığı’nın Zariadris adındaki en ünlü yöneticisi ve Artaşes’in soyundan gelmedir. İkinci Tigran’ın ordusunda bulunan okçu sınıfı, Deylemlilerle akrabalık bağları bulunan Mardlar tarafından oluşturulmuştu. Sınırları İç Dersim ile bitişik olan eski Mardalik Kantonu onların adlarıyla bilinmektedir.
Roma Cumhuriyeti döneminde yaşamış olan Amasya doğumlu Yunanlı tarihçi, coğrafyacı ve filozof Strabon, başlangıçta küçücük bir devlet olan Ermenistan’ın, Makedonyalı Antiochus’un satraplığını yapan baba Zariadris ve oğlu Artaşes tarafından gerçekleştirilen ilhaklar sonucunda genişlediğini ve Romalıların gelişinin az öncesinden de Büyük Tigran tarafından maximum sınırlarına vardırıldığını söyler.
Dicle, Fırat ve Aras kaynakları ile birlikte Kapadokya, Kommagene, Ninus, Erbil, Gordya, Azerbaycan/ Atropatene ve başka bazı toprakları da ilhak etmek suretiyle Ermenistan’ı ilk kez bir dünya gücü ve büyük bir imparatorluk haline getirerek Ermenistan’ın büyük bir kabul görmesini sağlayan kişi, zor yoluyla Ermenistan coğrafyasındaki Ermeni prensliklerinin tamamını birleştiren Büyük Tigran’dır.
Ne yazık ki bu geniş toprakların ömrü çok da uzun olamayacaktı. Zira Makedonların egemenliğinde bulunan Ermenistan ve havalisi, M. Ö. 69/66 aralığındaki bir tarihte Romalıların eline geçti. Bu dönemde Büyük Tigran’ı deviren Roma Generali Pompey’in elde ettiği Sofene (Dersim ve havalisi), imparator Neron döneminde yeniden ayrı bir krallık haline getirildi.
Sonunda Büyük Tigran Dönemi’nin İmparatorluk sınırları, bozulan dengeler neticesinde fiili olarak geçersiz kılındığı halde Tigran Dönemi’nin Büyük Ermenistan’ı, Ermeni milliyetçiliğinin ortya çıkmaya başladığı XIX. yüzyılın ikinci yarısında bir Ermeni Megalo İdeası (Büyük Ülkü) haline dönüşmüş olacaktı. 
Bölgede egemenliğin, Makedonlar ve Romalılar arasında el değiştirdiği tarihi duraktaki başlıca oluşumlar olan Sophene ve Artaşes Hanedanlıklarından ikincisi (M. Ö. 200/190-M.Ö. 1), kimi araştırmacılar tarafından ilk ve gerçek Ermeni Hanedanlığı şeklinde tanımlanır.  
Ermenistan’ın bir parçası konumundaki Sofene Krallığı (M. Ö. 200-M.Ö. 95), genellikle Dersim’le özdeş hale gelir. İç Dersim, Makedonlar Dönemi’nden başlayarak Erzincan (Akilisene) ve Elazığ’la birlikte Sofene Krallığı toprakları içinde yer alır. Bir başka ifadeyle Dersim, baba Zariadris ve oğlu Artaşes tarafından Ermenistan topraklarına dâhil edilmiştir. Bu durum Büyük Tigran döneminde daha da pekitilince Dersim (Sofene), daha sonraki dönemlerde kader ortağı haline geldiği Ermenistan ile birlikte Roma, Part, Bizans, Sasani ve Arap yönetimlerinin de tanığı olur.
 
Hitit Kayıtlarında Geliler ve
Başka Bazı Hanedanlıkların Etnik Kökeni
Geliler, büyük bir olasılıkla Hitit Dönemi’nde Anadolu’da yaşıyorlardı. Zira günümüz Eğil’inin eski adı olan Angl sözcüğü, muhtemelen Gelilerin adı ile bağlantılıdır. Gürcü bir baba ve Rus bir anneden doğan ve Gürcistan, Ermenistan ve İran’ın Ortaçağ tarihleri uzmanı olan tarihçi Cyril Toumanoff  (13 Ekim 1913 -4 Şubat 1997) tarafından verilen bilgilere göre Angl Kalesi ve kenti, M. Ö. XIV. yüzyıl Hitit kayıtlarında Ingalawa adıyla verilmektedir. M. Ö. XIV. yüzyıl Hitit kayıtlarında yer alan bu isme, Mısır Kitabelerinde de rastlamak mümkündür. Grek ve Roma dünyası tarafından Ingilene olarak adlandırılan Angl Evi’nin ve devletinin adından Angeltun olarak da söz edilmektedir. Cyril Toumanoff tarafından verilen bilgilere göre Angeltun adı, bu devletin merkezi konumundaki Angl Kalesi (Günümüzdeki Eğil)’nin adından gelmedir. Tarihi çok eskilere uzanan Angl Kalesi, bir dönem Sophene krallığı’nın bulunduğu coğrafyada, bu krallığın başkenti olan Carcathio-Certa’nın yerinde bulunuyordu. 
Tarihçi Cyril Toumanoff tarafından aktarılan bilgilere göre; tarihi, M. Ö. VI. yüzyıla dayanan Süryanice bir kaynaktan Angl Kalesi ve kentinin Asuryalı Sennacherib’e ait olduğunu ve bu kentteki Asur krallarından biriyle ilgili bir kitabenin, Tevrat, kaynak gösterilmek suretiyle adı çok iyi bilinen Sennacherib’e atfedildiğinden söz eder. Gene tarihçi Cyril Toumanoff’a göre Asurya sınırlarına yakınlığından ötürü Angl prensliğinin; Asur (Süryani) kökenli olarak tanınmasında coğrafi konumunun da katkısı vardır. Bu coğrafik yakınlığın yanı sıra orada bir Asur yazıtının da yer alması Angl Evi ile Sennacherib Evi’nin köken olarak da aynı görünmelerine yol açmıştır. Gerçekten de Primary History (Birincil ya da ilkel Tarih)’de ve Moses Khorene (Khoreneli Musa)’da tarihe geçirilen Ermeni tarih kültüründe de Angl Evi’nin kökeni Asur kralı Sennacherib’e dayandırılır, bundan başka Artsruni ve Gnunilerin  de Sennacherib’in oğlu Sarasar’ın soyundan geldikleri söylenir (Toumanoff, a.g.e., s. 222, 297-98).
Adına, Ermenistan Evleri (Aşiretleri) ve prensliklerinin arasında rastlanılan Gnunilerin, Dersim’in Gini aşiretinin kökenini oluşturduğu görüşü de mevcuttur. Nitekim Gnunilerin adının, Gin sözcüğünden geldiği Moses Khorene tarafından verilen bilgilerde de mevcuttur.
Angl, çoktanrılı dönemde Ermenistan’ın bir tanrısıdır. Sümer Akad Yeraltı Tanrısı Nergal’in karşılığı, bir başka deyişle Ermenistan’ın pagan dönemindeki Yeraltı Tanrısı’dır. Tarihçi Cyril Toumanoff tarafından aktarılan bilgilere göre; Lap’ancyan, Angl adını Babilce Ekallu ve Sümerce Egal sözcüklerinden türetmiştir. Öyle ise Angl (Gel) ve Kal (Kalu) sözcükleriyle bir bağlantısı vardır. Kal (Kalu) ve Asur adlarına sürekli bir arada bulunması da dikkate değer bir noktadır.
Yedi büyük İran evinden biri olan Orontidler, kendilerinin soyunun, Angl adı verilen tanrıya dayandığını ileri sürerler. Angl soylu olmak; Orontidlerin tamamının ve onlar tarafından kurulan hanedanlıkların ortak noktasıydı. Orontid hanedanlığının kollarının tamamında Angl (Tork, Tarhu, Tarku) kültü vardı. Zira Angl, çoktanrılı dönemde onların Güneş Tanrısı’ydı. Buradan yola çıkan tarihçi Cyril Toumanoff, Angl sözcüğünün Orontidlerin tamamını tanımlayan ortak-genel bir etnik ad olma ihtimalinin bulunduğundan söz eder.
Ermenistan’ın Hristiyanlığı benimsemesi sonrasında, çoktanrılı döneme ilişkin sözlü gelenekler, Toumanoff tarafından da ortaya konulduğu üzere, Hristiyanlığı benimseyen Ermeni tarihçilerince yeni dinin düşünce ve görüşlerine uydurulmak suretiyle, yani yenilenmek suretiyle yazıya geçirildi. Zira bu Hristiyan dönmeler, temsil ettikleri inanç biçiminden ötürü Angl’ın ced gibi sunulmasından rahatsızlık duyuyorlardı. Sonunda çoktanrılı dönem geleneklerinde ata/ced olarak adından söz edilen Angl, Ermenice’nin yazı dili şekline dönüştüğü dönemde bu gelenekleri kayıt altına alan Hristiyan tarihçilerince şecere tersyüz edilerek Orontidlerin soyundan biri şeklinde tanıtıldı.
Gelenekte Angl-soylu olduklarından söz edilen Arzanene, Artsruni ve Gnuni evleri de Tevrat ve Hıristiyanlıkla tanışmaları sonrasında aynı nedenleri ileri sürmek suretiyle eski geleneklerini artık savunulamaz olarak gördükleri içindir ki soylarının Sennacherib’e dayandığını ileri sürerek gelenek ve şecerelerinde değişiklik yapmayı tercih ettiler. Angl ve Sennacherib evleri arasında bağ kurulmasına yol açan ve yukarıda da değindiğimiz gibi temsil ettikleri inanç biçiminden ötürü Angl’ın ced gibi sunulmasından rahatsızlık duyuyor olmaları onların işini kolaylaştıran bir etken olduğu halde Toumanoff tarafından da değinildiği gibi, özgün geleneği ve bu gelenekte yer alan Angl’ın anısını tamamen yok edemediler ve Angl adının ve anısının Sennacherib ile birlikte anılır olmasının önüne geçemediler.
Gerek eski kaynaklarda olsun gerekse gelenekte olsun Orontid kökenli olduklarının altı kalın çizgilerle çizilen; tanrıları, Orontid tanrısı Angl olan, üstelik Primary History Of Armenia’da öteki isimleri dahi Angl olarak verilmiş olan Bagrat Evi (Ermenistan ve Gürcistan Bagratları) de Hıristiyanlığı benimsemesi sonrasında aynı nedenleri bahane ederek İbrani kökenli olduğunu ve Davut Evi’nden geldiklerini ileri sürmüşlerdir ki, bu söylenceye Moses Khorene (M.S. 8. yüzyıl) öncesinde hiç rastlanılmamaktadır. Doğal olarak şecere de buna uygun hale getirilmiştir. Bagratlar, Angl adıyla birlikte Biurat, Aspat gibi adlarla da anılırlar (Bk. Toumanoff, a.g.e., s. 303, 329).
Ermenistan coğrafyasında Arsakes tarafından kurulan ve M.Ö. 250-M. S. 224 tarihleri arasında yer alan zaman diliminde İran bölgelerinde hüküm süren Parth sülalesi olan Arsakilerden önceki dönemde Orontid ve Artaxiad adlarıyla anılan prenslikler de Angl soyundan gelmeydiler. Arsakiler sonrasındaki dönemde adlarıyla çok sık karşılaşılan Arzanene, Artsruni ve Gnuni evleri ve prenslikleriyle ün salan bir hanedanlık konumunda bulunan ve eski geleneklerinden ve öteki adlarından da anlaşıldığı üzere Bagratlar da gerçek Angl-soylu, yani Gel (Geli) kökenliydiler.  
 
Daylam’dan Dersim’e Uzanan Yol ve
Bu Yolun Yolcuları Olan Dersimliler
Bilindiği üzere 10. yüzyıl; Deylemlilerin, siyasi anlaşmazlıklar, dış baskılar, iklim koşulları, inanç farklılıkları, ekonomik vb. nedenlerle göç ederek yayılmaya başladıkları tarihtir. Azerbaycan üzerinden gerçekleşen bu genişlemeyi, Geç Dersimliler konusunda başlangıç noktası olarak almak mümkündür.
Kırmanciye (Ermenistan)’de kendilerini Dımıli olarak adlandıran toplulukların mevcudiyeti, dile ilişkin olanlar başta olmak üzere daha başka kimi konularla ilgili doneleri, genelde Daylamlıların, özelde de onların Musafiriler (Kangariler, Sallariler) adıyla bilinen kolunun, yukarıda sözü edilen yayılma hareketinde Kırmanciye (Ermenistan) coğrafyasına da yayılmaya başladıklarının işareti olarak algılamak gerekir. Ancak buna rağmen gerek onların batıya doğru olan bu genişlemeleri hakkında gerekse Dersim içine ne zaman ve nasıl girdikleri konusunda gerekli bilgiyle donanımlı değiliz.
Öyle ise tarihe geçmiş bazı veriler ışığında yola çıkarak konu hakkında ipuçları elde etmeye çalışmak gerekir. Tarihe mal olmuş bu verilerden bazıları şöyledir: 
İranlı ünlü İslam filozofu İbn Miskavayh (Ahmed bin Muhammed Miskeveyh) (940-1030) tarafından verilen bilgiye göre daha önceden de bahse konu olduğu üzere Asfar b. Shirawaihi’nin ordusunda savaşan Deylemli Laşkari, bir zaman sonra Asfar’a karşı savaşan Harun b. Gharib’in saflarında yer alsa da Harun’un mağlubiyete maruz kalması üzerine 931’de Kuzey Suriye’de Halep ile Antakya arasında yer alan ve Halep’e bağlı olan Qinnasrin’e sığınır ve bir zaman sonra Isfahan’ı işgal ederse de bunda başarılı olamıyor ve geri vermek zorunda kalıyor.  
Daha önce Asfar b. Shirawaihi’nin ordusunda savaşan Deylemli Laşkari, bir süre sonra Asfar’a karşı Harun b. Gharib’-in tarafına geçer. Ama Harun’un yenilgisi üzerine 931 (Hicri 319) yılında Kuzey Suriye’de Halep-Antakya arasındaki Halep’e bağlı Qinnasrin’e sığınır. Onun bir süre sonra dönüp Isfahan’ı işgal ettiğini ama geri yitirdiğini öğreniyoruz (Bk. Miskawaih, a.g.e).
İbn Miskeveyh tarafından kaleme alınan yapıtlarda; ikisi de ayrı ayrı kişiler olan Laşkari adlı iki kişiden söz edilir. Bunlardan birincisi, yukarıda adı geçen Deylemli Laşkari, ikincisi de daha çok Laşkari b. Mardi adıyla anılan ve 938 tarihinde Zavazan’da öldürülen Gilanlı Laşkari’dir.
Ermeni tarihçisi Thomas Artsruni (IX. yy. sonu ve X. yy. başı) tarafından M. S. 900 yılı dolayında kaleme alındığı zannedilen “History Of The House Of Artsrunik” adındaki yapıtını, onun bıraktığı yerden sürdürmesine rağmen adı bilinmeme sinden ötürü kendisinden anonim bir yazar şeklinde söz edilen biri, Gilan emiri El-Laşkari’nin ‘Arap’ olduğundan ve onun tarafından 930’lu yıllarda gerçekleştirilen bir yayılmadan söz etmektedir. Vardanyan’a göre bu anonim yazarın Arap dediği kişi gerçekte Gilan Emiri El-Laşkari’dir.
Anonim yazar olarak bilinen bu kişi tarafından verilen bilgiye göre Azerbaycan’da bağımsızlığını ilân ettikten sonra ordusu ile birlikte Golt’nastan ve Nahçıvan güzergâhını kullanarak Sharur eyaletine giren Gilanlı Laşkari, dünyanın en uzun ömürlü hanedanlıklarından biri (1000 yıldan fazla ömür sürdü) olarak bilinen ve IX. yüzyılda Kafkasya’da kurulan bir Gürcü ve Ermeni hanedanlığı olan Bagratlı Hanedanlığı’nın başkenti Dvin’e dek giderek Ermenistan (Kırmanciye)’ı ele geçirir. Adı geçen bu krallığın 929-953 tarihleri arasındaki kralı Abbas’ı tutsak alan veya Gürcistan’a sığınmaya zorlayan Laşkari’nin Daylamlılardan meydana gelen Müslüman (Şii-Alevi olarak algılanmalı) ordusu neticede, Bagratlı Hanedanlığı’nın kralı Abbas’a yardıma gelen Ermenistan Bağratuni Krallığı kralı Gagik’in ordusunca yenilgiye maruz bırakıldığı söylenmektedir (Bk. a.g.e, s. 362-364). Bu olayı, 10. yüzyıl Deylemi yayılmacılığının bir parçası gibi görmek yanlış olmaz sanırım. 
İranlı ünlü İslam filozofu İbn Miskeveyh  tarafından başlanılan ancak anonim yazar olarak anılan kişi tarafından tamamlanan yapıtta yer verilen bir başka Gilanlı Laşkari (Laşkari bin Mardi) öyküsü de şöyledir: 
Azerbaycan’ın egemenliğini ellerinde tutan Sacoğlu (Sacidler) Hanedanlığı krallarından Yusuf’un926 yılında yaşamını yitirmesi üzerine Azerbaycan’da doğan iktidar boşluğu nedeniyle Azerbaycan üzerinde bir egemenlik savaşımı gündeme gelir.
Buyid kardeşlerle aynı zaman dilimine denk gelen tarihlerde yanında yer aldığı Ziyariler Hanedanlığı’nın kurucusu Gilanlı Mardavic adına Cibal eyaletinin yöneticiliğini yapan Laşkari bin Mardi (Laşkari ibn Mardi), 938 tarihinde Gilanlı Mardavic’den ayrılarak Azerbaycan üzerinde egemenlik kurma savaşımına iştirak eder. Kısa bir zaman sonrasında da Azerbaycan’da bağımsız yönetici olarak tahta oturur.
Ordusunu meydana getiren askerlerin büyük bölümünün Daylamlılardan ve geri kalanının da Gilanlılardan teşekkül ettiği söylenen Laşkari b. Mardi, Azerbaycan’da bağımsız yönetici olma yolundaki girişimi nedeniyle kendisinden kısa bir süre önce Azerbaycan’da egemenlik kuran ve Harici bir Kürt olduğu söylenen Daysam b. İbrahim ile savaşmak durumunda kalır. Neticede savaşın galibi olan Laşkari, başkent Erdebil’in de aralarında yer aldığı Azerbaycan’ın tamamında egemen olur.
Ancak Laşkari’yi gelecekleri için tehdit unsuru olarak algılayan Ziyarilerin o dönemde yöneticiliğini yapan Waşmagir’in ordusunun Daysam b. İbrahim’e destek vermesi üzerine Laşkari, Daylamlılardan ve Gilanlılardan teşkil olunan ordusu ile birlikte Hamdanilerin egemenliğinde bulunan Musul ve Diyar-ı Rebia (Rebia kabilesinin yaşadığı coğrafya, Diyarbakır ve yöresi) bölgelerine sığınmak için Ermenistan toprakları üzerinden geri çekilmek durumuyla yüz yüze gelir. 
 Bu geri çekiliş esnasında Ermenistan (Kırmanciye)’dan ganimet toplama işlemine tevessül etmeye kalkışması üzerine Zavazan’da, Ermenistan Bağratuni Krallığı kralı Gagik komutasında bulunan ordu tarafından pusuya düşürülmek suretiyle yenilgiye maruz bırakılır. 938’de gerçekleşen bu olayda ordusunun büyük kayıplar verdiği Laşkari’nin kendisi de yaşamını yitirir.
Bu olayda adı geçen Ermenistan Bağratuni Krallığı kralı Gagik Artsruni’nin, yukarıda da yazıldığı üzere anonim yazar tarafından 930’larda Laşkari’yi yenilgiye maruz bıraktığını söylediği Gagik ile aynı olma olasılığı yüksektir. Pusuya düşürülmek suretiyle öldürülen Laşkari’nin ölümü üzerine yerine geçen Laşkaristan adındaki oğlu, öç almak için bir misillemeye kalkışırsa da bir kez daha pusuya düşürülerek ordusuna ağır kayıplar verdirilir. 
İranlı ünlü İslam filozofu İbn Miskeveyh tarafından verilen bilgiye göre Laşkaristan (Leşkeristan b. Leşkeri b. Mardi), büyük kayıplar verdiği bu olay sonrasında Daylamlılar ile Gilanlılardan teşekkül olunan ordusundan geriye kalanlarla birlikte Musul’un Hamdani yöneticisi Nasır Al-Dewle’ye sığınmak zorunda kalır (Bk. Miskeveyh,  a.g.e., cilt 4, s. 442-448).
Bir Kürt olduğu söylenen Daysam b. İbrahim’e karşı savaşım, bu kez Musafirilerin en önemli figürü olarak kabul gören Merzban (Salar Marzuban, 941-957) tarafından yürütülür. Ve neticede Daysam’ı yenilgiye maruz bırakan Salar Merzuban, Laşkari b. Mardi’nin öldürülmesi sonrasında çatışma alanı olma özelliğini devam ettiren Azerbaycan’ın egemeni haline gelir.
 İranlı ünlü İslam filozofu İbn Miskeveyh, Laşkari b. Mardi’nin öldürülmesi sonrasında yerine geçen Laşkaristan adındaki oğlunun komutasında bulunan Deylemi-Gilani karışımı ordunun, Musul’un Nasır-Al-Dewle adındaki Hamdani emirine sığınmak zorunda olduğundan söz etmekte ve onların daha sonraki yaşam serüvenlerinden bahsetmekte olduğu olay, Van Ermeni Krallığı’nın (Vaspurakan prensliği) yöneticileri konumundaki Artsrunilerin tarihçisi Thomas Artsruni tarafından yapıtlarında anlatılmakta ve sonrası konusunda herhangi bir bilgiye yer verilmemektedir.
Thomas Artsruni’nin kitabının Fransızca çevirisinde Rusça nüshasından (s. 275) şu pasaja yer verilmektedir: “Tarih sahnesine yeni bir Delemik boyu çıktı. Bunlar Salar adı da verilen bir generalin yönetimindeler. Bu General; Aghovanie, İran, Ermenistan, hatta Barda kentini hükmü altına almıştı. 914 yılına kadar bu bölgelere hükmeden Rusları da kovmuştu. İşte bunlar kuvvetli ihtimalle Adamakert’i işgal eden ve Ermeni kralı Gagik tarafından yok edilmekle karşı karşıya kalan General Salar’ın son askeri müfrezesini oluşturan Delemiklerdir” (Bk. a.g.e., s. 243-44, Fransızca’ya çevirenin dipnotu).
Kaynaklardan bazılarına göre Salar, İran kökenli dillerde general anlamına gelir. Ancak yukarıda verilen pasajda Musafirilere karşı kullanılma olasılığı yüksektir. Zira onların bir başka adı da Salari’dir. Tarih, coğrafya ve bibliyografya alanında önemli yapıtlar vermiş Osmanlı bilgini Kâtip Çelebi (1609-1657) ise yapıtlarında, Salar adının ya da unvanının, Tabaristan yöneticilerinin özel adı olduğundan söz eder.
XIX. yüzyıl sonunda Dersim’i gezen Ermeni yazar Antranik Çelebyan’ın, Dersimlilerin kökeni hakkında verdiği bilgi, bir başka önemli ipucudur.  
Antranik Çelebyan, 938’de pusuya düşürülerek öldürülen Azerbaycan emiri Laşkari b. Mardi’nin yukarıda verilen öyküsünü, Ermeni tarihçisi Thomas Artsruni tarafından kaleme alınan yapıttan bilmektedir. Thomas Artsruni tarafından dile getirilen bu olayı kaynak olarak gösteren Antranik Çelebyan, bu olaya karışan Daylamlılar (Tilmigler)’ın başka bazı yerlerle birlikte Dersim’de yaşadıklarından da söz ediyor: “Thomas Artsruni... Telmig ırkından bir ordunun Aghbag’ın Hatamakerd Sin bölgesine varışından, ... Ermeni kralının onlar üzerine saldırı emri verip iki binini öldürdüğünden ve savaşı kazandığından söz ediyor. Öyle görünüyor ki, Dersim’de ve diğer bölgelerde yaşayan yukarıdaki Telmigler, dilleri Dersimlilerin çoğu tarafından konuşulan ve şimdi Dımli veya Tımli olarak bilinenlerdir” (Bk. Antranik, Dersim, Tiflis, 1901; Türkçe çevirisi için bk. Dış Kaynaklarda Kırmanclar-Kızılbaşlar ve Zazalar).
Andranik bu pasajında; Dersimlilerin, Deylemlilerle mevcut bağlantısını kurmakla yetinmiyor bununla birlikte Dersimlilerin, Deylemlilerin muayyen bir grubu ile bir başka ifadeyle yukarıda öyküsünden söz edilen Laşkari b. Mardi komutasında yer alan Daylamlılarla ilişkili olduklarını ortaya koyuyor.
Laşkari b. Mardi’nin ordusunun Musul Hamdanilerine sığınması sonrasındaki efsanesi, bir bakıma Hamdanilerin tarihinde gizlidir. Hamdan bin Hamdun bin El-Harith, Adi b. Usama... b. Tağlib neslinden gelmelerinden ötürü Adawiler ve Tağlibiler adıyla da bilinen Hamdaniler (905-1004)’in hem kurucusu hem de isim babasıdır.
IX. yüzyıl sonlarında Abbasi halifesine karşı başkaldırıda bulunan El-Cezire Haricileri ile müştereken hareket etmesinden ötürü al-Şari (Harici) lâkabıyla anılan Hamdan, Diyar-ı Rebia, Diyar-ı Bekr ve Diyar-ı Muzar olarak adlandırılan üç bölgeden meydana gelen El Cezire’de Mardin, Ardumuş vb. yerlerin egemeni konumundaydı.  
Hamdan’ın, annesi Kürt olan Ebu’l-Hacca Abdullah İbn Hamdan adındaki oğlu, 905’de Halife tarafından Musul valiliğine atanır. Hamdaniler, 918’de Şiilik (Nuseyrilik)’i kabullendiler.
Çoğunlukla Bizanslılara karşı sürdürdükleri cihattan ötürü kaynaklar, Hamdanilerden övgüyle söz eder. Başlangıçta Bizanslılara karşı yürütülen savaşımın lideri konumundaki Pavlaki-Abbasi ittifakının kan kaybettiği 932-962 tarihleri arasındaki otuz yıl boyunca öncülük görevi Hamdaniler tarafından yerine getirilir. Hamdanilerin Kuzey Suriye (Halep) Kolu’nun atası konumunda olup Bizanslılara karşı yürütülen savaşlarda gösterdiği kahramanlıklarla ünlenen Seyf El-Dewle, Malatya, Elazığ ve Dersim havalilerini kapsayan geniş bir coğrafyada etkinliklerini sürdürdü. Seyfi Cengiz: Benim görüşüme göre bu otuz yıllık savaşlara kaynakların Ermeni dediği Eski Dersimlilerin yanısıra bazı kaynakların Kürt dediği Geç Dersimlilerin bir bölümü de geniş ölçekte katıldılar” der (Seyfi Cengiz “Dersim ve Zaza Tarihi” Sözlü Gelenek ve Tarihsel Gerçek, Bölüm IV).
Musul’da, Ebu’l Hacca Abdullah İbn Hamdan (İbrahim) sonrasında yerine, 929/ 930 tarihinde Nasır El-Dewle ünvanı ile tanınan oğlu El Hasan b. Abdullah b. Hamdan geçer. Hamdanilerin egemenlik sahasını ilk merkezleri olan Diyar-ı Rabia’dan Suriye içlerine değin genişletme başarısını elde eden El-Hasan, bağımsız bir yönetici gibi davranmakla üne kavuşur.
Seyfi Cengiz bundan sonra olup bitenler hakkında şunları söyler: Ibn Mıskawaıhi, Leşkeri b. Mardi’nin Deylemi (Gilani) ordusunun onun oğlu Leşkeristan kumandasında Musul (Kuzey Irak)’un bu Hamdani emiri Nasır El-Dewle’ye sığındıklarını söyleyip öyküyü orada bırakmıştı.”
Bu tarih sonrasında olayların nasıl geliştiğini Hamdani emiri El-Hasan (Nasır El-Dewle), kardeşi Seyf El-Dewle (Ebu El-Hasan Ali İbn Abdullah ben Hamdan) ve El-Hasan’ın oğlu Uddat El-Dewle ünvanlı Ebu Tağlib (Fazl Allah El-Gazanfer El-Hamdani)’in öykülerinden söz etmek doğru olur sanırım.  
Abbasilerin Musul’u işgali üzerine 935 yılında Ermenistan içlerine çekilen El-Hasan, bu sırada Ermenistan (Kırmanciye)’-da geçici de olsa kendi otoritesini kurar ve dönüp Musul’u geri almak üzere hazırlıklara koyulur. Sonraki yıllarda onun kardeşi ve Hamdanilerin Halep (Kuzey Suriye) kolunun lideri Seyf El-Dewle (944/47-67) Ermenistan’a daha kesin biçimde kendi yönetimini dayattı.
Aynı yıl halife El-Radi tarafından Musul’un yanısıra Diyar-ı Mudar, Diyar-ı Rabia ve Diyar-ı Bekr adlarını taşıyan üç El-Cezire eyaletinin yönetimi de kendisine verilir. Ama Diyar-ı Bekir Hasan’ın eski yardımcısı olan ve o tarihte burayı yönetmekte bulunan Deylemli bir yöneticinin (Hasan’ın oğlu Ebu Talib’in Amid yöneticisi Hazarmard ile aynı olabilir) elinde kalır.
Bu Deylemli yönetici Diyar-ı Bekir bölgesini Hasan’a vermez. Ama Hasan, kardeşi Seyf El-Dewle (Devletin Kılıcı)’nin yardımıyla Diyar-ı Bekr’i sözü geçen Deylemli’den savaş yoluyla ele geçirir (936).
Hasan, 935-36 ve 944 yıllarında Azerbaycan’ı da kendi yönetimine sokmak için sonuçsuz kalan iki girişimde bulunur. Sonuçta Hasan, halife tarafından vali olarak atandığı tüm bölgelerde kendi yönetimini kurar.
Hasan, Buyidlerin Bağdat’ı zaptından önce bir yıl gibi kısa bir süre için de olsa Abbasilerin başkenti Bağdat’ta da kardeşi Ali’nin desteğiyle iktidarı ele geçirir ve Abbasi imparatorluğu’-nu bu bir yıl boyunca Hasan yönetir (942).
O’nun Nasir El-Dewle, kardeşi Ali’nin ise Seyf El-Dewle unvanını almaları bu tarihe rastlar.
Daha sonra kendi generali Türk Tüzün’ün bir isyanıyla devrilen Hasan, geri Musul’a çekilir ve Cezire valiliği ile yetinir. Hasan, 969 yılında ölür. (Bkz. “Dersim ve Zaza Tarihi” Sözlü Gelenek ve Tarihsel Gerçek).
El-Gazanfer (Arslan) lâkaplı büyük oğlu Ebu Talib, 969 yılında yaşamını yitiren babası Hasan’ın yerine tahta oturur. Ebu Talib, Buyidler Hanedanlığı’nın kurucusu konumundaki üç kardeşten en küçüğü olan Ahmet’in oğlu ve halefi durumundaki Bahtiyar ile ittifak yaparak kendisine karşı savaş açtığı kardeşi Hamdan’ı, Bağdat’a teslim olmaya zorlar.
Bağdat’ı ele geçiren Daylamlı Buyiler, Bağdat’ı zapt ettikleri 946 tarihinden itibaren Abbasilerin merkez yönetiminin egemeni olurlar. Deylemli Buyilerin Adud-ad-Dewle adındaki en güçlü ismiyle karşılaşınca şansı ters dönen Ebu Tağlib (Ebu Talib), 978/979 yılında kuzeye yürüyen üç kurucu Buyi kardeşlerin Hasan adındaki ortanca kardeşinin oğlu Şehinşah Adud (Fanna Hüsrev) tarafından Kuzey Irak (Musul)’dan çıkarılır.
Türk paralı askerleri tarafından alaşağı edilen ve Bağdat’ı terk etmek zorunda bırakılan Buyidler (Deylemli)in sultanı ve aynı zamanda müttefiği olan Bahtiyar’ın partisi ile birlikte başlangıçta Nusaybin’e, ardından Meyyafarkin’e ve son olarak da Arzan ve Ermenistan’a sığınan Ebu Talib, Bizanslıların denetimi altında bulunan Anzitene (Hanzit, Çanzit) bölgesindeki Elazığ (Hısn Ziyad)’a gelir.
Anzitene’ye geldiği tarihte yönetim, Tzimiskes adındaki Çemişgezekli Bizans imparatorunun ölümünün hemen akabinde (976) müttefiği konumundaki Ebu Talib’in verdiği desteğe güvenerek merkezi yönetime başkaldıran Bardas Skleros adındaki Bizanslı isyancının denetimindeydi. Buyilerin tarihçisi Ibn Miskavayh, yapıtlarında Bizanslı isyancı Bardas Skleros’un adından Ebu’l Ward ya da Ebu’l Bart olarak söz eder.
Bizanslı isyancı Bardas Skleros’un yönetimi ele geçirdiği tarihte Bizans İmparatorluk koltuğunda oturan kişi Basil II (976-1025)’dir. Bardas Skleros adındaki bu Bizanslı isyancı, Dersim ve havalisinde aslen Çemişgezekli olan Tzimiskes adındaki Bizans imparatorunca korunmaya alınan Basil ile Constantin adlarındaki kişilerin kardeşidir. Kendisine, Ebu Talib’in sığındığı Hısn Ziyad (Elazığ)’ı karargâh seçen Skleros, gerçekleştirdiği bir evlilik aracılığıyla da Ebu Talib’le bir akrabalık bağı oluşturmuştu.
Buyidlerden Adud El-Dewle (936-83)’nin Daylamlılardan oluşan ordusu karşısında 979 yılında mağlubiyete maruz kalan Skleros ve müttefiği Ebu Talib ikilisi dağlık bir bölgeye, büyük bir olasılıkla Dersim’e sığınırlar.
Buyidlerin Ibn Miskavayh adındaki tarihçisi tarafından, adından Bahtiyariler (Bahtiyar’ın partisi) olarak söz edilen Buyid sultanı Bahtiyar ve çevresinde yer alanlardan en azından bazıları da kuvvetle ihtimaldir ki bu tarihte Dersim’e sığındılar. Dersim’in Bahtiyar aşiretinin adının bile onlarla ilişkili olduğu varsayımı doğru olabilir. 
979 tarihinde gittiği Amid’de öldürülen ve Buyi Sultanı Bahtiyar (Ebu Mansur İzz El-Dewle Bahtiyar, 943-978)’ın kızı ile evli bulunan Ebu Talib’in Cemile adında bir kız kardeşi vardı. Ebu Talib adına Diyarbakır ve Farkin’in yönetimini elinde bulunduran bu kadın, 978’de karşılaştığı Buyi (Deylemi) emiri Adud’un ordusu karşısında Ebu Talib ve Bahtiyarilerle birlikte kaçmaya zorlanmış ve kardeşi Ebu Talib ile trajik sonu paylaşmıştı. Gene kaynaklarda yer alan bir söylentiye göre Cemile, Buyid Adud El-Dewle’ye tesliminden sonra intihar yolunu seçmiştir (978).
Cemile’nin adının altının çizilmesinin nedeni, onun kendi kökeninde gizlidir. Zira bu kadının hem kendisinin, hem babasının hem de annesinin adları, Buyid lerin Ibn Miskavayh adındaki tarihçisi tarafından zikredilmektedir. Urfalı kronikçi Matthew tarafından kendisinden Hamdan’ın bacısı diye söz edilen Cemile, Hasan (Nasır el-Dewle)’ın kızı, Seyf El-Dewle’nin de yeğenidir. Ebu Talib ise Hasan’ın en büyük oğludur. Buyidlerin Ibn Miskavayh adındaki tarihçisi tarafından Kürt olarak nitelenen Fatma adındaki kadın, Cemile ile Ebu Tağlib (940-979) adındaki öz kardeşinin anneleridir. Büyük bir olasılıkla Hasan’ın ilk eşi olan Fatma’nın babası da gene Ibn Miskavayh tarafından Kürt olarak nitelenen Ahmet adlı kişidir. Babasından çok kendisini yönlendiren annesinin oğlu olan Ebu Talib, annesinin onayı ve desteğiyle yaşlanan babasını yönetimden uzaklaştırıp Cudi Dağı’nda yer alan ve Hamdanilere ait olan Ardumuşt Kalesi’ne hapsettikten sonra üvey kardeşleriyle çatışmaya girer.
Buyidlerin Ibn Miskavayh adındaki tarihçisi ve diğer kaynaklar tarafından verilen bilgilere göre Ardumuş Kalesi’nin idaresini, annesi tarafından kendisiyle akrabalık bağı bulunan Kürt kökenli Ibn Badawaihi (Minorsky’de Ibn Badoya)’ne, Diyar-ı Bekr ve Mayyafarkin’in idaresini kız kardeşi Cemile’ye ve Amid’in yönetimini de Deylem kökenli olduğu rivayet olunan Hezarmerd’e vermiştir.
Urfalı kronikçi Matthew tarafından verilen bilgilere göre, tarihçi Ibn Maskawaih tarafından Kürt olarak nitelenen Ahmet, kızı Fatma ve Ibn Badawaihi adındaki yakınları gerçekten Çemişgezekli (Hozanlı), yani Batı Dersimlidirler.
Urfalı kronikçi Matthew, Tzimiskes adındaki Çemişgezekli Bizans imparatoru tarafından 972-973 yıllarından önce Amid’e gerçekleştirilen seferden söz ederken, o tarihte Diyar-ı Bekr’in yönetimini elinde bulunduran Cemile’nin, Bizans İmparatoru Tzimiskes ile aynı bölgeden (Hozan, Çemişgezek) olmalarından ve hatta daha da ileri giderek bu ikili arasında gelişen gönül bağından ötürü Tzimiskes’in Cemile ile savaşmayarak geri döndüğünü yazar.
Öyle görünüyor ki Bağdat’a ve Bizans(İstanbul)’a değin uzanan siyasal bir ittifakın ve iktidar mücadelesinin aktörleri olarak görünen Ebu Talib, Cemile adındaki kız kardeşi, anne tarafından yakınları olan Ibn Badawaihi ile Daylam kökenli olduğundan söz edilen Hezarmerd vb., Dersimli bir aile ya da bir aşiret ile bağlantıları bulunmaktadır.
Seyfi Cengiz, Kürt oldukları ileri sürülen bu şahsiyetlerin büyük olasılıkla Batı Dersim’e Hamdanilerle birlikte ya da onlarla ittifak yaparak Dersim’e giren Daylamlılar olduğundan söz eder (Bkz. “Dersim ve Zaza Tarihi” Sözlü Gelenek ve Tarihsel Gerçek).
Seyfi Cengiz, Diyarbakır ve Farkin’in 935-36 tarihinden başlayarak Hamdanilerin müttefiki konumundaki Deylem kökenli bu Batı Dersimli ailece yönetilmesinden yola çıkarak Deylemi-lerin en geç 930’ların ilk yarsında Batı Dersim’e yerleşmeye başladıkları sonucunun çıkarılabileceğinden, bunların 938’de Zavazan’da pusuya düşürülerek öldürülen Leşkeri bin Mardi ile onun Musul Hamdanilerine sığınan taraftarlarıyla ve Musafirilerle ilişkileri bulunabileceğinden ve Hazarmard’ın Deylem kökenli olduğu vurgusunun kanısını pekiştidiğinden söz eder (Bkz. “Dersim ve Zaza Tarihi” Sözlü Gelenek ve Tarihsel Gerçek).
Yine Seyfi Cengiz, Hamdanilerle işbirliği içinde bulunan Laşkari İbn Mardi liderliğindeki Deylemilerin 938 yılında yaşanan olayın kısa bir süre öncesindeki ya da sonrasındaki bir tarihte ya tek başlarına ya da Hamdanilerle birlikte Dersim’e girmiş olmalarının mümkün olabileceğini, Onların Dersim’e gelişinin; Hamdanilerin Musul emiri ve Ebu Talib’in babası El-Hasan’ın içlerine değin çekildiği Ermenistan (Kırmanciye)’da otoritesini kurduğu kabul edilen 935 tarihinde ya da onun, Hamdanilerin Halep kolu lideri Seyf el-Dewle adındaki kardeşinin Bizans’la savaşları sürecine (932-62) rastlayabileceğini söyler (Bkz. “Dersim ve Zaza Tarihi” Sözlü Gelenek ve Tarihsel Gerçek).
 965’de bir süreliğine Antakya emirliği görevinde bulunan Deylem kökenli Dızbar’ın, Halep’in Seyf El-Dewle adındaki Hamdani emirince (Ebu Talib örneğinde görüldüğü üzere o da Abu’l-Faraj gibi bazı yazarlar tarafından Bar Hamdan olarak adlandırılmaktadır) öldürtüldüğü söylenmektedir. (Bk. Maskawaih, a.g.e).
Bu olayların yaşandığı tarihler takriben 932-62 yılları arasındaki zaman dilimini içine alan Hamdani-Bizans savaşları dönemiyle çakışmaktadır.
Özet olarak Daylamlıların, Bağdat’ın ele geçirilişinin ve Buyid Daylam Devleti’nin ortaya çıkışının bir süre öncesindeki ya da sonrasındaki bir tarihte Dersim’e geldiklerini söylemek yanlış olmaz sanırım.
 Buyidler, daha sonraki bir tarihte Musul’un yönetimini, Hamdani kökenli Ebu Talib’in iki kardeşine iade etmişler. Musul’un Ukaylidler, Diyar-ı Bekr’in de Mervani Kürtleri tarafından zaptının, Hamdanilerin Kuzey Irak (Musul) ve El-Cezire kolunun son bulmasına neden olmasına rağmen liderliğini Hozan (Çemişgezek)’lı Cemile’nin Seyf El-Dewle adındaki amcasının yaptığı Hamdanilerin başkenti Halep olan Kuzey Suriye Kolu (945-1004) bir zaman daha ayakta durmayı sürdürür (Bk. M. Canard, Enc. Of Islam, Hamdaniler Md.; ayrıca Clifford-Edmund-Bosworth, The İslamic Dynasties, 1967, s. 49-50).
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere kaynaklarda Eski Dersimliler (Eski Zazalar) nasıl ki Ermeni olarak tanıtılmışlar, burada da Geç Dersimliler Kürt olarak tanıtılmıştır. Sonuç olarak kaynaklar; arada bir veya sıkça, kasıtlı ya da farkında olmadan yalana yönelmekte, yanlış ve çarpıtılmış bilgi vermektedirler. Bu hataya düşmemenin (bilinçli olarak yapılmıyorsa) tek yolu, kaynakları çok iyi okumak, doğru yorumlamak ve en ince detayına kadar incelemektir.
Marzuban, Sa’luk (Sa’luk b. Muhammed b. Musafir) ve Wahsudan kardeşlerin yönetimi altında bulunan Musafiriler, bir başka ifadeyle onların Marzuban (Salar Marzuban b. Muhammed b. Musafir El-Deylemi) yönetimi altında bulunan kolu kuzeye ve batıya doğru yönelerek Sacidlerin çöküşü nedeniyle iktidar boşluğu yaşanan Azerbaycan’ın iç kesimlerinde yer alan Arran’a ve ayrıca Hazar kıyısı üzerinde yer alan Derbend’e doğru yayılma gösterirken, Gilan kökenli Ziyariler ile Daylam kökenli Buyidler, tüm çalışmalarını İran ve Irak’a yoğunlaştırmışlardı. Musafirilerin Salar Marzuban kolundan olan Ebulhac Delmastani (Rabino tarafından verilen şecere tablosunda adı geçen Abu’l Hayca b. İbrahim b. Salar Marzban olma olasılığı yüksektir), 982/ 983’de ordusuyla birlikte Erzurum’un Oltu ilçesine kadar gelmiştir.
Ancak Musafirilerin ikinci kolu olarak adlandırılan bu hanedanlık, kaynakların bazılarında aynı Arran Şaddadilerinde görüldüğü üzere X. yüzyılda artık Kürt ya da Kürtleşmiş bir hanedanlık şeklinde değerlendirmeye tabi tutulan Tebriz ve Azerbaycan’da yaşayan Rawwadilerin yükselen gücü karşısında varlığını koruyamaz olunca Azerbaycan’da yer alan son Musafiri toprakları da 984’de elden çıkarıldı.
Musafiriler ile Rawwadiler her ne kadar Justi tarafından Wahsudaniler adı altında birleştirilse de onlar, bu birleştirmeye karşı çıkan Rus doğu bilimci Vladimir Minorsky tarafından ayırt edilirler. 
Batıda yaşanan Daylam kökenli yayılmacılık hakkında kaynaklarda yer almış ve Selçukluların yayılmacılığı dönemi öncesinde ya da aynı tarihlerde yaşanan ve Daylamlılar tarafından 1021’de gerçekleştirilen Kırmanciye (Ermenistan) yayılmacılığı, kayda değer bir başka olaydır.
Bilindiği kadarıyla Thomas Artsruni tarafından kaleme alınan yapıta ekler yapan bir başka anonim (adı bilinmeyen) tarihçi bu olayın kaynaklarda ilk kez yer almasına ön ayak olan kişidir. Adının bilinmemesi nedeniyle kendisinden “anonim yazar” olarak söz edilen yazar, bundan önceki sayfalarda adından söz edilen anonim yazar olmadığını hatırlatmak isterim.
Bundan önce kendisinden anonim yazar olarak söz edilen kişi, Rap ırkından biri olarak tanıttığı Gilanlı Laşkari önderliğinde 930’lu yıllarda gerçekleştirilen Deylem yayılmacılığını Araplara mal ediyordu. Ancak, adından anonim yazar olarak söz edilen ikinci kişi, 1021 tarihli istilanın, ‘Elim ırkı’ (Elimats’ik ırkı, Elimler) tarafından gerçekleştirildiğini söyleyip gaf yaparsa da onların Türk olduğundan (istilayı gerçekleştirenlerin Sultan Tuğrul yönetiminde olduğunu söylemektedir), kimi zaman da yalnız Müslüman olduğundan söz ederek hatasını asgariye indirmeye çalışıyor.
Seyfi Cengiz bu konu hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirir: ”Elimlerin adı Türk Bugha’nın 852-53 yılındaki Ermenistan istilasında da geçiyordu ve bu istiladan söz ettiğim yerde Elim denenlerin gerçekte Deylemiler olduğunu düşündüğümü belirtmiştim. 852-53 istilasında Türk Bugha’nın, 1021’de başlayan istilada ise Selçuklu Tuğrul (1038-63)’un yönetiminde olmaları Elimler (Deylemiler)in Türk olarak tanımlanmasının nedeni olabilir.” (Bkz. “Dersim ve Zaza Tarihi” Sözlü Gelenek ve Tarihsel Gerçek).
Yukarıda adından söz edilen anonim tarihçi tarafından kaydedilen ve 1021’de gerçekleşen Daylam yayılmacılığının tarihi konusunda daha detaylı bilgiye sahip değiliz. Ancak bu konu ile ilgili olarak bilinen tek şey; anonim tarihçinin ve bu yayılmayı sehven 971-972 yılı öncesinde, ancak Delmuk Yayılmacılığı adı altında mülahaza eden Urfalı kronikçi Matthew tarafından anlatılanlarla belirlidir.
 Yukarıda sözü edilen ikinci anonim tarihçi tarafından kayıtlara geçilen bilgilere göre bu yayılma, Artsruni aşireti kökenli olan Senekerim (1003-1021) adındaki son Vaspurakan (Artsruni) kralı döneminde yaşanmıştır. Bundan yararlanmasını bilen Bizans İmparatoru, tam da bu sırada saldırının hedefinde bulunan ve kendisi tarafından toprak takasına inandırılan Ermenistan (Kırmanciye) prenslerini, 1021 yılında Bizans denetimi altında bulunan Orta Anadolu’ya ve başka bazı yerlere iskân ettirerek onların elinde bulunan toprakları, Bizans egemenliği altına alır.
Burada gözler önüne serilen, bir başka ifadeyle tanık olunan olay, “Ermeni” olarak adlandırılan Eski Zazaların bir göçü ya da iskânıdır. Aynı Artsrunilerde olduğu üzere Bagratlar olarak bilinen Eski Zaza mensuplular da 1041 tarihinde, Bizanslıların baskısıyla göçe zorlanırlar.
Özetle; Müslüman (Şii) olarak tanımlanan Daylamlılarca gerçekleştirilen yayılma döneminde 1021’de Artsrunilerin, 1041’de de Bagratların toprak takası kılıfı altında göçe zorunlu kılınmasıyla Bizanslılar, Ermenistan (Kırmanciye)’ın kontrolünü ele alırlar.
 Hile ile Ermenistan’ın devre dışı bırakıldığı bu tarih sonrasında yaşanan gerginliklerde, artık Bizanslılar ile yayılmacı Daylamlılar-Selçuklular ittifakı hep karşı karşıya gelir. Anonim tarihçi tarafından kayda geçirilen bilgilere göre 1054 yılında; komutası Tuğrul’da olan Elimler Ani kentini, Srahang (dipnotta verilen bilgiye göre Farsça’da general anlamına gelen Srahang sözcüğü kişi adı değil dir)’ın komutası altında olanlar da Vaspurakan’ın başkenti Van’ı ve Gnunik eyaleti sınırları içinde yer alan Erciş’i alırlar. Gnunik, bir görüşe göre Zaza kökenli Gini aşiretinin yaşadığı eyaletin adıdır. Böylelikle Ermeni kaynaklar tarafından, adından Sasan evi ya da Sasan ırkı olarak söz edilen Doğu Ermenistan’daki Eski Zazaların Artsruni, Bagrat, Gini vb. adlarla anılan prensliklerinin Hristiyan halkı ve yönetim kademesindekilerin, 1021 tarihli Deylemi-Selçuklu yayılmacılığı nedeniyle Bizans sınırları dâhilindeki topraklara toplu göçlerin yaşandığı bilinen ya da kaynaklarda yer alan bir gerçektir. Bizans sınırları dâhilindeki topraklarda yaşanan bu göçler, Dvin, Urmiye Gölü çevresinde yer alan bölge, Azerbaycan ve Van Gölü çevresinde yer alan coğrafyanın da içinde bulunduğu ve eskiden Sasani Ermenistan’ı adıyla anılan Ermenistan’ın Zaza kesiminden batıya doğru başlayan bir Zaza göçüdür. Ancak adı geçen bu eski Zazaların, Hristiyan olmalarından ötürü kaynaklarda Ermeni olarak tanıtıldığı gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekir.
Anonim tarihçi tarafından kayda geçirilen bilgiye göre Amiuk Kalesi’nde, Akdamar Adası’nda, Tsalkotn ve Kogovit eyaletlerinde ve Angeltun adlı kentte Artsruni kökenli Tornik’in Abdlmseh adındaki oğlu ile Aluz gibi kimi prensler, Elimlerle gerçekleştirdikleri ittifaklar sayesinde yerlerinde kalmışlardır (Bk. History Of The House Of Artsrunik, s. 368-373).
Sonunda 1071’de gerçekleşen Malazgirt (Manazkert) Savaşı’ndan evvel Bizanslılar, Kırmanciye olarak da bilinen Ermenistan’ı ya kendilerine bağladılar ya da köle konumuna soktular.
Yunan kökenli Amerikan tarihçisi Speros Vryonis’in “The Decline Of Medieval Hellenism In Asia Minor (1971, s. 98)” adındaki yapıtında söylediği gibi Malazgirt’te Romanus adlı Bizans imparatoru, Türkler ve Deylemilere karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Speros Vryonis tarafından Bizans’a karşı Malazgirt Savaşı’na katıldıkları söylenen Daylamlılar, bir görüşe göre Ermeni kaynaklar tarafından Elimler olarak adlandırılanlardır. 
Bununla birlikte Eski Zazaların büyük bir bölümünün, yüzyıllar boyu süren Bizans zulmünden kurtulmak amacıyla kurtarıcı olarak gördükleri yayılmacı Deylemi (Elim) ve Selçuklularla ittifak yaptıkları görüşü de mevcuttur.
Bu devirde Anadolu’nun fethinde etken görev üstlenen Danişmendler (1085-1175) ve adlarına sonraki tarihlerde rastladığımız Karamanlılar (1250-1487)’ın da Eski Dersimliler ve Eski Zazalar olarak adlandırılan halk kitlesinin mensubu oldukları görüşünü de yabana atmamak gerekir.
İşte Eski Zaza gerçeğini göz ardı eden, Daylamlılar tarafından üstlenilen rolün farkında olmayan ya da olmak istemeyen kimi tarihçiler bundan ötürüdür ki Anadolu ve Balkanların fethini sadece Türkler tarafından gerçekleştirildiğini söylemekte, doğal olarak bu fetihlerin nasıl bu kadar hızlı bir şekilde sonuçlandığını algılamakta güçlük çekiyor. 1071 tarihinde gerçekleşen Malazgirt Savaşı’nda Bizanslıların büyük bir hezimete uğraması sonrasında Kapadokya ve Doğu Anadolu’nun doğusundaki Kırmanciye (Ermenistan) toprakları tamamen Bizanslıların egemenliğinden çıkmak zorunda kaldı ve ülkede çok sayıda farklı beylikler tezahür etmeye başladı. Ülkede gerek bu devrede gerekse Selçuklular sonrası dönemde mantar gibi bitmeye başlayan bu beylikler, ister yerli olsun ister yabancı olsun kendilerini tarihçi sananlar tarafından tamamına yakını Türk ya da Türkmen olarak gösterildi. Oysa bu beyliklerin içinde Türkmen-Zaza ya da Türkmen-Kürt karışımı olanlarla birlikte Zaza-Deylemi ve Kürt olanlar da bulunuyordu. Ancak bunlar bilinçli bir şekilde gizlenmeye çalışıldı.
Bunu örneklemek gerekirse, Enc. Of Islam’ın Menteşeoğulları maddesinin yazarı Fr. Babinger tarafından verilen bilgilere baktığımızda Selçuklu Devleti’nin dağılması sonrasında ortaya çıkan Menteşe beyliğinin hem kurucusu, hem de isim babası olarak kabul edilen Menteşe Bey, Selçuklular dönemi Sivas valisi Beha al-Din Kurdi adında birinin oğludur. Bir başka ifadeyle babası Kürt olarak tanımlanmaktadır. Bu beyliğin kurucularının, Antalya ve çevresi güzergâhındaki deniz yolunu kullanıp eski Karya’ya geldikleri bilgisi bulunmaktadır.
Menteşe adıyla birlikte Kürt, Kirman, Zerwan ve Sasa (Zaza) gibi emir adlarından ve Bizans’tan ele geçirdikleri yerlere verdikleri adlardan anlaşılan o ki 1278-1424 tarihleri arasında egemen olan Menteşe Beyliği, etnik açıdan Türk değil Kürt ve Zaza karışımıdır.
1300-1425 tarihleri arasında egemen olan Aydınoğullarından Mehmet Bey’in Tire adlı üvey oğlu ve Sasa Bey (ölm. 1310) adındaki Aydın ve Efes fatihinin adının da Zaza olduğunu söylemektedir. Aydınoğlu Mehmet’in üvey oğlu Sasa aynı zamanda Menteşe’nin de damadı olması nedeniyle Aydınoğulları ve Menteşe beyliklerini birbirine bağlayan bir bağ olmuştur.
Yukarıda da söylendiği üzere Anadolu ve Balkanların fethi yalnızca Türklere mal edilmiştir. Bu konuda Deylemi ve Kürt unsurlar tarafından üstlenilen rollerin gün ışığına çıkarılması için Deylemi-Selçuk ve Moğol yayılmacılığının ardından oluşmaya başlayan beyliklerin etnik kökenleri hususu, Anadolu’da Deylemi ve Kürt mevcudiyeti konusunun net bir şekilde ortaya konulması açısından başlı başına bir çalışma gerektirecek kadar büyük önem taşır.
Germiyanoğullarının yanı sıra 1085-1112 tarihleri arasında egemen olan ve adına Çubuk Beyliği denilen ve merkezi Harput ya/ya da Çemişgezek olan Dersim Beyliği’nin de Dersim’e girmeye başladığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Van Gölü havalisinde ortaya çıkan ve merkezi Bitlis olan Dilmaçoğulları (1084?-1192) Beyliği, Dilmaç (Dimlaç, Demleç) adından da anlaşılacağı üzere Deylem kökenli bir hanedanlıktır.  
Mengüceklerin kökenlerinin de Deylem’e dayandığını ortaya koyan kimi deliller bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; “Tevahiri Ali Selçuk” adındaki yapıtta İzzeddin Keykavus adlı Selçuklu Sutanı (I. Alâeddin Keykubat’ın kardeşi ve 1211-1219 tarihleri arasındaki yöneticisi I. İzzedin Keykavus olma olasılığı yüksektir) ile Fahrüddin Behramşah (ölm. 1225) adındaki Mengüçek emirinin kızının düğü nünden söz ettiği pasajda görmek mümkündür. Bu kaynağı referans olarak gösteren Ali Kemali tarafından kaleme alınan Erzincan adlı yapıtta şu satırlar bulunmaktadır: “Türki ve Kazvini ve Dilimi ve Rumi serhenkler, çavuşlar ve bölükbaşları ellerinde zıpkın ve değnekler ve çukanlar iki tarafta durdular.... Sofra kurulup çeşitli yemekler  yenildi, ... kımız içildi”.
1217/1218’de Eğridir ya da Sivas’ta gerçekleştiği sanılan söz konusu düğünde Mengücek tarafının Kazvini ve Dımili unsurlarınca temsil edildiği görüşü egemendir.
1071-1252 arasında egemen olan Mengüceklerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmaya yeltenen I. Alâeddin Keykubat (1219-37) adındaki Selçuklu hükümdarına karşı Erzincan Mengücek Sultanı Davut Şah ile Yeni Müslümanolarak tanımlanan dönemin Hasan Celal U’d Din (1210 -1220) adındaki Alamut Şeyhi (Zamandizine göre 1220-55 arasında yönetici olan, Marco Polo tarafından adından söz edilen Alamut imamı Ala al-Din Muhammed olma ihtimali yüksektir) arasındaki ittifak arayışı, delillerin ikincisidir.
Bu olay, XIII. yüzyıl boyunca Anadolu Selçuklu Devleti Tarihi birinci kaynak yazarı olan Ibn Bibi tarafından kaleme alınmıştır. Ondan aktaran kişi de Erzincan adlı yapıtı yazan Ali Kemali’dir. Ibn Bibi’nin yazdığına bakılırsa Alamut ile gizli kurulan bu ilişkiden haberdar olan Selçuk sultanı Keykubat, 1228’de sınırlarına  çok sayıda asker yığdırdığı Erzincan ve Kemah’ı Davut Şah’ın elinden alır. Erzincan’a karşılık olarak da Davut Şah ile Koğonye yöneticisi olan Muzafferidün Mehmet adındaki kardeşine Akşehir,  Kırşehir ve Ilgın’ı verir. Anlaşıldığı kadarıyla Mengücek emirlerinin Akşehir ve Kırşehir’e yerleştirilmesiyle Mengüceklerin Erzincan ve Kemah Kolu da böylece ortadan kaldırılmıştır.
Akşehir, Kırşehir ve Ilgın adlarının altını kalın çizgilerle çizmek gerekir. Zira Hacı Bektaş, Sarı Saltuk ve Mahmut Hayrani’yi tam bu dönemde ve bu coğrafyada görmek bir rastlantı olmasa gerek. Çünkü onların bu dönemde bu coğrafyada olmaları, zorunlu iskânla bir ilgisi olabileceği kanısı vardır. Hacı Bektaş tarafından kaleme alınan Vilayetname’de (Ki bu Vilayetname’nin bir Osmanlı kurgusu olduğu şüphesi bulunmaktadır. Büyük Bir Yalan adlı makalesinde bunun bir Osmanlı kurgusu olduğunu savunan Erdoğan Çınar’ın satırları şöyledir: Vilayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli Osmanlı Padişahı Sultan I. Murat zamanında hayata gözlerini yumar ve I. Murat tarafından yaptırılan türbesinde ’sır’lanır.
Türkistanlı Ahmet Yesevi 1160 yılında öldü. Hacı Bektaş Veli onu ziyaretinde ve onun adına savaşlara katıldığında, yirmili yaşlarında olduğunu varsayarsak, Hacı Bektaş Veli’nin 1160 yılından önce yirmili yaşlarına ulaştığını kabul etmemiz gerekir. Bu durumda Hacı Bektaş Veli’nin doğum tarihi, 1130-1140 arasındaki bir tarihte olmalıdır. Öte yandan yine Vilayetnâme’de  Hacı Bektaş Veli, Sultan I. Murat’ın saltanat yıllarında Hakka yürüdüğü öne sürülür ki bu da 1362-1389 yılları arasıdır. Vilayetname’de yazılan Hacı Bektaş Veli’nin yaşam öyküsünü doğru kabul edecek olursak Hünkâr’ın iki yüz elli yıl gibi hiçbir insana nasip olmamış çok uzun bir yaşam sürdüğüne de inanmamız gerekecektir. Hacı Bektaş Veli, iki yüz elli yıl yaşamadı. O Ahmet Yesevi’nin ölümünün üzerinden kırk yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra dünyaya geldi. Hacı Bektaş Veli ile Türkistanlı Ahmet Yesevi’nin yolları hiç bir zaman kesişmedi.
Bu kurgu, kurgu olduğu kadar da acemi işi bir senaryo, bizleri  Hacı Bektaş Veli’ nin yaşam öyküsü olarak Vilayetname’de yazılanların bütünüyle düzmece olduğuna ve onun asıl kimlik bilgilerinin bir ’sır’ olarak saklandığına ikna edecek kadar güçlü bir delildir.”) O’nun yerleştiği ve karargâh kurduğu rivayet edilen Kara Hüyük köyü, 1260’ların başlarında hâlâ Akşehir (Kırşehir’e değil)’e bağlı bir köydür.
Fahreddin Kirzioğlu tarafından kaleme alınan Kars Tarihi adlı yapıtta aktarılan bir şecerede Davut Şah (ölm. 1151/ 1162?)’ın oğlu Mengücek emiri Fahreddin Behramşah ile Saltuk kardeştir.
Mengüceklerin denetimindeki Erzincan’ın da Akşehir adında bir yerleşim birimi mevcuttur. Bu göz önünde bulundurulduğunda bu adın, sözü edilen iskânla birlikte taşınması kuvvetle ihtimaldir. Bahaeddin Veled, Mevlana Celaleddin Rumi’nin babasıdır. Sivas’a giden bu zat, oraya varmazdan önce Erzincan’a uğramış.
Dönemin Erzincan meliki Fahreddin Behramşah tarafından O’nun adına Erzincan’ın yerleşim birimi olan Akşehir’de bir medrese yaptırılır. 1230 yılında gerçekleşen Selçuklu-Harezmi Savaşı’nın yaşandığı Yassıçimen, Erzincan’ın Akşehir Ovası’nda yer alıyordu.
Üçüncü delil: Kimi kaynaklarda Mengücek adı Mencek olarak verilmektedir. Bir efsaneye göre türbesi Tunceli ilinde bulunan Ağuçan (Ağu içen)’ın gerçek adı da Seyit Mencek’tir. Bu durum dikkate alındığında Ağuçan’ın, ünlü Mengücek Gazi ya da Mengücek emirlerinden biri olma olasılığı yüksektir.
Ağuçan adı, Danişmend Ahmet Gazi (ölm. 1084) ile aynı soydan gelme Aghusian (Yağhibasan) adındaki Danişmend emirinin adını çağrıştırmaktadır. Tarihlerde bu adla (Aghusian) Yağhibasan, Ağsian, Agusian, Yağisian, Ansian, Aexianus ve Bağhi-Siyan vb. çeşitli yazımlara rastlamak olasıdır. 
Adından Ağusiyan olarak söz edilen kişinin, Danişmend Ahmed’in oğlu Gümüştekin’den sonra yöneticilik yapan Melik Yağıbasan adındaki Danişmend emiri (Melik Nizamü’d-Din Yağıbasan Bin Gazi, 1142 -1164) olması kuvvetli ihtimaldir. 1296-1345 tarihleri arasında Balıkesir-Çanakkale ve Bergama yöresinde kurulan ve Danişmendilerin bir kolu olan Karasi Beyliği’nin atası, Melik Yağıbasan’dır.
 Danişmendilerde benzer adlar taşıyan pek çok kişiyle karşılaşmak mümkündür. Danişmend Gazi’nin de Yağısıyan adında bir oğlu bulunmaktadır. Aynı şekilde Melik Yağıbasan’ın Emir Yağan (ölm. 1135) adını taşıyan bir kardeşi vardır. Bununla birlikte Danişmendiler haricinde de Yağıbasan adını taşıyanlara rastlamak mümkündür. Ancak onlarla bir bağlarının bulunup bulunmadığı konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Örneğin, Antakya’nın Haçlılar tarafından ele geçirilişi sırasında (1098) öldürülen Antakya emiri de Yağıbasan adını taşımaktadır.
Yine aynı şekilde Mevlana Celaleddin Rumi (1207-1273)’-nin Konyalı Selahaddin Feridun Zerkub (ölm. 1258) adlı ilk resmi halifesinin adı da kaynaklarda Kuyumcu (Zerkub) bin Yağıbasan olarak geçer. Mevlana’nın Hüsameddin Çelebi (1225 -1284) adındaki ikinci halifesinin de tıpkı Ağuçan Ocağı’nda olduğu gibi Ebu’l Vefa soyundan geldiği görüşü dikkat çekmektedir.
Anadolu Selçuklu Devleti (1073-1308)’nde de Deylemlilerin önemli görevler üstlendiği gerçeği ile karşılaşmaktayız. Pervane kısa adlı Sa’d al-Din Kopek (Zaza-Din?) ile Cacaoğlu Nureddin’in eski Zazalar ve Deylemlerle ilişkisi bulunduğu görüşü bulunmaktadır. Bu adlardan özellikle Pervane’nin kesin Deylem kökenli olduğu aşağıdaki satırlardan anlaşılacaktır.
En şaşaalı dönemi Kuruluş ve yükseliş dönemleri 1073-1239 /43 tarihleri arasında gerçekleşen Anadolu Selçuklu Devleti’nin en parlak dönemi, bu tarihler arasındaki zaman dilimini kapsar. XIII. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklu hâkim grubu içinde yaşanan bölünmenin sonucu olarak merkezi yönetim eski gücünü yitirir. Tam da bu dönemde ayaklanmalar baş gösterir. Bu dönemde yaşanan ayaklanmaların hem en ilki hem de en önemlisi hiç kuşkusuz Baba-i İsyanı’dır. Anadolu Selçuklu ordusunun, karşısında büyük bir hezimete uğradığı Babaîler her ne kadar Malatya, Tokat ve Amasya havalisini alırlarsa da neticede devşirmelerden meydana gelen birlikler tarafından güç belâ bastırılırlar. 1239’da ya da daha yüksek bir olasılıkla 1 Ağustos 1240 tarihinde Baba İlyas’ın öncülük ettiği Babaî Ayaklanması’nın hemen akabinde Anadolu, Moğol yayılmacılığına maruz kaldı. Bu dönemde Selçuklu merkezi yönetimi tamamen yok olmayla yüz yüze geldi.
Böylelikle Babaî Ayaklanması ve Moğol yayılmacılığının yaşanmasıyla neticelenen Anadolu Selçuklu Devleti’nde Moğol Egemenlik Dönemi başlar.
Moğol Egemenlik Dönemi’ni; 1243-1277 yılları arasında yaşanan ve Moğol egemenliğinin dolaylı olarak yaşandığı dönem ve onu izleyen 1277-1308 yılları arasında yaşanan ve doğrudan bir Moğol egemenliğinin görüldüğü dönem olmak üzere kendi içinde iki döneme ayırmak gerekir. İkinci dönemde Anadolu Selçuklu Devleti artık bir İlhanlı eyaleti konumundadır.
Doğrudan bir Moğol egemenliğinin yaşandığı dönem öncesinde, yani 1243-1277 arasını kapsayan dolaylı Moğol egemenliği döneminde Selçuklu Devleti’nin en gözde ismi, Daylam kökenli “Pervane” kısa adıyla bilinen Sa’d al-Din Kopek (Zaza-Din?)’dır. Çok etkili bir rol üstlenmesinden ötürü bu döneme Pervane Dönemi adı verilmiştir.
Doç. Dr. Nejat Kaymaz tarafından 1970’de kaleme alınan Pervane Mu’-inü’d-Din Süleyman adındaki yapıtı, özellikle işlediği bu dönemi, dönemin bir numaralı ismi Daylam kökenli Pervane’yi merkeze koyarak ele almaktadır. Adı geçen bu dönem, Selçuklu Devleti’nin iplerini elinde tutan Pervane Dönemi’dir. Sinop ve havalisinde egemen olan Pervaneoğulları Beyliği, isminden de anlaşılacağı üzere Pervane ve ailesinin elinde bulunuyordu.
Hz. Muhammed'in amcası Abbas'ın soyundan gelenlerce kurulan ve750-1258 arasında egemen olan Abbasiler Devleti vezirleri Bermekiler örneğinin bir benzeri ile Selçuklularda karşılaşmaktayız. Zira 1238-1244/1245 tarihleri arasındaki dönemde Sahib Mühezzibü’d-Din Ali adındaki Anadolu Selçuklu veziri Pervane’nin babasıdır. Moğollarla yapılan barış görüşmelerinde çalışmaları yürüten kişi de odur. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yönetim birimlerinde bu aileden ve bunlar gibi Daylam ve İran kökenli olan çok sayıda önemli görevler üstlenen isimler bulunmaktadır.
Özetle, Büyük Selçuklu Devleti ile Bizanslılar arasında 1071 yılında yaşanan Malazgirt Savaşı sonrasındaki endişe verici dönemde bile Anadolu’nun doğusunda kurulan Kırmanciye/Ermenistan nüfusunun büyük çoğunluğu, bulundukları toprakları boşaltmaya ve göçe zorlandı. Örneğin, Eski Zazaların bir bölümü, yerleştikleri erişilmesi ve işgali zor olan Kilikya’da daha sonraki (1080) dönemlerde krallık düzeyine yükseltmiş oldukları bir prenslik inşa ettiler. 1080-1375 arasındaki zaman diliminde egemen olan Kilikya Devleti, Rupen’in öncülüğünde kurulmuştur. Yaklaşık üç asırlık bir ömre sahip olan Kilikya Devleti, Rupen’in haleflerince zamanla Kilikya bölgesinin tamamına egemen olundu. 1095-1270 tarihleri arasında yaşanan Haçlı akınları neticesinde inşa edilen Haçlı Devletleri ile ittifak içine giren Kilikyalılar, ülkelerini, Haçlı Devletlerini örnek alarak yeniden düzenlediler. Daha sonra sırasıyla Konya merkezli Rum Selçuklu Devleti, Moğollar ve Memlüklerin tehditleriyle karşılaşan Rupen soyundan gelme insanlar tarafından yönetilen Kilikya Devleti, 1375 yılında eldeki son üslerini de Memlüklere terk ederek tarihin derinliklerine gömüldü. 
Daylamlılar tarafından 1021’de gerçekleştirilen Kırmanciye (Ermenistan) yayılmacılığıyla başlayıp 1071 yılında Büyük Selçuklu Devleti ile Bizanslılar arasında yaşanan Malazgirt Savaşı ile süren bu zaman diliminde de başkaldırılarda bulunanlara iştirak eden, ya da başkaldırılardan kaçan Hristiyan Eski Zazalardan ve kaynaklar tarafından Müslüman olarak adlandırılan yayılmacı Şii Deylem kökenlilerden de gelerek Dersim coğrafyasını mekân tutanların olduğunu göz önünde bulundurmakta yarar vardır.
Daylam kökenlilerin/Geç Dersimlilerin, bir seferde gelip Dersim’e yerleştiklerini söylemek mümkün değildir. Tam tersine adı geçenlerin farklı zaman dilimlerinde ve gruplar halinde geldiklerini söylemek daha isabetli olur. Babaî Ayaklanması’nın bastırılması sonrasında da Dersim’e sığınanların bulunduğunu gösteren kimi ip uçları da bulunmaktadır.
Daylam kökenli kimi kesimlerin de, aynı Hamdani örneğinde görüldüğü üzere kaynakların tamamı tarafından bilinçli ya da sehven Arap olarak tanımlanan Mirdasiler (1023-79),Ukayliler (990-1096) ve Mezyediler (961-1150) adları ile bilinen Şii topluluklar ve hanedanlıklar da onlarla ya da onlarla yaptıkları ittifak sonucunda Dersim’e gelmiş olmaları muhtemeldir.
M. S. 10. yüzyılın son on yılında; dönemin Bizanslılar, Deylemliler (Buyi-Abbasi) ve Fatımiler adlarındaki üç büyük gücün sınırlarının çakıştığı noktada bulunmasına rağmen hiçbirinin kendi egemenlik alanına dâhil edemediği Cezire ve Suriye’de ortaya çıkmış küçük hanedanlıklardır.
Hamdani, Mırdasi ve Ukayliler M.S. 10. yüzyılın son on yılında Bizans, Deylemi (Buyi-Abbasi) ve Fatımiler gibi dönemin üç büyük gücünün  sınırlarının çakıştığı ama bu üçlüden hiçbirinin etkili şekilde ilhak edemediği Cezire ve Suriye’de doğmuş küçük hanedanlıklardı.
Mırdasi, Ukayli ve Mezyedilerin de bazı kolları ya da devamlarının her nedense muayyen dönemlerde Dersim  ve Zaza topraklarında göründükleri de olmuştur. 
Bunu örneklemek gerekirse; XI. yüzyılda Halep ve Kuzey Suriye’yi kapsayan coğrafyada bir emirlik inşa eden ve Kilab aşiretinden oldukları söylenen Mirdasiler, 1220-1650 tarihleri arasında Bitlis'te hüküm sürmüş olan Şerefhanlar sülâlesinin bir mensubu olan Şerefhan tarafından kaleme alınan ‘Şerefname’ adlı kaynakta verilen bilgilere göre Halep’ten gelerek 1030’dan başlayarak merkezi Eğil olan bir başka beylik daha kurmuşlardır. Şerefhan tarafından verilen bilgilere bakılırsa Çermik, Palu ve Bağin Mirdasiler tarafından kurulan Eğil Beyliği’nin sınırları içinde yer alıyordu (Bk. Şeref Han, Şerefname, s. 203-204).
M. Sadık Yiğitbaş tarafından 1950 yılında kaleme alınan “Kiğı” adlı yapıtta; Kiğı’nın da bir dönem, Kiğı’nın önde gelen Yazıcıoğulları ailesi vasıtasyıla Mirdasilerin yönetimine girdiklerinden söz eder.
Yiğitbaş, Yazıcıoğullarının Dersim kökenli olduklarına dair rivayeti aktarmasına rağmen Yazıcıoğullarının, Mirdasi kökenli olduğundan yana tercih yapar(Bk. M. S. Yiğitbaş, a.g.e., s. 82-86).
Diğer taraftan kaynaklardan bazıları, Dersim rivayetinde bir göçün öncülüğünü yaptıkları ileri sürülen Kureyş ve Mansur’u Ukayliler ve Mezyedilerle ilişkilendirmeye çalışırlar. Bu kaynaklarda yazılanlara göre Dersim söylencesinde adından söz edilen Mansur, Mezyedi emirlerinden Mansur İbn Dubeys (ölm. 1086), Kureyş de Ukaylilerin emirlerinden Kureyş bin Badran (1010-1061)’dır.
 
Bugün 18 ziyaretçi (19 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol