ASKERİ DARBENİN AYAK SESLERİ

ASKERİ DARBENİN AYAK SESLERİ

ABD Senatosu’nun 29 Mart 1980 tarihli komisyon raporunda, Türkiye’nin, askerî bir girişimin başlangıç noktasında olduğuna vurgu yapılıyordu. Bu tespit, 12 Eylül 1980 tarihindeki olaylar tarafından onandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat Celasun’dan teşkil olunan “Milli Birlik Konseyi”, 12 Eylül 1980 tarihinde, 1935 yılında yasa haline getirilen “Ordu Dâhilî Hizmet Kanunu”nun 34. maddesindeki: “Ordunun vazifesi, Türk yurdunu ve Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa) Kanunu ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” ibaresini dayanak yapmak suretiyle TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) adına parlamento ve hükümeti dağıtmak suretiyle idareyi ele aldığını, tüm ülkede sokağa çıkma yasağı ve sıkıyönetim ilan edildiğini ilanen duyurdu.

13 Eylül 1980 tarihinde MGK (Milli Güvenlik Konseyi) Başkanı Org. Kenan Evren, Devlet Başkanlığı görevini üstlenirken, AP (Adalet Partisi) Genel Başkanı Süleyman Demirel, CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) Genel Başkanı Bülent Ecevit ve MSP (Milli Selamet Partisi) Genel Başkanı Necmettin Erbakan gözaltına alındılar. Hangi adreste bulunduğu tespit edilemeyen MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in, askerî makamlara teslim olması için de süre tanındı.

MGK üyeleri, 18 Eylül 1980 tarihinde TBMM salonunda: “Atatürk ilkeleri, adalet, hukuk ve insan hakları ilkeleri gereğince demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine dayalı yeni bir Anayasa düzenlenmesine çalışılacağına dair” yemin ettiler. Bununla birlikte MGK’nde yeni alınan bir karar gereğince siyasi parti Genel Başkanları ve yönetici kadrosu başta olmak üzere CHP’den 45; AP’den 13, MSP’den 8, MHP’den 16 ve bağımsızlardan 2 parlamenter gözaltına alındı.

Sendika ve derneklerin aktivitelerine son verilerek, kimi sendika ve derneklerin işyeri temsilcisi seviyesinden başlayarak idarecilerinin Sıkıyönetim Komutanlıkları’na teslim olmaları çağrısında bulunuldu. İşçi ücretlerinin belirlenmesinde uygulana gelen Toplu Sözleşme düzeninin yerine YHK (Yüksek Hakem Kurulu) yetkili kılındı. Ülke genelinde uygulanan sıkıyönetim uygulaması, 8 Komutanlığa bağlı duruma getirildi. Deniz Kuvvetleri eski komutanı Oramiral Bülend Ulusu, 18 Eylül 1980 tarihinde hükümeti kurmakla görevlendirilince MGK, yürütme erkini hükümete devreder oldu.

12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilen askerî darbeyle birlikte ülke genelinde yaygın hale getirilen sıkıyönetim, öteki kolluk güçlerinin de iştirak etmesiyle yoğun bir şekilde operasyonlara başladı. Tutuklamalar kitlesel boyutlara ulaştı. Bunların kitlesel boyutlara ulaştığı 4 Ekim 1980 tarihinde, yani askerî darbenin 23 gün sonrasında 4 Sıkıyönetim bölgesinde 12 Eylül–4 Ekim 1980 tarihleri arasındaki 23 günlük süre içinde 2379 kişinin gözaltına alındığının açıklanmasıyla da doğruluk kazandı.

7 Ekim 1980 tarihinde “Balgat Katliamı [Yedi TİP (Türkiye İşçi Partisi)’linin kurşuna dizilmesi]” sanığı MHP’li Mustafa Pehlivanoğlu ile “Telsizler Katliamı” sanığı sol görüşlü Necdet Adalı asılarak askerî cunta döneminin ilk idamları infaz edildi. 12 Eylül Askerî Cunta Dönemi süresince hem ülkede hem de ülkelerarası seviyede rejimin karşısına çıkan iki önemli sorun vardı. Bunlardan biri idamlar, öteki de yaygın hale getirilen işkence uygulamalarıydı. Nitekim Kasım 1980 tarihinde Askerî Savcılıklar tarafından soruşturma açılmak durumunda kalınan şüpheli ölüm sayısı 10’u bulmuştu. Aynı süreç içinde 10 Kasım 1980 günü kolluk güçleri tarafından iki gün önce gözaltına alınan sol görüşlü yayıncı İlhan Erdost, askeri araçla Mamak-Ankara Ceza ve Tutukevi’ne götürüldüğü sırada bir erin başına vurması neticesinde yaşamını yitirdiği gibi açıklamalara da şahit olunuyordu.

Ülke genelinde olduğu üzere Tunceli’de de 12 Eylül 1980 tarihinde askeri cuntanın yönetime el koyması ve sıkıyönetimin ilanıyla yaşam resmen işkenceye dönmüştü. Her gün ayrı bir yere keyfi baskınlar düzenleniyordu. Bu baskınlar sırasında özellikle gençler, sudan bahanelerle tutuklanıp aylarca devam eden işkencelerden geçiriliyordu.

12 Eylül demek; ilerici, devrimci, demokrat insanlar için zulüm, baskı ve kıyım demekti. Daha doğrusu yaşamın her alanında dayatmacı bir anlayış egemen kılındı. İstediğin bir kitabı, sevdiğin bir kaseti alamazdın, taşıyamazdın açıkta. Alsan bile bulunduramazdın evinde. Bir yerlere saklamak zorundaydın onları. Bu tür yayın ve kasetleri bulundurmak en büyük suçtu. Bunları bulunduranlar da “suçlu”ydu. Onları buldular mı evinden alıp götürürlerdi seni. Sorgusuz sualsiz içerde tutarlardı aylarca. Gördüğün işkenceler de işin cabasıydı. Tabi içerden sakat olarak çıkmakta var, ölü olarak çıkmak da…

Hal böyle olunca da herkes evindeki sıradan klasik romanları, kasetleri, bilimsel ve sol içerikli kitapları ve hatta ansiklopedileri evinin dışına taşıyordu korkusundan. Yazı-yabanda toprağın altında, ağaç kovuklarında saklanılırdı. Aylarca, hatta yıllarca yaşta, yağmurda, karda, kışta ıslanan, küflenen, çürüyen on binlerce kitap, kaset yok olup giderdi. Tabi yok olup giden on binlerce kitabın ve kasetin yanı sıra bir de koca bir servet heba oluyordu.

Tunceli’nin tam orta yerinde sessiz sedasız akıp giden Munzur Irmağı’nın üzerindeki köprüde kurulan kontrol noktasında yapılan kimlik kontrolleri ve üst baş araması tam anlamıyla bir cehennem azabına dönüşmüştü. Bir kişi günde on kez de geçse o köprüden, her geçişinde dakikalarca tutulurdu o kontrol noktasında. Üst aramasına tabi tutulur ve kimlik kontrolünden geçirilirdi. Sıkça yapılan mahalle baskınları, ilerleyen zaman içerisinde daha da genişletilerek köyleri de kapsamına alır duruma gelmişti.

Köylü ayak altında ezilir duruma gelmişti. İnsan hiç kendi ülkesinin güvenlik güçlerinden, askerinden korkar mı? Korkmaz. Korkmaması gerekirdi. Ama korku içindeydi fakir fukara. Silah arama adına köylü vatandaşın ambarındaki buğdaylar, mercimekler, unlar birbirine karıştırılıyordu. Yastığı, yorganı, döşeği süngülerle delik deşik ediliyordu. Sıradan insanlar, militan muamelesi görür olmuştu. Günlerce işkenceye tabi tutulurdu, suçsuz günahsız insanlar. Bir hiç uğruna aylarca tutuklu kalırdı içerde. Çiftine, çubuğuna gidemez olmuştu köylü yurttaş. Sahip çıkamaz olmuştu keçisine, koyununa.

Yan yana oturan, yürüyen üç kişi gördüler mi “Komünizm propagandası yapıyorsunuz” diyerek hemen atarlardı cemselere. Ağzından burnundan getirirlerdi analarından emdikleri sütler. Buna örnek bir olay yaşanır köyümüzde. 12 Eylül Darbesi’nin ilk günleridir. Köylülerimiz yaz mevsiminin yorgunluğunu, stresini üzerlerinden atmak üzere toplanırlar köyümüzün orta yerindeki ağaçların altında. Orada konuşup sohbet ederler. Tam bu sırada alçaktan uçan bir askeri helikopter belirir köyümüzün semalarında. Yukarıdan, bir arada oturup sohbet eden köylülerimizi görünce hemen iniverir yanı başlarına. Köylülerimiz şaşkındır. Yaşamlarında ilk kez böyle bir olaya tanık oluyorlar. O zamana kadar kamyon, cip, dolmuş, cemse görmüşlerdi köylerinde, ama helikopteri ilk kez görüyorlardı köylerinde. Köyü toza dumana boğan helikopterden inenler, orada toplu halde oturup sohbet eden 15–20 kişilik köy halkı tarafından karşılanmak istenir. Ama onlar “Yere yatın!” komutunu verirler. Bu duruma şaşıran köylülerimiz emre itaat ederek toprağın üzerine yatarlar boylu boyunca. Üstleri başları aranır. Tabi suç unsuru oluşturabilecek hiçbir şey bulunmaz üstlerinde. Sonra ayakta tek sıra halinde dizilmeleri emredilir. Buna itirazda bulunmak isteyen yaşlılardan kimi azarlanır, kimi tartaklanır. Sonunda tek sıra halinde dizilen köylülerimiz sorguya çekilirler birer birer: “Burada neden toplandınız? Neler konuşuyordunuz? Hangi hain planlar kuruyordunuz?” diye.

Sorguya çekilen yaşlı köylülerimizden biri:
   —Komutan Beg, bizim köyümüzde kahvehane yok, disko yok, sinema yok, tiyatora yok. Bizim tiyatoramız da, sinemamız da, kahvehanemiz de a ha burasıdır. Biz her daim kötü havalarda herhangi bir komşumuzun evinde, böyle güzel havalarda da gördüğünüz kimi burada bir araya gelir, konuşur, sohbet ederiz der.
      Komutan sert bir tavırla:
      —Toplu halde bulunmanın suç olduğunu bilmiyor musunuz? der.
      Köylü vatandaş:
      —Bura köylük yerdir Komutan Beg. Senin o dediğin şeherde olur..
      Komutan:
      —Kes sesini lan. Dilin fazla uzun senin, der
      Yaşlı köylü:
      — O kelimeyi sana hiç yakıştıramadım Komutan Beg, der.
     Çığırdan çıkan komutan:
     —Dağıtın lan bu o… çocuklarını, emrini verir erlere.

Ağır hakaretlere, galiz küfürlere maruz kalan köylüler, dipçiklerle dağıtılıp evlerine gönderildikten sonra helikopter, havalanarak gözden kaybolur.

Köylü vatandaş haraca bağlanmıştı adeta. Köy muhtarlarına akla gelmedik baskılar uygulanıyordu. Her köy muhtarı, kendi köyündeki hane sayısı kadar silah teslim etmekle sorumlu tutuluyordu. Böylece yiyecek ekmek bulmakta bile güçlük çeken köylü vatandaş, hakaretten, aşağılanmaktan ve işkenceden kurtulmak için sattığı koyunundan, keçisinden aldığı paralarla silah satın alarak teslim ederdi köy muhtarına. Teslim edilen silah sayısı, köydeki hane sayısından bir eksik oldu mu hem muhtarın, hem de silahı teslim etmeyen köylünün canına okurlardı. Tutuklanırlardı hemen. İçeride tutulurlardı aylarca. Gördükleri işkenceler, maruz kaldıkları hakaretler de işin cabasıydı. Sözde halkın can güvenliğini teminat altına almak için geldiklerini deklare edenler, kendileri halkın canına okuyorlardı.

O dönemde dramatik bir olay yaşanmıştı, Tunceli-Pertek ilçesinin bir köyünde. Yaşlı bir karı-koca yaşamaktadır o köydeki evlerin birinde. Ne silahları var teslim edecek, ne de paraları var verip silah alacak. Komşusunun durumunu bildiği için bir şey diyemiyor köy muhtarı. Kendisine verilen on beş günlük sürenin son günüdür, muhtarın. Biri hariç, köylünün tamamında silahları toplamıştır. Dört gözle bekliyor, kendisine on beş günlük süre tanıyan yüzbaşının yolunu. Kuşluk vakti gelince cemseler görülmeye başlanır köy yolunda. Silahları teslim almak için doğruca muhtarın evine varırlar. Bilirsiniz Anadolu köylüsü, kendisine zulmedeni bile baş tacı eder, evine misafir gelende. Köyün muhtarı da kapısının önüne gelen yüzbaşıyı içeri alıp oturtur, evinin başköşesine.

İzzet ikramdı derken sıra köylüden toplanan silahların teslimatına gelir. Birer birer sayılmaya başlanır silahlar. Bir eksik çıkar yapılan sayım sonunda. Sorguya çekilir muhtar:

—Neden bir eksik? Silah teslim etmeyen köylü kim? diye.

Muhtar söyler, silah teslim etmeyen komşusunun adını. Hem de silahı teslim etmemesinin gerekçesini de açıklayarak. Yüzbaşı silahı almakta kararlıdır. Gerekçe dinlemez. Emir verir erlere; “silah vermeyen köylüyü alın getirin” diye. Emir kuludur asker. Komutanının emrini yerine getirmek zorundadır. Gider, köylüyü bulur, alır getirir huzura.

Yüzbaşı, getirilen yaşlı köylüye sert bir ses tonuyla:
    —Silahını neden teslim etmedin? diye sorar.
    Ayakta zar-zor durabilen yaşlı köylü:
    —Silahım yok komutan beg, der.
    —Yalan söyleme...
   —Ne deyi yalan söyleyim komutanım. Silahım milahım yok benim. Evde bir ben bir de Köroğlu( karısı için kullanır bu sıfatı) var. İkimiz de yaşlıyız. Ekmeği zor buluyoruz. Silahı hangi parayla alayım? Hem silah benim neyime? der yaşlı köylü.

Yüzbaşı:
    —Onu bunu bilmem. Sana yarım saatlik bir süre veriyorum. Yarım saatin içinde silahını al, gel der.
  —Yarım saat değil, yarım gün de versen ben silah getiremem. Çünkü silahım yok komutanım, der yaşlı köylü.

Yaşlı köylünün bu sözleri üzerine yüzbaşı tekme-tokat girişir yaşlı köylüye. Acımasızdır yüzbaşı. Aldırmaz ağzı kanlar içinde yerde yatan yaşlı köylünün çaresiz bakışlarına. Hâlâ kafasına kafasına vurmaktadır, fotinleriyle.

Zalim yüzbaşının hakaret ve işkencelerine daha fazla dayanamayan yaşlı köylü:
      —Durun, komutanım. Dövmeyin beni. Gidip silahı getireyim der.
   —Dayağı yiyince aklın başına geldi değil mi? Sana yarım saat mühlet veriyorum. Git silahını al gel der yüzbaşı.

Orada bulunan komşularının yardımlarıyla zar-zor ayağa kalkıp evine giden yaşlı köylü 10–15 dakika sonra döner muhtarın evine. Girer içeri. Oradakilerin şaşkın bakışları arasında yamalı ceketinin sol koyun cebinden çıkardığı “Reşat” altını uzatır yüzbaşıya:

—Buyurun komutan beg, der.
     —O ne? diye sorar yüzbaşı.
     —Altın…
     —Altın olduğunu ben de görüyorum. Ben altın mı istedim senden? der yüzbaşı.
     —Yooo… Silah istedin benden, der yaşlı köylü.
    —Bunu ne diye getirdin peki?

—Silahım yok komutan beg. Yalnız silahım değil param da yok. Bu altından başka para edecek malım da… Bu altın da rahmetlik kaynanamın karıma yadigârıdır. Bunu götürün satın, parasıyla silah alın, der yaşlı köylü.

Yüzbaşı:
    —Al altınını defol git. Gözüm görmesin seni der.
    Onca dayağa ve hakarete rağmen yaşlı köylü:
   —Sağol komutan beg. Allah razı olsun senden diyerek ayrılır oradan.

Daha sonraki dönemlerde ortam iyiden iyiye gerilmeye başladı. Şehre giden köylü vatandaş akşam köye döndüğünde evine üç-beş kilo meyve-sebze götürmek istediği zaman olmadık güçlüklerle karşılaşıyordu. Şehirden aldığı bu üç-beş kiloluk meyve ya da sebzeyi köyüne götürebilmesi için Jandarma Karakolu’ndan belge almakla zorunlu kılınmıştı. O belge olmadan Munzur Irmağı üzerindeki köprüde oluşturulan kontrol noktasından geçmesi olanaklı değildi.

Bu durumdan haberdar olmayan köylü vatandaşın biri gittiği Tunceli’den köyüne dönerken 2 kg. domates, 1 kg. biber, 1 kg. da salatalık alır evine. Biner köyüne giden dolmuşa. Köye gitmek üzere hareket eden dolmuş kontrol noktasında durdurulur. Önce durdurulan dolmuşta bulunanların kimlik kontrolleri ve üst baş araması yapılır. Ardından dolmuştakilerin evlerine aldıkları sebze ve meyveler için alınması zorunlu olan belgenin kontrolü yapılır. Herkes, kendisine ait olan gıda maddesi ve Jandarma Karakolu’ndan aldığı belge ile kontrolden geçirilir birer birer. Sıra bu uygulamadan habersiz olan köylü vatandaşa gelir. Kontrol noktasındaki askeri yetkili:

—Belgen nerede dayı? diye sorar.
    —Ne belgesi? der köylü vatandaş.
    —Aldığın bu sebzelerin belgesi?
    Cebinden çıkardığı fişi yetkiliye uzatan köylü vatandaş:
    —Komutan beg bana bunu verdiler, der.
    Askeri yetkili:
    —Bu, senin bu sebzelere ne kadar para verdiğini gösteren fiştir. Bizim istediğimiz bu değil.     Biz, karakoldan alman gereken belgeyi istiyoruz, der.
    —Yooo… Öyle bir belgem yok, der köylü.
     Askeri yetkili:
   —Bak dayı, aldığın bu sebzeler için Jandarma Karakolu’na gidip bir belge alacaksın. O belgeyi almadan bu aldıklarını götüremezsin der.
    —Vallah komutan beg belgeden melgeden habarım yoktur. Bu seferlik beni idare et. Bir dahakine alırım, der köylü vatandaş.
     —Olmaz dayı. Bunlara mutlaka belge alman lazım…
    —Yani ben şimdi tekrar şehere dönecem, karakola gidip belge alacam, sonra da siz bunları bana vereceksiniz. Öyle mi?
    —Aynen öyle dayı, der yetkili.
   —Yani siz bu sebzelerin geçişi için pasaport istiyorsunuz bizden? Doğru mu? der köylü vatandaş.
    —Doğrudur, der askeri yetkili.
    —Niye burası sınır kapısı mı? Yoksam biz ecnebi bir devlete mi gidiyoruz? der köylü.
   —Dayı bize verilen emir böyle. Biz emir kuluyuz, ancak verilen emri yerine getirebiliriz. Yapacağımız başka bir şey yoktur, der askeri yetkili.
Bu duruma bir hayli sinirlenen köylü vatandaş, elindeki 2 kg. domatesi, 1 kg. biberi ve 1 kg. salatalığı önce yere koyar. Sonra ayaklarıyla üzerine çıkarak sebzelerin tamamını ezer.                Ardından da:
    —Ne sebze yerim, ne de belge alırım, diyerek tepkisini koyar ortaya.

Mehmet KORKMAZ

 
Bugün 84 ziyaretçi (101 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol