CENNET-CEHENNEM MEFHUMU VE ÖTEKİ DÜNYA

CENNET-CEHENNEM MEFHUMU VE ÖTEKİ DÜNYA

 

ANTİKÇAĞ’DA DEFİN TÖRENLERİ VE ÖTEKİ DÜNYA MEFHUMU

Başlangıçta ana rahmindeki bir ceninin konumuna benzer bir konumda yatırılan ölüler, daha sonraları çukurlara gömülerek yanlarına armağanlar konmaya ve kemikleri kırmızı renge boyanmaya başlandı. Ölülerin, ölümsüz duruma gelmesi konusunda sürekli bir şüphe taşımış olan tarih öncesi insanlar, ölümsüzlüğün yerinin anıt mezar olduğuna inandılar ve cenaze törenlerine saygıda asla kusur etmediler. Bundan ötürüdür ki cenaze törenleri aynı zamanda ölüyü öbür dünyada tutmak suretiyle dönme imkânlarına engel olmaya yönelik bir tören olarak kabul gördü. Böyle olunca da ölülerin yaşayan insanların arasına dönerek dünyayı daha da kalabalık bir hale getirmelerine engel olduklarına inanırlardı.

Antikçağ insanının ölülere ait müşterek bir toplanma yeri olarak susuz, ışığı bulunmayan, toz-duman içinde bir yer şeklinde betimledikleri cehennemi akıllarına getirmeleri bir çelişki şeklinde görülebilir. Mezar ile bir tezatlık içinde bulunan bu toplanma yeri, öteki medeniyetlerde korkunç olmasına karşın Mısır tasvirlerinde bir sessizlik sükûnet içindedir. Bunun yanı sıra ölülerin sorguya çekileceği düşüncesini de ortaya koymuştur. Mısırlıların Ölüler Kitabı, bu korkunç sorgulama anı hakkında geniş bilgi verir.

Zerdüştçü olan Persler, ölülerini, havayı, suyu ve toprağı kirletmelerini ve çevrelerine mikrop saçmalarını önlemek amacıyla yırtıcı kuşlar tarafından parçalanarak yenilsin diye yüksekçe inşa edilen kulelerin üzerine açık bir şekilde bırakırlardı. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere sadece bir bölgede bile farklı gereksinimler belki de doğaya sadakatten ötürü çok farklı dinsel törenlere dönüşebiliyordu.

 

ANTİKÇAĞ’DA CENNET MEFHUMU

Hem Yunanlılar, hem de Mısırlılar hiçbir günahı bulunmayan ölüler için sonsuz bir saadet bahçesi düşünüyorlardı. Antik Yunanlılar düşünü kurdukları bu yere Campı Elysii adını verirlerken, Eski Mısırlılar buraya ‘İalu’nun Toprakları’ diyorlardı.

Yunanlılarla birlikte kalıcılığın yanı sıra ebedî bir saadetin de yaşanmış olduğu bir öteki dünya mefhumunu ileri süren Antik Mısırlıların birincisi; M.Ö. 2778–2240 tarihleri arasında hüküm süren Eski İmparatorluk Dönemi’nde yalnızca firavunlara ebedî istirahatgâh olarak ayrılan bu yer, sonraki yüzyıllarda insanların tamamının kalması fikri benimsenmesi ve ölülerin, gökyüzünü sandalıyla turlayan Ra’nın yanında kaldığı kanısı, ikinci; ölülerin, ılıman bir iklime sahip olan, acı ve yokluğun yaşanmadığı, ebediyete değin dünyadaki yaşama benzer bir yaşamın sürdürüldüğü Osiris’in ya da İalu’nun Toprakları’na yerleştiği düşüncesi olmak üzere girift cenaze törenlerine ilişkin iki anlayış çıktı ortaya. Sakinlerin emrinde çalışan hizmetkârların bulunduğu ve hasadın bol olduğu İalu’nun Toprakları’nda çalışma, ekme ve biçme zorunluluğu bulunuyordu.

Buna karşın Yunan dünyasında çalışmanın söz konusu olmadığı, gece ile gündüzün sürekli eşit olduğu ve meltem esintisiyle serinlenen bir havanın egemen olduğu bir Campı Elysii tasavvuru vardı. Yiğit ve fazilet sahibi insanlar, Paradeisos denilen çok hoş bir bahçede tanrıların gözdelerinin eşliğinde bu dünyadaki yaşama benzer bir hayat sürüyorlardı. İnanışa göre hem İalu’nun Toprakları, hem de Campı Elysii, bizim yaşadığımız dünyanın batı yanında ve oldukça uzaklarda bulunuyordu.

 

ANTİK YUNAN DİNİNDE RUHUN YOLCULUĞU

Öteki tüm eski halklar gibi Antik Yunan halkının da “Öbür Dünya”ya ilişkin fikirlerinin inkişafı, yüzyıllar boyu devam eden bir süreç gerektirdi. Bu uzun sürecin neticesinde M.Ö V-IV. yy’ları kapsayan Klasik Dönem’de Antik Yunanlılar bu hususta, [“ölen kişinin ruhu, Ölüler ve Yeraltı Tanrısı Hades ile eşi ve Doğa Tanrıçası Persephone’nin egemenliği altında bulunan ve adına “Büyük Ülke” denilen Cehennem’e gider. Ancak bu durumun gerçekleşebilmesi için ruh’un bağımsız olması gerekir.”] şeklindeki bir fikri sahiplenmelerinden ötürü birey, öldüğü zaman bedeni yakılırdı. Çünkü beden yakılınca ruhun özgür kaldığına inanılırdı. Bedenin yakılması neticesinde serbestîsine kavuştuğuna inanılan ruh, Çoban-tanrı Hermes’in kılavuzluğunda Kerberos adlı üç ya da yüz başlı korkunç köpek tarafından bekçiliği yapılan cehennemin eşiğini geçmesinin akabinde Kharon adlı sandalcı tarafından parasıyla Yeraltı Ülkesi’nin ırmaklarının öte tarafına geçirilir. Ruh, burada ölen insanın ağzına konulmuş olan obolos denilen madenî parayla geçiş ücretini ödeyerek cehenneme girer. Neticede cehenneme gelen ölü, burada, Zeus ile Europe’den doğma Girit Kralı Minos ile kardeşi Rhadamanthys ve Zeus ile nymphe Aighina’dan doğma ve Myrminadonların kralı Aiakos adlı üçlü tarafından muhakemeye tabi tutulur. Bu muhakeme neticesinde ölü: ya korkunç acılar çekmek üzere Tartaros adı verilen Ölüler Ülkesi’nin en derin yerinde Gayya (Pislik) Kuyusu’na atılır, ya da ölümlü olmayan bir yaşam sürdüreceği Elysion veya Elysii adı verilen ve havasıyla, ağaçlarıyla, çiçekleriyle ve tabiatıyla harikulâde bir yer olan Cennet Bahçeleri'ne alınır.

 

ANTİKÇAĞ’DA CEHENNEM MEFHUMU

Ölülerin büyük bir bölümü, ışığı bulunmayan, gölge biçiminde güya bir hayatı idame ettirmeye çalışırlar. Yine kimi insanlar zalimce cezalandırılırken ötekileri bu dünyadaki yaşamlarından bir kısım üstünlük sağlayan şeyleri korumaya devam ediyorlar.

Antikçağ dünyası, hayatta kalıp yaşam sürenlere kıyasla bir şeyler yitiren, azalan ve sönen ölüleri dile getirmek amacıyla resimlerden yararlanma yoluna gidiyorlardı. Ölüm ertesi yaşam için zihinde canlandırılmış öteki dünya betimlemelerinin hemen hepsi cehenneme ilişkindir. Büyük oranda eksilme, azalma ve sönme fikrinin hükümran olduğu bir sıkıcı, bunaltıcı gerçek Mezopotamya edebiyatında yer alan ve Babil yazarları tarafından M.Ö. 1800 yıllarında vücuda getirilen ve toplam 12 tablette bulunan 3000 dizeden oluşan Gılgamış Destanı’nda anlatılırken, Antik Yunan’da bilhassa M.Ö. IX. yy’da yaşayan Yunanlı şair Homeros’un şiirlerinde de bir Öteki Dünya görünümü söz konusuydu.

Bu yapıtlarda dile getirilen ve dört kapıda birden bekleyerek şeytanları ya da ziyaret amacıyla gelen haddini bilmezleri tehdit eden üç (ya da yüz) başlı Kerberos adlı köpek tarafından korunan bu yerler; Mezopotamya’da Nergal ve Ereşkigal; Antik Yunan’da Pluton ve Persephone’dir. Hitit ve Mezopotamya krallarının yine kral olduğu, buna karşın kötülerle asillerin cezaya çarptırıldığı bu yerde Teselyalı söylence kahramanı Akhilleus’un gölgesi, orada bulunan öteki ölülere de hükmeder. Ölülerin her birinin yazgısı ayrı ayrıdır. Yunanlılar tarafından cehenneme gidecek olanlar için bir işkence bahçesi olarak tasarlanmış olan Tartaros’un bulunduğu bu yerde, Korinthos’un söylencesel kralı ve Rüzgâr Tanrısı Aiolos’un oğlu Sisyphos, bir kayayı bir dağın eteğinden yukarıya doğru durmadan iterken, Denizler Tanrısı Poseidon’un torunu Danaos’un elli kızı olan Danaos Kızları, dibi bulunmayan bir küpü doldurmaya çalışırlar. Tartaros’ta bulunan çok sayıdaki ölü, Mezopotamyalıların inanışlarına göre toz duman içinde, ışığı olmayan ve suya hasret kalmış olmalarına karşın, Yunan inanışına göre de çayırlarda başıboş ve avare bir şekilde otururlar.

 

ZERDÜŞTLÜK’TE ÖLÜM VE SONRASINA İLİŞKİN DOKTRİN

Zerdüştlük’te ölülerin ruhları, Tişinvet Köprüsü’nden geçmek için çaba gösterirler. Bu geçiş sırasında iyiler, köprüyü geçmeyi başarırlarken kötülerin, köprüden geçişleri sırasında köprü incelip keskinleştiğinden kötüler köprüden aşağıya, karanlıkların içinde soluğu alırlar. Tişinvet Köprüsü’nden aşağıya düşen kötüler; tamamen kötüler (bunlar sürekli cehennemde kalırlar), çok günah işlemelerinin yanı sıra iyilik de yapmış olan kötüler(on iki bin yıl cehennemde kaldıktan sonra cennete giderler),işledikleri günahları ve sevapları denk olan kötüler (günahlarından arınıncaya kadar cehennemde kaldıktan sonra cennete gidecekler) olmak üzere üçe ayrılır. Aynı şekilde Tişinvet Köprüsü'nden geçmeyi başaran iyi insanların ruhlarının cennete varış seyri de; İyi düşünmelerinden ötürü (Hamut) önce yıldızlara; iyiyi konuşmaları nedeniyle (Huxt) önce aya, iyiyi yapmasından ötürü (Huvarşt) önce güneşe yükselecekler olmak üzere üçe ayrılır. Üç gruba ayrılan ruhların, bu merhalelerin sonrasında cennet kapısına varabileceği belirtilir. Burada da sorgulamaya tabi tutulurlar. Bu durum, Avesta 'nın Gatha bölümünde şöyle ifade edilir:

“Ona sorma,

  Çünkü sen ona başından geçen kötülükleri,

  Gözyaşları ile bozulmuş yolları,

  Ki onlarda o geldi,

  Üzüntülü gözyaşlarından akıllanmak vardır.

  Nasıl buraya geldin ey haklı?

  Geçmiş olan yaratılışından, iyileşmenden,

  Duran bir yaşam için, günahsız geldin,

  Ölümsüzlüğü tad görüyorsun kal uzun zaman.”

Hiçbir güçlük çekmeden Tişinvet Köprüsü’nü geçebilen iyi insanların ruhları, iyilikçi tanrı Ahura Mazda’ca yapılmış Cennet’te Huri adı verilen ve oldukça güzel bir genç kızla birlikte mutlu bir şekilde sonsuza kadar yaşar. Huriler, cennette yaşama hakkını elde etmiş iyi kadınlardır. Cennette yaşayanların her türlü arzuları, ebediyete kadar yerine getirilir. Avesta'da Cennette bulunan bir kadının betimlemesi kutsal kitap Avesta’da şöyle ifade edilir: 

“Bir parlak ve çok güzel kız,

  Beyaz bilekli ve güçlü

  Çok güzel görünüşlü

  Yeni yetişmiş

  Çabuk büyümüş, iri göğüslü,

  Asil yapıda, asil doğmuş,

  Zengin aileden, daha on beş yaşında,

  Görünüş ve şeklinde öyle güzel ki

  Sanki yaratıkların en güzeli ” (Yasna 43-46 )

 

KIYAMET DOKTRİNİ

Zerdüşt inancını benimseyenler; Zerdüşt'ün, dünyanın üçüncü döneminde geldiğine inanmaktadırlar. Avesta'nın Yaşt Bölümünün 13.141 de Zerdüşt'ün sonrasında peygamber olarak yine Zerdüşt neslinden ya da doğrudan Zerdüşt'ün bir kızla birliktelik yaşamasından her bin yılda bir peygamberin geleceği belirtilmektedir. En sonunda gelecek olan Asvart-Arta, dünyayı kötülüklerin tamamından arındırarak kurtaracağı belirtilmektedir. Bunların zaman ve sırası aşağıdaki şekilde olacağı belirtilir:

“3000 yılı sonuna kadar Zerdüşt

  2000 yılı sonuna kadar Uxşyat-Arta

  1000 yılı sonuna kadar Uxşyat-Nemah

  0 (sıfır)yılı sonuna kadar Astvart-Arta”

 

Zerdüştlük inancına göre Zerdüşt’tün ardından üç peygamber gelecek, son peygamber döneminde son mahkeme kurulacak. Sonunda iyilikçi tanrı Ahura Mazda'nın zamanı gelecek ve iyi amele sahip insanların tamamı, öyle bir dünyada yaşayacaklar ki, hiçbir hükümdarlık ve haksızlık olmayacak, karanlığın ve üzüntünün bulunmadığı bir yaşam başlayacaktır. Kötülüklerin tamamı eriyen madde ile tanrı tarafından ortadan kaldırılacak. Ölüler dirilecek, yaşam ya da ruh geri avdet edecek, evrende yaşlılık ve ölüm olmayacak ve neticede ebediyete değin mutluluk içinde bir yaşam başlayacağı belirtilmektedir. Yeniden diriliş konusu Avesta'da şu şekilde yer alır:

 

“Ölüler dirildiğinde

 Yaşayanlar yaşlanmadan gelir

İsteğe göre yaşantılar düzenlenir” (Yaşt 19:11,89)

 

ANTİK MISIR’DA ÖLÜM MEFHUMU

Sayıları yüzlerle ifade edilecek kadar tanrıya inanan Antik Mısırlılar, ölüm ertesinde yeni bir yaşamın varlığına inanırlardı. Ölüm ertesindeki yaşamlarında daha iyi yaşayabilmek ve ruhlarını koruyabilmek amacıyla bedenlerini ölüme karşı muhafazaya çalışırlardı. O dönemde oldukça kutsal sayılan rahipler de insanlara dinsel konular hakkında yardımcı olurlardı.

Mısır tarihinde III. IV. V.ve VI. Hanedanlar Dönemi’den oluşup M.Ö. 2686–2181 arasında hüküm süren Eski İmparatorluk Dönemi’ndeki Mısırların inanışlarına göre mumyalama, ölüm ertesindeki yaşamı teminat altına alabilmek amacıyla gerçekleştirilmiş işlemler bütünüydü. Mumyalama işlemiyle garanti altına alınan ölüm ertesi yaşamın yeri de anıt-mezardı.

—Peki, ne demektir mumya?

Korunma altına alınmış beden demektir, mumya. Bu işlerle uğraşanlara da mumyacı adı verilirdi. Bir rahibin gözetimi altında gerçekleştirilen mumyalama işleminde beden, iyice kurulanıp yağ ile ovulduktan sonra takriben beş bin metre kadar bir uzunluğa sahip bandajlarla sarılırdı.

Bedendeki beyin, karaciğer, akciğer, mide, dalak vb. yumuşak organlar çıkarılıp yıkandıktan sonra kaplara konurdu, çıkarılan yumuşak organların yerinde oluşan boşluklar bez parçalarıyla doldurulup vücut dikildikten sonra beden natron adı verilen bedenin kurumasını temin eden bir nevi tuz ile kaplanırdı. Bedenden çıkarılan yumuşak organlardan biri olan beyin, kıvrımı bulanan bir bıçakla burun deliklerinden çıkarılırdı. Beynin çok önemli bir şey olmadığına inanılmasından ötürü mumyalama sonrasında pek de önemsenmezdi. Ölü insanın yüzüne, ölünün portresi olarak kabul gören bir ölü maskesi takılırdı. Daha çok boyanmış tahtalardan yapılmakla birlikte kimi firavunlar için işlenmiş altından yapılan maskeler, mumyanın yüzüne konularak akıbette ruhun insanı tanıyabileceği sanılırdı.

Beden için son dualarını tamamlamalarının ardından rahipler, Ölüm Tanrısı Anubis’i sembolize eden çakal kafasını takarlardı başlarına. Mezarda gerçekleştirilen ağız açma merasimi sırasında ölen kişiye yeme, hareket etme ve nefes alma yetilerinin verilmiş olacağına inanılırdı. Beden, iki ya da üç tabuta konulup tabutların üzeri resim-yazılarla tanrı resimleriyle, insanın kendi yaşamından resimlerle ve şeytani ruhları ölüden uzakta tutacağına inanılan yazılarla bezenmiş olurdu.

Mekâna ve zamana olan inançlarının temel prensipleriyle dinsel törenlerinde herhangi bir değişimin söz konusu olmadığı Mısırlılar, ölüm mefhumu hususunda da tıpkı söylencelerinde olduğu üzere pek uyum içerisinde olmayan deliller bıraktılar, arkalarından. Onların inançlarına göre insan, bizim ifade etmekte güçlük çektiğimiz bir takım manevî unsurlardan ve bir bedenden meydana gelmişti. Bu manevî unsurlardan biri de tine yakın bir mefhum olan yani Eski Mısır düşüncesi gereği bireyin mevcudiyetini meydana getiren unsurlardan biri olan ve insan başlı, ayakları, insan eli şeklinde bir kuşla simgelenmiş olan Ba idi. Mısır düşüncesi gereği ölüm; canlıyı oluşturan bölümleri ayrıştırıyor iken, dinsel tören, ölüm tarafından ayrıştırılan bu bölümleri yaşamın eski akışını tekrar elde edeceği bir şekilde bir araya getiriyordu.

Günümüzde, Eski Mısır’ın ilk dönemlerinde kadavraların üzerine ne tür işlemlerin yapıldığı bilinmemesine karşın bu dönemin ardındaki mezarların, ölünün yaşamını idame ettirecek armağanlar ve yiyeceklerle donatılmaya başladığını pekâlâ biliyoruz. Mısır tarihinde III., IV., V., ve VI. Hanedanlar Dönemi’nden oluşup M.Ö. 2686-2181 yılları arasını kapsayan Eski İmparatorluk Dönemi’yle birlikte ortaya çıkan ve cesedin bozulmaması amacıyla ilaçlanması anlamına gelen Tahnit ayinleri’nde, işlemden geçirilen beden, genel hatlarını ve özel konumunu koruyordu. Ba’nın gelmesini temin etmek amacıyla ağzı yarı açık bırakılan ölü, sargılarla sarılıp mumyalandıktan sonra Sin’e konulup ebedî istirahatgâh adı verilen anıt-mezara taşınırdı. Akabinde ölünün sonsuz yaşamını sürdürmesine imkân tanıyacak olan et, süt, meyve vb. yiyeceklerden oluşan armağanların konması ve mezarın kapatılmasıyla dinsel törenin ikinci aşaması da tamamlanmış oluyordu. Ardından ölünün yanı sıra mezara konulan kendiliğinden ürünlerin yenilmesini teminat altına almak, ya da varsıl olanların mezarlarının duvarlarına resmedilen tahılların gerçek yiyeceğe dönüşmesini sağlamak amacıyla büyülü sözler söylenirdi. Bu dinsel törenlerin nihayete ermesinin akabinde ölü, öbür dünyadaki yolculuğuna çıkabilir, Tanrı Ra’nın kayığına binebilir ya da eğer cehennem yargıçları tarafından günahlarından temizlenmemişse Osiris’in krallığına gidebilirdi. Ancak ister yolculuğa çıksın, ister Ra’nın kayığına binsin, isterse Osiris’in krallığına gitsin her gün mutlaka dönmek zorunda olduğu anıt-mezarı, ölünün öbür dünyada bulunan ana meskenini oluştururdu. Burası, aynı zamanda ölünün beslenmiş olduğu yerdi. Bunun yanı sıra ölü; kendisinin yerine Osiris’in topraklarında çalışan ve öbür dünyada rençper ya da zanaatkâra dönüşüveren heykelciklerini yani hizmetçilerini aramaya da çıkardı.

3.500–5.000 yıl öncesinde hüküm süren ve Mısır tarihinde III. IV. V. ve VI. Hanedanlar Dönemlerinden oluşup M.Ö. 2686–2181 tarihleri arasını kapsayan Eski İmparatorluk Dönemi ile XI.-XIV. Hanedanları dönemlerinden oluşup M.Ö. 2133–1603 yılları arasını kapsayan Orta İmparatorluk Dönemi firavunları, piramitlerin altına gömülürlerdi. XVIII.-XIX. ve XX. Hanedanlar Dönemlerinden oluşup M.Ö. 1567–1085 arasını kapsayan Yeni İmparatorluk Dönemi Firavunları ise Nil’in batı yakasındaki Teb kentinde bulunan lahitlere gömülürlerdi. Mısırlılar, Nil’in batı yakasındaki bölgenin, ölülerin toprağı olduğuna inandıkları için piramitlerin tamamını bu bölgeye inşa ettiler. Zira burası, güneşin battığı yerdi. Buna karşın evlerini de, yaşayanların toprakları olduğuna inandıkları ve güneşin ufuktan yükseldiği Nil’in doğu yakasındaki topraklara inşa ederlerdi. Tapınaklar, dinin çok büyük bir öneme sahip olduğu Mısırlılar için tanrıların bu dünyadaki evi kabul edilirdi. Rahipler ile firavunlar için hem mezara konmazdan evvel, hem de mezara konduktan sonra tapınaklarda dinsel törenler düzenlendiği için piramitlere tapınaklar inşa edilirdi.

Mısır firavunlarının mumyalanmış olan bedenleri, “Mavra” denilen son derece itinayla dekore edilmiş kayıklara konurdu. Bu kayığın, öküzler tarafından çekilen bir kızağın yardımıyla mezara götürülmesinin ardından firavunlar öteki dünya yolculuğuna çıkabilirlerdi.

Gerek özel mezarlarda, gerekse kral mezarlarında olsun ölünün öbür dünyada hayatını idame ettirebilmesine yardımcı olan rahipler, mezar işlemleriyle ilgilenirlerdi. Bedenin öbür dünyadaki yaşamını idame ettirebilmesi için mumyalanmasının yanı sıra birçok mezar eşyasına da gereksinim vardı. Her gün ölünün ‘Ka’ denilen yaşam gücünü giderecek olan gerekli besinleri getirme görevini, ölünün büyük oğlunun yerini alan rahipler üstlenirdi. Ancak buna karşın erkek çocuğu olmayan, henüz çocuk yaşta olan ve evlenmemiş bir ölüye gerekli besinleri kimin getireceği konusunda herhangi bir kayıt mevcut değildir.

Bedenin, kalınca sargılarla sarılıp sarmalanarak himaye altına alınması öbür dünyadaki yaşam için yeterli değildi. Zira ölünün, bunun yanı sıra günlük gerçeği idame ettirebilme imkânına ve devinim serbestîsine de sahip olması gerekiyordu. Bu iş de varlığın kanatlı öğesi olan Ba adlı insan başlı kuş tarafından yerine getiriliyordu. Varlığın kanatlı öğesi olan Ba, yerde upuzun uzanmış olan cesetten çıkarak küre-i arzda can veren özleri toplamasının ardından uçarak cesede geri dönerdi ve bu yolla cesede güç vermiş olurdu. Ancak bu ikili model de ölüm ertesi yaşamı devam ettirmeye yetmeyince Mısırlılar, bu eksikliği ortadan kaldırmak amacıyla canlandırılmış olan kişiye özdeş olan tam oyma veya alçak kabartma olarak yedek bedenler’in yapımına başladılar. Bundan ötürü mezarlarda günlük hayatı temsil eden çok zengin betimlemeler bulunurdu. Ba’nın, bu heykellere girip onlara canlılık kazandıracağına ve neticede ölünün hayattaki itiyatlarını tekrar elde edecekleri inancını taşırlardı. Bunun yanı sıra öbür dünyada yapılan yolculuk ve bilhassa Osiris’in huzurunda gerçekleştirilen muhakeme sırasında yapılması, bilinmesi gereken şeyler hususundaki yol göstericiliği de papirüslere yazılarak ölüyle birlikte mezara gömülen Ölüler Kitabı, yerine getiriyordu.

 

RUHUN YARGILANMASI:

Sadece dürüst olan insanların sonsuz bir yaşama hak kazandıkları Mısır inancına göre mumyalama işlemi sonrasında ölü, ölümünün ardından vücut bulanların ilki ve aynı zamanda Ölüler Ülkesi’nin hükümdarı olan Osiris ile özdeşleşir. Ölü, uzun yolculuğunun ardından Mısır’ın en büyük tanrılarından biri olan Osiris’in makamına çıkarak kendisini ona tanıtacak. Unutması halinde hem kimliği, hem de nasıl hareket etmesi gerektiğine dair her şeyin yazılı olduğu ve kendisiyle birlikte mezara konulacak olan kitaba bakacak. Ölü, büyüsünü bozacak olan timsahtan, ısırıp zehirleyerek mumyayı bozma ihtimali olan yılandan ve hafızasını yitirmekten korkar.

Mumyasıyla birlikte mezarına Ölüler Kitabı konulan ölünün yüreği tartıldığı, yani mizana vurulduğu zaman iyi sonuç alınacağına, bunun yanı sıra lahidin üzerine kazınmış olan yazıların ölüye okuyacağı duaları öğrettiğine inanılırdı. İbis başlı insan ya da köpek başlı maymun olarak betimlenen Mısır Tanrısı Thot ile çakal başlı, insan gövdeli ya da kuyruğu çalı biçimli köpek şeklinde betimlenen Mısır Ölüler Tanrısı Anubis’in gözetiminde gerçekleştirilen yüreğin tartılması işlemi sırasında eğer mizan dengede kalır ve yürek gereken ağırlığını ortaya koyarsa ölünün sonsuz yaşama hak kazandığına inanılırdı.

Antik Mısırlıların inanışlarına göre gerçekten ölmeyen ölüler, yalnızca dünya değiştirirlerdi. Yaşamaya devam eden ruh, tanrı katına varıncaya değin aradan uzun zaman geçtiği için beden değişir, yok olur ve bedenini tanıyamaz olur. İşte bunu önlemek ve bedeni ölümsüzleştirmek için mumyalama yöntemine başvuruldu.

İnanışa göre Firavun’un mezarına konulan mumya, bir ölüden çok sonsuz maviliklere doğru kanat çırpan kuğu kanatlı, atmaca uçuşlu bir kuştur. Yedi kat göğe çıktığında kendisini bir yıldız gibi gökyüzündeki yerine yerleştirecek olan Tanrıça Nut tarafından karşılandıktan sonra Tanrı Ra tarafından gönderilen yazıcılardan birinin aracılığıyla Ra’nın kayığına kürekçi yazılarak Ra’nın gökler kadar büyük kayığında binlerce kürekçiden biri konumuna gelecek. Bu onurlu görevin tanrılaştırdığı Firavun düğünlerde, bayramlarda birlikte oturduğu tanrılarla karnını doyurup gökyüzündeki ada ve sularda gezintiye çıkacak. Susadığında Tanrıça Nut’un memesi ağzında, acıktığında Tanrı Ra’nın sofrası önünde olacak firavun, gökyüzünün zevklerinden usandığında kendisine açık olan yeryüzünün kapılarından mezarına dönerek dünya nimetlerini tadacaktı.

Sonuç olarak; Softalar, “Müslüman olmayan Cennet’e gidemez” diyor. Oysa yukarıda da görüldüğü üzere “Öte Dünya” ve “Cennet-Cehennem” kavramları, Müslümanlıktan binlerce yıl önce yaşayan fakat Müslüman olmayan insanların da gündeminde yer alıyordu.

Yani bu konu, yalnızca Müslümanlara ve Müslümanlığa özgü bir konu değil. Ancak her inancın konuya bakış açısı farklıdır. Bu farklılığı da doğal olarak karşılamak gerekir.

Kimine göre güllük-gülistanlık içinde yaşamak, kimine göre kor ateşlerde yanmaktır, Öte Dünya.

Kimine göre “İalu’nun Toprakları”, kimine göre korkunç Nergal’in hüküm sürdüğü yerdir, Öte Dünya.

Kimine göre insan, orada huzura erer, yaşam yeniden başlar orada. Kimine göre azap çekme yeridir, orası.

Kimine göre Tartaros’tur, kimine göre Camp Elysii’; kimine göre iyi, kimine göre kötüdür, Öte Dünya.

Peki, bilimin, bilincin, uygarlığın ve özgürlüğün simgesi olan ateşi, kullanımını kendi tekellerinde bulunduran Olympos Tanrılarından gizlice alarak insanlığın hizmetine sunduğu için cezalandırılan, işkencelere tabi tutulan Prometheus gitmeyecek de Sivas Madımak’ta diri diri insan yakanlar mı gidecek, Cennet’e?

Peki, elektriği bularak insanlık âleminin gecesini gündüz eyleyen Edison gitmeyecek de Müslümanlık adına işkenceyle canice öldürdükleri insanları; evlerin, apartmanların altındaki dehlizlere ve apartman bahçelerine gömenler mi gidecek Cennet’e?

Peki, buldukları icatlarla yaşamımızı kolaylaştıran mucitler gitmeyecek de tekbir getirerek kadın-erkek, çocuk-yaşlı demeden insanların başlarını gövdelerinden ayıran caniler mi gidecek Cennet’e?

O Cennet, sizin olsun. Öyle bir Cennet’in bana hiçbir gereği yok. Alın, başınıza çalın o Cennet’i….

                                                                                                                            Mehmet KORKMAZ

 

KAYNAKLAR

1-Mitolojik Dinlerin Gizemi (Mehmet KORKMAZ- Alter Yayıncılık- Ankara: 2009)

2-Mitolojik Dinlerin Gizemi Cilt: 1 (Mehmet KORKMAZ- Kum Saati Yayıncılık- İstanbul: 2012)

3-Zerdüşt Dini İran Mitolojisi (Mehmet KORKMAZ- Alter Yayıncılık- Ankara: 2010)

4-Zerdüşt Dini İran Mitolojisi (Mehmet KORKMAZ- Kum saati Yayıncılık- İstanbul: 2012)

5-Mitoloji Sözlüğü (Mehmet KORKMAZ, Alter Yayıncılık- Ankara: 2011)

 

 
Bugün 24 ziyaretçi (32 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol