BİR İLKE ATILAN İMZA

 

==== BİR İLKE ATILAN İMZA ====

 

İlkokulu bitirdiğimin ikinci yılında Tunceli Ortaokulu’na kayıt yaptırdım. O tarihe değin köyümüzde ilkokulu bitiren hiçbir çocuk, ortaokula kayıt yaptırmamıştı. Yani çocuğunu ortaokula gönderen ilk kişi babam, ortaokula giden ilk öğrenci de ben oldum, köyümüzde. Böylece bir “ilk”e imza atmıştık, ailemle birlikte. Yani babam, yeni bir çığır koymuştu köy gençliğinin önüne.

Bu arada ben de bir sorumluluk yüklenmiştim, altına imza attığım bu ilkle birlikte. Eğer yüklendiğim bu sorumluluğu gereği gibi yerine getirebilirsem örnek olacaktım, kendimden sonraki köy gençliği için.

Farkındaydım, bana yüklenilen bu yükümlülüğün. Bunu bildiğim için de önüme çıkan onca engele rağmen yılmadan savaşım verdim. Engel tanımadım, saptadığım hedefe ulaşmak için. Çıktığım bu yoldan ilerledim adım, adım. Yılmadım. Azimliydim. Hedefime ulaştım sonunda.

Ben, saptadığım hedefe ulaşmayı başarınca bir eğitim-öğretim yarışı başladı, köyümüz gençlerinin arasında. Hem de kız-erkek ayrımı yapılmaksızın. Sevinçliydim bundan ötürü. Dünyanın en mutlu insanı addediyordum kendimi, böyle bir yarışa katkıda bulunduğum için. Çünkü öyle sıradan bir yarış değildi, bu yarış. Sıradan bir yarış olmadığı için de anneler, babalar, oğullar ve kızlar isteyerek ve severek katıldılar bu yarışa. Omuz verdiler yarınlara. Yüreklerini koydular ortaya.

Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı yokluklar ve yoksulluklar içinde kıvranan ve yaşamlarını idame ettirmekte güçlük çeken emekçi köylümüz, ondan bundan aldıkları borç paralarla oğullarını-kızlarını okutarak yatırım yaparlar mıydı yarınlara?

Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı şimdilerde lise mezunu olur muydu köyümüz gençlerinin en az okuyanı?

Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı eğer, sayıları her geçen gün katlanarak artan oğullarımız-kızlarımız, girebilirler miydi üniversite yerleşkelerinden içeri?

Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı eğer, bugün çeşitli üniversitelerin değişik fakültelerinden mezun olup halkına hizmet sunan onlarca gencimiz olabilir miydi acaba?

—Peki, ben olmasaydım bütün bunlar olmayacak mıydı?

—Olacaktı elbette.

Ben, sadece bir ateşleyici oldum. Fitili biraz daha erkenden ateşledim. Hepsi o kadar. Eh! Böyle olunca da doğal olarak erken çıkılan yolda kattedilen mesafe daha fazla oldu. Yoksa aydınlık yarınlardan yana tavır koyan köylümüz, değişen çağa ayak uydurmakta ne geç kalırdı, ne de engel tanırdı önünde.

 

Kayıt yaptırdım yaptırmasına ama iş, kayıt yaptırmakla bitmiyordu. Çünkü okula başlayabilmem için mutlaka çözülmesi gereken bir sorun vardı ortada. Bu sorunu çözmeden benim ortaokula başlamam olanaklı görünmüyordu. Sorun, okurken nerede, nasıl ve kimin yanında kalacağım sorunuydu. O zamanlar cumartesi günleri de okul olduğu için haftanın altı günü köyden Tunceli’ye gidip gelmem olanaksızdı. Çünkü hem köyümüzün Tunceli’ye olan uzaklığı, hem de yolun olmaması ve herhangi bir taşıtın bulunmaması buna engeldi. Her gün köyden kalkıp Tunceli’ye okumaya gidemeyeceğim için iki seçenek kalıyordu geriye. Ya bir ev kiralanacaktı -ki; henüz on iki, on üç yaşlarındayım o zamanlar. O yaştaki bir çocuğun tek başına ya da yaşıtlarıyla birlikte kiralık bir evde kalabilmesi mümkün değildi- ya da birilerinin yanında kalarak okuyacaktım.

Seçeneğin biri yasak, öteki tehlikeli olunca kala kala bir seçenek kaldı geriye. O da yanında kalabileceğim birilerini bulmaktı.

Babam, o dönemde Tunceli merkezde ikamet eden tanıdığımız Haydar Yaşar’ın yanına giderek beni yanlarına alması için ricada bulunur. Sağ olsun o da babamı kırmaz ve talebini kabul eder.  

Bu muştulu haberle köye dönen babamla birlikte okulların açılışından bir gün önce Tunceli’ye gitmek için çıktık yola. Yatağımı yüklediğimiz kara katırımızı çektik, Haydar Yaşar’ın kapısının önüne. Kara katırımızın sırtından indirdiğimiz yatakları taşıdık içeri. Ertesi gün giyecek, kitap ve kırtasiye vb. gereksinimlerimi karşılayan babam, oradan ayrılarak köye döndü.

Kalmaya başladığım bu evde benden başka biri daha vardı, ortaokula giden. O da Sn. Haydar Yaşar’ın kardeşiydi. Bedri’ydi, adı. Ortaokulun ikinci sınıfına gidiyordu. Okulun ilk gününde onunla birlikte gittik okula. İki katlı olan okul binası sadece birkaç derslikten oluşuyordu. İhtiyacı tam karşılayamadığı için aynı zamanda lise olarak da kullanılan okul binasında sabahları ortaokul öğrencileri, öğleden sonraları da lise öğrencileri öğrenim görüyordu. Okulun açılışının ilk gününde düzenlenen törenin ardından ders işlenmediği için sınıf ve şubelerimizi öğrendiğimiz Bedri’yle birlikte eve döndük.

O günden itibaren hafta içi her gün sabahın erinden kalkar, kahvaltımızı yapar, ardından ilk kez sahip olduğum takım elbisemi, ayakkabılarımı giyinir, ay yıldızlı okul şapkasını başıma takar, Bedri’yle birlikte okula giderdik. Okul dönüşünde de Bedri’yle ikimize ayrılan odada okul kıyafetlerimizi çıkardıktan sonra ilk kez sahip olduğum çizgili takım pijamalarımı giyinir, ardından da başlardık ders çalışmaya.

 

Yıl 1963 

 

Yaklaşık üç hafta geçmişti, okulların açılışının üzerinden. Güneş batmış gün akşam olmuştu. Odamızı aydınlatan titrek alevli beş numara gaz lambasının loş ışığı, egemen olmuştu gün ışığına. Tek katlı ahşap ranzaların üzerine serili yataklarımıza uzanmış ders çalışıyorduk, Bedri’yle ikimiz. Odamızın kapısı açıldı usulca. Ev sahibinin ilkokul üçüncü sınıfa giden büyük oğlu Muzaffer girdi içeri:

—Amca… diye seslendi.

—Ne var, n’oldu yine? dedi Bedri

—Babam çağırıyor…

—Kimi?

—İkinizi de dedi, Muzaffer.

—Tamam, sen git. Biz geliriz, dedi.

Muzaffer yine kapıyı usulca kapatıp odadan çıktı, dışarı. O çıkar çıkmaz Bedri’yle ikimiz zaman geçirmeden kalktık, üzerine uzandığımız yataklarımızdan. Düzelttik üstümüzü, başımızı. Haydar Yaşar’ın sürekli çantalı radyosundan akşam ajansını dinlediği odasının kapısına, vardık. Tıklayıp kapıyı girdik içeri.

—Bizi çağırmışsın ağabey, dedi Bedri.

Akşam ajansını dinlemekte olduğu bataryalı kocaman, çantalı radyosunun düğmesini büküp sesini kısan Haydar Yaşar:

—Kulağınızı açın, iyi dinleyin beni. Bundan böyle tatil günleri de dâhil olmak üzere her gün yanınıza baltayı, tahrayı alarak ormana gidecek, oradan eve odun taşıyacaksınız. Aslan gibi iki delikanlı evde otururken gidip oduna para verecek değiliz herhalde. Ayıp olur değil mi? dedi.

—Evet diyorum ben.

“Evet” dediğim için yanı başımda duran Bedri bir çimdik atıyor, gizlice.  

—Ha… Şunu da unutmayın sakın diyor ve ekliyor: “Odundan eve döndükten sonra hiçbir yere çıkmak yok. Oturup derslerinizi çalışacaksınız.

“Ormandan ancak karanlık çökünce dönebiliriz eve. O saatten sonra da yorgun-argın çıkıp dışarılarda fink atacak değiliz herhalde” diye homurdanıyor, Bedri.

—Ne diyorsun, ne konuşuyorsun kendi kendine, diyor ağabeyi.

—Yok, bir şey ağabey diyor, Bedri.

—Birinci dönemin sonunda karnesinde kırığı olan ikinci dönemde adım atamaz bu evden içeri, bunu da bilesiniz. Anlaşıldı mı? diyor.

—Tamam efendim…

—Şimdi çıkabilirsiniz…

Bedri’yle ikimiz usulca kapattık kapıyı çıktık odadan dışarı. Çekildik odamıza, uzandık yataklarımıza.

—Okumaya mı geldik, odun taşımaya mı, belli değil. Hem sana da kızgınım diyor Bedri, bana.

Ben de;

—Evet demesem bizi oduna göndermeyecek mi sanki? diyerek kendimi savunuyorum.  

—Eve odun getirin ama karneye zayıf getirmeyin, diyor. Bu nasıl olacaksa? Akşama kadar orman yolunda ter döken biri nasıl ders çalışacaksa? Karneye zayıf getirmemek için çalışmak; çalışmak için de zaman gerekir bize. Sen bu zamanı alacaksın elimizden, karnede zayıf da istemiyorum diyeceksin. Peki, biz, sırtımızda odun taşırken mi ders çalışacağız? diye söyleniyor Bedri.

Bedri söylendi diyorum. Çünkü içindekini açık bir şeklide dışa vuran o oldu.

—Peki, ben odun taşımak istiyor muydum?

—Hayır. Ben de istemiyordum.

Ama buna rağmen ben, söylenmedim, söylenmek de istemedim. Çünkü okumak için zar-zor bir fırsat yakalamışken ondan yoksun kalmak istemiyordum. Bunun için de odun taşımaya da razıydım, taş taşımaya da… 

Bedri’yle ikimiz her ne kadar başlangıçta söylendiysek de neticede itaat ettik emre ve bir sonraki günden başlayarak sömestr tatili hariç o öğretim yılının sonuna kadar her gün ormandan eve odun taşıdık, durduk.

Sıcak-soğuk demeden, yağmur-çamur dinlemeden, kara-kışa aldırmadan hemen her gün yaklaşık bir buçuk-iki saat gâhî çamurlu, gâhî karlı yollarda yürüyerek varırdık ormana. Gözümüze kestirdiğimiz koca koca meşe ağaçlarına indirirdik balta darbelerini. Sonra da doğrayarak yüklenirdik sırtımıza, tutardık evin yolunu. Gâhî ter döke döke, gâhî titreye titreye…

Özellikle kışın kısa günlerinde ormandan eve dönene değin son demlerini yaşayan Güneş, yerini çoktan terk ederdi titrek alevli gaz lambasının loş ışığına. Eve varınca hemen değişirdik üstümüzü, yerdik akşam yemeğimizi. Sonra da odamıza çekilip ders çalışmaya başlardık. Tabi yorgun-argın çalışabilirsen çalış. Ama bu çalışmamız bile fazla uzun sürmezdi. Çünkü beş numara gaz lambası fazla gaz yakmasın diye erkenden söndürür, girerdik yatağımıza. Çalışamadığımız dersleri ya da yapamadığımız ödevleri de sabahları şafak söküp ortalık ağarmaya başlayınca kalkar yapardık.

Böylece; atalarımızın deyimiyle: “Okuyup adam olmak adına” bir öğretim yılı boyunca, tıpkı Taptuk Emre Dergâhı’na kırk yıl odun taşıyan Yunus misali dağdan odun taşıdık, kaldığımız eve.

Ama Yunus: “Odunun eğrisi dahi yakışmaz bu kapıya” diyerek kırk yıl boyunca hep odunun düzgün olanını taşımasına karşın biz, seçmeden eğrisiyle, doğrusuyla taşıdık odunu...

 

Mehmet KORKMAZ

“DERSİMLİ BİR MUALLİM’İN ANILARI” adlı kitabımdan

 
Bugün 18 ziyaretçi (23 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol