BAGAJ PARASI

 
 
 
 
 
 
BAGAJ PARASI
 
Okullar açılmadan üç gün önce köydekilerle vedalaşıp babamla birlikte Tunceli’ye hareket ettik. Birkaç saatlik yaya yolculuğun ardından Tunceli’ye vardık. Kayıtlı bulunduğum Tunceli Ortaokulu’na giderek tasdiknamemi aldık. Aynı gün Elazığ’a gitmek üzere öğle vakti dönemin meşhur “Chevrolet” marka burunlu otobüslerinden birine bindik. Burunlu otobüsün yanı sıra daha başka birkaç taşıtla ilk tanışmışlığım yaklaşık iki buçuk yıl öncesine rastlıyordu.
İlkokul beşinci sınıfta iken diploma için fotoğraf çektirmek ve nüfus cüzdanı çıkartmak amacıyla Tunceli’ye ilk kez gittiğimde görmüştüm onları. Ama binmişliğim yoktu o zamana kadar. İlk kez biniyordum bir taşıta. Sevinci ve heyecanı bir arada yaşıyorum. Nasıl anlatılır bilmem ama sözcüklerle anlatılamayacak kadar çok güzel bir duygu olduğu kesindi.
En az, 20 Temmuz 1969 tarihinde  Apollo 11 adlı uzay aracıyla Ay’ın Sessizlik Denizi adı verilen bölgesine iniş yapan astronot Neil A. Armstrong kadar heyecanlıydım. Çünkü ilk kez binmiştim bir taşıta.
Burunlu otobüsün içinde yer alan her ayrıntıyı gözden geçiriyorum, inceden inceye. Beni adeta büyülemişti, burunlu otobüs. Neredeyse bizim tek odalı evimiz kadardı büyüklüğü. Ama bizim evden daha lüks olduğu kesindi. Bizim tek odalı evimizde üzerine oturulacak ahşap bir sandalye bile yokken, içi sıra sıra koltuklarla döşeliydi, burunlu otobüsün. Bizim evin küçücük iki penceresine karşın onun iki tarafı boydan boya pencereyle kaplıydı. Otobüsün iki tarafı, pencereler boyunca koltuklarla kaplıydı. Boş olanı yoktu, hepsi de doluydu bu koltukların. O koltuklara oturup arkalarına yaslanan yolcuları gördüğüm zaman:
—Meret nence de adam alıyormuş, diyorum içimden.
Otobüsün, üstü başı yağ içinde olan muavini:
—Elazığ yolcusu kalmasın aşağıda, diye bağırdı.
Onun bağırmasına gerek kalmamıştı, herkes binmişti zaten. Üzerindeki yağlı tulumu çıkaran muavin, otobüsün içine girerek koltukları kontrol etti tek tek. Elindeki listeye göre kontrol işlemini bitiren muavin:
—Yolcular tamam kaptan, diyerek burunlu otobüsün şoförüne tekmil verdi.
Kaptan hemen bindi otobüse. Önce koltuğunu düzeltti, ardından aynasını… Sonra oturdu koltuğuna, açtı kontağı, çalıştırdı otobüsü.
Elazığ’a doğru çıktık yola. Çalışmaya başlayan burunlu otobüs ilerlemeye başladı yavaş yavaş. Tunceli’den yola çıktıktan yaklaşık bir saat sonra kendimizi; derin, dik ve kocaman bir vadinin tam tepesinde bulduk. Bu vadinin ta dibinde kıvrıla kıvrıla akıp giden Murat Nehri’nin hemen yanı başında yer alan Pertek ilçesinden geçecek olan burunlu otobüs, takriben yüzde 70–80 meyile sahip vadinin Batı yakasından aşağıya doğru ilerliyordu ağır ağır. Aslında yürüyordu dersek daha doğru olur. Çünkü her adımı dönemeçlerden oluşuyordu, kattettiğimiz yolun. Daha dönemecin birini bitiremeden ötekine giriyordu, burunlu otobüs. Babamdan öğreniyorum buranın; Mercimek Virajları olduğunu. Bir türlü bitmek bilmiyordu dönemeçler. Dolaş ha dolaş. Otobüs döndükçe başı dönüyor insanın.
İçimden:
—İyi ki burunlu otobüsün başı dönmüyor. Yoksa çoktan boylamıştık koca vadinin dibinde kıvrıla kıvrıla akıp giden Murat Nehri’nin sularını, diyorum.
Nihayet sonunda:
—Oh beee… diyerek rahat bir nefes alıyorum.
Çünkü yaklaşık yarım saatten beri devam eden zorlu dönemeç yolculuğumuz sona ermiş ve biz kocaman vadinin ta dibinde kıvrıla kıvrıla akıp giden Murat Nehri’nin kıyısına varmıştık, nihayet. Hemen yanı başında usul usul akıp giden Murat Nehri’nin kıyısındaki Pertek ilçesine vardık sonuçta. Dört yanı üzüm bağlarıyla, meyve bahçeleriyle kuşanmıştı, Pertek’in. Yeşiller giyinmiş gibiydi. Şirin bir yerdi. Hem de türkülere konu olacak kadar. İşte o türkülerden birinden bir dörtlük:
 
Başında pırlanta Süpürgeç Dağı
Önünde kahraman Murat ayağı
Bir uçtan bir uca bahçesi, bağı
İnan ki cennetten güzelsin Pertek.
 
Evet, yeşil Pertek’in içinden süzüle süzüle ilerleyen burunlu otobüsümüz, koca Murat Nehri’nin üzerinde bulunan tarihî köprüden geçip gitti karşı tarafa. Babamdan öğreniyorum, üzerinden geçip gittiğimiz Nehrin adının Murat olduğunu. Ülkemizin önemli akarsularından biri olan Fırat’ın bir kolu olan Murat Nehri, aynı zamanda Tunceli-Elazığ sınırını oluşturuyor. Yani biz, koca ırmağın üzerindeki büyükçe tarihî köprüden karşıya geçerken, aynı zamanda Tunceli topraklarından Elazığ topraklarına girmiş oluyorduk. Bu, bundan sonra yapacağımız yolculuğun, Elazığ topraklarında geçeceği anlamına geliyordu.
Bir süre sonra Murat Nehri’nin güney yakasını izleyerek ilerleyen burunlu otobüsümüz, yeni ayak bastığımız Elazığ topraklarından yol alıyordu ağır ağır. Bu ilerleyiş sırasında bir köy göründü gözümüze. Bozkırın tam orta yerine konuşlanmış evleri toprak damlı, kerpiç duvarlı bir köydü burası. Görünürde tek bir ağaç bile yoktu, köyün çevresindeki yeşilliğin dışında. Murat’ın az ilerisindeki çorak topraklara kurulmuştu. Hemen yanı başından geçiyordu Tunceli-Elazığ karayolu. Bu yolda seyreden aracımız, bozkırın ortasında yer alan, çevresi yeşilliklerle kaplı köye yaklaştıkça yol kenarında bekleyen bir kişinin varlığını fark ettik. Bozkırın orta yerinde kıvrıla kıvrıla giden yolun kenarında bekleyen kişi kendisine yaklaşan burunlu otobüse el kaldırdı. Gittikçe yavaşlamaya başlayan burunlu otobüs, nihayet durdu, el kaldıran adamın yanına varınca. Uzun boylu, iri-yarı yapılı, yaşlı bir adamdı, otobüsün hemen yanı başında durduğu adam. Kocaman beyaz bir torbası vardı sırtında. İçinde ne olduğunu bilmiyorum. Ama ağzına kadar doluydu yaşlı adamın sırtındaki beyaz torba. Yanı başında duran burunlu otobüse binen yaşlı adam, sırtındaki beyaz torbayı indirmedi. Boş yer yoktu otobüste. Koltukların tamamı doluydu. Kısa bir süre ayakta kalmak zorunda kaldı yaşlı adam. Onun ayakta kaldığını gören genç yolculardan biri:
- Ayakta kalma amca gel otur, diyerek yerini verdi ona.
- Sağ ol, dedi yaşlı adam.
Kendisine yerini veren genç yolcuya memnuniyetini dile getiren yaşlı adam, sırtındaki beyaz, büyük torbasıyla oturdu, genç yolcudan boşalan koltuğa.
 Bir süre sonra, bozkırın ortasında kıvrıla kıvrıla giden yolda süzülerek ilerleyen burunlu otobüsün genç muavini vardı, yeni binen yaşlı adamın yanına. Yol ücreti istedi kendisinden. Hiç itirazda bulunmayan yaşlı adam, yamalı ceketinin koyun cebinden çıkardığı bezden dikilme para kesesinin içinden çıkardığı parayı verdi, yanı başında dikilen muavine. Yaşlı adamın kendisine verdiği parayı alan genç muavin, yaşlı adamın, sırtındaki torbayı çıkarmadan koltuğa oturduğunu fark edince:
—Şu sırtındaki torbayı yere indirsene amca, dedi.
Yaşlı adam sert bir tavırla:
—Neden, rahatsız mı oldun? dedi.
Genç muavin:
—Ben mi? dedi.
—He ya, dedi yaşlı adam.
—Ben ne diye rahatsız olayım ki. Sen rahatsız olmayasın, rahat edesin diye söyledim, dedi.
—Yok, rahatsız olmam. Böyle rahatım ben…
—Peki, sen bilirsin, dedi muavin.
Yaşlı adamı ikna edemeyeceğini anlayan otobüsün genç muavini, daha fazla ısrar etmedi. Hoş etse de bir şey olacağı yoktu ya. Vazgeçti ısrarından, ayrıldı yaşlı adamın yanından.
Muavin oradan ayrılınca babam:
—Muavin doğru söylüyor amca. İndir sırtındaki şu torbayı, koy yanına, rahat otur koltuğa dedi.
Yaşlı adam gülümseyerek, babama:
—Sen bilmezsin bunları oğul. Ben sırtımdaki torbayı indiririm indirmesine, ama torbayı indirir indirmez muavin leş kargası gibi üşüşür başıma. Bagaj parası ister benden. Enayi miyim ben, bunlara bagaj parası vereyim, dedi.
                         
 
                  Mehmet KORKMAZ
               Emekli Eğitimci
 
 
 
Bugün 35 ziyaretçi (39 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol