AÇIKLAMALI ATASÖZLERİ VE DEYİMLER SÖZLÜĞÜ

 

AÇIKLAMALI ATASÖZLERİ VE DEYİMLER SÖZLÜĞÜ 

ATASÖZLERİ 

Toplumların asırlarca süren deneyimlerinden ve gözlemlerinden elde ettikleri yargılarını, ortak düşünce ve tutumlarını yansıtan; içinde değişmeceli bir anlam bulunduran, eğitici ve öğretici pedagojik-didaktik) vasfı bulunan kalıplaşmış, kısa ve özlü söz; eş. Darb-ı mesel (ç. urub-ı emsal), Mesel, Sav.

“Atalarımızın, uzun denemelere dayanan yargılarını genel kural, bilgece düşünce ya da öğüt olarak düsturlaştıran ve kalıplaşmış biçimleri bulunan kamuca benimsenmiş sözlerdir.”  

Atasözlerinin Özellikleri:

Bu sözler törelere, geleneklere, tecrübelere, akla ve gerçeğe dayanır.

Halkın ortak düşüncesini, inancını, duyusunu, ahlak anlayışını, kültürünü, felsefesini yansıtırlar. Kültürün aynasıdırlar. Eğitici ve öğreticidirler. Genellikle değişmeceli bir anlam taşırlar.

Anonimdirler. Halk arasında dilden dile dolaşarak gelecek kuşak-lara aktarılırlar. Söz ve mâna sanatlarıyla (seci, tezat, cinas, akis, mübalağa) örülmüşlerdir. Kalıplaşmış, doğal (tabii), kısa ve özlü sözlerdir.

 Atasözlerinin Özelliklerini Şöyle Sıralayabiliriz

1-Halkın düşüncesini anlatır.

2-Ulusaldırlar.

3-Kişinin ruhuna hitap ederler.

4-Kesin tavırlıdırlar.

 5-İnandırıcıdırlar.

 6-Geniş halk kitlelerinin yüzyıllardan beri geçirdiği denemelerden ve bu denemelerden oluşan düşüncelerden doğmuşlardır.

 7-Yalın sözlerdir, anlatımları açıktır.

 8-Doğa olaylarının oluşunu bildirirler.

 9-Ahlak aşılarlar, ahlaklı olmayı öğretirler.

10-Bir veya iki cümleden meydana gelirler.

11-Birçoğunda mecaz vardır.

12-Atasözlerinde söz sanatları vardır.

13-Kelimelerin yerleri değiştirilemez. Değiştirildiği zaman değişik anlamlar ortaya çıkabilir.

14-Denenmiş sözler olduğu için doğruluğu herkes tarafından kabul edilir. 

Atasözleri Üzerine Yapılmış Bazı Çalışmalar:

Türk kimliğine ait ilk atasözü kitabı, Fatih'teki Millet Kütüphanesi’nde bulunan “Teshil” adlı tıp kitabın sonuna eklenmiş el yazısı ile kaydedilen bir risalede yer almaktadır. Toplam 698 adet olup; yazılış tarihi itibariyle hicri 885,miladi 1420 yıllarına denk düşmektedir.

Durub-ı Emsal-i Osmaniye: Milli kütüphanemizin bazı demirbaş yazmalarıyla, halk şairlerinin (Atasözü destanları) ve divan şairlerinin (Manzume-i durub-ı Emsaliye) gibi denemeleri bir yana bırakılırsa, gerçek anlamıyla, ilk atasözü kitabıdır. İlk baskısı 1863’de, İkinci baskısı 1870 yılında üçüncü baskısı da –Ebüzziya Tevfik’in katıp karıştırdıklarıyla– 1884 yılında gerçekleştirilmiştir. Bu eserde 1800 atasözü vardır.

 Geçmişten günümüze gelen, uzun deneyimlerden yararlanarak kısa ve özlü öğütler veren, toplum tarafından benimsenerek ortak olarak kullanılan kalıplaşmış sözlere atasözü denir. Türkçe'de "sav" ve "darb-ı mesel" olarak da adlandıılır.

Atasözleri bir toplumun duygu, düşünce inanç ve kültür yapısını yansıtır. Atasözlerinin kim tarafından ne zaman söylendiği bilinmez. Yani atasözleri anonimdir. Bu sözler topluma mâl olmuş, toplum tarafından benimsenmiş ve yüzyılların düşünce ve mantık sisteminden geçerek günümüze ulaşmış kısa ve özlü sözlerdir. Atasözleri, bir düşünce açıklanırken ya da savunulurken tanık olarak da gösterilirler.

Atasözleri, halkın yalnızca ortak duygu ve düşüncelerini değil ortak dil zevkini de yansıtır.

Türkçe'de Atasözü:

Türkçe'de atasözleri biçim ve anlam özelliklerine göre şu şekilde sınıflandırılır:

Biçim Özellikleri: Atasözleri, biçim yönünden diğer yazı türlerine göre farklı özellikler gösterir. Öykü, roman, şiir, deneme gibi yazı türleri pek çok cümlenin bir araya gelmesi ve anlam yönünden bütünleşmesiyle oluşur. Buna karşın atasözleri genellikle bir, en fazla iki cümleden oluşur. Bütün duygu ve düşünceler bu tek cümleye sığdırılır. Bu cümleler kişiden kişiye değişmez. Halkın ortak malıdır ve halk tarafından aynı biçimde söylenir. Atasözlerinde biçim özellikleri şu başlıklar altında toplanabilir:

Atasözlerinde Kalıplaşma: Atasözleri bir toplumun ortak kullandığı kalıplaşmış sözlerdir. Bu nedenle herhangi bir kimse, ata-sözlerindeki sözcükleri ya da sözcüklerin sırasını değiştiremez.

Örneğin "Dikensiz gül olmaz." atasözü "Gül dikensiz olmaz" şeklinde söylenemez. "Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür" atasözündeki "kaz" kelimesi yerine "ördek" veya "horoz" denmez. Bunun nedeni, atasözlerinin bir kişinin değil, bütün toplumun ortak malı olması ve o toplumun düşünce ve dil zevkini yansıtmasıdır.

Ancak, bazı atasözleri tarihsel süreç içinde değişikliğe uğramıştır. Örnek: "Ayağını yorganına göre köskıl." → "Ayağını yorganına göre uzat." Bu atasözündeki "köskıl" kelimesinin yerine günümüzde "uzat" kelimesi kullanılmaktadır. Tarih boyunca dilde ve kültürde oluşan değişmeler atasözlerine de yansımıştır.

Kalıplaşmanın bir istisnası da bir atasözünün farklı bölgelerde değişik şekillerde söylenmesidir.

Örnek: Mum dibine ışık vermez. → "Çıra dibi karanlık olur"

Örnek: Er ekmeği er kursağında kalmaz. → Er lokması er kursağında kalmaz.

Örneklerdeki gibi bazı atasözlerinde, hem sözcüklerin sırası hem de sözcükler değişebilmektedir. Ancak, bu değişiklik kişiden kişiye değil bölgeden bölgeyedir. Bu durum, atasözlerinin tarihsel süreç içinde ve farklı bölgelerde değişikliğe uğrayabildiğini gösterir.

 

Cümle Türlerine Göre Atasözleri:

Türkçede bulunan bütün cümle türlerine atasözlerinde de rastlanır. Atasözleri kısa ve özlü sözler olduğu için genelde bir-iki cümleden oluşur. Daha uzun cümlelerden oluşan Türk atasözlerinin sayısı azdır. Atasözlerinde kullanılan cümle türleri şu şekilde sıralanabilir:

Yalın Cümle: Atasözlerinin çoğu yalın cümle biçimindedir. İçinde sadece bir yargı bulunan atasözleri genellikle yalın cümleler biçiminde anlatılır.

Örnek: Ağaç kökünden yıkılır.

Aç köpek fırın duvarını deler.

Vakit nakittir.

Birleşik Cümle: İçinde iki yargı bulunan atasözleri genelde birleşik cümle biçiminde kurulur.

Örnek: Dağ ne kadar yüce olsa, yol üstünden aşar.

Erkek aslan aslan da, dişi aslan aslan değil mi?

Elin ağzı torba değil ki büzesin.

Devrik Cümle: Atasözlerinde şiirsel bir anlatıma özen gösterildiğinden pek çok atasözü devrik cümlelerle kurulmuştur.

Örnek: Gülme komşuna, gelir başına.

Besle kargayı, oysun gözünü.

Sık gidersen dostuna, yatar arka üstüne.

 

Ad Cümleleriyle Kurulan Atasözleri: Ad cümleleriyle kurulan atasözlerimde yüklem ad ya da ad soylu sözcüklerden oluşur.

Örnek: Almak kolay, ödemek güçtür.

Akıl için yol birdir.

 İki el bir baş içindir.

Ad cümleleriyle kurulan atasözlerinde var, yok sözcükleri ek eylem alarak yüklem olur.

Örnek: Kalpten kalbe yol vardır.

 Ölümden öte köye köy yoktur.

Ad cümleleriyle kurulan atasözlerinin çoğunda ek eylemdir söylenmez. Bu durumda genellikle herhangi bir anlam kaybı söz konusu olmaz.

Örnek: Can cümleden aziz.

Hizmetçi kırarsa suç, hanım kırarsa kaza.

 

Eylem Cümleleriyle Kurulan Atasözleri:

Eylem cümleleriyle kurulan atasözlerinde yüklem eylem olur. Eylem cümlesiyle kurulan atasözlerinin sayısı ad cümlesiyle kurulanlara nazaran daha çoktur.

 Örnek: Can boğazdan gelir.

 Zorla güzellik olmaz.

İki at bir kazığa bağlanmaz.

Bazı atasözlerinde eylem söylenmez. Anlam kendiliğinden ortaya çıkar.

Örnek: Ata arpa, yiğide pilav.

 Bakarsan bağ, bakmazsan dağ.

 

Ek Eylemle Kurulan Atasözleri:  Bazı atasözleri ek eylemle kurulurlar.

Örnek: Akıl için yol birdir.

 

Atasözlerinde Kipler:

 Atasözleri, uzun tarihî bir süreçte oluştuğu ve çağlar boyu geçerli olduğu için genellikle geniş zaman kipiyle kurulmuştur. Doğrudan öğüt veren atasözlerinde emir kipinin kullanıldığı görülmektedir. Yükleme ya da rivayet biçiminde söylenen atasözlerinde belirsiz geçmiş zaman kipinin kullanıldığı görülür. Belirli geçmiş zaman ve şimdiki zaman kipleriyle kurulmuş atasözü sayısı oldukça azdır.

 

Geniş Zaman Kipiyle Kurulmuş Atasözlerimizden Birkaçı:

Ağır kazan geç kaynar.

Bir başa bir göz yeter.

Boş çuval ayakta durmaz.

 

Belirsiz Geçmiş Zaman Fiiliyle Kurulmuş Atasözlerimizden Birkaçı:

İnsanoğlu çiğ süt emmiş.

Yaş yetmiş, iş bitmiş.

Yılan sokan uyumuş, aç kalan uyumamış.

 

Soru Kipiyle Kurulmuş Atasözlerimizden Birkaçı:

Akıl olmayınca ne yapsın sakal?

Tok ne bilir aç hâlinden?

Her sakallıyı baban mı sanırsın?

 

İstek Kipiyle Kurulmuş Atasözlerimizden Birkaçı:

Ağır git ki yol alasın.

Sabah ola, hayır ola.

Baba malı tez tükenir, evlât gerek kazana.

 

Emir Kipiyle Kurulmuş Atasözlerimizden Birkaçı:

Baş kes, yaş kesme. 

Önce düşün, sonra söyle.

Bin bilsen de bir bilene danış.

 

Atasözlerinin Anlam Özellikleri:

Atasözleri belli bir toplumun ve/veya bütün insanlığın yaşam felsefesidir. İnsanlarda bulunan sevgi, kıskançlık, bencillik, dostluk, düşmanlık gibi duygusal evrenseldir. Bu nedenle bu duyguları yansıtan atasözleri de evrensel olarak kabul edilmektedir. Dünyada pek çok ulusun kullandığı atasözleri karşılaştırıldığında, bu atasözlerinin pek çoğunun aynı ya da benzer olduğu görülmüştür. Ata-sözleri evrensel değerler yanında bir ulusa özgü kültürel değerleri de yansıtır:

Örneğin "Gözden ırak olan, gönülden ırak olur", "Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur", "Vakit nakittir" gibi atasözleri evrenseldir. Bunlara benzer atasözlerini bütün dillerde bulmak mümkündür. "Osmanlı, tavşanı araba ile avlar", "Türk'ün aklı aldadır" gibi atasözleri ise ulusaldır. Bunlara benzeyen atasözleri bir ulusun kültürünü yansıtır.

Atasözlerinin konulara çoğu zaman kullanıldıkları bölgeye ve ülkeye göre değişiklikler gösterir. Türk toplumunda tarih boyunca askerlik ve çiftçilik önemli olduğu için at, it, kurt, koyun, silah ve yiğitlik konusunda Türkçede pek çok atasözü vardır. Buna karşın Alman atasözlerinde daha çok ayı, kartal gibi Almanya'nın sembolü haline gelmiş konulara yer verilir. Bu nedenlerle, atasözlerinde evrensel ve toplumsal düzen ile bu düzendeki iyi, kötü bütün özellikler görülür.

 

Atasözlerinde Anlam Aktarması ve Somutlaştırma:

 Atasözlerinin çoğunda sözcükler kendi anlamlarında kullanılmaz. Cümleler kurulurken genelde konular somutlaştırılır. Kısa ve özlü bir anlatımla konu daha güzel, etkili ve çarpıcı biçimde sunulur. Genellikle sözcükler benzetme, örnekleme yoluyla başka anlamlarda kullanılarak anlatıma şiirsel bir güzellik katılır. Bazı atasözlerinin dizeler ve beyitler biçiminde oluşu, halkın atasözlerinde şiirsel anlatıma verdiği önemi gösterir.

 

Örnekler:

"Sakla samanı, gelir zamanı" atasözünde saman sözcüğü gerçek anlamında kullanılmamıştır. Bu atasözünde, en değersiz şeylerin bile saklandığı zaman günün birinde işe yarayabileceği belirtilmektedir.

"Yuvayı dişi kuş yapar" atasözünde ev düzeni ile ilgilenen kadın, yuvayı yapan dişi kuşa benzetilmiştir. Dolayısıyla dişi kuş sözcük öbeği kadın sözcüğünün yerine kullanılmıştır.

"Koyun can derdinde, kasap et derdinde" atasözünde koyun sözcüğü büyük sıkıntılar içinde çırpınan insanı, kasap sözcüğü bu insanın düştüğü kötü durumdan yararlanmak isteyen ya da yalnızca kendi çıkarını düşünen kimseleri temsil etmektedir.

"Aç köpek fırın duvarını deler" atasözünde aç bir insanın neler yapabileceği etkili biçimde anlatılmaktadır.

 

Konularına Göre Atasözleri:

Atasözlerini birkaç konuyla sınırlandırmak mümkün değildir. İnsan yaşamında yer alan doğum, ölüm, evlilik, arkadaşlık, dostluk, düşmanlık, hırsızlık, gelin, kaynana, ana-baba vb. dâhil her şey atasözlerinin konularını oluşturur.

Atasözlerinin genel konusu yaşamın temel kuralları ve toplumda uyulması gereken temel ilkelerdir. Bu kural ve ilkelere uymayan kimselerin zarar gördüklerine inanılır. Atasözleri başarılı, sağlıklı ve mutlu bir yaşam için insanlara genel uyarılarda bulunur; verdikleri öğütlerle yaşamın temel kural ve ilkelerinin bilinmesine yardımcı olurlar.

 

Birbirleriyle Çelişkili Atasözleri:

 Evrendeki her şeyin zıddıyla var olduğu olgusu atasözlerine de yansımıştır. Olumlu öğütlerin yanı sıra, yalnızca çıkara yönelik olumsuz öğütler veren atasözleri de vardır. "Devletin malı deniz, yemeyen keriz" atasözü bunun örneklerinden birisidir.

Çelişkili atasözleri, ayrıca, toplumda ayrı düşünen grupları ve bu gruplar arasındaki ayrılıkları/çelişkileri ortaya koymaktadır.

Örnekler:

"Biri yer biri bakar; kıyamet ondan kopar" atasözü kişileri yoksul kimselere yardım etmeye teşvik ederken "Aç yanından kaç" atasözü bunun tersini öğütlemektedir.

"Derdini söylemeyen derman bulamaz" atasözü kişileri dertlerini dostlarıyla paylaşmaya teşvik ederken "Sırrını verme dostuna o da söyler dostuna" atasözü bunun aksini savunmaktadır.

Her koyun kendi bacağından asılır. / Kurunun yanında yaş da yanar.

İyi insan lafının üstüne gelirmiş. / İti an çomağı hazırla.

Taşıma suyla değirmen dönmez. / Damlaya damlaya göl olur.

Zorla güzellik olmaz. / Zora dağ dayanmaz.

 

Atasözleri ve Deyimler:

Atasözleri ve deyimlerin birbirleriyle ortak ve birbirinden ayrılan bazı özellikleri vardır. Birbirleriyle ortak olan en önemli özellikleri, her ikisinin de toplum tarafından ortak olarak benimsenen ve kullanılan kalıplaşmış sözler olmalarıdır. Genellikle bu ortak özelliklerinden dolayı atasözleri ve deyimler birbirine karıştırılır. Oysa her ikisini birbirinden ayıran bazı önemli özellikler vardır.

 

Öğüt ve Yargı:

 Deyimler bir anlatım biçimidir. Bir kavramı en güzel, en etkili biçimde anlatmayı amaçlar. Bu nedenle de deyimlerde, atasözlerinde olduğu gibi bir öğüt verme ya da bilgece sözler söyleme çabası yoktur. Attan inip eşeğe binmek, etekleri zil çalmak, ok yaydan çıkmak, bin dereden su getirmek gibi deyimlerde herhangi bir öğüt veya yargı yoktur. Ancak, "Ağaç yaşken eğilir", "Ne ekersen onu biçersin" gibi atasözlerinde hem öğüt hem de yargı vardır. Deyimlerde ise genelde öğüt ve yargı bulunmaz. Atasözleri ile deyimleri birbirinden ayıran en önemli özellik budur.

 

Cümle Biçimindeki Atasözleri ve Deyimler:

Bazı deyimler cümle biçimindedir. Cümle biçiminde olan bu deyimlerde yargı vardır. Bu nedenle atasözleri ile karıştırılabilir. Dağ fare doğurdu. / Delik büyük, yama küçük./ Yorgan gitti, kavga bitti. / Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş’ gibi deyimlerde de yargı vardır, ama öğüt yoktur. Atasözleri ve deyimler arasındaki bir fark da değimlerin "öğüt" vermemesidir.

 

Atasözlerini Deyim Olarak Kullanma:

Birçok atasözü deyim olarak da kullanılır. Ancak deyimler genelde atasözü olarak kullanılmazlar. "Ne ekersen onu biçersin." atasözü bir konuşma ya da yazıda "Hamdi ektiğini biçti." şeklinde kullanıldığında deyim haline dönüşür.

Örnek:

Ayağını yorganına göre uzat. (atasözü) → Ayağını yorganına göre uzatmak (deyim)

Doğmadık çocuğa don biçilmez. (atasözü) → Doğmadık çocuğa don biçmek (deyim)

İtle yatan, bitle kalkar. (atasözü) → İtle yatıp bitle kalkmak (deyim)

Aman diyene kılıç kalkmaz. (atasözü) → Aman diyene kılıç kaldırmak (deyim)

Atasözlerinin çoğu bir anlatım biçimine dönüştüğü zaman deyim olur.

Örnek:

Recep, ayağını yorganına göre uzatmadığı için iflas etti.

Otu çekip, köküne bakmadan, yani adamın ailesini iyice araştırmadan evlenirsen pişman olabilirsin.

 

Hem Atasözü Hem Deyim Olarak Kullanılan Sözler:

Bazı sözler hem atasözü hem de deyim özelliği taşır. Ancak bunların sayıları oldukça azdır. Aşağıda örnek olarak verilen sözler öğüt olarak kullanıldıkları zaman atasözü, konuşma biçimi olarak kullanıldıklarında deyim olur

Üzümünü ye, bağını sorma.

Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa?

Çamsakızı çoban armağanı.

Atın ölümü arpadan olsun.

 

Atasözü ve Deyimlerde Eylem Çekimi:

 Deyimler genellikle büyün eylem çekimlerine girer. Bu bakımdan atasözlerine nazaran çok daha fazla esneklik gösterirler. Oysa atasözlerinde bu esneklik yoktur. Atasözleri genellikle şimdiki zaman, belirli geçmiş zaman ve gelecek zaman kipiyle kurulurlar.


       A
      Abanın kadri yağmurda bilinir:
Daha önce kıymetsiz gibi görünen birçok şeyin, kullanım zamanı geldiğinde değeri artar. Her şeyin bir değeri vardır. Bir şeyin gerçek değeri ise, ona gerçekten ihtiyaç duyulduğu zaman ortaya çıkar.

Aba vakti aba, yaba vakti yaba: Birey kendine gerekli olan şeyleri zamanından önce ve ucuz olduğunda almalıdır. Her şey zamanında yapılırsa kişi kazançlı çıkar. Kışlık gereksinimlerini yazın, yazlık gereksinimlerini kışın almak gibi.

Abdala “kar yağıyor” demişler, “titremeye hazırım” demiş: Yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşayıp cefa çeken insanlar, karşılaşacakları güç koşullar karşısında endişe duymazlar. Çünkü onlar böyle bir yaşam tarzına zaten alışıktırlar.

Abdal ata binince bey oldum sanır, şalgam aşa girince yağ oldum sanır: Görgü düzeyi düşük ve eğitimsiz kimi insanlar bir rastlantı sonucu hak etmedikleri önemli bir işin başına geçtikleri zaman ya da bir mevki sahibi oldukları zaman aptalca davranmaya, o yerin adamı gibi görünmeye ve böbürlenmeye başlarlar. Dahası, bunun kendi hakları olduğunu da ileri sürerler.

Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz: İnsanlardan bazıları yaptıkları işten büyük haz duyarlar ve onu bırakmak istemezler; bu işi her zaman tekrar tekrar yapmaktan da hiç usanmazlar.

Abdalın dostluğu köy görünceye kadar: Çıkarı için yakınlık gösterip dostluk kuran kimse, beklediği yararı elde ettikten, işini yürütecek başka yollar bulduktan sonra sizinle olan ilişkisini keser.

Abdalın karnı doyunca gözü pabucundadır: Çıkarcı kimsenin arkadaşlığı işi bitinceye kadardır.

Abdalın yağı çok olursa gâh borusuna çalar, gâh gerisine: Varlıklı, ama akılsız ve hesapsız kişi, malını gereksiz yerlere harcar, telef eder.

Abdal (derviş) tekkede, hacı Mekke`de bulunur: Hemen herkesin ilgi duyduğu bir alanı, kendine özgü bir işi vardır. İlgi duyduğu alan ya da iş neredeyse kişi de orada bulunur.

Aca dokuz yorgan örtmüşler, yine uyumamış (Acın uykusu gelmez): 1. Aç olan kimse ne tür bir rahatlık sağlanırsa sağlansın dinlendirilemez, uyuyamaz. 2. Bir gerekseme içinde olan biri ancak o gereksiniminin giderilmesiyle rahata erişebilir.

Acar tazı çullu da belli olur, çulsuz da: Değerli kişi, gösterişi, giyim kuşamı olmasa da değerinden bir şey yitirmez; nerede olsa tanınır.

Acele bir ağaçtır, meyvesi pişmanlık:  Telâşla, sabırsızca ve ivedilikle yapılan işler genellikle kötü sonuçlar doğurur; kişiyi pişmanlığın içine iter.

Acele giden ecele gider: Hiç bir zaman acele iş yapmamalıyız. Kötü sonuçlar doğurabilir.

Acele ile menzil alınmaz: Telâşlanıp ivmekle, sabırsız davranmakla daha çabuk sonuç alacağımız, başarı kazanacağımız sanılmamalıdır. Bilinmelidir ki her işin bir süresi vardır.

Acele işe şeytan karışır: Düşünüp taşınmadan, çabuk davranılarak yapılan işten iyi sonuç beklenmemelidir; o iş ya yanlış ya da bozuk olur.

Acele yürüyen yolda kalır: İş yaparken iven şaşırır, işini sona erdiremez.

Aceleci sinek süte düşer: "Düşünüp taşınmadan, çabuk davranılarak yapılan işten iyi sonuç beklenmemelidir; o iş ya yanlış ya da bozuk olur" anlamında bir söz.

Acemi nalbant gibi kâh nalına vurur, kâh mıhına: Söylediği sözlerle yaptığı işler arasında tutarlılık yoktur. Bunu da genellikle bilmeyerek yapar. 

Acemi katır kapı önünde yük indirir: Bir işin yabancısı olan, bir işe alışmamış, beceriksiz ya da anlayışsız kişi, kendisinden beklenen işi eksik yapar ve istenildiği gibi yerine getiremez; daha başlangıç anında veya en önemli yerinde işi bırakıverir.

Elinden yeterince iş gelmeyen kimseler, kendilerine verilen görevi istenildiği biçimde yapamazlar. Veya yarım bırakıp kaçarlar.

Acemi nalbant Kürt eşeğinde dener kendini: İşinde ustalığa erişmemiş kimse, ilk denemelerini heder olmasına acınmayacak malzeme üzerinde yapar.

Acıkan doymam (sanır), susayan kanmam sanır: Uzun süre bir şeyin yokluğunu çekip ona ihtiyaç duyan kimse, o şeyden ne kadar çok elde ederse etsin tatmin olmaz; kendisine yetmeyeceği duygusu içinde bulunur.

Acıkmış kudurmuştan beterdir: Bir şeyden uzun süre yoksun kalan kimse, onu gördüğü anda ele geçirmek ister; kendinden geçercesine ona saldırır, sanki kudurmuş gibidir, gözü hiçbir şeyi görmez, tek düşündüğü uzun süre yokluğunu çektiği o nesnedir.

Acıkan doyman, susayan kanmam sanır: Uzun süre bir şeyin yokluğunu çekip ona gereksinim duyan kimse, o şeyden ne kadar çok elde ederse etsin tatmin olmaz; kendisine yetmeyeceği duygusu içinde bulunur.

Acıkan ne olsa yer, acıyan ne olsa söyler:  Geçim sıkıntısı çeken kişi, ne tür bir geçim yolu bulursa onu yapar. Canı yanan kişi de sonunu düşünmeden ağzına geleni söyler.

Acıklı başta akıl olmaz: Büyük bir sıkıntı içinde bulunan kimsenin yaptığı işte mantık aranmamalıdır.

Acıkmış kudurmuştan beterdir: Uzun zaman bir nesnenin yokluğunu çeken kişi, kudurmuş gibi ona saldırır. Gözü başka şey görmez.

Acındırırsan arsız olur, acıktırırsan hırsız olur: Bir kimsenin acınmasına yol açar, başkalarını ona merhamete getirirseniz, o kimse yerli yersiz yardım dilemeye başlar ve gittikçe arsızlaşır; bunun yanında kimilerinin hakkını kısar, emeklerinin karşılığını vermez ve onları aç-yoksul bırakırsanız, onlar da hırsızlık yapmaya başlarlar.

Acı patlıcanı kırağı çalmaz: Kötü durumda olan bir kimseyi, ortaya çıkacak yeni kötü durumlar etkilemez; pek çok zorluğa katlanabilir; çünkü o, böylesi kötü durumlara alışmıştır. Ayrıca, işe yaramayacak hâle gelmiş kimseler de, tutar bir yanları olmadığı için felâketlerden çekinmezler.

Acı (kötü) söz insanı (adamı) dininden (çıkarır), tatlı söz (dil) yılanı deliğinden (ininden) çıkarır: Onur kırıcı, sert, kötü sözler insanı öfkelendirir; sabrını taşırır, çileden çıkarır, hoş olmayan davranışlara sürükler. Bunun aksine yumuşak, tatlı, hoş sözler de öfkeli, geçimsiz, saldırgan insanları yatıştırabilir; zarar vermelerinin önüne geçip onları doğru yola sokabilir.

Acıyan uyumuş, acıkan uyumamış: Her türlü sıkıntıya katlanılır, açlığa katlanılmaz.

 
 

Aça kuru ekmek bal helvası gibi gelir(Aça arpa ekmeği etten lezzetli gelir): İş bulamayan kişi, eline geçen çok küçük bir işi çok büyük nimet sayar.

Aç aman bilmez, çocuk zaman bilmez: Aç, yemek yeme ihtiyacı olan, yemesi gereken kimsedir. Bu insanın düşüncesi de karnını doyurmaktır. Onun bu isteği kimi özürlerle giderilip geçiştirilemez, böyle yapılmak istenirse kimi anlamsız ve aşırı davranışlara kaymasına neden olunur. Çocuklar da bir şey istediler mi hemen onun yerine getirilmesini isterler, beklemek nedir bilmezler.

Aç anansa (atansa) da kaç: Aç her kötülüğü göze almıştır. En yakınları için bile büyük bir tehlike oluşturur.

Aç aslandan tok domuz yeğdir:  Tek başına asalet yetmez. Soysuz olup para kazanan, soylu olup para kazanmayandan üstündür.

Aç (arık) at yol almaz, aç (arık) it av almaz: İş gördürülen kimselerden verim umuluyorsa onlar aç, yoksul ve sefalet içinde bırakılmamalı, her yönden tatmin edilmelidirler.

Aç ayı oynamaz: Kendisinden iş beklenilen kimseden emeğinin karşılığı esirgenmemelidir; insan ya da hayvan olsun, çalışan mutlaka doyurulmalıdır.

Aç bırakma hırsız edersin, çok söyleme arsız (yüzsüz) edersin: Yönetiminde bulunan, gözetiminde olan kimseleri maddî ve manevî yönden tatmin etmelisin. İnsanları bu yönlerden sıkıntıya düşürür, emeklerinin karşılığını vermez, kötü muameleye maruz bırakırsan yanlış yola saparlar; söz dinlemez olurlar, arsızlaşırlar.

Aç doymam, tok acıkmam sanır: Uzun süre yokluk içinde olan aç insan elde ettiğinden çoğunu ister, tatmin olmaz, yetmeyeceği duygusunu taşır. Tok, yani varlıklı insan ise var olanla yetinir gibidir, elindekilerin bir gün gelip tükeneceğini düşünmez, yeni kazanç yollarına başvurmaz, dahası elindekileri bilinçsizce harcamaya devam eder.

Aç elini kora sokar: Aç ve yoksul insan, zorunlu ihtiyaçlarını gidermek için canı pahasına bile olsa her türlü tehlikeye atılmaktan çekinmez.

Aç esner, âşık gerinir: Herkes, içinde bulunduğu koşullara göre ayrı bir durum, ayrı bir tavır ortaya koyabilir. 

Aç gezmekten tok ölmek yeğdir:  Aç olarak yaşamanın hiçbir tadı olmadığı için ölürken bile tok olmak yeğlenir.

Aç gözünü, açarlar gözünü: Uğraşılarında, giriştiğin işlerinde uyanık bulunup dikkatli olman gerekir; yoksa umulmadık, beklenmedik bir anda büyük zararlarla karşı karşıya kalabilirsin. Bu belâdan sonra aklın başına gelir ama iş işten geçmiş olur.

Açık ağız aç kalmaz: Çalışan, didinen, ne istediğini bilen, bıkmadan usanmadan bunu dile getiren kişi geçim yolunu bulur; muhtaç duruma düşmez, aç kalmaz.

Açık göte herkes tükürür: Utanç verici, iğrendirici davranışlar herkes tarafından ayıplanır ve tiksinti ile karşılanır.

Açık kaba it değer (siğer): Gizli kalması gereken şeyler herkes tarafından bilinirse bundan büyük zararlar doğar.

Açık yaraya tuz ekilmez: Acısı ve derdi taze olan bir kimsenin üzüntüsünü artıracak söz ve davranışlardan kaçınmak gereklidir.

Açılan solar, ağlayan güler: Hiçbir durum her zaman aynı şekilde kalmaz, tersine döner: Güzel çirkinleşir, üzüntülü olan mutluluğa erişir.

Açık yerde tepecik kendini dağ sanır: Kıymetli, yetenekli kimselerin bulunmadığı veya az bulunduğu bir yerde, kendinde az da olsa bir şey bulunan kimse böbürlenmeye, büyüklük taslamaya başlar.

Açılan solar, ağlayan güler: Hayatta hemen her şey bir değişimin içindedir, olduğu gibi kalmayıp tersine dönebilir, güzel çirkinleşebilir; mutsuz mutlu, yoksul da zengin olabilir.

Açın gözü ekmek teknesindedir (olur): İnsanın tek amacı, öncelikle kendisi için gerekli, yaşaması için zorunlu olan, yokluğunu çektiği şeyi elde etmektir.

Açın imanı olmaz: Aç olan kimse, karnını doyurabilmek için her şeyi yapar, ahlaksız kurallarını tanımaz ve insafsızdır.

Açın karnı doyar, gözü doymaz: 1. Bir şeyin uzun süren yokluğu açlık ve doyumsuzluk duygusuna iter insanı; bu insan hiç doymamış, aç kalacakmış gibi davranır; gözü nesnelerde kalır, o nesneleri kaybedecek sanısına kapılır. 2. İhtiraslı kişi elindekiyle yetinmez, daha fazlasını ister.

Aç koynunda azık durmaz (eğleşmez): Kazancı kendine yetmeyen kişi, eline geçeni hemen harcar; yarına bir şey saklayamaz.

Açın kursağına çörek dayanmaz: Yoksulluk içinde kıvranan insanlar kolay kolay refaha kavuşamazlar. Bir eksiği giderilirse başka bir eksik çıkar ortaya.

Aç ile dost olayım diyen peşin karnını doyursun: İlişki kuracağımız kimsenin sağlaması olanağı olmayan şeyi, ona güvenmeden kendimiz sağlamalıyız.

Aç ile eceli gelen söyleşir: Açın gözü hiçbir şey görmez. O karnını doyurmak için, kendisine güçlük çıkaran kişiyi öldürebilir.

Aç karın katık istemez: Büyük gereksinme içinde bulunan kişi, lüks peşinden koşmaz. Eline geçen değersiz nesneleri bile beğeni ile karşılar.

Aç köpek fırın yıkar: Aç olan kimse karnını doyurmak için, gücünün yetmeyeceği sanılan engellerle savaşır ve istediğini elde eder.

Aç kurt aslana saldırır: Açın gözü kararmıştır. O karnını doyurmak için gerekirse ölümü göze alarak gücü, kendisinin gücünün çok üzerinde olan yaratıklarla boğuşur.

Aç kurt yavrusunu yer:  Aç olan karnını doyurmak için canavarlığın en korkuncunu yapar.

Aç kurt bile komşusunu dalamaz: Komşuluk hakkı son derece kutsal bir haktır. Komşuya hangi koşullar altında olursa olsun, aç ya da zengin, iyi davranılmalıdır. Çünkü toplumun dirlik ve düzenliği bir yönüyle buna bağlıdır.

Açlık ile tokluğun arası yarım yufka: Fakirliğe yerinmemeli (acınmam alı). Küçük bir şey e n büyük gerekseme duygumuzu karşılamaya yeterlidir.

Açma sırrını dostuna, o da söyler dostuna: Sır özeldir ve gizli tutulmalıdır. Onun gerçekten duyulup yayılması istenmiyorsa, dosta bile açılmamalıdır. Açılırsa o da ağzından kaçırabilir ya da yakınına anlatabilir, bunu başkaları duyabilir, saklamaya çalıştığın şey sır olmaktan çıkar, yayılır.

Aç ne yemez, tok ne demez: Yoksul kişi ihtiyaç duyduğu şeyin en kötüsüne bile razı olur; iyisini, kötüsünü arayacak durumda değildir. Oysa varlıklı kişi için durum farklıdır, o her zaman daha iyisini ister, en güzel şeylerde bile bir kusur bulur, mırın kırın eder.

Aç ölmez gözü kararır, susuz ölmez benzi sararır: Fakirlik insanı öldürmez ama çeşitli üzüntü ve sıkıntılar içinde yıpratır.

Aç tavuk (düşünde) kendini buğday (arpa, darı) ambarında sanır (görür): Yoksulluk çeken, varlık yüzü görmeyen kişi sürekli ihtiyaç duyduğu şeylerin hasretini çeker; kendisini onları elde etme hayaline kaptırır, olmayacak düşler kurar.

Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü: Hoşuna gitmeyecek sözler söylenmesine, hakkında kötü şeylerin ortaya çıkmasına yol açmak istemiyorsan karşındakini kızdırma.

Aç tokun yüzüne bakmakla doymaz:  İnsan ihtiyaç duyduğu, sürekli yokluğunu çektiği şeyleri varlıklı kimselerde görmekle onlara sahip olmuş sayılmaz. Tatmin olabilmek için onları gerçekten elde etmelidir.

Aç, yanından kaç: Yoksul ile arkadaş olmaya gelmez. Çünkü bitmek bilmeyen istekleriyle seni sürekli rahatsız eder. Dahası kendi yararı uğruna seni harcayabilir, sana kötülük yapabilir.

Aç yanında sarpın (hamur teknesi) kurcalanmaz: Bir nesneden mahrum olan bir kişinin yanında o nesne üzerine dikkat çekecek davranışlarda bulunmamak gerekir.

Ada bana, adayım sana: Sen bir kimse için fedakârlıkta bulunursan o kişi de senin için fedakârlık yapar.

Adalet ile zulüm bir yerde barınmaz: Bu iki şey tamamen bir birinin karşıtıdır. Hak, hukuk ve doğruluğun bulunduğu yerde zulüm olamaz, zalimler bulunamaz. Zulmün bulunduğu yerde ise hak yeme, sömürü, eğrilik, azgınlık vardır ve orada da ne adalet olur ne de âdil vardır.

Adam adama gerek olmasa her biri bir dağ başında olurdu: İnsanların bütün gereksinmelerini tek başına karşılamaları mümkün değildir. Bunun için toplu bir halde yaşamak ve birbirleriyle yardımlaşmak zorundalar.

Adam adama her daim muhtaç (gerek olur): Tek başına yaşamak oldukça zor olduğundan insanlar bir arada yaşarlar, dayanışmaya gerek duyarlar. İhtiyaçlar bu sayede karşılıklı olarak giderilir. Bu bakımdan hiçbir insanı küçümseyip yararsız saymamalı; olur ki bir gün, hiçlenen o insanın yardımına gerek duyulabilir.

Adam adama yük değil, can gövdeye mülk değil (Adam adama yük olmaz): Birileri gelip konuğumuz olabilir, evimizde kalabilir. Bu konuk tıpkı can gibidir; can nasıl gövdeye geldiği gibi gidiyorsa, konuk da günün birinde geldiği gibi gidecektir. Bu sebeple yanımıza gelen arkadaş, dost, yakın ve konuklarımızdan yaka silkmemeliyiz.

Adam adamdan korkmaz, utanır (hatır sayar): Bir kimse kendisine yapılan kabalık, kötülük karşısında sert tepki göstermiyor, benzer bir şekilde karşılık vermiyorsa, bu korktuğundan değildir; hatır saydığındandır, utandığındandır, duygularına egemen olduğundandır.

Adam adam denmekle adam olmaz:   Değerleri olmadığı hâlde değer verip saygı duyarak, bazı unvanlar vererek, överek, pohpohlayarak bir kimseyi iyi yetişmiş, değerli bir kimse yapamayız. Gerçek şahsiyet, olgunluk, insana yakışacak durum, tutum ve davranış insanın kendinde bulunmalıdır.

Adam adamdır, olmasa da pulu; eşek eşektir, olmasa da çulu: Bir kimsenin toplumdaki seçkin yeri ve önemi zengin ya da yoksul hâliyle ölçülemez. Kimi insanlar son derece yoksuldurlar ama kendilerinde bir adamlık vardır. Kimileri de zengindir ama insanlıktan nasiplerini almamışlardır. Dolayısıyla yoksul olmak insanın değerini düşürmez, zengin olmak da değerini artırmaz.

Adam adamı bir kere (defa) aldatır: Bir kimse, huyunu suyun bilmediği bir kişiye bir kez aldanır; bir daha aldanmaz. Çünkü bir kez aldanmış ve ders almıştır. Artık kendini ona göre ayarlar, karşı tarafın düzenbaz olduğunu bildiği için tedbir alır, düzenbaz ne derse desin inanmaz ve tuzağına düşmez.

Adam adam, pehlivan başka adam: Herkesin yapabildiği işleri yapan adam, sıradan adamdır. Herkesin yapamayacağı işi yapan adam, üstün nitelikli kişi olarak tanınıp övülür.

Adama dayanma ölür, duvara (ağaca) dayanma yıkılır (kurur): İnsanlar hayatları boyunca birbirlerine destek verirler, yardımcı olurlar. Ne ki her destek ve yardım sürekli olmaz. O hâlde insan, yapacağı işlerde başkalarının yardımına ve desteğine değil, öncelikle kendi gücüne, bilgi ve becerisine dayanmalı ve güvenmelidir.

Adam ahbabından bellidir (Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu diyeyim): İnsan daha çok anlaştığı, huyunu suyunu bildiği, sevdiği, yanında bulunmaktan hoşlandığı kimselerle arkadaşlık kurar; dostluk eder. Dolayısıyla bir kimsenin iyi ya da kötü olduğu, arkadaşlık kurduğu kimsenin kişiliğine bakılarak anlaşılabilir.

Adamak kolay, ödemek güçtür: Bir işi yerine getireceğim demek, davranışıyla ya da tutumuyla o işi yapacağım duygusu uyandırmak, umut vermek kolaydır. Ne var ki yerine getirmek ve yapmak güçtür. Çünkü bu, bir çabaya, bir maddeye ya da bir paraya dayanır; bunlar da zor sarf edilir şeylerdir.

Adamakla mal tükenmez (Hak saklasın vermesinden): Yardımsever görünmek ve bir hayır işine para vaadinden bulunmakla gerçekten özveride bulunulmuş sayılmaz (Söz veren belki de bir şey vermem eye kararlıdır).

Adam hacı mı olur ulaşmakla Mekke’ye, eşek derviş mi olur taş çekmekle tekkeye: Belli bir seviyeye ulaşmak, o durumun gerektirdiği nitelikleri taşımakla (ya da yerine getirmekle) gerçekleşir. Görünüşü ona benzemekle değil.

Adamın (insanın) adı çıkacağına (çıkmaktansa) canı çıksın (çıkması yeğdir): Toplumun bir insan hakkında verdiği yargı kolay kolay değişmez. Eğer bir adamın adı kötüye çıkmış, bu yanıyla şöhret bulup tanınmışsa, bu durum onun için katlanılmazdır. Nereye gitse kötü yanı yüzüne vurulacak, itilip kakılacak, aşağılanıp toplum dışına itilecektir. Böyle bir hayatı yaşamak, o insan için yaşarken ölmek demektir.

Adamın ahmağı malını över: Malını öven kimse, dinleyenlerde o mala karşı hırs ve istek uyandırır. Bu da malın elden gitmesine neden olur.

Adamın iyisi alış verişte belli olur:  Alışveriş bir insanın karakterini, iyi ya da kötü oluşunu belirleyen en önemli ölçütlerden biridir. Alışveriş her şeyden önce çıkara dayanır. Birçok insan da çıkarı için ahlâk kurallarını çiğnemekten kaçınmaz. Bunu anlamanın en iyi yolu da kişiyi alışverişte denemektir. Alışveriş sırasında hileye başvurmayan, hakkı gözeten, yalan söylemeyen, ahlâksız yollara sapmayan kimse iyi insandır.

Adamın iyisi iş başında belli olur: İnsanı gösteren sözü değil, işidir. Bir insanın gerçek değeri; becerikli mi beceriksiz mi, çalışkan mı tembel mi, başarılı mı başarısız mı, iyi mi kötü mü olduğu yaptığı işlerle, çevresindekilere karşı takındığı tutumla ölçülür.

Adamın yere bakanından, suyun ağır (sessiz) akanından kork (sakın): Genellikle sessiz akan sular derin ve tehlikeli olurlar. Bir olay karşısında duygu ve düşüncelerini açığa vurmayan, niyetini belli etmeyen, sessiz kalan kimseler de ağır akan suya benzerler. Sinsidirler, içlerinde besledikleri kötülükleri hissettirmezler, bu bakımından sakıncalıdırlar.

Adam olana bir söz yeter: İyi yetişmiş, kişilikli, anlayışlı, duyarlı kişiler kendilerine söylenen sözü, ilk söylenişinde anlarlar ve sözün gereğini yerine getirirler. Bir sözü defalarca söyleten, söyleyeni zorlayan, çıkmaza sokan kimselerde ise, bir kavrayış noksanlığı, bir ahlâk eksikliği var sayılabilir. Dürüst, anlayışlı ve iyi ahlâklı kimselere bir şeyi bir defa söylemek yeterlidir. İstenileni yapmak için tekrar tekrar ikaz etmek zorunda kalınan insanlarda akıl, ahlâk veya kişilik yönünden eksiklik var demektir. Bir konuda anlayışsızlık göstermek art niyet belirtisidir. Bir kimseye bir iş yaptırmak bir öğüt vermek veya doğru yolu göstermek konusunda yakınırken söylenir.

Âdemoğlu (insanoğlu) çiğ süt emmiştir: Başlangıcından bu yana nankörlük insanoğlunun değişmez bir sıfatı olagelmiştir. Yapılan bir iyiliğe karşı, çokluk kötülükle cevap vermek, insanın atamadığı huylarındandır. Sanki bu, insanda değişmez bir hâldir. Bu bakımdan insanoğlu güvensizdir, ona karşı daima dikkatli olunmalıdır.

Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur: Büyüklerin küçükler üzerinde büyük bir etkisi vardır. Çocuklar, çokluk büyüklerini örnek alırlar. Onlardan ne görürlerse onu yapmaya çalışırlar. Bu sebeple, anne-babanın çocuklar, büyüklerin de küçükler üzerindeki etkisi, eğitim açısından oldukça önemlidir.

Ağacı kurt, insanı dert yer: Ağaç kurdu, içine yerleştiği bir ağacı veya tahtayı özünden, içten içe yiyerek çürütür ya da kurutur. Dert ve üzüntü de tıpkı ağaç kurdu gibidir. İnsanı içten içe yıpratır, perişan eder, dayanıksız kılar, yiyip bitirir.

Ağaç kökünden yıkılır: Ağacı ayakta tutan, onu toprağa bağlayan kökleridir. Onun bütün dallarını kesebilirsiniz, ancak yıkamazsınız. Yıkmak için köklerini topraktan çıkarmak zorundasınız. Bir aile, toplum ya da düzen de tıpkı ağaç gibidir. Onu da ayakta tutan bir temel (kök) vardır. Kimi ayrıntılarını (dallarını) yok edebilirsiniz, ancak yıkıp bozamazsınız; yıkmak için temelini sarsmak, ana noktalarını bozmak zorundasınız.

Ağaç yaprağı ile güzeldir (gürler): Bir ağacı güzel gösteren, verimli kılan, canlı tutan yaprakları, çiçekleri ve meyveleridir. Varlığını ancak bunlarla kanıtlar. İnsanlar da böyledir. İnsan ailesi, çocukları, yakınları ve dostları ile bir bütün oluşturup varlık gösterebilir. Eğer bunlardan mahrum olursa yapraksız, çiçeksiz ve meyvesiz bir ağaç gibi kalır ortada; cansız, kurumuş gibi, güçsüz ve verimsizdir.

Ağaç yaş iken eğilir: Çocuklar mutlaka küçük yaşta eğitilmelidirler. Bu yaşlarda işlenmeye, her türlü bilgiyle donatılmaya elverişlidirler. Zaman geçip de büyüdükçe eğitilmeleri zorlaşır. Yaşlı insan kolay kolay eğitilmez. Onlar tıpkı kuru bir ağaç gibidirler. Eğilmezler, buna zorlanırlarsa kırılırlar. Bu sebeple onlara yeni bir davranış kazandırmak imkânsız gibidir.

Ağılda oğlak doğsa ovada otu biter: Yüce Allah, her canlıyı yaratırken onunla birlikte rızkını da yaratır. Ancak insanlar aç gözlülük edip kimilerinin hakkını gasp ederler, rızklarına el koymaya çalışırlar. Dolayısıyla kimileri aç ve yoksul kalır. İnsanlar bu tavırlarından vazgeçmiş olsalar, herkesin rızkının kendisine yeter olduğu apaçık ortaya çıkacaktır.

Ağır giden yol alır, hızlı giden yolda kalır: Gittiğimiz yolda, tuttuğumuz işte ilerlemek istiyorsak acele edip telâşa düşmemeliyiz. Yavaş yavaş ama güvenli, gerekli bir tempoda, emin adımlarla yürümeliyiz. Böyle hareket etmezsek, aceleciliğimiz yüzünden sürçebilir, yolumuzu şaşırabilir, sonuca da ulaşamayız.

Ağır kazan geç kaynar: 1. Herkesin anlayış yeteneği bir değildir, öğrenme kabiliyetleri de farklıdır. Kimi kalın kafalı kimseler bir meseleyi oldukça geç ve zor kavrarlar. 2. Bazı beceriksiz, tembel kişiler işlerini geç yaparlar ve zamanında yetiştiremezler. 3. Ağırbaşlı, olgun kimseler bir olay karşısında hemen öfkelenip telâşlanmazlar.

Ağır ol, batman gelesin: Temkinli, ağırbaşlı, ölçülü ol ve dengeli hareket et ki, itibar göresin; sevilip sayılasın. Çünkü hafif meşrep, sulu, çabuk kızıp taşkınlık gösteren, aceleci kimseler toplumda pek sevilip yer edinemezler.

Ağır taş batman döver (yerinden oynamaz):  Tutarlı, ölçülü, ağırbaşlı, temkinli kimselerin toplumda etkin bir yerleri, ayrıcalıklı bir kişilikleri vardır. Bu ayrıcalıkları sebebiyle onlara kolay kolay kimse ilişmeye cesaret edemez, onları hırpalamaya öyle herkesin gücü yetmez, dolayısıyla ister istemez saygı görür ve yerlerini korurlar.

Ağır yongayı yel kaldırmaz: Davranışları ölçülü, sözleri yerinde, temkinli ve ağırbaşlı olan insanlara dış etkenler, niyeti bozuk kimseler kolay kolay zarar veremezler.

Ağız yer, yüz utanır: İkram kabul eden, armağan alan kişi, bunları kendisine sunan kimsenin istediğini yerine getirme zorunluluğunu duyar; bir borçluluk duygusuyla bu isteği reddetmeye utanır, istemese de işi yapar.

Ağlamayan çocuğa meme vermezler: Hakkımızın yendiği yerde susup sonuca katlanmak doğru değildir. Susar, sesimizi çıkarmaz, hakkımızı aramazsak kimse bize yardım elini uzatmaz; hakkımızı vermez. Onun için hakkımızı arama yoluna gitmeli ve bu yolda sesimizi duyurmalıyız.

Ağlatan gülmez: Başkalarına zulmeden, sıkıntı veren, çile çektiren kimselerin kötülükleri karşılıksız kalmaz; günün birinde bu dünyada ya da öteki dünyada kendisine döner, yaptıklarının cezasını mutlaka çeker, o da ağlar.

Ağrısız baş mezarda gerek (olur): Yaşayan her insan dertten, çileden yakasını kurtarabilmiş değildir. Yaşadıkça da kurtaramayacaktır. Dolayısıyla dertsiz insan ancak mezarda bulunur. Bu demektir ki, insan dertten ancak ölünce kurtulacaktır.

Ağustosta gölge kovan, zemheride karnın ovar: Vakit ve fırsat varken (yazın) çalışmayan, tembel tembel oturan, keyfini düşünen kimse, fırsat kaçtıktan sonra, çalışmanın zor olduğu günlerde (kışın) geçim sıkıntısı çeker; perişan olur, aç kalıp yoksul düşer.

Ah alan onmaz: Zulmeden, hak yiyen, kötülük yapan ve bu sebeple birilerinin bedduasını alan kimse iflâh olmaz; onun sonu iyi değildir, yaptıklarının cezasını mutlaka görür.

Ahlâtın (armudun) iyisini ayılar yer: Değerli, güzel ve iyi şeyler çoklukla onlara lâyık olmayan kimselerin eline geçer ve onlarca kullanılırlar. Bu da gösteriyor ki, insanlar gelişen olaylara çok kez engel olamazlar.

Ahmağa yüz, abdala söz vermeye gelmez: Anlayışı kıt, beceriksiz, yüzsüz ve yılışık, çıkarcı kimselere gereksiz yere yakınlık gösterilmemelidir. Yoksa bu yakınlığı kötüye kullanabilir. Yerli yersiz karşınıza çıkıp sizi rahatsız ve huzursuz edebilir. Bu gibi kimselerle kurulacak ilişkilerde dikkatli olunmalıdır.

Ahmak iti yol kocatır: Bazı insanların girişimleri, uğraşıları, didinmeleri, yaptıkları işleri ahmaklıkları yüzünden sonuçsuz kalır; yıpranmalarına yol açar. Bunun böyle olmasının sebebi, işe iyi düşünmeden, plân yapmadan girmiş bulunmaları, karşılarına çıkacak aksilikleri hesaplamamış olmalarıdır. İşte böylesi bir giriş, onları tekrar tekrar yapmak zorunda bırakmış, zaman kaybettirmiş, yormuş ve yıpratmıştır.

Akacak kan damarda durmaz: Bir zarara uğramak, önemli bir şeyimizi kaybetmek yazgımızda varsa, ne yaparsak yapalım, ne önlem alırsak alalım bunun önüne geçemeyiz. Bugün ya da yarın, er veya geç olan olacaktır.

Ak akçe kara gün içindir: Emek vererek, alın teri dökerek kazandığımız para, sıkıntılı anlarımız ve zor günlerimiz içindir; bizi darlıktan bu para çekip kurtarır, rahata erdirir. Dara düşülen günlerimizde bu parayı harcamaktan da geri durmamalı, çekinmemeliyiz.

Akan su yosun (pislik) tutmaz: Bilinen bir şey ki, devamlı akan su kendini ve yatağını temiz tutar; hareketsiz ve birikinti hâlinde olan su da aksine mikrop ve pisliği bünyesinde taşır. Denebilir ki hareketlilik, canlılık ve çalışkanlık insanı canlı ve üretken yapar; iyimser kılar, kötülükten uzak tutar, düşkünlüğünü önler; böylece de o insan hem kendine, hem de başkalarına yararlı olur.

Akarsu çukurunu kendi kazar: Azimli olan, bir şey yapma isteği ve gücünü taşıyan, gayretli ve atak kimseler zorluklara boyun eğmezler; amaçlarını gerçekleştirmek için olanak ararlar, yollarını ne yapıp edip bulurlar.

Akan suya inanma, eloğluna güvenme: Kimi akarsular yavaş aktığı için tehlikesiz görünebilir, ancak yine de güvenmemelidir. Bir an o suya kapılıp sürüklenebilir, derinlere ve burgaçlara çekilip boğulabiliriz. Eloğlu da tıpkı bu akarsular gibidir, kimi yanlarına bakarak onlara güven duyamayız. Çıkarı için bizi tuzağa düşürebilir, başımıza olmadık işler açabilir, zor durumda bırakıp zarara uğratabilir. Bunun için temkinli olmalıyız.

Akıl akıldan üstündür:  Her insan aynı anlayış, bilgi ve düşünme gücüne sahip değildir. Bizim ekletmediğimizi, bir başkası akıl edebilir. Biri bizden daha iyi düşünüp karanlık bir noktada bize ışık tutabilir. Bu bakımdan önemli işlerimizde güvenli, geniş düşünce sahibi kimselere danışmaktan, onların bilgi ve tecrübesine başvurmaktan kaçınmamalıyız.

Akıl için tarik (yol) birdir: Bir mesele ancak akıl yoluyla çözülebilir. Bu yol ise tektir. Doğru düşünenlerin, mantıklı olanların bu yolu izlediklerinde vardıkları sonuç hep aynı olacaktır.

Akıl kişiye (adama) sermayedir: Giriştiğimiz hemen bütün işlerde başarılı ya da başarısız olmamızdaki en büyük etken akıldır. O, yapmaya çalıştığımız işte baş aracımızdır. Onu gerektiği gibi, yerinde kullanırsak iyi sonuç almamız kolaylaşır. Hemen her işte bir sermayeye gerek duyulduğu açıktır. Bu sermaye de paradır. Ama unutmayalım ki, paranın da işe yarar şekilde kullanılması akılla olur. Kişinin yaptığı işte başarı sağlaması, aklını kullanması ile orantılıdır.

Akıllı düşman, akılsız dosttan hayırlıdır (Deli dostun olacağına akıllı düşmanın olsun): Düşüncesiz ve yersiz davranan, gerçeği görmeyen, anlayışı kıt kimseler yaptıkları işlerin, söyledikleri sözlerin ne gibi sonuçlar doğuracağını hesap edemezler. Bu yanlarıyla, iyi niyetli de olsalar dostlarına bilmeyerek zarar verebilirler. Bunun aksine, akıllı düşmanın neler yapabileceği, hangi yollara başvuracağı önceden tahmin edilip sezilebilir; dolayısıyla kişi tedbirini alır, kendisine gelebilecek zararları önlemeye çalışır.

Akıllı hırsız, şaşkın ev sahibini bastırır: Aklını kullanmasını bilen, açık göz, uyanık ve düzenbaz kimseler düşüncesiz, kavrayışı kıt, ahmak ve şaşkın kimseleri aldatmakta bir zorlukla karşılaşmazlar. Hatta bu kimseler, karşılarındaki bu aptal insanları, haklı da olsalar haksız çıkarabilirler; kendilerini suç işlememiş gibi gösterebilirler.

Akıllı köprü arayıncaya dek deli suyu geçer:  Önlem almaya, hazırlıklı olmaya alışmış kimi tedbirli kimse, hemen her şeyde bir sonuca ulaşmak için sağlam bir yol arar. Bunun için de düşünüp taşınır, kolay kolay karar veremez. Dolayısıyla da epey zaman harcamış ve sonuca ulaşmakta gecikmiş olur. Oysa gözü pek atak ve yeterince düşünmeden karar veren kimse, tehlikeyi göze alıp işe girişir ve sonuca daha çabuk ulaşır.

Akıllıyı arkada tutma, akılsızı kılavuz etme: Hangi işte, hangi yönetimde olursa olsun sağlıklı bir sonuca gidilmek isteniyorsa, mutlaka iyi ve doğru düşünenlere, işinin ehli ve akıllı kimselere öncelik verilmelidir; onlar takipçi değil, takip edilenler olmalıdır. Eğer bunun tersi yapılıp akılsız, ahmak, beceriksiz, anlayışı kıt kimselere öncelik verilir, onlar iş başına getirilirse yapılan işten olumlu bir sonuç elde edilemez; elde kalan yalnızca zarar olur.

Akıl para ile satılmaz: İnsanlar akılca eşit değillerdir. Kimileri akıllı, kimileri aptaldır. Bunu değiştirmek mümkün değildir, böyle de sürüp gidecektir. Üstelik akıl, somut bir şey de değildir. Sonradan da elde edilemez, parayla da alınıp satılamaz. Etrafımıza şöyle bir baktığımızda delice işler yapan varlıklı insanlar, akıllıca işler yapan yoksul insanlar görürüz. Eğer akıl parayla satın alınmış olsaydı zenginlerin dilece işler yapmadıklarına tanık olabilirdik.

Akılsız başın zahmetini (cezasını) ayaklar çeker:1. İyi düşünüp taşınmadan, enikonu hesaplamadan verdiğimiz kararlar, yaptığımız girişimler bizi kötü sonuçlarla karşı karşıya bırakır, çıkmaza sokup oraya buraya koşturur, yorgun düşürür. Hemen her şeyi yeni baştan yapmak durumuyla yüz yüze getirir. 2. İşin başında olanların akıl etmeden verdikleri yanlış karar ve ortaya koydukları tutumların doğurduğu kötü sonuçların sıkıntılarını, zahmetini buyruk altında çalışanlar çeker.

Akıl yaşta değil baştadır: İnsanın yaşlanması, aklının artması anlamına gelmez. İnsan büyüyebilir fakat aklı (kıt) kalabilir. Biliriz ki, pek çok genç yaşça büyük olanlardan daha akıllıdırlar. İnsanlar yaşlandıkça tecrübe sahibi olabilirler ama tecrübe akıllı olanların işine yarar, akılsızların değil.

Ak koyunun kara kuzusu da olur: 1. İyi ana-babadan kimi zaman kötü huylu çocuklar da olabilir. 2. Çok iyi sandığımız bir işin, girişimin veya tavrın kötü yanları da bulunabilir. 3. Arkadaş, dost ve yakınlarımızın kimi kusurlu yanları da bulunabilir.

Akla gelmeyen başa gelir: İnsan her şeyi eksiksiz düşünüp, başına gelebilecekleri önceden kestirip tedbir alacak güçte değildir. Hiç ummadığı, beklemediği bir anda başına öyle şey gelir ki, bu şeyi daha önce hiç düşünmemiştir bile. Bu durumda yapılacak şey endişe ve korkuya kapılmamak, sakin olmaya çalışmaktır.

Aklına geleni işleme, her ağacı taşlama: Aklına geleni hemen gerçekleştirmeye çalışma; önce iyi düşün, taşın, doğabilecek sonuçları hesapla. Bunun aksine hareket edip iş yapmaya kalkar, her önüne gelene çatarsan büyük sıkıntılarla karşılaşır, zarar görürsün.

Akraba (dost) ile ye, iç, alışveriş etme:  Hemen her alışverişin temelinde çıkar yatar. Bu çıkarlar insanları çatışmaya sürükleyip tatsızlıklara yol açabilir; sonuçta ortaya kırıcı, incitici davranışlar çıkar. Dolayısıyla alışveriş dostluğu bozucu bir işlev yüklenmiş olur. Bu ise devamlı görüşen insanlar için hoş bir durum değildir. Bu bakımdan özellikle kendine güvenemeyenler, dostluklarının devamını dileyenler alışveriş konusunda dikkatli olmalı, gerekirse birbirleriyle alışverişten kaçınmalıdırlar.

Akşama karşı gitme, tana karşı yatma: Yüce Allah, gündüzü çalışıp rızk kazanma, geceyi de uyku ve dinlenme zamanı olarak yaratmıştır. Bu sebeple erken kalkıp çalışmalı ve erken yatmalıdır. Yola çıkmak için de en uygun zaman seher vaktidir, her şey görünür olduğundan daha güvenlidir. Gece yolculuk yapmaktan mümkünse kaçınmalıdır; gece yolculuğu hem zor, hem de tehlikelidir.

Akşamın hayrından sabahın şerri yeğdir (iyidir): Elden geldiğince işler akşam ya da gece yapılmamalıdır. Sabah görülmesi daha uygundur. Çünkü gece iş yapmak tehlikelidir. İnsanların en yoğun, yorgun ve dalgın oldukları zaman bu zamandır. Çalışanların hata yapmaları, işi eksik görmeleri, verimsiz olmaları gündüze oranla daha fazla olur. Ayrıca gündüz elde edilebilen imkânlar gece elde edilemez. Bu bakımdan sabahleyin yapılacak iş kusurlu da olsa, akşam yapılacak işten daha iyidir.

Alacağın olsun da da alakargada olsun: İnsanlar kolay kolay borçlu olmak istemezler. Çünkü borç ödemek, özellikle sıkıntıda olanlar için hayli zordur. Bu bakımdan borçlu olmaktansa alacaklı olmak daima iyi görülür. Alınması zor da olsa, borçlu olan ödememek için karşı da koysa, insanın alacaklı olması yine de iyi bir şeydir.

Alacakla verecek (borç) ödenmez: Kimilerine borçlu, kimilerinden de alacaklı olabiliriz. Ne var ki, borcumuza karşılık, alacağımıza güvenip onunla borcumuzu ödeyebileceğimizi düşünmemeliyiz. Böyle yaparsak tedbirsiz hareket etmiş oluruz. Borcumuzun ödenme günü geldiğinde, eğer alacağımız bize ödenmemişse zor durumda kalabiliriz. Bu yüzden borcumuzu, alacağımızla öderiz hesabına gitmek doğru değildir; bu bir tedbirsizliktir.

Alçak uçan yüce konar, yüce uçan alçak konar: İnsanların toplum içindeki yerlerini tutum ve davranışları belli eder. Kimi insan vardır ki alçak gönüllüdür, büyüklük taslamaz, insanların mevkilerine göre tavır takınmaz; işte bu kimseler saygı ve sevgi görür, toplum içinde yükselir. Kimi insan da vardır ki kibirlidir, herkesi küçük görür, üstünlük taslar; bu insan da hiç sevilip sayılmaz, toplum içinde de iyi bir yer edinemez.

Alçak yerde yatma sel alır, yüksek yerde yatma yel alır: İnsan hiçbir işinde aşırılığa kaçmamalı, orta bir yol izlemelidir. Gerek maddî, gerekse manevî açıdan olsun kendisine en uygun olanı seçmelidir. Orta bir yol izlemeye yanaşmayan insana hem çok düşük, hem de çok yüksek hayat biçimi zarar verir.

Alçak yer yiğidi hor gösterir: Elindeki imkânları sınırlı olan, basit bir görevde bulunan kimse ne kadar değerli olursa olsun kendini gösteremez; kişiliğini, yeteneğini kanıtlayıp lâyık olduğu yere gelemez. Bu durumda onun önemsiz görülmesine, etkisiz kalmasına, yitip gitmesine sebep olur.

Al elmaya taş atan çok olur:  1. Önemli, parlak mevkileri elde etmeye çalışan çok olur. 2. Değerli, güzel ve çekici olan şey herkesin dikkatini çeker. Kimileri onu elde etmeye çalışırken, kimileri de kıskançlığa düşüp onun aleyhinde çalışırlar.

Alet işler, el övünür: İnsan ne iş yaparsa yapsın, ne kadar usta olursa olsun, o iş için gerekli araç-gereç olmadan başarı elde edemez. Durum bu kadar açık olduğu hâlde, araç-gereci bir tarafa atıp kendi ustalığı ile övünmekten geri durmaz insanoğlu.

Alışmış kudurmuştan beterdir: Bir şeye alışkanlık tutkuyu, tutku da tutsaklığı peşinden sürükler. Bir şeye alışkın olan, bir anlamda onun tutsağı olmuştur. Artık onu yöneten alışkanlıklarıdır, kolay kolay bu alışkanlıklardan vazgeçmez. Alışkın olduğu şeyden kopmamak için her yola başvurur, delice davranışlar gösterir.

Al kaşağıyı gir ahıra, yarası (yağırı) olan gocunsun (gocunur):  Bir meseleyi halletmek, bir yolsuzluğu soruşturmak, bir haksızlığın önüne geçmek için ne gerekirse yapılıp söylenmelidir. Bu sırada kabahati olan varsın tedirgin olsun, alınıp telâşa kapılsın.

Allah bir kapıyı kapatırsa ötekini açar: İşi büsbütün bozulan, bir çıkmaza düşen insan karamsarlığa kapılıp Tanrı’dan umut kesmemelidir. Çünkü Tanrı rahmetini esirgemez,. Hiç umulmadık bir anda bir neden yaratır ve çare gösterir, daha iyi olanaklar sunar.

Allah dağına göre kar verir (verir kışı): Tanrı, her kuluna kaldırabileceği miktarda yük, sıkıntı verir. Bu kimine az, kimine çoktur. Herkesin dayanabileceği kadardır.

Allah doğrunun yardımcısıdır: Tanrı hep doğruluktan yana tavır koyanlara yardım eder. İnsanlara neyin eğri, neyin doğru olduğunu kitapları ve peygamberleri aracılığıyla göstermiştir. Onun yap dediğini yapan, yapma dediğini yapmayan doğru yoldadır. Onun istediklerini yerine getiren, haram kıldığı şeylerden kaçınan, onu bunu aldatmayan, yalan söylemeyen, doğruluktan sapmayan kişiye Allah yardım eder; o kişi her işte başarı sağlar, kötülük görmez, zarara da uğramaz. O hâlde doğruluktan şaşmamalıdır.

Allah gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar: İşleri kötü giden kişi Tanrı’dan umut kesmemelidir. Rahmeti bol olan Tanrı, kimseyi rızksız koymaz. Tanrı‘nın bir nedenle içine düştüğümüz kötü durumdan çıkarıp, daha iyi ve güzel bir duruma kavuşturacağına inancımız tam olmalıdır.

Allah`ın bildiği kuldan saklanmaz: Bütün insanlar, yaptıkları her şeyden yaratıcıları olan Tanrı`ya karşı sorumludurlar. Tanrı, kullarının ne yaptıklarını, ne düşündüklerini ve kalplerinden geçenleri bilir. İnsan, eğer bir suç işlemişse, bu suçundan ötürü önce Tanrı`dan korkmalı ve utanmalıdır. Çünkü hiçbir şeyin kendisine gizli olmadığı Tanrı, onun suç işlediğini biliyordur. Bunu gizlemek, o suçu ortadan kaldırmaz. Öyle ise onu kuldan niçin saklamalıdır?

Allah kulunu kısmeti ile yaratır: Her insan dünyaya rızkı ile gelir. Allah, onu mutlaka bir geçim yoluna ulaştırır; bu yol zor ya da kolay olabilir. Yeter ki insanlar birbirinin rızkına el uzatmasınlar.

Allah sabırlı kulunu sever: Acı, yoksulluk, haksızlık ve hastalık gibi üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan, olacak veya gelecek bir şeyi telâşa kapılmadan bekleme erdemidir sabır. Bu, insanın sahip olabileceği en değerli huylardandır. Böyle kimseler dayanıklı olur, güçlüklere göğüs gerer, kötülükleri kolay savar, sıkıntıları çabuk atlatır. Cenab-ı Hak da böyle kullarını sever. Öyleyse bu sevgiye lâyık olmak için sabırlı olmaya gayret etmeli insan.

Allah sağ eli sol ele muhtaç etmesin: Birine muhtaç olup ondan bir şey istemek, istediğinin yerine gelmediğini görmek insana çok ağır gelir. Bu yüzden bir de hakarete uğramak, hele en yakınından böyle bir tavır görmek insanı kahreder. Bu sebeple “Allah`a, bizi en yakınımıza dahi muhtaç etmesin” diye dua etmeyi bir görev bilir insan.

Allah`tan umut kesilmez: Allah, kendisine inananları güç durumda bırakmaz. En umutsuz anlarında bile bir sebep yaratıp onları sevindirir, işlerini yoluna kor, durumlarını düzeltir. Bu bakımdan Müslümanlar en kötü ve umutsuz durumlarında bile karamsarlığa düşüp yalnızlık korkusuna kapılmazlar. Yüce Allah`ın onlara lütufta bulunacağına, onları koruyacağına gönülden inanırlar.

Allah uçamayan kuşa alçacık dal verir: Kiminin gücü az, kiminin yeteneği sınırlıdır. Allah, bu insanlara da durumlarına göre imkânlar verir; kolaylıklar gösterir; onların da bir hayat düzeni kurmalarına, geçim yolu bulup barınmalarına yardım eder.

Almadan vermek, Allah`a mahsus (yaraşır): Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, ama ihtiyaç sahiplerinin muhtaç olduğu tek varlık, şanı yüce olan Allah`tır. Karşılık beklemeden yardım yapmak sadece ve sadece Allah`a mahsustur. Bu sebeple insanlar yardımlaşırken bir karşılığı gözetirler. Bir şey verirken almaya gereklilik duyarlar. Öyleyse siz başkasına yardımcı olunuz ki, başkası da size yardımcı olsun.

Almadığın hayvanı kuyruğundan tutma: Hiçbir zaman alamayacağın bir mala alacakmış gibi, yapamayacağın bir işe yapacakmış gibi, yanında çalıştıramayacağın bir kişiye çalıştıracakmış gibi yakın ilgi gösterme. Bu, karşı tarafa boş yere umut vermek olur ki, doğru bir hareket değildir.

Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste:  Zalim olma, kötülük yapıp da can yakma. Yoksa mazlumların bedduasını alır, yaptığın kötülüklerin cezasını feci şekilde çekersin.

Altın anahtar her kapıyı açar: Para güçlü bir araçtır. Paranın halledemeyeceği, ortadan kaldıramayacağı engel ya da mesele yok gibidir. Çünkü insanlar çıkarlarına, nefislerine düşkündürler. Bu düşkünlük onları zayıf bırakır. Para da bu zayıf insanları kolayca elde eder. Dolayısıyla karşılığını para ile ödediğinizde, insanlar pek çok engeli önünüzden kaldırır; istediğiniz şeyi kolayca elde edersiniz.

Altın eli bıçak kesmez: 1. Zengin kişi para ile pek çok meselesini halleder, paranın gücü sebebiyle ona zarar vermek zorlaşır. 2. Hünerli, işinin ehli kimseyi hayat zorlukları kolay kolay etkileyemez. Bir an zorluklar onu sarssa bile, o yılmadan çalışır; işlerini yoluna kor ve hayatını sürdürür.

Altın eşik, gümüş eşiğe muhtaç olur: Ne varlığa, ne makama güvenmemeli; hiç kimseye yukarıdan bakılmamalıdır. Gün gelir insan elindeki varlığı yitirip yoksullaşabilir, bir zamanlar kendisinden daha yoksul olan bir kişiye muhtaç olabilir. Mevkiini de kaybedebilir ve kendisinden daha önce altta olan insanların emrinde çalışmaya mecbur kalabilir.

Altın yere düşmekle pul olmaz: Yetenekli, dürüst ve değerli bir kişi bulunduğu yüksek yeri (makam-mevki) yitirip önemsiz bir yerde bulunmak zorunda kalsa bile değerinden bir şey kaybetmez.

Altı olur, yedi olur, hep Allah`ın dediği olur: İnsanoğlu ne tür hesaplar ve plânlar yaparsa yapsın, ne tür ihtimalleri göz önüne alırsa alsın, sonuçta Allah ne dilemişse o olur. Bunun için “takdir, tedbiri bozar” demişlerdir.

Aman diyene kılıç kalkmaz (Eğilen baş kesilmez): Yiğitliğinize, mertliğinize güvenerek teslim olan kişi size sığınıyor; canının da sizin tarafınızdan korunmasını istiyor demektir. Böyle bir durumda ona kötülük yapmak ya da onu öldürmek doğru değildir. Aksi bir tavır insanlık dışı bir hareket olur, meğerki sığınan kişi düşman bile olsa.

Ana evlâdını atmış, yar başında tutmuş: Biliriz ki, çocuğu en fazla seven, ona en fazla emeği geçen, onu en fazla koruyan, onunla en fazla bütünleşen genellikle annedir. Bu sebeple ona ne kadar kızarsa kızsın, ondan ne kadar nefret ederse etsin, bu durumunu devamlı sürdürmesi düşünülemez. Çocuğun tehlikeye düştüğü bir anda, annelik içgüdüleri harekete geçer ve onu korumaya çalışır.

Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz: Şehirler içinde Bağdat öteden beri güzel, önemli ve gözde şehirlerden biridir. İnsanı kendine çeken, pek çok şehirde bulunmayan özelliklere sahiptir. Annenin de diğer insanlar içinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Onun kadar çocuğunu seven, çocuğuna gönülden bağlı bir yakın, bir dost yoktur insanlar içinde. Ne zaman başımız dara düşse hemen o koşar, elimizden tutmaya o çalışır.

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az: Kimi meseleleri üstü kapalı, bazı ipuçları vererek şöyle bir anlatmak zorunluluğu hâsıl olur. Anlayışlı kimseler bu tür konuşmadan ne denmek istendiğini kolayca anlarlar. Ama kavrayışı kıt kimseler ne kadar açık anlatılırsa anlatılsın, ne kadar tekrar edilirse edilsin ne denmek istendiğini bir türlü anlayamazlar.

Araba devrilince (teker kırılınca) yol gösteren çok olur: İnsanlar her nedense her şey olup bittikten, işler bozulduktan, ortaya kötü bir sonuç çıktıktan sonra “niçin böyle yaptın, şöyle yapsaydın, bu yolu tutmalıydın” gibi sözler söylemeyi alışkanlık edinmişlerdir. Önemli olan yapma biçimindeki yanlışlığı, tutulan yoldaki tehlikeyi önceden görmek ve uyarıda bulunmaktır.

Araba ile tavşan avlanmaz: Hemen her iş ayrı bir araç, yol ve yöntemi gerekli kılar. Başarıya ulaşılmak isteniyorsa o iş için uygun olanlar seçilmelidir. Eğer bunun dışına çıkılırsa başarıdan söz edilemez.

Arabanın ön tekeri nereden geçerse arka tekeri de oradan geçer: 1. Büyükler nasıl bir davranış veya yaşayış yolu tutmuşlarsa çocuklar da onları taklit eder, onların izinden gider. 2. Yönetenlerin tavır biçimi, zamanla yönetilenlere geçer.

Ar dünyası değil kâr dünyası: 1. Yaptığı iş eğer namusuna dokunmuyor, onurunu zedelemiyorsa geçim için şu ya da bu işi yapmalı insan; utanıp sıkılmadan para kazanmalıdır. 2. Kimi insanlar vardır ki, namus ve onur denen değerleri bir tarafa fırlatmış, çıkar için her türlü işi yapmaktadırlar.

Arı bal alacak çiçeği bilir: Bazı kimseler, açıkgöz insanlar ve işinin uzmanı olanlar, çıkar sağlayabilecekleri, kazanç elde edecekleri yerleri gayet iyi bilirler.

Arı, kızdıranı sokar: Hiçbir insan durup dururken çoklukla birinin canını yakmaz. Kişi ancak kendisini kızdırıp bunaltana, sataşıp ilişene, kötülük yapana karşı ister istemez eyleme geçer; saldırır ve zarar verir.

Arık öküze bıçak çalınmaz: Güçsüz, zayıf, kendisini zor ayakta tutan kimselerden yararlanmaya çalışmak, onlara eziyet edip çile çektirmek doğru değildir; bu yiğitliğin ve insanlığın şaşına yakışmaz.

Arpa eken buğday biçmez: 1. Kötü bir davranışta bulunan insan iyilik göremez. 2. Yapmaya çalıştığı işin üzerinde lâyıkıyla durmayan ondan iyi sonuç alamaz.

Arsızın yüzüne tükürmüşler, “yağmur yağıyor” demiş: Arsız insan kişiliğini, saygınlığını, utanma duygusunu yitirmiş insandır. Dolayısıyla o ne kadar ağır hareket görse, söz işitse yine de aldırış etmez; pişkinliğe vurup iyi bile karşılar.

Arslan yatağından (yattığı yerden) bellidir (belli olur): İnsanların kişilikleri ile sürekli bulundukları yerler arasında bir özdeşlik kurmak mümkündür. Bir kimsenin kişiliği çalıştığı iş yerinin niteliğinden; yatıp kalktığı evin temizliğinden, düzeninden anlaşılır.

Asil azmaz, bal kokmaz (kokarsa yağ kokar, çünkü aslı ayrandır): Kendine has özellikleri bulunan bir nesne ne denli biçim değiştirirse değiştirsin, aslî özelliğini yitirmez. Bu durum insan için de söz konusudur. Soylu bir aileden gelen insanlar ne denli büyük bir sarsıntı geçirirlerse geçirsinler, bayağı bir duruma düşüp yozlaşmazlar; soyluluklarını yitirmezler. Ama mayalarında kötülük, noksanlık bulunan kimseler için böyle bir şeyden söz edilemez; onlar eninde sonunda bir açık verirler, olumsuz yanlarını dışa vururlar.

Aslını inkâr eden (saklayan) haramzadedir: Bir insan çarpık bir ailenin üyesi olabilir; yoksul, eğitim görmemiş kaba bir aileden gelebilir. Bu durumunu birilerinden saklamak ve onlara karşı bir utanç kaynağı olarak görmek son derece yanlıştır. Çünkü insan, böyle bir aileden gelmekle değersiz olamaz. Kendisini değerli ya da değersiz kılmak kendi elindedir. Böyle bir tavrı da ancak zayıf karakterli insanlar gösterebilir ya da bu tavır ancak piçlere yaraşır.

Âşığa Bağdat sorulmaz (ırak değildir): Kim ki bir şeyi elde etmek ister, ona taşkın bir kavuşma isteğiyle yanıp tutuşur, o kimseye zor şartlar ağır gelmez; o, her türlü çabayı gösterir; her türlü fedakârlığa katlanır.

Âşık; âlemi kör, dört yanını duvar sanır:  Aşk duygusuyla dolup taşan kişi, bu derin sevginin etkisiyle ne yaptığını bilemez; hoşa gitmeyecek davranışlarda bulunur, sanki bilincini kaybetmiş gibidir; yapıp ettiklerini kimse bilmez, görmez ve söylediklerini kimse işitmez sanır.

Aşını, eşini, işini bil: Doğru, düzgün, sağlıklı, mutlu ve verimli bir hayat mı yaşamak istiyorsun? Eşini ve arkadaşını iyi seç, kötülerden uzak dur. Bir iş edin, edindiğin işe sahip çık ve onu gereği gibi yapmaya çalış.

Aş taşınca kepçeye paha olmaz: Bir zaman olur ki kimi değersiz gibi görülen, bir kenara atılmış bulunan araçlar gerekli olurlar; bir zararı önlemeye yararlar. İşte o zaman değerleri birden bire artar, kıymet biçilemez olurlar.

Ata arpa, yiğide pilav: Yaratığın gücü, gelişmesine uygun olan şeylerle artar.

Ata binen nalını, mıhını arar:  Kişinin, kullanacağı şeylerin detaylarını da almalı, herhangi bir eksiğinin kalmamasına dikkat etmeli.

Ata binersen Allah’ı, attan inersen atı unutma: Ata bindiğinde insafsızca davranma, hayvanı çok hırpalama. Tanrı’nın buna razı olacağını sanma ( Ya da ata bindiğinde böbürlenme; böbürleneni Tanrı sevmez). Attan indiğinde de sakın ola ki onun suyunu, yemini, tımarını unutma.

Ata da soy gerek ite de: Yaratıkların tamamının soylu olan üstün niteliktedir.

At, adımına göre değil, adamına göre yürür: Bir atın yürümesi ya da koşması, doğrudan sırtındaki binicisinin yönetimine bağlıdır; binici ne isterse onu yapar; koşar, durur ya da yavaş gider. Bir işin akışı da böyledir. İşin sonucu, verimli yahut verimsiz oluşu, o işi yapanın bilgi, beceri çaba ve tutumuna bağlıdır.

Ata dost gibi bakmalı, düşman gibi bakmalı: Ata iyi baktıktan sonra yora yora bininiz, korkmayınız, o sarsılmaz. Bu insanlar için de geçerlidir. Unutmayın ki çalıştırdığınız kişilerin gücü de onların beslenmeleriyle haklarının düzenli olarak verilmeleriyle artar.

Ata dostu Oğula mirastır: Babamızın dostları, babamızdan bize kalan miras gibidirler. Bizi koruyup kollarlar. Sıkışık zamanlarımızda bize her türlü yardımda bulunurlar.

Ata eyer gerek, eyere er gerek: Çıplak ata binmek oldukça zordur. Ata binmeyi kolaylaştıran eyerdir. Ancak bu yeterli değildir. Atın üzerinde oturacak kimse eyerin hakkını vermeli ve başarılı olmalıdır. Bunu da ancak yiğit olan yapar. Bir iş için de durum bundan farklı değildir. Yapılan işten verim alınmak isteniyorsa, önce işte kullanılacak araçlar sağlanmalı; sonra da iş ve araçlar işini iyi bilen, bunları kullanabilecek birine teslim edilmelidir.

Atalar çıkarayım der tahta, döner dolaşır gelir bahta: Ana ve babaların tek amacı çocuklarına iyi bir gelecek sağlamaya yöneliktir.

Atanın (babanın) sanatı oğula mirastır: Çocuklar küçük yaşlarda öncelikle babalarının yaptıkları işlerle ilgilenirler. Babanın oğulla yakın ilişkisi, çocuğun giderek babasının yaptığı işi öğrenmesine yol açar. Baba da bunun için özel bir çaba sarf etmişse, çocukta, bu işi öğrenme yolu kalıcı olur. Büyüyünce kendisi de bu sanatla uğraşır, geçimini bu yolla sağlamaya çalışır.

Atasını tanımayan Allah`ını tanımaz: Ana-babaya değer vermek, onlara saygı-sevgi göstermek, onlara dar günlerinde yardımcı olmak, onlara “öf” bile dememek . Bu buyruklara itaat etmeyen, ana-babaya gerekli ilgiyi göstermeyen, onlara karşı gelen bir kimse Allah`a da karşı geliyor demektir.

At at oluncaya kadar sahibi mat olur: Bir çocuk ya da bir işçi yetiştirebilmek çok para, çok emek ve çok zaman ister. Onlar yetişir ama yetiştiren de her açıdan yorulur ve yıpranır.

At beslenirken, kız istenirken: At, besili, bakımlı olduğunda hem gösterişli hem de en çok işe yarayacak durumdadır. Satılacaksa o zaman satılmalıdır. Kız da körpeliği ve güzelliği geçmeden, taliplileri var iken evlendirilmelidir.

At binenin (iş bilenin), kılıç kuşananın: 1. Kim ki bir işi beceriyor, bir şeyi kullanıyor, bir şeyden gerektiği gibi faydalanıyor, o şeye sahip olmalıdır; en uygunu, yakışanı da budur. 2. Kim ki başkasının yararlanmadığı, yararlanmasını bilmediği bir şeyi elinde tutuyor ve ondan yararlanıyorsa, o şey, mal sahibinden çok onun sayılır.

At binicisini tanır (bilir): Emir altında çalışan kişi, kendisini yönetenin işten anlayıp anlamadığını, ne isteyip istemediğini, hangi olay karşısında nasıl tavır takındığını bilir; işini de ona göre yapar ve yürütür.

At (olur) bulunur meydan bulunmaz, meydan (olur) bulunur at bulunmaz: Bir işi başarabilmek için gerekli olan koşullar her zaman eksiksiz olarak ele geçmez. Biri bulunursa öteki bulunmaz, öteki bulunursa beriki bulunmaz.

Ateş demekle ağız yanmaz: Kişi, zararlı olan bir eylemin sözünü etmekle kendisini zarara sokmuş olmaz.

Ateş düştüğü yeri yakar: Bir felâket ya da üzücü olay gerçek anlamda ona uğrayana, yalnızca ilgili kimselere acı verir; onların yüreklerini yakar. Başkalarının, uzak kimselerin duydukları acı, gösterdikleri üzüntü ise yüzeyseldir; kalıcı değil, gelip geçicidir.

Ateşle barut bir yerde durmaz:  Bir arada bulunmaları çok tehlikeli görülen şeyler birbirinden uzak bir yerde tutulmalıdırlar.

Ateş olmayan yerden duman çıkmaz: Bir olay ya da durumun varlığı, gerçekten ortada olup olmadığı, belirtisinin görülmesiyle anlaşılacak bir şeydir. Eğer meydanda bir belirti varsa, olay veya durum da var demektir.

Atı atasıyla, katırı anasıyla:1. Soylu kişiden zarar gelmez. Soysuz kişiden korkulur. 2. İyi kişi temiz soyu ile kötü kişi aşağılık, karışık soyu ile tanınır, anılır.

Atılan ok geri dönmez: Kimi zaman iyi düşünüp taşınmadan, olacakları hesaplamadan bazı eylemlere girişir ve sonuçta pişman olur insan. O anda ilk durumuna dönmek ister ama bu mümkün değildir. Çünkü olan olmuş, iş işten geçmiştir çoktan.

Atım tepmez, itim kapmaz deme (Atın tepmezi, itin kapmazı olmaz):Herkesin doğuştan birtakım sert huyları bulunur. Bunları eğitim ile ancak bir yere kadar yumuşatmak mümkündür. Size gönülden bağlı bulunan kişiler bile zaman olur ki kendini tutamayıp sizi incitebilirler.

Atına bakan ardına bakmaz: Görevini tam olarak yerine getiren, aracını iyi kullanan kişi, kendini kötü duruma düşmekten kurtarır. Nitekim bakılmış ata binen kişi, düşman bana yetişecek mi diye ardına bakmaya gerek duymaz.

Atın bahtsızı arabaya düşer: Kimi değerli, yetenekli ama talihsiz kimseler, kişiliklerine uymayan kötü ve bayağı işlerde çalıştırılır; görevlere itilir.

Atın dorusu, yiğidin delisi: Atın doru renkli olanı, kişinin gözünü budaktan sakınmayanı beğenilir.

Atın ölümü arpadan olsun:  Bir şeye tutkun olan, bir şeyin uzun süre yokluğunu çeken kimi kişiler, kendilerine zarar vereceğini bile bile o şeyi kullanmaktan çekinmezler ve şöyle düşünürler: “Sevdiğim şeye özlem duyarak yaşamaktansa, onu çokça (aşırı ölçüde) kullanıp (yiyip) hasta olayım; hatta öleyim.”

Atın ürkeği, yiğidin korkağı: 1. Yiğit de, at da doğacak bir tehlikeye karşı hep tetikte bulunmalı; uyanık davranıp duyarlı olmalıdır. 2. Atın da, yiğidin de korkağından kaçınmalı; onlardan hayır gelmez.

Atın varken yol tanı, ağan varken el tanı: Elde mevcut olan olanaklardan zamanında yararlanarak gezip dolaşmak, eş dost edinmek gerek.

At ile avrat yiğidin bahtına: Kişinin satın aldığı attan ve evlendiği kadından memnun kalıp kalmayacağını önceden bilmek olanaksızdır. Her ikisi de şansına kalmıştır.

At kaçmaz et kaçar: Atın iyi koşması için iyi beslenmesi gerekir.

Atlar nallanırken kurbağa ayağını uzatmaz: Meydanda olan şu ki, insana değer, nitelik ve kişiliğine göre davranılır; iş verilir. Bu bakımdan kişi başkalarını ilgilendiren konularda ortaya atılmamalıdır. Ayrıca, değersiz bir kimse de kıymetli ve nitelikli kişilere gösterilen ilgiyi ne beklemeli, ne de ummalıdır.

Atlar tepişir arada eşekler ezilir: Güçlü insanlar menfaatleri gereği birbirlerine girdikleri zaman bundan en çok zarar görenler aralarındaki güçsüzler olurlar.

Atlasa kıl yapışmaz: Dürüst, temiz, kötülükten uzak, işinde başarılı kimseler hakkında söylenen karalayıcı sözler, yapılan iftiralar havada kalır; boşuna söylenmiş olur, onlara bu sözlerin mazarratı bulaşmaz.

Atlı kaçar, kaçar; yaya arkasına ne düşer: Büyük işlere, bunu başaracak gücü olanlar girişir. Olanakları sınırlı olanlar böyle işlere neden girişirler?

Atlıya saat olmaz: Atla yolculuğa çıkan kimse için bir yolun kaç saatlik olduğu söz konusu değildir. Atlı, isterse beş saatlik yolu bir saatte alır. Bunun gibi, bol imkânlara sahip olan kimse, uzun bir süre içinde yapılabilecek işi kısa zamanda yapıverir.

At ölür, itlere bayram olur: Kimi yararlı, kıymetli, şahsiyet sahibi kimselerin ölmesi; bulunduğu görevden ayrılması ya da alınması kimi çıkarcı, kıskanç ve aşağılık kimselerin işine gelir; onların sevinmesine yol açar.

At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır: Dünyadaki her canlı gibi at da ölümlüdür. Günü gelince o da bu dünyadan ayrılır. Ama onun koştuğu, gezdiği meydan onunla gitmez; kendisinden sonrakilere kalır ve onu hatırlatır. İnsan için de durum atınkinden farklı değildir. O da ölümlüdür. Doğacak, yaşayacak ve ölecektir. Ne var ki, bu dünyadan ayrılırken bıraktığı izler sürüp gidecektir. İnsanlar bu dünyada bu izleriyle anılacaklardır. Önemli olan dünya hayatında iyi bir iz (nam) bırakmak ve rahmetle anılmaktır. Bu bakımdan kişi daha yaşarken adını yaşatacak iyi işler yapmalıdır. Unutulmamalıdır ki, yaşarken iyi işler yapan, iyi eserler bırakan kişiler öldükten sonra da unutulmazlar; onları tanıtan eserleriyle de gelecek kuşaklara taşınırlar.

At sahibine (biniciye) göre eşer (kişner): Yönetilen veya buyruk altında çalışan kişi, tutumunu ya da çalışmasını yöneticisinin tavrına göre ayarlar. Bu sebeple yönetilen değil yöneten, çalışan değil çalıştırıcı daha önemlidir.

Atta, avratta uğur vardır: İnanış gereği hem at, hem de kendisiyle evlenilen kadın eve uğur getirir.

Atta karın, yiğitte burun: İyi koşan atın karnı, yiğit olan erkeğin burnu büyük olur.

Attan düşene yorgan döşek, eşekten düşene kazma kürek:1.Attan düşen kişi, kazayı yaralarla atlatır. Eşekten düşen için ölüm tehlikesi vardır. 2. Soylu (uğurlu) kimse yüzünden başımıza gelen felaketi çabuk atlatırız. Soysuz (uğursuz) kimse yüzünden başa gelen felaket kolay kolay atlatılmaz.

At yedi günde, it yediği günde: Toplumlar arası ilişkilerde olgun ve asil kişiler, kişiliklerini hemen ortaya koymazlar

At yiğidin yoldaşıdır: Çok açık olarak bilinen bir şey ki, göçebe bir millet olan Türkler için at, savaşta ya da barışta candan bir dosttur. Hemen her saati onunla geçer. At, Türkler için soyluluğun, yiğitliğin, vefakârlığın, yararlılığın ve inceliğin bir sembolüdür. Silâhsız er düşünülemediği gibi, atsız er de düşünülmemiştir. Dolayısıyla at, Türk`ün edebiyatına girmiş ve önemli bir motif oluşturmuştur. At hakkında şiir, menkıbe, masal, atasözü söylenmiş; risaleler kaleme alınmış, âdeta ona insan gibi muamele edilmiştir.

Ava gelmez kuş olmaz, başa gelmez iş olmaz: Uçsuz bucaksız gökyüzünde uçan, istediği yere ulaşabilen kuşlar bile avlanmak tehlikesinden kurtulamazlar. Hele usta avcılar da varsa tehlike daha da artar. İnsanlar da benzer biçimde tehlikelerden uzak değillerdir. Hiç ummadıkları çeşitli felâketlerle karşılaşabilir, dert ve sıkıntılara düşebilirler. İnsan kendini ne kadar güvenlik alanına çekmeye çalışırsa çalışsın dert, sıkıntı, tehlike, kaza ve türlü işlerden yakasını kurtaramaz.

Ava giden avlanır: Bir çıkar sağlamak için birilerine tuzak kuran, onları aldatan, onlara zarar vermeye çalışan kimse, yapmaya çalıştığı kötülüğe kendisi düşer; zarara uğrar.

Av avlayanın, kemer bağlayanın: Bir uğraş vererek bir şeyi ele geçiren kimse, onu hak eder; o, onundur. Doğrusu ve yakışık alanı da budur. Aksini düşünmek yanlıştır. Bunun yanında, bir şey, onu kullanmasını becerip faydalanmasını bilenindir.

Avcı ne kadar al (hile) bilse, ayı o kadar yol bilir: Bir kişi, başkalarını yenmek için muhtelif ustalıklar kullanır. Ama karşısındaki kişi de yenilmemek için çeşit çeşit yollara başvurur.

Av köpeği avdan kalmaz: Hazıra konarak iş yapmayı alışkanlık haline getiren kişi, sürekli bu yola başvurur.

Avradı boşayan topuğuna bakmaz: Çok değerli bir varlığından bilerek vazgeçen kimse artık onu aramamayı göze almalıdır.

Avradı eri saklar, peyniri deri: Her şey durumuna uygun düşen yöntemlerle korunur.

Avrat (kadın) malı, kapı mandalı (Karı malı hamam tokmağıdır):Bir erkek karısının malından yararlanma yolunu düşünmemelidir. Yoksa durum, eve girerken, çıkarken, kapı mandalı gibi başa kakılır.

Avrat var arpa unundan aş yapar, avrat var buğday unundan keş yapar: İş bilen kadın, elverişsiz gereçlerle güzel şeyler meydana getirir. Buna karşın iş bilmeyen kadın en iyi gereci kullansa bile bir şey yapamaz.

Avrat var ev yapar, avrat var ev yıkar: Kimi becerikli, iyi huylu kadınlar vardır ki, yoksulluk içinde bile olsa onlar eve bir çeki düzen verir; temiz tutar, evi yaşanacak hâle getirirler; içten, samimî davranışlarıyla yuvalarını mutlulukla doldururlar. Kimi kadınlar da vardır ki, huysuzlukları, beceriksizlikleri, kötü davranışlarıyla ailenin düzenini ve mutluluğunu bozarlar. Bolluk içinde bile olsalar, onların tertipsizlikleri, düzensizlikleri, beceriksizlikleri yüzünden ailede huzur kalmaz; onların bu tabiatları yüzünden aile kötüye gider, perişan olur ve sonunda yıkılır.

Av vuranın değil alanın: Bir şeyin asıl sahibi ondan yararlanamıyor da başkası yararlanıyorsa asıl sahip yararlanan kişidir.

Ayağa değmedik taş olmaz, başa gelmedik iş olmaz:  Hayat öyle pürüzsüz, gailesiz değildir. İnsanoğlu yaşadığı hayat süresince çeşitli engeller, güçlükler ve olaylarla karşılaşır. Sıkıntılara, çeşitli felâketlere uğrar. Kimi zaman tersi de olmaz değildir, rahata ve mutluluğa da kavuşur.

Ayağını sıcak tut, başını serin; gönlünü ferah tut, düşünme derin: Sağlıklı olmak, türlü hastalıklardan korunmak için ayağı sıcak, başı da serin tutmak oldukça faydalıdır. Beden sağlığımızı düşündüğümüz gibi ruh sağlığımızı da düşünmek zorundayız. Bunun için de her sorunu dert etmemeli, olur olmaz şeylere üzülmemeliyiz; sabırlı ve geniş gönüllü olmalı, rahat hareket etmeliyiz.

Ayağını yorganına göre uzat: Dengeli yaşamak isteyen insan mutlaka gelirini, giderine göre ayarlamalıdır. Harcamalar geliri aşmamalı, imkânlar zorlanmamalıdır. Aksine bir hareket bütçeyi sarsar, dengeyi bozar, insanı sıkıntıya sokup rahatsız eder.

Ayağı yürüten baştır: Bedensel hareketlerimizin tümü beynin bulunduğu kafaya bağlıdır, kafaya göre bir yön tutar ve gelişir. Bunun gibi bir işçinin verimli iş yapmasını, bir toplumun dirlik düzenlik içinde yol tutmasını da başta bulunan yöneticiler sağlar.

Ayı görmeden bayram etme: Müslümanlar Ramazan orucuna gökte hilâli (ay`ı) görünce başlarlar; oruç bitince, yani bir ay sonra yine gökte hilâli görünce bayram ederler. Ayı görme işi de son derece dikkat isteyen bir iştir. İnsanlar ayı görmeden nasıl bayram yapamıyorlarsa, sen de bir iş gerçekleşmeden ona oldu gözü ile bakıp de sevinme; dikkatli ol, ola ki bir sebep yüzünden iş gerçekleşmeyebilir, üzülebilirsin.

Ayıpsız yâr (dost) arayan, yarsız (dostsuz) kalır:  Hemen her şeyin, her insanın bir kusuru, bir eksiği vardır. Hatasız kul olmaz. Dolayısıyla insanın mükemmel bir dost, arkadaş ve sevgili aramaya çalışması boşunadır. Böyle bir dost bulamayacağı gibi, dostsuz kalması da mümkündür. Bu bakımdan insan bir şey elde etmek, bir dost bulmak istiyorsa onları kusurları ile kabul etmeye hazır olmalıdır.

Ay ışığında ceviz silkilmez: Bir işten iyi, verimli bir sonuç alınmak isteniyorsa, o işin şartları da, araçları da yeterli ve uygun olmalıdır. Aksi takdirde kötü bir sonuçla karşı karşıya kalması mukadder olur.

Ayranım ekşidir diyen olmaz: Her kişi neyi ele almışsa onun iyi olduğunu savunur.

Aza demişler: “Nereye?”, “Çoğun yanına” demiş: Çok, her zaman azdan daha baskın çıkar. Bu bakımdan genellikle her şeyin azı, çoğa boyun eğer; yahut az, çoğa uyar. Büyük sermaye, küçük sermayeye fırsat vermez; onu idare eder. Bir toplumda çoğun oyu, azın oyunu geçersiz kılar; dolayısıyla az oy sahipleri, çok oy sahiplerine uymak zorunda kalırlar.

Aza kanaat etmeyen çoğu hiç bulamaz:  Kim ki elindekinden hoşnut olmuyor, onu yeter bulmuyor, onunla yetinmiyor, daha fazlasını istiyor ve onu hor görüp geri çeviriyorsa büyük bir hata işliyor demektir. Çünkü çoklar, azların (küçük şeylerin) birikmesiyle meydana gelir. Küçük şeylere sahip çıkmayan, onların birikmesiyle olmuş olan çoğu da kaybetmiş sayılır.

Azıcık aşım, kaygısız (ağrısız) başım: Aralıksız çalışarak, çeşitli sıkıntılara katlanarak, amansız zorluklara göğüs gererek zenginlere özgü bir hayat yaşamaktansa, didişmelerden ve çekişmelerden uzak, gösterişsiz ve sakin bir hayat sürmek daha yeğdir.

Az söyle, çok dinle:  Dinlemek, öğrenmenin güzel bir yoludur. Kulak vererek dinleyen insan pek çok şey öğrenebilir. Oysa çok konuşan insanda yanılma payı (özellikle bilmediği konularda) çok olur, hata yapma ihtimalî de artar. Ayrıca kişi yanlış ve çok konuşmalarıyla çevresindekileri rahatsız da edebilir. Konuşmak insanoğluna bağışlanan nimetlerin en büyüklerindendir. Buna rağmen yerinde ve uygun konuşma, herkesin başaramadığı bir meziyettir.

Sözün en güzeli, az ve öz olanıdır. İnsanın karşılaştığı kötü durumların pek çoğu dili yüzündendir. Çok konuşan çok hata yapar. Sırf konuşmuş olmak için veya gereksiz yere konuşanların başı dertten kurtulamaz. Oysa az konuşup çok dinlemenin pek çok yararları vardır. Gerekmedikçe konuşmamak bir saadet, çok dinlemek de bir erdemdir. Herkesin bu kurala uyması gerekir. Çok konuşanlara tembih, yetişme çağındaki insanlara tavsiye için söylenir.

Az tamah çok ziyan getirir:  Elindekiyle yetinmeyen, daha fazlasını isteyen, isteklerine kavuşmak için çeşitli yollara başvuran insan, bu tutumundan ötürü zarara uğrar. Çünkü aç gözlülüğün sebebiyle ihtiyatsız davranmış ve tehlikenin içine düşmüştür. Bu gibi kişiler kimi zaman ellerindekileri de kaybederler.

Az veren candan, çok veren maldan: Var olalı beri insan, insanın yardımına ihtiyaç duymuştur. Bu bakımdan ihtiyaç sahibine yardımda bulunmak bir insanlık görevi hâline gelmiştir. Kimi yoksul kimseler birilerine yardım ya da armağan olarak bir şey verirlerse (küçük de olsa) bu onlar için bir fedakârlıktır. Çünkü verdikleri şeyden kendilerinde de yok denecek kadar az bulunmaktadır. Dolayısıyla yardımları ya da armağanları yürekten, içten ve candandır. Bunun yanında zengin olanın yapacağı yardım, fakirin yaptığı yardımdan daha fazla olabilir. Ancak bu onun için fedakârlık sayılmaz. Çünkü ihtiyacından fazla olan malından vermiştir. Dolayısıyla verdiği malın yoksulluğunu çekmiyordur o.

 


     B

Baba ekmeği zindan ekmeği, koca ekmeği meydan ekmeği: Kadınlar için baba evinde kalmak, belli bir zamana kadar normaldir. Evlendiği zaman ise kendi kurallarına göre yaşayacağından dolayı daha rahat olacaktır.

Babadan mal kalır, kemal kalmaz: Babası ölen kişiye maddi varlıklar kalabilir ama olgunluk ve fazileti miras olarak kalmaz

Baba koruk (ekşi elma, erik) yer, oğlunun dişi kamaşır: Bir babanın yaptığı kötü iş, sürekli tekrarladığı uygunsuz hareketler her nedense aileye yüklenmeye çalışılır. Toplum içinde de bunun sıkıntısını en çok, çocuk çeker; en çok o, güç duruma düşer. Aile reisi olan babanın önceleri yaptığı kötü bir işin sıkıntısını çocuğu çeker.

Baba malı tez tükenir, evlât gerek kazana: Çoklukla insanlar bir emek vererek kazanmadıkları malın değerini pek bilmezler, meğerki bu baba malı ola. Babadan kalan mal, mülk ya da para hazır olduğu, değeri de pek bilinmediği için kolay ve çabuk harcanır; tez biter. Bu bakımdan babadan kalan mirasa güvenip çalışmamak, bir kazanç yolu tutmamak son derece sakıncalıdır. Kişilik sahibi olan kimse ise baba malına güvenmez, alın teri dökerek kazanmaya çalışır, kazandığının değerini de bilir, ona sahip çıkar, dolayısıyla onu dikkatle harcar.

Babaya dayanma, karıya güvenme: Kişi, maddi konularda babasına değil kendine güvenmelidir. Kadın ise kolay etkilenen bir varlık olduğu için verilen sırları bir başkasına aktarabilir.

Baca eğri de olsa duman doğru çıkar: Dürüst, doğru, iyi ve güzel vasıflarını doğuştan getiren insan, ne denli bozuk, elverişsiz ortamlarda bulunursa bulunsun niteliklerini kaybetmeyip korur. Bu durum nesneler için de geçerlidir. Yaradılışı itibariyle iyi olan kişi en kötü durumda bile olsa bu niteliğini kaybetmez.

Bağa bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun (Bağda izin olsun, üzüm yemeye yüzün olsun): Bir bağın bağ olması için gereken bakım gösterilmelidir. Üzümler zamanında budanmalı, gübrelenmeli, çapalanmalı ve sulanmalıdır. Bu yapılmazsa o bağdan istenilen üzüm alınamaz. Bu da bize gösteriyor ki emekle üzüm arasında sıkı bir ilişki var. Bir kişi bir şeyden verim bekliyor, fayda temin etmek istiyorsa gereken çabayı göstermeli; gerekli harcamalardan kaçmamalı, o şeye iyi bakmalıdır. Aksi takdirde o şeyden yararlanmaya yüzü olmaz.

Bağla atını, ısmarla Hakk`a: Hayvanların bir yerde durmaları isteniyorsa onları mutlaka bağlamak gerekir. Bu durum at için de geçerlidir. Eğer onu başıboş bırakırsak oradan uzaklaşıp kaybolabilir, başına türlü hâl gelebilir. Bunun gibi pek çok şeyde önce tedbir alınmalı, sonra da Allah`a havale etmeliyiz. Kısacası önce tedbir, sonra tevekkül her işte kural olmalıdır.

Bağlı koyun yerinde otlar: Nasıl ki bağlı koyun, bağlı olduğu ipin izin verdiği sınırların dışına çıkıp otlayamıyorsa, kimi insanlar da ellerinde olan imkânın dışına çıkıp iş göremezler; ellerindeki imkân ne kadarsa o kadar başarılı olurlar. Fazla imkânlara kavuşmak, becerikli insanların daha verimli ve başarılı olmalarına kapı aralar. Bu sebeple onlara gerekli olan imkân ve fırsat verilmelidir.

Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur: İster bağ, ister iş yeri, isterse bir eşya olsun, ona gerekli bakımı gösterirsek beklediğimiz faydaya kavuşuruz. Bir bağa bakmaz, onu çapalamaz, budamasını yapmaz, yabancı otlardan temizlemez ve gübrelemezsek bir zaman sonra onu dağa, verimsiz bir yere dönmüş görebiliriz. Bakımı olmayan bir iş yeri, bir eşya için de durum bundan farklı değildir. Bakımdan uzak tutulmuş bir iş yerinde düzen gözetilmezse aksaklıklar giderek büyür, önü alınamaz olur, sonunda iş yeri iflasın eşiğine gelebilir. Bir eşyanın bozuk, kırık, eksik bir yanı yerinde ve zamanında giderilmezse, o eşya bir süre sonra kullanılamayacak hâle gelir. Unutulmamalıdır ki, bakılan ve onarılan şeyler ancak yararlanılacak şeyler olarak ortada kalır.

Bakmakla usta olunsa, köpekler (kediler) kasap olurdu: Öğrenmenin esası denemeye ve yapmaya dayanır. Bir şey, başkasının yaptığı işe bakılarak öğrenilemez. Eğer bilgi ve becerinin de kazanılmasının yapmaya dayandığı düşünülürse, bir işin öğrenilmesinin seyretmeye değil, bizzat denemeye ve o iş üzerinde çalışmaya bağlı olduğu daha açıkça görülür. Ustalık da ancak böyle elde edilir.

Bal bal demekle ağız tatlanmaz: Bir şeyin yalnızca adını etmekle, onun hakkında tatlı sözler söylemekle o şeye kavuşulmaz. Önemli olan gerekli girişimlerde bulunup onu ele geçirmek için uğraş vermektir.

Balık ağa girdikten sonra aklı başına gelir: Çoklukla düşünüp taşınmadan, olacakları hesaplamadan işe kalkışan insan, bu ihtiyatsızlığı sebebiyle bir felâkete düştükten sonra aklını başına toplar; kendine gelip uyanır. Ama dövünmesi, çırpınması bir fayda vermez; çünkü iş işten geçmiş olur. Güzel sözler söylemekle güzel şeyler her zaman gerçekleşmez.

Balık baştan avlanır: Bir yeri yöneten oraya hâkim demektir. Eğer bir yeri ele geçirmek istiyorsan, oranın hâkimi olan yöneticileri ele geçirmen yeter.

Balık baştan kokar: Gerek bir aile, gerek bir topluluk ve gerekse bir ülkede baştaki yöneticilerin niyetleri ve tutumları bozuksa o yerdeki her şey de bozuk ve düzensiz olur. Ortada değerini koruyan bir şey kalmaz.

Balın olsun tek, sinek Bağdat`tan gelir: 1. Yeter ki malın, mülkün ve paran olsun; ondan faydalanmak isteyen pek çok kimse olduğuna, hatta bunlardan kimilerinin çok uzaklardan geldiğine bile şahit olacaksın. 2. Kıymetli bir malın mı var? Kaygılanma, onun müşterisi eninde sonunda mutlaka çıkıp gelir.

Balta değmedik (girmedik) ağaç (orman) olmaz: Hayat öyle çetrefilli bir yoldur ki, zorluk, felâket ve acılarla karşılaşmayan, bir zarar görmeyen kimse yoktur.

Bal tutan parmağını yalar: Başkalarına yararı dokunan yerlerde çalışan, onlara iyi ve güzel şeyleri sunmakla görevli bulunan kimse, ürettiğinden ya da dağıttığından kendisi de faydalanır. Genellikle bu tutum da hoş görülmeye çalışılır. Çünkü o görevi yapan bunu hak ediyor kanaati yaygın hâle gelmiştir.

Bana benden her ne olursa, başım rahat bulur dilim susarsa: 1. Hemen her kişi kendi geleceğini kendisi hazırlar. Kendisine gelecek zararların ya da faydaların tümü onun tutumuna bağlıdır, her şeyin sorumlusu o olur. 2. Ne söylediğini bilmeyen, sözlerinin onu nereye ulaştıracağını hesap etmeyen, lüzumsuz ve çok konuşan kimse, dili yüzünden çeşitli zararlara uğrar. Aksine diline bir çeki düzen veren, susmasını bilen ve ancak gerektiği yerde konuşan kimseler bu belâlardan uzak olur.

Bana dokunmayan yılan bin yaşasın: Bazı bencil, çıkarcı kimseler vardır ki, onlar, sırf kendilerine zarar vermiyor diye kötülük yapan kimselere engel olmazlar. Onların başkalarına kötülük yapmalarına, bu kötülüklerinin bütün bir toplumu zarara uğratmalarına ses dahi çıkarmazlar; onlara dokunmamaya çalışırlar. Oysa bu tavır son derece yanlıştır. Yalnız kendimizi değil, toplumun diğer bireylerini de düşünmek zorundayız. Bana ne demek, neme lâzımcı olmak toplumun dirlik ve düzenliğini temelden bozacak bir harekete yol açar.

Baskın basanındır:  Kim ki savaşta düşmanını gafil avlayıp fırsat vermeden hücum ederse, zaferi elde eder; savaşı kazanır.

Baskısız (çivisiz) yongayı (tahtayı) yel (el) alır, sahipsiz tarlayı sel alır: 1. İyi korunmayan araç ve gereçler çabuk yıpranır; sahiplenilmeyen mallar elden gider, onlara başkaları sahip çıkar. 2. Çocukların ya da gençlerin denetimini ve gözetimini iyi yapmalı; aksi takdirde onlar kötü yollara düşebilir, zararlı alışkanlıkların tutsağı olabilirler. Bunların yanında aile ile bağları kopup ilişkileri tamamen kesilebilir.

Başa gelen çekilir: Ne kadar istersek isteyelim kimi felâketleri, kötü durumları önleyemeyiz; üstümüze çöken acılara katlanmaktan başka bir şey gelmez elimizden. Bu durumda yapılacak tek şey sabırlı olmak, sıkıntılara katlanmayı bilmektir.

Başa gelmeyince bilinmez: İnsan başkalarının uğradığı felâketlerin, dertlerin ne denli acı olduğunu gerektiği gibi idrak edemez. Ne zaman ki benzer bir olayla karşılaşır ve acıyı tadar, işte o zaman anlar.

Baş başa bağlı, baş da şeriata: Bulunduğumuz yerdeki yöneticiler, bir üst yöneticiye; üst yönetici ise en üst yöneticiye; o da şeriata, yani Cenab-ı Hakk`ın koymuş olduğu kanunlara bağlıdır. İnsanların başına buyruk hareket etmeleri böylelikle önlenir, bir sorumluluk zinciri oluşturulur. Alttakiler üsttekilere, üsttekiler de şeriate karşı sorumlu olurlar. Bu durum toplumların genel düzenini sağlamış olur. Ancak günümüzde bu sorumluluk bağı şeriatla değil, lâik kanunlarla sağlanmaya çalışılmaktadır.

Baş başa vermeyince taş yerinden kalkmaz: Bir insanın gücü sınırlıdır, tek başına her işi yapamaz. Kimi zor işleri yapması için de başka insanların gücüne, işbirliğine ihtiyaç duyar. Güçler birleştirilince zor işlerin yapılması da kolaylaşır. Çünkü birlikten kuvvet doğar.

Baş dille tartılır: Kişilerin ne kadar akıllı, ne kadar düşünceli oldukları söyledikleri sözlerle ölçülür. Çünkü konuşmaların tutarlı ve yerinde olup olmaması böyle bir ölçüm için en elverişli yolların başında gelir.

Başını acemi berbere teslim eden, pamuğunu cebinde taşısın: Bir işin yapılmasını tecrübesiz, beceriksiz, ustalığı olmayan kişilere teslim eden, meydana gelebilecek zararlara katlanmaya da hazır olmalıdır.

Baş kes, yaş kesme: Tabiatı zengin kılan, bir yeri yaşanılacak hâle getiren unsurların başında ağaç gelir. Hayatımız için yararları o kadar çoktur ki, yaş bir ağaç kesmek, bir insan öldürmek gibidir.

Baş nereye giderse ayak da oraya gider:  1. Küçükler çoklukla büyükleri taklit ederler. Onlara özenir, onların yaptıklarını yapmaya çalışırlar. 2. Bir ülkede iş başında bulunanlar, bir iş yerini yönetenler nasıl hareket edip bir yol izlerlerse, yönetilenler de onlar gibi davranıp onları takip ederler.

Baz bazla, kaz kazla, kel tavuk topal horozla: Bir kimse, kendi niteliğine uyan, kendine denk olan, kendine benzeyen kimselerle beraber olur, arkadaşlık eder, düşüp kalkar.

Bedava sirke baldan tatlıdır: Emek verilmeden, karşılığı ödenmeden ele geçirilen şeylerin kıymeti ne kadar düşük olursa olsun kişinin pek hoşuna gider.

Belâ geliyorum demez: Hayat inişli çıkışlı bir yoldur. İnsanın karşısına neyi, ne zaman çıkaracağı hiç bilinmez. İnsan bir anda, hiç umulmadık bir zamanda kötülüklerle, felâketlerle karşı karşıya kalabilir. Bu yüzden tedbiri elden bırakmamak gerekir.

Beleş atın dişine (yaşına, yularına, dizginine) bakılmaz:  Bir çaba, bir emek harcanmadan, bedava elde edilen şeyler insana oldukça hoş gelir. Bu sebeple bir kusuru, bir eksiği var mı diye bakılmaz; güzel olup olmadığı aranmaz, niteliklerine pek dikkat edilmez.

Besle, büyük danayı; tanımasın anayı: Anne ve babalar çocukların sağlıklı büyümeleri, iyi bir eğitim görmeleri için her türlü zorluğa katlanırlar. Ama buna karşılık çocuklarından umduklarını bulamazlar. Çocuklar kendilerine karşı gerekli saygı ve sevgiyi göstermezler, hayırsız olurlar, onların değerini bilmezler, onları tanımazlar. Dolayısıyla da anne ve babanın emeklerine karşı nankörlük etmiş olurlar.

Besle kargayı, oysun gözünü: Kimi nankör, kötü niyetli, sütü bozuk kimseler vardır ki, hiç de lâyık olmadıkları hâlde sen onlara iyilik yaparsın, onlar da sana fenalıkla karşılık verirler. Kıymet bilmez kişiler kendilerine yapılan iyiliğe, kötülükle karşılık verebilirler.

Beş parmağın beşi bir değil (olmaz): Bir eldeki parmakların kimisi uzun, kimisi de kısadır. Bunun gibi bir anne-babadan olmuş, aynı çatı altında yetişmiş kardeşlerin de fiziksel ve ruhsal yapıları birbirinden farklıdır. Huyları, becerileri, karakterleri birbirine benzemez. Bu durum toplumdaki diğer insanlar için de söz konusudur, onlar da birbirlerinden çeşitli nitelikleriyle ayrılırlar.

Beterin beteri vardır: Kötü bir duruma düştüğümüzde, bir belâ ile karşılaştığımızda bundan kötüsü de olamaz diye düşünmemeli; daha da kötüsünün olabileceğini aklımızdan çıkarmadan gereken sabrı göstermeli, Allah`a sığınmalıyız.

Bıçağı kestiren kendi yüzü suyu, insanı sevdiren kendi huyu: İyi su verilmiş çelikten yapılan, ustalıkla bilenen bıçak dayanıklı ve keskin olur; bu da onun değerini artırır. Kişileri değerli, sevimli kılan da huy güzelliğidir. Geçimsiz, huysuz kimseler toplumca sevilmezler.

Bıçak sapını kesmez: Bıçağı bıçak yapan demir kısmı ile sap kısmıdır. Demir kısmı, saplı kısmına ilişemez. Ama başka bıçakların saplarına ilişip zarar verebilir. Bunun gibi insanlar da çok yakınlarına, anne-baba-evlâtlarına ve diğer akrabalarına kolay kolay zarar veremez. Aralarında onları bütünleyen, birbirlerine bağlayan bir kan, bir sevgi bağı vardır.

Bıçak yarası geçer (onulur), dil yarası geçmez (onulmaz): Bıçak ya da herhangi bir silâhın açtığı yara bir süre sonra iyileşir, vücutça onulur. Ama dilden çıkan kötü ve acı sözlerin gönülde açtığı yara, bıraktığı izi kolay kolay kapanmaz; her hatırlamada yeniden açılır, insana üzüntü verir.

Bilen bilir, bilmeyen aslı var sanır: İnsan bir şeyi duymuşsa, o ancak bir söylentidir; doğruluğu belirsiz, gerçekliği de şüphe götürür. Ancak insanlar söylentilerin bu yanına bakmazlar, duyduklarını başkalarına aktarıp dedikodu yaparlar. Konuşulan bir olayın aslının olup olmadığını ancak gören bilir, görmeyen ama söylenenleri duyanlar ise dedikoduları gerçekmiş gibi kabul ederler.

Bilinmedik aş ya karın ağrıtır, ya baş: Anlamadığımız, daha önce denemediğimiz, iç yüzünü bilmediğimiz bir iş yapmaya kalkışmak akıl kârı değildir. Çünkü tanışık olmadığımız bu işin başımıza iş açması, bize zarar vermesi kuvvetle muhtemeldir. Bunun için bir işe girişirken dikkatli olmak zorundayız.

Bilmemek ayıp değil, sormamak (öğrenmemek) ayıp: İnsan hayatı için bilgi oldukça önemlidir. Ne ki insan her şeyi bilmez. Bilmesine de imkân yoktur. İnsanın her şeyi bilmemesi doğaldır. Bunun utanılacak bir yanı da yoktur. Ancak imkân varken bilmediklerini sorup öğrenmemesi, biliyorum tavrıyla bir işe girişmesi son derece sakıncalıdır ve kusurludur. Çünkü yanlış bir yola saparak hem kendine, hem de başkalarına zarar verebilir.

Bin bilsen de bir bilene danış: Herkes eşit bilgiye sahip değildir. Çok iyi bildiğimizi sandığımız konunun bilmediğimiz bir yanı olabilir, o konuyu bizden daha iyi bilenler de çıkabilir. Bu yüzden bir işe kalkışmadan önce bu gibi kimselere danışmalı, onların bilgi ve tecrübelerinden yararlanmalıyız. Eksiğimizi ancak böyle giderebilir, yanlışımızdan ancak böyle kurtulabilir, iyi bir sonuca da ancak böyle kavuşabiliriz.

Bin dost az, bir düşman çok: Sıkıntılı bir anımızda, kötü bir günümüzde hemen yardımımıza koşan, daima iyiliğimizi isteyen dostlarımızdır. Derdimizi onlarla unutur, mutluluğu onlarla tadarız. Onlardan zarar değil, yalnızca fayda görürüz. Bu sebeple ne kadar çok olurlarsa, bizim için o kadar iyidir. Ama düşmanımız olan yalnızca bizim kötülüğümüzü ister, bir tane de olsa onun varlığı bizi rahatsız eder.

Bin merak bir borç ödemez: Ne denli kaygı içinde olursan ol, bunun borcunun ödenmesinde hiçbir yararı yoktur. Tasalanmayı bırakıp borcunu ödemek için çaba harcamalı, yollar aramalısın.

Bin nasihatten bir musibet yeğdir: Yanlış bir yol tutmuş kimi insanlar vardır ki, onlara ne kadar çok öğüt verirsen ver, tuttukları yanlış yoldan onları çevirmekte bu öğütler bir fayda temin etmez. Ama takip ettiği yanlış yolda başına gelen bir felâket, onu doğru yola getirmekte daha etkili olur. Çünkü kötü tecrübelerin öğretme gücü oldukça büyüktür.

Bin ölçüp bir biçmeli: En basitinden en zoruna, yapmaya çalıştığımız işin bütün ayrıntılarını önceden düşünmeli; gerekli ölçümleri yapmalı, sonucu iyi hesaplamalı, sonra işe girişmeliyiz. Yoksa istemediğimiz bir zararın ortaya çıkmasından duyacağımız pişmanlık fayda etmez.

 

Bin tasa (kaygı) bir borç ödemez: Çok tasalanmak ve üzülmekle borçtan kurtulunamaz. Çünkü borç durduğu yerde ödenmez. Borcu ödemek için bir şeyler yapmalı, harekete geçip çalışmalı, kimi çıkış yolları aranmalıdır.

Bir adama kırk gün deli desen deli olur: İnsana yapılan sürekli telkinler sonunda bir neticeye ulaşmak mümkündür. Çünkü insan etkilenen bir varlıktır. Birtakım iyi ya da kötü duygular, düşünceler ve inançların sürekli telkin edilmesiyle insanlar biçimlendirilip yönlendirilebilirler.

Bir adamın adı çıkacağına canı çıksın:  Toplumun bir kişi hakkında verdiği yargı öyle kolay kolay değişmez. Toplum kişiyi nasıl nitelemişse, kişi o niteliğiyle tanınır. Adı bir kere kötüye çıkan kişi, iyi de olsa toplumun bu yargısının önüne geçemez. Adına sürülen bu leke onun yakasını bırakmaz. Nereye gitse bu leke yüzüne vurulur, itilip kakılır, sıkıntılar içinde kalır. Böyle yaşamak kişi için ölmekten daha iyidir.

Bir ağızdan çıkar bin ağıza yayılır: Bir sırrın yayılması istenmiyorsa, kimseye söylenmemelidir. Sır ağızdan çıktı mı hemen yayılır, gizli kalmasını önlemek çok zordur. Çünkü insanın merak ve dedikoduya eğilimi vardır. Bu eğilim sır olan şeyin dilden dile dolaşmasına, toplum içinde yayılmasına yol açar.

Bir ahırda at da bulunur, eşek de: Bir toplumda iyi, yararlı ve güzel işler yapanlar bulunduğu gibi kötü, yararsız ve çirkin işler yapan insanlar da bulunabilir.

Bir başa bir göz yeter: Ne kadar çok malı olsa da insan yine de elde etmek ister, geleni geri çevirmek istemez. Oysa insan hayatta ihtiraslı olmamalı, ihtiyacından fazlasını düşünmemelidir. Kanaatkâr olan kimseler ihtiyaçları kadar olanı yeter görürler.

Bir bulutla kış olmaz (Bir çiçekle yaz gelmez):  1. Önemli bir durumun netlik kazanması için küçük, önemsiz belirtilerin varlığı yeterli değildir. 2. Güzel ve hoş da olsa, küçük bir değeri elde etmekle mutluluk tam anlamıyla yakalanmış sayılmaz.

Bir çöplükte iki horoz ötmez: Bir toplumda iki baş, bir iş yerinde iki yönetici olmaz. Olursa aralarında kıskançlık, çekememezlik yüzünden anlaşmazlık çıkar; fikir ayrılığına düşerler; biri diğerini yok etmeye, bulunduğu yere tek baş olmaya çalışır. Bu çatışma sonunda güçlü kalır, güçsüz gider. Bu da az şeye mal olmaz.

Bir deli kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış: 1. Aklî dengesini yitirmiş kimi insanların yaptıkları öyle işler vardır ki, bunu akıllı insanlar bir araya gelse ne yorumlayabilir, ne de çözebilirler. 2. Kimi zaman bir insan öyle delice bir iş yapar ve zarara yol açar ki, pek çok akıllı kimse bir araya gelir ama bu zararı gideremez; işi de düzeltemez.

Bir (sağ) elinin verdiğini öbür (sol) elin görmesin: Yardım yapmak bir insanlık görevi, dinî bir emirdir. Ancak bunu yapmanın da bir yolu yordamı vardır. Yoksula yardım ederken insanın amacı kendini gösterip övünmek değil, görevini ve sorumluluğunu yerine getirmektir. Bu bakımdan yoksulları inciten gösterişlerden kaçınmak; kimsenin haberi, hatta en yakınların bile haberi olmadan yardım yapmak gereklidir. Yoksa tersine bir hareket yardım edilen kimseyi mahcup duruma düşürür, yapılan iyilik de iyilik olmaktan çıkar.

Bir elin nesi var iki elin sesi var: İnsanın gücü sınırlıdır. Bunun için büyük işlerin üstesinden tek başına gelemez. Bu tür işleri başarabilmek için başkalarıyla işbirliğine, dayanışmaya girer. Güçleri birleştirerek zor işlerin altından böylelikle kalkar.

Bir evde düzen olunca düzenbaz olmaz: Eğer bir ailenin hemen bütün fertleri arasında bir uyum, bir anlaşma, karşılıklı sevgi ve hoşgörü varsa, o ailede düzen de var demektir. Dolayısıyla ailenin huzurunu kaçıracak bir kimsenin bu ailede barınması da mümkün değildir.

Bir göz ağlarken öbür göz gülmez: Aile fertleri birbirine kan ve akrabalık bağlarıyla bağlıdırlar. Onlar bir vücudun azaları gibidirler. Dolayısıyla ailenin bir ferdine gelen zarar, bütün aile fertlerine gelmiş gibidir. Hemen hepsi de aynı ölçüde üzüntü çekerler.

Bir günlük beylik, beyliktir: İnsanlar her zaman arzu ettikleri nimetlere kavuşup bunun sefasını süremezler. Bu sebeple çok kısa bir süre içinde de olsa, çevresindekilerden daha üstün, dertlerden uzak ve arzu ettiği biçimde bir an yaşamak o kişi için güzel bir şeydir.

Bir insanı tanımak için ya alış veriş etmeli, ya yola gitmeli: Ortak bir işe girmeden insanların gerçek yüzünü anlamak oldukça zordur. Alış veriş etmek, onları tanımak bakımından önemli ölçüttür. Çünkü alış veriş bir şeye sahiplenmeyi gerekli kıldığı için kişinin çıkarcı yönünü bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Yolculuk ise fedakârlığı, cesareti, mertliği gerektirir; dolayısıyla yolculukta karşılaşılan zorluklar sebebiyle ortaya konan davranışlar kişilerin niteliklerini belirgin kılar.

Biri yer, biri bakar; kıyamet ondan kopar:  Bir toplumun sahip olduğu varlıklardan her fert bir adalet çerçevesi içinde yararlanmalıdır. Eğer böyle olmaz, adaletli davranılıp hak gözetilmez, sadece bir kısım insanların yararlanmasına göz yumulup diğer insanların yararlanmasına fırsat verilmezse kargaşa çıkar; kavga baş gösterir, toplumdaki sosyal barış zedelenir, düzen bozulur, insanlar birbirlerine düşer.

Bir koyundan iki post çıkmaz: Bir iş, nesne ya da insandan temin edilecek faydanın bir ölçüsü, bir sınır vardır. Alınabilecek alındıktan sonra, onlardan bir kez daha verim istemek, onları bu konuda zorlamak doğru değildir. Bu davranışın devamı insanı yanlış bir yola götürüp zarara sokabilir.

Bir kötünün yedi mahalleye zararı dokunur (vardır):  Yalancı, düzenbaz, iffetsiz bir kimse sadece kendi çevresine zarar vermekle kalmaz; kötülüklerini daha geniş çevrelere de taşır. Kendinin, yakınlarının, çevresinin ve daha geniş muhitlerin adını lekeler; bu leke gittikçe yayılır.

Bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır: Küçük ve kıymetsiz gördüğümüz şeyler zaman gelir çok önem kazanır ve büyük iş görebilir. Küçük bir somun parçası yüzünden bir dikiş makinesinin çalışmaması, işlerin yatması mümkündür. Bu sebeple herhangi bir nesne, iş ya da olayı küçük görmeyip önemle ele almak gereklidir.

Bir selâm bin hatır yapar: Dinimizin bir emri olan selâm, bir bilgi ve sevgi belirtisidir. Dolayısıyla gönül kazanmanın önemli bir anahtarıdır. Yakınlarımıza, arkadaşlarımıza, hatta yabancılara bile vereceğimiz selâm onlarla aramızda bir yakınlığın doğmasına yol açar; gönülleri birbirine yaklaştırır. Bu sebeple selâmlaşmayı ihmal etmemek gereklidir.

Bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge, üçüncüde ele geçersin çekirge: Bir suçu işleyebilir, kanunsuz bir işi yapabilir ve yakalanmayabilirsin. Hatta bunu birkaç kez de başarabilirsin. Ama bu böyle devam etmez, eninde sonunda yakayı ele verirsin.

Bir sürçen atın başı kesilmez: Kusursuz insan olmaz. Hemen her insan bir yanlışlık yapabilir. Bu bakımdan sürekli iyi iş yapan, doğru yoldan çıkmayan, kişiliğini her yönüyle kanıtlamış olan bir kimseyi, bir kez hata yaptı diye gözden çıkarmak, olumsuzlamak ve cezalandırmak doğru değildir. Yapılacak şey, yalnızca uyarıda bulunmak olmalıdır.

Bir şeyin önüne bakma, sonuna bak: Kimi işler vardır ki iyi başlamamış ama iyi sonuç vermiştir. Üstelik başlamış bir işte geri dönmek de zordur. Bu sebeple bize düşen yolumuza azimle devam etmek, gereken çabayı göstermek, işi lâyıkıyla yapmaya çalışmaktır.

Bir yemem diyenden kork, bir oturmam diyenden: Kimi insanlar vardır ki dedikleriyle yaptıkları birbirine uymaz. Kimi isteksiz görünüp “yemem” diyen insanların isteklilerden daha çok yedikleri, kimi hevessiz görünüp “kalamam” diyen insanların da diğerlerinden daha çok oturdukları, hatta yatıya kaldıkları bile görülmüştür.

Bitli (kurtlu, çürük) baklanın kör alıcısı olur: Değersiz, işe yaramaz, kötü şeylerin de müşterisi olur. Onları kimileri anlamadığı, kalitesini bilmediği için alır; kimileri de kendileri bakımından bizim kavrayamadığımız bir değer ifade ettiği için alır.

Boğaz dokuz (kırk) boğumdur (boğa boğa söyler): Bir sözü düşünüp taşınmadan, içimizden geçirmeden, kendi kendimize ölçüp tartmadan, doğuracağı sonuçları hesaplamadan, düzeltmeden söylememeliyiz. Ola ki istemediğimiz bir sözü ağzımızdan çıkarmış olabiliriz. En doğrusu, uygun biçimi bulduktan sonra söylemektir.

Bol bol yiyen, bel bel bakar: Bugünün yarını da vardır. Savurganlık yapıp elindekini bol bol harcayan, düşünceli davranıp ilerisi için bir şey bırakmayan kimse, yarın geçimini temin edecek bir şey bulamaz. Başkalarına muhtaç olur, onun bunun eline bakar.

Borç iyi güne kalmaz:  Borçlu olan, borcunu hemen ödemenin yollarını aramalıdır. “Elim genişleyince, ileride öderim” diye düşünmesi son derece sakıncalıdır. Çünkü gelecek günlerin ne göstereceği belli olmaz. Eli daha da darlaşabilir. Dolayısıyla borcunu ödemesi güçleşir, gün geçtikçe de borcu artar.

Borçlunun yalımı alçak olur: Borçlu kimseler, borçlarını ödeyemedikleri için alacaklıları yanında rahat olamazlar; başları yukarıda yürüyemezler, üzülüp incinirler, sanki suçlu gibi dururlar, kendilerini ezik hissederler.

Borçsuz çoban yoksul beyden yeğdir: Beyleri bey yapan cömertlikleri, ellerindeki varlıkları yoksullara dağıtmalarıdır. Varlıksız, sıkıntı içinde yüzen bir beyin sadece adı kalmıştır. Varlığı olmayan, yoksulları gözetme ve doyurma görevini yapamayan bir bey için bu durum acı vericidir. Böyle bir konumda bey olmaktansa borçsuz, tasasız, kıt kanaat geçinen bir çoban olmak daha iyidir. Çünkü o yoksulluğa alışkındır.

Borçtan korkan kapısını geniş (büyük) açmaz: Alacaklının yanında yüzü yerde olmak istemeyen, borç etmekten korkan kimse tedbirli olur; masraflarını kısar, gelişigüzel harcamalar yapmaktan kaçınır, kendine uygun bir yol seçip ona buna ziyafet vermekten uzak durur.

Borç uzayınca kalır, dert uzayınca alır: Hemen her şeyin bir yapılma zamanı vardır. Borç da zamanında ödenmezse kişilerde bir gevşeklik görülür, borçluluk duygusu zamanla azalır. Borç uzun süre ödenmez olur, hatta hiç ödenmez bile. Dert de böyledir; zamanında önlem alınmaz ve hastalık uzarsa, kişi sonunda güçsüz kalır; dayanma gücü kalmaz ve ölür.

Borç yiğidin kamçısıdır: Birisine borçlanan, borcunu da ödemek isteyen kimse kendini daha çok çalışmak ve kazanmak zorunda hisseder; bu yönde girişimde bulunur.

Bostan yeşil (gök) iken pazarlığa oturulmaz: Ne olacağı, nasıl gelişeceği, nasıl sonuçlanacağı bilinmeyen bir konu, iş ya da durum üzerinde anlaşmaya varılıp söz verilemez.

Boşboğazı ateşe atmışlar, odun yaş diye bağırmış:  Aklına her geleni söyleyen kişiler, toplum içinde sevilmezler

Boş çuval ayakta (dik) durmaz: 1. Karnı aç olan kimse, iş yapamaz. 2. Beceriksiz, deneyimsiz, bilgisiz kimse bir iş tutunamaz. 3. Hiçbir tutamağı bulunmayan, gerçeklerden uzak, temelsiz düşünce ya da plânlarla sonuca ulaşılamaz.

Boş fıçı çok (fazla) langırdar: Gösterişe düşkün, bilgisiz, deneyimsiz kimse kendini ön plâna çıkarmak ve bilgiçlik taslamak amacıyla çok konuşur; her sözün arasına girer, etrafındakileri rahatsız eder.

Boş gezmekten bedava çalışmak yeğdir: Boş olmak, hiçbir uğraşa girmeden gezmek insanı tembelliğe, miskinliğe alıştırır. Öyle ki bu insanların kimisi can sıkıntısından ne yapacağını bilemez olur, yanlış yola sapar, kötülüklere bile bulaşır. Parasız da olsa çalışmak, boş oturmamak insanı hareketli ve canlı yapar; girişimcilik yeteneğini artırır, onu geliştirir, zararlı alışkanlıklardan kurtarır. İleri de para kazanacağı bir iş bulmasına da kapı aralar.

Boş torba ile at tutulmaz (Boş torbaya eşek gelmez): 1. Hiç kimse emeğinin boşa çıkmasını istemez, karşılığını mutlaka bekler. Bir kimseye iş yaptırmak, onu bir yere bağlamak istiyorsanız, ona emeğinin karşılığını da ödemek zorundasınız. 2. Hemen her iş çoklukla bir emek, masraf ve fedakârlık ister. Bunları gösteriniz ki elde etmek istediğinize kavuşmanız mümkün olsun.

Boynuz kulağı geçer (Boynuz kulaktan sonra çıkar ama kulağı geçer): Eğitime sonradan da başlasa kimi yetenekli, becerikli, öğrenme ve kavrama gücü gelişkin olan çırak veya öğrenci, ustasından ya da öğreticisinden daha ileri gidebilir; onlardan daha başarılı olabilir.

Böyle gelmiş böyle gider:  Öteden beri süre gelen durum, kurulu düzen, halk arasında yaşayan gelenek ve görenekler kolay kolay değişmez.

Bugün bana ise yarın sana: Neyin ne zaman olacağı bilinmez; bu ister felâket, ister nimet olsun. Bugün ben bir felâket ve haksızlıkla karşılaşmışsam, yarın da sen aynı durumla karşılaşabilirsin. Bugün sen nimetler içinde bulunup mutluysan, yarın da ben kavuşup mutlu olabilirim. Bunu aklından çıkarma.

Bugünün işini yarına bırakma: Bir iş günü gününe yapılmalıdır. İşi yarına bırakmak kimi olumsuzlukları da beraberinde getirir. Yarın daha önemli bir işin çıkmayacağını nereden bilebiliriz? Diyelim ki çıktı, o zaman ne yapacağız? Kuşkusuz bugünkü işten önce onu yapacağız, bugünkü iş de kalacak. Dolayısıyla işler birikmeye başlayacak, çıkmaza girecek. Ayrıca bugün yapılması gereken işin sonraki güne bırakılmasıyla önemini yitirmesi, istenen sonucu vermemesi de söz konusu olabilir.

Bugünkü tavuk yarınki kazdan iyidir: Az da olsa bugün elimizde bulunan bir nimet, imkân ya da nesne, büyük de olsa henüz elimize geçmemiş olandan daha iyidir. Çünkü henüz elimize geçmemiş olan, ihtimal dâhilindedir. Bir engel çıkıp onun elimize geçmesi gerçekleşmeyebilir. Oysa ötekinin elimizde olması gerçekleşmiştir.

Buğday başak verince orak pahaya çıkar (kıymete biner): Kimi zaman ortada duran, pek önemli görünmeyen şeyler kendilerine ihtiyaç duyulunca çok değer kazanırlar. İsteklisi çok olan nesnenin fiyatı artar. Sözgelimi yazın ortasında el sürülmek istenmeyen odun ya da kömür, kışa doğru birden kıymet kazanır; ucuzken pahalı olur.

Buğdayım var deme ambara girmeyince, oğlum var deme yoksulluğa düşmeyince: Tarlada ya da harmanda duran, henüz hasadı yapılıp ambara girmemiş ürün bizim sayılmaz. Çünkü bir yangın, bir sel, yağmur ya da başka bir felâket onun harap olup yok olmasına yol açabilir. Anne ve babanın varlıklı olduğu günlerde oğulun gerçek kişiliği ortaya çıkmaz. Ne zaman anne-baba yoksullaşır, işte o zaman gerçek yüzü ortaya çıkar. Eğer oğul, anne-babasına karşı olan görevlerini yerine getirmiyor, onlardan yardımını esirgiyorsa, ona iyi bir oğul denemez.

Buğdayın yanında acı ot da sulanır: Mümkün olduğunca dikkatli olunup iyi ve yararlının yanında, kötü ve yararsızın gelişip büyümesine fırsat verilmemelidir.

Bükemediğin eli öp: Kendisiyle mücadele ettiğin rakibinin kuvveti, bilgisi ve becerisi karşısında başarı gösteremeyip mağlûp olduysan rakibinin üstünlüğünü kabul et; bu onurlu bir davranış olacaktır.

Bülbülü altın kafese koymuşlar, “ah vatanım” demiş: İnsan, özgürlüğünü ancak vatanında bulur. Bu bakımdan vatan en değerli varlığıdır insanın. Orda doğmuş, orda büyümüş, orda doymuş, orda tatmıştır mutluluğu. Bu sebeple yurdundan uzakta yaşamak, ne denli bolluk içinde olursa olsun insana zor gelir. Nasıl ki bülbül asıl vatanı olan yeşil tabiatı, kanat çırpacağı mavi gökleri özleyip ister ve altın kafesten kurtulmaya çalışırsa, insan da (hele bir de tutsaksa) özgür yaşayacağı vatanını ister ve hasretini çeker.

Bülbülün çektiği dil (i) belâsıdır: Bir karganın kafese konup beslendiği pek görülmemiştir. Ama bülbül için kafesler sürekli yapılır durur. Bunun tek sebebi, sesinin güzelliğidir. O oldukça güzel öter ve bunun için yakalanıp kafese konur. İnsanlar bundan ders almalıdır. Çünkü düşünüp taşınmadan, sonunun nereye varacağını hesaplamadan sarf edilen sözler, insanın başına dert açabilir. Dili yüzünden belâya saplanıp zarar görebilir.

Büyük balık, küçük balığı yutar: Güçlü olan kendinden güçsüzü ya ezer, ya yok eder, ya da kendisine bağlı kılar. Bu durum insan için olduğu kadar, ticarî işletmeler ve devletlerarasında da çoklukla söz konusudur. Kişiye düşen, yok olmamak için var gücüyle mücadele etmektir.

Büyük başın derdi büyük olur: Bir iş ne kadar büyükse çözüm bekleyen sorunları da o kadar büyük olur. Dolayısıyla bir işletmeyi idare eden, bir toplumu yöneten, kısacası büyük işlerin başında bulunan kimselerin de hem sorumlulukları, hem de dertleri büyük olur.

Büyük lokma ye (de), büyük söz söyleme: İnsan çoklukla nefsine yenik düşer. Kendini pek çok konuda ön plâna çıkarmak, ne kadar becerikli ve akıllı olduğunu belirtmek ister. Bu durum onun böbürlenmesine, “ben olsaydım öyle değil, böyle yapardım; şunu yapsaydı kötü duruma düşmezdi; ben asla onun yaptığı gibi kötü bir şey yapmam; o sözler de söylenir miydi?” gibi sözler sarf etmesine sebep olur ki, böyle bir tavır sergilemek son derece zararlıdır. Dünya ve insanlık hâli bu, öyle bir gün gelir ki, yerip kınadığımız kişinin başına gelenler bizim de başımıza gelebilir ve gülünç duruma düşebiliriz. Bu sebeple ağzımızdan çıkacak söze dikkat etmeli, büyük söz söylemekten kaçınmalıyız. Hayatta hiçbir zaman başkalarının durumu küçümsenmemelidir.  Başkalarını eleştirirken onları kınamamak gerekir. Eleştiriler genellikle yapıcı olmalı, hele hele kendimizi eleştirilen kişiden asla üstün görmemelidir. Büyük konuşmak insanın değerini azaltır. Kaldı ki başkalarını kınayan kişi çok zaman aynı duruma kendisi de düşmüştür. Ayıplamak, ayıplanan durumu davet etmek gibidir. Kendilerini üstün görme çabasıyla başkaları aleyhinde atıp tutanlara bir tembih sözü olarak söylenir.

 

C

Cahil adam meyve vermeyen ağaca benzer: Bilgisiz kişiler etraflarına faydalı olamadıklarından ve davranışlarında olumlu sonuçlar beklenmediğinden dolayı faydalı kişiler değildirler.

Cahile söz anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur: Cahil kişi, okuyup öğrenim görmemiş, bilgisiz ve deneyimsiz kimsedir. Bu bakımdan söylenen bir sözün ne maksatla söylendiğini, hangi anlama geldiğini kavramakta zorluk çeker. O ne biliyorsa, doğru onlardır. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın kendi doğrularından başka bir doğru kabul etmez. Öyle de inatçıdır ki deve nasıl hendek atlamamak için direniyorsa, o da görüşünden vazgeçmemek için direnip durur.

Cahilin dostluğundan âlimin düşmanlığı yeğdir: Âlim her şeyi bilen kimsedir. Yaptığının sonuçlarını bilir ve katlanır. Kendisi ile dost olmak mümkün olduğu gibi düşman olunduğu zaman da bir noktada anlaşmak mümkündür. Cahil kişiler iyi niyetli görünseler de onlarla anlaşmak güçtür, hatta mümkün değildir.

Cambaz ipte, balık dipte gerek: Niteliği gereği hemen her varlık farklı bir yerde bulunur, barınır ve iş yapar. Niteliğine uygun olmayan yerin şartları onu zor durumda bırakabilir. Dolayısıyla her kişi elde ettiği niteliklerin gerektirdiği bilgi, beceri ve uzmanlık sahası içinde çalışmalı; o alanın dışındaki işlerden uzak durmalıdır.

Cami ne kadar büyük olsa imam bildiğini okur: Bir toplulukta çok kişi ve fikir olsa da karar verme yetkisine sahip kimseler, kendi bildiklerini uygularlar.

Cana gelecek (kaza-zarar) mala gelsin: Eğer bir kaza gelecek ve zarar görecekse insan, canına değil malına gelsin. Çünkü kazaya uğrayan, zarar gören malın tekrar kazanılması veya elde edilmesi mümkündür. Ama can için durum böyle değildir. Cana gelen felâketler silinmeyecek izler bırakır. Bir kazadan ötürü insan ölebilir, sakat kalabilir, dolayısıyla böylesi zararları gidermek mümkün değildir.

Can boğazdan gelir: Her canlı gibi insan da beslenmek zorundadır. Bedeni için gerekli olan gıdaları ancak bu şekilde alır. İyi beslenmeyen, yeterli gıdaları almayan bir vücut sağlıklı, dinç ve dayanıklı olamaz; bu kimselerin güçsüz kalıp hasta olmaları da kaçınılmazdır. O hâlde insan sağlığını korumak istiyorsa, iyi beslenmeye önem vermelidir. İnsanın hareketli ve üretken bir yaşam sürdürebilmesi için beslenme biçimine dikkat etmesi gerekir.

Can canın yoldaşıdır: İnsan yaratılışı gereği tek başına yaşayamaz. Bir arkadaşa, bir dosta mutlaka ihtiyaç duyar. Bu, gerek iş yapması, gerek sorunlarını çözmesi, gerekse konuşup dertleşmesi için zorunludur.

Can cümleden aziz (dir): 1. Bir tehlike anında insan önce kendi canını kurtarmaya başlar. O anda kendi canı, diğer canlardan daha önemli olur. Kimi istisnalar hariç, bu durum hemen her insanda göze çarpar. Bu da tabiî bir vak`a olarak görülür. 2. İnsanın kendisi hemen herkesten önce gelir. Her ne kadar kimi zaman özveride bulunur, fedakârlıklar gösterirse de (bunun da bir yeri ve sınırı vardır), vahim konularda çıkarlar çatışmaya başlayınca, kendi çıkarından asla taviz vermez. İnsanlar kendi çıkarlarını her zaman başkalarının çıkarlarından üstün görürler. Aksi şekilde davrandıklarında bile kendi çıkarları söz konusu olduğu zaman fedakârlık yapmaktan vazgeçerler.

Can çıkmayınca huy çıkmaz: Huy, insanın yaratılış ve ruh özelliklerinin bütünüdür. İnsanla birlikte var olmaya başlar; insan büyüdükçe, huy da onun benliğine iyice yerleşir; kişiliğinin bir parçası hâline gelir. İster eğitim, ister başka bir yolla olsun, kişinin huyunu değiştirmek mümkün değildir; kişinin ölümüne kadar öylece devam eder. Hayat boyu kazanılan alışkanlıklar da gelişir. Ama değiştirmek çok zordur. Kişi ölünceye kadar devam eder.

Canı kaymak isteyen, mandayı yanında taşır: Güzel ve varlıklı bir yaşam sürmek isteyen kişi kendisine bu yaşamı sağlayacak olan varlıkları çok yakınında bulundurmalıdır.

Canı yanan eşek attan yürük olur: Herhangi bir durumdan ötürü canı yanıp acı çekmiş olan kimse, aynı durumla bir daha karşılaşmamak için kendisinden beklenilenin üstünde bir çaba gösterir. Öyle ki altından kalkamaz sanılan işleri bile başarır, çok iyi sonuçlara ulaşır. Karşılaştığı bir konuda ziyan gören, canı yanan kimse aynı zarara uğramamak için var gücüyle çalışır.

Cefa çekmeyen sefanın kadrini bilmez: Sürekli bolluk, rahatlık içinde yaşayan insanlar içinde bulundukları vefa ve mutluluğun kıymetini bilmezler. Bunu doğal bir şeymiş gibi görürler. Nasıl sağlıklı bir insan, hasta olmadan sağlığın kıymetini bilmezse, sefa içinde olan da darlığa ve sıkıntıya düşmeden rahatlık, huzur ve mutluluğun kıymetini bilemez. Cefayı Hayatında dert ve sıkıntı çekmemiş olan kişiler, mutluluğun kıymetini anlayamazlar.

Cennetin kapısını cömertler açar: Cömert kimse, para ve malını esirgemeden veren, eli açık olan, yardım seven, muhtaç kimseleri gözeten kimsedir. İslâm dini böyle kimseleri över ve onları cömert olmaya davet eder. Eğer böyle davranırlarsa; yetime, kimsesize, yolda kalmışa, düşküne yardım ederlerse sevap işleyecekler ve öbür dünyada yaptıklarının karşılığını kat kat fazlasıyla göreceklerdir.

Cesurun bakışı, korkağın kılıcından keskindir: Kimi cesur insanlar kararlıdır, mertlikleri ve azimleri yüzlerinden okunur. Yüz ifadeleriyle hasımlarını yıldırabilirler. Korkak insanlarda ise yürek gücü yoktur. Bu güç olmadığından ötürü kılıcı gerektiği gibi kullanamazlar, dolayısıyla kılıçları keskin de olsa bir işe yaramaz.

Cins horoz yumurtada (iken) öter: Kimi soylu ve değerli kimse, daha bebekken, eğitim çağına gelmeden kendini kimi hareketleriyle belli eder; başarılı bir insan olup yararlı işler yapacağını ortaya koyar.

Cins kedi ölüsünü göstermez: Şahsiyetli, soylu bir kimse, sıkıntılı ve kötü durumunu başkasına göstermez ve söylemez.

Cömert derler maldan ederler, yiğit derler candan ederler: Soylu kimseler çok zor durumda da olsalar, durumlarını belli etmezler Bazı insanlar vardır ki övülmekten çok hoşlanırlar. Kimi çıkarcılar da böyle insanları iyi tanırlar. Onları “ne kadar cömertsin” diyerek pohpohlayıp överler; bu okşayıcı sözlere kanan kimse de malını, parasını bol bol harcar; ona buna yedirir, sonunda tüketir. Benzer bir şekilde, ne amaç güttüğü bilinmez kimseler de kişiyi “ne kadar güçlüsün, sana karşı gelemez” diye pohpohlayıp överler. Bu tip övgülerden hoşlanan kimse de, böyle biri olduğunu kanıtlamak için harekete geçer; olmayacak bir dövüşe atılır, bu sırada birisi çıkıp canından eder onu.

Cömert ile nekesin harcı birdir: Parayı kullanma biçimi, onun niteliğini değiştirmez.


     Ç

Çabuk parlayan, çabuk söner: 1. Bazı insanlar vardır ki bir olay karşısında çok çabuk öfkelenip kızarırlar. Ancak öfkelenip kızdıkları gibi de çabuk sakinleşirler. 2. Bazı insanlar hak etmedikleri hâlde, kimi yolları kullanarak, yasa ve kurallara uymaksızın önemli mevkilere, makamlara çok kısa zamanda gelirler; ancak o görevin ehli, o makamın adamı olmadıkları anlaşıldığında da çabucak o yerden uzaklaştırılırlar. Layık olmadıkları makamlara getirilen kişilerin, bir süre sonra yetersizlikleri ortaya çıkar.

Çağrılan yere erinme, çağrılmayan yere görünme: İçinde yaşanılan toplumda sosyal ilişkiler oldukça önemlidir. Bu sebeple yapılan davetlere-çok önemli bir sebep yoksa-bir nezaket gereği olarak gitmelidir. Toplum dayanışması bakımından bu bir görevdir. Kişi, çağrılmadığı yere ise gitmemelidir. Geleneğimize göre çağrılmadığı yere gitmek terbiyesizlik ve yüzsüzlüktür. Çünkü gittiği o yerde insanların rahatını kaçırabilir. İnsanlar davet edildikleri yerlere mutlaka gitmelidirler. Çünkü davet eden kişi tarafından istenmektedirler. Çağrılmayan yere gitmek ise yüzsüzlük ve arsızlık olur

Çalıda gül bitmez, cahile söz yetmez: Her varlığın bir niteliği, bir yapısı vardır. Gülü, ancak gül ağacından alabilirsin. Bir çalının gül açması mümkün değildir. Çünkü tabiatına aykırıdır. Bunun gibi cahil kimselere de bir söz anlatmak hemen hemen mümkün değildir. Çünkü cahil kimsenin kavrayışı kıttır, ayrıca inatçıdır ve bildiğinden de şaşmaz. Dolayısıyla onu yola getirmek, ondan olumlu davranışlar beklemek son derece zordur; ona ne söylerseniz boşa gider. Güzelliklerin simgesi olan gülün çalıda yaşaması düşünülemez. Aynı şekilde, cahil kişiye de sözün doğrusunu anlatmak mümkün değildir. Cahil olduğu için kendi bildiklerinin dışında da doğruların bulunduğunu kabul etmesi mümkün değildir.

Çalışmak ibadetin yarısıdır: İbadet kişiyi kötülüklerden sıyırır, iyilik yolunda ilerletir. Tanrı yolunda çalışmak ta kişiyi kötü duygulardan arındırır. Bunun içindir ki çalışmak, ibadet kadar büyük değer taşır.

Çalma elin kapısını, çalarlar kapını: Kimseye kötülük yapma, kimseyi arkasından çekiştirme, bu tür hareketlerden kaçın. Yoksa günü gelir, benzer bir şeyi onlar da sana yaparlar ve zor durumda kalırsın. Kişi hayatında bilerek ve isteyerek kimseye kötülük yapmamalıdır. Böyle bir durumun gerçekleşmesi halinde, günün birinde benzer olumsuzlukları yaşaması muhtemeldir.

Çam sakızı, çoban armağanı: İnsanlar birbirlerini sevindirmek, mutlu etmek için karşılıklı hediyeleşirler. Bu hareket insanların gönüllerini okşar, onları birbirlerine yaklaştırır. İnsan ne kadar yoksul olsa da böyle bir eylemde bulunmak ister. Ne var ki o, varlıklı insanlar gibi değeri yüksek armağanlar veremez. Onun armağanı küçük bir şeydir. Ama taşıdığı değer büyüktür. Davranışı da soylucadır.

Çanağa ne doğrarsan kaşığına o çıkar: İnsan harcadığı çabanın, başkalarına gösterdiği tavrın karşılığını ileride görür. Bir işte ne kadar hazırlık yapmışsa o kadar verim alır. İnsan diğer ilişkilerinde de böyledir. İyilik yapan iyilik, kötülük yapan kötülük bulur.

Çanakta balın olsun, arı Bağdat`tan gelir: Elindeki malın iyi ve değerli ise müşteri bulmakta güçlük çekmezsin. Öyle ki nerede olursan ol, alıcılar çok uzakta da olsa gelip seni bulurlar.

Çarşı iti ev beklemez: Boş gezen, şurada burada dolaşan, hiç ciddî bir iş yapmayan ve aylaklığı alışkanlık edinenler düzenli bir iş yapmaya gelemezler. Çalışmaktan hoşlanmadıkları gibi kolay kolay disiplin altına da girmezler.

Çatal kazık yere çakılmaz: Bir işe, çok başlılık zarar verir. Çünkü her kafadan bir ses çıkar. Bir o yana, biri bu yana çeker. Dedikleri birbirini tutmadığı için iş bir türlü ortaya gelemez. Yapılmamış olarak öylece kalakalır.

Çıkmadık candan umut kesilmez: 1. İnsanların ölüm ve dirimi Yüce Allah`ın takdirine bağlıdır. Bu bakımdan eceli gelmeyen kimsenin, ölümcül hâlde de olsan canı çıkmadığı sürece iyileşeceğinden umut kesilmez. 2. İşlerimiz içinde durum böyledir. Kötü giden, felâkete uğrayan işlerin yok olma kertesine gelmiş de olsa düzelmeyeceğini kim söyleyebilir? Yüce Allah`tan hiçbir durumda umut kesilmez.

Çıngıraklı deve kaybolmaz: Kimi kişiler vardır ki, nerede olurlarsa olsunlar onlar bazı özelliklerini koruyarak kendilerini belli ederler. Bir yol bulup toplum içinde yitip gitmelerini önlerler.

Çiftçinin ambarı sabanın ucundadır: Çiftçi, geçimini toprağı ekerek sağlamaya çalışan kimsedir. Bu bakımdan toprağı zamanında ve iyi sürmeli, tohumunu zamanında ekmelidir. Eğer bu işlerini zamanında ve lâyıkıyla yapmazsa, iyi verim alıp ambarlarını dolduramaz; başkasına muhtaç olup kapı çalar hâle gelir. Hemen her işte durum aynıdır. İyi sonuç almak isteyen kişi, işini zamanında ve iyi yapmalıdır.

Çiftçiye yağmur, yolcuya kurak; cümlenin muradını verecek Hakk: İnsan ne ile uğraşıyorsa, onun yararına bir sonuç vermesini ister. Çiftçinin iyi ürün alabilmesi için yağmura ihtiyacı vardır. Bir kimse de güzel ve sıkıntısız bir yolculuk yapabilmek için kurak havayı ister. Görüldüğü gibi birinin istediği şey diğerinin zararınadır. Ancak sonucu yine Yüce Yaratan belirler. O nasıl takdir etmişse öyle olur, kime neyi nasip etmek isterse o gerçekleşir. Her kul Tanrı'sından kendi çıkarları doğrultusunda istekte bulunur. Bu istekler birbirine zıt da olabilir. Ama Tanrı bu dilekleri şaşmaz bir düzen, uygun gördüğü biçimde yerine getirir.

Çingene çingeneye çatmadıkça kasnak boynuna geçmez: Kişilerin ne kadar cahil, görgüsüz ve bayağı oldukları ilk bakışta anlaşılmaz. Ta ki kendi ayarlarında bir kişiyle karşılaşıp kavga edene dek. O zaman gerçek kişilikleri ortaya çıkar.

Çingeneden çoban olmaz, Yahudi`den pehlivan: Her kişinin ayrı bir karakteri vardır, soyu sopu farklıdır. Yetişmesi, bilgi ve becerisi doğrultusunda yapacağı işleri de birbirine uymaz. Çobanlık öyle sanıldığı gibi kolay bir iş değildir; önce sabır ve sorumluluk, sonra sözünde durma ve bir yere bağlanıp kalmak ister. Çingenede ise bu hasletler bulunmaz, bunun için de çobanlık yapamaz. Benzer şekilde, pehlivanlık da cesaret, yürek ve mertlik ister. Oysa Yahudi tam tersine korkaktır, bu yüzden pehlivanlık yapamaz.

Çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış: Sorumsuz, bayağı ve soysuz kimse eline bir yetki ya da imkân geçince mizacının gereğini yerine getirir. Öyle ki değil yabancılara, en yakınlarına bile kötülük yapmaktan çekinmez. Ve işe başladığını böyle belli eder.

Çirkefe taş atma üstüne sıçrar:  Şerli, etrafa kötülük saçıp duran kimselerden uzak dur; zorunlu olmadıkça onlara çatma, söz atma. Çünkü onlar bir kötülük yapmak için fırsat kollarlar. Böyle bir fırsatı onlara verirsen onların kötülükleri sana bulaşır, kirlenir ve zararlı çıkarsın. Çevrelerinde kötü, edepsiz tanınan kişilerle ilişkiye girmek doğru değildir.

Çivi çıkar ama yeri kalır: Birine yaptığımız kötülüğü ne denli gidermeye çalışırsak çalışalım, yeni de o kötülüğün bir izi ve hatırası kalır. Bunun için kimseyi incitmemeye, kırmamaya gayret edelim.

Çivi çiviyi söker:  Güçlü bir şeyin etkisine, en az kendisi kadar güçlü bir başka şeyin etkisiyle karşı konabilir.

Çobana verme kızı, ya koyun güttürür ya kuzu: 1. Kararını vermeden önce iyi düşün. Kızını vereceğin kimse ne işle ilgileniyorsa, kızın da o işle ilgilenmek zorunda kalacaktır. 2. İncelikli, hassasiyet gerektiren bir işi, o işten anlamayan birine teslim etme. Kabalığı, beceriksizliği, dikkatsizliği yüzünden işi berbat edebilir.

Çobansız koyunu kurt kapar: 1. Elindeki nesneleri kaybetmek, birine kaptırmak istemiyorsanız gereken önlemleri alıp koruyunuz. 2. Yöneticisi ve koruyucusu bulunmayan, başsız kalan toplum onun bunun saldırısına uğrar; sonunda dağılıp çözülür.

Çocuğa iş buyuran, ardına kendi düşer (Çocuğa iş, ardına sen düş/ Çocuğu işe sal, ardınca sen var): Çocuk gerek yaşı, gerek bilgi ve becerisi sebebiyle kimi işlerin altından kalkamaz. Çocuğa yapamayacağı, üstesinden gelemeyeceği, belli bir sorumluluk gerektiren işi yükleyen kimse, bunun farkına vardığı anda onun arkasından gitmek ve işle ilgilenmek zorunda kalır.

Çocuğun bulunduğu yerde dedikodu (gıybet) olmaz: 1. Çocuk, bir sözün nereye varacağını bilmez. Onun için sözün gizlisi ya da saklısı da olmaz. Duyduğunu hiç umulmadık bir anda ve yerde lâf olsun diye söyleyip başkalarına aktarabilir. Bu korkuyla çocuğun bulunduğu yerde başkasını çekiştirme olmaz, dedikodu yapılmaz. 2. Çocuğun bulunduğu yerde dedikodu olmaz. Çünkü herkes çocukla meşgul olur, oyalanır ve dedikoduya fırsat bulamaz.

Çocuğun yediği helâl, giydiği haram: Çocuğun sağlıklı, dinç ve güçlü olması için iyi beslenmeye ihtiyacı vardır. İyi beslenmeyen çocuk kimi hastalıkların pençesine kolayca düşebilir ve sağlıklı bir gelişim gösteremez. Bu bakımdan onun gelişip büyümesi, iyi beslenmesi için ne kadar para harcansa yerindedir. Ancak giyim için yapılan hesapsız harcamalar doğru değildir. Çocuk giydiği elbisenin kıymetini bilemez, hor kullanır, kirletir ve paralar. Ayrıca gittikçe büyüdüğü için bugün kullandığını yarın da kullanamaz. Bu sebeple gerekli olan dışında çocuğu pek pahalı giysilerle donatmak yanlıştır.

Çocuk büyütmek taş kemirmek: Çocuk büyütmek büyük fedakârlık ister. Çünkü anne_baba çocuğu büyütmek için türlü zahmetler çeker, büyük emek verirler. Gerek yeme ve içmeleri, gerek eğitimleri için ellerinden geleni yapıp olmadık zorluklara katlanırlar.

Çocuk doğmadan kaftan biçilmez: Bir iş henüz ortaya çıkmadan, bir neticeye varmadan kimi hazırlıklara girişmek, onun hakkında yorum yapmak yanlıştır. Önce iş ya da olay netleşmeli, ne olup olmadığı anlaşılmalı, sonra hazırlık yapılmalıdır.

Çocuk düşe kalka büyür: Hemen her çocuk emeklemeye, yürümeye başladığı zamanda sık sık düşüp şurasını ya da burasını incitebilir. Bu durum son derece doğaldır. Anne_baba bunun için kaygı duymamalıdır.

Çocuktan al haberi: Art niyet taşımayan çocuklar, başkalarının yanında her şeyi çekinmeden konuşurlar.

1. Çocuk gizlilik kavramından haberdar değildir. Dolayısıyla duyduğu şeyi kolayca başkalarına söyleyebilir. Bunun yanlış olduğunu da düşünemez. Bu sebeple başkasının duyması istenmeyen, sır olarak kalması gereken şeyleri çocuğun yanında konuşmaktan kaçınılmalıdır. 2. Çocuklar yaşları gereği yalan dolan nedir pek bilmezler. Kendilerine sorulan bir şeyi, bildikleri ve tanık oldukları bir olayı, duydukları bir sözü olduğu gibi anlattıkları, çarpıtmadıkları için haberin doğrusu çocuklardan alınır.

Çoğu zarar, azı karar: Her şeyin bir ölçüsü ve bir sınırı vardır. Bunları ihlâl eden, aşan, aşırıya kaçan insan zararla karşılaşır. Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için en uygun ölçü olan “karar” sınırında kalınmalı, öteye gidilmemelidir.

Çok arpa atı çatlatır:  At arpayı çok sever ama ölçüyü kaçırıp da gereğinden fazla yerse zararını hemen görür. Bunun gibi her işte de bir ölçü vardır, ölçüyü kaçırıp işte aşırı gitmek zararımıza olur.

Çok bilen çok yanılır: Bir insan çok bilgi sahibi olabilir. Ama bu demek değildir ki her şeyin mahiyetini biliyor. Onun da bilmediği, inceliğini kavramadığı pek çok şey vardır. Bu bakımdan bilgisi sebebiyle bir insan kendisine güvenip öyle olur olmaz şeylere karışmamalıdır. Yoksa yaptığı bir hareket, söylediği bir söz, fark etmediği bir durum onu yanılgıya düşürüp zor durumda bırakabilir.

Çok gezen çok bilir: Bilgi edinmenin çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri de gezip görerek öğrenmedir. İnsanlar gezdikleri yerlerde gördükleriyle ilgili pek çok bilgi edinirler. Ne kadar çok yer gezerlerse, bilgileri de o kadar çok artar; bu yolla, bildikleri üzerine bilgi katarlar, bilgi dağarcıklarını zengin kılarlar.

Çok havlayan köpek ısırmaz: Bilinen şu ki, bağırıp çağıran, yapacağı kötülüğü açıkça söyleyen, sözleriyle karşısındakini korkutmaya çalışan kimse, saldırıda bulunamaz; istese de bunu yapamaz. Bunun aksine, sesini çıkarmayıp sinsice hareket edenler tehlikelidirler. Onlar yapacaklarını yapıp gösterirler.

Çok koşan (seğirten) çabuk (tez) yorulur:  Hemen her işte sağlıklı sonuca ulaşmak dengeli çalışmakla mümkündür. İnsanın gücü bellidir. Gücünün üstünde çalışır, aşırı çaba gösterirse çabuk yorulur; yorgun düşer, dolayısıyla sonuca da geç ulaşır. Gücünün üstüne çıkmadan, kendisini çok yormadan çaba harcayanlar hem sürekli çalışırlar, hem de sonuca daha kolay ulaşırlar.

Çok söyleme arsız olur, aç koyma hırsız olur (Aç bırakma hırsız olur, çok söyleme arsız olur): Yönettiğin, eğittiğin, koruduğun kimselere aşırı ölçüde söylemek, ardı arkası kesilmeyen buyruklar vermek, eleştirilerde bulunmak sözlerinin gücünü kırıp tesirsiz bırakabilir; dolayısıyla o kimseler yüzsüz ve söz dinlemez olurlar. Benzer bir şekilde bu kimseleri aç da bırakma, haklarını ver; gerek yiyecek, gerek para bakımından bir sıkıntıya düşürme; yoksa onları kötü yola iter, hırsızlığa sevk edersin.

Çok yaşayan bilmez, çok gezen bilir: İnsanın bilgisi yaşıyla ölçülemez. Uzun bir ömür süren ama çevresinden hiç ayrılmayan kimselerin bilgileri de sınırlıdır. Oysa çok gezen, çok yer gören kimseler daha bilgilidirler. Çünkü onlar gördükleri yerler hakkında ayrı ayrı bilgiler edinmişler ve bilgi dağarcıklarını zenginleştirmişlerdir.

Çürük tahta çivi tutmaz: 1. Gerçek niteliğini yitirmiş, aslı bozulmuş, eskimiş, işe yaramaz bir hâle gelmiş bulunan bir şeyi, ne kadar uğraşırsak uğraşalım faydalanabilecek bir duruma getiremeyiz. 2. Şahsiyetini yitirmiş, soyluluğu kalmamış, kaypak ve güvenilmez kimselerle bir işe girişilemez. Bu gibi kimselerle kurulacak ilişkilerin sonu hüsranla biter. Esas niteliği bozulmuş bir şeyi eski haline getirmek mümkün değildir.

 

D

Dağ başı dumansız olmaz: Doğası gereği dağ başları genellikle dumanlı olur. Nasıl dağ başlarından duman eksik olmazsa, toplumda yüksek mevkilere, makamlara çıkan ve sorumluluk alan kimselerin başında da dert eksik olmaz.

Dağ başından duman eksik olmaz: Toplumda yüksek ekonomik ve sosyal seviyeye sahip insanların, bu konumlarından kaynaklanan bir takım üzüntü ve sıkıntıları vardır. Bu durum, zenginlik ve yüksek makam devam ettiği sürece hiç eksilmez.

Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur: İnsanlar gezen, dolaşan, hareket eden varlıklardır. Bir yerden kalkıp başka bir yere gidebilirler. Arkadaşlar, dostlar, tanıdıklar birbirlerinden ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar, günün birinde, bir yerde karşılaşabilirler; hatta hiç karşılaşmayacaklarını sanan insanlar dahi birbirlerine kavuşabilirler.

Dağ ne kadar yüce olsa yol (onun) üstünden aşar: 1. Güçlünün daha güçlüsü, yetkilinin daha yetkilisi, yönetilmez sanılanın bir yöneteni vardır. 2. Çözümü güç meselelerin, yenilmesi imkânsız gibi görünen zorlukların da üstesinden gelinebilecek bir yol vardır. Yeter ki gerekli azim, sabır ve cesaret gösterilsin, yılgınlığa düşülmesin.

Dağ dağ üstünde olur, ev ev üstünde olmaz: En olmayacak şeyler bile bir gün gerçekleşebilir. Ama iki ailenin aynı ev ortamında yaşaması düşünülemez.

Damlaya damlaya göl olur: Her çok azdan olur. Küçük ve önemsiz şeyler birikerek büyük şeyleri meydana getirirler. Bunun için küçüktür, azdır, önemsizdir deyip hiçbir şey hor görülmemelidir; bunların önemi bilinmeli, çarçur edilmemelidir. Küçük çabalar, büyük problemlerin çözümüne yardımcı olabilirler

Danışan dağı aşmış, danışmayan (-ın) yolu şaşmış: Kimi meseleler vardır ki, insanın onu tek başına halletmesi mümkün değildir. Bu durumda yapacağı tek şey, bilmediği şeyler hakkında uzmanlara başvurmak ve onlardan bilgi almaktır. Bu durumda, işleri kolaylaşacak, güçlükleri zorlanmadan yenecektir. Aksine hareket etmek, bilene sorup danışmaktan kaçmak, işleri zorlaştıracak, insanı çıkmazın içine itecektir. Bilmediğini başkalarına soran kimse, işi iyi ve çabuk bitirir. Fikir alışverişinde bulunmayanlar ise başarı elde edemezler.

Darı unundan baklava, incir ağacından oklava olmaz: Her işin kendine has araç ve gereci vardır. O işten sağlıklı bir sonuç alınmak isteniyorsa uygun olan araç ve gereç kullanılmalıdır. Kötü, uygun olmayan araç ve gereçlerle iyi bir şey, kaliteli bir ürün alınamaz.   Kötü malzeme ile güzel bir iş meydana getirilemez. Yeteneksiz kişiler, büyük sorumlulukların gerektirdiği çabayı gösteremezler.

Davul dengi dengine çalar: Bir işte çalışacaklar, dostluk ve arkadaşlık kuracaklar, özellikle de evlenecek olanlar her bakımdan (zenginlik, makam, alışkanlık, karakter vb.) kendilerine uygun kimseleri seçmelidirler. Aksi takdirde kısa zamanda anlaşmazlıklar başlar, kurulan ilişkiler bozulur. Birlikte yaşayacak veya arkadaş olacak insanların eşitiyle beraber olması lazımdır. Yoksa yapılacak her işte başarısızlık kaçınılmaz olur.

Davulun sesi uzaktan hoş gelir: İçindekilere hiç tat vermeyen, onları rahatsız eden kimi işler vardır ki uzakta olanlara kolay, hoş ve sevimli gelir. Ne zaman ki işin içine girerler, işte o zaman gerçeği görüp yanıldıklarını anlarlar.

Değirmen iki taştan, muhabbet iki baştan: Birlikte iş görmek, birlikte yolculuk etmek, birlikte yaşamak isteyen karı-koca gibi insanlar arasında öncelikle bir uyumun olması şarttır. Bu uyum da karşılıklı saygı ve sevgi temeline dayanır. Tek taraflı sevgi ve saygı uyumu sağlamaya yetmez, ortada düzen diye bir şey kalmaz, kurulan beraberlikten de hayır gelmez.

Deli deliden hoşlanır, imam ölüden:  Kişiler, her bakımdan (mevki, yaş, fikir, duygu, eğitim v.b.) kendilerine benzeyen, uygun olan ya da yarar yağlayabilecekleri kimse ve şeylerden hoşlanıp onlara yaklaşırlar.

Deli ile çıkma yola, başına getirir (gelir türlü) belâ: Kavrayışı kıt, akılsız, aşırı davranışları olan kimselerle ne işe girilir, ne de yolculuk edilir. Buna kalkışan başına türlü dertler alır, çok zarar görür.

Deliye her gün bayram:  Aklı kıt, kavrayışı az, sorumluluk nedir bilmeyen, hiçbir şeyi kendisine dert edinmeyen, istediği işi yapıp istediği yerde dolaşan, ne kazanıp ne kaybettiğinin farkında olmayan kişinin hâli tıpkı bir delinin hâli gibidir. Onun için günlerin birbirinden farkı yoktur, hemen her gününü bayram neşesi içinde geçirir.

Demir nemden, insan gamdan çürür (Duvarı nem, insanı gam yıkar): Bir demirin paslanıp niteliğini kaybetmesine nasıl nem sebep oluyorsa bir insanın yıpranmasına, çöküntüye uğramasına, için için erimesine, harap olmasına da üzüntü, sıkıntı ve çeşitli dertler sebep olur. Bu bakımdan insan her olur olmaz şeyi kendisine dert edinmemelidir.

Demir tavında dövülür. (Devir tavında, dilber çağında): Bir işin başarılması için, o an değerlendirilmesi gereken zaman dilimleri vardır. Demirin istenilen biçime sokulabilmesi, çekiçle dövülüp işlenebilmesi için önce ateşte ısınıp kızarması, yumuşaması gereklidir. Bunun gibi her işin yapılması, o işten iyi netice alınması için de en uygun zamanı kollamak ve bundan yararlanmak gereklidir.

Denize düşen yılana sarılır: Son derece tehlikeli bir durumla karşı karşıya gelen, çaresiz kalan, kurtuluş için bir çıkar yol bulamayan kişi, bu kötü durumdan kurtulmak için her türlü yola başvurur. Öyle ki, en tehlikeli şeylere bile sarılmaya çalışır, onlardan yardım bekler. Çünkü hiçbir tutar seçeneği kalmamıştır.

Derdini söylemeyen derman bulamaz: Her derdin, müşkülün, güç ve sıkıntının altından insanın tek başına kalkması mümkün değildir. Böyle kötü bir durumda bulunan kişi, içinde bulunduğu bu durumu kendisine yardımı dokunacak kimselere, yakınlarına açmalıdır. Derdine ancak bu şekilde çare bulabilir, sıkıntılarından kurtulup rahatlayabilir. Çaresizlik içinde bocaladığımız birçok durumlar vardır ki başkalarına açılamadığımız için bir çıkış yolu bulamayız. İnsanın tek başına halledemeyeceği müşküller olabilir. Bu durumda bize yardımı dokunabilecek birisine müracaat etmek kaçınılmazdır. Aksi takdirde içe gömülen dertler, kişileri ruh bunalımlarına sürükleyebilir. Zor anlarda bir yol gösteri aramanın gerektiğini vurgulamak için söylenir.

Dertsiz baş (kul) olmaz: Hemen herkesin az veya çok bir derdi vardır. Dertsiz insanın düşünülmesi mümkün değildir. İnsan bunu bilmeli ve karamsarlığa kapılmadan dertlerini azaltmaya çalışmalıdır.

Dervişin fikri ne ise, zikri de odur:  Bir insan ne düşünüyor, gönlünden ne geçiriyorsa, bunu hareket ve sözleriyle belli eder; açığa vurur. Devamlı kafasında ve gönlünde taşıdıklarının gündemde kalmasını ister.

Destursuz bağa girilmez (gireni sopa ile kovarlar): İzin alınmadan girilmeyecek bir yere girmeye, yapılmayacak bir işi yapmaya kalkan kimse, bunun cezasını fazlasıyla çeker.

Deveden büyük fil var: Hiçbir insan sahip olduğu makamın büyüklüğü, elindeki yetki ve imkânların genişliği ile övünmemeli, bunlara sırtını dayayarak büyüklenmemeli, kimseyi hor görmemelidir. Çünkü ondan büyüğü ve üstünü her zaman vardır.

Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur: Tamah, açgözlülük insanı küçük çıkarlar peşinde koşturur; onu tehlikelere iter, felâketlerle karşı karşıya bırakır ve zarar görmesine yol açar.

Devletin malı deniz, yemeyen domuz:  Kimi vatan haini, rüşvetçi, menfaatçi kimseler soygunculuğu kural edinmişlerdir. Bunlara göre devletin malı çalıp çırpmakla, yemekle tükenmez; bir yolunu bulup da bu maldan aşırıp yararlanmayandan daha budala kim olabilir.

Dibi görünmeyen suya girme: İç yüzünü iyi bilmediğin, anlamadığın, öğrenmediğin, bir işe girişme; yoksa tehlikeye düşüp zararlı çıkabilirsin.

Dikensiz gül olmaz:  Hoşumuza giden, bizi sevindiren, fayda temin ettiğimiz hemen her güzel şeyin kusurlu, eksik ve kötü bir yanı da bulunabilir. Eğer bunları elde etmek istiyorsak, hoşa gitmeyen ve bize sıkıntı veren bu yanlarını da hoş görmeliyiz.  Yaşanan her başarı ve mutluluğun yanında, bu sürecin parçası olan küçük olumsuzluklar da mevcuttur.

Dil epsem (olsa), baş esen (olur):(Epsem: Suskun): İnsanların başına gelen felâketlerin pek çoğu, dillerini tutamadıklarındandır. Her şeyi her yerde söyleyen densiz ve gevezeler elbette birtakım şimşekleri üzerlerine çekerler. Diline hâkim olamayan kişi de elbette kötü uygunsuz sözlerinin cezasını görür.

(Ayrıca. Bülbülün çektiği dili belâsıdır.)Konuşurken düşünmek ve temkinli davranmak ile ya hayrı konuşmak veya susmak gerektiğini anlatır.

Dilim seni dilim dilim dileyim, başıma geleni senden bileyim: İnsanların başına kimi felâketler, sıkıntılar da çok kez dilleri yüzünden gelir. Dilini tutmayan, ne zaman ve nasıl konuşacağını bilmeyen insanların başlarına belâ geldiği ve bu yüzden pişmanlık duydukları çok görülmüştür.

Dilin cismi küçük, cürmü büyük: Konuşma organımız olan dil, küçük hacimli bir nesnedir. Küçük olmasına küçüktür ama büyük suçlar onunla işlenir. Kimi zaman sarf ettiği kötü sözler insanın başını belâya sokup felâketini hazırlayabilir.

Dilin kemiği yok: Dil kolayca her yana dönebilir. Bu özelliğe sahip olan dilde, her türlü kelimeler de kolayca çıkar; insan doğru olmayan, birbiriyle çelişkili sözleri söyleyebilir; önce söylediğini sonra inkâr edip başka şekle çevirebilir. Kişiler değişik zamanlarda apayrı fikirleri savunabilir; bugün kara dediklerine yarın ak diyebilirler. Konuşmak kolaydır, atıp tutmak da. Ama iş icraata gelince söyleneni yapmak güçleşir. Hele hele kötü sözler söyleyip tehditler savurmak asla hoş görülmez.

Uygunsuz ve kabul edilemeyecek sözler söyleyen kişiler hakkında kullanılır.

Dinsizin hakkından imansız gelir: Acımasız, kötü, insafsız ve ahlâksız bir kişinin hakkından ancak ondan daha kötü bir kişi gelebilir.

Doğmadık çocuğa kaftan (don) biçilmez: Daha ihtimal dâhilinde olan, henüz ne olacağı belli olmayan, ele geçmeyen, ortaya çıkmayan bir şey için önceden hazırlık yapmak ve kesin karar vermek doğru değildir. Çünkü beklediğimizin aksine bir durumla karşılaşıp zarar görebiliriz.

Doğrunun yardımcısı Allah`tır:  Hak ve adaletten kopmayan, işlerinde doğruluktan ayrılmayan kişiye Yüce Allah her zaman yardım eder.

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar: Özellikle çıkarlarını düşünen insanların çoğaldığı, fedakârlığın azaldığı yerlerde yalan dolan, hile, ahlâksızlık artar ve insanlar ikiyüzlü olurlar. Böyle bir ortamda doğru sözlü olan, sözünü esirgemeyen ve sakınmadan herkesi eleştiren kişiyi kimse sevmez. Herkes onu kınar, yanından ve yöresinden uzaklaştırmaya çalışır. Çünkü bu kişi doğru sözleriyle ahlâksızlık üzerine bina edilmiş menfaat düzenini bozmaya çalışır ve çok kimseyi rahatsız eder. Dolayısıyla çıkarları zedelenen, kusurları yüzüne söylenen, ikiyüzlülükleri yüzlerine çarpılan insanlar tarafından hor görülüp kovulurlar.

Toplumlar genel eğilimlerine göre sosyal hayatlarını düzenlerler ve toplumun genel gidişatı bireyleri de etkiler. Herkesin yalancı, düzenbaz, ahlâksız olduğu bir toplumda birilerinin dürüst, doğru ve iyi olması hazmedilemez. Daima hakkı, haklıyı gözeten doğruyu söyleyen böyle kişiler, başkalarının çıkarlarına engel oldukları için dışlanırlar ve zulüm görürler. Ne olursa olsun doğrudan ayrılmamak gerekir. Başkaları bana zarar verir korkusuyla gerçekleri söylememek, toplumları yıkan en kötü hastalıktır.

Hak’tan yana olup doğruyu söylediği için zarar gören insanları teselli amacıyla söylenir.

Doğru söz (ağıdan) acıdır: Kimi insanlara (özellikle yalancı, çıkarcı, ahlâkı bozuk) kusurlarını, yanlışlarını, düzensizliklerini, yolsuzluklarını ortaya çıkaran sözleri yüzüne karşı söylemek çok acı gelir. Çünkü çoklukla bu tür insanlar ya açıklarının ortaya çıkmasını istemezler ya da doğru sandıkları hareketlerinin yanlış olduğunu kabul etmezler. Kötü davranışları alışkanlık edinen ahlâksız insanlar bile ahlâklı ve dürüst olmayı ister, böyle görünmeye can atarlar. Çünkü çıkarları bunu gerektirir. Bir gün birinin çıkıp onlar hakkındaki gerçekleri bütün çıplaklığıyla söylemesi onlara çok acı gelir. Ancak yine de doğru sözü söylemekten kaçınmamalıdır. Menfaate dokunan gerçeklerin söz konusu edildiği zamanlarda söylenir.

Doğru söze ne denir!.: Gerçekler yorum kabul etmez. Onlar hakkında art niyetli söylenecek her söz sahibine zarar verir. Bu bakımdan doğru, mantıklı ve güzel çözümler getiren sözler tartışılamaz. Atasözleri buna misaldir; aksini söylemek pek mümkün değildir.

Doğru bir sözü kabullenmek gerektiğini tavsiye için söylenir.

Doğru söz yemin istemez: Yemin, bir sözün doğruluğunu ispatlamak üzere çok gerekli hâllerde başvurulan bir ahittir. İnsanlar yalan söylemedikleri zaman yemine ihtiyaç kalmaz. Bu bakımdan Türk-İslâm töresinde yemin hoş karşılanmamaktadır. Doğru söz, başka olaylarca da desteklenir. Oysa bir sözün yalan olması, ilgili olaylarla da ortaya çıkabilir. Bu bakımdan asla yemine ihtiyaç duymayacak kadar dürüst olmak gerekir. Zira sözlerini yemin ile kuvvetlendirmek isteyen kişilere şüpheyle bakılır. Kendisine saygısı olan insanlar ise zaten yemine ihtiyaç duymazlar.

Bir sözün doğru olduğunu ispatlayan belirtilerin ortaya çıkması üzerine söylenir.

Dokuz at bir kazığa bağlanmaz: 1. Her tedbir, tehlikenin büyüklük oranı düşünülerek alınmalıdır. Gücü büyük olan tehlikelere küçük ya da zayıf tehlikelerle önlenemez. 2. Bir işin başına, birbiri ile anlaşması mümkün olmayan birden çok yetkili kimse getirilmemelidir. Çünkü her biri bir yana çeker, anlaşamaz ve birbirlerine düşerler. İşi aksatıp geciktirirler.

Dolu bardak su almaz: Bilinmeli ki, her insanın kaldıracağı, taşıyacağı bir yük vardır. Eğer bu yükten fazlası kendisine yüklenir ve taşıması istenirse verimli bir sonuç da umulmamalıdır. Çünkü gücünün üstündeki bir yükün altından yıkılıp kalması, çöküp ezilmesi kaçınılmazdır. Bu bakımdan her kişiye ancak yapabileceği bir işi yüklemek lâzımdır.

Dolu küpün sesi çıkmaz: Bk. “Boş fıçı çok langırdar.”

Domuz derisi post olmaz, eski düşman dost olmaz: İslâm dinine göre domuzun her şeyi pistir. Eti haramdır, beslenmesi yasaktır. Bu nedenle onun derisi de kullanılamaz. Üstünde namaz kılınamadığı gibi oturulamaz da. Eski düşman da domuz derisi gibidir. Ne kadar iyi niyet beslerse beslesin, yakınlık gösterirse göstersin ona güvenilemez; dostluğuna inanılamaz. Hiç ummadığımız bir zamanda bize kötülük yapabilir. Çünkü kolay kolay düşmanlık duyguları silinmez.

Dost acı söyler: Dost sevilip güvenilen, yakın arkadaş, gönüldeş, iyi görüşülen kimsedir. Dostlar hiçbir çıkar kaygısı gütmeden yaklaşırlar insana. Düşman kimselerin aksine, insanın iyiliğini isterler. Sevinci paylaştıkları gibi üzüntüyü de paylaşırlar. Bu bakımdan dostlarımız olanlar eksikliklerimizi, kusurlarımızı, yanlışlıklarımızı yüzümüze karşı söylemekten çekinmezler. Bizi memnun etmek için değil doğruyu göstermek için konuşurlar. Amaçları bizi düzeltmek, acı da olsa gerçeği yüzümüze söylemektir. Bu bakımdan iyiliğimiz için söyledikleri sözlerden ötürü onlara kırılmamalıyız. Kişiler arasındaki ilişkilerde bazı kusurları yüze vurmak tarafları incitebilir. Bu sebeple aralarında sıkı dostluklar bulunmayan insanlar hem karşısındakini kırmak ve utandırmamak, hem de kendisini eleştirdiğini gösterip de düşmanlığını kazanmamak için onun kusurların görmezden gelirler. Oysa gerçek dostlar, karşılarındakinin iyiliğini istediklerinden her türlü eleştiriyi yaparlar. Ta ki dostu kusurlarını düzeltsin ve başkalarına karşı eksikli olmasın. Ama gerçekleri söylemek kişilere ağır geldiği için bir dostun eleştirel sözleri acı kabul edilir. Unutmamalıdır ki yapıcı acı söz, boş iyi sözden üstündür. Kişiler, iyiliklerini düşündükleri dostlarını tenkit ederken, bu atasözüyle fikirlerini kuvvetlendirirler.

Dost başa bakar, düşman ayağa: Temiz giyinip kuşanmak hem dost, hem de düşman için oldukça önemlidir. Bu durum başımızı yukarıda görmek isteyen dostlarımızı sevindirecek, ayağımızın kaymasını bekleyen düşmanlarımızı da kahredecektir.

Dost dostun eyerlenmiş atıdır:  Hakikî dost, dostunun en sıkışık zamanında yardımına koşmaya hazır durumda bekler.

Dost ile ye, iç; alış veriş etme: Her türlü alış verişin temelinde çıkar yatar. Dolayısıyla çıkarların çatıştığı yerde tatsızlıkların baş göstermesi, giderek de dostluğu bozması mümkündür. O hâlde dostluklarını sürdürmek isteyen kimseler birbirleriyle alışveriş yaparken ya çok dikkatli olmalı, ya da alışveriş yapmaktan mümkün olduğunca kaçınmalıdırlar.

Dost kara günde belli olur: Varlıklı, iyi, güzel ve mutlu günlerimizde bizimle dostluk kuran, arkadaşlık eden, yanımızdan ayrılmak istemeyen çok olur. Herkesin mutluluktan bir pay almaya çalıştığı böyle günlerimizde, etrafımızdaki bu kişilerin hepsine gerçek dost diyebilir miyiz? Kuşkusuz hayır. Bu ancak işlerimizin kötü gittiği, üzüntülerimizin arttığı, felâketlerin bizi boğmaya çalıştığı günlerimizde belli olur. İyi ve mutlu günlerimizde olduğu gibi, bizi kara günlerimizde de yalnız bırakmayan, sıkıntılarımızı paylaşan kişiler gerçek dostlarımızdır.

Dostluk başka, alış veriş başka: Alış verişin temelinde çıkar, dostluğun temelinde ise fedakârlık yatar. Bunu bilip dost kalmak isteyenler alış verişlerini arkadaşlık ilişkisinden ayrı tutarlar. Bu kişiler arasındaki dostluk, birinin ötekine fedakârlık yapmasını gerekli kılmaz.

Dostun attığı taş baş yarmaz: Dostun acı sözünden veya sert davranışından bize kötülük gelmez. Biliriz ki, onun bu yaptığı bizim iyiliğimiz içindir.

Duvarı nem, insanı gam yıkar:  Bk. “Demir nemden, insan gamdan çürür.”

Dünya malı dünyada kalır:  Mal, varlık, servet, insanın hoşuna gidecek durum ve şartların bütünü bu dünya içindir. İnsan bunların hiçbirini öldükten sonra öbür dünyaya götürecek güçte değildir. Öbür dünyaya götüreceği ise iyilik ya da kötülükleridir. Bu bakımdan dünya malına fazla tamah etmemeli, kendisini sıkıntıya sokmamalı, gerek kendisi ve gerekse başkaları için malını harcamaktan kaçınmamalıdır.

Dünya Sultan Süleyman`a bile kalmamış: Peygamber Hz. Süleyman, aynı zamanda büyük ve zengin bir hükümdardı da. İnsan, cin, hayvan ve rüzgâr bile Allah`ın izniyle onun hükmüne tâbi idi. Ancak o bile bu eşsiz egemenliğine rağmen ölümden kurtulamadı, öbür dünyaya gitti. O hâlde ibret alınmalı, bu dünyaya tamah edip bel bağlanmamalıdır.

Dünya tükenir, yalan tükenmez: Dünyada yalancıları saymak mümkün değildir. Yalancıların çokluğu, yalanın hemen her yerde barınmasına imkân hazırlamıştır. Yalanın ortadan kalkması, insanların yalan söyleme alışkanlıklarından vazgeçmeleriyle mümkündür. Ancak bu da çok zordur, dolayısıyla yalan sürüp gidecektir.

Düşenin dostu olmaz, hele bir yol düş de gör:  Zenginliğini, makamını, itibarını kaybeden ve bir felâketle karşılaşan kişinin etrafında kimse kalmaz; iyi, güzel ve mutlu günlerin dostları birer birer kaybolur; çünkü çıkar sağladıkları kaynak kurumuştur. Bunun böyle olduğunu ise, ancak bu duruma düşen bilir.

Düşman düşmana rahmet (gazel, yasîn) okumaz: Hiçbir zaman düşmandan bir yakınlık, yumuşama ve bir iyilik umulup beklenmemelidir. O, eline fırsat geçse kötülüklerin en beteriyle üstünüze yürür.

Düşmez, kalkmaz bir Allah:  Hayatta hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Hemen her şey değişip hâlden hâle girer. Sağlıklı bir insan hastalanabilir, zengin de yoksul düşebilir. Küçük imkânlar içinde olanlar büyük imkânlara kavuştukları gibi, büyük imkânlar içinde olanlar da ellerindekini yitirebilirler. Olumlu ve olumsuz tüm değişmelerin dışında kalan sadece Yüce Allah`tır. Bu bakımdan insan kendini büyük görmemeli, elindeki imkânların sürekli var olacağını düşünüp de kibirlenmemelidir.

Düt demeye dudak ister:  Niteliği ne olursa olsun, bir işi başarabilmek için yetenek ve imkânlar gereklidir


      E

Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane: Her canlı gibi insan da yaşar ve ölür. Her insanın da Yüce Allah tarafından takdir edilmiş bir ömrü vardır. İnsan bunu ne uzatabilir ne de kısaltabilir. Ecel saati gelen kimse bir nedenle ölür. Ancak ölüm nedeni olarak gösterilen hastalık, kaza gibi bir şeyler aslında bir bahanedir. Asıl neden kişinin kendisine takdir edilen yaşam süresinin dolmasıdır. Kişinin çok önceden belirlenmiş bir alın yazısı vardır. Bu kurala göre zamanı gelince ölecektir. Bu ölüme bir neden bulunur. Esas sebep o kişinin tanrı katına çağrılmasıdır.

Ecele çare olmaz: Hayatta her durumun çaresi bulunabilir. Ama ölümü engellemek imkânsızdır.

Eceli gelen köpek cami duvarına işer: Tutum ve davranışlarıyla herkesin nefretini kazanmış, büyük bir cezayı hak etmiş ve çaresiz kalmış kimse, şaşkınlığa düşer; sanki hak ettiği cezanın biran önce uygulanmasını ister gibi daha büyük suçlar işler; kendisini yargılayacak kimselere çatar, onları kötüler, öfkelerini üzerine çeker. Bütün bu hareketleri onu kötü bir sona ulaştırır Bir toplulukta bütün insanların kutsal saydığı şeyleri kötüleyenler, hiçbir zaman sevilip istenmezler.

Edebi, edepsizden öğren: Edepsiz kişinin hareketlerini gören, sonuçlarını izleyen kişi, bunların kötülüklerini görür ve yapmamaya çalışır

Eden bulur, inleyen ölür:  Bir durumun nasıl sonuçlanacağı olayın gidişatından bellidir. Birilerine kötülük yapmayı kural edinenler, yaptıkları kötülüğün cezasını eninde sonunda görürler; bu dünyada olmasa bile öbür dünyada. Öte yandan inlemekten kurtulamayan ağır hasta da ölür.  Başkasına kötülük eden kimse en sonunda yaptıklarının cezasını çeker.

Eğilen baş kesilmez: Bize teslim olan, hatasını anlayıp af dileyen, bize sığınan kişi bağışlanmalıdır. Bu davranış Türk-İslâm geleneğinin önemli bir kuralıdır.

Eğreti ata (el atına) binen tez iner: Başkasının malına, yetkisine ve gücüne güvenerek iş yapan yarı yolda kalır. Çünkü kısa bir süre sonra bunları asıl sahibine iade etmek zorunda kalacaktır.

Eğri otur, doğru söyle: Yalnızca seni ilgilendiren konularda özgür sayılabilirsin, sana kimse karışamaz; istediğin gibi yer, içer, giyinir ve oturursun. Ancak toplumu ilgilendiren konularda doğru konuşmalı, yalandan kaçınmalısın; eğer çıkar kaygısı ile yalan söyler, doğruyu eğri diye gösterirsen toplumu ayakta tutan güven duygusunu sarsmış olursun.

Ekmeden biçilmez: 1. Verim alınmak isteniyorsa mutlaka emek ve çaba harcanmalı; para yatırılmalıdır. 2. Birine iyilik yapıp fedakârlık göster ki, benzer şekilde karşılığını alabilesin.

Ekmeğin büyüğü hamurun çoğundan olur:  Verimin yüksekliği, çalışmanın etkili bir şekilde gerçekleşmesine bağlıdır.

Ek tohumun hasını, çekme yiyecek yasını: Bir işten sağlıklı bir sonuç almak istiyorsan onu sağlam temel üzerine oturt. Nitelikli tohumdan güzel ve bol ürün alındığı bilinen bir şey. Bunun gibi nitelikli insan, nitelikli araç ve gereçle iyi iş yapılır; olumlu sonuç alınır.

Elçiye zeval olmaz: İki taraf arasında uzlaşma sağlanması, bir işin bitirilmesi için birinin yanına söz götürmekle görevli kimse, götürdüğü sözler ne kadar kötü de olsa, bu sözlerden sorumlu tutulamaz. Çünkü o sözleri söyleyen değil sadece iletendir. Bu bakımdan cezalandırılamaz.

El elden üstündür: Bir kimse, kendisinden üstün olan bir başkasının da olabileceğini bilmeli; “hiç kimse bu işi benden daha iyi yapamaz” dememelidir.

El el ile değirmen yel ile: Nasıl ki bir değirmenin dönüp buğdayı öğütebilmesi için rüzgâra ihtiyacı varsa, insanın da birtakım ihtiyaçlarını karşılaması, işlerini görebilmesi için diğer insanlara ihtiyacı vardır. Çünkü toplum hayatı yardımlaşma esası üzerine kurulmuştur, insan tek başına bütün işleri yürütemez ve başarıya ulaşamaz.

El elin eşeğini türkü çağırarak arar:  Hiç kimse, başkasının içine düştüğü derdi tam anlamıyla kavrayamaz. Çünkü üzücü olaylar sadece ilgili kimseleri kederlendirir, onlara acı verir. Bu bakımdan birinin derdine çare bulacak kimseler olayla ne kadar ilgilenseler de keyiflerini bozmazlar, derinden acı duyarak işe girişmezler, acele etmezler.

El eli yıkar, iki el de yüzü: Toplu yaşama biçimi herkese bir görev yükler. Bu görevlerin yapılması bir yandan düzeni sağlar, bir yandan da sıkıntıların ortadan kalkmasını. Dolayısıyla karşılıklı yardımlaşma esasına dayalı bu görev iyilikleri çoğaltır, toplumu güçlü kılar.

El için kuyu kazan, evvelâ kendi düşer: Başkasının kötülüğünü düşünen, bunun için tuzaklar kuran kimse, kurduğu tuzağa önce kendisi düşer, hiç kimsenin yaptığı kötülük yanına kalmaz, ona yarardan çok zarar getirir.

El ile gelen düğün bayram: Bir topluluğun hep birlikte uğradığı bir sıkıntıya yakınmasız katlanılır; çünkü insanın sadece kendisi değil, herkesin sıkıntı içinde olduğu düşünülür.

El kazanı ile aş kaynamaz: Başkasının hazırladığı imkânları kendi hesabımıza kullanarak iş yapamayız. Her en imkânlar geri alınıp iş yarıda kalabilir, başarısız olabiliriz.

El mi yaman, bey mi?: Baştakiler ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler, asıl güç halktadır; halk yöneticilerden her zaman ağır basar.

El yarası onulur (geçer, iyi olur) dil yarası onulmaz (iyi olmaz): Silâh, bıçak, taş ve sopa ile açılan yara çabuk iyi olur. Ama acı sözlerin gönülde açtığı yara kolay kolay iyi olmaz. Çünkü hatırlandığı her an acı tazelenir ve kişiyi üzer.

Emanete hıyanet olmaz: Bize güvenerek korumamız altına bırakılan şeylere el uzatmamalı, kötülük etmemeli, haince davranmamalıyız. Böyle bir davranış ne dinimiz İslâm`a, ne de örf ve âdetlerimize yakışır. Bize düşen onların güvenine lâyık olmak ve emaneti titizlikle korumaktır.

Emek olmadan yemek olmaz: Özenle ve çok çalışmadan bir şey kazanıp meydana getiremeyiz. Yiyip içmek, harcamak ve kısacası yaşayabilmek için haksız bir yolla değil, alın teri dökerek kazanmamız şarttır.

Er ekmeği er kursağında kalmaz:  Mert, cömert olan insanlar gördükleri iyiliği unutmazlar; bunun karşılığını mutlaka bir gün öderler.

Erkek aslan dişisinden kuvvet alır:  Toplum hayatında kadınların yeri ve görevi asla küçümsenemez. Bu bakımdan erkekler daima arkalarında güçlü bir kadının desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu desteğe kavuşanların başarıları daha da artar.

Er olan ekmeğini taştan çıkarır: Çalışkan, namuslu, gücüne ve kendine güvenen kişi aç kalmaz; başkasına muhtaç olmamak için en zor işlerde bile çalışır, her zorluğa katlanır, rızkını arayıp bulur.

Erteye kalan, arkaya kalır:  Bir iş zamanında yapılmalı, başka bir zamana bırakılmamalıdır. Yoksa başarılı bir sonuç alınamaz. Geç kalan, sırasını geçiren, erken davranmayan fırsatı kaçırdığı için o şeyden fayda temin edemez.

Esirgenen göze çöp batar: Titizlikle korunmak istenen, üzerine fazla düşülüp titrenen şeye çoklukla bir zarar gelir. Bunu önlemek insanın elinde değildir. Bu bakımdan bir şey üzerinde gereğinden fazla, aşırı ölçüde durulup titrememelidir. Bir konu üzerine gereğinden fazla yoğunlaşmak, aksilikleri de beraberinde getirebilir.

Eski dost düşman olmaz, yenisinden vefa gelmez: Temeli çok eskiye dayanan ve devam eden dostluklar sağlamdır. Kolay kolay bozulmaz. Çünkü dostluğu yaşatabilmeyi başaran eski dostlar pek çok sıkıntılı, acı ve tatlı günleri birlikte paylaşmışlar; birbirlerine duydukları güveni içinde oldukları zamana kadar taşıyabilmişlerdir. Bu bakımdan kimi ufak tefek meseleler yüzünden birbirlerine düşman olamazlar. Öte yandan yeni dostlar arasında ise böyle bir dostluktan söz edilemez. Çünkü birbirlerini yeterince denememişler, sıkıntılara ve acılara birlikte göğüs gerip tavırlarını tam olarak ortaya koyamamışlardır. Dolayısıyla dostluğu oluşturacak güven bağı henüz oluşmamıştır.

Eşeğe altın semer vursalar, eşek yine eşektir: Hiçbir yeteneği, bilgisi olmayan, kavrayıştan ve faziletten yoksun kimse, hangi mevkie geçerse geçsin, ne kadar yetki ve mal sahibi olursa olsun değerli ve saygın kılınamaz. Kısa zaman içinde gerçek kişiliğini, bayağı ve kötü olduğunu tavır ve davranışlarıyla belli eden bu gibi kimselerin aslını kimi unsurlarla değiştirmek mümkün değildir.

Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah`a ısmarla:Akıl insan içindir. İnsan önce aklını kullanarak işlerinin iyi yürümesi için tedbir almalı, sonra da tevekkül etmeli, yani o konuda yüce Allah`a güvenmelidir.

Eşeğin kuyruğunu kalabalıkta kesme; kimi uzun, kimi kısa der:  Kimi işlerimiz vardır ki onları yalnız yapmamız daha uygundur. Eğer ona buna açar, şundan bundan fikir almaya çalışırsak her kafadan bir ses çıkar; birbirine ters öneriler kafamızı karıştırır, işin içinden çıkmamız da güçleşir.

Eşek bile bir düştüğü yere bir daha düşmez:  İçine düştüğümüz kötü durumlardan, başımıza gelen felâketlerden ders almalı, zarar gördüğümüz işe bir daha bulaşmamalı, hata yapmaktan geri durup kendimizi korumalıyız.

Eşek hoşaftan ne anlar; suyunu içer, tanesini bırakır: Kavrayışsız, bilgisiz, kaba ve zevksiz kimseler bir şeyin gerçek değerini bilemez; küçümser, anlamsız bulup hiçler, güzellik ve inceliğin farkına varamaz.

Etle tırnak arasına girilmez:  Ortaya çıkan aile anlaşmazlıklarında bir yanı tutmak doğru değildir. Karı-koca, ana-baba ile evlâtlar birbirine çok yakın insanlardır. Bunlar kimi zaman birbirlerine darılıp küsebilirler, ancak bu durum gelip geçicidir. Bunu fırsat bilip onların aralarını açmaya çalışmak yanlış, yanlış olduğu kadar da faydasız bir davranıştır.

Etme bulma dünyası: Şurası muhakkak ki, yaptığı kötülük hiç kimsenin yanına kalmaz; cezasını çoklukla bu dünyada çeker. Bu dünyada görmese bile, öbür dünyada mutlaka görür.

Ev alma komşu al: İnsanlar bir arada yaşarlar. Dolayısıyla yakınlarında oturan komşularının ilişkiler açısından önemi büyüktür. Kötü komşular ile yan yana yaşamak oldukça zordur. Kavgalara, gürültülere ve anlaşmazlıklara yol açar. Bu bakımdan, ev almadan önce, komşuların nasıl insanlar olduklarını öğrenmek, incelemek her zaman yarar sağlayacaktır.

Evdeki hesap çarşıya uymaz:  Bir iş, bir sorun hakkında önceden yapılan tasarılar, hesaplar ve plânların çoklukla hayat gerçeklerine aykırı düştüğünü uygulamada açıkça görürüz. Bu sebeple geleceğe dönük hesaplarımızda bu gerçeği daima göz önünde bulundurmalıyız.  Planlanan durumlar ile ulaşılan sonuç, her zaman aynı olmayabilir.

Evi ev eden avrat, yurdu şen eden devlet: Mutluluk havası ancak düzenli, temiz, güzel ve ekonomik açıdan rahat bir evde eser. Bunu sağlayan da kadındır. Eğer kadın becerikli, tertipli ve nazik değilse, yuva yaşanılır bir yer olmaktan çıkar. Benzer bir şekilde, içinde yaşanılan yurdu şen eden de devlettir. Eğer devletin başında bulunanlar beceriksiz, zalim, hain ve kendi çıkarlarını düşünen insanlarsa, bunların ülke insanını mutlu etmesi düşünülemez.

Evli evinde, köylü köyünde gerek: Yaşanan sosyal hayat bir düzeni kurarken, kişilere de toplumda uygun bir yer, bir iş göstermiştir. Dolayısıyla herkes buna uymalı; hem kendinin, hem de toplumun rahatını ve düzenini bu şekilde sağlamayı görev bilmelidir. Aksine bir hareket huzursuzluğa ve kargaşalığa yol açar.

 

 

F

Fakirlik ayıp değil, tembellik ayıp: İnsanın kusur ve eksiği, ahlâkî yönü varlıkla belirlenemez. Bu bakımdan yoksul olması, geçimini sağlamakta güçlük çekmesi utanılacak bir durum değildir. Asıl utanılacak durum ve davranış, gücü varken tembellik edip çalışmamak ve yoksul düşmektir. Toplum yaşamında herkes aynı gelir düzeyine sahip olmayabilir. Fakir de olsa zengin de olsa çalışmamak, başkalarının sırtından geçinmeye uğraşmak tembelliktir.

Fala inanma, falsız da kalma: Fala inanmak doğru değildir, aslı yoktur. Yine de insan güzel sözler duymaktan hoşlanır

Fare, çıktığı deliği bilir:Toplumun onaylamadığı işleri yapanlar, sıkıştıkları zaman nasıl hareket edeceklerini önceden hesaplarlar.

Fare (sıçan) deliğe sığmamış, bir de kuyruğuna (kıçına) kabak bağlamış: 1. Yapamayacağı kadar ağır bir iş varken başka bir iş daha yüklenmek son derece sakıncalıdır. İnsan önce kendi işini yapıp düzlüğe çıkmalı, daha sonra başkalarının yükünü omuzlamayı düşünmelidir. 2. Kendisi sığıntı durumunda iken yanına bir kişi daha almak yanlış ve tutarsız bir davranıştır.

Faydasız baş mezara yaraşır: Mademki yaşıyor, o hâlde bir işe yaramalıdır insan. Ne kendisine, ne de etrafına bir yararı, bir kârı dokunmayan ve ona buna yük olan kişinin yaşaması ile ölmesi arasında bir fark yoktur. Hiçbir iş yapmadan başkalarının sırtından geçinen kimseler ölmüş sayılırlar. Çünkü ölülerin de faydası yoktur.

Fazla aş, ya karın ağrıtır ya baş: Çok yemek kişinin sağlığını olumsuz yönde etkiler. Bu yüzden kararında yemek gerekir.

Fazla (artık) mal göz çıkarmaz: O an için ihtiyaç duyulmayan mal, ne kadar ve ne türden olursa olsun elden çıkarılmamalıdır. Hiç umulmadık bir günde ona gerek duyulabilir. Ayrıca malın çok olmasının kimseye bir zararı da yoktur.

Fazla naz âşık usandırır: Kişinin kaprislerine yakınları bir süre katlanabilirler. Ama bu naz devam edecek olursa etrafındakilere de sıkıntı verir.

Felek kimine kavun yedirir, kimine kelek: Aynı toplumda şanslı ve şanssız kişilerin bir arada bulunmaları doğaldır.

Fırsat her vakit ele geçmez: Ele geçirilen imkân veya durumdan en iyi biçimde yararlanmak gereklidir. Çünkü insanın karşısına çok seyrek çıkar.

Fukaranın düşkünü, beyaz giyer kış günü: Toplumda saygın bir yeri olan kişiler, mevki kaybına uğradıklarında aykırı davranmaktan çekinmezler

Fukaranın tavuğu tek tek yumurtlar: Yoksulun şansı hemen hemen hiç gülmez. Onun eline geçen imkânlar da öyle çok değildir. İmkânları sınırlıdır; bunun için, hangi işe el atarsa atsın, zengin gibi kazanamaz. Umduğundan fazla kazandığı görülmemiştir. Kişinin içinde bulunduğu çevrenin ekonomik ve sosyal yapısı, ulaşılan sonuçların niteliğini etkiler.

 

 

 

 

 

G

Gafile kelâm, nafile kelâm: Çevresindeki gerçekleri görmeyen, sezmeyen, bilgisiz, dalgın kimseye ne söylense kâr etmez. O, bildiği gibi hareket eder. Dolayısıyla ona söylenecek her söz boşa gider. Etrafında olan biteni umursamayan kimseleri doğru yola getirmek için yapılan uyarılar boşunadır.  Çevresinde olup bitenlerle ilgilenmeyen veya ilgilenmek istemeyen kişileri o konuda uyarmak boşunadır. Zira onlar ileriyi görmemekte direnir ve olaylar karşısında gaflet gösterirler. Bu bakımdan kendilerini uyarmak için söylenen sözler hep boşa gider, işe yaramaz. Laf anlamamakta ısrar edenler hakkında söylenir.

Gammaz olmasa tilki pazarda gezer: Gizli-saklı, kanunsuz yollarla çıkar sağlamayı iş edinen kimseleri, söz getirip götüren kimselerin varlığı korkutur. Dolayısıyla bunlar yakayı ele vereceklerinden çekinerek, herkesin içinde öyle uluorta dolaşamazlar.

Garibin yardımcısı Allah'tır: Garip kişilerin yardımına gönlündeki inancın büyüklüğü oranında ancak Allah yardım eder.

Garip kuşun yuvasını Allah yapar: Kimsesiz, zavallı, yoksul ve güçsüz kişiye yüce Allah yardım eder. Hiç ummadıkları bir yerden kendilerine yardım eli uzanır ve darda kalmazlar. Yüce Allah onları korur, gözetir ve mal sahibi yapar.   Tanrı'ya inanmış kişileri, tanrı sıkıntı içinde bırakmaz. Onlar bir süre sıkılsalar da Tanrı bir yerden bir şey bağışlayarak sıkıntılarını ya kaldırır ya da hafifletir.

Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını çalar: Kişi geçimini kimden sağlıyorsa, kimin hizmetinde ise, ne kadar merhametsiz ve acımasız olursa olsun, ne kadar fikirleri uyuşmazsa uyuşmasın onun yanında olur; onun istediklerini yerine getirir. Bütün dinler çalışmayı emreder. Bazı kimseler ise dini çıkarları doğrultusunda kullanıp, çalışmadan yaşamanın yollarını bulurlar ki kendileri için çok kötü bir davranışı gerçekleştirmiş olurlar

Geç olsun, güç olmasın(Başarılması çok zor işler için söylenir): Yapılan işlerin başarıya ulaşması ve birtakım engellerin ortadan kaldırılması için fazla zaman harcanmasının ziyanı yoktur.

Gel demek kolay, git demek güçtür: Bir konuğu davet etmek, bir insanı iş bulup yerleştirmek kolay ve zevk verici uğraşlardır. Ama sıkıntı veren konuğa artık git demek, işini hafife alan kimseye işe gelme demek çok zordur. Bunun için insanlara bir iyilikte bulunulacağı zaman iyi düşünülmeli, layık olana bu hizmet verilmelidir.

Gelen gideni aratır: Tanışılan kişiler, unutulanlardan daha büyük hatalar yapabilir anlamında kullanılır.

Gelene git denilmez: 1. Kendiliğinden gelen güzel bir şeyi, faydayı geri çevirmek doğru olan ve yakışık alan bir şey değildir. 2. Gelenek ve göreneklerimize göre, kendiliğinden gelen konuğu kabul etmeyip geri çevirmek doğru bir davranış olmaz.

Gelen gidene rahmet okutur (Gelen gideni aratır): Bir işe veya göreve sonradan gelen, orada daha önce çalışandan daha başarısız ve geçimsiz olabilir. Dolayısıyla beğenmediğimiz o eskiyi bize aratır ve “keşke o gitmeseydi, o çok iyiydi” dedirttiği olur.

Gemisini kurtaran kaptan: Tehlikeli, güç bir duruma düşüp de ortalık iyice karışınca kimileri kendi başlarının çaresine bakarlar. Bunlar ne yapıp yapıp kurtulur ve iyi sonuca ulaşırlar.

Gençliğin kıymeti ihtiyarlıkta bilinir (anlaşılır): İnsanın gençliği göz açıp kapayıncaya kadardır. Ne olup bittiği pek anlaşılamadan geçip gider. İnsan ihtiyarlayınca şöyle düşünür, yapılacak pek çok şeyin var olduğunu fark eder. Ancak iş işten de geçmiştir. Çünkü bunları yapacak ne gücü ne de zamanı vardır. İşte o an, gençliğin ve gençlik günlerinin ne denli kıymetli olduğunu anlar.

Gençlikte para kazan (taş taşı), kocalıkta kur kazan (ye aşı):  Gençlik, insanın en verimli çağıdır. Güç ve enerji doludur. İnsan işte bu dönemde çalışıp para biriktirmeli, mal-mülk sahibi olmalıdır. Çünkü ihtiyarlayıp gücünü yitirdiği, çalışamadığı dönemde ona ihtiyaç duyacaktır. Elinde olduğu için de rahat yaşayacak ve sıkıntı çekmeden gün geçirecektir.

Gezen ayağa taş değer: Gereksiz davranışlarda bulunan kişiler, kendilerine zararlı durumların ortaya çıkmasına sebep olabilirler.

Gidilmeyen yer senin değildir (olmaz): Ulaşıp yanına varamadığımız, kendisinden yararlanamadığımız yer bizim olsa ne olur? Bizim dediğimiz yer, elimizde bizzat tutup kendisinden yararlandığımız yer olmalıdır.

Gidip de gelmemek, gelip de görmemek (bulmamak) var: Bulunduğu yerden uzaklara gidecek kimsenin geri dönmemesi, döndüğünde de bıraktıklarını bulamaması mümkündür. Bu sebeple yola çıkacak kişi bunu düşünmeli ve yakınları ile helâlleşmelidir.

Göğe direk, denize kapak olmaz: Öyle işler vardır ki, insanın gücünü ve imkânlarını aşar; gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu tür işlerle uğraşmak, bu yolda hayallere kapılmak boşunadır.

Hayat inişli çıkışlıdır. Hayatın bu durumu insanı etkiler. Dolayısıyla insanın bir günü diğerine uymaz. İnsan bazen iyimser, neşeli, umutlu ve mutluluk doludur; bazen de kötümser, üzgün, neşesiz, mutsuz ve bezgindir.

Gönül bir sırça saraydır, kırılırsa yapılmaz: Gönül; sevgi, istek, düşünüş, anma ve hatır gibi kalpte var sayılan duygu kaynağıdır. Bu kaynak insanı yeterince nazik ve içli kılar. Dolayısıyla kaba ve sert hareketler karşısında fazla dayanamaz, çabucak incinip kırılır ve gücenir. Kırılan bir gönlü kolay kolay onarmak ve eski hâline getirmek de oldukça güçtür. Öyleyse etrafımızdaki insanlarla olan ilişkilerimizde dikkatli olmalı, gönül kırmaktan kaçınmalıyız.

Gönülden gönüle (kalpten kalbe) yol vardır. (Kalp kalbe karşıdır): İnsanları bir araya getiren huy, zevk, alışkanlık, fikir ve inanç birliğidir. Dolayısıyla bu insanların gönüllerinde de bir duygu birliği vardır. Biri öteki için ne düşünüyor ve ne hissediyorsa, öteki de beriki için benzer şeyi düşünür ve hisseder.

Gönül ferman dinlemez:  Ne denli engel, ne denli yasak konursa konsun gönül sevdiğinden asla vazgeçmez. Çünkü insanın gönlüne söz geçirmesi oldukça zordur.

Gönülsüz namaz göğe (göklere) ağmaz (Gönülsüz davara giden köpekten hayır gelmez):İçten gelen bir istekle kılınmayan namazın kabul olunacağı her zaman şüphe götürür. Benzer şekilde içten gelen bir heves ve şevkle yapılmayan işten de hayır gelmez. İnsanlara zor kullanarak yaptırılan işlerden verim alınamaz. Verim ancak sevilerek, zevk alınarak yapılan, işlerden umulabilinir.

Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır, ya baş: İstenmeden, zorla yenen yemek insana nasıl dokunup zarar verirse (sindirim sistemini bozma, bulantı ve kusma yapma), zorla ve istenmeden yapılan iş de benzer bir şekilde kötü ve hayırsız bir sonuç verir.

Gön yufka yerinden delinir. (İp inceldiği yerden kopar):

Hemen her iş, olay, durum ve konunun zayıf ve çürük bir yanı vardır. Bu yanın bilinmesi, dayanma ya da çökmede oldukça önemlidir. Düşman bu zayıf noktayı bulup yararlanmasını bilirse yenilgiyi kolay tattırır. Benzer şekilde bir zayıf noktasını bulup sağlamlaştıranlar, düşmanlarının zafer yolunu kapatmış ve güçlerini artırmış olurlar.

Görenedir görene, köre nedir köre ne?:  Bir şeye karşı takınılacak sağlıklı tavır, onu görmeye ve anlamını kavramaya bağlıdır. Görmesini bilmeyen, yeterli bir kavrayışa da ulaşamaz. Dolayısıyla onun için hiçbir şeyin anlamı olamaz.

Gören gözün hakkı vardır: Kendisinden faydalanılan, elde de yeterince bulunan, başkalarında bulunmayan yiyecek ya da imrenilecek bir şeyden gören kimselere de mümkünse vermek gerekir. Çünkü göz görünce gönülde o şeyi arzu eder.

Görünen köy kılavuz istemez:  Apaçık ortaya çıkan belli gerçekler karşısında duraksamak, ayrıcı bir açıklama yapmaya kalkışmak yersizdir.

Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur: Ayrı düşenlerin arasındaki sevgi de zamanla azalır. Çünkü insan, sevdiği kimseyle sıkça görüşüp sevgisini ve muhabbetini tazeleme imkânı bulamaz. Dolayısıyla ilgi bağı kopar, yavaş yavaş da o kimseyi unutur.

Göz görmeyince gönül katlanır: Yakınımızda bulunmayanların özlemine, acısına daha kolay dayanabiliriz. Çünkü bizden uzakta yaşayan sevdiğimiz bir kimseyle istesek de ilgilenemeyiz. Dolayısıyla görüşmekten umudumuzu keser ve ayrılığa katlanırız. Ama yakınımızda bulunan ve her gün gördüğümüz kimseyle ilgilenmeden edemeyiz. Onun her zaman gördüğümüz acısına da tahammül edip katlanmamız oldukça güçtür.

Göz görür, gönül çeker: Kişi ancak ilgi duyduğu konulara karşı gözlemde bulunur

Gözü tanede olan kuşun ayağı tuzaktan kurtulamaz: Gözü bir türlü doymayan, sürekli çıkarını düşünen, onun peşinde koşan ve bu uğurda her türlü işe kalkışan kimse, yakasını tehlikelerden kurtaramaz; başına türlü belâlar gelir.

Gülme komşuna, gelir başına: Birinin başına gelen kötü bir durum, gün olur senin de başına gelir. Başına gelen felâkete başkalarının gülmesi seni nasıl incitirse, senin başkalarının kötü hâline gülmen de onları incitir. O hâlde birilerinin başına gelen kötü durumdan ötürü, onlarla sakın alay etme.

Gülü seven dikenine katlanır: Seven kişi, sevdiği kimse veya sevdiği iş yüzünden başına gelecek sıkıntılara ses çıkarmadan katlanır. Bilir ki, sevdiğini elde etmek için birçok güçlüğe göğüs germek, fedakârlıkta bulunmak zorundadır.

Gün doğmadan neler doğar:  Kimse yarının ne getireceğini bilemez. Yarın birçok değişikliklere gebedir. Beklenmedik bir sırada umut verici durumlarla da karşılaşma imkânı vardır. Kim bilir daha neler olur.

Güneş balçıkla sıvanmaz: Açıkça meydana çıkmış, hemen herkesin bildiği gerçeği inkâr etmek, gizlemeye çalışmak, yalan dolanla değiştirmeye yeltenmek mümkün değildir. Buna güç yetirecek insan yoktur.

Güneş girmeyen eve doktor girer: Güneşin insan sağlığı açısından önemi tartışma götürmez. Güneşin girmediği yerlerde mikropların daha çabuk çoğaldığı, güneş yüzü görmeyen insanların da daha çabuk soluklaştığı bilinen gerçeklerdendir. Güneş birçok hastalığa iyi gelirken, sağlığın da baş koruyuculuğunu yapar. Görülüyor ki güneşli evde hastalık olmaz.

Güvenme dostuna, saman doldurur postuna: Dost sandığı birtakım kimseler, çıkarları söz konusu olduğunda sana kolaylıkla kötülük edebilirler. Üstelik bunu, senin onlara duyduğun güvenden yararlanarak yaparlar. Bu bakımdan herkesi dost sanma ve onlara inanma.

Güvenme varlığa, düşersin darlığa: Varlık gelip geçicidir. Kimde ne zaman, ne kadar duracağı belli olmaz. Bu bakımdan insan varlığına, zenginliğine güven duyarak öyle olur olmaz işlere kalkışmamalı; har vurup harman savurmamalı, tutumlu davranmalıdır. Gelecekte işlerinin kötüye gitmeyeceğini, yoksul düşmeyeceğini, darda kalmayacağını kim söyleyebilir?

Güzün gelişi yazdan bellidir. Başlangıç ve gidişat bir işin nasıl sonuçlanacağı konusunda aşağı yukarı bir fikir verir. İyi başlamayan, sürekli aksayan, aksiliklerden bir türlü kurtulamayan işin olumlu sonuçlanacağı pek düşünülemez.

 

 

H

Hacı hacı olmaz gitmekle Mekke`ye, dede dede olmaz gitmekle tekkeye: Bir işte asıl olan iyi niyet, samimiyet ve içtenliktir. Bunlar olmadan bir işi görünüşte ve şeklen yapmakla o iş gerçekten yapılmış olmaz. Böyle yapılırsa gerçekten iyi sonuç alınıp amaca ulaşılamaz.

Hacı hacıyı Mekke'de bulur: Aynı düşüncede olan insanlar, ayrı ayrı davransalar bile bir gün aynı yolda buluşurlar. Kendilerine ait yolda veya yerde buluşurlar, birbirlerini bulurlar.

Hacı Mekke’de, derviş tekkede: İnsanlar yetişme şekillerine göre kendilerine uygun bir ortamda yaşarlarsa mutlu olabilirler. Yoksa ömürleri sıkıntı içinde geçer. Bulundukları yerde sevilmez ve istenmezler.

Haddini bilmeyene bildirirler: Hemen herkesin toplumda belli bir konumu, sınırı ve yetkisi vardır. Bulunduğu durumu söz ve davranışlarıyla aşanlar sert bir karşılık görürler, cezalandırılırlar, yola getirilirler.  Yetkili olmadığı konularda ahkâm kesenler, hak ettikleri durumlarla mutlaka karşılaşırlar

Hak deyince akan sular durur: Bir meselenin çözümünde, bir anlaşmazlıkta adaletli ve tarafsızca davranılır, doğru yol tutulur, hakkaniyet gözetilirse hiç kimse bir şey söyleyemez, herkes verilen kararı kabul eder. Anlaşmazlıklarda doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık, hakkaniyet yolundan hareket edilirse kimsenin söyleyecek bir sözü, eleştirisi kalmaz.

Hak doğrunun yardımcısıdır: Tanrı, doğru olana yaptıklarının mükâfatını mutlaka verir. Doğru kimseler ilk planda başarısız gibi görünseler de tutumlarını devam ettirdikleri sürece başarıya ulaşacaklardır.

Hak gelince, batıl gider: Kur`anı Kerim`deki “Hak geldi, bâtıl zâil oldu” âyetinden yola çıkılarak oluşturulan bu atasözünde, “Hak”, Yüce Allah`ın emri, hükmü anlamındadır; “bâtıl” ise doğru ve gerçeğin karşıtıdır. Dolayısıyla bir anlaşmazlık sırasında doğrudan ve gerçekten yana olunur, insaflı ve adaletli hüküm verilirse, doğru ve gerçeğin karşısında olan zalimler çekip gitmek zorunda kalırlar.

Hak yerde kalmaz: Gerçek, doğru, adalet, insaf ve haklı kazanç hiçbir şekilde yok edilemez. Kişinin hakkı olan şey ya bu dünyada, ya da öbür dünyada kendisine verilir. Hakkı hor görenler, çiğnemeye kalkışanlar, inkâr edenler büyük bir aldanış içindedirler.

Hak yerini bulur: Haksızlık er veya geç ortaya çıkar, bunun da hesabı kuşkusuz sorulur. Suçlunun cezalandırılması, hakkıyla hakkının verilmesi bu dünyada veya öbür dünyada mutlaka gerçekleşir.

Hamala semeri yük değildir (olmaz): İnsana kendi işi ağır gelmez. Çünkü üstlendiği iş ve sorumluluk yaşadığı hayatın tabiî bir sonucudur.

Hamama giren terler: Bir işe girişen kimse, o işin güçlüklerini, sıkıntılarını ve masraflarını göze almalıdır. Çünkü bu işin durumunu, sorumluluğunu kendi isteğiyle kabul etmiştir.

Haramın temeli olmaz (Haramdan şifa olmaz): Yüce Yaratıcı`nın yasak ettiği yollardan, emeksiz ve haksız olarak bir şeye el atıp sahip olmak haramdır. Bu çeşit kazanç insana ne tat verir, ne de yarar getirir. Kişi o şeyden gereği gibi faydalanamaz, geldiği gibi çabuk gider, hayrını göremez.

Harman dövmek keçinin işi değil: Hemen her işin bir yapılma biçimi ve ustası vardır. Ağır, önemi büyük işleri öyle herkes yapamaz. Hele bu işler acemi kimselere hiç bırakılamaz. Bu tür işlerden iyi sonuç almak isteyenler, işlerini mutlaka ehline vermelidirler.

Hastalık sağlık bizim (insan) için: Sağlıklı bir insan organizmasında birtakım değişikliklerin ortaya çıkmasıyla fizyolojik görevlerin aksaması, dolayısıyla sağlığın bozulması son derece tabiîdir. Bu sebeple, hasta olmamak için önceden tedbir almalı, her halükârda hastalığa yakalanırsa da bunu büyütmemeli insan.

Hatasız kul olmaz: Hiçbir insan tam değildir. Her insan bilerek ya da bilmeyerek yanılıp yanlışlığa düşebilir, suç işleyebilir, günaha girebilir. Kusurları bakımından insanlara fazla yüklenmek doğru değildir. Önemli olan insanların hatalarını yüzüne vurmak değil, hatalarını azaltmada onlara yardımcı olmaktır.

Hay’dan gelen, Hu’ya gider (Selden gelen, suya gider): Sözün gerçek anlamında “Hay” ve “Hû” Allah demektir. Yani Allah`tan gelen, yine Allah`a gider anlamındadır bu söz. Ancak halk arasında mecazî bir anlam kazanmıştır. Kolay ve emeksiz kazanılan şeyler elden kolay çıkar. Elde kalıcı olanlar, emek sarf edip alın teri dökerek kazanılan şeylerdir.

Hayır dile komşuna, hayır gele başına: Kim başkaları için iyi niyet besler, iyilik diler, hayır isterse, başkaları da onun için aynı şeyleri düşünür. Kural o ki, iyilik ve kötülük karşılıklıdır. İyilik isteyen iyilik bulur, kötülük isteyen de kötülük.

Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar söyleşe söyleşe ( konuşa konuşa) anlaşır: İnsanlar konuşarak birbirlerini daha iyi anlarlar. Çünkü konuşma, anlaşma yollarının başında gelir. İnsanlar duygu ve düşüncelerini konuşarak karşı tarafa aktarırlar, tartışırlar ve birbirlerini tanımaya çalışırlar. Hayvanların tanışma ve yakınlıkları içgüdüsel olarak koklaşa koklaşa sağlanır. İnsan ise akıllı bir varlık olup bunu söz ile ifade eder. Dolayısıyla insanların yakınlıkları konuşarak sağlanır. Birbirini anlamayan kişilerin beraberlikleri mümkün değildir. Zira insanları bir arada tutan en önemli unsur fikir birliğidir. Sosyal ilişkilerde diyalogun önemini vurgulamak için söylenir.

Hayvan yularından, insan ikrarından tutulur:  Yular, bir hayvanın idare edilmesinde oldukça önemlidir. Bir yere döndürülmesi, çekilip götürülmesi, bir yere bağlanıp tutulması yular vasıtasıyla olur. Bir insanı ise sözü (ikrarı) bağlar. Verdiği sözden dönen kimse, itibarını da yitirmiş sayılır. İhbarını düşünen kimse sözünden caymaz. Eğer cayarsa, bu kendisine hatırlatılır; sözünün istikametine yönelmesi istenir.

Hayvanı yardan düşüren bir tutam ottur: Bk. “Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur.”

Hekimden sorma, çekenden sor: Bir hastanın ne çektiğini, hekim değil hasta bilir. Çünkü ateş düştüğü yeri yakar. Bunun gibi bir derde düşenin, bir felâkete uğrayanın, sıkıntılar içinde kıvrananın çektiği çileyi, ancak kendisi bilir, çare sunan, çözüm yolu gösterenler değil.

Hekimsiz, hâkimsiz yerde oturma: Sağlığımızı yitirdiğimiz, hastalandığımız zaman kapısını çalacağımız tek kişi hekimdir. Haksızlığa uğradığımız, can ve mal emniyetini kaybettiğimiz yerde başvuracağımız kişi de hâkimdir. Bu önemli iki kişinin bulanmadığı yerde oturmak son derece sakıncalıdır.

Helal kazanç ile pilav yenmez: Doğrulukla ve ahlakla elde edilen kazanç, insanı kısa yoldan zengin etmeye yetmez.

Her ağacın meyvesi olmaz: Etrafımızda yaşayan insanların dış görünüşlerine bakarak onlardan bir verim beklenmemelidir. Dıştan bize verimli gibi görünen nice insanın yararsız olduğu, onlardan bir fayda gelmediği çok görülmüştür.

Her ağaçtan kaşık olmaz: Kimi nesne, iş ya da durumun kendine has bir özelliği vardır. Bu bakımdan özelliği bulunan bir şey için herhangi bir malzeme, madde veya kimse kullanılamaz. Görünüşe aldanmamalı, uygun olan seçilmelidir.

Her çok azdan olur: Çoğun temelinde az yatar. Önce az olanlar, birike birike çoğu meydana getirmiştir. Bu bakımdan azlar önemsiz görülüp atılmamalı, aksine sabırla bir arada tutulup biriktirilmelidir.

Her damardan kan alınmaz: İnsanların yapıları birbirine uymaz. Kimi iyi, kimi kötü huyludur. Kimi yardımsever, kimi bencildir. Bu sebeple herkesten yardım istenmez, istense de yardım gelmez. Şu hâlde insan kimden yardım isteyeceğini belirlerken dikkatli olmalı, her önüne gelenden yardım istememelidir.

Her deliğe elini sokma, ya yılan çıkar ya çıyan: Hiç kimse içyüzünü iyi bilmediği, yeterince incelemediği, hakkında bilgi sahibi olmadığı, denemediği bir işi yapmaya kalkışmamalıdır. Yoksa kendini tehlikeye, altından kalkamayacağı zararlı sonuçlara atmış olabilir.

Her Firavun`un bir Musa`sı olur: Her zalimden toplumu kurtaracak, zalime yaptıklarının hesabını soracak bir kurtarıcı mutlaka çıkacaktır.

Her horoz kendi çöplüğünde öter: Herkes ancak kendi çevresinde bir değer taşır, kuvvet bulur ve sözünü geçirebilir. Çünkü asıl yeri orasıdır, bağlıları çevresindedir, orada güvence altındadır, orada rahat etmektedir.

Her inişin bir yokuşu vardır: Hayatın akışında hiçbir durum olduğu gibi kalmaz. Olumlu, olumsuzu, iyi, kötüyü, yükselme, alçalmayı; başarı, başarısızlığı kovalar. Bunun tersi de kaçınılmazdır. Bu bakımdan işleri bozulan, başarısızlığa uğrayan kimse üzülmemeli; kötü durumunun devamlı olmadığını bilmeli, umut var olmalıdır.¡

Her işin başı sağlık: İnsanın yapacağı her şey vücut sağlığına bağlıdır. Sağlıklı olmayan kimse hiçbir iş yapamaz. Bir iş yapamayan, başarılı olamayan kimse de yaşadığı hayattan bir tat almaz; mutlu olamaz.

Her kaşığın kısmeti bir olmaz: Her insanın talihi, kaderi bir değildir. Bu bakımdan kazançlarının farklı olması da doğaldır. Bir işte kişiler aynı çabayı gösterseler, aynı emeği verseler de biri diğerinden daha az kazanır. Çünkü kısmeti o kadardır.

Herkes bildiğini okur: İnsanlar çoklukla kendi akıllarını beğenirler. Dolayısıyla başkaları ne derse desin, onların düşüncelerine uymaktansa kendi düşüncelerine göre iş yapmayı daha uygun bulurlar.

Herkesin arşınına göre bez vermezler: Genel kurallar herkesin istek ve ihtiyacına göre bozulamaz. Dolayısıyla bir durumun ölçülerimize göre gerçekleşmesini beklemek doğru değildir. İstenen ölçüde değil, gerektiği oranda yarar sağlanacağı bilinmeli.

Herkesin ettiği yoluna gelir: Bir kimse başkasına nasıl davranıyorsa, başkaları da ona öylece karşılık verirler. İyilik eden iyilik, kötülük eden de kötülük görür.

Herkesin tenceresi kapalı kaynar: Kimsenin durumu, içinde bulunduğu yaşayış şartları başkalarınca gereği gibi bilinemez.

Herkesin yorulduğu yere han yapılmaz: Bir yerde, bir düzende herkesin uymak zorunda olduğu genel kurallar vardır. Bunlar kişinin dileği doğrultusunda değiştirilemez.

Herkes kaşık yapar ama sapını ortaya getiremez: Herkes bir iş yapar ama istenildiği kadar güzel ve kusursuz biçimde yapıp da ortaya çıkaramaz. Bunu becerenlerin sayısı da bir hayli azdır.

Herkes ne ederse kendine eder: Kişi çevresine nasıl davranırsa, çevresi de ona benzer şekilde davranır. İyilik eden iyilikle, kötülük eden kötülükle karşılaşır. Kişi, muhatap olduğu davranışların sorumlusudur.

Her koyun kendi bacağından asılır: Herkes kendi davranışlarından sorumludur. Herkes kendi hatasının cezasını kendi çeker. Hiç kimse başkasının yaptığı bir hatadan ötürü hesap vermez.

Her kuşun eti yenmez: 1. Herkes zorbalığa boyun eğmez. Bu zorbalığa karşı gelecekler de vardır. Öyleleri çıkar ki, seni alt eder, pişman bile olursun. 2. Kimi işlerin altından kalkmamız mümkündür. Ama öyle işler de vardır ki, asla başaramayacağımız işlerdir. Öyle görünüşe aldanıp da o işin altına girmeyelim. Yoksa hiç ummadığımız bir zarar görebiliriz.

Her şeyin bir vakti var, horoz bile vaktinde öter: Bir işten olumlu sonuç bekleniyorsa zamanında yapılmalıdır. Çünkü gerekli şartlar ve elverişli ortam o zamandadır. Bu bakımdan bir işi zamanından evvel yapmaya kalkışmak ne kadar zararlıysa, sonraya bırakmak da o kadar zararlıdır. Bir işte acelecilik kadar, geç kalmışlık da başarısızlığa neden olur.

Her şeyin yenisi, dostun eskisi (makbuldür): Sürekli kullanılan eşya yıpranır, eskir, gözden düşer, gittikçe de insana sıkıntı verir, yenisini aratır. Ancak dostluk böyle değildir. Dostluk eskidikçe güç ve değer kazanır. Çünkü birçok hatıralar birlikte yaşanmış, birlikte birçok imtihandan geçilmiş, bağlar gittikçe sağlamlaşmıştır. Eski dostluk içten olduğu için aranır, yeni dostluklar ise henüz gönüllerde kökleşmediği için pek makbul değildir.

Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır: Herkesin kendine özgü bir çalışma yöntemi, bir iş yapma biçimi vardır. Çünkü kişilikleri, bilgileri, yetenekleri, yöntemleri ve yolları birbirinden farklıdır.

Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar: Herkesin kendine göre yüksek bir emeli vardır. Hoşlandığı, sevdiği, kavuşmak istediği bu emeli devamlı gönlünde taşır, onun özlemiyle yaşar.

Her zaman gemicinin istediği rüzgâr esmez: Gerçekleştirmek istediğiniz bir iş için uygun şartları dilediğiniz anda bulmanız mümkün değildir. Çünkü olaylar dileğimize göre oluşmaz. Bu bakımdan fırsat elimize geçtiğinde ondan hemen yararlanma yoluna gitmeliyiz.

Her ziyan bir öğüttür: Bilerek ya da bilmeyerek uğradığı her zarar kişiye ders olur. Kendisini bu duruma düşüren yanlış hareketi bulur, aynısını tekrarlamayarak doğabilecek başka zararlardan kendisini korur.

Hesapsız kasap, ya bıçak kırar ya masat (Hesabını bilmeyen kasap, ne satır bırakır, ne masat): 1. Alacağını ve borcunu bilmeyen, gelirini giderini işine göre ayarlamayan kişi, elinde avucunda bulunanı da kaybeder; zarara uğrar. 2. Önlemini iyi almadan, ne yapıp edeceğini iyi düşünmede, bir iş girişiminde bulunan kişi, başarıya ulaşamaz; o iş için gerekli olan imkânları da yitirir.

Hırsızlık bir ekmekten, kahpelik bir öpmekten: Hırsızlığın büyüğü küçüğü olmaz. Kişi bir ekmek de çalsa hırsız olur, yavaş yavaş da hırsızlığı meslek edinir. Kahpelik de benzer şekilde oluşur. Bugün bir öpücük verip de bunu önemsemeyen kız ya da kadın, yarın sokaklara düşer. Dolayısıyla bir öpücük bir namus kirletmeye ve kahpeliğe kapı aralamaya yeter.

Hiddetle kalkan nedâmetle oturur: Öfkeyle, kızgınlıkla hareket eden kişi ne yaptığını pek bilmez; sağı solu incitir, kırar. Kısa bir zaman sonra etrafa ve kendisine verdiği zararı anlar ve pişman olur. Ne var ki iş işten geçmiştir bir kere.

Hocanın (imamın) dediğini yap (söylediğini dinle), arkasından gitme (yaptığını yapma): Bir din görevlisinin anlattıkları dinin buyruklarıdır. Ancak insan beşerdir, şaşar. O da hatalı, kusurlu olabilir; hatta bile bile yanlış da yapabilir, söyledikleriyle yaptıkları birbiriyle çelişebilir. Bu bakımdan dikkatli ol; bu gibi yanlış yola sapmışların peşinden, onlar dinin buyruklarını anlatıyorlar diye sakın gitme.

Hocanın (öğretmenin) vurduğu yerde gül biter: Öğretmen ne yaptığını bilen adamdır. Eğer bir öğrenciye vurmayı gerekli görmüşse, bunu mutlaka eğitmek amacıyla yapmıştır. Sakın ola ki, bu tavrından ötürü ona darılıp gücenmeyiniz. Tam tersine onun bu tavrından ötürü sevininiz. Çünkü onun vurduğu yerde meydana gelen kızarıklık, öğrencinin yarın yapacağı yanlışlıklardan, edineceği kötü alışkanlıklardan kurtuluşunun bir işareti olarak görülmelidir.

Horoz ölür, gözü çöplükte kalır:

Yaşanılmış, erişilmiş, alışılmış bir durum veya makam yitirildikten sonra, yine o durum veya makamda gözü kalır insanın. Kişinin bu tutkusu ihtiyarlık, hatta ölüm hâlinde bile devam eder.Uzun süre yaşanan mekânların unutulması kolay olmaz.

Horozu çok olan köyde sabah geç olur: Karışanı çok olan işlerden güç sonuç alınır. Çünkü her kafadan bir ses çıkar, herkes başka bir yol seçer, işin nasıl yapılacağı konusunda kesin karar verilemez. Dolayısıyla böyle bir işi sonuca ulaştırmak da oldukça güç olur.

Huy canın altındadır: Bk. “Can çıkmayınca huy çıkmaz.”

Huylu huyundan vazgeçmez: Doğuştan gelen özellikler kolay kolay değiştirilemez. Bunun için ne kadar uğraşılsa boştur. Çünkü o huy biçimi, kişinin karakterinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bunun için onu kolay kolay söküp atamaz.  

 

 

I - İ

Ihlamurdan odun olmaz, beslemeden kadın olmaz: Yaşam içinde her konu birbirine uygun olursa başarı olur ve devam eder.

Irmak kenarına çeşme yapılmaz: Bir yerde ihtiyacı karşılayan bir şey varsa, onun yanına yine aynı ihtiyaca yönelik ve üstelik de daha küçük bir şeyi yapmak gereksizdir; ayrıca bu, boşuna bir çabadır; geri durmak gereklidir.  Birbirine zıt verimlilikteki iki kurum veya sosyal müessesenin, aynı ortamda varlıklarını sürdürmeleri zordur.

Irmaktan geçerken at değiştirilmez: Yürütülmekte olan bir işin tam ortasında, işi tehlikeye düşürebilecek bir yöntem, bir araç-gereç değişikliği girişiminden kaçınılmalıdır. Yoksa işimizi büsbütün bozup büyük bir zararla karşılaşabiliriz. Bu tür girişimler için en uygun zaman kollanmalı, değişiklik zamanında ve yerinde yapılmalıdır.  Yapılmaya başlanan bir işte, ilk zamanlar başarı elde edilmeyebilir. İşin daha başarılı yapılması için uygulanan yöntemler de değiştirilebilir. Olumsuz bir ortamda yöntem değiştirmek doğru değildir. İyi sonuçlar vermez.

Irz insanın kanı pahasıdır: Irz, bir kimsenin başkaları tarafından dokunulmaması, saygı gösterilmesi gereken iffetidir. Dolayısıyla her şeyden önemlidir. Bu bakımdan kişi kanını döker, canını verir ama namusunu kirlettirmez.

Isıracak it dişini göstermez: Kötülük edecek kimse, bunu daha önceden haber vermez. Dolayısıyla bize açıktan açığa cephe alan, bunu gürültü ve patırtısıyla belli eden kimselerden değil, bize sinsice yaklaşan ve yaklaştığını da belli etmeyen kimselerden çekinmeliyiz; asıl tehlikeli olan ve bize zararı dokunacak kimseler onlardır.  Kötülük yapmayı düşünen kişi, bunu zamanı gelince ve aniden gerçekleştirir.

Isıramadığın eli öp de başına koy: Yaşam içinde bir takım mücadeleler yapılacaktır. Bu kavgada düşman bizden çok güçlü ise onunla kavga etmemek gerekir. Kavga edilirse yenilmek muhakkaktır.

Isırgan ile taharet olmaz: 1. Kötü, zararlı kişiden iyilik beklenmez. 2. Her işin aracı farklıdır. İyi sonuç bekleniyor ve zarara uğranmak istemiyorsan uygun araç-gereç seçilmelidir.   Başarılı bir iş oluşturmak için işe yarar, faydalı araç kullanmak gerekir. Kötü malzeme ile iyi ve başarılı sonuçlar elde edilemez.

Islanmışın Yağmurdan pervası yoktur: Daha önce kötülük görmüş, zarara uğramış kimse, kendisini bu duruma düşüren şeyden artık çekinip korkmaz.  Bir konuda büyük zarar görmüş kişi, benzer zararlardan korku duymaz.

Ismarlama hac, hac olmaz: İnsan kendi işini kendi yapmalıdır. Başkasına yaptırılan işten başarı elde edilemez.

Issız eve it buyruk: Sahip çıkılmayan, başında bulunulmayan mal ya da iş, seviyesiz ve niteliksiz, bayağı kişilerin eline geçer; onlarca kullanılır ve idare edilirler.

Işığını akşamdan önce yakan, sabah çırasına yağ bulamaz: İnsanlar savurganlık yapmamalıdırlar. Parasını gereksiz yere harcayan, gerektiğinde para ve mal bulamaz. Zorluk içinde kalır.

İbadet de gizli, kabahat de: Gerçek inananlar ibadetlerini başkaları görsün diye yapmazlar. Eğer böyle yaparlarsa ibadetleri, ibadet olmaktan çıkar. Benzer şekilde kabahat de başkalarına gösterilecek bir şey değil, tam tersi utanılacak bir şeydir. Bu bakımdan onu da açıktan açığa yapmak insana yakışmaz, gizlenmeli ve örtülmelidir. İbadet Tanrı ile kul arasındadır. İnsan bazı kusurları yaparak olgunlaşır, deneyim elde eder.  Bunun için olgunlaşmamıza yarayan kusurların da gizlenmesinde yarar vardır.

İçi beni yakar, dışı eli: Her şey dıştan göründüğü kadar güzel olmayabilir. Dış görünüşe aldanmak doğru değildir.

İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır: Hoşlanılmayan bir davranışın en küçüğünü, başkalarından önce kendimizde deneyip etkiyi görmeli; ondan sonra bunun daha büyüğünü başkalarına uygulamanın ne denli uygun olup olmayacağına karar vermeliyiz.

Kendisi en küçük bir sıkıntıya katlanamayan kimse, başkalarına çok büyük sıkıntı vermemelidir. Kendisi küçük kötülüğe katlanamayan, başkalarına kötülükler yapmaktan kaçınmalıdır.

İğreti ata binen tez iner: Kendi malımız olmayan malzemeye güvenip bir işe başlamak doğru değildir. Malzemenin sahibi, malını geri istediği zaman zor durumda kalır.

İki at bir kazığa bağlanmaz: Kendi başına buyruk, kimseden izin almaksızın dilediği gibi davranan iki kişi, aynı iş üzerinde görevlendirilip çalıştırılamaz. Her an aralarında anlaşmazlığın çıkması, bunun da kavgaya dönüşmesi kaçınılmazdır.

İki baş bir kazanda kaynamaz: Fikirleri, eğilimleri ve davranışları birbirinden farklı olan iki kişi belli bir konuda, bir iş üzerinde uyuşamazlar; görüş ayrılıkları yüzünden ortaya bir şey çıkaramazlar.

İki cambaz bir ipte oynamaz: Kurnazlıkta eşit olan iki kimse bir iş üzerinde birlikte çalışamazlar; birbirlerini aldatmak, saf dışı bırakmak için uğraşırlar. Bunda ısrarlı olmaları, her ikisini de daha tehlikeli bir duruma iter.

İki deliye bir akıllı: Birbirine zıt iki kişinin arasını bulacak, mantıklı bir kimsenin bulunması mutlak gereklidir.

İki dinle (bin işit) bir söyle: Haddinden fazla konuşmak, gereksiz ve yanlış sözlerin ağızdan çıkmasına yol açar. Ayrıca konuşan kişiyi de itici yapar. Bu bakımdan az konuşmalı, çok dinlemelidir. Hem yerinde konuşabilmek için de dinlemek şarttır. Çünkü söylenenler ancak bu şekilde kavranır, çenesi düşüklükten de bu şekilde kurtulur insan.

İki el bir baş içindir: 1-Yüce Allah, insanları geçimlerini sağlayabilecek bir güçle donatmıştır. Bu gücü kullanan insan, başkalarına muhtaç olmadan yaşayabilir. 2. İnsan ancak kendi geçimini sağlayabilecek bir güce sahiptir. Başkalarına yardım edecek bir durumda değildir.

İki karpuz bir koltuğa sığmaz: Kimisi, önemi büyük birkaç işi bir arada yapmaya kalkışır. Bu ise çok zor ve sakıncalıdır. Çünkü gücü ve dikkati dağıtır. Buna aldırmayanlar çoklukla yapmaya kalkıştıkları işleri sekteye uğratırlar.

İki ölç, bir biç: Hangi iş olursa olsun, bir işe kalkışmadan önce işin ayrıntıları iyice düşünülmeli; boyutları gözden geçirilmeli; nasıl başlanıp nasıl gelişeceği ve nasıl sonuçlanacağı, ne alıp ne götüreceği dikkatle hesaplanmalı ve daha sonra işe başlanmalıdır.

İki dinle bir söyle: Çok konuşmak kişilerin başına pek çok zararlar açabilir. Yanlış, yalan, uygunsuz sözler ancak çok konuşan veya konuşmayı çok seven kişilerde bulunur. Oysa az, öz ve kısaca konuşarak meramı anlatmak ideal bir yöntemdir. Az konuşmak, düşünerek ve yerinde konuşmak demektir. Aceleci davranıp hazırcevaplık taslamak iyi değildir. Karşımızdakini dinlemek ona bir şeyler anlatıp durmaktan elbette iyidir.

Çok konuşup başkalarını rahatsız edenler veya terbiye çağındaki kişilere tavsiye için söylenir.

İnsan beşer, kuldur şaşar: Hiçbir insan hatasız değildir. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır. Dolayısıyla şaşırıp yanlışlık yapması da kaçınılmazdır. Bu bakımdan dalgınlıkla, şaşkınlıkla yapılan hatalara hoşgörüyle bakılmalıdır.

İnsan doğduğu yerde değil, doyduğu yerde: İnsan doğduğu andan itibaren sosyal bir hayatın içine girer. Dolayısıyla herkes gibi o da yaşamak için çabalamaya başlar. Ne var ki, yaşadığı hayat şartlarının zorluğu, insanı doğduğu yerin dışına iter. İnsan da istemeden geçimini temin ettiği yerde kalır, orayı yurt edinir.

İnsan göre göre, hayvan süre süre (alışır): Bir işi öğrenmenin en iyi yolu, o işi görmekten, denemekten ve defalarca yapmaktan geçer. Bunu sürekli yapan insanlar hem tecrübe, hem de alışkanlık kazanırlar; dolayısıyla o işi kolayca yaparlar. Hayvanların bir işe alışmaları ve o işi öğrenmeleri ise, o işi tekrar tekrar yapmaları ile sağlanır.

İnsan insanın (adam adamın) şeytanıdır: Çoklukla görülür ki, kötü ve art niyetli kimi uygunsuz kişiler, bazı saf ve iyi niyetli kişileri kurdukları tuzaklarla doğru yoldan saptırıp yanlış yola sürüklerler.

Arkadaş seçiminde dikkatli ve özenli olmak gereklidir. Kötü arkadaş kişiyi yoldan çıkarır, saptırır.

İnsanoğlu çiğ süt emmiş: Şurası muhakkak ki, insanın ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Çoklukla güven de vermez. Hiç umulmadık bir anda nankörlük edip çıkarı için iyilik gördüğü kimseye bile kötülük yapabilir.

İnsan yedisinde ne ise, yetmişinde de odur: Kişi pek çok özelliğini doğuşuyla birlikte getirir. Bunun yanı sıra, yedi yaşına kadar da çevresinden etkilenerek kimi davranışlar kazanır ve bir huy edinir. Edindiği bu huy ihtiyarlasa da kolay kolay değişmez.

İp inceldiği yerden kopar: Bir durum, bir olay ve bir iş en zayıf yerinden, en çürük noktasından bozulur veya kopar.

İslam`ın şartı beş, altıncısı insaf demişler. “Kelime-i şahadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermek” İslâm dininin beş temel buyruğudur. Eğer bu beş şarta bir şart daha eklenecek olsaydı, bu mutlaka “insaflı olmak” olurdu. Çünkü insaf sahibi olmak, Müslümanlar için son derece önemli bir vasıftır.

İsteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü: Birinden bir şey isteyen biraz utanır ama isteği yerine getirmeyen daha çok utanması gerekir. Darda kalanın, ihtiyacı olanın, bir şeyi başkasından istemesinde utanılacak bir yan yoktur.

İşine hor bakan (sanatını hor gören) boynuna torba takar: Kişi, nasıl olursa olsun işini ya da sanatını küçük görmemelidir. Eğer böyle görürse işinin, sanatının gereğini yerine getirip para kazanamaz. Para kazanamayınca da geçim darlığına düşer. Sonunda ona buna avuç açar, dilencilik yapmaya başlar.

İş insanın aynasıdır: Bir kişi hakkında yargıya varmak, nasıl bir kişi olduğunu öğrenmek mi istiyorsunuz? O hâlde onun yaptığı işe bakınız. Çünkü yaptığı o iş, onun ne kadar sorumlu, bilgili ve yetenekli olduğunu açığa çıkarır.

İşleyen demir ışıldar (pas tutmaz): Durağan durumdan hareketli duruma geçmek ve çalışmak, insandaki hantallığı, isteksizliği ve uyuşukluğu söküp atar; onu canlı, yetenekli ve verimli kılar. Ruhen ve bedenen güçlendirdiği gibi, maddî yönden de kazançlı yapar.

İş olacağına varır: Her işin kendine has bir akışı ve sonucu vardır. Ne yapılırsa yapılsın, ne tedbir alınırsa alınsın, o iş, ulaşacağı sonuca ulaşır. Bunu değiştirmek mümkün değildir. Bu bakımdan işin istediğin biçimde sonuçlanmadı diye kaygılanıp üzülme.

İşten artmaz, dişten artar: Kazanç ne kadar çok olursa olsun, tutumlu davranılmazsa para biriktirilemez. Tasarruf, savurganlık yapmamak, tüketimi kısmakla mümkündür ancak.

İt derisinden post olmaz: Ahlâksız, bayağı ve değersiz kimseler bir göreve veya mevkie gelip önemi büyük, yüce bir amaç için hizmet yapamazlar.

İti, öldürene sürütürler: Bir kişinin sorumluluğundaki görev kötü şekilde sonuçlanırsa, bu sonucun düzeltilmesi için bizzat o kişi çaba göstermelidir. İşin sorumluluğu onu yapana ait olacaktır.

İtin (köpeğin) duası kabul olunsaydı gökten kemik yağardı: Eğer art niyetli, aşağılık kişilerin istedikleri yerine gelseydi, onlar mutlu olurken dünya kötülüklerle dolar; iyilere de barınacak yer bulunamazdı. Şükür ki bunların dilekleri yerine gelmemektedir.

İt itin ayağına (kuyruğuna) basmaz: Hilebaz, ahlâksız, başkalarına kötülük etmeyi kural hâline getiren insanlar birbirlerini gayet iyi tanırlar. Bu yüzden birbirlerini anlayışla karşılar, birbirlerine rahatsızlık verip kötülük etmekten mümkün olduğunca kaçınırlar.

İtle çuvala girilmez: Bilgisiz, düzenbaz, bayağı, taşkın kimselerden uzak dur. Onlarla iş yapmak, yakın ilişki kurmak, tartışmaya girmek, hatta kavga bile etmek sakıncalıdır.

İtle yatan bitle kalkar: Bk. “Körle yatan şaşı kalkar.”

İt ürür, kervan yürür: Gerçekleşmesi doğal olan işlere, durumlara karşı çıkılsa da engellenemez. Bu bakımdan kötü niyetli kimselerin sözlerine ve davranışlarına aldırış etmeden, doğru bilinen yolda ilerlemeye devam edilir.

İyi dost kara günde belli olur: Bk. “Dost kara günde belli olur.”

İyi evlât babayı vezir, kötüsü rezil eder: İstenilen ve beğenilen nitelikleri taşıyan, yararlı olup iyilik sunan evlâtlar baba ve anne için övünç kaynağı; kötülük yapan, sağlıksız, yararsız ve şerefsiz insanlar da utanç kaynağı olurlar.

İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı: İyilik yapan bir kişiye iyilik yapmak kolaydır. Doğal olan bu tavrı hemen herkes gösterebilir. Önemli olan kötülüğü dokunan birine iyilik edebilmektir ki, bunu herkes yapamaz. Bunu ancak mert, faziletli ve olgun kimseler başarabilir.

İyilik eden iyilik bulur: Bir karşılık beklemeden yardım yapan, kayıran, yardımcı olan, yararlı işlerde bulunan kimse, hemen herkes tarafından sevilir. Günü geldiğinde iyilik görenler, bunun karşılığını ona iyilik yaparak öderler. Etrafına iyilik eden kimse gün gelir zor durumda kalırsa ona da iyilik yapılır. Her şeyin karşılığı muhakkak vardır.

İyilik et, denize at, balık bilmezse Hâlik bilir: Yaptığın iyiliklerden karşılık bekleme; yaptığın iyilik boşa çıksa da kıymeti bilinmese de sen iyilik yapmaya devam et. Bunu Yüce Allah görür. Bu davranışından ötürü seni bu dünyada olmasa bile öbür dünyada mutlaka ödüllendirir. Hem de kat kat fazlasıyla.

İyilik (muhabbet) iki baştan: Gerek iş, gerek evlilik, gerekse herhangi bir konuda iki kişi arasında kurulacak sağlıklı bir ilişkide yalnız birinin iyi davranış göstermesi yeterli değildir. Ötekinin de iyi davranış sergilemesi zorunludur. Tek taraflı iyilik bir yere kadardır.

İyi nasihat verilir; iyi ad verilmez:  Herkes başkalarına güzel öğütler verebilir. Ama hiç kimse bir diğerine güzel bir nâm kazandıramaz. İyi isim, kişinin kendi gayretiyle kazanılır. Kişileri doğru yola çağırmak mümkündür; ama hareketlerini tayin etmek, sözlerini ve davranışlarını, huylarını belirlemek mümkün değildir. İyi bir kişi olmak hususunda, herkesin kendisinin gayret göstermesi gerektiğini vurgulamak üzere söylenir.

İyi olacak hastanın hekim ayağına gelir: Eğer Yüce Allah, kötü durumda olan birinin düzelip iyi olmasını murat etmişse, türlü sebepler yaratarak ona hiç ummadığı yerlerden yardım gönderir. Onun rahata kavuşmasını sağlar.

 

 

K

Kabahat da gizli olmalı, ibadet de: Yapılan bütün işlerde işin özüne inmeye gayret edilmelidir. Başkalarına gösteriş için yapılan hiçbir işten, davranıştan iyilik ve hayır beklemek mümkün değildir.

Kabahat ölende değil, öldürendedir: Yapılan her işte karşımızdakini sinirlendirmekten kaçınmalıyız. Karşısındakini söz ve hareketleri ile aşırı tahrik eden kimse, onun hücumlarına karşı çaresiz kalabilir. Hatta ölebilir de. Bunun nedeni kendini kaybedip bu cinayeti işleyende değil, onu da o derecede tahrik edip cinayeti işletendedir.

Kaçan balık büyük olur: Çok önemsiz, çok küçük de olsa, her nedense elden kaçırılan fırsat ah vah edilerek gözde büyütülür.  Kişi elindeki imkânları iyi ve zamanında kullanmasını bilmelidir. Zamanında kullanamaz ve fırsatı kaçırırsa küçük bir fırsatı büyükmüş gibi gösterir ve boyuna aynı şeyleri söyler. Çünkü fırsatı değerlendirememenin ezikliğini hisseder durur.

Kaçanın anası ağlamamış: Karşı koyamayacağı bir tehlikeden ve saldırıdan kaçan kişi kazançlı çıkar. Ayrıca yakınlarının üzülmesine yol açacak bir olaya da fırsat vermemiş olur.

Kadı anlatana göre fetva verir: Herkes bildiğini ve gördüğünü eksiksiz olarak söylemelidir. Çünkü dinleyen, olayı görmeyen kimseler anlatılana göre karar verirler.  

Birden fazla kişiyi ilgilendiren olaylarda herkes kendisini haklı bulur ve olayı lehine yorumlayıp anlatır. Bu durumda tarafları dinleyen kişi, eğer olaya şahit olmamışsa, anlatılanlara bakarak hüküm verir. Bu da çoğunlukla her iki tarafın aynı anda haklı olması demektir. Her ne olursa olsun gerçekleri saptırarak anlatmamak lazımdır.

Gerçekte haksız olan kişilerin haklı çıkması durumunda olayları çarpıttıklarını vurgulamak üzere söylenir.

Kadı ekmeğini karınca yemez: Kadı, kanunların uygulayıcısı olduğu için kimse onun malına dokunamaz. Sonucunun kötü olacağını bilir. Kadılar hakkın, kanunun ve düzenin temsilcisi oldukları için kimse onların mallarına kötü gözle bakmaz, bakamaz.

Kalaylı bakır küflenmez: Saf, temiz, dürüst ve namuslu kimseye kimse kara çalamaz; onun şahsiyetine kimse leke süremez.

Kalıp kıyafetle adam, adam olmaz: Ne kadar güçlü, gösterişli, sağlıklı bir vücuda sahip olursa olsun; bu vücudu ne kadar iyi, güzel ve çekici giyim, kuşamla donatırsa donatsın, bütün bunlar kişiyi değerli kılmaz. Kişiyi değerli kılan güzel ahlâkı, becerisi, üretkenliği, bilgisi ve çalışkanlığıdır.

Kalp kalbe karşıdır: Sevgi karşılıklıdır. Birinin hissettiğini diğeri de hisseder, birinin düşündüğünü diğeri de düşünür. Zevk, alışkanlık, arzu ve isteklerde de birlik mevcuttur.

Kanaat gibi devlet olmaz: Elindekinden hoşnut olan, onu yeter bulan, fazlasını istemeyen, ihtiras beslemeyen kişi kolay doyuma ulaşır ve mutlu olur. Bundan ötürü de kolay kolay yokluk çekmez, sıkıntıya düşmez. Elindekiler ile yetinmesini bilen kimse sıkıntı çekmez.

Kanatsız kuş uçmaz (olmaz): Gerekli şartları sağlanmayan, araç ve gereci temin edilmeyen, kimi dayanaklardan yoksun bırakılan iş ya da insandan başarı beklenemez.

Kanı kanla yumazlar, kanı su ile yurlar: Bir kötülük, kötülük yapılarak düzeltilemez; hatta böyle bir karşılıkta bulunmak işi daha da vahim hâle sokar, içinden çıkılmaz yapar. Kötülük ancak iyilik yapılarak ortadan kaldırılabilir.

Kara haber tez duyulur: Ölüm veya felâket haberi, kötü haber çabuk duyulur; ağızdan ağıza geçerek hızla yayılır.  Kötü bir olayın haberi, olayla ilgili kişilere en kısa zamanda ulaştırılır ki bir an önce gereken önlemler veya yapılması gereken işler yapılsın. Buradan hareketle ölüm, kaza, hastalık, belâ gibi kötü olayların haberleri de hemen yayılır. Aslında kimse böyle bir haberi duymak istemez. Duyunca da bunun erken olduğunu düşünür. Kötü bir haberin duyulması üzerine söylenir.

Karaya sabun, deliye öğüt neylesin: Esası, özü bozuk olan şeyi düzeltmek hemen hemen imkânsızdır. İnsanlar için de durum aynıdır. Kimi akılsız, anlayışsız, yoldan çıkmış kimseleri de doğru yola getirmek mümkün değildir.

Kardeş kardeşi atmış, yar başında tutmuş: Kardeşler ne kadar geçimsiz, anlaşmaz, kavgalı, dargın olurlarsa olsunlar yine de kötü bir durumda birbirlerine yardım ederler. Çünkü onları birbirine bağlayan bir kan bağı vardır ortada.

Kardeş kardeşi bıçaklamış, dönmüş yine kucaklamış: Bk. “Kardeş, kardeşi atmış, yar başında tutmuş.”

Karga, kekliği taklit edeyim demiş; kendi yürüyüşünü şaşırmış: İnsanlar yetiştikleri çevrenin eğitimini alırlar. Bu bakımdan görgüleri, beceri ve bilgileri, davranışları, yol ve yöntemleri birbirinden farklıdır. Buna rağmen kimi kişiler özenti hastalığına yakalanırlar ve onu bunu taklit etmeye başlarlar. Ancak bunu beceremezler, bunu beceremedikleri gibi tabiî davranışlarını da yitirir, gülünç duruma düşerler.

Karga yavrusuna bakmış, “benim ak-pak evlâdım” demiş: Yaptığı iş ne kadar kusurlu, çocuğu ne kadar çirkin olursa olsun, kişiye bunlar iyi ve güzel görünür. Başkalarının bu konuda ne diyeceği o kadar önemli değildir.

Kartala bir ok değmiş, o da kendi yeleğinden: Kişi, hayatta karşılaşacağı en büyük kötülüğü çoklukla en yakınlarından görür.

Kâr, zararın kardeşidir (ortağıdır): Ticarette sadece kâr etmek düşünülemez, zarar da edilebilir. Ticarete atılan kimse bunu göze almalı, alış verişe öyle girmelidir.

Katıra “baban kim?” demişler, “dayım attır” demiş: Kişi kusurlu yanının açığa çıkmasını istemez, bunu gizlemeye çalışır. Sadece iyi yanıyla görünmeye ve övünmeye gayret eder.

Kaynayan kazan kapak tutmaz: İçin için gelişen olaylar veya duygular bir yerde patlak verir, önüne geçilemez, kolay kolay yatıştırılamaz.

Kaza geliyorum demez: Can veya mal kaybına sebep olan kötü olayın ne zaman olacağını kestirmek mümkün değildir. Bu bakımdan önceden kimi tedbir alınmalı, ansızın ortaya çıkacak kazaya karşı hazırlık yapılmalıdır.

Kazanmayanın kazanı kaynamaz: Yiyip içmek, geçimini temin etmek isteyen insan çalışıp kazanç sağlamak zorundadır. Kazancı olmayan insanın geçinmesi mümkün değildir.

Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez: Büyük çıkarlar beklenen yer için küçük fedakârlıklar yapılmalı, kimi sıkıntılara girilmeli ve bundan kaçınılmamalıdır.

Kazma elin kuyusunu, kazarlar kuyunu:

Sen başkasına kötülük yaparsan, o da sana kötülük yapacaktır. Her şeyin bir karşılığı vardır. Unutma ki, her ne edersen onun karşılığını alırsın.

Keçi can derdinde, kasap yağ derdinde: Kötü bir duruma düşmüş, büyük zarara uğramış kimi kimseler acı içinde kıvranırken, kimileri de küçük yararlarını düşünürler ve hiç umursamadan bu durumdan istifade etmeye çalışırlar.

Keçi nereye çıkarsa oğlağı da oraya çıkar: Küçükler daima büyüklerini taklit ederler, örnek alırlar. Anne baba ne yaparsa çocuk da onu yapar; hangi yola giderse çocuk da o yola gider.

Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur: Açgözlü, gözü doymaz, hırslı insanlar küçük bir çıkar için bütün varlığını tehlikeye atar.

Kedinin boynuna ciğer asılmaz: Kendisine güvenilmeyecek birine bir şey bırakmak, emanet etmek doğru değildir. Yoksa o şey ya zarar görür, ya da yok olur.

Kedi uzanamadığı (yetişemediği) ciğere pis (murdar) der: Kimileri, çok istedikleri hâlde elde edemedikleri şeyi hor göstermeye kalkışırlar; beğenmiyor görünürler. Böyle davranmakla asıl yapmak istedikleri şey, kendi çaresizliklerinin ortaya koyduğu açığı kapatmaya çalışmaktır.

Kele, köseden yardım gelmez: Yardıma muhtaç olan kişi, ihtiyaç duyduğu şey konusunda kendi dururken başkasına yardım edemez. Kendi derdine çare bulamamış, kendi işini halledememiş ki, başkasına nasıl yardım etsin?

Kelin ilâcı olsa başına sürer: Bk. “Kele, köseden yardım gelmez.”

Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur: Önce değersiz bulunan, beğenilmeyen bir kimse, küçük bir şey veya bir fırsat elimizden çıkıp yok olunca birden kıymet kazanır; çok önemli ve iyi gibi görülür.

Kem göz, kalp akçe sahibinindir:

Kötü sözü kimse kabul etmediği gibi, sahte parayı da kimse kabul etmez. Kötü söz söyleyenin, geçmeyen para da onu kullananındır.

Kem söz (kalp akçe) sahibinindir: İnsanlar zaman zaman kötü sözler söyleseler de sonradan bu sözleri kabul etmek istemezler. Hiç kimse kötü bir şeye sahip olmak istemez. Dolayısıyla kötü sözler çoğunlukla inkâr edilir. Buna rağmen halk o kötü sözün sahibini elbette bilir. Bu tıpkı sahte ve geçmeyen paralar gibidir. Kimse bu paraları kabul etmeyince sahibinde kalır. Kötü söz ve davranışlardan kaçınmak gerektiğini vurgulamak üzere söylenir.

Kendi düşen ağlamaz: Girdiği bir işte kendi zararına kendi sebep olan bir kimsenin yakınmaya hakkı yoktur. Çünkü bildiğini okumuş, istediği gibi davranmış, kimseyi dinlememiştir. O hâlde kötü sonuca da katlanmalıdır.

Kesilen baş yerine konmaz: Bir iş yapıldıktan sonra eski durumuna getirilemez. Bu bakımdan bir işe girişmeden, bir davranışta bulunmadan önce, işin nasıl sonuçlanıp sonuçlanmayacağını iyi hesapla; pişman olup olmayacağını iyi düşün taşın ve ondan sonra harekete geçip geçmeme konusunda karar ver.

Keskin sirke küpüne (kabına) zarar verir: Öfkeli, sert, sinirli kimsenin zararı kendisinedir. Kendini yıprattığı, sağlığına zarar verdiği, toplum içinde saygınlığını yitirdiği gibi işlerini de bozup alt üst eder.

Kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz: Kişi öncelikle kime danışacağını, kimin peşinden gideceğini iyi bilmelidir. Çünkü seçtiği kişi kötü, işe yaramaz biri olabilir ve onun başını belâya sokabilir.

Kılıç kınını kesmez: Ne kadar sert ve öfkeli olursa olsun hiçbir kişi yanındakilere, yakınlarına zarar vermez.

Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan: Kişi, kiminle arkadaşlık ederse, ondan etkilenir; onun alışkanlıklarına, düşüncelerine eğilim duyar; huyunu, gidişini kapar.

Kırkından sonra azanı teneşir paklar: Yaşlandıktan sonra yaşına uymayan davranışlarda bulunan, ahlâksız bir yola sapan, kötü işlere bulaşan insanları doğru yola getirmek çok zordur. Bu gibi kimselerin sonu da iyi değildir.

Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani: İyi alışkanlıklar edinmiş ve bunu uzun yıllar sürdürmüş kişi, kolay kolay bu yapısından vazgeçip de kötülük edemez.

Kısmetinde ne varsa kaşığına o çıkar: Kişi ne kadar çalışırsa çalışsın, çabalarsa çabalasın alın yazısındaki şeye ulaşır. Yüce Allah, ona ne nasip etmişse ancak ona kavuşur; bu az da olur, çok da.

Kızı gönlüne (keyfine) bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya: Evlenme çağındaki kızı büyükleri uyarmazlarsa uygun olmayan birisiyle evlenir. Çünkü yaşı gereği hem tecrübesiz, hem de eğlenceye düşkün olur ve ileriyi göremez. Bu bakımdan anne baba tarafından denetlenmeli, uyarılmalıdır.

Kızını dövmeyen, dizini döver: Kızını, çocuğunu daha küçük yaşta eğitme yoluna gitmeyen, terbiye kurallarını öğretmeyen, gerekirse dövmeyen ileride çok pişman olur; ancak iş işten geçmiştir.

Kimi köprü bulamaz geçmeye, kimi su bulamaz içmeye: Hayat sıkıntılarla, çelişkilerle doludur. Buna bir de insanların nasipleri arasındaki tutarsızlıklar eklenince hayat daha da çekilmez olur. Kimileri bolca bulurken, kimileri hiç bulamaz. Bu da toplumu kargaşaya sürükler. Gerekli olan şey dengeyi sağlamaktır.

Kiminin parası, kiminin duası: Öyle işler vardır ki, kiminden para, kiminden de dua alınarak yürütülür. Bu dünyada para kadar dua da önemlidir. Canı gönülden yapılan duanın önemi büyüktür.

Kimse ayranım (yoğurdum) ekşi demez: Herkes sattığı malı; kendi işini, tutumunu ve davranışını över. Kendine yönelik eleştiriler yapılsa da aldırmaz, kusur kabul etmez, o methe devam eder.

Kimseden kimseye hayır yok (gelmez): İnsan, yapacağı işte başkasının yardımına güvenirse, hayal kırıklığına uğrar. Bu bakımdan bir işe girerken kendine dayanmalı, kendi gücüne güvenmelidir.

Kimsenin âhı kimsede kalmaz: Güçlü bir kimsenin dine, yasaya veya vicdana aykırı olarak başkasını uğrattığı kötü durum, kıyım, acımasızlık, haksızlık ve cefa asla karşılıksız kalmaz. Zalimler, er ve-ya geç zulme uğrayanların âhını, bedduasını alırlar ve perişan olurlar.

Kişi refikinden azar: İnsanı iyi ve kötü yola sürükleyen arkadaşıdır.

Koça boynuzu yük değil: 1. Kişiye kendisinin ve yakınlarının işini görmek ağır gelmez. 2. Kişi, kendini savunacak araç-gerecini, güvenlik sistemlerini taşımaktan ve kullanmaktan geri durmaz, bunlar ona yük değildir.

Komşu komşunun külüne muhtaçtır: Hayat şartları insanları bir arada yaşamaya zorunlu kılmıştır. Bir arada yaşama sosyal hayatı, sosyal hayat da karşılıklı olarak yardımlaşmayı beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla insan her meselesini tek başına halledemez olmuş, yakınındakine başvurmak zorunda kalmıştır. Bu bakımdan komşular birbirlerine en küçük şey için bile muhtaçtırlar. Çünkü en önemsiz şeyin yokluğu, büyük bir işin aksamasına yol açabilir.

Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür: Başka bir kimsenin malı, kişiye olduğundan daha değerli görünür. Çünkü insan nefsi doymak bilmez, başkasının elindekine imrenir. Hele insanlar birbirlerini çekemiyorlarsa birinin elindeki mal, diğerini sürekli rahatsız eder.

Kork Allah`tan korkmayandan: Allah korkusu, öte dünyaya inanan insanları pek çok kötülükten uzak tutar. Çünkü yaptığı kötülüklerin cezasız kalmayacağını bilir ve kolay kolay kötülük yapamaz. Ama insan yüreğinden Allah korkusunu söküp attı mı, şeytanla baş başa kaldı demektir. Artık onun düşünemeyeceği kötülük yoktur, her türlü fenalığı eline fırsat geçti mi kolaylıkla yapar. Bu bakımdan böylelerinden çekinmek, uzak durmak, kendini korumak gereklidir.

Korku dağları bekletir: 1. Korku varlığını her yerde duyurur. Yapacağı işe karşı verilecek cezadan korkan kimse o işi yapmaktan çekinir. 2. Cezadan veya zulümden kaçan dağlara kaçar, gizlenir, zor da olsa orada yaşamaya çalışır.

Korkulu rüya (düş) görmektense uyanık yatmak yeğdir (hayırlıdır): Tehlikeli bir işe girişmektense o işin sağlayacağı kazançtan vazgeçmek daha iyidir. Çünkü sonu pekiyi görülmeyen, her gün ha battım ha batacağım korkusu veren işten insana pek hayır gelmez.

Korkunun ecele faydası yoktur: Kişi korksa da kendisine yönelik olacak herhangi bir kötülüğün önüne geçemez. Bundan ötürür korkuyu devam ettirmektense gelecek tehlikelere karşı önlem alma yolunu seçmelidir. Çünkü gelecek olan gelecek, olacak olan olacaktır. Üzüntü, korku ise bunu önleyemeyecektir.

Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler: İstenilen nitelikteki şey bulunamayınca onun daha düşük nitelikte olanına da razı olunur. Çünkü bir ihtiyaca, kalitesi düşük de olsa cevap verecektir. Bir şeyin çok kıymetlisi bulunmazsa daha aşağı değerde olan kıymet ve itibar kazanır.

Köpeğe gem vurma kendisini at sanır: Hiçbir değeri olmadığı hâlde kendisine değer verilen, lâyık olmadığı hâlde bir makama getirilen kişi, kendisini gerçekten kıymetli sanıp buna da inanmaya başlar.

Köpek ekmek veren kapıyı tanır:  Şurası unutulmamalıdır ki, köpek bile kendisini besleyen yeri bilir; o yerin insanına karşı bunu iyi davranışlarıyla belli eder. O hâlde insan bunu görmeli ve bunun çok ötesinde olmalıdır. Kendisine iyilik eden, yardımcı olan kimselere karşı gerekli saygıyı göstermeli, nankörlük etmemeli ve kendisine uzanan şefkatli elleri unutmamalıdır.

Köpek sahibini ısırmaz: Köpek bile kendisini besleyen, kendisini koruyan sahibine saygılı davranır. Peki, kişi ne kadar kötü olursa olsun iyilik gördüğü, geçimini sağladığı yere nasıl kötülük edecektir? O da nankörce davranıp zarar veremez.

Köpeksiz sürüye (köye) kurt dalar (iner): Koruyucusuz kalan yere veya ülkeye düşman girer, saldırır, ne var ne yok hepsini talan eder. Eğer elinizdeki yeri ya da ülkeyi iyi koruyup gözetirseniz, düşman sizden uzak durur ve kötü sonlarla karşılaşmazsınız.

Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı derler: Kişi işini gördürünceye kadar yardım beklediği kimseye dil döker, onu över, ne kadar kötü de olsa onu göklere çıkarır. Ancak işini gördürdükten sonra bu tavrı birdenbire değişir. Karşısındaki kimse, sanki o övdüğü kimse değildir. Kuşkusuz bu tavır ikiyüzlü kimselerin tavrıdır ki namuslu insanlar bundan uzaktırlar.

Körler memleketinde şaşılar padişah olur: Bilgisiz, anlayışsız, beceriksiz insanların bulunduğu bir yerde, çok az bilgi, anlayış ve becerisi bulunan kişiler başa geçip yönetimi ele alırlar.

Körle yatan şaşı kalkar (İtle yatan bitle kalkar): Değersiz, kötü, ahlâksız kişilerle ilişki kurup arkadaşlık yapanlar ister istemez onlardan etkilenir ve kötü huylar kaparlar. Çünkü insanı en çok etkileyen yakınında bulunduğu insanlardır.

Kötü komşu insanı (adamı) hacet sahibi eder: İnsanlar en çok birbirlerine yakın olan insanlarla yardımlaşırlar. İnsanın yardımlaşacağı insanlardan biri de komşusudur. Eğer komşu kötü huylu biri ise, kendisinden emanet olarak istenen bir şeyi vermez. Emanet isteyen de geri çevrildiği için ihtiyaç duyduğu şeyi satın almak zorunda kalır. Böylelikle o kötü komşu, insanı bir alet-eşya sahibi yapmış olur.

Kötülük her kişinin kârı, iyilik er kişinin kârı: Bk. “İyiliğe iyilik her kişinin kârı...”

Kötü söyleme eşine, ağu katar-aşına: Yakın ilişkide bulunduğun kimselere (aile fertleri, komşu, arkadaş, mesai arkadaşları vs.) iyi davran, onları incitip kırma. Eğer böyle yaparsan onlar da senin hakkında hiç iyi düşünmezler, sana daha büyük kötülük yapma yoluna giderler.

Kul azmayınca Hak yazmaz: Kişinin başına gelen felâketler hep onun azgınlığı, sapkınlığı yüzündendir. Çünkü Yüce Allah hiçbir kuluna zulüm yapmaz. Doğru yolda giden toplumlar selâmete ermişler, sapanlar ise felâketlerle karşı karşıya kalmışlardır.

Kul hatasız (kusursuz) olmaz: Bk. “Hatasız kul olmaz.”

Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez: Sıkıntıda olan, dara düşen ve kendisine inanan insanları Yüce Allah darda koymaz. Onlara en sıkışık anlarında yardım eder, yeter ki o kullar kötü yola sapmadan sabrederek yollarına devam etsinler.

Kurda, “Neden boynun (ensen) kalın?” demişler; “İşimi kendim görürüm de ondan” demiş: Kendi işini kendisi gören, başkasına bırakıp yaptırmayan kişinin içi rahattır; çünkü işin bütün yükü ve sorumluluğu ona aittir. Dolayısıyla hiç kaygılanıp üzülmez de, keyfine bakar.

Kurt dumanlı havayı sever: Kötü niyetli kimseler ortalıktaki karışıklıklardan yararlanma yoluna giderler. Çünkü o anda dikkatler dağılmıştır, kimin ne yaptığı belli değildir. Dolayısıyla kendilerine engel olacak kimselerin bulunmadığı bu ortamı sever ve bu ortamın oluşmasını istekle beklerler.

Kurt kocayınca köpeklere maskara olur: Güçlü, kuvvetli bir kurt ile köpekler kolay kolay başa çıkamazlar, ondan çekinip korkarlar. Bunun gibi her bakımdan güçlü, kuvvetli iken herkesi korkutan, tedirgin eden, yıldıran kişi, bu gücünü-kuvvetini kaybettikten sonra onun bunun, aşağılık kimselerin eğlencesi ve oyuncağı hâline gelir.

Kurt tüyünü (köyünü) değiştirir, huyunu değiştirmez: Kötü, zalim kimseler kılık-kıyafetlerini, oturdukları ev ve yerlerini değiştirseler de huylarını değiştirmezler; onların bu kötü yapıları devam edip gider.

Kuru lâf karın doyurmaz: Anlamsız, yersiz, boş sözlerle bir iş yapılamaz. Bir işten olumlu sonuç alınmak isteniyorsa, o konuda eylemde bulunmak, yararı dokunan davranışlar göstermek gereklidir. Bir gayret göstermeden, bir yatırım yapmadan yalnızca boş sözlerle başarı elde etmek mümkün değildir. Boş sözün insana hiçbir faydası olmaz. Böyle lakırdılardan ne iyi bir sonuç alınabilir; ne de o sonuç işe yarar. Söz öncelikle doğru ve tutarlı söylenmeli, sonra da hareket ve çalışma ile desteklenmelidir. Aksi takdirde hiç kimse yalnızca konuşmak, atıp tutmakla bir iş başaramaz. Boş sözlerle gevezelik edenler için söylenir.

Kurunun yanında yaş da yanar: Bir düzeni kurmak, huzuru sağlamak için girişilen bir eylem sırasında suç işlemiş kötülerin yanı sıra, suçsuzların da cezalandırıldığı ve zarara uğratıldığı görülür.

Kusursuz dost arayan dostsuz kalır: Eksiksiz, noksansız kişi olmaz, hiç kimse mükemmel değildir. Bu sebeple kusursuz dost aramak boşunadır. Arayan da dostsuz kalır. Dost bulmak istiyorsak, insanları kusurları ile kabullenip sevmeliyiz.

Kuzguna yavrusu güzel (anka) görünür: Bak. “Karga yavrusuna bakmış...”

Küçük suda büyük balık olmaz: 1. Yetenekli, büyük kişiler küçük çevrelerde yetişse bile barınıp kalamaz. Bu kişiler kendilerini besleyecek, barındıracak ve olgunlaştıracak daha büyük çevrelere, kültür ortamlarına ihtiyaç duyarlar. 2. Küçük kazançlar, küçük ortamlarda; büyük kazançlar da büyük ortamlarda elde edilir. Sınırlı, küçük bir ortamda yapılan işten bol kazanç sağlanamaz.

Kürkçünün kürkü olmaz, börkçünün börkü: Başkalarının ihtiyaçlarını karşılayan bir meslek dalında çalışıp çabalayan kişi, kendi ihtiyaçlarını ha bugün, ha yarın diyerek ihmal eder ve savsaklar.

 

L

Laf lafı açar: Karşılıklı konuşmalarda konuşma bir süre uzadığı zaman, sözden başka söze geçilmeye başlanır. Başlangıçta hiç düşünülmeyen konulara kadar söz uzar gider.  Sözün en etkili ve değerlisi, az ama öz olanıdır. Eğer konuşma uzayacak olursa, sözden söze geçilir ve hiç ortada olmayan konular hakkında konuşulmaya başlanır. Belki asıl konuşulması gereken konu dağıtılmış, unutulmuş bile olur. Keza söz uzadıkça sırlar da yavaş yavaş açılır ve gizli kalması gereken hususlar ortaya dökülür. Bu bakından merama yetecek kadar konuşmak en doğru yoldur. Kısaca, görüşülmesi gereken bir konunun boş lakırdılar ile uzaması üzerine söylenir.

Lâfla peynir gemisi yürümez: Yalnız konuşarak, yaparım ederim diyerek bir yere varılmaz ve hiçbir iş gerçekleştirilemez. Atıp tutmaktan ziyade harekete geçip uygulamak ve çalışmak lâzımdır.  Bir kimsenin kendini övmesi ile gereken işte gereken sonuçlar alınmaz.  

Maksada ulaşmak, ancak çalışmakla olur. Bir kişinin “Şöyle yaparım, böyle ederim…” diye söylenmesi hiçbir işi halletmez. Ancak söylediğini yapanlar sonuca ulaşır. Aksi takdirde boş laflar, atıp tutmalar ve kuru övünmeler ile iş yürümez.

Yapamayacağı şeyleri çok kolaymış gibi anlatarak olduğundan büyük görünmek isteyen kişiler hakkında söylenir.

Lafla pilav pişerse, deniz (dağ) kadar yağı benden: Söz söylemek, iş görmeye ve başarı elde etmeye yetmez. Çalışarak hedefe ulaşılabilir. Yoksa söz söylemeye gelince herkes yüksekten atabilir. İnsanların olduklarından daha üstünmüş gibi görünmeleri hiçbir işi halletmez. Eğer bu tutum geçerli bir yol olsaydı, kişiler birbirlerinden daha fazla palavra söyleyerek başarılı olurlardı. Marifet çalışmak, didinmek ve gayret saf etmektedir. Kuru sözler ile kendini övenlere karşı bir ikaz sözü olarak söylenir.

Lâf torbaya girmez:  Ağızdan söz bir kez çıktı mı artık onu gizlemek mümkün değildir. Çünkü onu herkesin duyması kaçınılmazdır. Bu sebeple söz ağızdan çıkmadan önce iyice düşünmeli, nereye varıp varmayacağı hesaplanmalı ondan sonra sarf edilmelidir.  Bir konu hakkında sarf edilen sözler üzerinde iyice düşünülmelidir.

Ağızdan çıkan bir sözün hiç söylenmemiş gibi gizlenmesi imkânsızdır. Onu duyan kişiler üzerinde, iyi veya kötü mutlaka bir etki yapar ve yayılır. Bu durumda pişman olunan sözler, söyleyen kişilere zarar verir. O hâlde her sözü düşünerek söylemek, önünün ardını hesap etmek gerekir. İstenmeyen durumlarla karşılaşmamak için sözlerimize çok dikkat etmeliyiz. Söz söylerken iyi düşünmenin ve temkinli davranmanın gerekliliğini anlatmak üzere söylenir.

Lâtife lâtif gerek: Şaka yaparken bile kaba, kırıcı olmamak, incelikten ayrılmamak gerektir. Şakalar karşısındakini kırmayacak biçimde olmalıdır. Şaka yapan, karşısındakini çok iyi anlamalı, kırmadan, incitmeden şaka yapabilmelidir.

Leyleğin ömrü laklakla geçer: Aylak, işsiz-güçsüz, bir iş yapmak istemeyen kişi zamanını boş ve anlamsız konuşmalarla geçirir. Çene çalmaktan başka bir işe yaramayan bu kimselerle bir arada bulunarak zaman harcamaktan kaçınmak bir zorunluluktur.   Aylak kişiler bütün günlerini orada burada boş laflar söyleyerek boşa geçirmiş olurlar.  

Aylak kişiler zamanlarının çoğunu konuşmakla geçirirler. Oysa bu gevezeliklerinden hiçbir yarar elde edilemez. Bilakis zaman boşa tüketilmiş, yapılması gereken işler yapılamamış olur. Hiçbir iş yapmadan ileride yapacağı işleri anlatan; ama hiçbirini yapmaya yanaşmayan ince insanlar vardır ki başkalarını meşgul etmekten öte bir meziyetleri yoktur. Bu türden kişilerin çenesine takılarak zamanımızı boşa harcamamalıyız.

Boş konuşmayı ve atıp tutmayı kendine huy edinen kişiler hakkında söylenir.

Lodosun gözü yaşlı olur: Güneyden veya güney batıdan esen rüzgâr, ardından çoğunlukla yağış getirir.

Lokma çiğnenmeden yutulmaz: Her iş bir emekle yapılır. Emek, çaba ve diğer yardımcı güçleri sarf etmeden bir şey elde edilemez. Alın teri dökülmeden kazanılan şeyden hayır gelmez. Nasıl ki çiğnemeden yuttuğumuz şey midemize zarar veriyorsa, emek vermeden elde ettiğimiz şey de bize zarar verir; çünkü helâl değil, haramdır. O hâlde bir şey elde etmek istiyorsak çalışmak, alın teri dökmek ve emek vermek zorundayız.  Lodosun sonunda yağmur yağar

Lokma çiğnemeden yutulmaz: Bir işin iyi sonuçlanması için gereken önem ve çalışma gösterilmelidir.

Lokma karın doyurmaz, şefkat artırır: Bir kişiye armağanlar vermek, o kişinin ihtiyaçlarını karşıladığı için değil aradaki sevgiyi çoğalttığı için çok değerlidir.


M

Mahkeme kadıya mülk değil: Hiçbir kimse, hizmet için bulunduğu kamuya ait bir makam ya da mevkide ömrünün sonuna kadar kalamaz. Ayrıca o yeri kendi malı ve mülküymüş gibi de kullanamaz. Gün gelir, onu o yere getirenler onu oradan alır, yerine bir başkasını getirebilirler. Bu sebeple geçici de olsa devlete ait olan yerleri işgal edenler, o yerlerde yetkilerini yanlış yolda kullanmamalıdırlar.  İnsan, yaşamı süresince güçlü makamlara gelebilir. Böyle makamlara gelince etrafındakilere böbürlenmemelidir. Çünkü gün gelecek, bu makamı bırakmak zorunda kalacaktır.

Mal bulunur, can bulunmaz: Mal ve mülk kazanmakla elde edilir. Bugün kaybeden, yarın gayretli çalışması sonucu yine bulabilir. Ama can öyle mi ya? Canını kaybeden onu bir daha elde edemez. Bu bakımdan insan canının kıymetini bilmeli, onu tehlikeye atmamalı. Unutmamalıdır ki, ancak sağlığı yerinde olan insan mal kazanabilir.

Mal adama hem dost, hem düşmandır: Mal insanı rahat ve huzurlu yaşattığı için dosttur. Aynı zamanda, zengin olmanın getirdiği tehditlerden dolayı düşmanıdır.

Mal canın yongasıdır: İnsan, malına gelen zarardan, canına gelmişçesine acı duyar. Çünkü onu kazanırken çok uğraşmış, canını dişine takmış, didinip durmuş ve mal sanki onun bir organı gibi olmuştur.  Can her şeyden kıymetlidir. Zorluklarla elde edilen mal da cana yakın değer taşır.

Mal canı kazanmaz, can malı kazanır:  İnsanlar fazla kazanacağım diyerek sağlıklarını tehlikeye atmamalıdırlar. Kişi sağlıklı olursa mal kazanması, pek çok kazanması mümkündür. Ama sağlığını kaybederse mal da kazanamaz olur.

Mal melâmeti örter: Zengin olmak, insanların kusurlarını görmezden gelmelerine yardımcı olur.

Malını yemesini bilmeyen zengin her gün züğürttür: Züğürt kimse parası olmadığı için zorluk içindedir. Parasını yiyemeyen kimseler ise paraları olduğu halde bu yokluğu çekenlerdir.

Marifet iltifata tâbidir: Kişilerin başarıları takdir edildiği ve karşılığı verildiği müddetçe daha iyi sonuçlar elde edilir ve başarıların devamı sağlanır. Çok kaliteli bir mal üreten kişi, eğer o mala alıcı bulamıyorsa başarısının bir anlamı yoktur. Kişilerin yararına kullanılmayan başarılar devamlı olamaz. Beceri ve başarıları ödüllendirmek gerektiğini vurgulamak üzere söylenir.

Kış ile ilkbahar arasındaki geçiş dönemi olduğu için insanlar hastalıklara daha kolay yakalanırlar

Mart kapıdan baktırır, kazma-kürek yaktırır: Mart ayı şiddetli soğukların olduğu bir aydır. Zaman zaman güneş görünse ve havalar ısınıyor gibi olsa da soğuklar şiddetini azaltmaz. Çoklukla bugünlerde yakacak tükenir, insanlar zor durumda kalırlar, evde bulunan kazma-kürek saplarını bile yakmak zorunda kalırlar.

Mart`ta yağmaz, Nisan`da dinmezse sabanlar altın olur: Mart ayı oldukça soğuk bir aydır. Bu ayda yağmurun yağması ürün için iyi değildir. Nisan ise havaların ısınmaya başladığı bir aydır. Bu ayda yağacak yağmur, hem de çok yağacak yağmur ürün için oldukça faydalıdır, verimi artırır ve çiftçiyi son derece memnun eder.

Maşa varken elini ateşe sokma: 1. Bir işten gelebilecek zarardan kendini koruyacak bir yol vardır, o yolu tut. Kendini zarardan koruduğun gibi rahat da edersin. 2. Yaptırabileceğin biri varken tehlikeli bir işe kendin girme.

Mayasız yoğurt çalınmaz (tutmaz): Bir işin başarıyla yürütülebilmesi, bir işten verim alınabilmesi için uygun bir ortama, gerekli araç-gerece, az da olsa bir sermayeye ihtiyaç vardır.

Mazlumun âhı, indirir şahı (yerde kalmaz): Bk. “Kimsenin âhı kimsede kalmaz.”

Merhametten maraz doğar:  Bir kimsenin karşılaştığı kötü durum karşısında üzüntü duyar ve o kişiye yardımda bulunur, iyilik ederiz. Ne var ki, kimileri kendisine gösterilen bu yakın ilgiyi kötüye kullanır ve başımızı derde sokar.

Mermer iyi taştan, iyilik iki baştan: Bk. “İyilik iki baştan olur.”

Mescide gerek olan meyhaneye haramdır: Her özellikli şeyin gerekli olduğu bir yer vardır. Onun dışında başka bir yerde kullanılamaz. Kullanılırsa son derece zararlı olur. İçki Müslüman`a haramdır, dolayısıyla içemez ve bulunduramaz. Domuz eti Hıristiyanların sofrasına konabilir ama Müslümanların sofrasına sokulamaz. Aksi takdirde Müslümanlığın özüne zarar verilmiş olur.

Meyhaneciden kefil istemişler, bozacıyı göstermiş: Toplumda uygunsuz işleri yapanlar kendi haklılıklarını, benzer kişileri göstererek savunmaya çalışırlar.

Meyveli ağacı taşlarlar:  Öyle sıradan kimselerle pek uğraşan olmaz. Ama toplumda bir konum edinmiş, bilgili, becerikli ve başarılı kimse kolayca hedef olur; hücumlara maruz kalır. Çünkü onun toplumdaki konumu kimilerinin kıskançlık duygularının kabarmasına yol açar.

Mızrak çuvala sığmaz (girmez): Herkesin gözü önünde duran, apaçık bilinen gerçeklerin gizli tutulması, örtbas edilerek yokmuş gibi gösterilmesi imkânsızdır.

Minareyi çalan kılıfını hazırlar: Kolay kolay saklanamayacak kadar büyük bir yolsuzluk yapan kimse, sorumluluktan kurtulma yollarını iyiden iyiye düşünür ve ortaya çıkmasını önleyecek tedbirleri önceden alır.

Mirî malı balık kılçığıdır, yutulmaz: Devletin malını mülkünü kendisine mal etmek son derece zor ve tehlikelidir. Böyle bir teşebbüste bulunsa da rahatça kullanamaz, günün birinde er veya geç bunun hesabı kendisinden sorulur.

Misafir kısmeti ile gelir: Geleneklerimiz ve dinimiz olan İslâm, yoldan gelene, yolcuya, konuğa gerekli ilgiyi göstermeyi ve ikramda bulunmayı emreder. Bu bakımdan evimizi konuğa açmalı, onu başımıza gelmiş bir külfet gibi görmemeliyiz. Eğer dinimizin buyurduğu gibi davranırsak misafiri ağırlamakta güçlük çekmeyiz, evimize bereket dolar. Çünkü ikram edene, sakınmadan verene, Yüce Allah misliyle verir. Dolayısıyla misafir kısmetini de getirmiş olur.

Misafir on kısmetle gelir; birini yer dokuzunu bırakır: Bk. “Misafir kısmeti ile gelir.”

Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer: Bir yere konuk olan, ev sahibinin kendisine özel olarak yapılmış çok güzel şeyler ikram edeceğini düşünebilir. Ancak umduğuna kavuşamaz; çünkü ev sahibi, evde ne varsa onu ikram eder. Bu bakımdan özel yiyeceklerle ağırlanacağını düşünmemelidir.

Misafir üç gün misafirdir: Geleneğimiz bir yerde haddinden fazla kalınmasını ve ev sahibine fazla sıkıntı verilmesini hoş görmez. Konuğun bir evde kalmasını üç günle sınırlar. Üç günden fazlası ev sahibini sıkıntıya soktuğu gibi, misafiri de zor durumda bırakır. Bu bakımdan, konuk, ev sahibinin durumunu anlamak ve üç günden sonra o yerden ayrılıp ev sahibini rahatlatmalıdır. Unutulmamalı ki suratlarının asılmasına sebep olduğumuz insanların yanına bir daha zor gideriz.

Muhabbet iki baştan: Bk. “İyilik iki baştan olur.”

Mum dibine ışık vermez: Konumu ve yapısı gereği etrafına ışık saçan mum, kendi dibini aydınlatamaz. Güçlü kişiler de uzaktakileri kollayıp kayırdıkları ve çokça yardım yaptıkları gibi kendi yakınlarına o kadar fayda sağlayamazlar. Çünkü onlar her şeyden önce çıkarlarını düşünen insanlar olmaktan uzaktırlar.

Mühür kimde ise Süleyman odur: Hz. Süleyman`ın peygamber ve hükümdar olduğunu belirten bir mührü vardı. Bu yetki gücünün işareti olarak görülmüş, burdan hareketle söze şu anlam verilmiştir: Bir işte yetki kimde ise kuvvet ondadır, onun buyrukları geçer.  Bir konuda yetkili kim ise onun sözü geçer.

Mürüvvete endaze olmaz: Yiğit, mert, iyiliksever, cömert olmanın ne ölçüsü, ne de sınırı vardır. Kişi bu hasletlerini olabildiğince geniş ve sınırsız tutabilir; tuttuğu oranda da kendini değerli, eşsiz bir insan yapar.  Yardımseverliğin ölçüsü olmaz

  

N

Namaza meyli olmayanın kulağı ezanda olmaz: Müslümanların günde beş kez yapmaları dince buyrulan ve dua okuyarak kıyam, rükû, sücut, kuut denilen beden durumlarını, kuralınca tekrarlayarak Yüce Allah`a edilen bir ibadettir namaz. Buna salât da denir. Namaza çağrı işareti de ezandır. Namazı gerçekten kendine bir görev bilmiş olanlar, onun vaktini dört gözle beklerler ve onun çağrı işareti olan ezana da kulak verirler. Namaz ve ezan arasındaki bu ilişkiden hareketle, atasözü şu anlamı vermek için söylenir: Kişi bir işin esasıyla ilgileniyor ve ona karşı istek duyuyorsa, o şeyin ayrıntılarıyla da ilgilenir; istemiyor ve ilgilenmiyorsa ayrıntılarıyla da uğraşmaz.  Bir işin bütününü istemeyen kimseler, o işin ayrıntıları ile hiç ilgilenmezler.

Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına: Kişi, çalışma miktarına ve biçimine göre karşılık görür. Çok ve iyi çalışan iyi, az ve kötü çalışan da kötü sonuçla karşılaşır. Elde edilen verimin iyi veya kötü olmasında niyetin rolü de büyüktür.  Kişi çok çalışırsa gelecek günleri de başarılı olur. Kazancı bol olur. Az çalışırsa kazancı, başarısı da az olur.

Ne ekersen onu biçersin: Nasıl davranırsan öyle karşılık görürsün. Birine kötülük yapan ondan kötülük, iyilik yapan da iyilik görür.  Kişiler çevrelerine nasıl davranırlarsa öyle cevap alırlar.

Ne karanlıkta yat, ne kara düş gör: İleride zarara uğrayıp üzülmek istemiyorsan, karşına çıkabilecek tehlikelere karşı şimdiden tedbir al. 

Ne idik, ne olduk: İçinde yaşadığımız toplum çok hızlı değişiyor. Biz bu toplumda bulunduğumuz ortamdan çok değişik ortamlara geldik. Bundan sonra da nerelere geleceğimiz, neler olacağı belli değil. 

Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli: Kişi ummadığı bir duruma ulaşabilir, varlıklı ve başarılı olabilir. Bu duruma ulaşan kimse çok şımarmamalı, sağında solunda bulunan kimseleri küçük görmemeli, bu durumun sürüp gideceğini düşünmemelidir. Yarın elinde olanı, bulunduğu konumu kaybedeceğini ve kötü duruma düşeceğini de hesaba katmalıdır.  Esas olan başarının niteliğinden çok devamlılığıdır.

Nerde birlik, orda dirlik: Hangi yerde, toplumda duygu, düşünce ve inanç birliği varsa dirlik ve düzenlik de oradadır. Orada insanlar mutlu, huzurlu, başarılı ve uyumlu bir hayat sürerler.

Kişiler arasında anlaşma, duygu ve düşünce birliği olursa orada huzur, güven ve düzen olur.

Nerde hareket, orda bereket: Hareket olan yerde bolluk olur. Çünkü orada devamlı iş, çalışma ve üretim vardır. Üretimin olduğu yerde de yokluktan değil, bolluktan söz edilir ancak.  Çalışmanın çok olduğu yerde, bu çalışmaların sonucu olan ürünler de çok olur.

Ne verirsen elinle, o gider seninle: Yaşadığı sürece yoksula, yetime, yolda kalmışa yardım eden, onları doyurup giydiren ve gözeten kimse, bunların karşılığını öbür dünyada alacaktır. Hatta Yüce Allah, ona kat kat fazlasıyla verecektir. İnsanlar yaşamları boyunca daima iyilik yapmalıdır. Bu iyiliklerin karşılığı, bir gün mutlaka sahibini bulacaktır.

Ne yavuz (azgın) ol asıl, ne yavaş (şaşkın, miskin) ol basıl: Sertlikten kaçın, ona buna saldırıp kimseyi ezme, yoksa seni kötü biçimde cezalandırırlar. Çok sessiz, uyuşuk, pısırık, korkak ve yumuşak da olma; yoksa seni hırpalayıp ezerler. İkisinin ortası bir yol izle.

Nikâhta keramet vardır: Nikâh evlenenleri sevgi bağıyla bağlar. Daha önce tanışmadan evlenenler, evlendikten sonra anlaşır ve birbirlerini severler. Bekâr durmaktansa evlenmek yeğdir.

Nisan yağmuru altın araba, gümüş tekerlek: Bk. “Mart`ta yağmaz, Nisan`da dinmezse...”

Niyet hayır, akıbet hayır (selâmet): Bir şeyin yapılması önceden iyi niyetle istenip düşünülmüşse, o şeyin sonu hayırlı olur. Kötü niyetle yapılan işten hayır gelmez.  Bir işe başlarken iyi niyetle hareket edilirse sonuç ta iyi olur.

 


O

Oduncunun gözü omçada, dilencinin gözü çömçede: Kişiler iş, meslek ve durumlarına göre kendilerine gerekli olan şeylerin peşine düşerler; onları elde etmeye çalışırlar.

Oduncunun gözü ormanda: Bütün insanlar kendi işlerine yarayan şeylerle çok yakından ilgilenirler.

Oğlan dayıya, kız halaya çeker: Oğlan çocuğu genlerin tesiri ile dayıya, kız ise halaya çeker, onun hareket ve tavırlarını alır.(Halk arasında yapılan bir yorumdur)

Oğlanınki oğul bağı, kızınki bahçe gülü: Kişinin torunu oğlundan olursa oğul balı diyerek, kız evlattan olursa bahçe gülü diyerek sevinir.

Olacakla öleceğe çare bulunmaz: İnsanın kaderinde ne varsa o olur, bunu değiştirmek mümkün değildir. Dünyada olup biten her şey Yüce Allah`ın kaza ve kaderine göre olur. Dolayısıyla ölüm de insanın iradesinin dışındadır. Eceli gelen, günü dolan ölür; bu mutlaka olacaktır, bunun önüne geçilemez.   İnsanların yaşam boyu karşılaşacakları ne varsa doğarken belli olur ama kişi bunu bilmez. Başımıza gelen ve elimizde olmayan sebeplerle oluşan olaylara çok üzülmemek gerekir.

Olan dört bağlar, olmayan dert bağlar: Zengin, varlıklı kişi dilediği gibi yaşar; istediği gibi yer, içer; giyinir, kuşanır; rahatına rahat katar. Ama yoksul kişi değil rahatına bakmak, geçimini temin edemediği için içten içe üzülür; acı çeker.

Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz: Hayatta hiç ummadığımız olaylar, en şaşırtıcı biçimde karşımıza çıkabilir. İnsanlar neyin olup neyin olamayacağını tahmin edebilirler; ama bilemezler. Bir şeye daha önceden “Olmaz, imkânsız, gerçekleşemez!” gibi müdahalelerde bulunmak sakıncalıdır. Çünkü dünyada olmayacak şey yoktur. En olmayacakmış gibi görünen pek çok olay gerçekleşmiş, hiç akılda bulunmayan hadiseler vuku bulmuştur.

Umulmadık bir olay veya bir olayın olmak ihtimaline itiraz edenlere tavsiye ve ikaz için söylenir.

Olsa ile bulsayı ekmişler, hiç bitmiş (yel ile yuf bitmiş): İnsan başarılı sonuca boş söz ve hayalle değil, çalışarak ulaşır ancak. Bu sebeple “bu iş böyle, şu iş şöyle olsa, şu şartlar yerine gelse” gibi sözler sarf etmekle insanın eline bir şey geçmez. İnsan bir şey kazanmak istiyorsa hareket etmeli, çalışıp çabalamalıdır.

Orman olur da domuz olmaz mı?: İyi bir ortamda çıkarcılar bulunabilir. Bulunması doğaldır.

Ortak (kuma) gemisi yürümüş, elti gemisi yürümemiş: Bir erkeğin hanımları birbirleriyle iyi-kötü anlaşabilirler, ama kardeşlerin hanımları birbirleriyle geçinemezler.

Osmanlı'nın ekmeği dizindedir: İşlerimizin başarılı olması için kendimiz ayırdığımız zaman çok olmamalıdır. İşlerimize ne kadar ağırlık verirsek o kadar başarılı oluruz.

Osmanlı`nın ayağı üzengide gerek: Bir devleti ayakta tutmak, yüzyıllar boyu yaşatmak, sınırları genişletmek, dini yaymak o kadar kolay bir şey değildir. Ancak atalarımız bunu becermişlerdir. Becerirken de sürekli hareket hâlinde olmuşlar, didinip çalışmışlar, dur durak bilmemişler, bir yere bağlanıp kalmamışlardır. Onlar bilirlerdi ki, hareketsiz kalan, tembelleşen, bir yere bağlanıp kalan (yani ayağını üzengiden çeken) kişi, ne başarılı olabilir, ne de dirlik ve düzenliğini sağlayabilirdi.

Osurukla boya boyanmaz: Gerekli bilgi ve görgü olmadan bir işi tam olarak görüp bitirmek imkânsızdır.

Otu çek, köküne bak: Bir kişinin kimliğini, nasıl birisi olup olmadığını öğrenmek için soyunu sopunu bilmek ve tanımak gerekir. Bir kimsenin hakkında tam olarak bilgi sahibi olmak istenirse o kimsenin soyunu sopunu çok iyi incelemek gerekir.

Otuz iki dişten çıkan, otuz iki mahalleye yayılır: Ağızdan çıkan söz, çok çabuk duyulur; başkalarının diline düşer ve bir anda her tarafa yayılır.

Oturduğu ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü: Kimi kişiler bulundukları yer ve şarta uymayan, ters düşen davranışlarda bulunur; kendilerini alay konusu ederler.

Oynamasını bilmeyen gelin yerim dar demiş: Kimi beceriksiz, başarısız, kendisinden bekleneni veremeyen kişiler bazı bahanelerin arkasına saklanarak açıklarını kapatmaya çalışırlar.



     Ö

Ödünç güle güle gider, ağlaya ağlaya gelir: İleride geri alınmak şartıyla verilen para, eşya ya da herhangi bir mal her iki tarafı da mutlu eder. Veren yardımcı olduğu, alan da ihtiyacını gördüğü için sevinir. Ancak geri verme zamanı gelince bu sevinç kaybolur. Çünkü çoklukla geri ödeme ya çok geç yapılır, ya da ödünç olarak verilen şeyin yıprandığı görülür. Bu durum ödünç verenle, ödünç alanın arasını açar; dostlukları bozup zedeler.   Ödünç verilirken veren de alan da güler yüzlüdür. Mutludur. Ödünç alınan geri verilirken ise durum değişiktir. Para veren kimse de parasını zamanında alamazsa tarafların arası çok çabuk bozulur.

Öfke baldan tatlıdır: İnsan sinirlendiği zaman bağırır çağırır, rahatlar.

Öfkeyle kalkan, zararla (ziyanla) oturur: Öfkesine kapılarak iş gören sonunda güç duruma düşer. Çünkü öfkeli, kızgın, sinirli insan iyi düşünemez, olup biteni iyi göremez, sonucu iyi hesaplayamaz. Bu yüzden de yanlış iş yapar.   Aniden öfkelenerek sergilenen davranışlar kırıcı olur. Sonuçları önceden tasarlanamaz.

Öksüz çocuk göbeğini kendisi keser: Bir koruyanı, kollayanı olmayan kimseler her işlerini kendileri yapmak zorundadır.

Öküze boynuzu yük değil: İnsan, kendi yakınlarının işleri ile kendi işlerini yük saymaz. Her ne kadar külfetmiş gibi görünüyorlarsa da, aslında yaptığı işler kişinin kendi yararınadır.  Meşgul olduğu iş, kişiye yük olmaz. Onları yaşamının bir parçası olarak kabul eder.  Bk. “Koça boynuzu yük değil.”

Ölenle ölünmez: Her canlının hayatı sona erer. Bu kaçınılmaz bir sondur ve doğal karşılanmalıdır. Çünkü ölüme çare bulunmaz. Bu bakımdan yakınını kaybeden bir kimse, kendini tüketircesine üzülmemeli, sakin olup dövünmeyi bırakmalıdır. Ne yaparsa yapsın, ne kadar üzülürse üzülsün öleni geri getiremeyecektir.   Ölüm kaçınılmazdır. Ölen bir kimsenin ardından yas tutmak ta onu geri getirmeyecektir. Bu durumu bilerek ona göre davranmak gereklidir.

Ölmüş eşek, kurttan korkmaz: Bazı sebeplerden ötürü çok sıkıntı ve acı çeken, felâket üstüne felâket görüp zarara uğrayan, kaybedecek bir şeyi kalmayan kimse, artık hiçbir şeyden korkmaz; ne tehlikeye aldırır, ne de tehdide.

Ölüm kalım (dirim) bizim için: İnsan yaşadığı gibi her an ölebilir de. Bu bakımdan öbür dünyayı da hesaba katmalı, ona göre davranmalı, dinin buyruklarını yerine getirmeli, bu dünyadaki işlerini de yarın öleceğini düşünerek bir yola koymalı insan.  İnsanlar malını ve zamanını, varlığını düşünerek kullanmalıdır. Geleceğini düşünmelidir.

Ölüm ile öç alınmaz: Düşmanlarının ölümünden sevinç duymak veya böyle bir duyguya kapılmak insana yakışmaz.

Önce can, sonra canan: İnsanlar bencil yaratıklardır. Can da kıymetlidir. Kaybedilmesi göze alınamaz. Bu bakımdan büyük fedakârlık gerektirecek konularda önce kendilerini, sonra sevdiklerini ve yakınlarını düşünür insanlar.

Önce düşün, sonra söyle: Ağızdan çıkan sözü değiştirmek ya da geri almak çok zordur. Sarf edilen bir söz insanı güç durumda bırakabilir, zarara sokup pişman edebilir. Bu sebeple bir sözü sarf etmeden önce dikkatlice düşünmeli, ne getirip götüreceği iyice tartılıp hesaplanmalıdır.

Ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider: Bir ailede büyükler nasıl bir yaşam içindelerse çocuklar da benzer bir hayat sürdürürler

Öpülecek el ısırılmaz: Saygı, sevgi, bağlılık gösterilecek ve teşekkür edilecek kimse incitilmemeli; sert ve kaba davranışa muhatap kılınmamalıdır. Hürmet gösterilmesi gereken kişilere saygısızlık etmek hatadır

  

P

Padişahın bile arkasından kılıç sallarlar: Kendisinden çekinilen kimselerin yüzüne karşı bir şey diyemeyenler onu arkasından çekiştirirler, hakkında atıp tutarlar. Çünkü hasmı karşısında değildir, arkasından konuşmak da kolaydır.

Padişah yasağı üç gün sürer: Padişahlık idaresi, bir kişinin sözünün geçtiği bir yöntemdir. Keyfidir. Bugün çıkarılan yasaklar, yarın bir neden ile ortadan kaldırılırlar. Bunun içindir ki emirlerinin devamlı olacağını düşünmemek lazımdır.

Palamut çok biterse kış erken olur: Uzun yılların tecrübesine dayanılarak elde edilen sonuçlara göre meşe ağaçlarında palamudun çok olması kışın erken geleceğini gösterir

Papaz her gün pilâv yemez: İnsanın önüne her zaman aynı nitelikte elverişli bir imkân çıkmaz. Çünkü şart, zaman ve imkânlar sürekli değil, değişkendirler.  Her işi daima bir kişiye yaptırmak doğru değildir. O kişi çok defalar ses çıkarmadan bu sıkıntıya katlandıysa da günün birinde yapamayacak duruma gelir ve yapmaz. Bunun için insanları usandırmayacak bir yöntem izlemekte yarar vardır.

Para dediğin el kiri: İnsanlar bütün ömürlerini paraya bağlamamalıdırlar.

Para ile imanın kimde olduğu belli olmaz (bilinmez): İman her şeyden önce içsel, yani kalbî bir olaydır. İnsanların imanlarını sözle dile getirmeleri mümkünse de, bunu çıkar için yapıyor olabilirler. Dolayısıyla gerçekten kimin iman ettiğini bilmemiz imkânsızdır. Para için de aynı şey söz konusudur. Kimse kolay kolay parasının olduğunu söylemez, gizleme yoluna gider. Kimi cimri olan ve yoksul bir hayat yaşayan insanların çok zengin, kimi cömert ve eli açık insanların da parasız olduğu çok görülmüştür. Bu bakımdan para ile imanın kimde olduğu pek bilinmez.  Para bütün toplumlarda dikkati çeken bir araçtır. İman ise tanrı ile kul arasında olduğu için başkalarının bilmesine gerek yoktur. Söylenilmesi de acayiplik yaratır.

Paranın yüzü sıcaktır: Para çekicidir ve öyle kolayca geri çevrilemez. Çünkü paranın gücü, pek çok maddî sorunu halleder. Bu sebeple insanlar parayı görünce gevşer, ona kavuşma isteği duyar, kendisinden istenen işi de kolayca yapma eğilimi gösterir.

Para parayı çeker: Elde para bulunursa onunla yeni paralar kazanılır. Bilinen o ki, pek çok işte sermaye şarttır. Sermayen ne kadar çoksa, o kadar büyük iş yapar ve o kadar da çok kazanırsın.

Parayı veren düdüğü çalar: Para harcayan kimse istediğini elde edebilir. İş yapabilir, yaptırabilir; satın alabilir, aldırabilir; hemen her istediği maddî şeye kavuşması mümkündür.

Pazar ilk pazardır: Pazara götürüp satmak istediğimiz mala verilen ilk fiyat en iyi fiyattır.

Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir: Bir iş, durum ya da olayın nasıl sonuçlanıp sonuçlanmayacağı şimdiki gidişinden anlaşılıp belli olur.   Bir işin nasıl sonuçlanacağı, işin bugünkü durumundan belli olur.

Pilâv yiyen, kaşığını yanında (belinde) taşır: Bir şeyden yararlanmak isteyen kişi, bunun için gereken aracı eli altında bulundurmalıdır.  Bir işe girişmek isteyen kimseler o iş için gerekenleri yanlarında bulundurmak zorundadırlar.

Pilâvdan dönenin kaşığı kırılsın: Yararlı bir şeyi elde etmek isteyen insan sonuna kadar uğraşıp didinmeli, direnmeli ve mücadele etmekten kaçınmamalıdır.  Kişi, bir olayın sonuçlanması için elinden gelen gayreti göstermelidir.

Püf demeye dudak ister: Bir şeyi yapmak için kuşkusuz bilgi, beceri ve araç oldukça önemlidir. Ancak bunlardan da önemlisi o işi yapma isteği, gücü ve cesaretidir. Bunlar olmadan işin başarıya ulaşması zorlaşır.

 


R

Rağbet güzel ile zenginedir: Güzel ve zengin olan kimseler her zaman ilgi görürler. El üstünde tutulurlar.

Rahat ararsan mezarda: Yaşayan her kişinin az veya çok kendine göre bir derdi, sıkıntısı mutlak bulunur.

Ramazanda yalan söyleyenin (oruç yiyenin) bayramda yüzü kara olur: Gerçeği yalanla kapatmak mümkün değildir. Bu bakımdan kişi yalan söyleyerek işlerini uzun süre yürütemez. Söylediğinin yalan olduğu, asıl meselenin mahiyeti çok geçmeden anlaşılır. Gerçek ortaya çıkar; işte o zaman, yalan söyleyerek işlerini yürüten kimse de utanır; kimsenin yüzüne bakamaz olur.   Hayatta her zaman doğru olmalı, doğru davranılmalıdır. Yalan söylemek, belki bir zaman için etrafımızdaki kandırmamıza neden olur. Ama gelişen olaylar, söylenen yalanı bir gün mutlak surette açığa çıkartır.

Rençber kırk yılda, tüccar kırk günde: Rençberin büyük emek harcayarak kazandığını, tüccar küçük bir ticaret oyunu ile kazanır.

Rüşvet kapıdan girince iman bacadan çıkar: Rüşvet, yaptırılmak istenilen bir işte kolaylık sağlanması için bir kimseye mal ve para olarak sağlanan çıkardır. Dinimiz olan İslâm rüşvet alıp vermeyi haram kılmış, haksız bir kazanç olarak görmüştür. Eğer inananlardan biri, Yüce Allah`ın buyruğuna uymayıp bu yasağı çiğnerse, büyük haksızlık etmiş olur; dolayısıyla imanını da kaybeder.  Doğru yoldan ayrılan ve şerefini rüşvet için feda eden kişiden her kötülüğü beklemek gerekmektedir.

Rüzgâra tüküren kendi yüzüne tükürür: İnsan kimle, ne ile mücadele edeceğini bilmelidir. Karşı koyacağı şeyin gücü ne? Onunla ne kadar baş edebilir? Sonuç ne olabilir? Bütün bunları iyice tartmalıdır. Eğer kişi gücünün üstünde bir güce saldırmaya, onunla boy ölçüşmeye kalkışırsa, sonuç alamaz; sonuç alamadığı gibi zararlı da çıkar, yıpranır.

Rüzgâr eken, fırtına biçer: Kişi bir kötülük yaparsa, yaptığı kötülüğün çok daha kötüsü ile karşılaşır; büyük felâketlere uğrar, zarar görür.  Etrafında bulunanlara her zaman kötülük yapan kimseler sonunda mutlaka büyük kötülüklerle karşılaşırlar

Rüzgâra karşı tüküren, kendi yüzüne tükürür: Kendi gücünün üstünde bir güç ile uğraşmak isteyen kimseler sonunda kendileri ziyanlı çıkarlar.

Rüzgâr esmeyince yaprak kıpırdamaz (dal oynamaz): Meydana gelen her olayın, her durumun belli bir sebebi veya etkeni vardır.  Meydana gelmiş hiçbir olay sebepsiz değildir.

Rüzgârın önüne düşmeyen yorulur: Toplumun genel gidişatına, ilkelerine, değer yargılarına karşı çıkan, uymayıp ters yönde hareket eden kişi pek çok engellerle karşılaşır; yorulup yıpranır.

Rüzgârlı havanın kuytusu, yağmurlu havanın uykusu: Rüzgârda kuytu bir yer bulmak rahatlıktır.

 


S- Ş

Sabah ola, hayır ola (gele): Sabah olsun, o vakte kadar işi belki düzelir. Çünkü gündüz geceden daha hayırlıdır. Sabahlar güçlü başlangıçlardır. Verimlilik için günün bu saatlerini değerlendirmek gereklidir. Bk. “Akşamın hayrından sabahın şerri...”

Sabır acı ise de (acıdır) meyvesi tatlıdır: Acı, yoksulluk, haksızlık gibi üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi gösteren ve direnen kişi, sonunda kârlı çıkar. Çünkü Yüce Allah, sabredenlerle beraberdir; onları sabırları karşılığında mutlaka mükâfatlandıracaktır.  Bir konuda sıkıntılı günlere katlanmak zordur. Ama dayanıldığı takdirde sonuçları güzeldir.

Sabreden derviş, muradına ermiş: Hiç kimse amacına öyle birdenbire ve kolayca ulaşamaz. İnsanın karşısına pek çok engel çıkabilir, uzun zaman beklemesi gerekebilir, başına türlü hâller gelebilir; işte bütün bunlara sabreden, direnişini yılmadan sürdüren kişi istediğine kavuşup ulaşabilir.   Sabırlı olan kişiler, isteklerine kavuşurlar. Sabır ile mücadele edildiğinde başarı mutlaka bizim olacaktır.

Sabreyle işine, hayır gelsin başına: Bir iş yapmaya giriştiğinde karşına çıkan zorluklar sebebiyle kızıp öfkeye kapılmaz, acele edip gevşemez, azmini yitirmezsen başarı da, hayırlı sonuç da senin olur.

Sabrın sonu selâmettir:  Olan veya olacak tüm zorluklara göğüs geren, telâş ve öfkeye kapılmadan başına gelen felâketlerin geçmesini bekleyen, ses çıkarmadan bunları aşma erdemi gösteren kimse, sonunda esenliğe erecektir. Karşılaştığı bütün zorluklardan hemen yılıp kaçmayan, sabretmesini bilen kimselerin işleri sonunda başarıya ulaşırlar.

Saçın ak mı kara mı, önüne düşünce görürsün: Acele etme, herhangi bir yargıya varma; sonucun ne olduğunu biraz sonra, iş bitince, kendi gözlerinle görüp anlarsın.  Konunun nasıl olduğunu sormaya gerek yoktur. Çok geçmeden bitecektir anlamında kullanılır.

Saç sefadan tırnak cefadan uzar:  Keyifli insanların saçları, sıkıntıda olanların tırnakları uzar.(yaygın bir halk görüşü)

Sade pirinç zerde olmaz, bal da gerek kazana; ata malı tez tükenir, evlat gerek kazana: İnsanlara babasından mal kalır. Ama bu, kişinin o malı iyi kullanacağını göstermez. Hazır yemeye başlanırsa tez zamanda tükenir, biter. Kişi kendine, kendi emeğine güvenmelidir.

Sadık dost akrabadan yeğdir: Dostluğu, bağlılığı gerçek ve içten olan dost, akrabadan daha iyi ve hayırlıdır.

Safa ile yenen cefa ile kazanılır: Kaygısız, sakin, zevk ve gönül rahatlığı içinde yenen para, sıkıntı çekilerek ve alın teri dökülerek kazanılmıştır.

Sağ baş yastık istemez: Sağlığı yerinde olan bir insanın durup dururken yattığı pek görülmez. Eğer yatmak istiyorsa, bilin ki o hastadır.

Sağ elinin verdiğini sol elin görmesin: Birine yaptığın iyiliği gizli tut. Herkesin gözü önünde yaparsan, yardım yaptığın kişiyi incitebilirsin. Onun da bir onuru vardır, bil. Dinimiz olan İslâm da zekât ve sadakaların verilmesinde bu gizliliğe uymayı emretmiştir. Aslolan kişinin kendini gösterip övdürmesi değil, kendini göstermeden yardım yapıp yoksulu sevindirmesidir.

Sağır işitmez, uydurur (yakıştırır): 1. İşitme duyusundan yoksun, işitmeyen kimse, yakınında konuşulanları duymaz. Ama konuşulanlara bakarak değerlendirmeler yapar, anladığını sanarak bir şeyler yakıştırıp karşılık verir. 2. Bir olayın içyüzünü bilmeyen kimse, görünüşe göre bir sonuca varır; vardığı sonucu da doğru sanır.

Sağlık, varlıktan yeğdir: Vücudun hasta olmaması, vücut esenliği her şeyden önemlidir. Çünkü bir şeyin tadını alabilmek, bir şeyden gerektiği gibi yararlanabilmek için sağlıklı olmak şarttır. Her şeyiniz var, ama ondan istifade edecek durumunuz yok. Neye yarar?

Sahipsiz eve it buyruk:  Bk. “Issız eve it buyruk.”

Sakınılan göze çöp batar: Üzerine çok düşülen şeyler daha çok kazaya ve zarara uğrar. Olabileceği düşünülen kötü durumlara karşı önlem almak gereklidir, ancak orta bir yol izlemeli, aşırılığa düşülmemelidir.

Sakla samanı, gelir zamanı: Gereksiz görülen, işe yaramaz kabul edilen şey günün birinde, ileride lâzım olabilir. Bu sebeple önemsiz gördüğümüz şeyleri bir kenara atıp elden çıkarmamalı, onları saklamalıyız.

Sanat altın bileziktir: Bir kenarda saklanan altın, günü gelince bozdurulup kullanılır. Sanat da altın bilezik gibidir. Günü gelir gerekli olur. Bir sanata sahip kimse, sanatını uygulama alanına sokarak ondan geçimi için kazanç sağlar, yararlanır. Dolayısıyla sanat, altın gibi değerini hiçbir zaman kaybetmez.

Sana taşla vurana, sen aşla vur (dokun): Sana sert, kaba, acımasız davranana, sen yumuşak davran; o incitiyorsa, sen incitme; kötülük ediyorsa, sen iyilik et. Kötülük yapan kimselere iyilik yapmak insanlık kuralıdır.

Sanat altın bileziktir: Sanat bir kimsenin bir işi en iyi bir biçimde her yerde ve şartta yapmasıdır.

Sanatını ustadan öğrenmeyen (görmeyen) öğrenemez: Her işin, her sanatın kendine göre birtakım incelikleri vardır. Çok çalışmak, kendi kendine çalışmakla bu incelikler öğrenilemez. Bu incelikler, pek çok deneme yapmış ve tecrübe kazanmış ustadan öğrenilir ancak. Çünkü usta denen kişi, kendinden öncekilerin tecrübelerinden yararlanan, sanatını gereği gibi öğrenip işinin sırlarını bilen kişidir.

Sana vereyim bir öğüt: Kendin ununu kendin öğüt: Kişi, kendi işini kendisi yapmalıdır. İşini başkasına bırakmazsa içi rahat eder, sıkıntıya düşmez. Hem işi kolay yürür, hem de istediği gibi olur.

Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış: İnsanlar kötü yanlarını kolay kolay belli etmezler. Bunun için haklarında yargıda bulunmakta acele etmemek gerekir.

Sayılı gün tez geçer:  Sayısı belli olan, bir işin yapılması için önemli ve az görülen belirli zaman süresi çok çabuk geçer. Kişi işine öyle dalar ki, bugünlerin nasıl geçtiğinin farkına bile varmaz.

Sayılı koyunu kurt kapmaz: Birine teslim edeceğiniz bir şeyi eğer sayarak, ölçerek ya da tartarak verirseniz, emanet alan kişi onu daha iyi korur; içinde bir kötülük varsa bile, sayılı olduğunu bildiğinden ötürü bundan vaz geçer; dikkatli olur.

Sebepsiz kuş bile uçmaz: 1. Dünyada her şeyin olmasına veya bir hâlde bulunmasına yol açan bir sebep vardır. Bu sebepleri de yaratan Yüce Allah`tır. Sebeplerin sırrını da gerçek anlamda yalnız O bilir. 2. Bir yardımcı, bir yol gösterici olmadan işler başarıya ulaşmaz.

Sel gider kum kalır (kişi ettiğini bulur): Geçici olanlara değil, kalıcı olanlara önem vermek gereklidir. Hayatın akışı içinde yaşadığımız olayların, bulunduğumuz yerlerin, ilişki kurduğumuz insanların bir aslî olanları, bir de gelip geçici olanları vardır. İşte bizim için bu aslî olanlar, kalıcı olanlardan daha önemlidir.

Sen ağa, ben ağa; bu ineği kim sağa: Kişi, üzerine düşen işten kaçmayıp onu yapmalıdır. Herkes işini bir kenara bırakıp keyfini düşünürse işler ortada kalır, bir sonuç alınamadığı gibi iş düzeni de bozulur, karışıklık çıkar, tatsızlık başlar.

Sen işlersen mal işler, insan öyle genişler: Mal-mülk edinmenin, para kazanmanın yolu çalışmaktır. İnsan ne kadar çok çalışırsa, o kadar da çok kazanır; gittikçe de zenginleşir, rahat bir hayata kavuşur.

Sen işten korkma, iş senden korksun: Bir işi başarmada azim ve cesaret çok önemlidir. Eğer girişeceğin işi gözünde büyütür, bunun altından kalkamam diye korkar, azmini yitirirsen başarılı olamazsın. Korkma, cesaretle işin üstüne üstüne git, bak nasıl iyi bir sonuç alacaksın.

Serçeden korkan darı ekmez: Tehlikeleri gözünde büyüterek işe girişmekte çekingen davranan kimse, amacına ulaşamaz. Unutulmamalıdır ki, her işin kendine göre zor bir yanı vardır. Amacına kavuşmak isteyen de bunları göze almalıdır.

Sermayen bir yumurta ise taşa çal: Sermaye, bir işin kurulup yürütülmesi için gerekli olan, önemi büyük bir güven kaynağıdır. Eğer bu kaynak işe yaramayacak, seni yarı yolda bırakacak kadar küçük ve önemsizse, o işten hemen vazgeçmelisin; ona bel bağlayıp yola çıkarsan sonunda zarar görür, pişman olursun.

Sevda geçer yalan olur, sonra sokar yılan olur: Tutku hâlini almış aşırı sevgi, başlangıçta sevenleri birbirine bağlayan güçlü bir bağdır. Karşılıklı sevgi bittiği anda bu bağ kopar; tutkuya dönüşmüş olan sevgi de kısa zaman sonra yerini karşıtı olan nefrete bırakır, taraflara büyük zarar verici odak hâline gelir.

Seyrek git sen (sıkça varma) dostuna, kalksın ayaküstüne: Dostumuz da olsa, sık sık yanına giderek kişiyi rahatsız etmek doğru değildir. Onu bezdirmemek, kendimizden soğutmamak, gittiğimizde de yakın ilgi görmek ve lâyıkıyla ağırlanmak istiyorsak, ziyaretlerimizi uzun zaman aralıklarıyla ve arada sırada yapalım.

Sıçan çıktığı deliği bilir: Yasalara aykırı, yolsuz, gizli bir iş yapan kimse, kalkıştığı bu eylemin doğuracağı sonuçları önceden enine boyuna hesaplar; yakayı ele vermemek, yakalanmamak için gerekli önlemleri alır; nereye, ne zaman ve nasıl kaçacağını bilir.

Sıçan geçer yol olur: Küçük ve basit de olsa, olumsuz ya da kötü bir işin yapılmasına izin verilmemelidir. Eğer bir kez izin verilirse, sürekli yapılmaya başlar ve alışkanlık hâline gelir. Bu giderek gelenekleşir ve pek çok kimse o zararlı yolu takip eder.

Sinek küçüktür ama mide bulandırır: Önemsiz, küçük gibi görünse de, kötü ve olumsuz bir şey insan üzerinde iyi bir etki bırakmaz.

Sinek pekmezciyi tanır: Çıkarını kollayan, kendini düşünen, işinin ehli olan kimse, kimden yararlanacağını iyi bilir.

Soğanın acısını yiyen bilmez doğrayan bilir: Bir işteki güçlüğü, çekilen sıkıntıyı, o işin içinde olanlar, o işi başarmaya çalışanlar bilir; işin sadece sonucundan yararlananlar ise bundan habersizdirler.

Sona kalan dona kalır: Bir işin yapılmasında geç kalan, zamanını kullanamayan kimse istediği şeyi elde edemez.

Son pişmanlık fayda vermez: İş işten geçtikten sonra pişman olmanın bir yararı yoktur. Önemli olan bir zarara uğramadan önce, yapılacak işe iyi düşünerek, tedbir alarak girmek ve kötü bir sonla karşılaşmamaya çalışmaktır.

Sonradan gelen devlet, devlet değildir: Kişi yaşlandıktan sonra gelen zenginlik işe yaramaz. Çünkü zengin, varlıklı olmanın tadı ancak gençlikte çıkarılır.

Soran yanılmamış:

İnsanoğlu her şeyi bilemez. Pek çok bilgiye sahip olan kimsenin bile bilmediği pek çok şey vardır. Bu sebeple bir işe girişmeden önce, yanılgıya düşmemek ve yanlışa sapmamak için o iş konusunda birilerine soru sormak, onlardan bilgi almak son derece gereklidir.

Sora sora Bağdat bulunur: İnsan sora sora bilmediği işleri ve çok uzak yerleri bile öğrenip bulabilir.

Sorma kişinin aslını, sohbetinden bellidir: Bir kişinin kim olduğunu, soyunu sopunu öğrenmenin bir gereği yoktur. Onu tanımak, karakteri hakkında bilgi edinmek istiyorsan konuşmasına, fikirlerine, inançlarına, hâl ve hareketlerine bak; bu sana yeterli ipuçlarını verir.

Söyleyenden dinleyen arif gerek:  1. Çok söz söylemek yerine çok dinlemek daha iyidir. Çünkü öğrenmenin en önemli yollarından biri de dinlemektir. Ayrıca çok konuşanın çok hata yaptığı da ortadadır. 2.Kimi konuşmacılar üstü kapalı, sanatlı ve derin anlamlı konuşurlar. Bu durumda söylenenlerin anlaşılması, dinleyenin bilgi ve anlayış yeteneğine bağlı kalır. Dinleyen, ne denmek istendiğini çaba göstererek anlamalıdır.

Söz ağızdan çıkar: Faziletli, dürüst, ahlâklı ve mert kişi ağzından çıkan sözü bilir; ona bağlı kalır, verdiği sözden dönmez ve onun gereğini yerine getirir.

Söz gümüşse, sükût altındır: Konuşmak her ne kadar iyiyse de, susmak bazen konuşmaktan daha iyi sonuç verir. Öyle ki, hiç ummadığı zamanda bile kişinin sarf ettiği sözler başına iş açabilir; onu zor duruma sokabilir.

Sözünü bil, pişir; ağzında der, devşir: Söyleyeceği sözün ne anlam taşıdığını, ne gibi sonuçlara yol açacağını düşünmeli; derleyip toparlamalı, ondan sonra söylemelidir insan. Eğer söz ağza geldiği gibi, bir tartıdan geçirilmeden söylenirse insanın başına umulmadık dertler açabilir.

Söyleyene değil, söyletene bak: Kişiler her zaman konuşmalarını kontrol altında tutamayabilirler. Aceleci veya fevri davranışlarda ne söylediğimizi bilemeyebiliriz. Bazen de gerçekten insan hiç düşünmediği bir şeyi söyleyiverir. Hele bu sözler doğru olması istenen sözler ise, o kişiye bu sözleri Allah’ın söylettiğine inanılır. İçten ve samimi söylenmiş sözlerin çoğu bu türdendir. Söylenmek istenilen hoş bir sözün başkası ağzından duyulması üzerine söylenir.

Söyleyenden dinleyen ârif gerek: Dinleyen kişiler eğer dikkatle dinliyorlarsa, konuşanın ne demek istediğini veya sözü nereye getireceğini kolayca anlayabilirler. Öyle hâller vardır ki bir söz üstü kapalı söylenir. Bu durumda dinleyenin dikkati başka şeyde ise imajı anlaması zor olur. Onun için bizimle konuşan kişiyi mutlaka can kulağı ile dinlemeliyiz. Nitekim bu davranış tarzı bir nezaket kuralıdır. Keza çok konuşmak yerine çok dinlemek de insanın değerini ve bilgeliğini artırır. Karşımızdaki kişiyi can kulağıyla dinlemeyi tavsiye veya anlamamakta ısrar edenleri ikaz için söylenir.

Söz ağızdan çıkar (namustur): Dürüst ve yiğit kişiler ahitlerine sâdık kalır ve hiçbir sözlerini inkâr etmezler. Daha önce verdikleri sözde durur ve söylediklerini yaparlar. Yapamayacağı şeyi söyleyen kişi ise insanları aldatan bir hain demektir. Verilen söze namusumuz gibi sadık kalmalı ve gereğini yapmalıyız. Çünkü söz ve vaad, namus kadar kutsaldır. Kişilerin, verdikleri sözde durmaları için ikaz mahiyetinde söylenir.

Söz gümüşse sükût altındır: Konuşmak, güzel ve yararlı olduğu zaman en büyük erdemdir. Ancak bundan da büyüğü susmak ve dinlemektir. Konuşmak kişinin başına olmadık işler açabilir; ama susmak insanın değerini artırır. Unutmamalıdır ki kişilerin başına gelen kötü hâllerin pek çoğu dillerini tutamamalarındandır. Susmak ve dinlemenin konuşmaktan üstün olduğunu vurgulamak üzere söylenir.

Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir: Sözün insan üzerindeki etkisi tartışılmaz. İyi, güzel, akıllıca ve yerinde söylenmiş sözler çoklukla insanlar üzerinde olumlu etkiler bırakır; inandırıcı, kabullendirici, yumuşatıcı bir rol oynayarak rayından çıkmak üzere olan işleri bir düzene sokar. Bunun yanında, kimi kırıcı, kaba, sert, düşünülmeden söylenmiş, ölçüsüz sözler de kimi tepkilere yol açar; anlaşmazlıklara, kavgalara sebep olur; işler çıkmaza girer, giderek büyür ve kimilerinin ölümüne bile sebep olur. İnsanlar konuşarak ilişkilerini sürdürürler. Öyle sözler edilir ki muhatabı etkiler ve ondan umulan davranışı ortaya çıkarır. Ancak yine öyle sözler vardır ki muhatabı kızdırıp kötü olayların ve felâketlerin ortaya çıkmasına yol açar. Konuşurken yumuşak, olumlu, ılımlı, tatlı ve ikna edici konuşmalı; hakaret dolu, ölçüsüz, sert ve kötü sözler söylememelidir. Ölçülü ve yapıcı konuşmanın gerekliliğini vurgulamak için söylenir.

Su akarken testiyi doldurmalı: İnsan eline geçen fırsatları değerlendirmeli, karşısına çıkan imkânlardan yararlanmasını bilmeli, mümkün olduğunca mal-mülk edinmeli, geleceğini güvence altına almalıdır. Çünkü her zaman uygun bir fırsat yakalaması mümkün olmayacaktır.

Su bulanmayınca durulmaz: Kimi iş, konu, olay ya da durumlar pek çok tartışma, çekişme ve mücadeleden sonra aydınlığa kavuşur. Hemen herkes niyetini açığa vurur, fikrini söyler, söylenmedik bir şey kalmaz, sonunda mesele çözülür ve iş yoluna girer.

Su bulununca (görülünce) teyemmüm bozulur: Bir zorunluluk dolayısıyla yapılmakta olan bir işin, bu zorunluluk ortadan kalkınca gereği gibi yapılmak için yeni baştan ele alınması gerekir. Bir başka deyişle, işimizde kullanacağımız asıl şey elimize geçince, daha önce onun yerine koyduğumuz benzerinin bir hükmü ya da değeri kalmaz.

Su küçüğün, söz (sofra) büyüğün: Öncelikle büyükler sayılmalı, küçükler de korunmalıdır. Geleneklerimiz ve dinimiz, korunmada önceliği çocuğa vermiştir; çünkü çocuk daha güçsüz ve dayanıksızdır. Saygıda ise önceliği büyüklere vermiştir, çünkü çocuğun bütün ihtiyaçlarını karşılayan odur.

Su testisi su yolunda kırılır: Bir kişi amaç edindiği işte veya ülküde, tuttuğu yolda çeşitli engellerle karşılaşır; kazaya uğrar, zarar görür, hatta ölür de.

Su uyur, düşman uyumaz: Kimi akar sular vardır ki sanki akmıyormuş, durgunmuş gibi görünür. Buna asla kanmamak gerekir. Çünkü durgun akan sular daha ziyade tehlikeli olanlardır, asıl akış ve hareket diptedir. Düşman ise bundan daha tehlikelidir. Ona karşı her zaman çok dikkatli ve uyanık davranmak gerekir. Çünkü ne zaman harekete geçeceği, ne yapacağı belli olmaz. Unutulmamalıdır ki, düşman fırsat düşkünüdür, fırsatı kollar.

Suyun yavaş akanından, insanın yere bakanından kork: Bk. “Adamın yere bakanından...”

Sükût ikrardan gelir (sayılır): (İkrar: Bir şeyi kabul ettiğini söylemek) Kişilere yönelik teklif ve suçlamalarda suskun kalmak, söylenilenleri kabul etmek demektir. Suçlandığımız şeye itiraz etmiyorsak o suçu üstlenmiş sayılırız. Keza görüş bildirmemiz gereken bir hususta susuyorsak karşımızdakinin görüşünü benimsemiyoruz demektir. Konuşulanlar karşısında sessiz kalmayı yeğleyen muhatap hakkında söylenir.

Sürüden ayrılanı (ayrılan kuzuyu, koyunu) kurt kapar (yer): Herkesin tuttuğu yolu bırakıp ayrı bir yol tutturanlar, herkesin yaptığını yapmayanlar, ya da arkadaşlarının yardımıyla yapılan bir işten ayrılanlar büyük zarara uğrarlar.

Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer: Bir olaydan gerekli dersi alan, zarar gören kimse, ona benzer bir işle karşılaştığında uyanık davranır; tedbirli olur.

Şahin ile deve avlanmaz: Her işi yapmanın bir yöntemi vardır.

Şahin küçük et yer, deve büyük ot yer:  İnsanlar fiziki görünüşlerine göre değil, yaradılış özelliklerine göre davranırlar. Görünüşü küçük olan kişi, her zaman güçsüz olarak görülmemelidir.

Şahin, sinek avlamaz: Yüce amaçlar peşinde koşan ve kendini ona lâyık gören kimseler küçük, önemsiz, değersiz şeylerin ardına düşüp de vakit geçirmezler.

Şakanın sonu kakadır: El veya dil ile yapılan şakadan, eninde sonunda hoş olmayan bir durum veya kavga çıkar. Devamlı şaka yapmak hatalıdır. Önce güzel ve eğlenceli gelirse de bir zaman sonra dayanma gücü azalır ve küçük kırgınlıklar ortaya çıkar.

Şap ile şeker bir değil: Dış görünüşleri bakımından kimi nesne ve varlıklar birbirlerinin aynı görünürler. Oysa özde ve nitelikte birbirlerinden çok farklıdırlar.

Şaşkın ördek başını bırakır, kıçından dalar:  Her iş, bir düşünce ile bir plan ile yapılmalıdır. Ne yaptığını iyi bilmeyen kimseler, giriştikleri işlerde akılcı yollardan ayrılırlar.

Şer işi uzat hayra dönsün, hayır işi uzatma şerre dönmesin: Kötü olan işlerin üzerinde çalışmalı, o işi iyiye çevirmelidir. İyi olan işleri hemen sonuçlandırmak gereklidir.

Şeriatın kestiği parmak acımaz: Şeriat, Kur`an`daki ayetlerden, Hz. Peygamber`in sözlerinden çıkarılan dinî temellere dayanan Müslümanlık kanunları, yani İslâm hukukudur. Bu kanunların karşısında herkes eşittir, ayrımcılık yapılmaz. Buradan yola çıkılarak atasözü şu anlamda gelişmiştir: Kanunların uygun gördüğü cezaya katlanılır; bu durumu, zarar gören kişi de saygıyla karşılar. Kanunlar herkese eşit olarak uygulanmalıdır. Böyle olursa, kanunda yazılan cezaya kimse itiraz edemez, boyun eğer.

Şeytanın dostluğu darağacına kadardır: Kimi insanlar vardır ki, tıpkı şeytan gibidirler. Kurnaz, düzenbaz, alçak ve kötü niyetlidirler. Bunlar kimilerini çıkarları için türlü yollara iterler, kandırıp yoldan çıkarırlar, tehlikeli işlere bulaştırırlar. Bütün bunları yaparken kendisi ile beraber olduklarını söylerler ama belâ ve felâketlerle karşılaştıklarında, ölümle burun buruna geldiklerinde onu hemen terk ederler.

Şeytanla kabak ekenin, kabak başına patlar: Kötü, alçak, düzenbaz, kurnaz biri ile ortak bir işe girenin başına türlü felâketler gelir; oynadıkları oyundan en çok zarar eden o olur.

Şeytanla ortak buğday eken samanını alır: Hilekâr, sorumsuz kimselerle ortak olanlar, yapılan işin zararını yüklenirler.

Şimşek çakmadan gök gürlemez: Kimi önemli olaylar meydana gelmeden, bir gürültü kopmadan önce bazı belirtileri görülür.  Söylenen, konuşulan her olay daha önceki başka bir olaydan kaynaklıdır.

Şöhret afettir: Herkesçe bilinme, tanınma ve bir üne kavuşma insanın lehineymiş gibi görünüyorsa da aslında daha çok aleyhinedir. Şöyle ki: Kişi belki şöhreti sayesinde kimi maddî imkânlara kavuşabilir ama kaybettikleri daha fazladır. Çok ünlenmek insanı kibirli yapar, insana ne olduğunu unutturur, yavaş yavaş gerçek dostlarını kaybeder. Herkesin dikkati üzerinde olduğu için doğal ve özgür bir şekilde yaşayamaz, aşırı ilgiler onu sürekli rahatsız eder, dolaylı olarak kimi istekler ve baskılarla karşılaşır, bütün bunlar onu sıkıntıya ve bunalıma sürükler, huzuru kalmaz, sunî bir hayatın esiri olur.  Ünlü olmak birçok sıkıntıyı da beraberinde getirir.

  

T

Tabak sevdiği deriyi yerden yere çalar:  İnsanlar, ileride başarılı olmasını istedikleri kişileri kıyasıya çalıştırırlar.

Tabancanın dolusu bir kişiyi, boşu kırk kişiyi korkutur: Tabancayı, sinirli olunan durumlarda lüzumsuz yere kullanmak sahibinin başına dert açar. Ama tabanca; taşıyan kişinin belinde iken çok kimse bu durumdan ürker.

Talihsiz hacıyı deve üstünde yılan sokar: Düşündüğünü uygulaması nasip olmayacak kişinin karşısına, hatıra hayale gelmeyen engeller çıkar.

Tandır başında bağ dikmek kolaydır: Hayal kurmakla sorunlar çözümlenemez. Esas problem, düşleri uygulama alanına sokmaktır.

Tan yeri ağarınca hırsızın gözü kararır: Doğru olmayan yollara başvurarak çıkar sağlayan, gizli kapaklı işler çeviren kişi, bu kirli ve karanlık işleri çevirmesine imkân sağlayan şartlar ortadan kalkınca şaşırır; ne yapacağını bilemez olur, iş yapamaz hâle gelir.

Tarla çayırda, bağ bayırda: Tarla ve bağ alırken yerlerine dikkat edilmelidir.

Tarlanın iyisi suya yakın, daha iyisi eve yakın: Ekilen tarla yeterince sulanırsa daha fazla ürün verir. Eğer tarla suya yakınsa hem kolay, hem de çok sulanma imkânı doğar. Bu durum da tarlayı değerli kılar. Bu tarla bir de eve yakınsa daha da kıymetli olur. Çünkü bir yandan tarlaya olan ulaşım, bir yandan tarlanın bakımı, bir yandan da tarlanın korunması kolaylaşmış olur.

Tarlada izi olmayanın, harmanda yüzü olmaz: Emeksiz, çabasız verim düşünülemez. Tarlasını gerektiği gibi sürmeyen, işleyip çapalamayan, gübresini zamanında vermeyen, sulayıp yabancı otlardan temizlemeyen kişinin tarladan ürün beklemeye hakkı yoktur.

Tarlaya saban, sürüye çoban: Bir tarla iyi sürülür ve işlenirse istenen ürünü verir. Sabanın girmediği tarla kısa bir süre sonra yozlaşıp çoraklaşır, ekilemez olur. Bunun gibi bir sürüden de verim bekleniyorsa, onu iyi bir çobana teslim etmelidir. Çünkü iyi bir çoban, sürünün nerede besleneceğini, bakımının nasıl yapılacağını bilir.

Taşa çıkan keçinin, ağaca çıkan oğlağı olur: Bk. “Ağaca çıkan keçinin, dala bakan...”

Taş düştüğü yerde ağırdır (Taş yerinde ağırdır): Herkes, her şey kendi çevresinde önem taşır. Çünkü kişi bulunduğu yerde tanınmış, kendisine bir çevre edinmiş, hatırı sayılır bir yere gelmiştir. Yabancısı olduğu bir yerde yeterince tanınmadığı gibi kıymeti de bilinmez.   İnsanın değeri bulunduğu çevrede iyi bilinir.

Taşıma (dökme) su ile değirmen dönmez: Bir işin yapılmasında güç, emek ve sermaye çok önemlidir. İşi yapacak olan bunlardan yoksunsa, başkalarının küçük katkılarıyla, derme çatma yardımlarıyla sürekli ve büyük bir işi yürütemez.

Tatarın kılavuza ihtiyacı yok:  Yapacağı işi çok iyi bilen kimselere başkalarının yardım etmesi gerekmez.

Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır: Tatlı dil ile söylenen her söz mutlaka etkisini gösterir ve kişileri istenilen hedefe ulaştırır. Tatlı söz, güzel huy ve güler yüz, herkesi meftun eder. Acı sözler ile kırıcı davranışlar ve kötü huy ise insanları olumsuz yönde etkiler, olacak işleri olmaz kılar. Acı sözler ile hiçbir hedefe ulaşmak mümkün değildir. Yer, zaman ve kişilere uygun tatlı dil ile insanlara her şey yaptırılabilir. Bunun için herkes tatlı dili huy edinmelidir. Tatlı dilli ve güler yüzlü olmanın önemini vurgulamak üzere söylenir.

Sert ve kırıcı olmayan, yumuşak, hoşa giden, gönül alıcı, okşayıcı, etkileyici, inandırıcı ve yerinde söylenmiş söz insanın hoşuna gider; bu söz en azgın kişinin bile inadını kırar, onu yumuşatır ve yola getirir.  Tatlı dil ile söylenen her söz mutlaka etkisini gösterir ve kişileri istenilen hedefe ulaştırır. Tatlı söz, güzel huy ve güler yüz, herkesi meftun eder. Acı sözler ile kırıcı davranışlar ve kötü huy ise insanları olumsuz yönde etkiler, olacak işleri olmaz kılar. Acı sözler ile hiçbir hedefe ulaşmak mümkün değildir. Yer, zaman ve kişilere uygun tatlı dil ile insanlara her şey yaptırılabilir. Bunun için herkes tatlı dili huy edinmelidir. Tatlı dilli ve güler yüzlü olmanın önemini vurgulamak üzere söylenir. Tatlı dil ile söylenen her söz mutlaka etkisini gösterir ve kişileri istenilen hedefe ulaştırır. Tatlı söz, güzel huy ve güler yüz, herkesi meftun eder. Acı sözler ile kırıcı davranışlar ve kötü huy ise insanları olumsuz yönde etkiler, olacak işleri olmaz kılar. Acı sözler ile hiçbir hedefe ulaşmak mümkün değildir. Yer, zaman ve kişilere uygun tatlı dil ile insanlara her şey yaptırılabilir. Bunun için herkes tatlı dili huy edinmelidir.

Tatlı dilli ve güler yüzlü olmanın önemini vurgulamak üzere söylenir.

Tatlı ye, tatlı söyle (konuş): Kırıcı, üzücü, incitici konuşmalardan sakın; güzel, hoşa giden bir dil kullan; yerinde ve inandırıcı konuş ki karşındaki memnun olsun; sen de sevil ve sayıl.

Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış: İstediği etkiyi yapmaktan çok uzak kalan kişi küser, darılır; ne var ki; karşısındaki kişi, onun bu durumunu bilip anlamaz.

Tayfanın akıllısı, geminin dümeninden uzak durur: Kendini bilen, sorumluluk sahibi, akıllı kişi altından kalkamayacağı, beceremeyeceği işlerin idaresinden uzak durmaya çalışır. O bilir ki, bunun aksine bir hareket hem kendini, hem de başkalarını zarara uğratır.

Tebdil-i mekânda ferahlık vardır:

Bulunduğu yeri veya çevreyi kimi zaman değiştirmek, daha değişik yerleri görüp gezmek insanın sıkıntısını giderir; ona rahatlık, ferahlık verir.   Kişi bulunduğu yerde yeni kimselerle tanışırsa rahatlar.

Tek kanatla kuş uçmaz: Kimi işler vardır ki, yardımcısız, araç-gereçsiz yapılamaz. İşin iyi ve olumlu sonuç vermesi için bunlar mutlaka gereklidir.

Tekkeyi bekleyen çorbayı içer: Bir işin başarılmasında türlü sıkıntılara katlanıp sabretme, azim ve gayret gösterme, uzun süre çalışıp emek verme son derece önemlidir. Bütün bunları yerine getiren kişi, eninde sonunda bu davranışının yararını görür; bir mükâfata mutlaka kavuşur.

Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin: İş görmeyi, çalışmayı sevmeyen; çaba göstermekten, sıkıntıdan kaçan kimse, kendisinden bir konuda yardım istendiğinde, yardım edeceği yerde çözüm yolları gösterir ve işten kaçmaya çalışır.

Terazi var, tartı var; her şeyin bir vakti var: Hemen her şeyin, her işin bir ölçüsü ve zamanı vardır. Eğer bunlara dikkat edilmezse işler yolunda gitmez, karışıklık baş gösterir, hayat alt-üst olur, düzen gerektiği gibi kurulamaz. 

Tereciye tere satılmaz: Birine çok iyi bildiği bir şey öğretilemez, bir konuda bilgi verilemez. Böyle bir şeye kalkışan ya da çalışan kendisini gülünç duruma sokar.

Terzi kendi söküğünü dikemez: İnsanlar başkalarına yaptıkları hizmetleri kendilerine gelince çoğu kez savsaklarlar, ya da yapmaya zaman ve fırsat bulamazlar.

Testiyi kıran da bir, suyu getiren de: İyilik ödülsüz, kötülük de cezasız kalır yahut her ikisi eşit tutulur da aralarında bir fark gözetilmezse adaletsiz davranılmış olur. Bu durum da düzeni bozar, yönetimin iflâsına neden olur.

Teşbihte (temsilde) hata olmaz: Kimi zaman yapılan benzetmeler çirkin ve kaba da olsalar söze güç katmak için yapılırlar. Dolayısıyla bunların söz arasında kullanılmasından kimse alınmamalıdır.

Tevekkelin (tevekküllünün) gemisi batmaz (eşeğini kurt yemez): Tedbirini aldıktan sonra fazla titizlikten uzak duran, her şeyi artık Yüce Allah`a bırakıp boyun eğen kimsenin malına, işine zarar gelmez.

Tırnağın varsa başını kaşı: Kendi bilgi, beceri ve imkânın varsa, bunlara da güveniyorsan bir işe giriş; yoksa vaz geç. Bil ki, kimseden kimseye hayır yoktur; başkalarından kolay kolay yardım da gelmez, gelse de pek bir işe yaramaz.

Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânıdır: Meslek veya alışkanlık gereği olan bir sonuçtan kaçınılmaz. Daha önce kopup ayrılmış olsa da, kişi bağlı olduğu çevreye, işe veya bir alışkanlığa eninde sonunda, şu ya da bu sebepten ötürü döner.

Tilki tilkiliğini bildirinceye kadar post elden gider: 1. İşlemediği hâlde suçlu görülen kimse, suçsuz olduğunu kanıtlayıncaya kadar yeterince ceza çeker. 2. Kurnaz ve düzenbaz kimse, sahasında ne kadar hünerli olduğunu gösterinceye kadar, kendisinden daha hilekâr birinin tuzağına düşer.

Tilkiye, “Tavuk kebabı yer misin?” diye sormuşlar; “Adamı güldürmeyin” diye cevap vermiş: Bir kimseye düşkün olduğu, çok sevip özlediği, elde etmek için yanıp tutuştuğu bir şeyi, “İster misin? Arzu eder misin?” diye sormak son derece yersiz, hatta abes ve gülünçtür.

Tok, acın hâlinden Bilmez (Var ne bil sin yok hâlinden): Para, mal gibi şeyleri elde etmiş; açlığını gidermiş ve bunlara doymuş olanlar, yoksulların çektikleri sıkıntıyı, içine düştükleri geçim darlığını anlamazlar. Toprağı işleyen, ekmeği dişler.

Tuz, ekmek hakkını bilmeyen kör olur: Birinin ekmek yedirip iyilik ettiği kimse, bütün bunlara karşılık üzerinde hakkı bulunan insana karşı nankörlük edip hıyanet içinde olursa başına türlü felâketler gelir.

Türk karır, kılıcı karımaz: Türk insanı ihtiyarlar ama mücadele gücünden, direnme azminden bir şey kaybetmez.

Türkün aklı sonradan gelir: Yaratılışı gereği saf, samimî, dürüst ve merttir Türk insanı. Art düşüncelerden uzak kaldığı gibi, içten pazarlıklı da değildir. Bunun için olsa gerek, giriştiği bir işte pek hesap-kitap yapmaz; çıkarını hemen öyle aklına getirmez. Öte yandan bir olay karşısında ne yapmak gerektiğini de hemen düşünemez. Dolayısıyla kendisi için hazırlanan kimi tuzaklara düşmekten kurtulamaz. Bir süre sonra aklı başına gelir, işin iç yüzünü anlar, doğru yolu bulur ama iş işten de geçmiş olur.

  

U- Ü

Ucuz alan pahalı alır (pahalı alan aldanmaz): Ucuz alınan mal genellikle kötü, dayanıksız ve çürük maldır. Kolay yıpranır, eskir ve çabuk atılır. İster istemez yerine yenisinin alınması zorunlu olur, tekrar masrafa girilir. Dolayısıyla pahalıya alınmış gibi olur.

Ucuz etin yahnisi yenmez (tatsız olur): Ucuza alınan, mal edilen şeylerde nitelik bulunmaz; ya çürük, ya kötü, ya da hilelidir. Bu sebeple, bu tür mallardan istenildiği gibi fayda sağlanamaz.

Ucuzdur vardır illeti, pahalıdır vardır hikmeti: Bir malın fiyatı niteliğine göredir. Bu sebeple ucuz şeylerin ucuzluğuna tamah etmemeli, pahalı şeylerin de pahalılığından korkmamalıdır. Çünkü ucuz olan çürük, kötü ve dayanıksız olur çoklukla; pahalı olan da kaliteli, değerli ve sağlamdır Ucuz mallar genellikle kalitesizdirler. Kısa bir zaman sonra kullanılamaz hale gelirler. Bunun için o mal bize daha da pahalıya gelmiş olur.

Ulular köprü olsa basıp geçme: Erdemli, büyük ve yaşlı kimselere karşı daima saygılı ol, hürmette kusur etme, onları incitecek davranışlardan kaçın. Çünkü onlar gerek yaşları, gerek tecrübeleri, gerekse erdemleri bakımından buna lâyıktırlar. İnsan kendinden büyüklere her zaman hürmet etmelidir.

Ulu sözü dinlemeyen, uluya kalır. Büyüklerin, erdemli kişilerin uzun tecrübelere dayanan sözlerine ve uyarılarına kulak asmayan kimse, türlü çıkmazlarla karşılaşır ve sonunda sızlanıp durur.   Tecrübeli kimselerin sözlerini dinlemeyip kendi kafası doğrultusunda giden kimseler sonunda büyük zararlara uğrarlar. Sıkıntı ve dertten kurtulamazlar

Ummadığın taş baş yarar: Küçük ve önemsiz görülen kişi ya da nesneler, çoğu kez büyük etkiler yaparlar; umulmadık işler görürler.  Dış görünüşe bakılıp verilen kararlar, bazen büyük hatalara yol açabilirler.

Umut, fakirin ekmeğidir: Sıkıntı içinde bulunan, yokluk çeken yoksul kişi, içinde bulunduğu durumdan bir gün kurtulacağını, bolluğa ve rahata kavuşacağını umar ve bu umuştan doğan güven duygusuyla yaşamaya çalışır.  Fakir olan kimseler, kısa süre sonra durumlarının değişeceğini düşünerek avunurlar.

Ustanın çekici bin altın: Usta kişi, bir zanaatı uzun denemeler sonucu gereği gibi öğrenmiş olan ve kendi başına yapabilen kimsedir. İşinin hemen tüm inceliklerini kavramıştır. Bu bakımdan pek çok kimsenin uğraşıp da yapamadığı işi kolayca yapıverir o. Dolayısıyla onun çok küçük gibi görülen emeği bile oldukça kıymetlidir. Sanatkâr kimseler birçok kişinin yapamadığı bir işi çok kısa bir sürede küçük bir hareketle yapıverirler.

Uşağı işe koş, sen de ardına düş: Bk. “Çocuğa iş buyur,...”

Utanma pazar, dostluğu bozar: Yakın tanıdıklar arasında yapılan alış verişte, taraflar birbirlerinden utanıp sıkılırlar ve gerçek niyetlerini ayıp olur düşüncesiyle söyleyip ortaya koyamazlar. Ancak bu durum çok geçmeden anlaşmazlıklara, tartışmalara sebep olur; dostluğu zedeleyip bozar.

Uyku ölümün kardeşidir: Uyuyan kimsenin dünya ile ilgisi kesilir. Olup bitenden haberi olmaz.

Uyuyan yılanın kuyruğuna basma (basılmaz): Şimdilik zararı dokunmayan kötü bir kimsenin yeni bir kötülük yapmasına fırsat vermek doğru değildir.  Kimseye zararı dokunmayan kimseleri kızdırmak, başkalarının zarar görmesine yol açabilir.

Uzaktan davulun sesi hoş gelir:  Özelliğini iyi bilmediğimiz iş ve konuların sıkıntılarını da bilmemize imkân yoktur. Bazen çok zor bir konuyu çok kolaymış gibi kabul ettiğimiz de olur.

Üç elli, yaz belli: Kasım ayının sekizinden sonra üç defa elli gün sayılırsa nisan ayına, yani havaların ısındığı aya girilmiş olunur. Soğuklar biter.

Üç göç, bir yangının yerini tutar: Bir yerden bir yere taşınma zahmetli ve ziyanlı bir iştir.

Üçlenmemiş eken, olmamış biçer: Her işin belirli bir yapılma biçimi ve ortamı vardır. Gerekli şartları yerine getirilmeden yapılan işlerden verimli sonuç alınamaz.

Ürümesini (ürmesini) bilmeyen köpek (it), sürüye kurt getirir: 1. Beceriksiz kimseler iyilik yapayım derken çoklukla hem kendilerini, hem de başkalarını zarara sokarlar. 2. Neyi, ne zaman, nasıl söyleyeceğini bilmeyen kimseler hem kendilerinin, hem de başkalarının başına dert açarlar. Bir toplulukta nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen kimseler, kendileriyle birlikte başkalarının da başına dert açarlar.

Ürüyen köpek ısırmaz (kapmaz): Bağırıp çağırarak başkalarını korkutmak isteyen kimseden saldırı beklenmez. Kötülük yapacak kişi, bu niyetini gizli tutar; belli etmez ve gürültüye patırtıya yer vermez.

Üşenenin (utananın, erinenin) oğlu kızı olmamış: Çok üşenen, tembel tembel oturan, gevşek davranan, içinde bir çalışma isteği duymayan kimse bir şey elde edemez. Bir şey elde etmek isteyen, onu elde edecek yola başvurmalıdır. Sözgelimi oğul-kız isteyen önce evlenmek zorundadır.  İnsan bir varlık elde etmek istiyorsa tembel tembel oturmamalıdır.

Üzüm üzüme baka baka kararır: Her zaman bir arada bulunan, arkadaşlık eden, bir çevrede yaşamaya çalışan kimseler birbirlerinden etkilenirler; birbirlerinin özelliklerini, huylarını ve alışkanlıklarını kaparlar.  Çok samimi olan kimseler, birbirlerinin huylarını benimserler.

Üzümün çöpü var, armudun sapı: Her konunun kendine göre ufak olumsuzlukları bulunabilir. Bir işin olumlu yönleri dururken, olumsuz olanları üzerinde yoğunlaşmak doğru değildir.

Üzümün ye de bağını sorma: Sunulan imkânların kaynağını sorgulamak her zaman doğru olmayabilir.


V

Vakit nakittir: Bir işin yapılmasında sermaye ve emek ne kadar değerliyse, zaman da o kadar değerlidir. Çünkü her iş, bir zaman dilimi içinde gerçekleşir. Bir işte kullanılmadan geçirilen zaman bir kayıptır ve bu zamanı bir daha elde etmek mümkün değildir. Dolayısıyla zamanın kaybı iş kaybına, iş kaybı da para kaybına yol açar. Bu bakımdan zamanın en küçük parçasını bile boşa geçirmemeli, iyi değerlendirmelidir.   Zaman en değerli varlığımızdır. Hayatımızdaki en küçük bir anı bile boşa geçirmemek lazımdır

Vakitsiz öten horozun başını keserler: Her işin olduğu gibi, her sözün de uygun bir yeri ve zamanı vardır. Uygun olan bir zamanda söylenmeyen, yerli yersiz ortaya atılan, densizce sarf edilen sözler birilerinin tepkisini çeker; rahatsızlığa neden olur, büyük zarara yol açar. Vakitsiz öten horozdan, ancak onu keserek kurtulan insanlar; yerinde ve zamanında konuşmayan insanı da cezalandırıp susturmakta hiç tereddüt etmezler.

Var evi, kerem evi; yok evi, verem evi: Bir kişinin bağışta bulunabilmesi, iyilik yapabilmesi için varlıklı, zengin ve mal mülk sahibi olması gereklidir. Bu varlığa kavuşmuş ailenin evinde ikram ziyadesiyle yapılır, konuklar kusursuzca ağırlanır, ihtiyaç sahiplerine gereken yardım eli uzatılır. Buna karşılık yoksulun evinde dert, sıkıntı ve yokluktan başka bir şeye rastlanmaz.

Varını veren utanmamış: Kendisinden bir şey isteyene elinde ne varsa onu verebilir kişi. Verdiği şey az diye bundan utanmamalıdır; tam aksine bu davranışı soyluca bir davranıştır. Çünkü iyiliğin çoğu kadar azı da değerlidir. O hâlde küçük ve önemsiz de olsa, kişi verebileceği kadarını vermelidir.

Var ne bilsin yok hâlinden: Bk. “Tok, acın hâlinden...”

Varsa (var mı) pulun, herkes kulun; yoksa (yok mu) pulun, dardır yolun (Paran varsa cümle âlem kulun; paran yoksa tımarhane yolun): Varlık, zenginlik, mal-mülk herkesi kendine çeker. Bunları kim elinde tutuyorsa, insanlar onun etrafında pervane olur, herkes ona yaklaşır, hizmet eder, saygı gösterir, emrine koşar. Yoksul kişide ise ne para pul, ne de mal-mülk vardır. Bu sebeple onların yüzüne kimse bakmaz; ömürlerini sıkıntı, darlık ve yokluk içinde geçirirler. Hatta kimi zaman çektikleri bu sıkıntılar yüzünden bunalıp deli bile olabilirler.

Var varlatır, yok söyletir: Para parayı çeker; varlıklı kişiler, paralarını kullanarak daha çok kazanır, varlıklarına varlık katarlar. Bu varlıkları, onlara ayrıca yüksekten atma ve övünme gücü de verir. Yoksul kişinin elinden ise sadece sızlanmak, yakınmak ve dert yanmak gelir.

Varsa pulun, herkes kulun; yoksa pulun dardır yolun: Parası çok olan kimseye herkes iltifat eder, yakınında bulunmak ister. Yoksullara kimse yüz vermez. Adını deliye de çıkarabilirler.

Varsa hünerin, her yerde vardır yerin: Hüner, kişinin her şartta en iyi yaptığı, başarılı sonuç aldığı yeteneğidir. Bunun içindir ki her kişi mutlak bir hüner sahibi olup, hayata öyle atılmalıdır.

Veren el, alandan üstündür: Yardım ve iyiliksever kimseleri herkes sever, sayar.

Veren eli herkes öper: Cimri olmayan, ona buna yardım elini uzatan, eli açık olan, iyilik yapan kimseyi pek çok kişi sever; ona saygı duyar.

Verip pişman olmaktansa, vermeyip düşman olmak yeğdir: Sizden ödünç veya borç istendiğinde (eşya, para) verdiğiniz şey size zamanında ödenmezse, ya da yıpratılarak geri iade edilirse canınız oldukça sıkılır. Verdiğinize pişman olursunuz. Vermemiş olsaydınız bu sefer karşı taraf size kırılmış olacaktı. Görüldüğü gibi her iki durumda da kırgınlık olacak ve dostluk bozulacaktır. O hâlde vermeyip dostluğu bozmak daha iyidir. Çünkü bu durumda hiç olmazsa malınız ya da paranız sizde kalacaktır.

Verirsen doyur, vurursan duyur: Bir yardımda bulunacak, bir iyilik yapacaksanız bu mutlaka bir işe yaramalı; doyurucu ve karşı tarafın ihtiyacını giderici nitelikte olmalıdır. Çünkü gelişigüzel, baştan savma, yarı buçuk yapılan yardımlar pek işe yaramaz. Bir kavgaya tutuşmadan önce hasmını bu kavgadan haberdar etmek de mertlik gereğidir. Ansızın, habersiz saldırmak er kişiye yakışmaz.   Yardım yapılacaksa gereken ölçüde yapılmalıdır.

Verirsen veresiye, batarsın karasuya: Parasını daha sonra olmak şartıyla kimseye mal verme. Yoksa zararlı çıkarsın, hatta batabilirsin de. Çünkü veresiye alıp da borçlarını ödemeyenler çok görülmüş, müşterilerin de bu tutumu yüzünden kimi esnaflar ya batmış, ya da batma tehlikesi atlatmışlardır.

Vermeyince Mabud, neylesin Mahmud: Her şey Yüce Allah`ın takdiri iledir. Kimine zenginlik, kimine darlık, kimine de ilim verir. Eğer Yüce Allah, bir kimseye geniş bir imkân, belirli bir yetenek ve zenginlik nasip etmemişse, kulun yapacağı hiçbir şey yoktur. Ne kadar çırpınırsa çırpınsın boşunadır, eline nasibinden fazlası geçmez.

Vücut kocar, gönül kocamaz: Hangi yaşta olursa olsun kişi gönlü sayesinde hep genç kalmayı başarabilir.

   

    Y

Yabancı koyun kenara yatar: Bir yere, çevreye ya da bir topluma yeni gelen kimse, insanlarla hemen ilişki kurup kaynaşamaz; onların arasına giremez, uzakta durur. Çünkü yabancılık çeker. Oradaki insanlar da huyunu suyunu bilmedikleri bir adamı hemen aralarına almazlar zaten.   Toplumdaki kişiler kısa zamanda büyük yakınlık göstermedikleri için yeni gelenler yabancılık çekerler.

Yağına kıymayan, çöreğini yavan (yoz, kuru) yer: Bir işten iyi sonuç alınmak isteniyorsa, o iş için lâzım olan şeyler eksiksiz kullanılmalı, gerekli fedakârlık gösterilmelidir. Yoksa kişi istediği verimi alamayacak, olumsuz ve kusurlu sonuca evet demek zorunda kalacaktır.

Yağmur yağsa kış değil mi? Kişi hâlini bilse hoş değil mi?: Her mevsim özelliğini açıkça ortaya kor. Yaz sıcağından, kış yağmur ve soğuğundan bellidir. Bunun gibi kişilerin de kendilerine has özellikleri ve nitelikleri vardır ki, toplumda bu yanları ile tanınırlar. O hâlde kişi bu özelliğini saklayıp başkalarını yanıltmamalıdır. Ne demişler: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Kişiye ancak bu yakışır. İnsanların etraflarına karşı davranışları, kendi sosyal durumları ile orantılı olmalıdır.

Yağ yiyen köpek tüyünden belli olur: Hiçbir sebep yokken yaşama düzeyi birden değişen, yükselen kişinin çaldığı ve rüşvet aldığı bellidir.

Yakın (hayırlı) dost (komşu), hayırsız akrabadan (hısımdan) yeğdir (iyidir): Sıkıntıya düşen kişi, öncelikle akrabalarından ilgi bekler, yardım ve iyilik umar. Ancak bu beklentileri boşa çıkmış, akrabaları yüzüne bakmamışlardır. Öte yandan dost ve komşuları onu yalnız bırakmamış, ilgi ve yardımlarını esirgememişlerdir. İşte bunun için hayırlı dost, hayırsız akrabadan daha iyidir.

Yalancı kim? İşittiğini söyleyen: Yalan, aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen sözdür. Eğer kişi, öyle her duyduğunu doğru kabul edip aslını araştırmadan başkasına aktarırsa birilerini yanıltır; kendisi de yalancı konumuna düşer. İnsanlar her duyduklarını, doğrulamadan başkalarına söylememelidirler.

Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış: Yalan söylemeyi huy edinmiş kimselere kolay kolay kimse inanmaz. Kişilerin yalancı hakkındaki bu kanıları öyle pekişir ki, yalancının sözleri gerçeği yansıtsa bile onun bu sözlerine kimse inanmaz.

Yalancının mumu yatsıya kadar yanar: Hayatını yalancılık üzerine oturtmuş olan insanlar, kendi yalanlarına destek olacak tedbirleri alırlar; bunun için de gerekli titizliği gösterip masrafa girerler.

Yalnızlık Hakk'a mahsustur: Tek başına olmak, Tanrı'ya ait bir durumdur.

Yalnız öküz, çifte (boyunduruğa) koşulmaz: Her işin uygun bir yapılma biçimi vardır. Dolayısıyla iki kişinin ancak yapacağı bir işi, tek kişi ile yapmaya kalkışmak doğru bir hareket değildir.

Yalnız taş duvar olmaz: İnsanlar bir arada yaşamak zorundadırlar. Bu zorunluluk bir dayanışmayı, yardımlaşmayı gerekli kılar. Nasıl ki tek taşla duvar yapılamazsa, insanlar da tek başlarına tüm işlerinin üstesinden gelemezler. Dolayısıyla diğer insanlarla ilişki kurmak, işbölümü yapmak, iş birliğine geçmek durumundadır.

Yanlış hesap Bağdat`tan döner: Ortaya çıkan bir yanlışlık çok geç de olsa, ne olursa olsun düzeltilmelidir.

Yanık yerin otu tez biter: İnsanlara büyük ıstırap veren olaylar, bir zaman sonra unutulur.

Yapı taşı, yapıdan kalmaz: Değerli, elinden iş gelen kimse boşta kalmaz. Mutlaka kendisine bir iş bulunur.

Yarası olan gocunur: Bir işte sorumlu aranırken kusurlu olan kimse, açığı ortaya çıkacak diye telâşa düşer.

Yarım elma, gönül (hatır) alma: Sunulan armağan küçük de olsa, gönül almaya yeter. Çünkü önemli olan dostlarımızı unutmadığımızı, hatırladığımızı ortaya koymaktır.

Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder: Her işin bir ehli, ustası ya da uzmanı vardır. Bir iş, ehline değil de, yarım yamalak bir bilgiye sahip olan kişiye teslim edilirse, o işten iyi sonuç alınamaz. Hatta işin tamamen bozulduğu, kötü bir sonuç verdiği bile olur. Tecrübesi olmayan, acemi, kusurlu, eksik bir doktorun uyguladığı tedavi insanı ölüme götürebilir. Bunun gibi dinin ilkelerini iyi bilmeyen hoca da, insanları yanlış bilgilerle donatıp, onları, dine ters düşen yollara itebilir.

Yarınki kazdan, bugünkü tavuk yeğdir: Bk. “Bugünkü tavuk...”

Yaş kesen, baş keser: Ormanı meydana getiren ağaçlar bir memleketin can damarıdır. Yeşil tabiat, berrak su, temiz hava, yağmur, cıvıl cıvıl kuşlar, ağaçla birlikte vardır. Ağaçsız kalan yer kısa zamanda çöle döner, hayat orada son bulur. Öte yandan, ağaç memleket ekonomisine de sayısız katkılarda bulunur. Hem ekolojik denge, hem de iktisadi hayat açısından ağacı koruma görevi bir zorunluluktur. Bu bakımdan bir ağacı boş yere kesen, insan hayatına kıymış gibi suç işlemiş olur.

Yatan aslandan, gezen tilki yeğdir: Çok güçlü olup da çalışmayan, soylu olup da bir şeyler üretmeyen, tembel tembel oturup onun bunun sırtından geçinen kimselerden; güçsüz olup da çalışan, boş oturmayan ve geçimini sağlamak için uğraşan kimseler daha iyidir.

Yatanın, yürüyene borcu var: İhtiyaçlarını gidermek, yaşamak isteyen kişi paraya ihtiyaç duyar. Para da ancak çalışmakla elde edilir. Tembel tembel oturan, çalışmayan, zamanını boşa geçiren kimse para kazanamaz. Para olmayınca da ihtiyaçlarını sağa sola borçlanarak karşılama yoluna gider. Doğal olarak borçlandığı kimseler de çalışan, boş durmayan, zamanını değerlendiren kimselerdir.

Yatan kurttan, yeler tilki yeğdir: Bk. “Yatan aslandan...”

Yavaş (yumuşak huylu) atın çiftesi pek (yavuz) olur: Mizaç itibariyle ılımlı, uysal, kaba ve hırçın olmayan, kolay yola gelen insanlar genellikle çok sabırlı olurlar. Bunlar öyle olur olmaz şeye hemen öfkelenmezler, kızmazlar. Ancak kimi zaman öyle öfkelenip patlarlar ki yanlarında durulmaz. Kendilerinden hiç beklenilmeyen bu tepkinin tek sebebi, sabırlarının artık taşmış olmasıdır. Bu bakımdan bu gibi kimselerin yumuşak huylarına aldanıp da gereksiz yere üzerlerine gidilmemelidir.

Yavuz at, yemini (yavuz it ününü) kendi artırır: Gayretli, girişken, çalışkan, görevini ihmal etmeyen, üzerine aldığı işi tam yapan kimseler bunun mükâfatını görürler.

Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır: Edepsiz, arsız, ahlâksız, şarlatan, öyle kimseler vardır ki bunlar suç işlemekle kalmazlar, işledikleri suçu reddettikleri gibi, bir de bu suçu, zarar verdikleri kimseye yüklemeye ve onu susturmaya çalışırlar.

Yaza çıkardık danayı, beğenmez oldu anayı: Anne-baba pek çok emek sarf edip zahmete katlanarak çocuklarını yetiştirip büyütürler. Ne var ki, büyüyen bu çocuklar kendilerini bu yaşa getiren anne-babalarını çoğu kez beğenmezler.

Yazın başı pişenin, kışın aşı pişer: 1. Yazın o sıcağında durmayan, güneşe aldırmadan çalışıp kazanan, yiyeceğini hazırlayan kişi kışın rahat eder; hiç sıkıntı çekmez. 2. Gençlikte çalışıp kazanan, har vurup harman savurmayan, varlık edinen kişi ihtiyarladığında rahat eder; sıkıntı çekmeden hayat sürer.

Yazın gölge hoş, kışın çuval boş: 1. Yazın çalışma, kazanma günleridir. Bu zamanlarda çalışmayıp keyiflerine bakanlar, gününü gün ederler, kışın zor şartlarında yiyecek bulamazlar; sıkıntıya düşer ve ona buna avuç açarlar. 2. Gençliğinde çalışmayıp tembel tembel oturan, eğlenceye dalan, mal-mülk edinmeyen, kazanç sağlamayan kimse ihtiyarlığında ya da hastalığında sıkıntıya düşer; perişan olur.

Yazın gölge kovan, kışın karın ovar: Bk. “Yazın gölge hoş...”.

Yeğniği yel alır, ağır yerinde kalır: Kişiliksiz, ağırbaşlı olmayan, züppe-hoppa, gayri ciddî, bir sözü diğerini tutmayan, hafif meşrep, zayıf karakterli kimseler bir varlık gösteremezler; bir yerde tutunamadıkları gibi onun bunun oyuncağı da olurlar. Ama ağır başlı, tavırlarında ciddî, sözünde duran, kişilikli, ahlâklı kimselere kimse ilişemez; onlar bulundukları yerde kolayca barınırlar, işlerinde başarılı oldukları gibi sevilip sayılırlar da.

Yel, kayadan ne koparır (aparır):

Güçsüz, güçlüye etki edemez. Sağlam karakterli, kişilik sahibi, onurlu, ciddî kimselere öyle önemsiz etkiler hiçbir şey yapamaz. Sağlam bir temele oturmuş işleri de kimi olaylar kolay kolay etkileyip bozamaz.

Yemeyenin malını yerler (üstüne bir bardak bu içerler): Kimi cimri kimseler para ve mallarını biriktirirler ama harcamaya, yemeye bir türlü kıyamazlar. Ne var ki, onların kıyıp da faydalanamadığı bu para veya malı sağlıklarında o ya da bu, öldükten sonra ise mirasçıları bir güzel yerler.

Yerdeki yüze basılmaz (kimse basmaz): Ağırbaşlı, nazik, alçakgönüllü, ilişkilerinde ılımlı kimselere kimse hor gözle bakmaz; onları hırpalamaz, ezmeye çalışmaz. Bunun yanında felâkete uğramış, yenik düşmüş, muhtaç kimselere de merhametli davranılır.

Yerini bilmeyen, yılda bir kat urba eskitir: Kişi neyle uğraşacağını, ne iş yapacağını, hangisinin kendisine uygun geleceğini bilmeli ve ona göre bir seçim yapıp çalışmaya başlamalıdır. Aksi takdirde bir işte tutunamayarak, sık sık yer değiştirecek, bundan ötürü de çok zarar görecektir.

Yerin kulağı var: Ne kadar saklı tutulursa tutulsun, gizli konuşulan bir şey umulmadık bir yoldan başkalarınca mutlaka duyulur. Bu bakımdan elden geldiğince tedbirli olmalı, olur olmaz yerde konuşmamalıdır.

Yılana yumuşak diye el sunma: Hiçbir şeyin dış görünüşüne bakarak bir eylemde bulunmamalı kişi. Kolay görünen iş çok zor, yumuşak huylu bir kimse çok sert, zararsız gibi görünen bir durum çok tehlikeli olabilir ve zarar görebilir insan.

Yılanın başı küçükken ezilmeli:   Daha küçükken tehlikeli olacağı, zarar vereceği anlaşılan bir şeyin, düşmanın veya bir durumun önüne hemen geçilmeli; büyümesine izin verilmeden ortadan kaldırılmalıdır.

Yıl uğursuzundur: Kimi dönemlerde arsız, yüzsüz, ahlâksız, adaletsiz kimseler el üstünde tutulur. Böyle bir zamanda dürüst, namuslu, erdemli kimseler zalimlerin baskısı altında kalırlar.

Yırtıcı (alıcı) kuşun ömrü az olur: Ona buna saldıran, zarar veren, onun bunun sırtından geçinen kimselerin düşmanı çok olur. Az zamanda, bunlar da düşmanlarının gazabına uğrarlar, hak ettikleri cezayı görürler.

Yiğidin malı meydandadır: Yiğit, mert insanlar aynı zamanda cömert olurlar. Mallarını herkesin yararlanması için ortaya koyarlar.

Yiğidin sözü, demirin kertiği: Yiğit, mert kimseler sözlerinin eridirler. Onlar verdikleri sözden geri dönmezler, sözlerini inkâr da etmezler. Bu tıpkı bir demir üzerine açılmış çentik gibi meydandadır, kolay kolay yok olmaz.

Yiğit arkasından vurulmaz: 1. Mert olan alçakça yollara başvurmaz. Düşmanıyla yüz yüze dövüşür, onu arkasından vurmaya çalışmaz. 2. Yiğit bir kimsenin yokluğundan faydanılarak arkasından konuşulmaz, dedikodusu yapılmaz, kötülenmez ve iftira atılmaz.

Yiğit meydanda belli olur: Atıp tutma, “ben şöyle yaparım, böyle ederim” demek, kişinin yiğit olduğunu göstermez. Asıl yiğit iş başında, kavgaya ve mücadeleye tutuştuğunda belli olur.

Yiğit yarasına yiğit katlanır: Mert olanların derdinden ancak mert olanlar anlar. Öte yandan, bir yiğitten gelen saldırıya da herkes katlanamaz, buna ancak yiğit olanlar dayanabilir.

Yiğit yiğide at bağışlar: Yiğit, mert olmasının yanında gözü tok ve cömerttir de. Kendisi gibi gözü pek olana her türlü fedakârlığı yapmaktan kaçınmaz. En kıymetli varlığını bile kolayca bağışlar.

Yoğurdum (ayranım) ekşidir diyen olmaz: Bk. “Kimse ayranım...”

Yoksul âlâ ata binse, selâm almaz: Edinip görmemiş, sonradan bir makama ya da varlığa kavuşmuş olan kimse, etrafa hava atmaya, herkese yukarıdan bakmaya başlar; kimseyi beğenmez olur. Hatta selâmı bile insanlardan esirger.

Yol bilen kervana katılmaz: Bir işte bilgisi olan, onun nasıl yapılacağını bilen, işinin ehli kimse, çoğunlukla başkalarının yardımına ihtiyaç duymaz; işini kendisi görmeye çalışır.

Yolcu yolunda gerek: 1. Bir yerden bir yere doğru gitmeye hazırlanan kimse, kimi sebeplerden ötürü oyalanmamalı, zaman geçirmeden yoluna koyulmalıdır. 2. Bir amacı gerçekleştirmek için çalışan, gayret sarf eden kimse kimi sebeplere takılıp kalmamalı; vakit kaybetmemeli ve bir an önce hedefine varmalıdır.

Yoldan (yol ile) giden yorulmaz: Bir işin yapılmasında tutulacak yol, yöntem ortaya çıkacak sonuç açısından oldukça önemlidir. Yapacağı iş için en uygun usulü seçen kimse, işini kolayca yapar, başarılı olur, başına gelecek türlü hâllerden de korunur.

Yoldan kal, yoldaştan kalma: Yolculukta insanın başına türlü işler, sıkıntılar, belâlar gelebilir. Bunların halledilmesi içinde bir insana gerek duyulur. Bu gereklik, yolculukta candan bir arkadaşın önemini büyük kılar. Dolayısıyla insan, candan bir yol arkadaşı bulabilmek için hareketini erteleyebilir.

Yol sormakla bulunur: Bir işe kalkışan ama nasıl yapılacağını bilmeyen kişi, takip etmesi gereken yolu bilenlere sorarak öğrenip bulur.  Bir işe doğru başlamak için bilmediklerimizi sormak, öğrenmek lazımdır.

Yol yürümekle, borç ödemekle tükenir: Yola çıkan orada burada oyalanırsa, gideceği yere bir türlü ulaşamaz; borçlu olan da ödemesini aksatır, geciktirir, günü gününe ödemezse hiçbir zaman borçtan yakasını kurtaramaz. Bunlar gibi yaptığı işin üzerine yeterince eğilmeyen, uyuşuk davranan, gerekli çalışma ve çabayı göstermeyen, işini zamanında yapmayan kişi, yaptığı işten olumlu bir sonuç alamaz.

Yolundan giden yorulmaz: Yapacağı işin tekniğini iyi bilen, uygulamasında deneyim sahibi olan kimse yapacağını önceden tespit eder, sonra uygular. Sonuca sıkıntısız ulaşır. Bunları bilmeyenler ve uygulamayanlar deneme yanılma yöntemi ile hem çok para, hem çok zaman kaybederler. Hem de meydana çıkan iş arzu edilen düzeye erişmez.

Yularsız ata binilmez: Nasıl ki yularsız bir at zapt edilip yönlendirilemezse; bir kurala, bir disipline bağlı olmayan iş, kuruluş ya da kişi de idare edilip yönetilemez. Dolayısıyla kargaşanın, başıbozukluğun hüküm sürdüğü bir yerde işin başına geçmek doğru değildir.

Yumurtasına hor bakan civcivini cılk eder: 1. Kişi elinde olan işe gereken önemi vermezse, o işten olumlu bir sonuç alamaz. 2. Elinin altındakilerine önem vermeyen, onları iyi eğitmeyen onlardan ne olumlu davranışlar, ne de iyi işler bekleyemez.

Yurdun otlusundan kutlusu yeğdir: Kuşkusuz ki insan yaşadığı yerin verimli olmasını ister. Daha da önemlisi o yaşadığı yerde huzur ve mutluluk ister. Kişinin başını felâketlerden kurtaramadığı, rahat ve özgür yaşayamadığı yurt ne kadar verimli olursa olsun, kişi için bir anlam ifade etmez.

Yuvarlanan taş yosun tutmaz: Sürekli olarak iş değiştiren kimse bir başarı kazanamadığı gibi bir varlık da edinemez.

Yuvayı yapan dişi kuştur: Evin dışındaki işler erkekten, içindeki işler de genellikle kadından sorulur. Bu bakımdan tertipli, geçinmesini bilen, çekip çeviren, en önemlisi tutumlu olan kadın ailesini huzurlu kılar; evin içine mutluluk getirir.

Yük altında ancak eşek kalır: İnsanlık sıfatı olan kimse kendisine yapılan iyiliğin altında kalmaz. Bir zaman bulur, karşılığını verir

Yürük ata kamçı değmez: Üzerine aldığı işi veya görevi aksatmadan, gerektiği gibi zamanında, en iyi şekilde yapan kişiye kimse bir şey diyemez.

Yürük at yemini kendi artırır: Bir işte üstün çaba gösterenler, o ölçüde bir karşılık görürler.

Yüzü güzel olanın huyu da güzeldir: Çoğunlukla kabul edilir ki, yüzü güzel olanın içi de güzeldir. Bu bakımdan insanın yüzü, içinin aynası olarak görülür. Eğer bir insanın yüzü hiç gülmez, asık suratlı olmaya devam ederse, o insanın katı yürekli, hoşgörüsüz, içinin de kötülükle dolu olduğuna hükmedilir. Eğer kişi güler yüzlüyse bu takdirde hoşgörülü, samimî, iyi yürekli, içten, duygulu, yumuşak huylu ve temiz olduğuna karar verilir. O hâlde denebilir ki, yüzü güzel görünen kişinin huyu da güzeldir.

Yüz verme arsız olur, az verme hırsız olur: Bk. “Çok söyleme arsız olur...”

Yüz, yüzden utanır: Bir aracı vasıtasıyla değil de, insanlar karşı karşıya gelince daha kolay uzlaşırlar. Çünkü böyle bir durumda herkes niyetini açıkça ortaya koyacak, isteyeceğini doğrudan isteyecek ve bir şeyini gizleyemeyecektir.

 

Z

Zahirenin ambarı sabanın ucundadır: Hangi iş olursa olsun, olumlu sonuç açısından mutlaka yeterli bir emeği, özenli bir çalışmayı gerekli kılar. Sözgelimi bir çiftçinin bol ürün alabilmesi için toprağını en iyi şekilde sürmesi, işlemesi ve çok çalışması gerekir.

Zahmetsiz rahmet olmaz: Sıkıntı çekmeden, güçlüklere göğsü germeden, yorulup emek vermeden, uğraşıp didişmeden, kimi masraflara da girmeden olumlu, güzel, hoş bir sonuç elde etmek mümkün değildir. Çaba göstermeden, sıkıntı çekmeden arzu edilen güzel ve iyi sonuçlara ulaşılmaz.

  Zaman sana uymazsa sen zamana uy:  İçinde yaşanılan zamanın şartları, bizim düşünce ve davranışlarımıza uymayabilir. Kendi düşüncelerimizi kabul ettirmek için etrafımızdakiler ile sürtüşmek doğru değildir. Zamanın gidişine uymak, ona göre davranmak en çıkar yoldur.

Zararın neresinden dönülse kârdır: Zarar, bir şeyin ya da bir olayın yol açtığı çıkar kaybı veya kötü sonuçtur. Eğer zarar-ziyan devam ediyor ve önü alınamıyorsa, yapılan işi hemen kesmekle daha fazla zarardan kurtulmuş, zarardan kurtulmakla da kâr etmiş olursunuz.

Zemheride sür de çalı ile sür:  Tarlanın zemheride sürülmesi ekinin iyi olması için çok önemlidir. Tarlayı dikkatli ve derin sürmek gerekir.

Zengin arabasını dağdan aşırır, züğürt düz ovada yolunu şaşırır: Zengin, varlıklı kişi para ve mal gücüyle pek çok güçlüğü yenip aşar. Yoksul ise, parasızlık ve imkânsızlık yüzünden en kolay işleri bile başaramaz; en ufak engel karşısında bile şaşırıp kalır.   Varlıklı kişi, parasının ve itibarının çokluğu ile olmayacak işlerini bile kolaylıkla görür. Fakir ise parası olmadığı için en olacak işini bile bitiremez.

Zenginin basması ipekli görünür: Zengin kişilerin giydikleri, yedikleri en pahalısından seçilmiş zannedilir.

Zenginin malı, züğürdün çenesi yorar:Yoksul, züğürt kimseler çoklukla birinin zenginliğinden, malından ve parasından, kazancından, hatta yiyip içmesinden, gezip tozmasından söz ederler. Oysa böylesi bir konuşma son derece gereksiz ve yersizdir; ayrıca ellerine bir şey geçmediği gibi dedikoduya da bulaşmış ve yanlış bir iş yapmış olurlar.

Zengin kesesini, züğürt dizini döver: Maddi durumu çok iyi kişiler her zaman parası ile övünür. Züğürt ise arzuladığı iş parası olmadığından yapamayacağı için üzülür. Istırap ve sıkıntı çeker.

Zırva tevil götürmez: Saçma sapan, boş, anlamsız olan bir düşünceyi açıklamaya, yorumlamaya, savunmaya ve haklı göstermeye kalkışmak son derece yanlıştır.

Ziyan olan koyunun kuyruğu yağlı olur: Elden kaçırılan fırsatlar küçük olsa da çok büyük görünür. Kişinin dilinden hiç düşmez. Hep büyüterek ondan bahseder.

Zora dağlar dayanmaz: Gücü, kuvveti elinde bulunduran ve zor kullanan kimseler pek çok kimseye boyun eğdirirler; öyle ki büyük güçleri bile yener, istediklerini yaptırırlar.

Zor kapıdan girerse, şeriat bacadan çıkar: Zorbaların, zalimlerin bulundukları yerde baskı, zulüm ve haksızlık hüküm sürer.

Zorla güzellik olmaz: İnsanların yapıları bir değildir. Bu bakımdan beğenme, hoşlanma duyguları da farklı farklıdır. Dolayısıyla bir kişiye beğenmediği bir şeyi zorla beğendirmeye çalışmak yanlış bir yola girmek demektir.

Zor oyunu bozar: 1. Zor kullanılarak işlemekte olan bir düzen bozulup durdurulabilir ya da istenen yöne çevrilebilir. 2. Bir oyun veya hile, güç kullanılarak kestirme yoldan boşa çıkarılabilir, işlemez kılınabilir.

Zurnada peşrev olmaz (ne çıkarsa bahtına): Rast gele yapılan plânsız, programsız işlerde yöntem, kural aranmaz; işin sonucu da kestirilemez.

Züğürtlük zâdeliği bozar: Zengin, varlıklı ve soylu kimseler yoksullaşıp parasız pulsuz kalınca zamanla soyluluklarını da yitirirler. 

 

BAZI ÜLKE VE ULUS ATASÖZLERİ

 

 

AFRİKA ATASÖZLERİ

*Bilge her şeyi bilmez, sadece ahmaklar her şeyi bilir.

*Afrika’da her sabah bir ceylan uyanır, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini; yoksa öleceğini bilir.

*Afrika’da her sabah bir aslan uyanır, en yavaş ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini yoksa aç kalacağını bilir.

*Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.

*Sular yükseldikçe balıklar karıncaları yer, sular çekildikçe de karıncalar balıkları yer. Kimse bu günkü üstünlüğüne gücüne güvenmemeli… Çünkü kimin, kimi yiyeceğine, suyun akışı karar verir…

*Aslan ya da ceylan olmanızın bir önemi yoktur. Yeter ki güneş doğduğunda koşmak zorunda olduğunuzu bilin.

 

AMERİKAN ATASÖZLERİ

*Aslan bile kendini sineklerden korumak zorundadır. Alçakgönüllülük süstür, fakat onsuz daha başarılı olunur.

*Balıklar oltayla, insanlar tatlı dille avlanır.

*Barış zamanında bir yumurta, savaş zamanında bir öküzden daha iyidir.

*Bozuk yumurta bütün yemeği bozar.

*Düşmek suç değildir, düşüp kalkmak suçtur.

*Eğitim özgürlüğe götürür.

*Göz mideden büyüktür.

*Gözler kendilerine, kulaklar başkalarına inanırlar.

*Herkes kendi kaderinin demircisidir.

*Kadeh içinde, denizde boğulanlardan çok daha fazla insan boğulmuştur.

*Kadın, çalındıktan sonra duvara asılacak bir keman değildir.

*Kargalarla yarenlik eden güvercinin tüyleri beyaz kalır, ama kalbi kararır.

*Kart kuşu yolmak zordur.

*Konuşulan bir sevinç iki kat olur, paylaşılan bir acı yarıya iner.

*Korkak olduğunu bilmeyen herkes cesurdur.

*Ödünç alan, özgürlüğünü satar.

*Parlayan her şey altın değildir.

*Savaş, barışın sağladığını yıkıp gider.

*Tanrı karıncayı yok etmek isteyince, ona kanat takar.

*Ufak hırsızlar asılır, büyük hırsızlar serbest bırakılır.

*Yüreklilik insanın üçüncü koludur.

 

HİNT ATASÖZLERİ

*Akıllı adam, akılsız adamın son yaptığını ilk önce yapar.

*Başkasından üstün olmamız önemli değildir. Asıl önemli olan şey, dünkü halimizden üstün olmamızdır.

*Dostunuzu sık sık ziyaret ediniz, çünkü üzerinde yürünmeyen yollar diken ve çalılarla kaplıdır.

*Kuvvetine güvenerek zayıfları hor görenin kuvveti başına bela olur.

 

ALMAN ATASÖZLERİ

*Aşkta ve savaşta her şey mubahtır.

*Acele işe şeytan karışır.

*Ağaçlar gökyüzünde yetişmez.

*Alçak gönüllülük süstür, fakat onsuz daha başarılı olunur.

*Balık baştan kokar.

*Balıklar oltayla, insanlar tatlı dille avlanır.

*Barış zamanında bir yumurta, savaş zamanında bir öküzden daha iyidir.

*Bozuk yumurta bütün yemeği bozar.

*Çalışmak ekmek, tembellik kıtlık getirir.

*Düşmek suç değildir, düşüp kalmak suçtur.

*Eğitim özgürlüğe götürür.

*Eğitimsiz insan, cilasız aynaya benzer.

*Eldeki serçe, damdaki güvercinden iyidir.

*Göze göz, dişe diş

*Herkes kendi kaderinin demircisidir.

*İki avukat arasında kalan çiftçi, iki kedi arasında kalan balığa benzer.

*İş, işi çeker

*Kadeh içinde, derede boğulanlardan çok daha fazla insan boğulmuştur.

*Kadın, çalındıktan sonra duvara asılacak bir keman değildir.

*Kargalarla yarenlik eden güvercinin tüyleri beyaz kalır, ama kalbi kararır.

*Kart kuşu yolmak zordur.

*Korkak olduğunu bilmeyen herkes cesurdur.

*Ödünç alan, özgürlüğünü satar.

*Parlayan her şey altın değildir.

*Paylaşılan bir acı yarıya iner.

*Paylaşılan sevinç iki katına çıkar.

*Rica daima sıcak, teşekkür daima soğuktur.

*Savaş, barışın sağladığını yıkıp gider.

*Seni besleyen eli ısırma.

*Sürekli damla taşı deler.

*Tanrı karıncayı yok etmek isteyince, ona kanat takar.

*Tek gözlü olmak kör olmaktan iyidir.

*Ufak hırsızlar asılır, büyük hırsızlar serbest bırakılır.

*Yemek pişirmek eski tavalar ile öğrenilir

*Yemekten sonra dinlenmeli veya bin adım atılmalı.

 

RUS ATASÖZLERİ

*Ağa kor gibidir, yakamazsa karalar.

*Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz.

*Beyaz saç, aklın değil yaşın işaretidir.

*Cehenneme giden yolda yürümek kolaydır.

*Dilencinin torbası deliktir.

*Hak yenir ama hazmedilmez.

*Hamur yoğurmak istemeyen, beş gün un elermiş.

*Korku mantıktan daha kuvvetlidir.

*Seven kalp, daima gençtir.

*Taş da yumurtanın üstüne düşse, yumurta da taşın üstüne düşse, olan yine yumurtaya olur.

 

YUNAN ATASÖZLERİ

*Ağa kor gibidir, yakamazsa karalar.

*Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz.

*Beyaz saç, aklın değil yaşın işaretidir.

*Cehenneme giden yolda yürümek kolaydır.

*Dilencinin torbası deliktir.

*Hak yenir ama hazmedilmez.

*Hamur yoğurmak istemeyen, beş gün un elermiş.

*Korku mantıktan daha kuvvetlidir.

*Seven kalp, daima gençtir.

*Taş da yumurtanın üstüne düşse, yumurta da taşın üstüne düşse, olan yine yumurtaya olur.

 

İTALYAN ATASÖZLERİ

*Arının yediği bala dönüşür, örümceğin yediği ise zehire.

*Bir kadına yapmaması gerekenleri söylemek ona neler yapabileceğini göstermektir.

*Budalalar pazara gitmeseydi, çürük mallar satılmazdı.

*Don Kişot olmak için yola çıkan pek çok insan evine Sanco Panco olarak döndü.

*Köpekle yatan pireyle kalkar.

*Onurlu insana soyağacı sorulmaz.

*Sahibi çok olan eşeği sonunda kurtlar yer.

*Tehdit edilen onca insan sapasağlam yaşamaya devam ediyor.

 

İNGİLİZ ATASÖZLERİ

*Ayağını yorganına göre uzat.

*Bükemediğin eli öpeceksin.

*Büyük seller küçük kaynaklardan meydana gelir.

*Cahil kral taç giydirilmiş eşektir.

*Cahiller, okumuşların cevaplayamayacağı soruları sorarlar.

*Cesurlar bir kere ölür, korkaklar bin kere.

*Cüret başarının başlangıcıdır.

*Dereyi görmeden paçayı sıvama.

*Düşünmeden konuşmak, nişan almadan ateş etmeye benzer.

*Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alır.

*Her kuş kendi türüyle uçar.

*İnsan, kuyusu kurumadıkça suyunu özlemez.

*Kadınlar gülebildikleri zaman gülerler, istedikleri zaman ağlarlar.

*Kalem kılıçtan keskindir.

*Kedilerin dokuz canı vardır, üçü oyun için, üçü çiftleşmek için ve üçü de yerleşmek için.

*Kör ata ha göz kırpmışsın, ha başını sallamışsın

*Körler ülkesinde tek gözlü adam kraldır.

*Kusurlarını yüzüne söyledikleri için düşmanlarını sev.

*Mutlu doğmak, zengin doğmaktan iyidir.

*Nerde çokluk orda bokluk

*Sağır bir koca ile kör bir karı her zaman mutlu bir çifttir.

*Sakla samanı gelir zamanı.

*Sersemler akıllıların 7 yılda cevaplandıramayacağı soruları 1 günde sorarlar.

*Sırça köşkte oturan, taş atmaktan çekinmelidir.

*Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer.

*Şöhret kabiliyetin gölgesidir.

*Ucuz şey alabilecek kadar zengin değilim.

*Yarası olan gocunur.

*Yaşlı köpeğe yeni numara öğretemezsin.

 

ÇİN ATASÖZLERİ

*Ancak durgun su, yıldızları yansıtır. Ağaç ne kadar yüksek olursa olsun, yaprakları yine de yere dökülür.

*Akan su asla kokmaz, kapı menteşesi paslanmaz.

*Akıllı bir adam yalnız kendi tecrübelerinden, çok akıllı bir adam başkalarının da tecrübelerinden yararlanır.

*Aşırı kalabalık tavuk kümesi normalden az yumurta üretir.

*Ata eyeri ile kıymet biçme.

*Başarı belki insana çok şey öğretmez, fakat başarısızlık çok şey öğretir.

*Başkalarını azarlar gibi kendini azarla, kendini affeder gibi başkalarını affet.

*Bilen konuşmaz, konuşan bilmez.

*Bilen ve bildiğini bilen akıllıdır. Onu izleyin.

*Bilen ve bildiğini bilmeyen uykudadır. Onu uyandırın.

*Bilmeyen ve bilmediğini bilen bir öğrencidir. Ona öğretin.

*Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen bir aptaldır. Ondan sakının.

*Bin kilometrelik bir yolculuk ilk adımla baslar.

*Bir adamdan şüpheleniyorsan onu işe alma, işe alıyorsan ondan şüphelenme.

*Bir evin çatısı ne kadar büyük olursa üstüne sıçan kuş o kadar çok olur.

*Bir iş açmak çok kolaydır; onu açık tutmak ise çok zordur.

*Bir kere kaplanın sırtına bindin mi inmek zordur.

*Bir köpek bir şeye havlar, diğerleri de ona.

*Bir kuşağın diktiği ağacın gölgesinde gelecek kuşaklar serinler.

*Bir oyun oynayacaksan oyunun kurallarını, hisseleri ve bitiş zamanını önceden belirle;.

*Bir sual soran beş dakika müddetle bilgisiz görünür, sual sormayan ilelebet bilgisiz kalır.

*Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa o yerde güneş batıyor demektir.

*Bir yıllık varlık istersen buğday, on yıllık varlık istersen ağaç, yüz yıllık varlık istersen insan yetiştir.

*Bütün dünyada bir tek güzel çocuk vardır. Bütün anneler de ona sahiptir.

*Büyük kişilerin iradeleri, zayıfların ümitleri vardır.

*Çok neşeli anınızda kimseye bir şey vaat etmeyin. Çok öfkeli anınızda kimseye yanıt vermeyin.

*Dağın tepesine hangi yoldan çıkarsan çık, manzara aynıdır. Ancak çıkarken gördüğün manzara farklıdır.

*Dostunun alnındaki sineği baltayla kovalama.

*Duvar yapıldıktan sonra duvarcı unutulur.

*Duyduğumu unuturum, gördüğümü hatırlarım, yaptığımı anlarım.

*Dünyada kusursuz iki insan vardır. Biri ölmüştür, öteki ise doğmamıştır.

*Eğitim, her zaman sahibini peşinden takip eden bir servettir.

*En fazla ileriye giden ok, en çok geriye çekilmiş yaydan çıkar.

*Erken kalkmayan avrat, söz dinlemeyen evlat, mahbuzla gitmeyen at kapında varsa kaldır at.

*Evlilik kale gibidir, dışındakiler girmeye, içindekiler çıkmaya uğraşır dururlar.

*Fazilete giden kapıyı açmak güçtür.

*Fısıldanan sözler, çok kere yüksek sesle söylenenden daha uzağa giderler.

*Geleceğin tüm çiçekleri, bugünün tohumları içindedir.

*Gelenler korkmayanlardır. Korkanlar gelmediler.

*Göbeği sallanan adamdan kork

*Gül sunan bir elde daima bir miktar gül kokusu kalır.

*Güler yüzlü olmayan dükkân açmamalı.

*Güneşin doğuşundan batışına kadar acele edenler uzun yaşamazlar.

*Hançer gibi bir dile fakat pamuk gibi bir yüreğe sahip ol.

*Hiçbir iğnenin iki sivri ucu yoktur.

*İlginç zamanlarda yaşayasın. (beddua olarak söylenir)

*İyi cins ata hafif bir darbe, akıllı insana da ufak bir söz ya da işmar yeterlidir.

*İyimser insan, her felakette bir fırsat, kötümser insan da her fırsatta bir felaket görür.

*Kadına inanan, kendini aldatır. İnanmayan da kadını aldatır.

*Kalbinde yeşil bir dal bulundurursan şakıyan kuşlar gelir.

*Karanlığı lanetlemektense bir mum yakmak daha iyidir.

*Kızarmış ördeğin ağzına gelmesini bekleyen çok bekleyecektir.

*Kızgınken asla mektup yazma.

*Kızgınlıkta bir an sabırlı olursan, yüz günlük pişmanlıktan kurtulursun.

*Kimse boğulma ihtimalinden dolayı yemek yemeyi bırakmaz.

*Kişinin aklından geçeni öğrenmek istersen, söylediklerini dinle.

*Köpeğin ağzında fildişi bulamazsın.

*Köşeye sıkışınca bir tavşan bile ısırır.

*Kötü bir şey yapmadıysan şeytanların kapını çalmasından korkma.

*Neden birbirimizi öldürüyoruz ki biraz beklesek zaten kendiliğimizden öleceğiz.

*Oturarak yapabileceğin hiçbir şeyi ayakta, yatarak yapabileceğin hiçbir şeyi oturarak yapma.

*Ölüm sadece sonun başlangıcıdır.

*Önünden gelen bir mızraktan korunmak kolaydır fakat arkandan atılan oktan korunamazsın.

*Prensipleri amaçla, erdemli hareket et, yardımseverliğe göre hareket et, kendini sanata ver.

*Rüzgâr yoksa dalga da yoktur

*Sakın bir kaplanın kuyruğundan tutmayın, tutarsınızda sakın ama sakın bırakmayın…!!!

*Satın alırken kulaklarını değil, gözlerini kullan.

*Sevinçli anında kimseye vaatte bulunma. Öfkeli anında kimseye cevap verme.

*Sorun kuyunun derinliği değil hedefe ulaştırmayan ipin kısalığıdır.

*Tanrım! Değiştirilebilecek şeyleri değiştirebilmem için bana güç ver, değişemeyecek şeyleri kabullenebilmem için sabır ver ve bu ikisini ayırt edebilmem için akıl ver

*Uzağındaki dostların için yaşarsan onlar seni bir gün terk eder. Ama yakınındaki dostların için yaşarsan onlar hep yanında kalır.

*Uzaktaki su, acil susuzluğu gideremez.

*Verdiklerin aldıklarından daha değerli gelir.

*Yakınındakileri mutlu et, uzaktakiler gelecektir.

*Zenginlik gübredir. Yalnızca saçıldığında yararlı olur.

 

KIZILDERİLİ ATASÖZÜ

*Allah’ ın kelimeleri meşe yaprağı gibi sararıp düşmez: çam yaprağı gibi ilelebet yeşil kalır. Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz eşit oluruz. (Ute Kabilesi)

*Aşkı tanıdığında, Yaratıcıyı da tanırsın. (Fox Kabilesi)

*Avlayacaksan en zayıf geyiği avla, çünkü sağlam olanlar yeni neslin devamını sağlayacaktır.

*Barış ve mutluluk her anda mevcuttur. Barış ve mutluluk her adımdadır. Ruhun meseleleri için siyasi çözümler yoktur.

*Bir başkasının kabahati hakkında konuşmadan önce daima kendi makoseninin içine bak (Sauk Kabilesi)

*Bir düşman çok, yüz dost azdır. (Hopi Kabilesi)

*Bir kere “Al şunu” demek, iki kere “Ben vereceğim” demekten iyidir. (Kabilesi bilinmiyor)

*Biz ağaçlara zarar vermek istemeyiz. Ne zaman onları kesmemiz gerekse, önce onlara tütün ikram ederiz. Odunu asla ziyan etmeyiz, lazım olduğu kadar keser, kestiğimizin hepsini kullanırız. Eğer onların hislerini düşünmez ve kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşı dökecektir, bu da bizim kalbimizi yaralar.

*Bütün Kızılderililer her yerde durmadan dans etmelidir. Önümüzdeki ilkyaz Yüce Ruh gelecek. Bütün av hayvanlarını geri getirecek. Avdan geçilmeyecek bu topraklarda. Bütün ölü Kızılderililer geri gelecek ve yeniden yaşayacaklar. (Wovoka)

*Doğum yapan her şey dişidir. Kadınların ezelden beri bildiği kâinatın dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olmak üzere değişmeye başlamış olacaktır. (Mohawk Kabilesi)

*Dünyadaki her şeyin bir sebebi vardır. Her bitki bir hastalığı tedavi etmek için büyür. Ve her insan bir görevle yaratılmıştır.

*Düşmanımı cesur ve kuvvetli yap! Eğer onu yenersem utanç duymayayım. (Apache Kabilesi)

*Eğer herkes bir başkası için bir şey yaparsa dünyada ihtiyaç içinde kimse kalmaz. Sadece bir kişiye yardım et! Şimdiki usul bu değil ama inanıyorum, insanlar bu yolu öğrenecekler.

*Eğer sorsanız: ‘Sessizlik nedir?’ Cevap veririz: O Büyük Ruh’ un sesidir. Yine sorsanız: ‘Sessizliğin meyveleri nelerdir?’ Cevap veririz: Kendi kendini kontrol, gerçek cesaret demek olan metanet, sabır, vakar ve saygı.’

*Fakir olmak, şerefsiz olmaktan daha küçük bir meseledir.

*Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz.

*Gözün ile değil, yüreğin ile hüküm ver.

*Günümüzde insanlar bilgiyi arar oldu, hikmeti değil. Hâlbuki bilgi mazidir, hikmet ise istikbal (Lumbee Kabilesi)

*Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki? Eğer bütün hayvanlar kaybolup giderse insanoğlu büyük bir ruh yalnızlığı içinde ölecektir. Hayvanlara ne olduysa insanlara da aynısı olur. Her şey birbirine bağlıdır. Yerkürenin başına gelen, yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir.

*Her şey halkadır. Her birimiz kendi hareketlerimizden sorumluyuz. Hepsi döner dolaşır, bize geri gelir.

Her birimizin farklı bir rüya gördüğünü hatırlatmakta fayda var.

İhanet arkadaşlık zincirini karartır, fakat vefa onu her zamankinden parlak yapar.

*İlkbaharda usul usul yürü; toprak ona hamiledir…

*İnsan tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır.

*İnsanın gözleri öyle kelimelerle konuşur ki dil onları telaffuz edemez.

*Kehanet, muhtemel bir olayı kesin bir bakış ile görmekten başka şey değildir. Hava ya bulutlu olacaktır, ya da güneş açacaktır. (Cherokee Kabilesi)

*Komşun hakkında hüküm vermeden önce, iki ay onun makosenleriyle yürü! (Cheyenne Kabilesi)

*Nimette külfette ‘Büyük Ruh’ un elindedir. Bazen onun külfeti bizi nimetinden daha fazla akıllandırır.

*Ölüler güç ve bilgilerini beraberinde götürmez, yaşayanlara ilave eder. (Hopi Kabilesi)

*Senin vicdanın senden başkasını temsil edemez.

*Sevgi ile yorulmadan ilerleriz. Sevgi ile, sadece onunla başkaları için fedakarlık yapabiliriz.

*Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen birşey olduğunu anlayacak.

*Su gibi olmalıyız. Her şeyden aşağıda, ama kayadan bile kuvvetli. (Siyu Kabilesi)

*Şeytan hakkında konuşmayın. Gençlerin kalbinde merak uyandırır. (Siyu Kabilesi)

*Güneşin doğuşundan batışına kadar acele edenler uzun yaşamazlar.

*Hançer gibi bir dile fakat pamuk gibi bir yüreğe sahip ol.

*Hiçbir iğnenin iki sivri ucu yoktur.

*İlginç zamanlarda yaşayasın. (beddua olarak söylenir)

*İyi cins ata hafif bir darbe, akıllı insana da ufak bir söz ya da işmar yeterlidir.

*İyimser insan, her felakette bir fırsat, kötümser insan da her fırsatta bir felaket görür.

*Kadına inanan, kendini aldatır. İnanmayan da kadını aldatır.

*Kalbinde yeşil bir dal bulundurursan şakıyan kuşlar gelir.

*Karanlığı lanetlemektense bir mum yakmak daha iyidir.

*Kızarmış ördeğin ağzına gelmesini bekleyen çok bekleyecektir.

*Kızgınken asla mektup yazma.

*Kızgınlıkta bir an sabırlı olursan, yüz günlük pişmanlıktan kurtulursun.

*Kimse boğulma ihtimalinden dolayı yemek yemeyi bırakmaz.

*Kişinin aklından geçeni öğrenmek istersen, söylediklerini dinle.

*Köpeğin ağzında fildişi bulamazsın.

*Köşeye sıkışınca bir tavşan bile ısırır.

*Kötü bir şey yapmadıysan şeytanların kapını çalmasından korkma.

*Neden birbirimizi öldürüyoruz ki biraz beklesek zaten kendiliğimizden öleceğiz.

*Oturarak yapabileceğin hiçbir şeyi ayakta, yatarak yapabileceğin hiçbir şeyi oturarak yapma.

*Ölüm sadece sonun başlangıcıdır.

*Önünden gelen bir mızraktan korunmak kolaydır fakat arkandan atılan oktan korunamazsın.

*Prensipleri amaçla, erdemli hareket et, yardımseverliğe göre hareket et, kendini sanata ver.

*Rüzgâr yoksa dalga da yoktur

*Sakın bir kaplanın kuyruğundan tutmayın, tutarsınızda sakın ama sakın bırakmayın…!!!

*Satın alırken kulaklarını değil, gözlerini kullan.

*Sevinçli anında kimseye vaatte bulunma. Öfkeli anında kimseye cevap verme.

*Sorun kuyunun derinliği değil hedefe ulaştırmayan ipin kısalığıdır.

*Tanrım! Değiştirilebilecek şeyleri değiştirebilmem için bana güç ver, değişemeyecek şeyleri kabullenebilmem için sabır ver ve bu ikisini ayırt edebilmem için akıl ver

*Uzağındaki dostların için yaşarsan onlar seni bir gün terk eder. Ama yakınındaki dostların için yaşarsan onlar hep yanında kalır.

*Uzaktaki su, acil susuzluğu gideremez.

*Unutmayın çocuklarınız sizin değildir. Onu Yaratıcıdan ödünç aldınız. (Mohawk Kabilesi)

*Üç barış vardır: Birinci barış, en önemli barıştır. İnsan ruhundadır o. İnsan, kâinatla ve kâinatın bütün güçleri ile olan ilişkisini, beraberliğini fark ettiğinde, kâinatın merkezinde Büyük Ruh’un durduğunu ve bu merkezin her yerde, her birimizin içinde olduğunu fark ettiğinde birinci barış sağlanmıştır. Bu gerçek barıştır, diğerleri sadece bunun akisleridir. İkinci barış iki fert arasında olan barıştır. Üçüncü barış ise iki millet arasında yapılır. Fakat hepsinden önce, anlamalısınız ki ‘gerçek barış’ dediğim birinci barış, insanın ruhundaki barış yoksa ne fertler ne de milletler arasında barış olabilir.

*Verdiklerin aldıklarından daha değerli gelir.

*Yakınındakileri mutlu et, uzaktakiler gelecektir.

*Yağmur iyilerin üzerine de yağar, kötülerin de..

*Yanlışı gören ve önlemek için eli uzatmayan yanlışı yapan kadar suçludur.

*Yapmamız gereken: her şeyi eski sadeliğine döndürmektir, böylece bozulan düzenimiz yeniden kurulacaktır.

*Yaşlılık ölüm kadar şerefli değildir. Yine de çok kimse onu ister.

*Yeryüzüne iyi muamele et! O babanızın malı değil, onu çocuklarınızdan ödünç aldınız.

*Zenginlik gübredir. Yalnızca saçıldığında yararlı olur.

 

ARAP ATASÖZLERİ

*Ay çıkınca yıldızların ne yararı olur. Aç eşek semerini de yer.

*Ağaç ve kitabın yaprağı ne kadar çoksa, meyvesi o kadar az olur.

*Ağızla göz yüreğin aynasıdır.

*Allah’ın gülü dikenli yarattığına hayret edeceğiniz yerde, dikenler arasında gül yarattığına hayret ediniz.

*Beni anla da istersen öldür.

*Bir baba kudretinden aşağı derecede, çocukları kudreti nispetinde, kadını da kudretinin fevkinde giyinmelidir.

*Bir şey yapmak isteyen yolunu bulur bir şey yapmak istemeyen nedenini bulur.

*Demiri kızgınken döv.

*Dünyada 3 şey gizlenmez: Duman, aşk, parasızlık.

*Hapishane bir bahçe içinde de olsa, yine hapishanedir.

*İki karısı olan erkek, iki ateş arasında kalan birine benzer. Hangi yana sokulsa yanar.

*İnsan, ihsanın kölesidir.

*İnsanlar başarılardan az, başarısızlıklardan çok şey öğrenirler.

*Kabahatini itiraf ederek affını iste; zira bir suçu gizlemek o suçu ikileştirir.

*Kadın gölge gibidir, kendisini takip edenden kaçar, önünden gidenin arkasından koşar.

*Kadın, kokusunu yalnız tenhada veren bir çiçektir.

*Kitap, insanın cebinde taşıdığı bir bahçe gibidir.

*Konuşulanlar kalpten çıkarsa kalbe kadar girer, ama dilden çıkarsa kulağı aşamaz.

*Mide boş sağlık düzgün, kese boş ahlak düzgün.

*Mide hastalığın evi, perhiz tedavinin başıdır.

*Sanat, sırrını bilenler için bir tutam otun altında saklıdır. Bu sırrı bilmeyenler onu, bir dağın altında sanırlar

*Sır, saklarsan esirin, kaybedersen efendindir.

*Söz kalpten çıkarsa kalbe kadar gider, dilden çıkarsa kulağı aşamaz.

*Talihsizlikler, meziyetleri imtihan eder.

*Varlıklı adam küllüğe benzer, ne denli doluysa o denli pistir.

*Yılanın ısırdığı kedi, ip görse yılan sanıp kaçar.

*Yiğit harpte, dost dertte, olgun adam hiddette belli olur.

 

JAPON ATASÖZLERİ

*Bir dostunuz, yemiş bahçesini geziyorsa, dalgın görünmeniz en büyük nezakettir.

*Dürüstlük en iyi siyasettir.

*Hızlı giden araba yana yuvarlanır.

*İlk karını sana Allah, İkinci karını insanlar, üçüncüsünü ise şeytan gönderir.

*Kitaplar ruhun gıdasıdır.

*Kör bir dilenci de hiç olmazsa çiçeklerin kokusunu duyar.

*Müzik değiştiğinde dans da değişir.

*Pirincin içindeki siyah taşlardan korkma beyaz olanlardan kork.

*Ruhun ilacı kitaptır.

*Savaşı bilmeyen, barışı da bilmez.

*Sis yelpaze ile dağıtılmaz.

*Üç taşınma bir yangına bedeldir.

*Yalan dört nala gider. Hakikat ise adım adım yürür, fakat yine de vaktinde yetişir.

*Adalet topaldır.

*Adalet yorumlarımız saatlerimize benzer. Çoğu başka başka yerler gösterir ve herkes kendininkine itimat eder.

*Aşk eşeğe bile dans ettirir.

*Aşk için dökülen gözyaşı ve savaşta akan kana bedel biçilmez.

*Babalar, doğanın yarattığı bankerlerdir.

*Başarının %5′i yapmayı bilmekten, %95′i yapabilmekten oluşur.

*Başkalarının arzusuna göre değil, sırf kendiniz için düşünün.

*Beklemeyi bilmek başarının sırrıdır.

*Bir atı suya götürebilirsiniz ama ona zorla su içiremezsiniz.

*Bir yanlışı haklı çıkarmaya çalışmak, onu iki kat büyütür.

*Bütün servetini yitiren kişi önemli bir şey yitirmiştir, sağlığını yitiren çok şey yitirmiştir, onurunu yitiren pek çok şeyini yitirmiştir, umudunu yitiren kişi ise her şeyini yitirmiştir.

*Büyük zekâlar birlikte düşünürler.

*En düzgün işleyen saat midedir.

*Fırsatlar çıkmadıkça kabiliyetler pek az işe yarar.

*Güzellik, bakan kimsenin gözündedir.

*Her akılsıza hayran olacak, başka bir akılsız bulunur.

*Her şey üstüne üstüne geliyorsa, belki de sen ters gidiyorsundur.

*İdealler yıldızlar gibidir, onlar tutmak mümkün olmaz ama karanlık gecelerde yolumuza onlar rehberlik ederler.

*Kurt dumanlı havayı sever.

*Pırıl pırıl gökkuşağını görmek için önce yağmuru yaşamak gerekir.

*Ses çıkarmayan ve gürültü yapmayanlar tehlikelidir.

*Tembellik çoğu zaman sabırla karıştırılır.

*Temiz bir vicdan kadar yumuşak bir yastık yoktur.

*Unutulanlar hariç yeni bir şey yok.  

 

DEYİMLERİMİZ

 

 

Deyim: Çoğunlukla gerçek anlamından ayrı bir anlam taşıyan, en az iki sözcükten oluşan kalıplaşmış söz ya da sözcük gruplarına “deyim” denir.

Deyimlerin Özü:

Genel olarak kendi gerçek anlamının dışından başka bir anlama bürünürler: “Dilinde tüy bitmek”, “El ağzı ile kuş tutmak” gibi...

—Deyimlerin bazıları, kendi asıl anlamlarından tamamen ayrılmazlar. Yerine göre asıl anlamından da alınabilir, daha başka bir anlama da gelebilir. Bunu cümle içindeki kullanılış biçiminden anlamak mümkündür.

Örneğin “Baltayı taşa vurmak” deyimine ilişkin olarak: Gerçekten de bir balta taşa vurulabilir; bu söz asıl anlamından ayrı olarak “ağzından dokunaklı, incitici bir laf kaçırmak” gibi mecazlı bir anlama da gelebilir. Bunu cümle içinde sözlerin gelişinden anlarız.

“Kırk yıllık oduncu, baltasını taşa vurmasın mı?”

“Kendini bilmezin biri baltayı öyle bir taşa vurdu ki.”

“Baltayı taşa vurmak” deyimi, birinci cümlede gerçek; ikinci cümlede ise mecazi anlamında kullanılmıştır.

—Kimi deyimler de, sadece kendi sözlük anlamlarında (gerçek, asıl anlamında) kullanılır, başka bir anlam taşımazlar.

Örnek: “Hem suçlu hem güçlü.”

“İyiye iyi, kötüye kötü demek.”

 

Sözdizimi:

—Deyimler, sözdizimi bakımından üç grupta ele alınabilir:

1) Sonları bir mastarla (-mak/-mek) biten deyimler:

İğne ile kuyu kazmak.

Çam devirmek.

 

 

2) Cümle şekline deyimler:

Ağzını bıçak açmıyor.

Kaleminden kan damlıyor.

Dostlar alışverişte görsün.

 

 

3) Yukarıdaki iki türe de girmeyen, daha çok birleşik sözcüklere benzeyen deyimler:

İlk göz ağrısı. Bağrı yanık.

Kaşla göz arasında. Bir içim su.

         

Kalıpların Özelliği:

—Deyimler kalıplaşmış sözlerdir. Şekli, sözdizimi, sözcükleri değiştirilemez.

Örneğin, “Yok devenin başı” deyimi “Devenin başı yok” şekline getirilemez. Yine “Kırdığı ceviz kırkı geçti” yerine, bir sözcüğü değiştirilerek “kırdığı fındık kırkı geçti” denilemez.

—Deyimler kalıplaşmış sözlerdir. Ancak bununla birlikte deyimlerden bazılarının kalıplarını tamamen donmuş saymak mümkün değildir. Sonları bir mastarla bağlananlarla, cümle biçiminde olan bazı deyimler, birleşik fiiller gibi çekilebilir. Çekime göre zamirleri değişse de sözcüklerinde bir değişiklik olmaz.

Örneğin, “gözden düşmek” deyimi: “Gözden düştüm, gözden düştün, gözden düştü; gözden düştük, gözden düştünüz, gözden düştüler” şeklinde çekilir.

Kalıpları tamamen donmuş olarak kabul edilen ya da tarihsel bir anekdota ilişkin olan deyimler asla çekime gelmez; “Eski çamlar bardak oldu” gibi.

—Çoğunlukla fiil olarak (örneğin, vakit almak) görülen deyimler, kimi zaman sıfat (örneğin, Kabak kafalı), zarf (örneğin, öğle üzeri) şekillerinde; kimi zaman da soru tümcesi (örneğin; Ne dese beğenirsin?) ve ünlem cümlesi (örneğin; Vay anam vay) biçimlerinde görünürler.

 

Deyimlerin Başka Ürünlerle Olan  İlişkileri:

—Deyimler, genellikle başka türlü halk ürünlerine ve daha başka anlatım araçlarına karıştırılır; atasözlerine, birleşik sözcüklere, Türkçe terimlere ve argo denilen sözlere...

Bir karşılaştırma yapacak olursak:

Atasözleri, az sözcükle çok şey anlatan özlü sözlerdir. Anlattıkları denenmiş, doğruluğuna inanılmış düstur (genel kural, kaide) niteliğindedirler.

Deyimler ise, kalıplaşmış anlatım araçlarıdır. Cümle şeklinde olanlar bile bir anlam bütünlüğü taşımaz. Asıl anlamlarını içinde bulundukları cümleden alırlar; aldıkları anlam da değişmez bir kural niteliğinde değildir. Örneğin:

Denize düşen yılana sarılır. (Atasözü)

Dört yanı deniz kesildi. (Deyim)

Her iki sözde bir çaresizliği belirtiyor. Ancak birinci söz inanılmış, benimsenmiş bir düşünce, değişmez bir kural. İkinci söz ise, bir anlam bütünlüğü taşımıyor. Ancak şöyle bir cümle içinde: “Varını yoğunu kaybedince dört yanı deniz kesildi, tutunacak bir dal bulamadı” denilirse, bir çaresizlik anlamı ortaya çıkıyor ama, bu da değişmez bir kaide değil; varını yoğunu kaybeden herkesin dört yanı deniz kesilmez ki... Tutunacak bir el, tutunacak bir dal bulanlar da olur. O halde bu bir deyimdir.

 

Deyimleri öteki anlatım araçlarından da ayırabiliriz:

Deyimler, terimlere benzer. Terimler, anlamları daraltılmış bilimsel sözlerdir... Deyimler ise, anlamları genişletilmiş mecazlı sözlerdir ve en az iki sözcükten meydana gelirler.

Deyimler argoya da benzemez. Argo (bkz.), halkın geneli tarafından kullanılmayan, yalnızca belli çevrelerin kullandıkları, genel dilden ayrı, bir çeşit külhanbeyi ağzıdır. Deyimler ise, toplumun geneline mal olmuş, halk yapısı söz gruplarıdır.

Bu bakımdan: Dikdörtgen terimdir; cızlamı çekmek argodur; deyim değildir.

 


A

Aba altından değnek göstermek:  Sakin, yumuşak görünmekle birlikte karşısındakini gizliden gizliye korkutmak. "Sakın onlara aba altından değnek göstermeye kalkma, yoksa kaçırırsın."

Abacı, kebeci, ara yerde sen neci?: "Tamam, ilgililer bu işe karışabilirler, ama sen neci oluyorsun" anlamında kullanılır.

Abayı yakmak: Gönül verip âşık olmak, tutulmak. "Türkmen kızına abayı yakalı beri, sazı elinden düşürmez oldu."

Abbas yolcu: 1. Yola çıkmaya kesin kararlı. "Abbas yolcu! Daha fazla oyalamayın." 2. Ölmek üzere (olan). "Komaya girdi, Abbas yolcu mu ne?"

Abesle iştigal etmek: Yersiz, yararsız, boş ve anlamsız şeylerle vakit geçirmek. "Şu yaşa geldin, ama abesle iştigal etmekten vazgeçmedin."

Abuk sabuk konuşmak:  Düşünmeden, birbiriyle ilgisi olmayan, tutarsız, saçma sapan söz söylemek. "Yeter artık, abuk sabuk konuşmalarına daha fazla dayanamayacağım."

Abur cubur: Yararlı olup olmadığı düşünülmeksizin rast gele yenen, yemek yerini tutmayan yiyecekler. "Ne diye çocukların karnını abur cuburla doyuruyorsun?"

Aceleye getirmek (dara getirmek): 1. Bir işi gerektiği gibi yapmayıp, zaman darlığından yararlanarak birini aldatmak. "Tezgâhtar aceleye getirerek gömleğin defolusunu vermiş."2. Zaman darlığı nda n ötürü gereken özeni göstermemek. "Yazın hiç de güzel değil, aceleye getirmişsin."

Acemi çaylak: Toy, tecrübesiz, beceriksiz. "Acemi çaylağa bak hele! Sen mi tamir edeceksin o saati?"

Acı çekmek (duymak): 1. Ağrı, sızı duymak. "Kazadan sonra çok acı çekti." 2. Üzülmek, üzüntü içinde kalmak."Eşini kaybedeli on yıl oldu ama o hâlâ acı çekiyor."

Acısı içine (yüreğine) çökmek (işlemek):  Bir şeyin verdiği acı, üzüntü benliğinde derin iz bırakmak."Elindeki tek evi de yanıp kül olunca acısı yüreğine işledi."

Acısını çekmek: Yapılan yanlış bir işin doğurduğu sıkıntı ve üzüntüyü yaşamak."Kestiğim o ağacın hâlâ acısını çekiyorum."

Acısını çıkarmak: 1. Acılığını yok etmek."Yağda kavurarak acısını aldı."2. Önceden uğradığı maddî ve manevî zararı sonradan gidermek. 3. Öç almak."Bir gün bana yaptıklarının acısını senden çıkaracağım."

Acı soğuk: Keskin, hoşa gitmeyen, çok üşütücü soğuk."Acı soğuk insanın iliklerine işliyordu."

Acı söz: İnsanın gönlünü inciten, onuruna dokunan ağır söz."Bu acı sözlerine kim katlanır sanıyorsun?"

Aç acına: Aç olarak, hiçbir şey yemeden. "Bu iş aç acına yapılmaz."

Açığa çıkarılmak (alınmak): İşinden çıkarılmak, görevine son verilmek."İşe üç gün geç geldi diye açığa alındı."

Açığa vurmak: Gizli, saklı bir şeyi herkese duyurmak, ortaya çıkarmak."Yıllardır içinde sakladığı sırrı mahkemede açığa vurdu."

Açığı çıkmak: Saklamakla görevli bulunduğu para, eşya veya başka bir şeyin sayım sonucu eksik olduğu anlaşılmak."Kasiyerin salı günü akşamı on bin lira açığı çıktı."

Açığını bulmak: Herhangi bir işteki eksiği, hileyi veya zararı ortaya çıkarmak. "Hemen her yazısında bir açığını bulmak mümkün."

Açık alınla: Başarı, şeref, övünç ve dürüstlükle."Hemen her işten açık alınla çıkar onlar."

Açık bono vermek: Bir kimseye sınırsız, istediği gibi davranma yetkisi tanımak.

Açık fikirli: Olayları, gelişmeleri, yenilikleri iyi anlayıp gereği gibi karşılayan; düşündüğünü olduğu gibi söyleyebilen kimse."Bu toplumun açık fikirli insanlara duyduğu ihtiyaç, bugün daha fazladır."

Açık kalpli (yürekli):Samimî, içi temiz, içi dışı bir olan kimse. "Komşumuz kadar açık kalpli bir adam görmedim."

Açık kapı bırakmak: Gerektiğinde bir konuya yeniden dönebilme imkânı bırakmak, kesip atmamak, ileriyi düşünerek ılımlı davranmak. "Bu kadar kesin konuşmayalım, açık kapı bırakalım da iyi düşünebil-me fırsatları olsun."

Açık konuşmak: Gerçeği sakınmadan, çekinmeden söylemek. "Daima açık konuşan insanları severim."

Açık saçık: Göreneğe, terbiyeye aykırı derecede açık (söz, davranış, elbise)." Açık saçık fıkralar anlatmaya utanmıyor musunuz?"

Açık seçik: Çok açık, çok belirgin, ayrıntılarına kadar görülebilen. "Daha açık seçik konuş da anlayalım ne demek istediğini."

Açıkta kalmak (olmak): 1. İş ve görev bulamamak. 2. Yersiz yurtsuz kalmak. 3. kimilerinin elde ettikleri bir yarardan mahrum olmak. "Çoluk çocuk açıkta kaldılar fabrika kapanınca."

Açıktan kazanmak:  Ortaya hiçbir emek ve sermaye koymadan gelir elde etmek, para kazanmak. "Günümüz insanı açıktan kazan mayı bir kural hâline getirdi."

Açık vermek: 1. Geliri, giderini karşılamamak."Maaşımız yetme-yecek bu ay, galiba açık vereceğiz. "2. Ortaya çıkmaması gereken şeyi farkında olmadan belli etmek. "Dikkat et de düşmanlarına açık verme."

Açlıktan nefesi kokmak: 1. Çok fazla yoksulluk içinde bulunmak  ."Dün açlıktan nefesim kokuyordu ama bugün çok şükür karnım tok." 2. Uzun zaman bir şey yemediği anlaşılmak.

Açmaza düşmek:  İçinden çıkılması oldukça güç bir durumda kalmak. "Beni bu açmazdan ancak çocuklarım kurtarır."

Aç susuz kalmak: Çok yoksul bir duruma düşmek, fakirlikten yaşayamaz hâle gelmek. "Afrika kıtasının pek çok insanı aç susuz kalmış durumda."

Adama dönmek:  Hoşa giden bir duruma gelmek, düzelmek. "Kapılar, pencereler boyanınca ev adama döndü."

Adamdan saymak: Değeri olmadığı hâlde bir kimseye kıymet vermek, saygı duymak. "Seni adamdan saydım diye mi naz yapıyorsun?"

Adam etmek:1. Eğitmek, yetiştirmek, belli bir seviyeye getirmek. "Sen uğraş, didin, adam et, o da sırt çevirsin sana. "2. Tamir edip kullanılır hâle getirmek, bir yeri düzene sokmak." Bu arabayı eninde sonunda adam edeceğim."

Adam evladı: İyi bir ailenin iyi yetiştirilmiş; özü, sözü doğru çocuğu. "Bu iyiliği ancak bir adam evladı yapabilirdi."

Adam içine çıkmak: Topluluğa karışmak, eşe dosta gitmek, değerli insanların bulunduğu yerlerde olmak ve onlarla görüşmek. "Adam içine çıkmayalı uzun zaman oldu."

Adam olmak: 1. Yetişip büyümek, gelişmek, iş güç sahibi olmak. "Umarım o da bir gün adam olur."  2. Onarılıp işe yarar hâle gelmek.

Adam (insan) sarrafı: Tecrübesi sayesinde insanların iyisini kötüsünü çabuk anlayacak duruma gelmiş kimse. "Sen üzülme, baban insan sarrafıdır, onun ne mal olduğunu kolayca anlar."

Adam sen de (adam!): Bir işin önemli olmadığını, aldırılmaması gerektiğini anlatmak için söylenir.  "Adam sen de, o katılmazsa katılmasın, biz birlikte oynarız."

Adam sırasına geçmek (girmek):  Toplumda kendisine daha önce değer verilmezken, artık kendisine önem ve değer verilir olmak. "Biliyorum, seni de adam sırasına geçiren paran oldu."

A`dan Z`ye kadar:Bütünüyle, baştan aşağı. "Bu sınıfın düzeni a`dan z`ye kadar bozuk."

Adı batmak: Adı anılmaz olmak, unutulmak, sözü edilmez olmak. "Hatırlatmayın, adı batsın o adamın!"

Adı çıkmak: Kötü bir şöhret kazanmak."Bir kere adı çıkmış, ne yapsa fayda etmiyor, kimse dinlemiyor onu."

Adı kalmak: Bir kimse veya şey ortadan kalktıktan, öldükten sonra adı dillerde dolaşır olmak."Birkaç yıl sonra İstanbul`da doğal güzelliklerin sadece adı kalacak."

Adı karışmak: İyi karşılanmayan bir olayla ilgisinin bulunduğu, o olaya karıştığı söylenmek. "Soygun işine Ali`nin de adının karıştığı söyleniyor.  Doğru mu?"

Adım atmamak: Kesinlikle gitmemek, uğramamak, aramamak. "Bir daha o eve adım atmamaya yeminliyim."

Adını anmamak: Bir şeyden, bir kimseden hiç söz etmemek; unutmuş görünmek. "Evi terk eden oğlunun adını anmamakta sonuna kadar kararlı."

Adını koymak: 1. İsim vermek. "Yeni doğan çocuğun adını Ali koydular." 2. Bir şeyin karşılığını veya fiyatını kararlaştırmak. "Önce adını koyalım da ona göre hareket edelim."

Adını vermek: 1. Birinin adını bildirmek. 2. Biri tarafından salık verildiğini gönderildiği kimseye söylemek. "Benim adımı ver ki işlerin çabuk görülsün."

Aforoz etmek: 1. Kilise birliğinden çıkarmak. 2. Birini yakını olmaktan çıkarmak, ilgiyi kesip uzaklaştırmak, ilişkileri tamamen koparmak. "Bütün köylü onu aforoz etmekte kararlı."

Ağır aksak: Pek yavaş olarak, düzgün olmayarak. "Her zaman işleri ağır aksak yapıyorsunuz."

Ağır basmak: 1. Ağırlığı fazla gelmek. 2. Bir işte etkili olmak, gücü üstün gelmek, istediğini yaptırmak. "Politik gücü ağır basınca ihaleyi kazandı."

Ağır başlı: Ciddî, olgun, hareketlerinde ölçülü, işlerini düşüne taşına yapan kimse. "Ağır başlı olmak insana üstün meziyetler kazandırır."

Ağırdan almak: Bir işi yapmakta acele etmemek, yavaş davranmak, isteksiz görünmek. "Hiç sebep yokken işi ağırdan almanı bir türlü anlamıyorum."

Ağır elli: 1. Oldukça yavaş iş yapan, çabuk yapmayan. 2. Vurduğu zaman çok acıtıp can yakan. “Adamın eli amma da ağırmış, ense köküm hâlâ ağrıyor."

Ağır gelmek: 1. Ağrına gitmek, onuruna dokunmak. "Hak etmediğim şu sözler öylesine ağır geldi ki bana. "2. yapılması güç gelmek. "Bu yaştan sonra inşaat işlerinde çalışmak artık ağır geliyor benim gibi ihtiyara."

Ağır hastalık:Sonu ölümle neticelenebilecek gibi olan tehlikeli hastalık. "Ağır hastalık geçirdiği için bir türlü kendini toplayamadı ve zayıf kaldı."

Ağır söz: Kişinin gönlünü inciten, gücüne giden, onuruna doku-nan, dayanılması güç söz. "Söylediğin ağır sözler çocukları çok incitti."

Ağız aramak (veya yoklamak): Öğrenilmek istenilen şeyi söyletecek yolda dil kullanmak. "Ağzını ara bakalım o konuda bir şey biliyor mu?"

Ağız (söz) birliği etmek:  Daha önce bir konuda anlaşarak aynı şeyi yapmak ya da söylemek. "Ağız birliği etmeli, hep birlikte savunmalıyız kendimizi."

Ağızdan laf (söz) çekme(çalmak):  Bir kişinin bildiği şeyleri ustalıklı konuşmalarda ona sezdirmeden öğrenmek. "Boşuna uğraşma, ağzından laf çekemezsin onun."

Ağızda sakız gibi çiğnemek: Bir düşünceyi, bir sözü tekrar edip durmak. "Dolap da dolap! Artık ağzında sakız gibi çiğneyip durma şu sözü!"

Ağız değiştirmek: Daha önce söylediğinin tersini söylemeye başlamak. "Babasını görünce korkusundan ağız değiştirdi."

Ağız, dil vermemek: 1. Söz söyleyemeyecek kadar hasta olmak. 2. Herhangi bir sebeple hiç konuşmamak, susmak. "Kurşuna dizilmeyi göze aldılar ama ağız, dil vermediler."

Ağız eğmek: Yalvarmak, hiç de lâyık olmayan birine yüz suyu dökmek. "Ölürüm de ağız eğmem o adama!"

Ağız kalabalığı: Birbirini tutmayan, gereksiz, konu dışı sözler. "Asıl meseleyi ağız kalabalığı ile örtbas edip kaçamazsın!"

Ağız kalabalığına getirmek: Birini gereksiz sözler söyleyip çok konuşmak yolu ile şaşırtmak, dikkatini dağıtıp aldatmak. "Ağız kalabalığına getirip yok pahasına aldı malları."

Ağız kavafı:  Karşısındakini ikna etmek için diller döken, çok konuşan, gerekli gereksiz söz söyleyen kimse. "İğreniyorum şunun gibi ağız kavafı heriflerden."

Ağız yapmak: Birini aldatma, yanıltma, oyalama amacıyla duygularını, düşüncelerini olduğundan başka türlü gösterecek biçimde konuşmak. "Ne ağız yapıp duruyorsun, gerçeği söylesene!"

Ağzı açık ayran delisi: Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran. "Haydi yürü, ağzı açık ayran delisi gibi ne bakıp duruyor-sun vitrine."

Ağzı (bir karış) açık kalmak: Çok şaşırmak, şaşakalmak. "Onca seneden sonra sevdiği arkadaşını birden karşısından görünce ağzı açık kaldı."

Ağzı kalabalık: Çok ve manasız, saçma sapan, tutarsız sözler söyleyen. "Ağzı kalabalık insanlara tahammül etmek çok güç bir iş."

Ağzı kulaklarına varmak: Çok sevinmek, sevindiği her hâlinden belli olmak. "Takdirname eline verilince sevincinden ağzı kulaklarına vardı."

Ağzı laf yapmak: Güzel, inandırıcı söz söyleme yeteneği olmak."Politikacı mı olacaksın, ağzın laf da yapmalı."

Ağzına (veya ağzının içine) bakmak: 1. Ne diyeceğini beklemek. 2. Onun sözüne göre hareket etmek. "İyi, yemek için de onun ağzına bak bari!"

Ağzına baktırmak: Etkili, güzel konuşarak kendini zevk ile dinletmek, dinleyenleri kendisine hayran etmek. "O, ağzına baktırmasını bilen ender hatiplerdendi."

Ağzına bir parmak bal çalmak: Amacına ulaşmak için birini tatlı sözlerle bir süre oyalamak, kandırmak; umut verip ikna ederek işini yaptırmak. "Öyle bir insan ki ağzına bir parmak bal çal, sonra her istediğini yaptır."

Ağzına girmek: Dinlenirken konuşana doğru oldukça fazla yaklaşmak. "Çocuklar, masal anlatan dedenin, neredeyse ağzına gireceklerdi."

Ağzına lâyık:Bir yiyeceğin tadı anlatılırken kullanılır, çok lezzetli yiyecek anlamında. "Haydi durma, uzan, tam ağzına lâyık bir tatlı!"

Ağzında bakla ıslanmamak: Sır saklamayı becerememek, sırrı hemen açığa vurmak. "Ağzında bakla ıslanmayan bu adama nasıl oluyor da açılıyorsun?"

Ağzında gevelemek: Açık olarak söylememek, belirli konuşmamak. "Lütfen lafı ağzında geveleme de ne söyleyeceksen söyle, çok işim var."

Ağzından bal akmak: Çok tatlı, hoşa gider biçimde konuşmak. "Konuş, konuş hele; ağzından bal akıyor."

Ağzından çıkanı kulağı işitmemek:Sözlerini tartmadan, düşünmeden, öfke içinde, nere varacağını hesaplamadan konuşmak. "İyice çıldırmış olmalısın. Çünkü ağzından çıkanı kulağın duymuyor."

Ağzından düşürmemek: Bir kimseden veya bir şeyden her zaman söz etmek. "Ölünceye kadar torunu Esma`nın adını ağzından düşürmedi."

Ağzından girip burnundan çıkmak: Çeşitli yollara başvurarak birini bir şeye razı etmek; veya kandırmak. "Ağzından girip burnundan çıktı ve ondan para koparmayı başardı."

Ağzından kaçırmak: Söylemek istemediği bir şeyi, boş bulunup söyleyivermek. "Dikkatli ol, lafı ağzından kaçırıp da gideceğimiz yeri söyleme."

Ağzından laf almak (çekmek):Bir kimseyi değişik yollarla ve ustalıkla konuşturup birtakım gizli şeyleri öğrenmek. "Boşuna uğraşma, ağzımdan laf alamazsın."

Ağzından yel alsın: Olumsuz, kötü şeylerden bahsedenlere karşı "ağzını hayra aç" anlamında söylenir."Bugün kötü şeyler mi bekliyorsun? Ağzından yel alsın, o ne biçim beklenti?"

Ağzını açıp gözünü yummak: Kızgınlık ile sonunu düşünmeden ağzına gelen kötü sözleri söylemek, karşısındakine hakaret etmek. "Eve geç gelen kızına ağzını açıp gözünü yumdu."

Ağzını aramak: Karşısındakini kurnazca konuşturarak ağzından söz almak, istediğini öğrenmek. "Şunun ağzını ara da bahçeyi satıp satmayacağını öğren."

Ağzını bıçak açmamak: Kırgınlıktan, üzüntüden ya da herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyecek durumda olmamak. "Boşuna uğraşma, evin yanışına öyle üzülmüş ki ağzını bıçak açmıyor."

Ağzını havaya (poyraza) açmak: Umduğunu elde edememek, fırsatı kaçırdıktan sonra boş yere beklemek. "Evi o zaman alacaktın, artık geçti, bundan sonra ağzını havaya aç."

Ağzını kapamak: 1. Susmak. 2. Çıkarının elden gideceğini düşünerek birinin konuşmasını önlemek. "Ağzını kapatamazsak konuşup bizi elâleme rezil edecek."

Ağzının içine bakmak: Konuşan bir kimseyi seve seve ve dikkatlice dinlemek. "Konuşması onları öyle sarmıştı ki ağzının içine bakıyorlardı."

Ağzının kokusunu çekmek: Bir kimsenin dayanılmaz, çekilmez tutum ve davranışlarına katlanmak. "Yeter artık, daha fazla senin ağız kokunu çekemem."

Ağzını öpeyim (seveyim): Sevindirici bir söz söyleyene "ne güzel, hoş söyledin" anlamında kullanılır.

Ağzının payını vermek: Sert söz ve davranışlarla karşılık vererek bir kimseyi yaptığına pişman etmek. "Demek öyle, ben de senin ağzının payını vermezsem bana da Hasan demesinler!"

Ağzının suyu akmak: Çok beğenip isteyecek duruma gelmek, imrenmek. "Vitrindeki kızarmış tavuğu görünce ağzımın suyu aktı."

Ağzının tadı kaçmak: Rahatı kaçmak, huzurunu kaybetmek, bir kimsenin kurulu dirliği, düzenliği bozulmak. "Şu vızır vızır işleyen yol buradan geçince ağzımızın tadı kaçtı."

Ağzının tadını bilmek: 1. Güzel yemeklerden anlamak. 2. Bir şeyin güzelini, iyisini bilmek, anlamak. "Şunlardaki güzelliğe bak, ağzının tadını da biliyorsun hani."

Ağzı sulanmak: İmrenmek. "Karpuzları ağzını şapırdatarak yemeye başlayınca benim de ağzım sulandı."

Ağzı süt kokmak: Çok genç, toy ve tecrübesiz olmak. "Şu ağzı süt kokan mı yarışacak benimle."

Ağzı var dili yok: 1. Oldukça sessiz, sakin, kendi hâlinde. 2. Konuşmayıp susan, derdini anlatmayan. "Telâşlanma sakın, ağzı var dili yok o çocuğun, seni hiç üzmez."

Ağzıyla kuş tutsa...: "Ne kadar çaba gösterse, ne yapsa da" anlamında kullanılır. "Ağzıyla kuş da tutsa, artık bu eve adım atamaz."

Ah almak: Birinin bedduasını üstüne çekmek. "Zalimliğine devam edersen daha çok kişinin ahını alacaksın."

Ahı çıkmak: Eziyete uğrayan bir kimsenin yaptığı bedduanın etkisini göstermesi.

Ahı tutmak: Zulüm görenin bedduasının yerini bulup gerçekleşmesi. "Ahım bir tutarsa dünyanın kaç bucak olduğunu görecek o."

Ahı yerde kalmamak: Yaptığı ilenme (beddua) er geç etkisini göstermek. "Şunu iyi bil ki ey zalim, ahım yerde kalmayacak; yüz üstü sürüneceksin."

Ahkâm çıkarmak: Kendi düşüncelerine dayanarak birtakım yargılara varmak. "Devletler ancak kuvvetli ordu ile ayakta dururlar diye ahkâm çıkardı."

Ahmak ıslatan: İnce ince yağan yağmur, çisenti. "Böyle yürümeye devam edersek bu ahmak ıslatan iliklerimize işleyecek."

Ahret kardeşi: Dünya ve ahiret işlerinde birbirlerinden ayrılmayan kimseler; kan bağı olmaksızın manevî olarak kurulan kardeşlik.

Ahrette on parmağı yakasında olmak: Haksızlığa uğrayışını bu dünyada önleyip hakkını alamayanın, öte dünyada (ahirette) kendisine sorumlu olan kimseden davacı olması. "Hakkımı vermedin ama ahirette on parmağım yakanda olacaktır."

Akan sular durmak: Artık itiraz edilebilecek, karşı durulacak bir nokta kalmamak. "Siz Mehmet Ağa`ya gidin, o devreye girdi mi akan sular durur, kolay anlaşırsınız."

Akıl defteri:Hatırlanıp yapılması gereken şeylerin yazıldığı küçük defter, muhtıra defteri, ajanda.

Akıl etmek:Herhangi bir önlem ve çareyi zamanında düşünmek, vaktinde hatırlamak. "Sular kesilecekti ama kovaları doldurmayı akıl edemedim."

Akıl hocası: 1. Birine yol gösteren, akıl öğreten kimse. 2. Herkese akıl öğretmeye meraklı kimse. "Lütfen akıl hocalığı yapmaya kalkma, biz işimizi senden iyi biliriz."

Akıl kârı olmamak: Akıllı, dengeli ve ölçülü bir kişinin yapacağı iş olmamak. "Akıl kârımı şimdi senin yaptığın bu iş?"

Akıl kutusu (kumkuması): Çok zeki, akıllı kimse; bilgiç. "Akıl kutusu mübarek, her meseleyi çözüyor."

Akıllara durgunluk vermek:Çok şaşılacak bir şey olmak. "Bir görmeliydin o olayı, akıllara durgunluk verecek bir olaydı."

Akıllı uslu: Dengeli, yaramazlık etmeyen, ölçüsüz ve taşkın davranışlarda bulunmayan. "Senin çocuk pek akıllı uslu görünüyor."

Akıl öğretmek (vermek): Herhangi bir konuda yol gösterip tavsiyede bulunmak, bilgi vermek. "Sana akıl verecek bir adam da mı bulamadın?"

Akıl sır ermemek: Bir işin gizli yönlerini, niteliğini, asıl sebebini anlayamamak. "Senin bu işi nasıl berbat ettiğine hâlâ akıl sır erdiremedim."

Akıntıya kürek çekmek: Olmayacak, gerçekleşmeyecek bir iş uğrunda boşuna çaba sarf etmek. "Desene boşuna kürek çekmişiz, olmayacak bu iş."

Akla karayı seçmek: Bir işi başarmak uğrunda çok yorulmak, sonuca kadar çok zahmet çekmek. "Seni buluncaya kadar akla karayı seçtim."

Aklı almamak:1. Akla uygun gelmemek, inanılacak gibi olmamak. 2. Anlamamak. "Şu işleri bir türlü aklım almıyor."

Aklı başına gelmek:1. Zarar gördüğü işlerden uslanıp akıllıca davranmak. 2. Baygınlıktan ayılmak, kendine gelmek. "Çabuk koşun, nihayet kendine geliyor!"

Aklı başından gitmek: 1. Çok korkudan veya çok sevinçten ne yapacağını şaşırmak. 2. Kafası çok yorulmuş olduğundan iyi düşünememek. "Annemi öyle evin ortasında baygın görünce aklım başımdan gitti."

Aklı başında olmamak:

1. İyi düşünebilir durumda olmamak. 2. Bayılmak, kendisinden geçmek. "Artık aklı başında olmamak onun işine geliyor sanki, böylece sorumluluktan kurtulacak, rahat edecek."

Aklı çıkmak: Titizlikle üzerinde durmak, çok korku geçirmek, çok korkmak. "Elbisem yırtılacak diye aklı çıkıyor."

Aklı durmak:Şaşırmak, düşünemez bir hâle gelmek. "Resmi öyle güzel yapmış ki görsen aklın durur."

Aklı karışmak: Ne yapacağını bilememek, bocalamak, şaşırmak. "Dur hele, bir düşüneyim, söylediklerin aklımı karıştırdı."

Aklı kesmek: Bir şeyin olabileceğine, bir şeyi yapabileceğine inanmak. "Seninle bu işi başarabileceğime pek de aklım kesmiyor."

Aklına düşmek: 1. Hatırlamak. 2. Kafasında bir düşünce doğmak. "Aklına düşen her şeyi yapmak zorunda mısın?"

Aklına esmek: Daha önce düşünmemiş olduğu şeyi birden yapmaya karar vermek. "Birden aklına esti, kalkıp sahile indi."

Aklına gelen başına gelmek: Olmasından korktuğu şeyin zarar verici etkisine uğramak. "Aklıma gelen başıma geldi, evi su bastı."

Aklına gelmek:1. Hatırlamak. 2. Bir şeyi yapmayı düşünmek, tasarlamak. "Aklıma geldi, kalkıp babama gittim."

Aklına koymak: 1. Bir şeyi yapmaya kesin olarak karar vermek. "Bu sene takıntısız sınıfımı geçmeyi aklıma koydum. "2. Bir fikri başkasına aşılamak.

Aklına (aklını) takmak: Bir şeyi devamlı olarak düşünmek, bir fikre sürekli olarak zihninde yer vermek ve zihni onunla meşgul etmek. "Onu niçin kırdım, aklıma takıldı düşünüp duruyorum."

Aklına yer etmek: Uygun bulduğu bir düşünce kafasına yerleşmek. "Onun sana söyledikleri aklına yer eder inşallah."

Aklından zoru olmak: Tutarsız, dengesiz, ölçüsüz, delice davranışlarda bulunmak. "Bırak o bıçağı, aklından zorun mu var senin?"

Aklını almak: Çekiciliği, güzelliği ile büyülemek, etkisi altına almak. "Kızın bir bakışı, aklını başından almaya yetti."

Aklını başına almak (toplamak, devşirmek): Mantıksız, ölçüsüz davranışlarda bulunmaktan kendini kurtararak akıllıca bir yola girmek. "Aklını başına al, yoksa bu içki seni götürecek."

Aklını başından almak: Çok şaşırtmak, düşünemeyecek duruma getirmek. "Gördüğü ev aklını başından aldı."

Aklını (bir şeyle) bozmak: 1. Sapıtmak, delirmek. 2. Yalnızca ilgilendiği, üzerine düştüğü şeyle uğraşıp durmak, başka hiçbir mesele düşünmemek. "Bizim çocuk sinema ile aklını bozdu."

Aklını çalmak (çelmek): 1. Kararından, niyetinden vazgeçirip başka bir yola sokmak. 2. Baştan çıkarmak, ayartmak. "Aklını çelip onu evlenmeye razı et."

Aklını peynir ekmekle yemek: Akılsızca, şaşkınca, delice işler yapmak. "Misafirliğe böyle gidilir mi? Sen aklını peynir ekmekle mi yedin?"

Ak pak:1. Tertemiz. 2. Saçı sakalı ağarmış. 3. Alımlı ve beyaz tenli. "Ne kadar da ak pak bir çocuk."

Akşama sabaha: Neredeyse, pek yakında, kısa bir süre içinde. "Konuklar akşama sabaha burada olurlar, sakın bir yere kaybolma!"

Akşamdan kavur, sabaha savur: Kazandığını günü gününe harcayan, har vurup harman savuran, savruk kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.

Akşamı iple çekmek: Gecenin olmasını sabırsızlıkla beklemek. "Ne güzel bir ziyaret olacak. Akşamı iple çekiyorum."

Alacağına şahin, vereceğine karga: Alırken bütün gücünü kullanan ve kolaylık gösteren, kimsede parasını bırakmayan; verirken ise bin bir güçlük çıkaran, vereceğini geciktirmek için elinden geleni yapan kimse için kullanılır. "Ne adamsın be! Alacağına şahin, vereceğine karga! Yazıklar olsun!"

Alacağı olsun:"Günün birinde ondan öcümü alırım" anlamında göz korkutmak için söylenir.

Al aşağı etmek: Birini bulunduğu yerden, mevkiden indirmek. "Ya, gördün mü, demek ki el oğlu adamı al aşağı ediyormuş bir çırpıda!"

Al birini vur birine (ötekine): Hepsi aynı, bir ayarda, hiçbiri işe yaramaz. "Onlardan söz etme bana. Al birini vur birine."

Alçak gönüllü olmak: Gurur ve kibre kapılmayıp kendini olduğundan daha aşağı düzeyde sayma, başkalarından yüksek görmeme durumu. "İnsanı insan yapan vasıflardan biri de alçak gönüllü olmaktır."

Al gülüm ver gülüm: 1. Karşılıklı sevgi gösterisi. 2. Çokluk uygun olmayan işlerde birbirinin çıkarını kollamak.

Alı al, moru mor: Telâş veya yorgunluktan yüzü kıpkırmızı kesilmiş (olarak). "Uçağı kalkmak üzere olan babama alı al, moru mor bir şekilde yetişebildim."

Alıcı gözüyle bakmak: Çok dikkatli bakmak, inceden inceye gözden geçirmek. "Mobilyaya ilk defa alıcı gözüyle baktı."

Alın teri dökmek: Zahmetli iş görüp çok emek vermek. "Alın teri dökmeyenler, emeğin ne olduğunu bilemezler."

Ali Cengiz oyunu: "Kurnazca, haince aklı durduracak iş yapmak" anlamında kullanılır. "Bana bir Ali Cengiz oyunu oynadılar ki sormayın gitsin."

Ali kıran baş kesen: Çok zorba, kaba kuvvetle hâkimiyet kuran. "Mehmet, sınıfın Ali kıran baş kesini olmuştu."

Ali`nin külâhını Veli`ye, Veli`nin külâhını Ali`ye giydirmek: Kendi sermayesi olmadığı hâlde, birinden aldığını ötekine, ötekinden aldığını bir başkasına vererek işini yürüt-mek.

Allah adamı: Hile, kötü bilmeyen; hak yol üzerinde olan, Allah`a ibadette kus dini bütün kimse. "Allah adamı olmalısın dünya da, hem de ahrette iyilik görebilesin."

Allah`a emanet: Herhangi bir şeyi Yüce Allah`ın korumasına ve esirgemesine terk etmek. "Seni Allah`a emanet ederek gidiyorum oğlum."

Allah Allah!: Daha çok şaşkınlık ve hayret hâllerini anlatır. "Allah Allah! Nasıl oldu bu iş, aklım almıyor?"

Allah aratmasın: Yakınılacak bir durumda, bir şeyin hiç bulunmaması hâlindeki sıkıntı anında "Allah daha kötüsünü göstermesin" anlamında kullanılır.

Allah aşkına: Yemin vermek veya yalvarmak için "Allah`ını seversen" anlamında şaşma, usanç bildirir. "Allah aşkına şu işi bir daha yapma!"

Allah bilir: 1. Belli değil, Cenab-ı Hak`tan başka kimse bilmez. "Allah bilir bu sırrın iç yüzünü."2. Bana öyle geliyor ki. "Allah bilir esrar da alıyordur bu çocuk."

Allah`ın belâsı: Varlığı üzüntü veren, varlığından huzursuz olunan şey. "Allah`ın belâsı adam yine çıktı ortaya."

Allah versin: 1. Dilenciyi savmak için "bekleme, sadaka vermeyeceğim" anlamında söylenir. 2. İyi şey elde edenlere memnunluk bildirmek için, kimi zaman da takılma ve şaka için söylenir. "Allah versin, işlerin gayet iyi görünüyor.

Allah yarattı dememek: Kıyasıya dövmek, çok hırpalamak. "Adamlar yabancıya bir giriştiler ki Allah yarattı demediler."

Allah "yürü ya kulum" demiş: Az zamanda çok para kazanan ve işinde çok çabuk ilerleyenler için söylenir. "Cenab-ı Hak bir kimseyi zengin etmek isterse ona, `yürü ya kulum` demesi yeter."

Allak bullak etmek: Kurulu düzeni bozmak, karmakarışık bir duruma getirmek. "Çocuklar evi allak bullak edip gitmişler."

Allayıp pullamak: Kötü görünüşü kapatmak için bir şeyi süslemek, donatmak. "Hurda arabaları allayıp pullayıp pazara çıkarmışlar."

Allem etmek, kallem etmek:

İstediğini elde etmek için her türlü kurnazlığa başvurmak. "Namussuzlar allem edip kallem edip yaşlı adamın evini elinden aldılar."

Alnı açık yüzü ak (olmak): Herhangi bir ayıbı, çekinecek bir durumu olmamak, iffetli ve şerefli olmak. "İşte alnı açık yüzü ak meydandayım; çıksınlar karşıma."

Alnını karışlamak: 1. Bir işin çok güç olduğunu, yapılamayacak kadar zor olduğunu anlatır. 2. Küçümseyerek meydan okumak, tehdit etmek. "Beni polise bildirenin alnını karışlarım."

Alnının akıyla: Küçümsenecek, ayıplanacak bir duruma düşmeden; tertemiz, şerefiyle, başarılı olarak. "Allah`ın izniyle bu işten alnımın akıyla çıkacağım."

Alnının ar damarı çatlamak: Utanma, sıkılma duygularını yitirmiş bulunmak. "Adama bak nerede soyunuyor, alnının ar damarı çatlamış anlaşılan."

Alnının damarı çatlamak: Başarmak için çok sıkıntı çekmek, çok çaba sarf edip emek vermek. "O yolu açıncaya kadar benim alnımın damarı çatladı, sen ne halt etmeye bozuyorsun?"

Alnının kara yazısı:  Kötü talih, baht. "Ne yapayım, alnımın kara yazısı böyle imiş."

Al takke ver külâh: 1. Bir mesele üzerinde uzun çekişmelerden sonra. 2. Senli benli, samimî dostluğu sürdürerek. "Al takke ver külâh yıllarca yaptık bu işi."

Altı alay, üstü kalay: İçi dışı bir olmayan; dışı süslü, içi berbat. "Altı alay üstü kalay bir dolaba benziyor bu."

Altı kaval, üstü şeşhane (Şişhane):  Daha çok giyim için "altı, üstüne; bir parçası öbür parçasına uymaz." anlamında kullanılır. "Çabuk çıkar şu üzerindeki altı kaval üstü şeşhane elbiseyi, yoksa rezil olacaksın el âleme."

Altın babası: Çok zengin, parası çok olan kimse. "Adam altın babası, her istediğini kolayca yaptırıyor."

Altın bilezik: Para getiren, hayat boyunca geçimi sağlamaya yarayan sanat ve meslek. "Şimdiden bir altın bilezik sahibi ol ki yarın rahat edesin."

Altında kalmamak: 1. Bir şeyi karşılıksız bırakmamak. "Onun bana yaptığı iyiliğin altında kalır mıyım?" 2. Bir şeyin üstesinden gelmek. "Bana verdiği işin altında kalmayacağım."

Altından Çapanoğlu çıkmak: Girişilen bir işte başa dert olacak bir durumla, umulmayan bir tehlike ile karşılaşmak. "Bana öyle geliyor ki bu işin altından Çapanoğlu çıkacak."

Altından girip üstünden çıkmak: Bir serveti, bir parayı, bir kaynağı gereksiz yere, düşüncesizce, sorumsuzca harcayıp kısa zamanda bitirmek. "Bir ayda o kadar paranın altından girip üstünden çıktı."

Altından kalkmak:Bir zorluğu yenip işi başarmak. "Telâşlanma, işin altından kalkacaktır o."

Altını çizmek:  Bir şeyin (daha çok sözün) önemini belirtmek, üzerine dikkati çekmek, vurgulamak. "Altını çize çize söylüyorum. Eninde sonunda sen de geleceksin."

Altını üstüne getirmek: 1. Bir şeyi bulmak için aramadık yer bırakmamak. "Evin altını üstüne getirdik ama tabancayı bulamadık." 2. Söz ve davranışlarıyla çevreyi birbirine düşürmek, karmakarışık etmek. "Adam iki çift laf etti. Topluluğun altını üstüne getirdi."

Altın kesmek: Çok fazla miktarda para kazanır olmak. "Adamların açtığı büfe altın kesiyor sanki."

Altmış altıya bağlamak: O an ki durumu temelli olmayan bir çözümle kurtarmak veya bir işi kesin neticeye vardırmış gibi görünmek. "İnsanları altmış altıya bağlamakta üstüne yoktur onun."

Altta kalanın canı çıksın: "Herkes başının çaresine baksın, güçsüzleri düşünme, gücü yetmeyene ne olursa olsun" anlamında kullanılır.

Alttan (aşağıdan) almak: Sert konuşan birine karşı yumuşak, olumlu, onu haklı görüyormuş gibi tavır almak. "Amacına ulaşmak istiyorsan onunla konuşurken alttan al, pes perdeden konuş."

Alttan güreşmek: Biraz geriden, pasif hareket edip gizli gizli yenme yollarını kollamak. "Vay hınzır vay!.. Alttan güreşip aklın sıra başarı kazanacaksın ha!"

Alt yanı çıkmaz sokak: Sonuç alınmayacak iş, umutsuz durum. "Çobanlık mı, dağ tepe dolaş dur, alt yanı çıkmaz sokak vesselâm."

Amana gelmek: Teslim olmak, önce direnirken zor karşısında boyun eğmek. "Nihayet düşman amana geldi."

Aman dedirtmek (amana getirmek): Karşı koyan birini boyun eğmek zorunda bırakmak, teslim olmaya zorlamak. "Düşmana aman dedirtmek boynumuzun borcu oldu artık."

Aman dilemek: Önce direnirken zor karşısında boyun eğip canının bağışlanmasını istemek, galip gelenin merhametine sığın-mak. "Aman dileyene kılıç kalkmaz."

Aman vermemek: 1. Göz açtırmamak, rahat bırakmamak. 2. Düşmanı acımayıp öldürmek, merhamet etmemek. "Böyle kahpe insanlara sakın aman vermeyin!"

Ana baba günü:1. Mahşer günü. 2. Sıkıntılı kalabalık; telâşlı, tehlikeli, kimsenin kimseyi tanımadığı kalabalık. "Yangın yeri ana baba gününe dönmüştü."

Ana kuzusu: 1. Pek küçük kucak çocuğu. 2. Sıkıntıya, güç işlere alışkın olmayan, nazlı çocuk veya genç. "Şu torbayı kaldırışına bak hele, tam bir ana kuzusu."

Anan yahşi, baban yahşi:Bir kimseyi işini yaptırabilmek için pohpohlamak, gereğinden fazla överek istediğini elde etmeye çalışmak.

Anası ağlamak: Çok eziyet çekmek, sıkıntıya katlanmak, bitkin duruma düşmek. "Onu buraya getirinceye kadar anam ağladı."

Anasından doğduğuna pişman: 1. Üşengeç, çok tembel. 2. Canından bezmiş. "O işi yaptı ama anasından doğduğuna bin pişman."

Anasından doğduğuna pişman etmek: Çok eziyet ederek canından bezdirmek, bir kimseyi çok üzmek. "Karşıma bir çıksın, onu anasından doğduğuna pişman edeceğim."

Anasından emdiği süt burnundan (fitil fitil) gelmek: Bir işi yaparken çok sıkıntı çekmek, eziyete katlanmak. "Şu arabanın taksitlerini ödeyinceye kadar anamdan emdiğim süt burnumdan geldi."

Anasını ağlatmak:Bir kimseye çok eziyet edip sıkıntı çektirmek. "Adamın üzerine öyle gittiler ki iki günde anasını ağlattılar."

Anasının gözü: Hileci, kurnaz, çok açık göz, çıkarcı, hin oğlu hin. "Adam anasının gözü, iki dakikada bitiriverdi işi."

Anasının nikâhını istemek: Bir şeye değerinden çok para istemek, olmayacak bir istekte bulunmak. "Senin istekli olduğunu duydu adam, şimdi gidersen anasının nikâ-hını isteyecek o eve."

Anasını sat! (satayım): Önem verme, aldırma, umursama, bunun için kederlenme, üzülme, "Sat anasını o işin, yenisine bak!"

Anca beraber, kanca beraber: Birbirimizden ayrılmayacağız, işler iyi de gitse, kötü de gitse hep birlikte yapacağız, beraberliği bozmayacağız. "Bu toprağı yalnız ben mi atacağım, hayır arkadaşlar; haydi anca beraber, kanca beraber."

Anladımsa Arap olayım: "Hiçbir şey anlamadım" anlamında kullanılır. "Senin anlattıklarını anladımsa Arap olayım."

Ant içmek (etmek): Yemin etmek, bir şeyi yapmaya veya yapmamaya söz vermek. "Ant içtik, asla bu ülkeyi düşmana bırakmayacağız."

Apar topar: Telâş ve acele ile, yaka paça, hazırlanmadan, "Treni kaçırırım korkusuyla apar topar evden ayrıldım."

Ara (aralarını) bozmak: İki kişi arasındaki iyi ilişkiyi, dostluğu, arkadaşlığı yıkmak. "Kim ki ara bozar, o toplumun yüz karasıdır."

Ara bulmak: Birbirleriyle anlaşamayan, bir araya gelemeyen kişileri uzlaştırmak, barıştırmak. "İki öğrencinin arasını bulmak, tam bir haftamı aldı."

Araları açılmak (bozulmak):İyi ilişkileri, dostlukları, arkadaşlık bağları kopmak; birbirlerine dargın hâle gelmek. "Şu iki çiftin araları nasıl açıldı hâlâ anlayamadım."

Aralarından kara kedi geçmek (veya aralarına kara kedi girmek): İyi anlaşan iki kişinin veya dostun ilişkileri bozulmak, aralarına soğukluk girmek, birbirlerine gücenmek,"Niçin konuşmuyorsunuz? Aranızdan kara kedi mi geçti?"

Aralarından su sızmamak: Çok iyi, çok yakın dostluk veya arkadaşlık kurmak, ahbap olmak. "Şunlara bak, aralarından su sızmıyor."

Arap saçına dönmek:İşlerin çok karışıp içinden çıkılmaz bir durum alması. "Bırak artık sorumsuzluğu, işleri bu tavrınla Arap saçına döndürdün."

Araya girmek: 1. İki kişinin arasındaki bir işe karışmak. 2. Araları bozuk olan iki kişiyi uzlaştırmaya çalışmak. 3. Yapılmakta olan bir işin yapılmasını geciktirmek. "Araya başka işler girince seninkini yapamadım, kusura bakma."

Araya koymak: Bir işte sözü geçen bir kimsenin aracılığına başvurmak. "Genel müdürü araya koyup senin işe alınmanı sağlayacaklardır."

Arayı yapmak: 1. Arası bozuk olan kimse ile barışmak. 2. Arası açık olan iki kişiyi uzlaştırıp, barıştırmak. "Hasan aramızı yapmasaydı biz hâlâ diken üstünde oturuyor olacaktır.“

Ar damarı çatlamak: Utanç duyulacak şeyleri sıkılmadan yapmak, utanmayı bırakmak, yüzsüz olmak. "Ar damarı çatlamış bu adamdan ne umuyorsun anlamadım bir türlü."

Arı kovanı gibi işlemek: Girip çıkanı, gelip gideni çok olmak. "Şu seçim dolayısıyla doktorun evi arı kovanı gibi işliyor."

Ârif olan anlasın (anlar):Üstü örtülü olarak söylenen bir sözün, anlayışı kuvvetli kimselerce anlaşılabileceğini belirtmek için kullanılır.

Arka arkaya vermek:

 Birbirini korumak, kollamak, için birleşmek; dayanışmak, yardımcı olmak. "Arka arkaya verirsek karşımızda hiçbir güç duramaz."

Arka (sırt) çevirmek: Birine eskiden duyduğu ilgiyi göstermemek, yabancı gibi davranmak."İşlerim bozulunca bana sırt çevirdi."

Arka çıkmak:Birilerine karşı, birini korumak; savunmak, kayırmak. "Babası arka çıkmasaydı onu bir güzel dövecekti."

Arkadan söylemek: Bir kimsenin bulunmadığı yerde onun hakkında ileri geri konuşmak, dedikodusunu yapmak, çekiştirmek. "Adamın arkasından söylemeye utanmı-yor musun?"

Arkadan vurmak: Kendisine inanan, güvenen bir kimseye gizlice kötülük etmek. "Onun beni arkamdan vuracağı hiç aklıma gelmezdi."

Arka kapıdan çıkmak:  Özellikle bir eğitim kurumundan, bir iş yerinden hiçbir varlık gösteremeden, bir şey öğrenemeden ayrılmak. "Övünüp durma, bilgine bakılırsa sen o okulun arka kapısından çıkmışsın."

Arkası kesilmek: Tükenmek, bitmek, süregelen bir şeyin son bulması. "Kiranın da arkası kesilirse ne yaparız biz?"

Arkasına düşmek: 1. Birini gözden ayırmayarak arkasından gitmek. 2. Bir işi sona erdirmek için çok sıkı çalışmak. "Arkasına düşmezsen nasıl elde edeceksin o evi?"

Arkasında dolaşmak (gezmek): Bir işi sonuca bağlamak için ilgili yerlere giderek görüşme fırsatı aramak, onların yardımını sağlamak.

Arkasını getirememek: Başladığı işi sürdürüp sona erdirememek, sonuçlandıramamak. "Ne tembel adamsın, şu işin arkasını getiremedin hâlâ!"

Arkasını sıvamak: İltifat etmek, okşamak, övmek, birisini bu yolları kullanarak bir işe sevk etmek. "Arkasını sıvayarak yaptırıyorum her işi bu çocuğa."

Arkasını (birine) vermek:Bir kimsenin himayesinden güç almak. "Arkasını kaymakama vermiş pervasızca konuşuyor, yolu burdan geçireceğim diyor."

Arkası (sırtı) pek: 1. Soğuktan muhafaza edecek biçimde giyinmiş, iyi giyinmiş olan. 2. Güçlü bir kimseye ya da yere güvenen. "Ona göre hava hoş, çünkü karnı tok, sırtı pek nasıl olsa!"

Arkası (sırtı) yere gelmemek: 1. Sarsılmamak, sağlam ve sağlıklı durumunu sürdürmek. 2. Hiç yenilgi yüzü görmemek. "Arkası yere gelmemiş bir adam olarak kalmalı o."

Armudun sapı var, üzümün çöpü var demek: Hiçbir şeyi beğenmemek, her şeyin bir kusurunu bulmak.

Armut piş, ağzıma düş: Bir işin hiç emek harcamadan olmasını, kendiliğinden hazır olup ayağına gelmesini bekleyenlerin durumunu anlatmak için kullanılır.

Arpa boyu kadar gitmek: Pek az ilerlemek. "Onca çabaya rağmen arpa boyu kadar gidebildim ancak."

Arpacı kumrusu gibi düşünmek: Derin derin ne yapacağını bilemeden, çaresizlik içinde düşünüp durmak. "Öyle arpacı kumrusu gibi ne düşünüp duruyorsun?"

Arpalık yapmak: Bir yeri sürekli çıkar kaynağı olarak kullanmak, sömürmek. "Batılılar ülkemizi arpalık yaptılar âdeta."

Art düşünce (niyet): Açığa vurulandan ayrı, gizli tutulan, asıl düşünce. "Onun bizim hakkımızda art düşüncelere sahip olduğunu biliyorum."

Asıp kesmek: 1. İşkence etmek, zalimce tavırlarda bulunmak. 2. Tehdit etmek, zalimce davranışlarda bulunacakmış gibi konuşmak. "Dün haktan ve adaletten söz edenler, bugün iktidar olunca asıp kesmeye başladılar."

Askıda kalmak: Bir engel çıkması dolayısıyla bir işin sonuca varamaması, yapılamayıp öylece kalması. "Senin gelmemen yüzünden bütün işler askıda kaldı."

Askıya almak: 1. Geciktirmek, belirsiz olarak ertelemek, bir işi zamanında yapmayıp savsaklamak. 2. Altı boşalmış yapıyı dikmelerle tutturarak yıkılmaktan kurtarmak. "Söyle ona, o adamların tayin işlerini askıya alsın."

Askıya çıkarmak: Evlenecek kimselerin nikâhtan önceki durumlarını gösterir belgelerin, belirli bir süre için ilgili dairede görünür bir yere asılması, ilân edilmesi.

Aslan payı: 1. Hak edilenden daha çok alınan pay, en güçlünün aldığı pay. 2. Bir bölüşmede en büyük pay. "Aslan payı Ahmet`e düştü."

Aslan yürekli:Yılmaz, hiçbir şeyden korkmayan, yiğit, kahraman, "Aslan yürekli Mehmetçik düşmanı çil yavrusu gibi dağıttı."

Aslı faslı (astarı) olmamak:Yalan, asılsız olmak, gerçek payı bulunmamak. "Aslı astarı olmayan işlerin içine sürükleme bizi."

Astarı yüzünden pahalı olmak:Bir işin ayrıntısına ödenen paranın aslına ödenen paradan fazla olması, gerçek değerinden fazlaya mal olması. "Elbiseyi diktin ama astarı yüzünden pahalı oldu."

Astığı astık, kestiği kestik: Davranışlarından dolayı kimseye hesap vermeyen, istediği gibi davranan, çok sert kimseler için kullanılır.

Aşağıdan almak: Sert konuşan kimselere karşı yumuşak bir dil kullanmak. "Biraz aşağıdan alırsan onun sana zarar vermesini kolayca önlersin."

Aşağı kurtarmaz: 1. Bundan ucuza verilmez. 2. Daha aşağı bir durumu kendine lâyık görmez "Israr etme, bu araba daha aşağı kurtarmaz."

Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık: Sakıncalı oluşları eşit olan iki karşıt davranıştan birine karar verememe zorunluluğunu anlatmak için kullanılır.

Aşağı yukarı: Yaklaşık olarak, hemen hemen, tam değil de tama yakın. "Aşağı yukarı on kilo gelir bu yük."

Aşık atmak: Birisiyle yarışmak, özellikle kendisinden üstün birisiyle yarış etmek. "Sen benimle aşık atacak biri değilsin."

Ata et, ite ot vermek (yedirmek): Uygunsuz iş yapmak; birbirini tamamlayan, birbirine uyan unsurları ters kullanmak; kişilere işlerine yaramayan şeyi, ilgili olmadıkları görevi vermek. "Ata et, ite ot verilen bir ülkede dirlik düzenlik mi olurmuş?"

Ateş almak: 1. Yanmak, tutuşmak. 2. Ateşli silâhın patlaması. 3. Telâşlanmak, öfkelenmek, heyecanlanmak, coşmak. "Silâh birden ateş aldı."

Ateş bacayı sarmak: Bir iş ya da olay önüne geçilemez, tehlikeli bir durum almak. "Ateş bacayı sarmadan çabuk gidelim buradan!"

Ateş basmak: Aşırı ölçüde sıkılmak, heyecanlanmak, utanmak sonucu vücutta sıcaklığın artması, yüzün kızarması. "O nadide, paha biçilmez vazoyu kırınca bedenini birden bire ateş bastı."

Ateşe atmak: Birini çok tehlikeli bir işe bile bile sokmak. "Hiç aldırmadan, biricik kızını o adamla evlendirip ateşe atamazsın değil mi?"

Ateşe tutmak: 1. Ateşli silâhla mermi atmak. 2. Bir şeyi ateşin üzerinde tutarak ısıtmak. "Zalim askerler zavallı köylüleri yaylım ateşine tuttular."

Ateşe vermek: 1. Bir yeri bilerek yakıp yok etmek. 2. Aşırı ölçüde telâşlandırmak. 3. Bir toplumu, bir ülkeyi kargaşalık içine sürükleyerek yıkıma uğratmak. "Dış güçler yerli işbirlikçilerle anlaşarak ülkeyi ateşe verdiler."

Ateşine (nârına) yanmak: Birinin yüzünden büyük haksızlığa uğramak, zarar görmek. "Eğer bu malı satamazsam senin ateşine yanmış olacağım."

Ateş kesilmek: 1. Çok kızgın, öfkeli davranışlar göstermek. 2. Çok çalışkan, hareketli ve becerikli olmak. 3. Ateşli silâhlarla yapılan atışa son vermek. "Taraflar ateş kesilmesine razı olmadılar."

Ateşle oynamak: Çok tehlikeli, zarar verecek bir işin üstüne üstüne gitmek ya da böyle bir işe girişmek. "Bırak o silâhı elinden! Ateşle oynadığının farkında mısın sen?"

Ateş pahasına: Çok pahalı. "Yeni daireler ateş pahası, nasıl alacağız?"

Ateş püskürmek: Çok öfkeli olmak, ağır sözler söylemek. "Öğretmen kapıyı kıran öğrencilere ateş püskürdü."

Ateşten gömlek: İçinde bulunulan acı, sıkıntılı, dayanılmaz durumu anlatmak için söylenir. "İflas etmem, ateşten gömlek giymem demektir."

Atı alan Üsküdar`ı geçti: "Fırsat kaçtı, artık yapılacak şey kalmadı" anlamında kullanılır. "Sen daha dur, atı alan Üsküdar`ı çoktan geçti."

Atı eşkin, kılıcı keskin: Her bakımdan güçlü, dilediğini yapabilir. "Zalimlere karşı durmak mı istiyorsun? Atın eşkin, kılıcın keskin olmalı!"

Atın yüğrükse bin de kaç: İmkânın varsa kendini kurtarmaya bak.

Atıp tutmak : 1- Kendi gücünü aşacağı işler yapacağını söylemek, abartılı konuşmak.

2. Birisinin arkasından ileri geri konuşmak, kötü sözler etmek. "Yüzüne karşı söyle, arkasından atıp tutma adamın."

At oynatmak: 1. Ata hüner göstermek. 2. Bildiği ve istediği gibi davranmak. 3. Belli bir alanda üstünlük kurmak. "Meydan adamlara kaldı, istedikleri gibi at oynatıyorlar."

Atsan atılmaz, satsan satılmaz: İşe yaramadığı, sıkıntı verdiği hâlde vazgeçilemeyen şeyler ve kimseler için kullanılır. "Ne yapayım, kardeş işte! Atsan atılmaz, satsan satılmaz!"

Attan inip eşeğe binmek: Bulunduğu dereceden, mevkiden, önemli görevden daha aşağı bir yere inmek veya alınmak. "Aklını başına toplamazsan adamı işte böyle attan indirip eşeğe bindirirler."

Avaz avaz bağırmak: Olanca gücüyle bağırmak; sesi yettiği kadar, var gücüyle bağırmak. "Tamam duyuyorum, öyle avaz avaz bağırma!"

Avucunun içine almak: Birini her dediğini yapar duruma getirmek, baskı ve etkisi altına almak. "Kaymakam bütün kasabalıyı avucunun içine aldı."

Avucunu yalamak: Umduğunu ele geçirememek, beklediğini elde edememek. "Avucunu yalamak istemiyorsan harekete geç, sen de çalış."

Avuç açmak:Yardım istemek, dilenmek, para istemek ya da ister duruma düşmek. "Yarın avuç açmamak için bugünden çalışmalısın."

Ayağa düşmek: 1. Bir şeyin değerini kaybetmesi. 2. Yalvarır duruma gelmek. 3. e ilgisiz ve yetkisiz kimseler karışır olmak. "Sevinmeyin boşuna, bu işi ayağa düşürmeyeceğim hiçbir zaman."

Ayağa kalkmak: 1. Hasta iyi olmak. 2. Saygı göstermek için oturma durumundan ayak üzeri duruma geçmek. 3. Telâşlanmak, heyecanlanmak. 4. Dikilmek, ayakları üzerinde durmak. "Dedem nihayet ayağa kalktı."

Ayağı (ayakları birbirine) dolaşmak: Yürürken herhangi bir sebepten ötürü ayakları birbirine takılmak, sendelemek. "Korkusundan zavallının ayakları birbirine dolaştı."

Ayağı düşmek:Bir yere uğramak, o yer yolu üzerinde bulunmak, yolu düşmek. "Bu rezillikten sonra onun ayağının buralara düşeceğini sanmam artık."

Ayağı düze basmak: İşleri iyi gitmek, zorlukları yenerek rahata kavuşmak. "Şu borcu da ödedik mi ayağımız düze basacak inşallah."

Ayağı ile gelmek: 1. Kendi isteği ile gelmek. 2. Çok fazla emek sarf edilmeden elde edilmek. "Adam ayağı ile geldi dayak yemeye."

Ayağına bağ olmak: Bir işini yapmasına, bulunduğu yerden ayrılmasına engel olmak. "Bu çocuk ayağıma bağ oldu, onu bırakıp da bir yere gidemiyorum."

Ayağına dolaşmak (veya dolanmak): 1. Birisinin yaptığı işe engel olmak. 2. Başkasına yaptığı kötülük kendi başına gelmek. "Şu köpeği birisi çıkarsın atölyeden, insanın ayaklarına dolanıyor."

Ayağına gitmek: Büyüklük taslamadan alçak gönüllülük edip birinin yanına varmak."O baban senin, ayağına gitmelisin."

Ayağına kapanmak: Kendini küçük düşürerek yalvarıp yakarmak. "İnsan ne birisinin ayağına kapanmalı, ne de birisini ayağına kapandırmalı."

Ayağına (ayaklarına) kara su inmek: Bir yerde ayakta beklemekten veya uzun süre dolaşmaktan çok yorulmak. "Seni aramaktan ayaklarıma kara sular indi, nerelerdeydin Allah aşkına!"

Ayağını çekmek: Daha önce gittiği yere artık uğramaz olmak, ilişkiyi ve ilgiyi kesmek. "Artık onlardan elimi ayağımı çektim."

Ayağını denk almak: Birilerinin kendisine karşı yapacakları muhtemel kötülüklere karşı uyanık davranmak, tedbirli olmak. "Eğer ayağını denk almazsan o adamlar başına bir iş açacaklar senin."

Ayağını kaydırmak:Bir yolunu bularak birini bulunduğu işten, mevkiden uzaklaştırmak. "Adamcağızın hiç suçu yokken ayağını kaydırdılar, şimdi aç susuz dolaşıyor."

Ayağını kesmek: 1. Bir yere gitmez, uğramaz olmak. 2. Birini bir yere artık uğramaz duruma getirmek. "Öyle korkutun ki o adamın ayağı kesilsin bu meyhaneden?"

Ayağının altına almak: 1. Acımasızca, tekmelerle kıyasıya dövmek. 2. Bir şeyi küçük görerek ondan faydalanma yoluna gitmemek, o şeyi tepmek. "Önüne serilen bütün nimetleri ayağının altına aldı hiç tınmadan."

Ayağının tozuyla: Henüz dinlenmeden, yoldan gelir gelmez. "Adamı ayağının tozuyla kodese tıktılar."

Ayağını sürümek: 1. Verilen bir görevi ağırdan yapmak. 2. Bir yerden ayrılmak üzere bulunmak. 3. Ölmek üzere olmak. 4. Halk inanışına göre birinin gelmesi, ardından başkalarının da gelmesine yol açmak. "Ayağını mı sürüdün ne, senden sonra gelen misafirlerin sayısını Allah bilir ancak!"

Ayağını yorganına göre uzatmak: Gelirini giderine uydurmak, harcamalarda geliri aşmamak. "Ayağını yorganına göre uzatmazsan ileride aç kalırsın."

Ayağı (ayakları) suya ermek (değmek):Neden sonra aklı başına gelmek, bir şeyin aslını anlamak, beklenen biçimde olmadığını kavramak. "Toy olduğu için doğruyu göremiyor, onun da ayağı suya erecek bir gün."

Ayak altında kalmak: 1. Hor görülüp aşağılanmak, değer verilmemek. 2. İnsanların sık gelip geçtiği yerde, kalabalık içinde kalmak. "Seyyar satıcıların pek çoğu ayak altında kalınacak bir yeri seçerler."

Ayak atmamak: Bir yere hiç gitmemek. "O kente ayak atmadım henüz."

Ayak diremek: Bir şeyde ısrar etmek, karşı koymak, kendi kararından vazgeçmemek. "Ayak diremeseydi çoktan evini yıkmış olacaklardı."

Ayaklar altına almak: Önem verilmesi gereken şeyleri hiçe saymak, çiğnemek. "Babasının onun için verdiği emekleri ayaklar altına alarak o serseriliği seçti."

Ayakları geri geri gitmek: Bir yere istemeye istemeye, gönülsüz gitmek. "Hoşlanmadığım bu insanların yanına yaklaştıkça ayaklarım geri geri gitmeye başladı."

Ayaklı kütüphane: Çok şey okumuş, her sorulana cevap veren, çok şey bilen, okudukları aklında kalmış kimse. "Adam ayaklı kütüphaneydi sanki!"

Ayakta kalmak: 1. Bir zorluk karşısında yıkılmamak, çökmemek. 2. Oturacak yer bulamamak. "Gemi öyle kalabalıktı ki hepimiz ayakta kaldık."

Ayak takımı: İşe yaramaz, bilgisiz, görgüsüz, kaba, serseri, değersiz kimselerin bütünü. "Mahallemizde ayak takımı gittikçe çoğalıyor."

Ayak uydurmak: 1. Adımlarını başkasınınkine uydurmak. 2. Kendi gidiş ve davranışını başkasınınkine benzetmek. "Bu bozuk topluma ayak uydurmak zorunda değiliz."

Ayak üstü (üzeri): 1. Kısa süre içinde, acele olarak. 2. Ayakta durarak, ayakta dikilerek. "Gel de şu büfede ayak üstü atıştıralım biraz."

Ayasofya`da dilenip Sultanahmet`te sadaka (zekât) vermek:  Kendisi başkasının yardımı ile geçinirken, gösteriş için elindekini başkalarına yardım amacıyla dağıtmak.

Ayıkla pirincin taşını: Bir işin oldukça karışık, dolaşık, içinden çıkılması güç olduğunu anlatmak için kullanılır. "Durup dururken adama olmadık sözler söylemiş, şimdi ayıkla pirincin taşını!"

Ayılıp bayılmak: 1.Sinir krizi geçirmek, bunalıma düşmek. 2. Birini kendinden ge-çercesine sevmek, beğenmek. "Her kan görüşünde ayılıp bayılıyor."

Ayranı kabarmak:Öfkelenmek, kızıp bağırmak; coşmak. "O konuştukça adamın elleri titriyor, ayranı kabardıkça kabarıyordu."

Ayvaz kasap hep bir hesap: "Ha öyle ha böyle, ikisi de bir; hangi yolu seçersek seçelim aynı sonuca varır" anlamında kullanılır.

Ayyuka çıkmak:  1. Pek yükselmek (ses için). 2. Herkesçe duyulmak, yayılmak (dedikodu için). "Öyle kızgındı ki sesi ayyuka çıkıyordu.

Aza çoğa bakmamak: Eline geçenle yetinmek, tok gözlü olmak.

Azizlik etmek: Şaka ile takılmak, muziplik etmek, şaka ile aldatmak."Osman azizlik etmeye bayılır."

  

B

Baba adam: Ağır başlı, iyi yürekli, olgun, hoşgörülü, yaşlıca adam. "Ne baba adammış meğer, ailesinden değil, komşularından bile kimseyi ihmal etmedi."

Babası tutmak (veya babaları üstünde olmak): Çok fazla öfkelenmek, kızgınlığı her hâliyle belli olmak. "İş meselesini konuşamadım, çünkü babaları üstündeydi odasına girdiğimde."

Babana rahmet: "Yaptığın iş, söylediğin söz çok yerinde; Allah senden razı olsun" anlamında hoşnutluk, memnunluk bildirmek için kullanılır.

Baba ocağı (evi veya yurdu):  Dededen, babadan kalma ev; toprak, yurt. "Borçları yüzünden baba evini satmak zorunda kaldı."

Babasının hayrına (mı?):Hiçbir çıkar gözetmeksizin. "Babasının hayrına mı yaptı sanıyorsun senin işini?"

Bağ bozmak (bağbozumu): 1. Bağda son kalan ürünün toplanması. 2. Bu işlerin yapıldığı mevsim (güz), gün. "Bağbozumu besmele ile başlarsa bereketli olur."

Bağrına basmak: 1. Kucaklamak, kolları ile sararak göğsüne yaslamak. 2. Birini gözetip kayırmak, koruyup yetiştirmek. "Amcası, yeğenini bağrına basmakta geçikmedi."

Bağrına taş basmak: Uğradığı zarara, felakate sesini çıkarmadan katlanmak. "Evi yıkılan Hasan bağrına taş basmaktan başka bir yol bulamadı."

Bağrını delmek: İçine işlemek, pek dokunmak, dertli olmasına yol açmak. "Yurdundan kovulması, şairin bağrını deldi."

Bağrı yanık: Çok acı çekmiş; dert, sıkıntı, darlık, kahır görmüş; yaslı. "Nice bağrı yanık insanlar yaşamış bu topraklarda."

Bahse girmek: Görüşünde veya iddiasında haklı çıkacak tarafa bir şey verilmesini kabul eden sözlü anlaşma yapmak. "Erken kalkmak konusunda onunla bahse girdik."

Bahtı kara: Mutsuz, dertten kurtulamayan, işleri hep ters giden. "Allahım, şu bahtı kara kuluna yardım et de düzlüğe çıksın!"

Baklayı ağzından çıkarmak:Sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyleri söylemek. "Yeter artık, çıkar ağzından şu baklayı!"

Bal alacak çiçeği bilmek: Çıkar sağlanacak yeri veya şeyi bulmak, bu konuda nasıl hareket edileceğini bilmek. "Onun bal alacak çiçeği bilmede üstüne yoktur."

Baldırı çıplak: İşsiz güçsüz, serseri, başı boş, ayak takımından. "Sokaklar baldırı çıplaklardan geçilmiyor."

Bal dök (de) yala: Bir yerin çok temiz, pırıl pırıl olduğunu anlatmak için kullanılır. "Odayı öyle elden geçirmiş ki bal dök de yala!"

Balgam atmak: Bir iş ya da konu üzerinde kuşku uyandıracak söz söylemek. "Lütfen sus, ortaya bir balgam atıp da insanı huzursuz etme."

Bal gibi: 1. Çok tatlı. 2. Çok iyi, adamakıllı, pekâlâ. "Bal gibi iş, daha ne duruyorsun?"

Balık etinde:Ne şişman, ne zayıf; biçimli, kilosu yerinde olan.

Balık istifi: Çok sıkışık bir durumda. "Otobüs, balık istifi gibi yerleşmiş insanları zor taşıyordu."

Balık kavağa çıkınca: Gerçekleşmesi mümkün olmayacak işleri anlatmak için kullanılır. O kız, o çocukla ancak balık kavağa çıkınca evlenir."

Balon uçurmak: İlgililerin ne diyeceklerini anlamak veya insanların telâşlanmalarını sağlamak amacıyla aslı olmayan bir haber yaymak. "Askerliğin kısalmasıyla ilgili bir balon uçurdu, buna sonra kendisi de inanmaya başladı."

Balta olmak: Musallat olmak, asılmak, direnerek bir şey istemek, istediğini yaptırmak için sürekli ısrar etmek. "İnsanın başına balta olan kişileri sevmek mümkün değil."

Baltayı taşa vurmak:Bilmeyerek karşısındakini kıracak söz söylemek, pot kırmak."Baltayı taşa vurunca öyle utandı ki sormayın gitsin."

Bam teline basmak: Bir kimseyi, duyarlılık gösterdiği konuda kızdıracak söz söylemek, öfkelendirecek bir şey yapmak. "Bir insanı delirtmek mi istiyorsun?  Onun bam teline basacaksın."

Bana mısın dememek: Aldırış etmemek, ona hiçbir şey etkili olmamak. "Sırtına o kadar yük vurdular, adam yine de bana mısın demedi."

Barut fıçısı: Her an karışıklık, kavga ve savaşın çıkacağı yer. "Nereden çıktığı belli olmayan bir ses, meydanı bir anda barut fıçısına döndürdü."

Barut kesilmek: Çok öfkelenmek, kızmak, sinirlenmek. "Elektriği bağlanmayan adam barut kesilmiş, etrafa bağırıp duruyordu."

Basıp gitmek: Aklına koyduğu şeyi yapmak amacıyla, o an bulunduğu yerden kimseye danışmadan ayrılmak. "Öyle her aklına estiğinde basıp gidemezsin buradan."

Basireti bağlanmak:Gerçeği göremez, iyi düşünüp kavrayamaz bir duruma düşmek. "Öylece kalakaldım, ne yapacağımı bilemiyorum, basiretim bağlandı âdeta."

Baskın çıkmak: Üstünlüğünü göstermek, karşısındakini geçmek. "Koşuda değil, ancak güreşte baskın çıkarım ona."

Bastığı yeri bilmemek:1. Çok fazla sevinmek. 2. Dengesiz hareketlerde bulunmak, durumunu kontrol edememek, şaşkınlıktan nerede olduğunu bilememek."Eşinin ölümünden sonra bastığı yeri bilmez bir adam oldu."

Baston (kazık) yutmuş gibi: Dimdik duran, yürüyen kimsenin durumu."Baston yutmuş gibi ortalıkta dolaşıp da asabımı bozma!"

Başa baş (gelmek): Birbirine denk, eşit olmak; birlikte olmak. "Takımlar başa baş bir mücadele verdiler."

Başa çıkarmak: 1. Bir işi bitirmek, sona erdirmek, başarmak. 2. Bir kişiye aşırı ölçüde ilgi gösterip çok şımartmak. "Ona biraz daha yüz verirsen başına çıkacak, söylediğini yapmayacak."

Başa çıkmak: Gücünün üstünlüğünü kanıtlamak, bir şeye gücü yetmek. "Onunla başa çıkabilirim, merak etme sen."

Başa geçmek: 1. En üstün yeri almak. 2. Herhangi bir konu önemce ilk sırayı almak. "Ülkede ekonomik yolsuzluklar başa geçti."

Başa gelmek: ötü bir duruma uğramak. "Kim demiş başa gelen çekilir diye?"

Başa güreşmek: 1. Yağlı güreşte başpehlivanlık için güreşmek. 2. En üstün sonucu almak için mücadele etmek, yarışmada birinciliği almak için uğraşmak. "Takımımız öteden beri başa güreşir."

Baş ağrısı: Varlığı tedirginlik verici şey, rahatsız edici kimse. "Sen ne baş ağrısı bir adammışsın meğer!"

Baş ağrıtmak:  Yerli yersiz konuşarak, gereksiz sözler söyleyerek, çok konuşarak birisini rahatsız etmek. "Baş ağrıtmakta üstüne yoktur senin."

Başa (başına) kakmak:  Yapılan iyiliği yüzüne vurarak birisini üzmek, incitmek. "Üç kuruş verdi, üç gün geçmeden başına kaktı."

Baş alamamak: Çok uğraştıran bir konudan kurtulup da vakit ve fırsat bulamamak. "Şu çocuklarla uğraşmaktan baş alamıyorum ki sana geleyim."

Baş aşağı gitmek: Sürekli kötüleşmek, zarar görmek. "Baş aşağı giden işlerinin önünü alamadı bir türlü."

Baş başa kalmak: Biriyle yalnız kalmak, iki kişi bir arada yalnız kalmak. "Misafirler gittikten sonra baş başa kaldılar."

Baş başa (kafa kafaya) vermek: Birbirinin düşüncesinden yararlanmak üzere birkaç kişi toplanıp bir konuyu görüşmek, bir konuda dertleşmek. "Bu sorunu ancak baş başa vermekle çözebiliriz."

Baş belâsı: Sürekli rahatsız eden, yük olan, bir kimseye musallat olup sıkıntı veren ve uzaklaştırılamayan kişi ya da şey. "Şu baş belâsı adamı uzaklaştırırsanız sevindirirsiniz beni."

Baş çekmek: Ön ayak olmak, öncülük etmek."Hayatı boyunca baş çeken bir adam olarak yaşadı.“

Baş edememek: Gücü yetmemek, başarı kazanamamak, bir işi başarmakta zorluk çekmek. "Şu uysal insanlarla baş edemezsen kiminle edeceksin!"

Baş eğmek:Direnmekte vazgeçip güçlünün buyruğuna girmek, teslim olmak. "Türk milletine baş eğdiremezsin."

Baş göstermek: Ortaya çıkmak, belirmek, vuku bulmak."Milletimiz baş gösteren bu yeni fikri kısa zamanda benimseyecektir."

Baş göz etmek: Evlendirmek. "Şu kızı da bir baş göz edersem gözüm arkada kalmayacak."

Başı ağrımak: Bir işten dolayı sorumlu duruma düşmek, kaygu çekmek. "Sana güveniyorum, başımı ağrıtmayacağına eminim, haydi güle güle git."

Başı altından çıkmak: Kötü bir şey, kötü bir durum, birinin gizli düzeni ve tertibiyle meydana gelmek. "Böyle şeyler bilirim ki senin başının altından çıkar, şimdi bana doğruyu söyle, kim kırdı vazoyu."

Başı bağlı olmak:1. Evli ya da nişanlı olmak. 2. Serbest, özgür olmayan, bir yere bağımlı olan. "Nihayet oğlanın da başını bağladık."

Başı boş bırakmak: Bir kimsenin üzerindeki denetimi ve gözetimi kaldırmak, kendi bildiğine bırakmak. "Çocuk dediğin başı boş bırakıl-maya gelmez."

Başı darda kalmak (başı dara düşmek): Çok sıkıntılı, çaresiz bir durumda olmak; parasızlıktan dolayı güç bir durumda kalmak. "Başı darda kalan insanlara yardım etmek insanlık borcudur."

Başı derde girmek: Can sıkıcı, üzücü, istemediği bir duruma düşmek. "Şu kendini bilmez adamla başım derde girsin istemiyorum."

Başı dik gezmek: Utanılacak bir durumu olmadan, onurlu şekilde toplumda yer almak."Başı dik gezen insanları sevmemek elde değil."

Başı dönmek: 1. Bir şey karşısında şaşırmak. 2. Sıkıntı meydana getiren bir durum karşısında bunalmak. 3. Dengesini yitirmek, gözleri kararmak; çevresi kararıyor, dönüyor, kayıyor duygusu içinde sarsılmak. "Çabuk durdur arabayı, başım dönmeye başladı."

Başı göğe ermek:Beklenmeyen, umulmayan bir mutluluğa, sevince ulaşmak. "Üç kuruş zam yapıldı diye maaşına, başı göğe erdi sanıyor; bilmiyor ki enflasyon bir ay sonra alacak o zammı elinden."

Başı kalabalık (olmak):Bir iş dolayısıyla yanında çok fazla kişi olmak. "Kusura bakma, başım kalabalıktı bugün, seni arayamadım."

Başına belâyı satın almak: Sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik verici olduğunu sonradan anladığı bir işe kendi isteği ile girmiş bulunmak. "Nereden girdim bu inşaat işine, durup dururken başıma belâyı satın aldım."

Başına bir hâl gelmek: Büyük, içinden çıkılması zor güçlüklerle karşılaşmak; kötü duruma düşmek. "Gece gitme, başına bir hâl gelir diye korkuyorum."

Başına buyruk: Dilediğini izin almaksızın yapan, istediği gibi davranan. "Sizin çocuk da amma başına buyruk bir çocuk olmuş."

Başına çalmak: Bir şeyi sert, öfkeli ve kızgın bir davranış içinde vermek. "Al da başına çal bu sapı kırık küreği."

Başına çorap örmek: Bir kimseye, haberi olmadan, kötü duruma sokucu davranışta bulunmak, alt etmek için gizlice plân kurmak. "Onun başına bir çorap örecekler diye korkuyorum."

Başına çökmek: 1. İştahla sofraya oturmak. 2. Bir işi çabuk bitirmek üzere oturup ele almak. 3. Birini altına alıp dövmek. "Birkaç kişi utanmadan zavallı adamın başına çöktüler."

Başına devlet kuşu konmak: Ummadığı, beklemediği bir nimete ya da varlığa kavuşmak. "Nasıl aldı bu köşkü? Başına devlet kuşu mu kondu dersin?"

Başına dolamak: İçinden çıkılması zor bir işi birine musallat etmek."Bu işi benim başıma dolayanlar, dilerim hiçbir zaman onmazlar!"

Başına iş açmak: Uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak. "Bırak o bıçağı elinden, hiç yoktan başına iş açacaksın."

Başında kavak yeli esmek: 1. Sorumluluk duygusundan uzak, zevk ve eğlence peşinde koşmak (genç için). 2. Gerçekleşmeyecek şeyler düşünerek vakit geçirmek. "Bu çocuk da büyümedi bir türlü, hâlâ başında kavak yelleri esiyor."

Başından atmak: 1. Gereksiz görülen bir bağlılığa, bir ilişkiye son vermemek; bir istekte bulunan kişiyi yanından uzaklaştırmak. 2. Yapılması zor bir işi yapmaktan kendini kurtarmak ya da o işi bir başkasına yüklemek."Kısa zamanda o işi başından atmasını becerdi."

Başından aşağı kaynar sular dökülmek:Çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya da utandırıcı bir olay karşısında vücudunu ter basmak, ürpermek. "Babasını karşısında görünce başından aşağı kaynar sular döküldü." 

Başından büyük işlere girişmek (veya kalkışmak): Gücünün üstünde olan işleri yapmaya kalkışmak."Çekil lütfen, başından büyük işlere kalkışıp da kendini rezil etme bari."

Başından korkmak: Hayatından kaygı duymak, cezalandırılmaktan korkmak. "Düşman topraklarına girince başından korkmaya başladı."

Başını ağrıtmak: 1. Gereksiz sözlerle birini bunaltmak. 2. Bir iş için birini uğraştırmak, sıkmak. "Yeter artık, bu iş için başımı ağrıtıp durma."

Başını alıp gitmek: Nereye gideceğini bildirmeden, izin almadan gitmek."İçine düştüğü sıkıntıdan kurtulamayan adam başını alıp gitti."

Başını bağlamak: Evlendirmek."Askerliği biten Ali`nin başını bağlamayı düşünen annesi kolları hemen sıvadı."

Başını belâya sokmak: Bir kimseyi, zarar göreceği, kötü sonuçlarla karşılaşacağı bir işe sokmak."Oğlanın da başını belâya sokacaklar diye ödüm kopuyor."

Başını bir yere bağlamak: Bir işe yerleştirmek, işsizlikten kurtarmak. "Çok geçmeden oğlunun da başını bir yere bağlamayı becerdi."

Başını boş bırakmak: Denetimsiz, yalnız ve serbest bırakmak. "Bu çocuğun başını boş bırakma, yoksa başı   belâya girecek."

Başını derde sokmak: Sıkıcı, yorucu, üzücü bir işe girmek veya getirilmek. "Tanımadığı adamlarla işe girişince başını derde soktu."

Başını dinlemek: Sessiz, sakin bir ortama çekilmek; kalabalıktan ve gürültüden uzaklaşmak. “Emekli olur olmaz başımı dinleyecek bir köşe arayacağım"

Başını ezmek: Birini hareket edemez, kötülük yapamaz ya da başını kaldırıp bir işi göremez duruma getirmek. "Zalimlerin başını ezecek adamlara bugün ne kadar ihtiyaç var!"

Başını kaşımaya (kaşıyacak) vakti olmamak: Çok meşgul olmak, başka bir işi yapmaya hiç vakti olmamak. "Bana yükleme o işi, çünkü başımı kaşıyacak vaktim yok."

Başının çaresine bakmak: Kimsenin yardımı olmadan kendi işini kendi yapmak, kendini zor durumdan kurtarmak."Benden sana fayda yok, başının çaresine baksan iyi olacak."

Başının derdine düşmek: Başka bir şeyle ilgilenemeyecek kadar sıkıntılı, üzücü ve tehlikeli bir duruma çare bulmaya çalışmak. "Adamın bize aldıracağı yok, baksana başının derdine düşmüş."

Başının etini yemek: Sürekli olarak, bıktırıncaya kadar, ısrarla birinden bir şey istemek; bu sebeple onu rahatsız edip üzmek. "Tamam kızım, alacağız o oyuncağı, yeter başımın etini yediğin!"

Başını taştan taşa vurmak: Fırsatı kaçırdığı için çok pişman olmak, çaresiz kalarak kahırlanmak. "Zamanında eve gidip hasta çocuğu doktora götürmediği için başını taştan taşa vuruyordu."

Başını vermek: Bir ideal uğrunda kendini feda etmek, canını vermek. "Yiğitler başını vermesiydi bu ülke düşmanlardan kurtulur muydu?"

Başını yemek: Bir kimsenin büyük zarar görmesine ya da ölmesine yol açmak. "Ruhsuz herifler adamın başını yemek için yarışa giriştiler."

Başı sıkışmak (sıkılmak): Herhangi bir güçlük karşısında kalmak, bunalmak. "Onun görevi, başı sıkışan insanlara yardım etmektir."

Başı tutmak: 1. Önde olmak. 2. Gürültüden, üzüntüden ve çok konuşmadan başı ağrımak. "Kesin artık şu dedikoduyu, yoksa başım tutacak!"

Baş koymak: Bir şey uğruna ölümü göze almak. "Çekil önümden ben bu yola baş koydum."

Baş köşe: Saygı duyulan, önder sayılan büyüklerin oturması için ayrılan yer. "Baş köşeye oturmak onun her zaman hakkıdır."

Baş sallamak: 1. Anlasa da anlamasa da karşısındakinin her sözünü uygun bulur görünmek. "Her şeye baş sallayan insanlardan hiç hoşlanmam."

Baş tacı etmek: Değer vermek, çok üstün tutmak, çok sevmek. "Babalarını baş tacı ettiler, toz kondurmuyorlar adama."

Baştan aşağı: Tamamıyla, hepsi, bütünüyle. "Evi baştan aşağı boyadılar."

Baştan kara gitmek: Sonunu düşünmeyerek, hatta sonucun kötü olduğunu bildiği hâlde hesapsız, batarcasına bir yol tutmak; felâkete doğru gitmek. "Bu baştan kara gittiğin hayata artık bir son vermelisin."

Baştan savma: Üstün körü, özen gösterilmeden, gelişi güzel. "Yaptığın işin tamamen baştan savma olduğu ne kadar açık."

Baş üstünde yeri var: "Sevgi, ilgi ve saygı ile karşılanıp ağırlanır." anlamında kullanılır. "Durmasın gelsin, baş üstünde yeri var."

Baş vermek: 1. İnandığı bir şey uğrunda ölmek, canını vermek. 2. Belirmek, kimi bitkilerin başak tutmaya başlaması. "Ektiğimiz buğdaylar baş vermeye başladı."

Baş vurmak: 1. Müracaat etmek, bir işin yapılmasını bir kimse veya kuruluştan istemek. 2. Bilgi edinmek üzere bir kaynağa bakmak, bir kimseye danışmak."Vakit geçirmeden ansiklopediye bakalım da öğrenelim."

Baş yemek: 1. Sofrada en önemli yemek. 2. Birinin ölümüne sebep olmak. 3. Birinin herhangi bir işte güç durumda kalmasına yol açmak. "Adamın başını sebepsiz yere yediler, şimdi çoluk çocuk aç kalacak."

Battı balık yan gider: "İşlerin kötü gittiğine, düzelmeyeceğine, bu konuda da umut kalmadığına göre artık istenildiği gibi davranılabilir, ne olursa olsun" anlamında kullanılır."Aldırma, üzülme artık, battı balık yan gider."

Bayrak açmak 1. Bir dava yolunda toplanmaya çağırmak. 2. Gönüllü asker toplamaya girişmek. "Düşmana karşı yurdun dört bir yanında bayrak açan yurtseverler sonunda amaçlarına ulaştılar."

Bayram etmek: Çok sevinmek. "Oyuncakları görünce çocuklar bayram etti."

Belâ aramak: Kavga çıkararak, önüne gelene çatarak ya da başka sebeplerle kendisi için tehlikeli bir durum oluşmasına yol açmak. "Bırak sövmeyi, belâ mı arıyorsun başına?"

Belâsını bulmak: Kendi yol açtığı tehlikeli bir durumun içine düşmek, hak ettiği cezayı görmek. "Adam nihayet belâsını buldu."

Belâyı satın almak: Kendi davranışları yüzünden tehlikeyi üstüne çekmek. Köylülerle biraz daha uğraşırsak belâyı satın alacağız, haydi gidelim buradan."

Bel bağlamak: Güvenmek, birisinin kendisine yardım edeceğine inanmak, inanıp arkasından gitmek. "İnsanoğluna bel bağlanılmaz."

Beli bükülmek: 1. Yaşlılık yüzünden güçsüz kalmak, bir iş yapamaz duruma gelmek. 2. Üzüntü ve kederden ruhsal bir çöküntüye düşmek. "İflas eden şu genç adamın bir yılda beli büküldü."

Belini doğrultmak: Kötüye giden durumunu yeniden düzeltmek, güçlenmek, kaybettiği itibarını ve ekonomik gücünü yeniden kazanmak."Adam kısa zamanda belini doğrulttu."

Belini kırmak: 1. Birini bir şey yapamaz duruma getirmek. 2. Bir işin en güç tarafını yapmak. "Tarlanın ortasından şu tümseği de kaldırdık mı işin belini kırmış sayılırız, artık gerisi kolay olacaktır."

Bel vermek: (Dik şeylerin) dışarıya doğru, (yatay şeylerin de) aşağıya doğru kamburlaşmak."Yeni ördüğümüz duvar bel verdi."

Ben hancı, sen yolcu (oldukça): "Özel ilişkilerimiz sürüp gittikçe senin bana işin düşer" ya da "Nasıl olsa yine karşılaşacağız" anlamında kullanılır. "Demek şu küçük paketi götürmüyorsun, öyle olsun, ben hancı sen yolcu, bugünün yarını da vardır."

Benlik dâvası: Önde görünmek, her şeyde söz sahibi olmak, her şeyi kendi düşüncesine uydurmak, hep dediğini yaptırmak çabası ve tutkusu. "Benlik dâvası güden insanlar bir yere varamazlar."

Benzi atmak: Bir sebepten ötürü ansızın yüzünün rengi sararmak, solmak. "Askerleri karşısında görünce benzi attı."

Bereket versin: 1. "Allah size bol kazanç versin" anlamında iyi dilek sözü. 2. Çok şükür ki iyi ki (hoşnutluk anlatır). "Bereket versin ki ona bir şey olmamış"

Beş aşağı beş yukarı: Çok az fark olarak, kararlaştırılmak istenen sayıdan, ölçüden bir miktar az veya çok olarak. "Beş aşağı beş yukarı bir kg. çeker bu tavuk."

Bet (i) bereket (i) kalmamak: Bolluğun, verimliliğin kalmaması, sona ermesi. "Yanımıza geldiği günden beri evin beti bereketi kalmadı."

Betine gitmek: Ayıp saymak, kötü karşılamak, kendisine yedirememek. "Senin yaptığın iş adamın çok betine gitti."

Beyin yıkamak: Bir insanı, kendine özgü düşünce ve dünya görüşüne yabancılaştırmak, başka yönlerde düşünür ve davranır duruma getirmek. "Batılılar ülke insanımızın beynini yıkamaya devam ediyorlar."

Beylik söz:  Etkisi kalmamış, herkesin kullana geldiği söz. "Bırak artık şu beylik sözleri, kimseyi etkileyemiyorsun."

Beyni bulanmak: 1. Sersemlemek, sağlıklı düşünemez olmak. 2. Kötü bir şey olacağını sezinleyip huzuru kaçmak."Adamların suratlarını hiç beğenmedim, beynim bulandı, haydi gidelim buradan."

Beyninden vurulmuşa dönmek: Umulmadık, beklenmedik bir olay karşısında şaşkınlığa düşmek, düşünce yeteneğini yitirir gibi olmak."Adamı karşısında görünce beyninden vurulmuşa döndü."

Beynine girmek: 1-Akla uygun gelmek. 2. Bir kimseyi türlü yollara baş vurarak bir şey yapmaya inandırmak, kandırmak. 3. Ezberlemek, aklında tutmak. "Ne kadar okursam okuyayım beynime girmiyor."

Bıçak kemiğe dayanmak: Çekilen sıkıntı artık katlanamayacak bir hâl almak. "Bıçak kemiğe dayandı, artık bu yerde duramam."

Bıyığı terlemek:  Bıyığı yeni yeni çıkmaya başlamak. "Bıyığı terlemiş gençlerin eline bakamam gayri."

Bıyık altından gülmek: Birinin içine düştüğü duruma belli etmeden gülmek, sevindiğini belli etmeyerek onunla eğlenmek, içinden onunla alay etmek. "Ayşe`nin kırdığı pot karşısında bıyık altından gülmeye başladı."

Bildiğini okumak: Kim ne derse desin, istediği gibi davranmak. "Bildiğini okumaya devam edersen, sonunda zarar görmen muhakkak olacak."

Bile bile lâdes: Bile bile aldınmış görünme, öyle gerektiği için kötü bir durumu kabullenme. "Ağaçları kesmesine bile bile lâdes dedim."

Bin dereden su getirmek: Birini kandırmak için dil dökmek, birçok sebep ileri sürmek, aldatıcı sözler sarf etmek. "O evi almamam için bin dereden su getirdiler."

Bindiği dalı kesmek: Kendisi için gerekli ve yararlı olan şeyi kendi eliyle yok etmek."Geçimini sağladığın o tarlayı sakın satma, yoksa bindiğin dalı kesmiş olursun."

Bir atımlık barutu olmak (veya kalmak): 1. Bir konuda yapacağı çok az şeyi olmak. 2. Dayanacak pek az gücü kalmak. "Bir atımlık barutu kalmış, hâlâ ben yaparım o işi diyor."

Bir ayağı çukurda olmak: Çok yaşlanmış olmak, yaşayacak çok az zamanı kalmış olmak. "Dedemin bir ayağı çukurda, onu üzmeyin artık."

Bir ayak önce (evvel): Çok çabuk, bir an önce, ivedi olarak. "Bu iş, bir ayak önce yapılacak bir iştir."

Bir baltaya sap olmak:  Belirli bir sanat ya da iş sahibi olmak. "Şu yaşa geldin ama bir baltaya sap olamadın gitti."

Bir bardak suda fırtına koparmak: Çok basit, küçük, önemsiz bir şeyi büyütüp içinden zor çıkılır bir olay hâline getirmek. "Bir bardak suda fırtına koparmayı bırak artık, mendilini yaktıysa evi de yakmadı ya!"

Birbirine düşmek: Aralarında anlaşmazlık çıkıp birbirlerine kötü bakmaya başlamak. "Çocukların kavgası yüzünden birbirlerine düştüler."

Birbirine girmek: 1.Aralarında çıkan anlaşmazlık kavgaya dönüşmek, çarpışmak, saldırmak. 2. Bir kaza sonucu araçların birbirine çarpması. "Su yüzünden sokak sakinleri birbirine girdi."

Bir çuval inciri berbat etmek:İyi olan, yolunda giden bir durumu yanlış davranışlarla bozmak, olumsuz bir gidişe sokmak. "Eline çekici alır almaz çiviye vurdu, çivi tahtayı yarıp geçti, bir çuval inciri berbat ettiğini o zaman anladı."

Bir dalda durmamak: Sık sık düşünce, iş ya da tutum değiştirmek. "Bir dalda dursaydı başına bu iş gelmeyecekti."

Bir damla: 1. Çok az, pek az (sıvı şeyler için söylenir). 2. Çok küçük (çocuklar için söylenir). "Bir damla su kaldı, ne yapacağız su gelmezse."

Bir dediği iki olmamak: Her istediği hemen yapılmak, yerine getirilmek. "O, bir dediği iki olsun istemiyordu."

Bir deri bir kemik kalmak:Çok zayıflamak, kilo kaybına uğramak. "Zavallı çocuk, bu illete yakalanalı beri bir deri bir kemik kaldı."

Bir dikili ağacı olmamak: Malı, mülkü veya evi olmamak. "Şu dünyada bir dikili ağacımız olmayacak bu gidişle."

Bire bin katmak: Olduğundan çok göstermek, abartmak. "Bire bin katarak anlatmaya bayılır."

Bire bir gelmek:Etkisini hemen ve kesin olarak göstermek. "Verdiğin ilaç diş ağrıma bire bir geldi."

Bir eli yağda, bir eli balda (olmak):Bolluk, varlık, rahat ve huzur içinde olmak. "Bir eli yağda, bir eli balda, daha ne istiyor ki?"

Bir elle verdiğini öbür elle almak: Bir kimseye yaptığı iyiliği, yararı, başka bir yola baş vurarak sağladığı çıkarla ödetmek. "Bir eliyle verip öbür eliyle aldığını çok zaman sonra anladım."

Bir gömlek aşağı: Bir derece daha düşük. "Sizin ürettiğiniz fındık, bizimkinden bir gömlek daha aşağıdadır."

Bir hâl olmak: 1. Bir şeyi çok yapa yapa usanmak, yorulmak, fenalık gelmek, bezmek. 2. Daha önce görülmeyen davranışlar içinde olmak, huyu değişmek. 3. Kazaya uğramış olmak. "Gecikti, başına bir hâl mi geldi acaba?"

Bir hoşluğu olmak: Rahatsız, neşesiz olmak. "O şiddetli kazayı görünce bir hoş oldum."

Bir kalemde: Birden ve toptan, bir işlem ile. "Bir kalemde öde de kapat şu hesabı."

Bir kapıya çıkmak: Aynı sonuca varmak, aynı neticeyi vermek. "Ha sen söylemişsin ha ben, bir kapıya çıkmaz mı?"

Bir kaşık suda boğmak:

Bir kişiye çok fazla kızmak, elinden gelse öldürecek ölçüde sinirlenmek. "Şu yalancı herifi her söz söyleyişinde bir kaşık suda boğasım geliyor!"

Bir kıyamettir gitmek (kopmak): Çok fazla gürültü, patırtı, telâş olmak. "Alevler bacayı sarınca bir kıyamettir koptu sokakta."

Bir Köroğlu bir Ayvaz: Bir karı kocanın çocuğunun olmaması yahut yakınlarının yanlarında bulunmaması. "Bir Köroğlu bir Ayvaz olmasak bu maaşın bize yeteceği yok."

Bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak: Söylenen söze önem vermemek, kulak asmamak, umursamamak. "Söylediğim söz bir kulağından girip öbür kulağından çıkarsa anlamazsın elbet!"

Bir pula satmak: Bir kimseyi bir çıkar uğruna harcamak. "Parayı görünce adam bizi bir pula satıverdi."

Bir sözünü iki etmemek: Birinin her istediğini hemen yerine getirmek. "Ah benim tatlı çocuğum, bir sözümü iki etmez, hemen yapıverir."

Bir şeye benzememek: İşe yarar durumda olmamak, istenilen biçimde bulunmamak."Bu kadar emekten sonra bari bir şeye benzemiş olsaydı şu kapı."

Bir taşla iki kuş vurmak:  Bir davranışla iki veya birden çok yararlı sonuç elde etmek, bir girişimle iki iş yapmak. "Anladım amacını, bir taşla iki kuş vurmak."

Bir tutmak: Eşit görmek, eşit saymak, farklı muamelede bulunmamak. "Öğretmen, sınıftaki öğrencilerin hepsini bir tutmalıdır."

Bir yastığa baş koymak: Evli bulunmak, acı ve tatlı günlerde birbirini desteklemiş olmak. "Biz kırk yıl bir yastığa baş koyduk, nasıl unuturum onu?"

Bir yastıkta kocamak: Karı ve koca birlikte uzun bir ömür sürmek. "Bir yastıkta kocarsınız inşallah."

Bir yaşına daha girmek: Şaşılacak bir durumla, yeni bir şeyle karşılaşmak. "Aman yarabbi, onu o kılıkta görünce bir yaşıma daha girdim."

Bit yeniği:Kuşkulu bir nokta, işin gizli kalmış, kötü ve aksak yönü. "Bir bit yeniği var gibime geliyor bu işte, haydi hayırlısı."

Bize de mi lolo!: "Senin ne mal olduğunu biliyoruz, bize yutturamazsın ya; seni yeterince tanıyoruz, herkesi aldatabilirsin ama bizi asla" anlamında kullanılır.

Boğaz boğaza gelmek:

Zorlu bir kavgaya tutuşmak, ya da kavga edecek hâle gelmek. "Senin o dilin yüzünden adamla boğaz boğaza geldik."

Boğaz derdi: 1. Yemek pişirme, hazırlama sıkıntıları. 2. Geçim için uğraşma, kazanç sağlama kaygısı. "Boğaz derdi, bence dertlerin en büyüğüdür."

Boğaz kavgası: Yaşamak için, geçinebilmek için yapılan didinme, uğraş. "Hemen bütün insanlar boğaz kavgasının içinde kaybolmuş durumdalar."

Boğazı kurumak: Çok susamak, çok konuşmaktan ve bağırmaktan ötürü sesi çıkmaz olmak. "Boğazım kurudu, bir şeyler içelim de öyle gidelim."

Boğazına dizilmek: Bir üzüntüden dolayı iştahı kesilmek, isteksiz ve zorla yemek."Annemin o hasta hâli gözümün önüne geldikçe lokmalar boğazıma diziliyor."

Boğuntuya getirmek: Birini bunaltıp şaşırtma yolu ile kendisinden bir iş veya mal karşılığı olarak çok miktarda para çekmek.

Bohçasını koltuğuna vermek:İşine son vermek, kovmak, başından defetmek. "Hiç sebepsiz yere bohçasını koltuğuna verip fabrikadan uzaklaştırdılar onu."

Bol keseden: Ölçüsüz, çok fazla, bol bol. "Bol keseden atıp tutmaya bayılır bizim çocuk."

Borç harç: Borç alarak ya da benzer yollara başvurarak (bir şeyi sağlamak). "Borç harç nihayet yaptırdık evin çatısını."

Borusunu çalmak: Çıkar sağladığı kimsenin davasını gütmek. "O, yıllardan beri Tophane kabadayılarının borusunu çalar."

Borusu ötmek: Sözü geçer olmak, dinlenilir olmak. "Bizim sokakta Hasan amcanın borusu öter."

Bostan korkuluğu: 1. Kuşları ve diğer yabani hayvanları ürkütmek için tarlalara dikilen kukla, insan benzeri nesne. 2. Kendisinden beklenileni yapmayan, ya da kendisinden çekinilmeyen, göstermelik kimse. "Müdür tam bir bostan korkuluğu, memurlar ne iş yapıyor ne güç."

Boşa çıkmak: Umulan gerçekleşmemek, sonuç vermemek, elde edilememek. "Bütün emeklerimiz boşa çıktı desenize."

Boş atıp dolu tutmak: Umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi sonuç vermek; doğruluğuna inanmadan söylediği söz gerçek çıkmak ."Hayatımızın boş atıp dolu tutmak diye bir ilkesi olamaz."

Boş bulunmak:1. Dalgın ve dikkatsiz bulunmak. 2. Söylenmemesi gereken, sakıncalı bir sözü, işin sonunu düşünmeden söyleyivermek. "Boş bulunup da sakın söz verme, biliyorsun onlara gitmemiz mümkün değil."

Boş gezenin boş kalfası: İşsiz güçsüz, aylak, boş gezip dolaşan kimse. "Adam boş gezenin boş kalfası, bir de işsizlikten yakınıyor."

Boş vermek: Önem vermemek, aldırmamak, ilgisiz davranmak. "Boş ver, bu hayat böyle gelmiş, böyle gider."

Boy atmak:Boyu uzamak, gelişmek, boylanmak. "Çok çabuk boy attı sizin çocuk; maşallah, delikanlı gibi olmuş."

Boy göstermek: 1-Görünmek, belirmek. 2. Gösteriş yapmak. "Onun gelip gitmesinin ardından olaylar boy gösterdi."

Boy ölçüşmek: Yarışmak, değer yarışına girmek. "Benimle boy ölçüşecek adam daha anasından doğmadı."

Boynu bükük: Yardım bekleyen; acınacak, kimsesiz, güçsüz, öksüz durumda olan. "Nerede bir boynu bükük görsem içim yanar."

Boynu eğri: Herhangi bir nedenle, kendisini bir kimsenin dediklerini yapmaya borçlu sayan. "O adamdan borç para aldığı için boynu eğri, bu yüzden yaptığı kötülüklere ses çıkaramıyor."

Boynu kıldan ince olmak: Adaletli yargı karşısında verilecek her cezaya razı olmak. "Gerçek adaletin karşısında boynum kıldan incedir."

Boynunun borcu:Yapılması gerekli olan ödev. "Seni sevindirmek boynumun borcu oldu artık."

Boynunu vurmak: Başını keserek öldürmek. "Boynunun vurulmasına ramak kala hakkındaki hükmün kaldırıldığını öğrendi ve yer gök onun oldu sanki"

Boyunduruk altına girmek:Başkasının egemenliği altına girmek, tutsak olmak, emir ve baskı altında yaşamak. "Türk milleti için boyunduruk altına girmek, ölüm demektir."

Boyunun ölçüsünü almak: 1. İddia üzerine giriştiği bir işi başaramayıp yetersizliğini anlamak. 2. Biri tarafından haddi bildirilmek. 3. Beklediği yakınlığı görememek. "Boynunun ölçüsünü aldı, böyle bir işe bir daha giremez."

Bozuk çalmak: Bir şey yüzünden canı sıkılmış, yüzü asılmış olmak, sinirli davranışlarda bulunmak. "Biraz hasta oldu diye sağa sola bozuk çalıp duruyor."

Bozuk düzen:

1. Düzensiz, düzeni bozuk olan. 2. Toplumun yönetiminde uygulanan yanlış kurallar dizgesi. "Bu bozuk düzenden hangi görüş ve anlayış biçimi kurtaracak milleti, onu öğrenmeye çalışıyorum."

Bozum etmek: Bir kimseyi beklemediği bir davranış karşısında bırakarak utandırmak, mahcup etmek. "Adamı bozum etmeye bayılır bu ihtiyar, ona karşı dikkatli ol."

Bozum olmak: Bir sözü ya da davranışı iyi karşılanmadığı için utanmak, utanacak duruma düşmek. "Onun düşüncesinin hiç de doğru olmadığını söylediğim zaman amma da bozum oldu kadın.

Bozuntuya vermemek:Hataya düştüğünü anladığında veya hoşlanmadığı bir durumla karşılaştığında farketmemiş gibi davranmak, oralı olmamak. "Hiç bozuntuya vermeden misafirlere hoş geldin demeye devam etti."

Bulanık suda balık avlamak: Karışık durumlardan yararlanarak kendi çıkarını sağlamak. "Bulanık suda balık avlamayı kural hâline getirmiş."

Buldukça bunamak: Bulduğundan daha çoğunu isteyip şükretmemek, daha iyisini istemek. "Buldukça bunuyorsun, milletin aç sefil gezdiğini görmez misin sen?"

Buluttan nem kapmak: Çok alıngan olmak, en küçük şeylerden bile alınmak."Seninle konuşmak imkânsız, buluttan nem kapıyorsun çünkü."

Bunda bir iş var: "Bir olayın şimdilik bilinmeyen bir yönünün bulunması, anlaşılamayan bir sebebin aranması" durumunu anlatmak için kullanılır. "Polis, bunda bir iş var diyerek olayın üzerine tekrar gitti."

Bundan iyisi can sağlığı: "Bundan daha iyisi, en iyisi olamaz" anlamında kullanılır. "Bundan iyisi can sağlığı, haydi oturun bakalım sofraya."

Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu: Bir ilke benimsediği hâlde, benimsediği bu ilkenin tersine davranışlarda bulunanlar için söylenir.

Burnu bile kanamamak: Tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak. "On takla atan arabadan, burnu bile kanamadan çıktı, şaşılacak şey doğrusu."

Burnu büyümek: Kibirlenmek, böbürlenmek, büyüklenmek. "Adam milletvekili seçilir seçilmez bizimle konuşmaz oldu, burnu büyüdü birden."

Burnu havada (olmak): Kendini çok beğenmiş, kibirli (olmak). "Burnu havada gezenlerden hiç hoşlanmam."

Burnu Kaf dağında (olmak): Çok fazla kibirli, herkese yukarıdan bakar (olmak).   "İyi ki bir araba aldı, burnu Kaf dağında bir adam olup çıktı."

Burnundan (fitil fitil) gelmek: Hoş bir durum, elde ettiği güzel bir şey, sonra gelen üzüntüler üzerine kendisine zehir olmak. "Yediğimiz yemeği burnumuzdan getirmek mi istiyorsun? Sus artık!"

Burnundan düşen bin parça (olmak): Suratı çok asık (olmak). "Ne olmuş bir cam kırılmışsa, iki gündür burnundan düşen bin parça."

Burnundan kıl aldırmamak: Oldukça huysuz olmak, kendisine hiç söz söyletmemek, kendisinin eleştirilmesine fırsat tanımamak, en küçük yergiye tahammül göstermemek. "Amma da burnundan kıl aldırmaz bir adammışsın; söylesene, nasıl konuşacağız seninle?"

Burnundan solumak: İşi başından aşkın olduğu için gözü hiçbir şey görmemek, çok öfkelenmiş olmak. "Adam burnundan soluyor, sakın üstüne gitme, yoksa konuştuğuna pişman olursun."

Burnunu çekmek: 1. Nefesini kullanarak sümüğünü burnunun yukarısına, geri çekmek. 2. Yoksun kalmak, umduğunu bulamamak, istediğini elde edememek, gayesine ulaşamamak.   "Müdürün yanına alınmayınca burnunu çekip gitti."

Burnunun dikine gitmek: Kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak, istediğini yapmak. "Burnunun dikine gidersen, işte böyle eline yüzüne bulaştırırsın işi."

Burnunun direği sızlamak: 1. Çok acı duymak (maddî). 2. Çok üzülmek. "Soğuktan burnumun direği sızladı."

Burnunun ucunu görmemek: 1. İleriyi görememek, meydana geleceği açık olanı görememek. 2. Çok sarhoş olmak. 3. Çok dikkatsiz ve dalgın olmak. "Sen ki burnunun ucunu göremeyen bir adamsın, seninle nasıl iş yapabilirim ben."

Burnunu sokmak:Üzerine vazife olmadığı, gerekmediği hâlde her işe karışmak. "Sen de her işe burnunu sokmaktan geri durmazsın!

Burnu sürtülmek: Ilımlı bir yol seçip gururundan vazgeçmek, sıkıntı çektikten sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek. "Onun da burnunun sürtülmesine az kaldı, kısa zamanda dik başlılığı bırakacak."

Burun buruna gelmek:1. Ansızın karşılaşmak, karşı karşıya gelmek. 2. Birbirine çok yaklaşmak, birine çok sokulmak. "Kapıdan çıkar çıkmaz öğretmenimle burun buruna geldim."

Burun kıvırmak: Önem ve değer vermemek, küçümsemek, beğenmemek.  "Önüne konan yemeklere burun kıvırıp sofradan kalktı."

Buyur etmek: Misafiri karşılayarak içeri almak, "buyurun" diyerek saygı ile yer göstermek ya da sofraya çağırmak. "Misafirleri büyük bir şevkle buyur etti."

Buyurun cenaze namazına: Hiç beklemedik kötü bir durum karşısında şaka yollu üzüntü belirtmek için "ne yazık ki" anlamında kullanılır."Şunun yaptığına bakın, buyurun cenaze namazına!"

Buz kesilmek: 1. Çok üşümek, donmak. 2. Buz gibi soğumak, buz durumuna gelmek. 3. Endişe, korku ve üzüntü veren bir durum karşısında donakalmak. "Öldürdüğünü sandığı adamı karşısında görünce buz kesildi."

Buzlar çözülmek:1. Buzların erimeye ve kırılmaya, su hâline gelmeye başlaması. 2. Kişiler arasındaki dargınlığın, soğukluğun, kırgınlığın ve gerginliğin ortadan kalkmaya başlaması. "İki kardeşin arasındaki buzlar çözülmeye başlayınca aileye neşe geldi."

Buz tutmak: Üstünde buz meydana gelmek, buzla kapanmak.  „Göl buz tuttu.“

Buz Üstüne yazı yazmak: 1. Birine etkisi olmayan sözler söylemek. 2. Etkisi ve süresi çok kısa olan bir iş yapmak."Evet çocuklar, beni buz üstüne yazı yazan bir adam konumuna getirmeyin!"

Büyük oynamak: 1. Büyük bir tehlikeyi göze alarak bir işe girişmek. 2. Çok fazla para koyarak kumar oynamak. "Büyük oynadım, ya kaybedeceğim, ya da kazanacağım."

Büyük (söz) söylemek: Başkasının düştüğü kötü duruma düşmeyeceğini söyleyerek övünmek. "Ne demiş atalarımız, büyük lokma ye, büyük söz söyleme."

Büyük sözüme tövbe! Bir konuda kesin konuşulduğunda ya da bir başkasının düştüğü kötü dur ama düşmeme iddiasında bulunulduğunda Cenab-ı Allah`tan böyle bir duruma düşürmemesini dileme. "Ne ettim de o sözü söyledim, büyük sözüme tövbe!"

Büyüklük göstermek: Elinde her imkân varken kötülük yapmamak, affetmek, iyi davranmak. "İstese büyüklük göstermeyip onu buraya bir daha sokmazdı, erkek adammış."

Büyümüş de küçülmüş:Davranışları, konuşması yaşının üstünde olan, büyükler gibi hareketler yapan çocuk. "Aman yarabbim, şunun söylediği sözlere bakın hele, büyümüş de küçülmüş sanki!"

 

 

C

Cadı kazanı: Fesadın ve dedikodunun çok olduğu, herkesin birbirine düştüğü, türlü düşmanlıkların kaynaştığı, hile ve düzenlerin kurulduğu yer. "Mahalle bir anda cadı kazanı gibi kaynamaya başladı."

Caka satmak: Çalım satmak, gösteriş yapmak. "Caka satmayı bırak da işine bak."

Cambul cumbul: Pek sulu, suyu bol (yemek için). "Yemek cambul cumbuldu ama lezzetli olmuştu."

Cana can katmak: İnsanda yaşama sevincini artırmak; insana neşe, heves ve iç gücü vermek." Ah o cana can katan yaylaya bir daha çıkabilsem."

Can alacak yer (nokta):Bir şeyin en önemli yeri, en temelli noktası. "Meselenin can alıcı noktasına bir türlü ulaşamadık."

Cana minnet (bilmek): İhtiyacı olduğu hâlde arayıp da bulamadığı şeylerden saymak. "Yalnızca su mu? Canıma minnet, çabuk ver."

Can atmak: Herhangi bir şeye sahip olmayı, ya da herhangi bir şeye erişmeyi çok istemek. "Top oynamaya can atıyordu."

Can borcunu ödemek: Ölmek. "Beni korkutamazsın, bir can borcum var, onu da öder kurtulurum."

Cana yakın: Sevimli, sokulgan, insana pek sıcak davranan. "Ne cana yakın bir insanmış meğer."

Can baş üstüne: İstenilen, arzu edilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağını anlatır. "Can baş üstüne efendim, kasabaya varınca onu hemen göreceğim."

Can çekişmek: Ölmek üzere bulunmak. "Yanına vardığımızda hayvan can çekişiyordu.

Can damarı: Bir şeyin en önemli noktası, en mühim unsuru; bir şeyin yaşaması için en önemli araç. "Babam evin can damarıdır."

Can damarına basmak:Bir işin en önemli noktası üzerinde durmak, ya da bir şeyin en duyarlı noktasını açığa çıkarmak. "Adamın en sonunda can damarına bastılar, zararı da kendileri gördüler."

Can dayanmamak: Bir acı, üzüntü, sıkıntı ve istek karşısında direnme gücü kalmamak; dayanıklılığı yitirmek. "Yıllarca uğraşıp didinip yaptığı ev bir anda kül oldu, buna can mı dayanırdı?"

Can düşmanı: Öldürmeyi bile düşünen, aşırı kin ve düşmanlık besleyen, dost olmayan "Can düşmanları etrafında cirit atıyorlardı."

Can evi: 1. Yürek. 2. En duyarlı bölge. "Onları can evlerinden vurmaya yemin etti."

Can evinden vurmak: En etkileyici, en can alıcı yönden saldırmak; bir daha yaşama imkânı kalmayacak şekilde vurmak. "Onları can evinden vurmalıyız ki bir daha bellerini doğrultamasınlar."

Can havli ile: Ölüm korkusundan kaynaklanan güçlü bir tepkiyle (bir eylem yapmak). " Silâh sesini duyunca can havli ile yerinden fırladı."

Canı burnuna gelmek: Bir şey yaparken çok zorluk çekmek, bunalmak. "Kömürü taşıdım ama canım da burnuma geldi."

Canı (gönlü) çekmek: Bir şeyi istemek, istek duymak, çok arzulamak. "Şimdi o yeşil eriklerden olsa da yesek, öyle de canım çekti ki."

Canı çıkmak: 1. Ölmek. 2. Çok yorulmak. 3. Çok yıpranmak. "Onu razı edinceye kadar canım çıktı."

Canı gitmek: Önem ve değer verdiği, beğendiği bir şeye zarar gelecek diye çok korkmak, kaygılanmak. "Araba çizilecek diye canı gidiyor."

Canına değmek: 1. Çok hoşlanmak, yararına yapılan işten ötürü çok sevinmek. 2. Ruhu şad olmak. "Büyükannenin canına değsin, ikramın bizi oldukça sevindirdi"

Canına kıymak: 1. İntihar etmek, kendini öldürmek. 2. Acımadan öldürmek. 3. Kendini yoracak, yıpratacak kadar iş görmek. "Komşunun kızı canına kıymış."

Canına okumak:1. Bir kimseye büyük bir zarar vermek, kötülük etmek. 2. İyi bir şeyi kötü hâle getirmek, heder etmek, harcamak. "Yeni aldığım oyuncağın canına okudu bir günde."

Canına tak demek:Sabrı kalmamak, bir sıkıntıya dayanamaz duruma gelmek. "Canıma tak dedi artık, ya yaptıklarına son verirsin ya da burayı terkedersin!"

Canına yandığım (yandığımın):  Kimi zaman sevgi ve hayranlık, kimi zaman da kızgınlık ve öfke gibi duyguları anlatmak için kullanılır. "Canına yandığımın adamı, bizi saatlerce bekletti bu soğukta."

Canına yetmek: Bezmek, bıkmak, bir zorluğa dayanamayacak duruma gelmek. "Canıma yetti artık bu işi yapmayacağım."

Canından bezmek: Çektiği sıkıntılar yüzünden içinde olduğu hayatı artık istemeyecek bir duruma gelmek. "Ne yapayım böyle hayatı, beni canımdan bezdirdi!"

Canını almak: Öldürmek. "Allah canını alsın da kurtulalım senden!"

Canını bağışlamak: Öldürebileceği bir kişiyi öldürmekten vazgeçmek.  "Ona kıyamadı ve canını bağışladı."

Canını dişine takmak: Büyük sıkıntıları, tehlikeleri göze alarak bir işi başarmaya çalışmak. "Canını dişine takıp koca kayayı parçalamaya devam etti."

Canını sokakta bulmak: Sağlığını koruması, kendini yıpratmaması ve tedbir alması gerektiğini anlatmak için kullanılır. "Biraz soluk almama izin ver. Ben canımı sokakta bulmadım."

Canının içine sokacağı gelmek: Birine karşı büyük ölçüde sevgi duymak, birinden çok hoşlanmak. "Öyle ki o yavrucağı canımın içine sokacağım geliyor!"

Canını vermek: 1. Hiçbir şey esirgememek. 2. Bir şey uğrunda en değerli varlığını feda etmeye, hatta ölmeye hazır olmak. 3. Bir şeye aşırı ölçüde düşkün olmak. "Vatan uğruna kim can vermez ki?"

Canını yakmak: 1. Fizikî acı vermek. 2. Bir kimseyi zarara ya da sıkıntıya sokmak; üzmek, kaygılandırmak. "Lütfen canını yakma çocuğun."

Canı tatlı: Acıya, üzüntüye ve sıkıntıya katlanmayan. "Öyle de canı tatlı ki ne zaman bir şey taşınacak olsa bir bahane bulup ortadan kayboluyor."

Canı tez:Sabırsız, beklemeye tahammülü olmayan, ivecen. "Bekle de gör, ne canı tez adamsın sen öyle!"

Canı yanmak: 1. Fizikî bir acı duymak. 2. Bir işte zarar görmek, manevî bir üzüntü duymak. "Canını yakmadan ver o elindekini bana!"

Can kalmamak:Gücü, kuvveti kesilmek; bitkin bir duruma düşmek. "Daha fazla yürüyemeyeceğim, can kalmadı bende, siz gidedurun."

Can kaygısına düşmek: Her şeyi bırakıp, içine düştüğü tehlikeden varlığını kurtarma ve koruma çabasında olmak. "Ortalık birbirine girip silâhlar patlamaya başlayınca can kaygısına düştü zavallı kadın."

Can kulağıyla dinlemek: Kendini vererek, büyük bir dikkatle dinlemek. "Babasının söylediklerini can kulağıyla dinlemeye başladı."

Canla başla: Seve seve, her türlü zorluğa göğüs gererek, var gücüyle, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak. "Hepsi canla başla çalıştı."

Canlı cenaze: Çok zayıf, güçsüz, zayıflıktan kemikleri çıkmış kimse. "Adam canlı cenaze gibiydi."

Canlı yayın: Kişilerin ses ve davranışlarını o anda ve doğrudan doğruya veren radyo ve televizyon yayını. "Parti temsilcileri bu akşam televizyonda canlı yayında tartışacaklar."

Can pazarı: Herkesin kendi canının kaygısına düştüğü ve kendi canını kurtarmaya çalıştığı tehlikeli bir durum, yer. "Ortalık toz dumandı; haykırışlar, inlemeler ortalığı çınlatıyordu; insanlar can pazarının tam ortasındaydılar."

Can sağlığı: Esenlik, kişinin sağlıklı olması. "Ne demeli canım kardeşim, inan bundan ötesi can sağlığı."

Can sıkıntısı: Yapılacak iş ve bir şeyle oyalanma imkânı bulamamaktan duyulan tedirginlik, içine düşülen bunalım. "Bütün gün evde oturuyor, can sıkıntısından ne yapacağımı bilemiyordum."

Can vermek: 1. Ölmek. 2. Ruha güç vermek, yaşar duruma getirmek. 3. Bir şeyi çok ister olmak. "Adam bir kurşunda can verdi."

Can yakmak: 1. Üzmek, acı vermek. 2. Zulmetmek, eziyet etmek. 3. Bir kimseyi büyük zarar ve ziyana sokmak. "Şu hareketlerinle canımı yakıyorsun."

Can yoldaşı:

Yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse. "Her insanın bir can yoldaşına ihtiyacı vardır."

Cart curt etmek: Göz dağı vermek ya da övünmek amacıyla abartılı konuşmak. "Karşımda cart curt edip durma."

Cart kaba kâğıt:  Yüksekten atan, yapamayacağı şeyleri yapar gibi konuşan, çalım satan kimselere karşı söylenen küçümseme ünlemi.

Cebi delik:  Parasız, cebinde para tutmasını bilmeyen. "Daha ne kadar cebi delik dolaşacaksın."

Cebini doldurmak: Karşılaştığı fırsatları değerlendirerek bol para kazanmak. "Cebini doldurmaktan başka bir düşüncesi yok adamın."

Cehennem azabı: 1. Çok büyük sıkıntı, eziyet. 2. İman etmeyenlerin, kâfirlerin, günahkârların cehennemde çekecekleri ceza. "Allah bizi cehennem azabından korusun."

Cehennem olmak: Def olup gitmek. "Çabuk cehennem ol yanımdan."

Cemaziyülevvelini bilmek: Bir kimsenin herkesçe bilinmeyen, geçmişteki kötü bir yönünü veya kötü durumunu bilmek. "Sakın güvenme ona, ben onun cemaziyülevvelini bilirim."

Cendereye sokmak: Çok sıkıştırmak, manevî baskı altına almak. "Adamı cendereye almayı iyi beceriyorsun."

Cevabı yapıştırmak: Karşısındakinin, beklemediği, ters, güç duruma düşürücü bir cevap vermek. "Öyle bir cevap yapıştırdı ki hasmı donakaldı."

Ciğeri beş para etmemek: Değersiz, kendisine güvenilmez, korkak, aşağılık (bir kimse olmak). "Bırak, ondan söz etme bana, ciğeri beş para etmez adamlarla işim yok."

Ciğerimin köşesi: 1. Çok sevdiğim. 2. Sevgili evlâdım. "O, hâlâ benim ciğerimin köşesidir."

Ciğerini okumak: Karşısındakinin gizli düşüncelerini bilmek, aklından geçenleri anlamak. "Bizimi düşünüyormuş? Ben onun ciğerini okurum; o kendinden başkasını düşünmez."

Ciğerini sökmek: Bir kimseyi büyük ölçüde zarar ve ziyana uğratmak. "Söyle ona, beni oraya getirtmesin, gelirsem ciğerini sökerim onun."

Cin çarpmışa dönmek: Neye uğradığını anlayamayacak kadar kötü duruma düşmek. "Bir tokatta cin çarpmışa döndürdü adamı."

Cin fikirli: Zeki, çok kurnaz, her zaman kendi çıkarını kollayan, çok anlayışlı. "Endişelenmeyin; o cin fikirli, o işin de üstesinden gelecektir."

Cinler cirit (top) oynamak: Bir yerin ıssız, ürküntü verir olduğunu anlatmak için kullanılır.

Cinleri başına toplamak: Öfkelenmek, kızmak, çok sinirlenmek. "Zorla cinleri başıma topladınız."

Curcunaya çevirmek (veya döndürmek): Bir yeri kargaşa, şamata, gürültü patırtı ile doldurup kimsenin ne dediğini anlamayacak hâle getirmek. "Çocuklar bir dakikada ortalığı curcunaya çevirdiler."

Cümbür cemaat: Topluca, hep birden. "Halamlara cümbür cemaat gitmeye karar verdik."

Cümle kapısı: Konak, saray gibi büyük binaların ana giriş kapısı. "Devletin ileri gelenleri konağın cümle kapısı önünde toplandılar."

Cüret etmek: Ataklık etmek, yüreklilikle davranmak. "O, hemen herkesin yanında söz söylemeye cüret eden bir yapıya sahipti."

Cürmü meşhut hâlinde yakalamak: Bir kimseyi suçu işlerken şahitlerle birlikte yakalamak.

 

Ç

Çaba göstermek: Bir işi başarmak için uğraşmak, kuvvet harcamak. "Çaba göstermeden amacına ulaşamazsın."

Çabalama kaptan ben gidemem: "Zorlamanın hiç faydası yok, ben bu işi yapacak güçte değilim; boşuna uğraşıyorsun, yapamam, gitmem, " anlamında kullanılır.

Çağ açmak: Yeni bir gidişin, tutumun öncüsü olmak; evrensel bir gidişe yol açmak. "İstanbul` un fethiyle yeni bir çağ açıldı."

Çakar almaz: İşe yarar gibi görünse de aslında yararsız, bozuk olan. "Çakar almaz bir tabancayla bizi korkutacağını sanmıştı."

Çakı gibi: Canlı ve atik, çevik. "Çakı gibi delikanlı olmuş."

Çalımından geçilmemek: Çok kibirli, kurumlu olmak; büyüklük taslamak, gösteriş yapmak. "Adamın çalımından geçilmiyor, ona laf anlatmak çok zor."

Çalım satmak (caka satmak): Büyüklük taslamak, kurularak davranmak.

Çalıp çırpmak: Eline ne geçerse (az ve çok) çalmak, bu yolla kazanç sağlamak. "Yoksul kalınca çalıp çırpmaya başladı."

Çam devirmek: Farkında olmadan karşısındakini kıracak ya da kötü bir sonuca yol açacak söz söylemek, davranışta bulunmak. "Onun da çam devirmede üstüne yok hani."

Çam yarması: İri gövdeli insan.

Çanak tutmak (açmak): 1. Söz ve davranışlarıyla kavgaya, kargaşaya yol açmak. 2. Dilenmek. "Onun bu işe çanak tutmasına fırsat vermeyeceğim."

Çanak yalayıcı: Dalkavuk, çıkarı için dalkavukluk eden. "Çanak yalayıcılar gün geçtikçe artıyor."

Çan çan etmek: Gerekli gereksiz sürekli konuşmak, yüksek sesle devamlı gevezelik etmek. "Başımda ne çan çan edip duruyorsun, kes artık şu sesini."

Çanına ot tıkamak: Bir daha sesini çıkaramayacak, kötülük edemeyecek bir duruma sokmak. "Elbet sizin de çanınıza ot tıkayacağım gün gelecek.

Çantada (torbada) keklik: "Ele geçirilmesi o kadar kesin ki elde edilmiş sayılır" anlamında kullanılır. "Beni çantada keklik sanıyor ama yanılıyor."

Çaptan düşmek: Önceleri iyi olan durumu sonradan bozulmuş olmak; çalışma gücü, verimi tükenmiş olmak."Adamın bir ayda çaptan düşeceğini sandılar."

Çar çur etmek: Gereksiz, lüzumsuz yere harcayıp tüketmek. "Paranı sakın çarçur edeyim deme."

Çarıklı erkânıharp: Daha ziyade öğrenimi olmayan ama kafası çalışan, kurnaz ve uyanık köylüler için şaka yollu kullanılır.

Çark etmek: Dönmek, geri dönmek. "Birkaç adım sonra çark ediniz."

Çarkına okumak: Bozmak, çalışamaz hâle getirmek, zarar vermek; birine büyük kötülük yapmak. "Eline alır almaz saatin çarkına okudu."

Çarşamba pazarı: Her şeyi açıkta olan, karmakarışık yer. "Etrafı çarşamba pazarı gibi yapmış çocuklar."

Çarşaf gibi: Dalgasız, dümdüz ve durgun. "Deniz çarşaf gibiydi."

Çat kapı: Aniden, beklenmedik bir anda. "Oturuyorduk, çat kapı çıkageldiler."

Çat pat:1. Ara sıra. 2. Yarım yamalak, biraz. 3. Vakitli vakitsiz, uygunsuz zamanlarda. "Çat pat okuması var diye mektubu ona uzattılar."

Çayı görmeden paçaları sıvamak: Ham hayaller kurmak; henüz zamanı gelmediği hâlde yapılacak bir iş, meydana gelebilecek bir olay için hazırlıklara girişmek. "Durun bakalım hele, çayı görmeden paçaları sıvamayın, bir haber ulaşsın önce."

Çehre züğürdü: Çirkin, suratsız, yüzü yakışıksız. "Oğlanı çehre züğürdü bir kızla evlenmek zorunda bıraktılar."

Çekeceği olmak: Çok acı çekeceği, sıkıntıya gireceği bir iş ya da durumla karşılaşacağı sezilir olmak. "Öyle anlaşılıyor ki bu çavuştan çekeceğimiz var."

Çekidüzen vermek: Karışıklığı, dağınıklığı, başıbozukluğu gidermek. "Kendine bir çeki düzen vermelisin artık."

Çekip çevirmek: Yönetmek, düzene sokmak, hâle yola koymak, çalışmasını sağlamak. "Tek başıma bu işi çekip çeviremem ki!"

Çekip gitmek: Savuşmak, bırakıp gitmek, kimseye danışmadan ayrılmak. "Aradığını bulamayınca çekip gitti."

Çekirdekten yetişme: Bir işi küçük yaştan, çıraklıktan başlayarak öğrenme ve o işte ustalaşma. "Ali, çekirdekten yetişmiş bir marangozdu."

Çekişe çekişe pazarlık (etmek): Bir malı ucuza almak, ya da pahalıya satmak için titizce uzun süre yapılan pazarlık. "Babam çok istediği atı alabilmek için, atın sahibiyle çekişe çekişe pazarlık etmeye başladı."

Çelme takmak: 1. Ayağını bacağına geçirerek yıkmaya çalışmak. 2. Bir işin gelişmesini engellemek veya bir kimsenin iyi yürüyen işini bozmak. "Sakin sakin giden arkadaşını çelmek takarak yere düşürdü.

Çene çalmak: Gevezelik ederek, çok konuşarak vakit geçirmek. "Komşu kadınları çene çalmaya bayılırlar."

Çenesi düşük:Geveze, çok konuşan, gereksiz şeyler söyleyen. "Senin kadar çenesi düşük bir adam daha görmedim."

Çenesi kuvvetli: Söylemekten yorulmayan, söylediği sözlerle kendisini dinletmesini bilen. "İyi hatip, acaba çenesi kuvvetli hatip midir?"

Çene yarıştırmak: Karşılıklı gevezelik etmek, boş konuşmak. "Sizinle çene yarıştırılmaz doğrusu."

Çetele tutmak: Hesap tutmak amacı ile bir yere çizgiler çekmek."Ahmet amca, veresiye verdiği mallar için çetele tutmaktan usanmıştı."

Çetin ceviz: 1. Kırılması zor, kabuğu sert ceviz cinsi. 2. Yola getirilmesi, yenilmesi zor rakip; başarılması güç iş. "Şimdi anlıyordu rakibinin ne deneli çetin ceviz olduğunu."

Çevir kaz (ı) yanmasın:Karşısındakini kıracak bir söz söylediğini fark edip de çevirmeye kalkışanlara şaka yollu söylenir.

Çıban başı:1. Çıbanın patlamak üzere olan tepe noktası. 2. Kötü sonuçların, uygunsuzlukların ana sebebi. "Bu işte çıban başı mı olmak istersin?"

Çıfıt çarşısı: Türlü kötülüklerin, hile ve düzenlerin karmakarışık bir durumda bulunduğu yer. "Daireyi çıfıt çarşısına çevirenler tek tek bulunmalıdır."

Çığır açmak: Bir alanda yeni bir yol açmak; yeni bir tutum, izlenecek yöntem bulmak. "Bilim adamları kanserle mücadelede çığır açmak için kolları sıvadılar."

Çığırından çıkmak: Yoldan sapmak, doğru ve uygun gidişten ayrılmak, artık düzelemez hâle gelmek. "İşler çığırından çıkmadan önlem almalıyız."

Çıkar yol: Çare, en tutarlı çözüm yolu. "Sınıf geçebilmek için tek çıkar yol ders çalışmaktır."

Çıkış yapmak: Bir tartışma esnasında etkili söz ve sert davranışlarla düşüncelerini belirtmek. "Ani bir çıkış yaparak herkesi şaşırttı."

Çıkmaza girmek: Çözümlenemeyecek, içinden çıkılamayacak bir duruma düşmek. "İşler, hiç ummadıkları bir anda çıkmaza girdi."

Çıngar çıkarmak: Gürültü patırtı, karışıklık ve kavga çıkarmak. "Çıngar çıkarmadan oturtun şu kadını."

Çıt çıkarmamak: Çok sessiz olmak, hiç ses çıkarmamak, gürültü yapmamak. "Çocuklar korkudan çıt çıkarmıyorlardı."

Çiçeği burnunda: Çok taze, yeni koparılmış. "Çiçeği burnunda bir haber getirmek için yarışa girdi muhabirler."

Çifte kumrular: Birbirini çok seven ve birbirinden ayrılmayan kimseler. "İşte çifte kumrular geliyorlar."

Çiğlik etmek: İnsana yakışmayan; olgunluğa, yaşa uygun düşmeyen yersiz ve kaba davranışlarda bulunmak. "Bir çiğlik edip de toplantıyı berbat edecek diye ödüm kopuyor."

Çiğ süt etmiş olmak: Soysuz ve namussuz olmak. "Bu yürek yakıcı işi yapmak için çiğ süt emmiş olmak gerek."

Çiğ yemedim ki karnım ağrısın: "Herhangi bir suç işlemedim ki korku duyayım, işi eksik yapmadım ki olumsuz sonuçtan kaygılanayım" anlamında kullanılır.

Çile çekmek: Üzüntü, eziyet, acı ve sıkıntı içinde yaşamak. "Annen seni büyütünceye kadar ne çileler çekti biliyor musun?"

Çile çıkarmak: 1. Sıkıntılı bir işin veya durumun sona ermesini beklemek. 2. Tasavvufta bir müridin belli bir eğitim safhasından geçmesi. "Çile çıkarmayan mürit olgunlaşamaz."

Çileden çıkmak: 1. Çok öfkelenmek, olan bitenler karşısında dayanıklılığı kalmayıp taşkınlık göstermek. 2. Çile süresini bitirmek. "Ben çileden çıkmadan çabuk terk edin burayı."

Çil yavrusu gibi dağılmak: Toplu hâlde bulunan insanların her biri, herhangi bir sebeple bir yana dağılmak. "Silâh sesini duyunca çil yavrusu gibi dağılmaya başladılar."

Çirkefe taş atmak: Edepsiz, geçimsiz, kaba saba kimsenin tepkisine yol açacak davranışlarda bulunmak. "Şu çirkefe taş atıp da başını belâya sokmadan gir içeri!"

Çivi kesmek: Çok üşümek, donmak. "Çocuklar soğuktan çivi kesmişlerdi."

Çizmeden yukarı çıkmak:Bilmediği, aklının kesmediği, yetkisinin dışında bir işe kalkışmak; haddini bilmemek. "Kes artık, çizmeden yukarı çıkmaya başladın."

Çocuk oyuncağı: Önem verilecek değerde olmayan, kolay iş. "Dereyi geçmek mi? Çocuk oyuncağı benim için."

Çocuk oyuncağı hâline getirmek: Bir işi sık sık değiştirip verilmesi gereken önemde ele almamak, küçümsenir duruma getirip değerinden düşürmek. "Ne biçim adamlarsınız siz, bu güzel işi çocuk oyuncağı hâline getirdiniz!"

Çoğu gitti azı kaldı: İşin en güç, en önemli, en büyük kısmı bitti, kalanı önemsizdir. "Ha gayret çocuklar, çoğu gitti azı kaldı."

Çok görmek: 1. Esirgemek, bir kimseyi o şeye değer bulmamak. 2. Bir kimsenin yaptığını, davranışını yadırgamak. "Gel, çok görme bana bu işi."

Çoluk çocuk elinde kalmak: Genç, tecrübesiz, çocuk denecek kişilerin yönetimi altında yaşar durumda olmak. "Ülke çoluk çocuk elinde mi kalacak? Allah korusun!"

Çoluk çocuğa karışmak: Evlenip, çocukları dünyaya gelip, onlarla uğraşır olmak. "Vay canına! Daha dünkü çocuktu, bugün çoluk çocuğa karışmış! Zaman ne çabuk da geçiyor."

Çorap söküğü gibi gitmek: Başlayan bir işin birbirine bağlı diğer bölümlerinin kolaylıkla halledilmesi. "Hele bir başla sen, bak nasıl çorap söküğü gibi gidecek iş."

Çorbada tuzu bulunmak: Yapılan bir iş ya da hizmette az da olsa çabası, emeği bulunmak. "Haydi durmayın, çorbada sizin de tuzunuz bulunsun!"

Çömlek hesabı: Güvenilmez, yanlış hesap. "Senin yaptığın çömlek hesabı, bir muhasebeciye havale et işi."

Çuval gibi: Kaba ve seyrek, bol ve ütüsüz. “Pantolonun çuval gibi olmuş."

Çürüğe çıkmak: 1. İşe yaramaz olduğu, sağlam olmadığı anlaşılarak bir yana atılmak. 2. Sağlığı el vermediği için askerlik görevine alınmamak. "Çürüğe çıkmak için can atanlar da yok değil bugün."

Çürük tahtaya basmak: Tedbirsiz hareket edip, kötü sonuçlanacak bir işe girişmek. "Allah kimseyi çürük tahtaya bastırmasın."

 


D

Dağa çıkmak: Hükümete, kanunlara karşı gelerek dağlara çekilmek, buralarda eşkıyalık etmek. "Düğünü basanlar dağa çıkmışlar."

Dağa kaldırmak: Herhangi bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada alıkoymak. "Eşkıyalar, karakol komutanının oğlunu dağa kaldırmışlar; ne istedikleri henüz belli değil."

Dağarcığına atmak: Yeni bilgilerini, eski bilgilerine katmak; yeni bilgileri zihnine yerleştirmek. "Öğrendiği her yeni bilgiyi dağarcığına atmayı ihmal etmedi."

Dağdan gelip bağdakini kovmak: Daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı bir işte eskiden beri bulunan bir kişinin yerini almaya çalışmak. "Şu densize bak hele, dağdan gelip bağdakini kovuyor!"

Dağ doğura doğura fare doğurdu: Önemli gibi görünen şeylerden önemsiz bir sonuç çıkması durumunda söylenir.

Dağlara düşmek: Sıkıntı, üzüntü sebebiyle insanlardan kaçıp ıssız yerlerde yaşar olmak. "Annesinin ölümünden sonra dağlara düştü."

Dağları devirmek: Çok büyük güçlüklerin altından kalkmak, ağır işleri başarmak. "O, dağları devirir bir adamdır."

Dalavere çevirmek: Yalan, dolan ve hile ile kötü bir iş yapmak; düzen kurarak gizlice başkasını aldatmak. "Yine bir dalavere çevirmesin bu adam!"

Dal budak salmak: 1. Karmaşık biçimde yayılıp genişlemek. 2. Soy ya da dostluk yönünden genişleyip yayılmak. "Bu mesele daha fazla dal budak salmadan hemen halledilmeli."

Daldan dala konmak: Çok sık, düşünce ya da konu değiştirmek. "Daldan dala konmayı bırak da bir işe sarıl artık."

Dalına basmak: Hiç hoşlanmadığı şeyleri yaparak birisini öfkelendirmek. "Dalıma basıp da beni çileden çıkarma lütfen!"

Dallanıp budaklanmak: Genişleyip yayılmak, gittikçe büyüyerek karışık bir durum almak. "İşi dallandırıp budaklandırmada üstüne yok hani!"

Damdan düşer gibi: Aniden, yersiz olarak (söz söylemek). "Damdan düşer gibi söz söyleyince ortalık birbirine girdi."

Damgasını vurmak: Biri hakkında kötü bir yargıya varmak. "Allah`tan korkmazsan ona hırsızlık damgasını vur da rezil olsun."

Damokles`in kılıcı: Kişiyi korku ve baskı altında tutan büyük ceza tehdidi. "Damokles`in kılıcı gibi başımda dikilip durma öyle!"

Dananın kuyruğu kopmak:

Olay patlak vermek, beklenen ve korkulan sonucun gerçekleşmesi. "Dananın kuyruğu bu gece kopacak, inşallah hayır demezler."

Danışıklı dövüş: Şike; önceden aralarında bir anlaşma olduğu hâlde, sanki böyle bir anlaşma yokmuş gibi davranarak başkalarını aldatmak. "Danışıklı dövüş insanların mertlik anlayışını tamamen öldürdü."

Dara düşmek: 1. Paraca sıkıntıya uğramak. 2. Sıkıntılı, tehlikeli bir durumla karşılaşmak. "İyice dara düştük, geçinmekte güçlük çekiyoruz."

Dara getirmek: Aceleye getirmek, gerektiği gibi zaman ayıramamak.  "Biraz erken kalkalım da dara getirmeden yapalım işi, güzel olsun."

Dar boğaz: Sıkıntılar ve güçlükler içinde geçirilen, geçici kabul edilip sonunda ferahlık umulan durum. "Evel Allah bu dar boğazı da aşacağız."

Dar hayat: Sıkıntılar, güçlükler, zorluklar içinde sürdürülen hayat.

Darda kalmak: 1. Zor duruma düşmek. 2. Paraca sıkıntı çekmek. "Öğretmeninin karşısında darda kalmak istemeyen Ahmet, ödevini yapmayı hiç ihmal etmezdi."

Dar gelirli: Geçim sıkıntısı çeken, kazancı normal olarak geçimini sağlamaya yetme-yen. "Dar gelirli ailelerin çocuklarının çoğu okulu yarıda bırakmak zorunda kalıyorlar."

Darısı (dostlar) başına: "Kavuştuğum başarı ve mutluluğa tüm dostlarımın da kavuşmasını isterim" anlamında kullanılır.

Dar kafalı:  Anlayışı, kavrayışı az; yeniliklere açık olmayan. "Dar kafalı insanlarla anlaşmak oldukça zordur."

Davul çalmak: Bir şeyi herkesin duyabileceği biçimde ortalığa yaymak. "Davul çalıp bizi elâleme rezil etti."

Defe (tefe) koymak: Dedikodusunu yapmak, kınayan bir dille başkalarına anlatmak, alaya almak. "Sakın söyleme, yoksa bizi defe koyarlar."

Defterden silmek:İlişkisini kesmek, yok saymak, adını anmaz olmak, unutmak.  "Ali`yi defterden iyice sildim."

Defteri dürülmek:1. İşine son verilerek bir yerden uzaklaştırılmak. 2. Ölmek ya da öldürülmek."Onun da defterini dürecekler yakında.

Defteri kapamak: İlgiyi kesmek, uğraşmaz olmak, söz konusu işi yapmaz olmak. "O defteri kapadık biz, artık soru sormayın.

Deli divane olmak:  Bir şeyi, bir kimseyi aşırı derecede sevmek, ona tutkun olmak. "Delikanlı o kız için deli divane oluyordu."

Deli fişek: Atak, delişmen, delice işler yapan, şımarık. "Bırak artık şu deli fişek adamla arkadaşlık etmeyi."

Deliksiz uyku: Hiç uyanmadan, çok rahat, uzun süre uyunulan uyku. "Bu gece deliksiz bir uyku çekip yorgunluğumu atmak istiyorum."

Demir atmak:1. Çapasını denize atmak. 2. Bir yerde uzun süre kalmak. "Gemiler fırtına başlayınca koya girip demir attılar."

Dem tutmak: Bir çalgıya, bir başka çalgı veya sesle eşlik etmek.

Denizden çıkmış balığa dönmek: Yeni bir işe, ortama, duruma alışmakta zorluk çekmek. "Eski işinden ayrılıp, yeni işine başlayınca denizden çıkmış balığa dönmüştü."

Derdine düşmek: Yapılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak. "Sana ne ki o işin derdine düştün?"

Dert ortağı: 1. Aynı derdin, sıkıntının içinde bulunanlardan her biri. 2. Bir kimsenin derdini paylaştığı, anlattığı yakın dostu. "Onlar yıllar yılı birbirlerinin dert ortağı olarak yaşamışlardı."

Destan olmak: Yaptığı (kötü) bir işten dolayı şöhreti yayılmak. "Karısına bağırdı diye annesini kapıya attı, bütün civar köylere destan oldu."

Devede kulak: Bütüne göre çok ufak bir parça. "Onun yaptığı iş devede kulak kalır."

Deve kini: Bitmeyen, geçmeyen, unutulmayan büyük kin. "Tam anlamıyla bir deve kini besliyordu komşusuna karşı."

Deveye hendek atlatmak:  Birisine yapılması çok zor, hemen hemen yapamayacağı bir işi yaptırmaya çalışmak. "Senin yaptığın deveye hendek atlatmak, bırak şu garibin yakasını."

Devlet kuşu: Umulmadık, iyi talih; zenginlik, mutluluk getiren talih.

Dışı eli (seni) yakar, içi beni: "Dıştan görünüşü, herkesi imrendirecek kadar güzel ama içyüzü elverişsiz, kötü, sahibini üzücü" anlamında kullanılır. "Ah bir bilseler işin iç yüzünü, dışı eli yakar, içi beni."

Diken üstünde oturmak: Bir yerde tedirginlik duymak, heran kalkmak durumunu belirtir olmak, huzursuz olmak. "İnan, diken üstünde oturuyorum şurada."

Dikine gitmek: İnatçılık etmek, bildiğini yapmaya çalışmak, kimsenin uyarısına kulak asmamak. "Biraz daha dikine giderse başına büyük bir belâ gelecek bu çocuğun."

Dikiş tutturamamak: Bir yerde, bir işte bir sebepten ötürü başarı sağlayamayıp uzun süre kalmamak. "Bir şeyde dikiş tutturamadı, şimdi boşta gezip duruyor."

Dikiz etmek: Bir yeri, olayı, birinin hareketlerini gizlice ve gözünü ayırmadan dikkatlice izlemek.

Dilden dile dolaşmak: Her yerde, pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak. "Ata sözleri dilden dile dolaşarak günümüze kadar geldi."

Dil dökmek: Kandırmak, inandırmak ya da yararlanmak için tatlı sözler söylemek. "Peşine düşen çocuğu ne kadar dil döktüyse de evde kalmaya razı edemedi."

Dil ebesi: Çok fazla ve esprili konuşan. "Dil ebesi bir adam o, sen onunla başa çıkamazsın."

Dile (dillere) düşmek: Hakkında dedikodu yapılmak. "Allah kimseyi dile düşürmesin, kadıncağız sokağa çıkamaz oldu."

Dile gelmek: 1. Konuşma yeteneği yokken konuşmak, dillenmek. 2. Dile düşmek. "Dile geldi dağlar, avuttu onu!"

Dile getirmek: 1. Bir meseleyi belirtmek, ortaya atmak, anlatmak, açıklamak. 2. Birini konuşturmak. "Hiç umulmadık bir anda konuyu dile getirdi, hepimizin anlamasını sağladı."

Dile kolay: Söylenmesi kolay ama yapılması ortaya konması ya da katlanılması çok güç ."Evet, dile kolay, haydi yap da görelim."

Dili açılmak: Herhangi bir sebepten dolayı konuşamayan kimse, birden konuşmaya başlamış olmak. "Dili açıldı çok şükür!"

Dili dolaşmak: Heyecan, korku ya da bir hastalık sebebiyle söyleyeceğini şaşırmak, karıştırmak, açık olarak ifade edememek. "Babasını aniden karşısında görünce dili dolaştı, kekelemeye başladı."

Dili dönmemek: 1. Bir sözü doğru ve düzgün söylemeyi becerememek, yanlışsız konuşamamak. 2. Amacını iyi anlatamamak. "İnşaallah dilim dönmeden meseleyi anlatır da kurtulurum ondan."

Dilinden kurtulamamak:Yaptığı bir kabahatten ötürü sürekli olarak, bir kimsenin sitem, eleştiri ve sataşmalarına uğramak. "Ne yapmalıyım da dilinden kurtulmalıyım onun?"

Dilinde tüy bitmek: Sık sık söylemekten bıkmak, usanmak. "Size söyleye söyleye dilimde tüy bitti."

Diline dolamak: 1. Bir kimsenin dedikodusunu yapmak, kötü tarafını her yerde söylemek. 2. Bir şeyi her fırsatta söyler olmak.

Dilinin altında bir şey olmak: Bir kimsenin sözlerinden açıkça söylemediği bir şeyler olduğu anlaşılmak. "Dilinin altında bir şey olduğunu biliyorum ama bir türlü söyletemiyorum."

Dilinin ucuna gelmek:  1. Tam söyleyecekken vazgeçip söylememek. 2. Hatırladığı şeyi söyleyecekken yine unutuvermek. "Dilinin ucuna geldi ama utandığı için söyleye-medi."

Dilini tutmak: Sonunu düşünerek gelişigüzel konuşmaktan sakınmak, ölçülü konuşmak, rast gele konuşmamak. "Dilini tutmasını bilmeyenlerin başına neler geldi-ğini sana söylemediler mi?"

Dilini yutmak: Büyük bir korku, şaşkınlık ya da sevinç karşısında konuşamaz hâle gelmek. "Korkudan neredeyse dilini yutacaktı."

Dilin kemiği yok ya!: 1. Önceden söylediği sözü başka biçimlere sokarak inkâr etmek. 2. İnsan konuşurken bazı hatalar yapabilir, doğru ve yanlış her şeyi söyleyebilir.

Dili olsa da söylese: "Cansız nesneler, hayvanlar konuşabilseler, bazı olaylara tanıklık edebilseler ne iyi olurdu" anlamında kullanılır.

Dili tutulmak: Herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyemez duruma gelmek. "Sevinçten dili tutuldu bizim kızın."

Dili uzun:  İncitici, kırıcı sözler söyleyen, saygısız kimse. "O uzun dilini bana kestirmeden çek içeri!"

Dili varmamak: Bir sözü söylemeye gönlü razı olmamak. "Sana git demeye dilim varır mı sanıyorsun?"

Dillerde dolaşmak: Her yerde kendisinden, ondan söz edilmek. "Cephede gösterdiği yararlılıklardan sonra adı dillerde dolaşır oldu."

Dillere destan olmak: Bir olay veya nitelik halk arasında yayılmak. "Ona öyle bir oyun oynayacağım ki dillere destan olacak!"

Diline pelesenk etmek: Bir sözü her zaman, yerli yersiz tekrarlamak. "Şey sözünü diline pelesenk etmişsin, her cümlenin başında kullanıyorsun."

Dil uzatmak :Bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek. "Ben öğretmenime dil uzattıracak adam değilim."

Dil yarası: Acı, ağır ve kötü sözün gönülde bıraktığı kırgınlık. "Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez demişler."

Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak: Daha iyisini elde etmek uğruna çalışırken elindekilerini de yitirmek. "Gel şu işten vazgeç, Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan da olma."

Dinden imandan çıkmak: Çok sinirlenmek, öfkelenmek, kızgınlık duymak. "İnsanı dinden imandan çıkarıyorsun, yapma şu hareketleri!"

Dinden imandan olmak: Dinî inancını yitirmek, mürtet olmak.

Dini bir uğruna: Müslümanlık davası yoluna (iş yapmak).

Dini bütün: Dinin emirlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan, inancı sağlam olan, dinine çok bağlı ."Her Müslüman dini bütün olmak zorundadır."

Dipsiz kile boş ambar:Para, mal tutamayanın durumunu ya da verimsiz, sonuçsuz bir işi anlatmak için kullanılır. "Memurların işi tam anlamıyla dipsiz kile boş ambar, sıfıra sıfır elde var sıfır."

Dirlik düzenlik: Bir arada yaşayan, çalışan kimseler arasında iyi geçim, güven, sevgi ve anlaşma hâli. "Bir aileye önce dirlik ve düzenlik gereklidir."

Dirsek çevirmek:Daha önce birlikte iş yaptığı, anlaştığı kimseden, artık ihtiyaç duymadığı için yüz çevirmek; bir kimseyi kendinden uzaklaştıracak davranışlarda bulunmak. "Onun da dirsek çevireceğini hiç beklemezdim."

Dirsek çürütmek: Okumak, öğrenim görmek için uzun yıllar çalışmak. "Desene boşuna dirsek çürütmüşsün."

Diş bilemek: Öç almak, kötülük yapmak için fırsat kollamak; öfkesini gösterir durum almak. "Bana diş bilediği bakışlarından belli."

Dişe dokunur: Hatırı sayılır, işe yarar, belirtilmeye değer, önemli. "Dişe dokunur bir iş yapmışsın, aferin çocuğum."

Diş geçirememek: Etkisiz kalmak, güç yetirememek, hükmünü yürütüp sözünü dinletememek. "Bir çocuğa diş geçiremiyorsun, ne biçim annesin sen!"

Diş gıcırdatmak: Kızgınlığını, öfkesini kimi davranışlarıyla belli etmek. "Dediğini yaptıramayınca dişlerini gıcırdatmaya başladı."

Diş göstermek: Güçlü olduğunu, kendine güvendiğini, saldırabileceğini davranışlarıyla belli etmek; tehdit etmek. "Biraz diş göstersen hemen yola geleceklerdir."

Dişinden tırnağından artırmak: Yiyeceğinden, içeceğinden vb. ihtiyaçlarından keserek zorla biriktirmek. "Seni, dişimden tırnağımdan artırdığım parayla okuttum!"

Dişine göre: Yapabileceği, gücünün yeteceği, becerebileceği, uygun bir durumda. "Tam da dişime göre, onu yenebilirim."

Dişini sıkmak: Darlığa, sıkıntıya dayanmak; her türlü zorluğa katlanmak. "Biraz daha dişini sıkmalısın, inşallah yakında rahata kavuşacağız."

Dişini tırnağına takmak: Çok büyük zorluklara, sıkıntılara, darlıklara katlanarak bütün gücünü kullanıp çalışmak. "Biz bu evi dişimizi tırnağımıza takarak yaptık, yıkmalarına izin vermeyeceğim!"

Diş kirası: 1. Eskiden sarayda ya da konaklarda zenginlerin iftara çağırdıkları yoksullara verdikleri armağan veya para. 2. Harcadığı emek dışında bir kimsenin fazladan sağladığı çıkar.

Dişinin kovuğuna bile gitmemek: Çok az gelmek (yiyecekler için). "Açlıktan kırılıyorduk, önümüzdeki yiyecekler dişimizin kovuğuna bile gitmeyecek kadardı."

Diz boyu: Dize kadar (yükseklik veya alçaklık için). "Çukuru diz boyu kazmışlardı."

Diz çökmek:1. Dizini yere koyarak oturmak. 2. Teslim olmak. "Düşman askerleri önümüzde diz çökmüşlerdi."

Dize gelmek: Teslim olmak, boyun eğmek, yenilmek, güçlünün buyruğunu kabullenmek. "Bizim kitabımızda dize gelmek yoktur!"

Dize getirmek: Kendisine karşı geleni alt ederek buyruğunu dinler duruma getirmek, boyun eğdirmek. "İki saatte düşmanı dize getirebiliriz."

Dizgini (dizginleri) ele almak: Yönetimi ele geçirmek, işi kendisi yönetmeye başlamak. "Dizginleri ele almazsak fabrika kargaşa içinde boğulup kalacak, üretim yapılamayacak."

Dizginleri salıvermek: Başıboş bırakmak, sıkı tuttuğu yönetimi gevşetmek. "Yönetim, dizginleri salıverince insanlar rahat bir nefes aldılar."

Dizini dövmek: Çok pişman olmak. "Çocuklarını küçük yaşta eğitmezsen sonradan dizini döversin."

Dizinin (dizlerinin) bağı çözülmek: Korkudan, heyecandan, yorgunluktan ayakta duramayacak hâle gelmek. "Yokuşu çıktım ama dizlerimin de bağı çözüldü."

Dizlerine kapanmak: Yalvarmak, kendini küçük düşürecek kadar çok yalvarmak, başını dizlerinin üzerine koymak. "Göreceksin, günün birinde dizlerine kapanacak babasının."

Dobra dobra söylemek: Hiçbir şeyden çekinmeden, sözü eğip bükmeden, dosdoğru, açık açık konuşmak. "Dobra dobra konuşan insanları severim."

Doğmamış çocuğa don biçmek: Henüz ele geçmemiş bir şey, gerçekleşmesi kesin olarak bilinmeyen bir durum için hazırlık yapmak.

Dokuz doğurmak: 1. Bir işi güçlükle ve sıkıntı içinde sonuca ulaştırmak. 2. Merakla, heyecanla, sabırsızlıkla, sıkıntı çekerek beklemek. "İşe geç kalmıştı, yeni araba gelinceye kadar dokuz doğurdu."

Dokuz köyden kovulmuş: Geçimsizliği, hatalı davranışları yüzünden birçok yerden atılmış kimse.

Dolap çevirmek: Hile, düzen ve dalavere ile iş yapmak. "Yine ne dolap çeviriyor acaba?"

Dolma yutmak: Kanıp aldanmak. "Ona dolma yutturacağını hiç sanmam!"

Dolu dizgin: 1. Son hızla (süvari ve at arabası için). 2. Önüne geçilemeyecek biçimde, çok fazla olarak. "Kinlerimizi dolu dizgin salıverdik düşmanın üstüne."

Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: İçinden çıkılamayan güç bir durum karşısında söylenir. "Her yolu denedim, çözüm yolu bulamadım" anlamına gelir.

Domuzdan kıl çekmek: Sevilmeyen, eli sıkı olan, cimri bir kimseden bir şey alabilmek. "Domuzdan bir kıl koparmak kârdır."

Don gömlek: Çıplak, üzerinde sadece don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuş hâlde. "Adamı, don gömlek kalacak kadar soydular."

Dostlar alışverişte görsün: Gösteriş olsun; amaç iş yapıyor görünmek, iş yapmak değil. "Güya çalışıyor, dostlar alışverişte görsün!"

Dökülüp saçılmak: 1. Bir şey uğruna fazla para harcamak, masraf etmek. 2. Soyunmak, çok açık giyinmek. "Düğün yapıyorum diye sakın dökülüp saçılma, yoksa kendini toplayamazsın."

Dört ayak üstüne düşmek: Tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak. "Nasıl oluyor da, bu adam hep dört ayak üstüne düşüyor?"

Dört başı mamur: Her yanı bakımlı, elverişli, güzel, tam istenildiği gibi. "Alırsam dört başı mamur bir ev alacağım."

Dört dönmek: Bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içinde sağa sola koşmak, çare aramak. "Kadıncağız haberi alır almaz odanın içinde dört dönmeye başladı."

Dört elle sarılmak: Yapacağı işe büyük bir önem verip özen göstererek girişmek. "Başarılı olmak mı istiyorsun, dört elle sarıl işine!"

Dört gözle beklemek: Özleyerek, çok isteyerek, büyük bir sabırsızlıkla beklemek. "Annemin yolunu dört gözle beklemeye başladım."

Dudak bükmek: Umursamamak, beğenmemek, küçümsemek. "Yeni alınan elbiseye şöyle bir dudak büküp geçti."

Dudak ısırmak: Hayret etmek, şaşırmak. "Beni karşısında görünce dudağını ısıracak eminim."

Dudak ısırtmak: 1. Hayran bırakmak. 2. Şaşkınlığa, hayrete düşürmek. "Yazdığı son kitabıyla dudak ısırttı herkese."

Duman attırmak: Geride bırakmak, zor duruma düşürmek, birini yıldırmak. "Silâhını çeken komutan etrafa duman attırmaya başladı."

Duman etmek: Bozmak, ortalığı dağıtmak, yok etmek; yenmek, birine karşı başarı sağlamak. "Askerler ortalığı toz duman ettiler."

Dumanı üstünde: 1. Çok taze (sebze ve meyve için). 2. Çok yeni, üzerinden zaman geçmemiş."Şu elmalara bak, daha dumanı üstünde bunların."

Duman olmak: 1. Ortadan kaybolmak. 2. Durumu, düzeni, işi bozulmak. Kötü olmak. "Çabuk duman ol buradan, gözüm görmesin seni!"

Durduğu yerde: 1. Hiç gereği yokken. 2. Kolaylıkla, hiç emek ve çaba harcamadan."Adam durduğu yerde para kazanıyor, anlamadım bu işi!"

Durup dinlenmeden: Sürekli olarak, ara vermeden, arka arkaya. "Yıllar yılı durup dinlenmeden çalıştım sizin için."

Durup dururken: 1. Birden bire, ansızın. 2. Hiç gereği veya sebebi yokken. "Durup dururken bir tokat attı arkadaşına."

Dut yemiş bülbüle dönmek: Susmak; konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirmek; sesi çıkmaz olmak. "Onu dut yemiş bülbüle döndürmezsem bana da Hasan demesinler!"

Düğüm noktası: Bir meselenin sonuçlandırılması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması gereken en güç yanı. "Biz işin daha düğüm noktasını tespit etmiş değiliz ki!"

Düğün bayram etmek: Çok sevinç duymak, topluca neşeli bir duruma kavuşmak. "Ağabeyim savaştan sağ salim dönünce ailece bayram ettik."

Düğün evi gibi: Çok kalabalık ve telâşlı görülen yer. "Hayrola, dün akşam sizin sokak düğün evi gibiymiş!"

Dümen çevirmek: Düzen kurup, hileli iş yapmak. "Yine ne dümen çeviriyorsunuz siz?"

Dümen kırmak: Yön değiştirmek.

Dümen suyunda gitmek: Birine bağımlı olmak, birinin tuttuğu yolu izlemek, hemen her şeyde ona uyarak onun istediğini yapmak. "Başkasının dümen suyundan gidenler kişiliklerini bulamazlar."

Dünkü çocuk: Deneyimi az, toy acemi. "Dünkü çocukların aklına ihtiyacım yok benim."

Dünya başına yıkılmak: Dara düşmek, felâkete uğramak, umutlarını yitirmek, çok üzülüp acı çekmek. "Trafik kazasında kocasını ve iki çocuğunu kaybeden kadının dünyası başına yıkılmıştı."

Dünya bir araya gelse: "Bütün insanlar engel olmaya kalksa bile, asla, hiçbir zaman, kim ne derse desin" anlamında, yine bildiğini yapma durumu için kullanılır. "Dünya bir araya gelse de ben o adamla barışmam."

Dünyadan elini eteğini çekmek: Bir kenara çekilip toplum ile ilişkisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmaz olmak, daha çok ibadetle meşgul olmak ve dünya işleriyle ilgilenmez olmak. "Bizim komşu her nedense dünyadan elini eteğini çekti, görünmez oldu sanki."

Dünyadan haberi olmamak: Çevresinden, çağından ve çağının getirdiklerinden, zamanında yaşanan hayattan haberli olmamak. "Sen dünyadan haberi olmayan bir adamsın, ne anlarsın bu işten, lütfen karışma!"

Dünya gözü ile: Ölmeden önce, yaşarken. "Dünya gözü ile Almanya`daki kardeşimi bir daha görsem."

Dünyalar onun olmak: Oldukça çok sevinmek. "Babası istediği oyuncağı getirince dünyalar onun oldu sanki."

Dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak: Dünyada insanın başına neler gelebileceğini öğrenmek, zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak. "Elbet sen de bir gün dünyanın kaç bucak olduğunu anlayacaksın."

Dünyanın öbür ucu:Çok uzak yer. "Ali de dünyanın öbür ucunda oturuyor."

Dünya yıkılsa umurunda değil: Hiçbir şeyle ilgilenmemek, umursuz olmak, sorumluluk duymamak. "Sakın `dünya yıkılsa umurumda değil` deme bana."

Dünyayı toz pembe görmek: İyimser olmak, üzücü durumlara bile iyi gözle bakmak. "Bırak artık şu dünyayı toz pembe görmeyi, aç gözlerini!"

Düşe kalka: 1. İşi kimi zaman iyi, kimi zaman kötü olarak güçlükle, uğraşa uğraşa (yapmak). 2. Biriyle yakın ilişki kurarak."Sokak serserileriyle düşe kalka iyice bozuldu, sapıttı."

Düşeş atmak: Umulmadık bir başarı kazanmak. "Düşeş attı bizim oğlan, şimdi yanına da yaklaştırmaz kimseyi."

Düşman çatlatmak: Nisbet yapmak, iyi durum ve başarılarıyla düşmanı kızdırmak ve kıskandırmak. Düşman çatlatmakta da üstüne yok senin!"

Düşman kesilmek: Düşman olmak, düşman gibi görünüp tavır almak. "Yalnız benim değil, bütün ailenin düşmanı kesilmişti."

Düşünüp taşınmak: Bir meseleyi enine boyuna tartmak, konuyu bütün yönleriyle incelemek, iyice düşünüp ona göre davranmak. "Acele etme, düşünüp taşın öyle karar ver."

Düşüp kalkmak:1. Yakın arkadaşlık etmek. 2. Yasa ve gelenek dışı kadın ve erkekle birlikte yaşamak veya sık sık bir araya gelmek. "Seni bu hâle getirenler düşüp kalktığın arkadaşlarındır.  Hâlâ anlamadın mı?"

Düttürü Leylâ: Gülünç, tuhaf, daracık ve kısacık giyinmiş kadın. "Sana hiç yakışmamış, düttürü Leylâ gibi olmuşsun."

  

E

Ecel aman verirse: Ölmezsem, ömür yeterse. "Ecel aman verirse torunumu da görürüm."

Ecel teri dökmek: Çok korkmak, heyecan içinde bulunup terlemek, korku ve bunalım içinde olmak. "Köprüden geçerken ecel terleri döktüler."

Eceli gelmek:Ölmek, sonu gelmek, yok oluş vakti gelmek. "Herkesin eceli gelecek ve bu dünyadan göçecek."

Eceline susamak: Ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek. "Bırak o silâhı elinden, eceline mi susadın sen?"

Eciş bücüş: Çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir biçim almış bulunan. "Eciş bücüş bir yazıyla karşılaşınca şaşırdı."

Edebiyat yapmak: Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek. "Edebiyat yapmaya amma da meraklı bir insanmış."

Efkâr dağıtmak: Sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye çalışmak. "Sahile efkâr dağıtmak için inmiş olmalı."

Eğri (gözle) bakmak: Kötü düşünce besleyerek bakmak. "O, hiç kimseye eğri gözle bakmazdı."

Ekmeğinden etmek: İşinden çıkarmak veya atmak. "Adamı durup dururken ekmeğinden ettiler."

Ekmeğine yağ sürmek: Birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin işine yarayacak biçimde hareket etmek. "O işi bana vermemekle yabancıların ekmeğine yağ sürdün sen."

Ekmeğini kazanmak: Geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak parayı kazanmak. "Kaygılanma, ekmeğini kazanmasını bilir o."

Ekmeğini taştan çıkarmak: En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak becerilikte olmak, her türlü işi yapmak. "Ekmeğini taştan çıkaran insanların arasına katılmakta gecikmedi."

Ekmek elden su gölden:  Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.

Ekmek kapısı:  Çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri.  "O dükkân benim ekmek kapım, asla satmam, satamam onu!"

Ekmek parası: Kazanç, geçinmek için kazanılan para. "Ekmek parası kolay kolay kazanılmıyor."

Eksik gedik: Ufak tefek ihtiyaçlar. "İkramiye ile eksiği gediği kapadılar."

Ekşi yüz: Somurtkan, asık yüz. "Onun ekşi yüz göstermeye hakkı yoktu."

El açmak: 1. Dilenmek. 2. Başkasının yardımını almak için yalvarmak. "İhtiyarlayıp da el açacağı hiç aklına gelmemişti."

El altından:Kimsenin haberi olmadan, gizlice. "Parayı el altından verdi."

El atmak: 1. Bir işe girişmek. 2. Birisinin işine karışmak. "Üstüne vazife olmayan işe el atma sakın!.."

El ayak çekilmek: Ortalıkta kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek. "Bu iş ancak el ayak çekildikten sonra yapılır."

El basmak: Yemin etmek, kutsal bir şey üzerine el koyarak ant içmek. "Kur`ân`a el basarım ki bu işi ben yapmadım."

El çabukluğu: 1. Bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2. Hilesini kimseye sezdirmeyecek biçimde yapabilme. "Adamın cebinden el çabukluğu ile cüzdanı çekiverdi."

Elde avuçta bir şey kalmamak: Parasını, malını, tüm varlığını harcayıp bitirmiş olmak. "Elde avuçta bir şey kalmayınca ne yapacağını şaşırdı."

Elde etmek: 1. Bir şeye sahip olmak. 2. Bir kimseyi kendi yanına çekmek. "Onun gibi dürüstleri elde edemezsin, boşuna uğraşma."

Elde kalmak: 1. Bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2. Harcanandan arta kalmış olmak."Şu kasadaki üzümler elde kaldı."

Elden ayaktan düşmek (veya kesilmek) : Yaşlılık, hastalık sebebiyle iş yapamaz, yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek. "Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin."

Elden çıkmak: Malı olmaktan çıkmak. "O arsa elden çıktığı için üzüldüm."

Elden düşme: Az kullanılmış. "Elden düşme bir araba aldı."

Elden ele dolaşmak: Pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir çok sahip eline geçmek. "Elden ele dolaşan atı nihayet geri almayı başardı."

Elden geçirmek: Eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek için pek çok şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek. "Yaptığın işi bir daha elden geçir."

Elden gitmek: Bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak. "Bütün mal mülk bir hiç uğruna elden gitti."

Ele almak:1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamış olmak. 2. İncelemek, araştırmak veya tenkit etmek. "Konuyu yeni baştan bir daha ele alalım."

Ele avuca sığmamak: 1. Şımarık davranmak. 2. Söz dinlememek, kural tanımamak, zapt edilememek. "Sen ne ele avuca sığmaz bir çocukmuşsun meğer."

Ele geçirmek: Sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak. "Şu toprak parçasını da ele geçirdik mi işimiz tamam demektir."

El elde baş başta: 1. Masrafla para birbirine denk geldi. 2. Yapılan işin sonunda ne kâr ne de zarar edildi. "Alışverişten el elde baş başta döndü."

Elekten geçirmek: Titizlikle seçmek; iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayırmak. "Şu dosyayı bir daha elekten geçirin."

El ele vermek: Güçleri birleştirip işbirliği yapmak, yardımlaşmak. "Bu yolu ancak el ele verirsek yapabiliriz."

El emeği: 1. Elle yapılan işe harcanan emek. 2. Elle yapılan çalışmanın karşılığı. "El emeğinin karşılığı değildir bu para."

Ele vermek: Bulunduğu yeri haber vererek suçluyu yakalatmak. "Katili ele vermeyi kafasına koyarak sokağa çıktı."

Eli açık: Cömert, çok para harcayan, sakınmadan para verebilen. "Eli açık olan insanları severim."

Eli ağır: 1. Oldukça yavaş iş yapan. 2. Vurunca çok acıtan. "Eli o kadar ağırmış ki enseme gülle düştü sandım."

Eli altında olmak: 1. İstediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak. 2. Buyruğunda olmak. "İyi bir usta, araç ve gereçlerinin elinin altında olmasını ister."

Eli ayağı buz kesilmek: 1. Korku, heyecan ve üzüntüden ne yapacağını bilemez duruma gelmek, donup kalmak. 2. Çok üşümek. "Haydi elimiz ayağımız buz kesmeden girelim içeri."

Eli ayağı tutmak: İş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var olmak. "Çok şükür şimdilik elimiz ayağımız tutuyor."

Eli bayraklı: Kavgacı, şirret, edepsiz. "Onun eli bayraklı bir kadın olduğunu daha yeni anladınız."

Eli bol: Cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası olan. "Duyduğumuza göre Hasan Çavuş eli bol bir insanmış."

Eli boş dönmek: Umduğunu alamadan geri dönmek. "Eli boş döneceği hiç aklıma gelmezdi."

Eli böğründe kalmak:Çaresiz kalmak, bir şey yapamaz duruma gelmek, başarısızlığa uğramak. "Tek hayvanın öldüğünü görünce eli böğründe kaldı."

Eli cebine gitmemek (veya varmamak): Cimri olmak, para harcamaya kıyamamak. "Ondan da yardım istediler, ancak eli cebine bir türlü gitmedi, arkasını dönüp uzaklaştı."

Eli çabuk: Süratli iş gören. "Eli çabuk adamlara ihtiyacımız var."

Eli darda: Geçimi için para sıkıntısı çeken. "Eli darda insanlara yardım etmek insanlık borcudur."

Eli değmemek: Bir işi yapmaya zaman bulamamak. "Odanı temizlemeye elim değmiyor."

Elifi görse mertek sanır: Cahil, okuması yazması yoktur. "Ona mı akıl danışıyorsun, elifi görse mertek sanır o. "

Eli hafif: İncitmeden, can yakmadan iş gören. "İğneyi Hatice hemşireye vurdurun eli hafiftir onun."

Eli kalem tutmak: 1. Yazı yazmayı bilmek. 2. Düşüncelerini derli toplu güzel bir ifade ile yazabilmek. "Elin kalem tutmaz mı senin?"

Elinden iş çıkmamakÇabuk iş yapamamak. "Bırakın onu, elinden iş çıkmaz birine ihtiyacımız yok."

Elinden tutmak: 1. Destek olmak, ilerlemesi için yardımda bulunmak. 2. Yürümesine, kalkmasına, inmesine, çıkmasına yardım etmek. "Hayatım boyunca elimden tutan olmadı."

Eline düşmek: 1. Birine muhtaç olmak. 2. Yakalanmak. 3. Düşmanın ya da kendisine hıncı bulunan birinin hâkimiyetinde kalmak. "Düşmanın eline düşmemek için bir yol bulmalıyız."

Eline su dökemez: Sözü edilen kişi, değerce ondan çok geride. "Sen hamur açmakta Fatma`nın eline su dökemezsin."

Elini çabuk tutmak: Hızlı davranmak, acele etmek. "Elimizi çabuk tutup şu kömürü yağmura yakalanmadan taşıyalım."

Elini kana bulamak: Birini öldürmek veya yaralamak. "Zavallı çocuk, boş yere elini kana buladı."

Elini kolunu sallaya sallaya gelmek: Bir işten sonuç almaksızın dönmek, gelirken hiçbir armağan getirmemek.

Elini kolunu sallaya sallaya gezmek: Pervasızca, çekinmeden, kimseden korkmadan dolaşmak. "Bunca ağır suç işlemesine rağmen elini kolunu sallaya sallaya gezmesi şaşılacak şey doğrusu."

Elinin hamuruyla erkek işine karışmak: Anlamadığı, bilmediği, beceremediği işleri yapmaya kalkışmak (kadınlar için).

Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: Çok nazlı olmak, evde hiçbir iş yapmamak, zor işlerden kaçınmak. "Ne kadınmış o da, elini sıcak sudan soğuk suya soktuğunu görmedim daha!"

Eli sıkı: Kolay para harcamayan, cimri, çok tutumlu. "Bu kadar eli sıkı bir adam olmak zorunda değilsin."

Eli uzun: Hırsız, fırsat buldukça bir şeyler aşırmaktan geri kalmayan.

Eli varmamak: Bir işi yapmaya gönlü razı olmamak. "Bulaşıkları yıkamaya bir türlü elim varmıyor."

Eli yatmak: Bir işe eli alışkın olmak, bir işi yapabilecek el becerisi bulunmak.

Eliyle koymuş gibi bulmak: Aradığı şeyi söylenen yerde çok kolay bulmak. "Onca şeyin arasında küçücük düğmeyi eliyle koymuş gibi buluverdi."

El kadar: Küçük, küçücük. "El kadar çocuk işime karışamaz benim."

El kaldırmak: 1. Kendisinden büyüğe vurmak için elini kaldırmak. 2. Bir şey söylemek istediğini, oy verdiğini elini kaldırarak belirtmek. "Sen ne cüretle babana el kaldırırsın!"

El kapısı: 1. Bir kızın gelin gittiği ev. 2. Yabancıların memleketi, evi, yurdu. Yıllarca el kapılarında çalıştım durdum."

El koymak: 1. Bir meselenin yetkili organlarca incelenmeye başlaması. 2. Buyruğu altına almak, hükümetçe uygun görülen mal, arazi ve kuruluşa hâkim olmak. "Hükümetin el koyduğu arazi burdan başlıyor."

Elle tutulur gözle görülür:Çok belirgin, çok açık.                                                                                                                                                                             

El oğlu: 1. Yabancı. 2. Damat. "El oğluna güvenme sakın!"

El sürmemek: 1. Dokunmamak, hiç değmemek. 2. Yapımına başlamamak. "İşe el sürmeye vakit bulamadım daha."

El uzatmak: 1. Birine yardım etmek. 2. Dokunmaya, almaya çalışmak. "O bizim bir yakınımız, ona elimizi uzatmalıyız hemen."

El üstünde tutulmak: Çok değer verilip sevilmek, kendisine büyük ölçüde saygı gösterilmek."Dedem ailemizde el üstünde tutulurdu."

El yordamıyla: Tahminlerine, sezgilerine dayanıp elle yoklayarak. "El yordamıyla kibrit kutusunu buldum."

Emeği geçmek: Bir şeyin yapılmasında kendisinin de katkısı bulunmak. "Şu caminin yapımında kimlerin emeği geçmedi ki."

Emek vermek: Bir şeyin meydana gelmesi için özenle ve çok çalışmak. "İyi bir sonuç mu almak istiyorsun? Emek ver, gayret et."

Emir kulu: Kendisine emredilen işi yapmak zorunda olan kimse. "Emir kulu olmak o kadar da kolay değil."

Eninde sonunda: Nihayet, en sonunda. "Eninde sonunda onu bulacağım."

Enine boyuna: 1-Her yönü ile, eksiksiz, bütün ihtimalleri göz önünde tutarak. 2. İri yarı, gösterişli (adam). "Şu meseleyi enine boyuna bir kez daha düşünelim."

Ensesi kalın: Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek (kimse). "Neden şu ensesi kalın adamlardan yardım istemiyorsunuz."

Ensesinde boza pişirmek: Sıkıştırıp tedirgin etmek, eziyet etmek. "İşlerin yavaş gittiğini gören patron işçilerin ensesinde boza pişirmeye başladı."

Ensesine yapışmak: Yakalamak. "Bir hamlede ensesine yapıştı çocuğun."

Ense yapmak: Yemek, içmek ve keyfine bakmak, hiç bir iş yapmamak. “Ense yapmayı bırak da biraz işle ilgilen."

Er geç:Ne zaman olsa, mutlaka. "Er geç onu bulacağım."

Esamisi okunmamak: Adı anılmamak, değer verilmemek. "Onun buralarda hiç esamisi okunmaz."

Es geçmek: Dikkate almamak, sözleri arasında o konuya dokunmamak. Borç meselesini es geçmesine fırsat vermeyin."

Esip savurmak: Bağırıp çağırmak, öfke ile atıp tutmak. "Davet edilmediğini öğrenince esip savurmaya başladı."

Eski çamlar bardak oldu: Devir değişti, eski durumların, tutumların bir önemi kalmadı.

Eski defterleri karıştırmak: Eski olayları, işleri bir çıkar umuduyla tekrar ele almak, yeniden gündeme getirmek. "Eski defterleri karıştırmayı bırak artık".

Eski hamam eski tas: Hiçbir şey değişmemiş, eski durumda kalmış. "Köy aynı, insanlar aynı, eski hamam eski tas."

Eski kafalı: Yeniliğe açık olmayan, yaşayış ve düşünce itibariyle eskiye bağlı. "Eski kafalı insanlar gittikçe azalıyor mu ne?"

Eski kurt: Tecrübeli, görmüş ve geçirmiş, mesleğini iyi bilen, hileyi ve düzeni deneyimi sayesinde hemen anlayan. "O da eski kurtlardandır."

Eski toprak:Yaşlılığına rağmen dinçliğini, dayanıklılığını hâlâ sürdüren, gücünü kaybetmemiş kimse. "Sen eski topraksın, bizim gibi birkaç genci daha cebinden çıkartırsın."

Eşeğini sağlam kazığa bağlamak: İşini güvenli kılacak önlemler almak. "Ne demişler:  Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah`a ısmarla."

Eşek kadar:Büyük, iri; aşırı derecede gelişmiş."Eşek kadar oldu ama hiç söz dinlemiyor."

Eşek sudan gelinceye kadar dövmek:  Adamakıllı, çok ve iyi dövmek. "Eğer aklını başına toplamazsan seni eşek sudan gelinceye kadar döveceğim, anladın mı?"

Eşek şakası: Ağır, hoşa gitmeyen, incitici, kaba şaka. "Ben eşek şakasından hiç hoşlanmam."

Eşiğine yüz sürmek: Bir isteğinin yerine getirilmesi için bir kimseye yalvarmak, önünde eğilmek. "İnsanların eşiğine yüz sürülmemesi gerekir."

Eşiğini aşındırmak: Bir işi yaptırmak, gördürmek için bir yere çok gidip gelmek. "Şu köy yolu için hükümet eşiğini aşındırıp durduk."

Eşref saat:1. İş görecek kimsenin uysal davranacağı, aksilik çıkarmayacağı zaman. 2. Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman. "İzin alabilmek için müdür beyin eşref saatini kollamaya başladı."

Eteği ayağına dolaşmak: Telâş, korku ve heyecandan yürüyüşünü ve yapacağı işi şaşırmak.

Eteğine yapışmak:1. Bir kimsenin manevî desteğini istemek. 2. Varlıklı, sözü geçer bir kimseden yardım ve himaye istemek. "Korkudan annesinin eteğine yapıştı."

Etekleri tutuşmak: Çok telâşlanmak, heyecanlanmak. "Babasını parkta göremeyince etekleri tutuşmaya başladı, yoksa gelmeyecek miydi?"

Etekleri zil çalmak:  Çok sevinmek, işler yolunda olmak. "Yazılı sınavı umduğundan iyi geçen Halit`in etekleri zil çalıyordu."

Etek öpmek: Yaltaklanmak, dalkavukluk etmek; birine yaranmak için katına çıkıp o kimsenin eteğini öpme davranışı içinde olmak."Bu makama etek öpe öpe çıktı soysuz herif."

Eti ne butu ne?: 1. İmkânları, parası az. 2. Çelimsiz, zayıf, küçük.  "Ona baskı yapma, zavallının eti ne butu ne?"

Eti senin kemiği benim:Çocuk velilerinin öğretmene ya da ustaya çocuğun eğitiminde kendine tam yetki verdiğini anlatmak için söylenir.

Et kafalı: Akılsız, anlayışı az, kavrayışı kıt olan.

Etliye sütlüye karışmamak:Kendini alâkadar etmeyen mese-lelerden, toplumu derinden etkileyen olaylardan uzak durmak, kaçınmak ve hiçbiriyle ilgilenmemek. "Kendine sahip çık, sakın etliye sütlüye karışayım deme oğlum."

Etrafında dört dönmek: İstediğini elde etmek amacıyla bir kimsenin, bir şeyin yanından ayrılmamak, ona aşırı ilgi göstermek. "Çocuklar Nasreddin Hoca`nın etrafında dört dönmeye başladılar."

Et tırnak olmak:Sıkı bir ilişkiye girmek, birbirinden kopmamak.

Ettiğini bulmak: Yaptığı bir kötülüğün cezasını görmek.

Ev açmak: Ayrı bir eve çıkmak, yerleşmek. "Evlendikleri günün ertesinde ev açmaya karar verdiler."

Evde kalmak: Yaşı ilerleyen kızın evlenememesi. "Evde kalmak korkusu zavallı kızı yiyip bitiriyordu."

Evdeki hesap çarşıya uymamak: Önceden tasarlanan, düşü-nülen bir iş umulduğu gibi gitmemek, başka bir yönde gelişmek. "O kadar uğraştık ama evdeki hesap çarşıya uymadı, bu paraya istediğimiz gibi bir ev bulamadık."

Evlât acısı gibi içine çökmek: Kaybettiği bir şey için çok üzülmek. "Bahçeye diktiği güllerinin dipten sökülüp atılması evlât acısı gibi içine çökmüştü."

Eyere de gelir semere de: Her işe uyar, her işe yarar, ince işler için de kaba işler için de kullanılabilir.

Eyüp sabrı: Peygamberlerden Hz. Eyyub` un başına gelen hastalığa sabredip, bundan dolayı şikâyet etmemesi; güçlük ve üzüntülere, hastalığa karşı sabretmesinden hareketle, en ağır ve sürekli üzüntülerden bile yakınmayanın büyük ve uzun sabrını anlatmak için kullanılır.

Eyvallah demek: 1. Razı olmak, kabul etmek. 2. Ayrılırken "Allah`a ısmarladık" anlamında kullanılır.

Eyvallah etmemek: Minnet altına girip boyun eğmemek. "Aç kaldı, susuz kaldı ama kimseye eyvallah etmedi."

Ezbere iş görmek: İncelemeden, özenmeden, gerekli olan bilgiyi almadan, gelişi güzel iş yapmak. "Ben sana ezbere iş görme demedim mi?"

Ezilip büzülmek: Güç bir duruma düştüğünü, utandığını, sıkıl-dığını davranışlarıyla belli etmek. "Hiçbir insanın karşımda ezilip büzülmesine tahammülüm yoktur."  

 

F

Faka basmak: Tuzağa düşmek, aldatılmak."Beni nasıl faka bas-tırdılar anlayamadım bir türlü!"

Fareler cirit oynamak: Bir yer ıssız olmak, kimseler bulunma-mak. "Koca köyde fareler cirit atıyordu."

Farkına varmak:Gözüne çarpmak, orada bulunduğunu anlamak, fark etmek. "O kalabalıkta senin farkına varacaklarını sanmıyorum."

Felce uğramak: 1. Bir işin tamamen bozulması, durup ilerleyemez olması. 2. Hastalık sebebiyle organlarının bir kısmı çalışamaz duruma gelmek, kötürüm olmak. "Yaptığımız işin felce uğramasından korkuyorum."

Feleğin çemberinden geçmek: Hayatta çok günler görmüş, acı tatlı olaylar yaşayıp tecrübe kazanmış, olgunlaşmış. "O ihtiyar mı? Feleğin çemberinden geçmiş biridir o."

Fellik fellik aramak: Telâşla, hemen her köşeye bakarak heyecanla aramak. "Bütün her yeri fellik fellik aradım ama bıçağı bulamadım."

Felsefe yapmak: Olayların sebep ve sonuçları üzerine kendince birtakım soyut düşünceler ileri sürmek.

Fena etmek: Kötü duruma düşürmek, işini bozmak, zor durumda bırakmak, dövmek. "Biraz daha konuşursan seni fena edeceğim."

Fener alayı: Bayram gecelerinde kalabalık halk topluluklarının, ellerinde fener veya meşalelerle şehri dolaşarak yaptıkları gösteri.

Feragat sahibi: Gönlü tok, özveri gösterebilen, fedakârlık yapabilen.

Fermanlı deli: Deli olduğu herkesçe bilinen, zır deli. "Halk bu ülkeyi fermanlı delilerin eline bırakmayacaktır."

Ferman dinlememek: Kural, yasa, söz dinlememek; hiçbir yerden buyruk almamak. "Âşığın gönlü ferman dinlemez oldu."

Fesat kumkuması: Tamamiyle kötülük düşünen, insanları birbirine düşürecek işler yapan, ortalığı karıştıran.

Fırıldak çevirmek: Düzen kurmak, hileli iş görmek. "Yine ne fırıldak çeviriyorsun sen?"

Fırsat düşkünü: Çıkar sağlamak, kötülük yapmak için fırsat kollayan kimse. "Fırsat düşkünü insanlardan nefret ederim."

Fikir almak: Birinin düşüncesinden yararlanmak."Fikir alınacak insanlar konularında ehil kişiler olmalı."

Fikir vermek: 1. Bir konuda düşüncesini bildirmek. 2. Bir konuda yol gösterici bilgi edinmek. "Nasıl yapmalıyım? Bana biraz fikir versenize."

Fikir yürütmek: Bir konu üzerinde kendi düşüncesini söylemek, tahminlerde bulunmak."Bu konuda fikir yürütmek işime gelmiyor."

Fincancı katırlarını ürkütmek:Zararı dokunacak bir kimsenin hoşuna gitmeyen bir davranışta bulunmak. "Kaymakamla konuşurken dikkatli ol, fincancı katırlarını ürkütme sakın!"

Fink atmak: Hiçbir şeye aldırmadan gönlünce gezip eğlenmek, şurada burada oynayıp zıplamak.

Fiskos etmek: Birilerinin bulunduğu bir yerde birkaç kişi gizlice ve alçak sesle konuşmak. "Utanmıyor musunuz bu kadar kişi içinde fiskos etmeye?"

Fitil olmak: 1. Çok içip sarhoş olmak. 2. Aşırı ölçüde kızmak. "Fitil oluyorum şu adamın hareketlerine!"

Fitne sokmak: İnsanları birbirine düşürecek, aralarını bozacak davranışta bulunmak, sözler sarf etmek.

Fiyat biçmek: Bir şeyin değerini belirlemek, para karşılığını tespit etmek. "Bu malın fiyatını biçmek o kadar kolay değil."

Fiyatı dondurmak: Fiyatın yükselmesini önlemek, fiyatların olduğu gibi kalmasını sağlamak. "Belediye et fiyatlarını dondurmaya yanaşmıyor."

Fiyat kırmak: Fiyatı birilerinin verdiğinden az vermek, fiyatı düşürmek. "Müteahhitlerden ikisi anlaşarak ihalede fiyat kırma yoluna gittiler."

Fol yok yumurta yok: Ortada (bir konu ile ilgili) hiçbir belirti olmadığı hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşmek. "Henüz ortada fol yok yumurta yok, sen adama para ödemeye kalkışıyorsun."

Fora etmek: Açmak, çözmek. "Bütün yelkenleri fora ettik."

Formül bulmak: Bir çözüm, işi çözümleyecek çıkar yol bulmak."Sabahtan beri bir formül bulmaya çalışıyorum, sense yatıyorsun!"

Forsu kalmamak: Sözü geçmez olmak; bir konuda saygınlığı, gücü kalmamak. "Adamları arasında da forsu kalmayacak onun."

Foyası meydana çıkmak: Yalanı, dolanı, hilesi, kötü niteliği, kusuru ortaya çıkmak. "Yakında onun da diğerleri gibi foyası meydana çıkacak."

Fukara babası: Yoksulları koruyup gözeten, onlara yardım elini uzatan, elden geldiğince yardım etmeyi seven kimse.

Funda demir etmek: Demir atma komutu vermek."Körfeze iyice girince kaptan funda demir edin dedi."

Fütur getirmemek: Bezginlik getirmemek, umutsuzluğa düşmemek. "Sakın fütur getirme, göreceksin başaracağız."

 


G

Gafil avlanmak: Hiç beklenmedik bir sırada yakalanmak, habersiz ve hazırlıksız olduğu sırada zor duruma düşürülmek. "Ben gafil avlanacak bir insan değildim ama oldu bir kere."

Gaflet basmak: Uykusu gelmek. "Siz konuşurken beni bir gaflet bastı ki hiç sorma, sizin konuştuklarınızı anladım diyemem."

Gam yememek: Kaygılanmamak, tasa etmemek, üzülmemek. "Seni bir kez daha gördüm ya, artık gam yemem."

Gani gönüllü: Cömert, eli bol, vermekten kaçınmayan."Gani gönüllü insanlara artık günümüzde pek rastlanmıyor.”

Gâvur etmek: Boşuna harcamak, işe yaramaz duruma getirmek, yerinde harcamamak. "Onca parayı bu eve verip gâvur etti."

Gâvur inadı: Yok edilemeyen, önüne geçilemeyen, yumuşatılamayan inat. "Adamın yine gâvur inadı tuttu, gelmem deyip duruyor."

Gazel okumak: 1. Gazel söylemek. 2. Kandırmak ve oyalamak için boş sözler söylemek. "Boşuna gazel okuma, kandıramazsın beni!"

Gece kuşu: Geceleri gezip dolaşan, bunu huy edinen kimse. "Bizim oğlan iyice gece kuşu oldu."

Geceyi gündüze katmak: Ara vermeden, devamlı çalışmak; büyük çaba göstermek. "Geceyi gündüze katıp çalıştık ve bu evi yaptık."

Geçer akçe: Herkesçe aranılan, beğenilen, değerli (şey). "Elimizdeki tek geçer akçemiz şu arabadır."

Geçimini sağlamak: Yaşamak için gerekli olanı elde etmek. "Geçimini sağlamak için hemen her yola başvurdu."

Geçmişini karıştırmak: Birinin ölmüşlerini yermek veya onlara sövmek.

Geçti Bor`un pazarı (sür eşeğini Niğde`ye): "İş işten geçti artık, fırsatı kaçırdın" anlamında kullanılır.

Gel gelelim:"Fakat, ama, ancak" ve "Ne çare ki.." anlamlarında kullanılır. "Gel gelelim onlara, daha teklifimizi kabul etmediler."

Gelip çatmak:Vakti gelmek, kaçınılmaz olmak, çok yakında olmak. "Ödeme gününün gelip çatacağını hiç düşünmedin mi?"

Gel keyfim gel: Bir durumdan duyulan memnunluk, işlerin yolunda gitmesi anlatılır.

Gel zaman git zaman:Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra. "Gel zaman git zaman bu ikisi beraberce yaptılar bu evi."

Gemi azıya almak: 1. Söz dinlemez olmak. 2. At, gemi azıları arasına alıp etkisiz bırakarak süvarisinin yönetiminden çıkmak ve kendi istediğince koşmak.

Geniş gönüllü: Heyecan ve telâş göstermeyen, merak etmeyen, olayları hoş karşılayan. "Geniş gönüllü olmak benim için o kadar kolay değil."

Geri basmak: Geri geri gitmek. "Heyecanlanınca geri basmaya başladı."

Geri çekilmek: 1. Kaçmak, bulunduğu yerden arka arkaya doğru gitmek. 2. Karıştığı bir işi sürdürmekten ya da sürdürenler arasında bulunmaktan vazgeçmek. "Düşmanın çokluğu karşısında geri çekilmekten başka çaremiz kalmamıştı."

Geri çevirmek: 1. İade etmek, geldiği yere göndermek, kabul etmemek. "Ona aldığım hediyeyi rüşvettir diye geri çevirdi."

Geri durmamak:Bir işe girmekten kaçınmamak, o işe girişmek. "Ona bu işi yapmaktan geri durmamasını söyle, sonunda başaracaktır."

Geri hizmet:1. Ordunun çeşitli gereksinimleri ile ilgili işlerin tümü. 2. Etkinliği ikinci dereceden sayılan, kolay görev. "Senin bu savaşta, geri hizmette bulunacağını söylediler bana."

Geri kafalı:Yenilikleri kabul etmeyen, bağnaz, kafası hurafelerle dolu.

Gıcık tutmak:Bir süre boğaz gıcıklanmasına yakalanmak, konuşamamak. "Gıcık tuttuğu için konuşmasını yarıda kesmek zorunda kaldı."

Gıcık vermek: 1. Birini kızdırıp sinirlendirmek. 2. Boğazı yakıp kaşındırarak öksürmeye yol açmak. "Gıcık veren bu tatlıyı yiyemiyorum."

Gık dememek:Hiç sesini çıkarmamak, yakınmamak, karşı çıkma-mak."Bütün hepsi üzerine yürüdü ama o gık demedi."

Gına gelmek: Usanmak, bıkmak."Bu işten gına geldi artık."

Gırla gitmek:1-Bol bol ortaya dökülüp harcanmak. 2. Uzun sürmek

Gırtlağına kadar borca girmek: Pek çok, ödenmesi zor olacak şekilde borçlanmak. "Nasıl gülerim, gırtlağıma kadar borca girdim."

Gırtlak gırtlağa gelmek: Kıyasıya dövüşmek ya da dövecek hâle gelmek. "Komşumla gırtlak gırtlağa gelecektik az kalsın."

Gidiş o gidiş: "Gitti ve kendisinden bir daha haber alınamadı" anlamında kullanılır.

Göbeği çatlamak: Birçok güçlükleri yenmek için çok uğraşmak, pek çok çaba sarf etmek. "Onu razı edeceğim diye göbeğim çatladı."

Göbek adı: Yeni doğan çocuğun göbeği kesilirken konulan ad. "Senin göbek adın nedir?"

Göğsü kabarmak: İftihar etmek, övünç duymak. "Senin başarılarınla göğsüm kabarıyor oğlum."

Göğüs geçirmek: Üzüntülü bir şekilde soluk almak, içini çekmek. "Eski hatıraları gözünde canlanınca derin derin göğüs geçirdi."

Göğüs germek:Bir zorluğa dayanmak, karşı koymak. "Bu güne birçok zorluklara göğüs gererek geldik."

Göklere çıkarmak: Aşırı ölçüde övmek. "Adamı bu basit iş için göklere çıkartıp şımarttıkça şımarttılar."

Gökten zembille mi indi?:"Ona niçin ayrıcalık gösteriliyor?", "Onun ne özelliği var ki ona özel imkânlar tanınıyor?" anlamında kul-lanılır.

Gölge düşürmek: Bir şeyin önemini ve değerini azaltacak, ününü düşürecek işler yapmak.

Gölge etmek: 1. Işığa engel olmak. 2. Bir işin yapılmasına engel olmaya çalışmak. "Gölge etme de şu işi zamanında yapayım."

Gölgesinden korkmak: Çok korkak olmak, en basit işlere bile girmekten korkar olmak."Gölgesinden korkan adamlarla hiçbir işe girilmez."

Gönlü bol: Yeterli imkânlardan mahrum olmasına rağmen eli açık davranan, cömert.

Gönlü kalmak:1. Gücenmek. 2. İstediği hâlde elde edemediği şey üzerinde isteği devam etmek. "Gönlüm o vitrindeki elbisede kaldı."

Gönlü kara: Başkaları hakkında kötü düşünen, onların iyiliğini istemeyen.

Gönülden geçirmek: Bir şeyi yapmayı düşünmek, olmasını istemek, o şeyi düşünür olmak. "Ben de o işi yapmayı gönlümden geçirmiştim."

Gönlünden kopmak: Birine iyilik yapma ya da bir şeyi verme isteği, içinde aniden doğuvermek. "Gönlünden kopanı vermek kadar güzel bir şey olamaz."

Gönlüne göre:  İsteğine uygun olarak, dilediğine göre. "Allah gönlüne göre verir inşallah."

Gönlü tok: Fazla para ve mal istemeyen, zorunlu ihtiyacı kadarı ile yetinen, imkânları az da olsa bunu hissettirmeyen, bu durumda dahi cömert olan. "Onun kadar gönlü tok bir adam görmedim.“

Gönül almak: 1. Sevindirmek, hoşnut ettirmek. 2. Kırılan, gücenen bir kimseyi güzel söz ve davranışlarla yeniden hoşnut etmek. "Daha fazla uzatmadan o çocukların gönlünü almalısın."

Gönülden çıkarmak:Anmaz ve sevmez olmak."Onu gönlünden çıkarmışsın anlaşılan."

Gönül eri: Açık yürekli, güvenilir, hoşgörüsü geniş, ehli dil (kimse). "O ihtiyar adam tam bir gönül eriydi."

Gönül kırmak (yıkmak): Birini çok üzecek, gücendirecek davranışta bulunmak. "Gönül kırmakta üstüne yoktur onun."

Gönüllü gönülsüz: Pek de istekli olmayarak.

Gönül okşamak: Birini hoş bir davranış ve sözle sevindirmek. "Gönlünü okşamak mı istiyorsun, bir gül uzat ona."

Gönül yapmak: Hoşa giden davranışlarla veya sözle birinin kırgınlığını gidermek.

Görüş açısı: Bir soruna yaklaşma, onu ele alma biçimi. "Dar bir görüş açısı ile sorunlar çözümlenemez."

Gövde gösterisi: Belli bir amaç için güçlerini birleştiren kalabalıkların yaptıkları gösteri. "...partisi büyük bir gövde gösterisi yaptı."

Göz açamamak: İşlerinin yoğun oluşu sebebiyle başka bir şeyle ilgilenme imkânı bulamamak. "Şu büronun işleri yüzünden göz açamıyorum."

Göz açıp kapayıncaya kadar:Çok çabuk, kısa bir zamanda."O işi göz açıp kapayıncaya kadar yaparız."

Göz açtırmamak: Baskı altında bulundurarak başka bir şeyle uğraşmasına fırsat vermemek. "Çalışan işçilere hiç göz açtırmadı."

Göz alıcı:Alımlı; şekli, rengi ve güzelliği ile dikkat çekici. "Oldukça göz alıcı bir elbise."

Göz atmak:Kısaca, dikkatli değil de şöyle bir bakıvermek; üzerinde fazla durmadan elden geçirmek. "Kütüphaneye şöyle bir göz atıp gitti."

Göz boyamak: Gösterişle aldatmak, bir şeyi iyi gibi göstermek, kandırmak, yanıltmak.

Göz bebeği: Pek değerli, sevgili, çok önem verilen (kimse). "Babam benim göz bebeğimdir."

Gözdağı vermek: Korkutmak, tehdit etmek, istediğini yaptırmak için yıldırmak. "Ona öyle bir gözdağı verin ki bir daha buralara ayak basmasın!"

Gözden çıkarmak: Bir malın elinden çıkmasına katlanmak, bir şeyden vazgeçmek ve yokluğuna razı olmak. "Evi ister istemez gözden çıkardılar."

Gözden düşmek:Kendisine daha önce duyulan sevgi ve ilgiyi kaybetmek."Eskisi gibi top oynayamayan Ali bir senede gözden düştü."

Gözden geçirmek: 1. Okumak. 2. Durumu incelemek. 3. Niteliğini anlamak için bir şeyin her yanına bakmak. "Yapılan işleri gözden geçirdiniz mi?"

Gözden kaybolmak: Ortadan çekilmek, görünmez olmak. "Adam biraz önce buradaydı ama gözden kayboldu."

Gözden ırak olan gönülden de ırak olur:"Ayrı düşenlerin arasındaki sevgi de zamanla azalır" anlamında kullanılır.

Gözden kaçmak: Farkına varılmamak, ortadan çekilmek, görülmemek. "Nasıl oldu da gözden kaçırdık onu."

Gözde tütmek: Çok özlemek, hasret çekmek. "Yıllardan beri gözümde tüten köyüme yarın kavuşuyorum!"

Göz dikmek: Bir şeyi ele geçirmek isteğinde olmak. "Komşusunun tarlasına göz dikti."

Göz doldurmak: Hâli, tavrı ve görünüşü ile beklenenden çok etkilemek. "Vitrine konan elbiseler göz dolduruyor."

Göze almak: Bir iş nedeniyle karşılaşabileceği her türlü zararı ve tehlikeyi önceden kabullenmek. "Vatan için kim ölümü göze almaz ki?"

Göze batmak: 1. Başkalarını aşırı söz ve davranışlarıyla tedirgin etmek. 2. Kıskançlığa, çekememezliğe yol açmak. “Her davranışınla gözüme batıyorsun. Kendine bir çeki düzen ver."

Göze çarpmak: Görünüşü ile dikkati üzerine çekmek. "O uzun boyuyla hemen göze çarpıyordu."

Göze girmek: Yetenekleri ve davranışları ile çevresinde, bulunduğu yerde sevgi ve güven kazanmak. "Kısa zamanda göze girmeyi başardı."

Göze göz, dişe diş:Misilleme; aynı biçimde kötülük yapıp öç alma, kötülüğü yapandan acısını çıkarma. "Düşmanla artık göze göz, dişe diş mücadele edilecektir."

Göz gezdirmek: 1. Derinlemesine incelemeden okumak. 2. Bir şeyi, bir yeri pek fazla dikkat etmeden çabucak incelemek. "Raftaki mallara şöyle bir göz gezdirip çıkalım."

Göz göre göre: Apaçık şekilde, herkesin gözü önünde. "Göz göre göre yaktılar zavallının evini."

Göz gözü görmemek:Dumandan, karanlıktan ya da yoğun tozdan hiçbir şey görülmez olmak. "Sokağa çıkmıştık, ancak sisten göz gözü görmüyordu."

Göz hakkı: Görülüp de imrenilen yiyeceklerden görenlere çıkarılan pay, imrenmelerini yok edecek küçük parça. "Çocukların göz hakkını ayırmayı da sakın unutmayın."

Göz hapsine almak: Gözetlemek, bir şeyin üzerinden bakışlarını ayırmamak, birinin hiçbir davranışını gözden kaçırmamak. "Askerler, kaçak mahkûmun sığındığı evi bir saat kadar göz hapsine aldılar."

Göz kamaştırmak: 1. Hayran bırakmak. 2. Güçlü, parlak bir ışığın kısa bir zaman için görüşü bulandırması, bakılan yeri görmez etmesi. "Kapıdan çıkar çıkmaz göz kamaştıran bir ışığın etkisine girip donakaldılar."

Göz kararı:Gözle oranlanarak belirtilen miktar, gözle yapılan ölçme ya da oranlama. "Kumaşı göz kararı ölçüp verdi."

Göz kesilmek: Bütün dikkatiyle bakmak. "Yoldan geçen adama göz kesildi."

Göz kırpmadan: 1. Hiç duraksayıp çekinmeden. 2. Acımadan, merhamet etmeden. "Çocukları göz kırpmadan kurşuna dizdiler."

Göz kırpmak:Karşısındakine göz kapağını açıp kapatarak işaret vermek, bu şekilde meramını anlatmaya çalışmak; bir şeyi onayladığını ya da doğru olmadığını gözünü açıp kapayarak belirtmek. "Kalabalık içinde birbirlerine göz kırparak gülümsediler."

Göz kırpmamak: 1. Hiç uyumamak. 2. Tehlikeye aldırmamak. "Bu gece hiç göz kırpmadım, hep seni düşündüm."

Göz kulak olmak: 1. Korumak, bakmak, gözetmek. 2. Görme ve işitme yoluyla öğrenmeye çalışmak. "Yolda ona göz kulak ol da başına bir şey gelmesin."

Gözleri bulutlanmak: Gözleri yaşararak çevreyi bulanık görmek.

Gözleri dolmak: Ağlayacak gibi olmak, göz pınarlarına yaş yürümek. "Hiç beklemediği bir anda beni karşısında görünce gözleri dolu dolu oldu."

Gözleri fal taşı gibi açılmak: Hayret, şaşkınlık ve öfke gibi sebeplerle gözleri iri iri açılmış olmak.

Gözleri fıldır fıldır etmek:Gözleri zekice, çabuk çabuk dönerek her tarafa bakmak.

Gözleri kan çanağına dönmek: Uykusuzluk, ağlama, kızgınlık ya da bir şeyin kaçması sebebiyle gözlerin çok kızarmış olması.

Gözleri kapanmak:1. Çok uykusu gelmiş olmak. 2. Ölmek. "Yemeği yer yemez gözleri kapandı, horlamaya başladı."

Gözlerine inanmamak: Hiç beklemediği bir anda bir şeyi görüp çok şaşırmak, bu sebeple gördüğünün gerçek olduğuna inanmamak. "Gözlerime inanamıyorum, sen misin Ahmet?"

Gözlerini (gözünü) kan bürümek: Çok öfkeli, kinli olmak; her kötülüğü yapacak hâle gelmek."Bir adamın gözlerini kan bürümesin, ondan her türlü belâ beklenebilir."

Gözlerinin içi gülmek: Çok sevindiğini gözlerinden ve yüzünden belli etmek. "Sınıfını geçtiğini öğrenen Halim`in gözlerinin içi gülüyordu."

Gözleri yaşarmak: Üzücü ve duygulandırıcı bir durum karşısında gözlerinden yaş gelmek. "Gurbetteki oğlundan gelen mektup eline tutuşturulunca gözleri yaşardı."

Gözleri yollarda kalmak: Özlemle beklemek.

Göz nuru dökmek: Göz emeği harcamak; gözün dikkatini, elin emeğini gerektiren ince bir iş yapmak ve işte uzun süre çalışmak. "Onca göz nuru döktüğü el işleri ürünleri çok ucuza satılınca kahroldu."

Göz önünde tutmak (bulundurmak): Dikkate almak. Herhangi bir durumun nasıl bir sonuca yol açacağını hesaba katmak. "Yola çıkıyorsunuz ama yağmuru da göz önünde tutun."

Göz ucuyla bakmak: Belli etmemeye çalışarak, başını çevirmeden göz kenarı ile yandan bakmak. "Yabancı askerlere göz ucuyla bakmaya başladı."

Gözü aç: Aç gözlü, doymak bilmeyen, gerektiğinden fazlasını isteyen. "Gözü aç insanlar topluma huzur vermezler."

Gözü açık: Uyanık, kurnaz, çıkarlarını iyi kollayan, becerikli, zeki. "Senin çocuk gözü açık birisi olacak galiba."

Gözü açık gitmek: Çok istediği şeylere kavuşamadan ölmek. "Halam `gurbete giden oğluma kavuşamadan ölürsem gözüm açık gider` dedi."

Gözü açılmak: Yararlıyı yararsızı, iyiyi kötüyü ayırt edebilir duruma gelmek. "Yaşı büyüdükçe gözü de açılmaya başladı."

Gözü arkada kalmak:Kendisi ayrıldıktan sonra, bıraktığı şey veya kimse ile ilgili tedirginliği sürmek, merak etmek. "Köyden ayrılıyordu ama gözü de arkada kalmıştı."

Gözü bağlı:1. Sorup soruşturmadan, anlayıp anlamadan. 2. Gafil, çevresinde olup bitenlerin farkında olmayan. "Hiçbir zaman gözü bağlı biri olmanı istemem senin."

Gözü dalmak: Gözlerini bir noktaya dikerek dalgın dalgın bakmak. "Zavallı ihtiyar bir noktaya gözü dalmış öylece duruyordu."

Gözü doymak: Çok istenen bir şeye kavuşup, artık istemez duruma gelmek. "Sanırım şimdi gözün doymuştur, daha istemezsin artık."

Gözü gibi sakınmak (esirgemek): Bir şeye aşırı derecede ilgi duymak, onu koruyup gözetmek, dikkatle muhafaza etmek. "Çocuğunu gözü gibi sakınıyordu kadıncağız."

Gözü hiçbir şey görmemek: Heyecana, öfkeye ya da önem verdiği bir işe kapılıp başka hiçbir şeyle uğraşamaz duruma gelmek. "Kendinden öylesine geçmişti ki gözü hiçbir şeyi görmez olmuştu."

Gözü ısırmak:Bir kimseyi sanki tanır gibi olmak.

Gözü ilişmek: İstemeden, birdenbire, rastgele görmek.

Gözü kesmek: Bir işi yapabilme konusunda başkalarına ve kendisine güvenmek. "Onca işi yapmaya gözün kesiyor mu?"

Gözü kara (veya pek): Cesur, atak, korkusuz, tehlikeli işlere tereddüt etmeden girebilen. "O gözü kara bir insandı."

Gözü korkmak: Daha önce başından geçen kötü bir denemeden sonra, birinden veya bir şeyden zarar gelebileceği endişesine kapılmak ve o işi yapmaktan çekinmek.

Gözünde büyümek: Olduğundan fazla büyük ya da güç görünmek. "Onca yolu nasıl yürüyeceğim, gittikçe gözümde büyüyor."

Gözünde büyütmek: Bir şeyi, olayı, kimseyi veya işi abartmak.

Gözlerinden uyku akmak: Çok uykusu geldiği için göz kapakları kapanır gibi olmak. Çocukcağızın gözlerinden uyku akıyor, şunu yatağına yatırın."

Gözüne bakmak: 1. Verilen emri yapmak üzere işaret beklemek, işareti verecek kimseyi gözlemek. 2. Gerektiğinden fazla dikkat göstermek, koruyup gözetmek. "Üç kuruş para verecek diye adamın gözünün içine bakıyor, ne derse yapıyoruz, daha ne istiyor bizden."

Gözüne dizine dursun: Nankörlük eden kimseye karşı söylenen ilenme sözü. " Allah, bu nankörlüğünün cezasını versin." anlamında kullanılır.

Gözüne girmek: Birinin sevgi ve ilgisini kazanmak.

Gözüne sokmak: 1-Görmek istemediği bir şeyi zorla göstermek. 2. Bir çaba sonucu, bir kimseyi büyüğünün beğenmesini sağlamak. "Kalemi gözüne sokarcasına uzattı."

Gözüne uyku girmemek: Uykusuz kalmak, hiç uyumamak. "Gözüme uyku girmedi bu gece."

Gözünü açmak: 1. Uyanık, dikkatli olmak. 2. Birisine bilgiler vererek görüşünü genişletmek. "Gözünü aç, işini kimseye kaptırma."

Gözünü ayırmamak: Bir şeye devamlı bakmaktan kendini alamamak. "Devamlı yola bakıyor, gözünü ayıramıyordu."

Gözünü çıkarmak:Zarara uğratmak, bir işi kötü biçimde yapmak, iyi yerine kötüyü seçmek. "Öyle bir taş attı ki az kalsın kuzunun gözünü çıkaracaktı."

Gözünü daldan budaktan esirgememek (veya sakınmamak): Tehlikeli işlere girişmekten çekinmemek. "Sen ki gençliğinde gözünü daldan budaktan sakınmazdın, ne oldu sana böyle?"

Gözünü dört açmak:Bir hileye düşmemek, aldanmamak için çok dikkatli olmak. "Gözünü dört aç da kuru odun yerine yaş odun koymasınlar."

Gözünü kan bürümek: Birisini öldürecek kadar öfkelenmek. "Katillerin gözünü kan bürümüştü, önlerine çıkanı öldürüyorlardı."

Gözünü kapamak: 1. Görmezlikten gelmek, yapışına ses çıkarmamak. 2. Ölmek. "Dedem gözünü kapayınca o koca aile birdenbire dağılıvermiş."

Gözünü korkutmak: Yıldırmak, karşı duramaz hâle getirmek. "İlk işi, adamlarıyla kasaba halkının gözünü korkutmak oldu."

Gözünün önünden gitmemek: Unutamamak, her an görür gibi olmak. "Gözümün önünden gitmiyor onun hayâli."

Gözünün yaşına bakmamak: Hiç acımamak, merhamet etmemek. "Gözünün yaşına bakmadan hapse attılar adamı."

Gözü pek (kara):Korkusuz, atılgan, cesur, tehlikelere aldırmayan. "Gözü pek insanlardan korkulmaz, çünkü onlar kartlarını açık oynarlar."

Gözü sulu: En küçük sevinç ya da üzüntü karşısında hemen ağlayıveren, gözyaşlarını tutamayan. "Senin kız da amma gözü sulu biriymiş." 

Gözü tok: Elinde imkânlar olsun olmasın, mal-mülk veya paraya düşkün olmayan, cömert. "O mu? Gözü tok bir insandır, inanın."

Gözü tutmak: Güvenmek, beğenmek. "O adamı gözüm tuttu benim."

Gözü üzerinde olmak: Bir şeye, bir kimseye sık sık bakarak ne durumda olduğunu kontrol etmek, dolayısıyla kötü bir sonuca meydan vermemeye çalışmak. "Gözünüz üzerinde olsun, devamlı izleyin onu."

Gözü yılmak: Daha önce denediği için o durumla karşılaşmaktan korkmak, o işe girişmekten çekinmek. "Sebzecilik işinden gözüm yıldı, bir daha bu işe girişeceğimi sanmıyorum."

Gözü yükseklerde olmak:Hâlen bulunduğu durumdan daha yüksek bir duruma ya da mevkiye çıkmak istemek, böyle bir amacı gütmek. "Bundan böyle küçük şeylerle yetinme, gözün yükseklerde olsun daima."

Göz yummak:Kabahatlerini, kusurlarını hoş karşılamak, görmezlikten gelmek, bağışlamak. "Sana bu yaşa gelinceye kadar göz yumdum, ama artık yeter."

Göz yummamak: 1. Hoş görmemek, bağışlamamak. 2. Hiç uyumamak. "Sabaha kadar gözlerimi yummadım."

Gururunu okşamak: Bir kimseyi yüzüne karşı överek, becerilerini söyleyerek duygulandırmak.

Gücüne gitmek: Bir söz, bir davranış bir kimsenin onuruna dokunmak, o kimseye ağır gelmek. "Doğrusu onun bu sözleri gücüme gitti, çünkü hak etmedim o sözleri."

Güllük gülistanlık:Sorunları bulunmayan; neşe, bolluk ve huzur içinde olan yer. "Ne zaman güllük gülistanlık içinde olacağız acaba?"

Gülmekten kırılmak: Aşırı ölçüde gülmek, çok gülmekten halsiz düşmek. "Ne matrak adamdı, hareketlerine gülmekten kırıldık hepimiz."

Gülüp geçmek:Bir durumu umursamamak, aldırış etmemek, gülünç bulup üzerinde durmamak. "Gülüp geçilecek bir iş sanmayın sakın, ciddi durun üzerinde."

Günaha girmek: Dini bakımdan suç sayılacak bir iş yapmak ya da söz söylemek. "Sebepsiz yere adam öldürmek, günaha girmek demektir."

Günaha sokmak:Günah işlemesine yol açmak, dinin buyrukları dışına çıkmasına zemin hazırlamak. "Kes sesini de bizi günaha sokma."

Günahını vermez: "Çok cimri, eli sıkı, hasis" kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.

Günah işlemek:  Dince suç sayılan bir iş yapmak ."Yetimlerin malını yiyerek günah işleyenlerden mutlaka hesap sorulacaktır."

Gün almak:1. Bir iş yapmak için ilgili kişiden gün ayırmasını; belirli bir tarih tespit etmesini istemek, randevu almak. 2. Yaşını bitirip daha sonraki yılın bir ya da birkaç gününü almak. "Doktordan gün almayı unutmamışsındır umarım."

Gün batmak:Güneş batmak. "Gün batmadan yola çıkmalıyız."

Güneş almak: Bir yere güneş ışığı ulaşmak. "Evin bir odası güneş almıyor."

Gün görmek: Bolluk, mutluluk, esenlik içinde huzurlu günler geçirmek. “Kaygılanma evlâdım, daha çok günler göreceksin inşallah."

Gün görmüş: Başından nice işler geçmiş, tecrübeli, görüp geçirmiş, çok yaşamış. "Gün görmüş insanlarla konuşmaktan zevk alırım."

Gün ışığına çıkmak: Aydınlanmak, açıklığa kavuşmak, anlaşılır olmak. "İşlediği tüm suçlar yakında gün ışığına çıkacaktır."

Günleri sayılı olmak 1. İçinde olunan günlerde ölecek olmak. 2. Bulunduğu yerde kalmak için birkaç günü kalmak. "Doktorlara bakılırsa anneannemin günleri sayılıymış."

Günü birliğine: Sabah gidip akşam dönmek üzere. "Size günü birliğine konuk olmak istiyoruz."

Günün adamı: 1. Zamanın gereğine göre tutum ve yön değiştiren, çıkarını gözeten kimse. 2. Kendisinden o günlerde çok söz edilen.

Gününü doldurmak: Bir işin gerçekleşmesi için geçmesi gereken zamanı tamamlamak. "Gününü doldurur doldurmaz senetleri avukata verin."

Gününü gün etmek:Eline geçen imkânları değerlendirmek, hiçbir şeyi dert edinmeyip hoşça vakit geçirmek. "Gününü gün eden yöneticilerden kurtulacağımız günler yakındır."

Gürültüye (patırtıya) pabuç bırakmamak:Korkutmalara, tehditlere aldırış etmeyip dilediği gibi davranmak. "Öyle her gürültüye pabuç bırakacak bir adam mı sanıyorlar beni?"

Güven beslemek: Bir kimseye, bir şeye güven duymak, inanmak, itimat etmek. "O adama güven beslediğiniz için pişman olmayacaksınız."

Güvendiği dağlara kar yağmak: Güvendiği kimselerden yardım alamamak, güvendiği bir şeyin işe yaramadığı anlaşılmak. "Çok umutlusun, inşallah güvendiğin dağlara kar yağmaz."

Güven kazanmak: Söz, davranış ve yaptığı işlerle çevresindekileri kendisine inandırmak. "İnsan, önce güven kazanmalıdır."

Güven vermek: Kendisinin güvenilir bir kişi olduğu, kendisine itimat edilebileceği duygusunu uyandırmak. "Oldukça güven veren birisin." 

 

H

Ha Hoca Ali, ha Ali Hoca: Farklı gibi gösterilen iki şeyin, gerçekte hiçbir değişikliği yoktur, "ikisi de birdir" anlamında kullanılır.

Ha babam (ha): 1. Devamlı olarak, hiç durmadan. 2. Karşısındakinin çabasını, gayretini artırmak için kullanılır. "Ha babam ha, az kaldı, bitireceğiz işi."

Habbeyi kubbe yapmak:Önemsiz, küçük bir şeyi büyütüp mesele çıkarmak. "Söyle ona, habbeyi kubbe yapıp durmasın, ne olmuş çocuk biraz geç kalmış da!"

Haber uçurmak: Çabucak, gizlice haber göndermek. "Hemen haber uçurun köye, kaymakam bu gece misafir olacakmış!"

Ha bire: Durmadan, arka arkaya, sürekli olarak, ara vermeden. "Tarlada bir adam ha bire çalışıyordu."

Hacet kalmamak: Gereği olmamak, lüzumu kalmamak. "Seni çağırmaya hacet kalmadı."

Hacı ağa: Özellikle büyük kentlerde gereksiz yere çok para harcayan, taşralı bilgisiz zengin. "Ne bu israf! Hacı ağa mısın sen?"

Haddine mi düşmüş!:"Onun bunu yapmaya yetkisi yoktur; böyle bir işe nasıl, hangi yetenekle girişir? Bu işi yapması imkânsızdır" anlamında kullanılır. "Haddine mi düşmüş ki ona söz söyleyebilsin."

Haddini bildirmek: Yetkisi dışındaki işlere karıştığı için sert bir karşılık vererek onu cezalandırmak, yola getirmek, uslandırmak, yetki sınırını bildirmek. "Haddini bildirin şu serseme de bir daha onun bunun malına el uzatmasın."

Haddini bilmek: Kendi değer ve yeteneğini bilmek, üstün görmemek, kendi yapabileceği şeylerin ötesine geçmemek. "Merak etme sen, o haddini bilen bir çocuktur."

Haddi zatında: Aslında. "Haddi zatında sen ona hakkını vermemiştin ki!"

Hafife almak: Küçümsemek, önem vermemek, "Beni hafife alıyorlar ama yanılıyorlar."

Hak getire: "Yoktur, bulunmaz, Allah vermemiştir" anlamında kullanılır. "Öyle bir diyardayız ki su ve yiyecek Hak getire."

Hak kazanmak: Davasında haklı olduğu meydan çıkmak, emeğinin karşılığını alabilecek duruma gelmek. "Emekliliğe yedi yıl sonra hak kazanacağım."

Hakkı geçmek: 1. Birisinin payından bir başkası almış olmak. 2. Bir şeyde veya bir kimsede emeği bulunmak. "Komşumun çok hakkı geçmiştir bana, onunla mutlaka helâlleşmeliyim."

Hakkından gelmek: 1. Güç bir işi başarı ile sonuçlandırmak. 2. Öç almak, yenmek veya cezasını vermek. "Siz onu bana bırakın, hakkından gelmesini bilirim."

Hakkını helâl etmek: Geçen hakkını, emeğini bağışlamak. "Annem inşallah hakkını helâl eder bana."

Hakkını vermek 1. Bir şeyin lâyıkıyla yapılması için ne gerekiyorsa ondan kaçınmamak. 2. Birinin çalışmasını gereğince değerlendirmek, hakkı olan şeyi vermek. "Çalıştırdığın kişinin hakkını vermek zorundasın."

Hakkını yemek:Birinin hakkı olan şeyi vermemek, onu kendisine maletmek. "Dürüst ol, milletin hakkını yeme, yoksa boğazında kalır."

Hakk-ı sükût (sus payı): Bir konu üzerinde konuşmaması, bildiği şeyi söylememesi karşılığında bir kimseye sağlanan yarar.

Hak yolu: Cenab-ı Allah`ın insanlara kitapları ve peygamberleri ile bildirdiği, dünya hayatında tutmaları gereken yol, yaşama düzeni, doğru ve haklı yol.

Hâlden anlamak: Bir kimsenin içinde bulunduğu zor durumu kavrayarak, anlayıp sezerek hoşgörülü olmak, anlayış göstermek. "Dedem hâlden anlayan birisidir, bize iyi davranacağına eminim."

Hâle yola koymak: Düzenlemek, tertiplemek, iyi işler bir duruma getirmek. "Hele şu işleri bir hâle yola koyalım, o zaman tatilini de düşünürüz."

Hâli vakti yerinde: Zengin, oldukça varlıklı, para durumu iyi. "Hasan efendiler mi? Hâli vakti yerinde insanlardır onlar."

Halis muhlis: Saf, katışıksız, temiz, eksiksiz, içinde yabancı madde bulunmayan. "Halis muhlis bir zeytin yağı satarız biz."

Halka verir talkını kendi yutar salkımı:  Kendi verdiği öğütlere kendisi uymaz.

Hallaç pamuğu gibi atmak: Bir arada, toplu bulunan şeyleri ya da kimseleri dağıtmak, parçalamak; bu yolla sağa sola, her birini bir yana atmak. "Sizin takımı hallaç pamuğu gibi atacağız sahadan."

Halt etmek: Yakışıksız davranmak, uygunsuz bir söz söylemek veya kötü bir şey yapmak. "Halt etmişsin, bir de utanmadan anlatıyorsun."

Ham ervah: Çiğ adam; yersiz ve yakışıksız sözleri, davranışları olan kaba kimse.

Hangi dağda kurt öldü?: Kendisinden hiç umulmayan, beklenilmeyen bir kimsenin olumlu davranışı görüldüğünde; "Nasıl oldu da böyle güzel bir iş, bir iyilik yaptı?" anlamında söylenir.

Hangi rüzgâr attı?: "Nasıl oldu da gelebildin? Hiç görünmüyordun, sen de gelir miydin?" anlamında, uzun süre bir yerde görünmeyen kimse için kullanılır.

Hangi taşı kaldırsan altından çıkar:1. Hemen her işte parmağı vardır. 2. Her işten anlar, her işe karışır ya da her işten anladığı izlenimi verir.

Hanım evlâdı: Nazlı büyütülmüş, zora gelmeyen, çıtkırıldım kimse. "Amma hanım evlâdıymışsın, çekil şuradan ben yaparım."

Hapı yutmak: Kötü bir duruma düşmek, zarar ve ziyana uğramak. "Hapı yuttuk desene!"

Haram olmak: Bir şeyden gerektiği gibi yararlanamaz olmak. "Senin yüzünü görmek bana haram oldu."

Haram para: Dinî bakımdan yasaklanmış yollardan elde edilen para. "Haram parayla ekmek alınmaz."

Haram yemek: Dinî inançlara aykırı olarak kazanç sağlamak, haksız olarak bir şeye el atmak. "İnsan ol, haram yemek insana kâr getirmez."

Harfi harfine: Tastamam, uygun, tıpatıp, gerçekte olduğu gibi. "Söylediklerimi harfi harfine yerine getirdin mi?"

Har vurup harman savurmak: Hesapsızca, düşüncesizce harcamak; malını, parasını ölçüsüzce, bol bol harcayıp tüketmek.

Hasret çekmek: Özlem duymak, epeydir ayrı kaldığı yere ya da kimseye kavuşma isteği içinde olmak. "Yıllardır yurdumun hasretini çekiyorum."

Hasret gitmek: Özlediği, sevdiği bir yere ya da kimseye kavuşamadan ölmek.

Hasret kalmak: Özlemini duyduğu şeye uzun zaman kavuşamamak. "Hasret kaldım deresine, tepesine..."

Hastası olmak: Bir şeye çok düşkün olmak. "Bizim oğlan köpek hastası, hiç kapıdan eksik etmiyor."

Haşir neşir olmak: Aralarında bulunduğu kimselerle kaynaşmak, bir arada bulunup uğraşmak; kimi işlerle ilgilenip durmak. "İnsanlarla haşir neşir olmayı sevdiğim söylenemez."

Hatır belâsı: Sayılan ve sevilen kimse için katlanılan sıkıntı. "İnan bu işi hatır belâsına yapıyorum."

Hatır gönül tanımamak (bilmemek): 1. İsterse en sevdiği ve saydığı olsun, gücenmesini göze alarak doğru bildiğini yapmak. 2. Kırıcı davranışlarda bulunmak.

Hatırı kalmak: Gücenmek, kırılmak. "Eğlenceye onu da çağıralım ki hatırı kalmasın."

Hatırından çıkmamak: Sevdiği, saygı duyduğu birinin istediği bir şeyi yapmayı reddedememek, gönlünü kırmaktan çekinmek.

Hatırı sayılır: 1. Önemli, saygı değer, saygın (kimse). 2. Oldukça çok. "Babam, hatırı sayılır bir kimsedir."

Hava almak:1. Temiz havalı bir yere çıkarak dolaşmak, dinlenmek, ciğerlere temiz hava çekmek. 2. Eline bir şey geçmemek, umduğunu bulamamak. 3. İçine hava girmek. "Haydi, kıra çıkıp da biraz hava alalım."

Hava basmak: 1.Büyüklenmek, kibirlenmek, olduğundan fazla görünmeye çalışmak. 2. Bir şeyin içine hava doldurmak. "Amma da hava basıyorsun, onları korkutacağını mı sandın.?"

Havada kalmak: 1. Yüksek bir yerde durmak. 2. Sonuca bağlanamamak. 3. Bir iddia, dayanaksız olduğundan ispat edilememek. "Yaptığımız bütün iş havada kaldı."

Havadan sudan konuşmak: Öylesine, gelişigüzel, rastgele konuşmak.

Hava hoş:  Şu ya da bu şekilde olması arasında bir fark olmamak.

Havanda su dövmek: Bir işle boşuna uğraşmak. "Senin yaptığına havanda su dövmek derler,bırak artık şu işle uğraşmayı."

Hava parası: Bir yeri tutmak, kiralamak ya da bir şeyi elde etmek için değeri dışında açıktan verilen para."Yeri bize verecekler ama bir milyon lira hava parası istiyorlar."

Havsalası almamak: Aklı kabul etmemek."Nasıl yaparsın bana bunu, hâlâ havsalam almıyor."

Hayal kırıklığı: Gerçekleşmesi istenilen veya umulan bir şeyin gerçekleşmemesinden duyulan üzüntü, düş kırıklığı.

Hayal meyal: Belli belirsiz, açık seçik belli olmayan, bulanık (bir şekilde hatırlanan). "O olayı hayal meyal hatırlıyorum."

Hayatını kazanmak: Çalışıp elde ettiği para ile geçimini sağlamak. "Ben iyi ya da kötü hayatımı kazanıyorum, sen kendi işine bak."

Hayatını yaşamak: Canının istediği gibi hayatını sürdürmek. "Bana karışmaya hakkınız yok, bırakın beni, artık hayatımı yaşamak istiyorum."

Hayat memat meselesi: Sonucu çok tehlikeli olan, ölüm kokan bir durum. "Artık burada kalamam, iş hayat memat meselesine döndü."

Hayat pahalılığı: Yiyecek, içecek ve giyecek gibi geçim için gerekli olan maddelerin pahalı olması. "Hayat pahalılığından herkes şikâyetçi olmaya başladı."

Hayırdır inşallah!: 1. Anlatılan bir rüyayı iyiye yormak için söylenir. 2. Şaşma, heyecan ve merak uyandıran durumlar karşısında söylenir.

Hayır işlemek: Dine ve insanlığa uygun, iyi davranışlarda bulunmak. "Hayır işle ki öbür dünyada kurtuluşa eresin."

Hayır kalmamak: İşe yarar, beğenilecek bir yanı ve tarafı kalmamak. "Bu arabalarda hayır kalmamış, yenilerini almamız gerekecek."

Hayır sahibi: İyiliksever, yardımsever kimse. "Şu yoksullara uzanacak bir hayır sahibi kalmadı mı acaba?"

Hayra yormak: Bir rüya ya da olayı iyi ve yararlı bir durumun işareti görmek.

Hazıra konmak: Hiçbir emek sarf etmeden, çaba göstermeden başkasının emeği ile ortaya çıkmış olan şeyden yararlanmak. "Hazıra konarak yaşamayı kural edinmiş bu adam."

Hazır bulunmak: 1. Bir yerde kendisi bulunmak, var olmak. 2. Bir yere hemen gidecek, bir şeyi anında yapacak durumda olmak. "Yarınki toplantıda sen de hazır bulunmalısın."

Hazırdan yemek: Yenisini kazanmadan elindekini harcamak. "Hemen her gün bir bahane buluyor, çalışmıyor ve hazırdan yiyiyordu."

Helâl süt emmiş olmak: İyi huylu, doğru yoldan sapmayan, temiz bir kişi. "İnanmıyorum onun yaptığına, o helâl süt emmiş birisidir."

Helâl olsun (Helâl ü hoş olsun): 1. Bunu sana gönül hoşluğu ile veriyorum, hiç pişman değilim, Allah bunu sana bağışladığıma şahit olsun. 2. "Aferin, takdire değer iş yapıyorsun" anlamında kullanılır.

Hele şükür!: Allah`a hamdolsun, beklediğimiz sonuç gerçekleşti.

Hem kel hem fodul:"Bu kadar kusuruna, bu yeteneksizliğine rağmen bir de övünüyor, üstünlük taslıyor" anlamında kullanılır.

Hem nalına hem mıhına (vurmak): Birbirine zıt olan iki yanı da desteklemek. "Ben hem nalına hem de mıhına vuran adamlardan korkarım."

Hem suçlu hem güçlü: Gerçekte kendisi suçlu olduğu hâlde suç işlememiş gibi davranan ve karşısındakini suçlamaya çalışan kimse.

Hem ziyaret hem ticaret: Bir yeri veya kimseyi ziyarete giden kimsenin, bu görüşmeden yararlanarak başka bir işi de yapması durumunu anlatmak için kullanılır.

Her kafadan bir ses (çıkmak): Bir konu üzerinde herkesin istediği gibi, rastgele konuşması ve bu konuşmalardan bir sonuç alınamaması. "Ortalık kızıştı, her kafadan bir ses çıkmaya başladı, kimin ne dediği anlaşılmaz oldu."

Her telden çalmak: Pek çok konuda bilgi sahibi olmak, içinde bulunduğu ortamın şartlarına göre her çeşit iş yapabilir olmak.

Hesaba çekmek: Bir kişiyi, bir makamı yaptığı işler üzerine açıklama ve savunma yapmaya çağırmak. "Sakın oraya gitme, seni hesaba çekecekler."

Hesaba dökmek: Bir konu ile ilgili işlemlerin hesabını kâğıt üzerinde yapmak.

Hesaba katmak (almak): Bir işi yaparken ya da yürütürken bir başka şeyi de göz önünde bulundurmak. "Hasan`ı da hesaba katalım, az zorluk çıkarmayacaktır bize."

Hesaba (kitaba) gelmez: 1.Beklenmedik, umulmadık. 2. Sayılmayacak kadar çok, pek fazla, sayısız.

Hesabı kesmek: Alış verişi ya da ilgiyi kesmek. "Dükkân sahibi, uzun zamandır borcunu ödemeyen müşterisinin hesabını kesti."

Hesabını bilmek: Boş yere para harcamamak, tutumlu davranmak. "Her ev kadını hesabını bilmek zorundadır."

Hesabını görmek: 1. Alacağını ödeyip ilişkisini kesmek. 2. Ceza-landırmak, vücudunu ortadan kaldırmak ya da öldürmek. "Çabuk şu adamın hesabını görün!"

Hesap açmak: 1. Hesap defterinde, bir kişiye alış veriş için alacağını borcunu kaydetmek üzere bir yer ayırmak. 2. Bankada, gereğinde çekilmek üzere yatırılan para için işlem yapmak. 3. Birine kredi açmak, birine borçlanma imkânı tanımak.

Hesap etmek: 1. Kazançla gideri karşılaştırıp bir sonuca ulaşmak. 2. Düşünmek, tasarlamak, ayrıntıları gözden geçirip ihtimalleri değerlendirmek. "Hesap etmeden sakın işe girişmeyin!"

Hesap görmek:

Taraflarca alacakla vereceği karşılaştırıp ödeşmek. "Çok uzadı, hesap görmek için ne zaman bir araya geleceğiz?"

Hesap kitap: Düşünüp taşındıktan sonra, hesap sonunda. "Hesap kitap, baktım işler kötüye gidiyor; hemen sizi çağırdım."

Hesapsız kitapsız: 1. Sorumsuz, ölçüsüz, tutumsuz. 2. Deftere geçirilmeden, herhangi bir belgeye dayanmadan. "Ne hesapsız kitapsız işlerin içine girmişiz de haberimiz yokmuş."

Hesap sormak: Bir kimseyi kanunsuz, kural dışı, ahlâka aykırı, usulsüz davranış ve sözlerinden ötürü sorgulamak, o kişiden savunma istemek. "Size hesap sormak için mutlaka geri döneceğim."

Hesaptan düşmek: Borçtan, alacaktan, hesaptan çıkarıp yok saymak. "Elli bin lirayı hesaptan düşmeyi unutmadın inşallah."

Hesap tutmak: Alış verişle ilgili alacağı ve vereceği bir kâğıda ya da deftere yazmak.

Hesap vermek: 1. Herhangi bir davranışının ya da sözünün sebebini açıklamak 2. Bir işin sorumluluğunu üstlenmek. "Rahat olun, bu konuda hesap vermek bana düşer."

Hevesi kursağında kalmak: Çok istediği, imrendiği, kavuşmak dilediği şeyi elde edememek. "Pikniğe gitmek istiyorduk, yağmur yağınca hevesimiz kursağımızda kaldı."

Hevesini almak: İmrendiği, çok istediği şeye kavuşup ona doymak.

Heyheyleri tutmak (üstünde): Çok kızıp sinirlenmek.

Hık mık etmek: Bir işi yapmamak için bahaneler ileri sürmeye çalışmak, bir soruyu cevaplandırırken net şeyler söylememek. "Hık mık edip durma, bu işi eninde sonunda yapacaksın!"

Hık demiş burnundan düşmüş: "Her durumuyla ona çok benziyor" anlamında kullanılır.

Hır çıkarmak: Kavga, gürültü, patırtı ve olaya sebep olmak."Orada hır çıkarmaya kalkışmayacaksın değil mi?"

Hızır gibi yetişmek: Dara düştüğü, çok sıkıştığı, çaresiz kaldığı bir zaman da, beklemediği bir kişi yardımına yetişmek.

Hiçe saymak: Hiç önem ve değer vermemek.

Hiç yoktan: Sebepsiz, ortada hiçbir neden yokken. "Hiç yoktan adamı dövemezsiniz ya!"

Hizaya gelmek: 1. Düz çizgi durumunda dizilmek. 2. Aykırı, yanlış davranışlardan vazgeçmek; doğru yola gelmek, düzelmek.

Hodri meydan:"Kendine güvenen ortaya çıksın" anlamında kullanılır.

Hop oturup hop kalkmak: Ya heyecanından ya da öfkesinden yerinde duramaz olmak.

Hora tepmek: 1. Ayaklarını yere vurarak oynamak. 2. Gürültü çıkarmak. "Yandaki sınıfta hora tepiyor, ortalığı birbirine katıyorduk ki..."

Hor görmek (veya bakmak): Önem vermemek, değersiz saymak, adam yerine koymamak, küçümsemek. "Beni, yoksul diye hep hor gördüler."

Hor kullanmak: Özen göstermeden, kabaca, dikkat etmeyerek, hırpalayarak kullanmak. "Çok hor kullanmışsınız bu dolabı."

Hoş beş etmek: Şundan bundan konuşarak sohbet etmek. "O iki ihtiyar kadın hoş beş etmek için yaratılmışlar sanki."

Hurdası çıkmak: İşe yaramayacak, kullanılamayacak hâle gelmek.

Huyuna suyuna gitmek: İsteklerine, alışkanlıklarına, yapısına göre onu kızdırıp ürkütmeyecek davranışlarda bulunmak.

Huyunu suyunu almak: Onun özelliklerini, davranışlarını ve karakterini yapısına geçirmek.

Huzur vermek: Gönül rahatlığı, iç dirliği vermek; dinlendirmek.

Huzurunu kaçırmak: Huzurunu bozmak, tedirgin ve rahatsız etmek.

Hüküm giymek: Mahkemece ya da birileri tarafından kendisine ceza verilmek.

Hüküm sürmek: 1. İş başında olmak. 2. Yaygın olmak. 3. Bir şeyin güçlü varlığı sürüp gitmek. "Beşinci Kral beş yıl hüküm sürdü."

Hükümet kapısı: Devlet dairesi. "Hükümet kapıları halka açık kılınmalıdır."

Hür düşünüş: İstediğini, düşündüğünü baskı altında kalmadan söyleme.

Hüsn-ü kuruntu: İhtimalî bulunmadığı hâlde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, buna kendini inandırma.

Hüd dağı gibi şişmek: Bir hastalık sebebi ile bir tarafı, özellikle de karın tarafı şişmek. 

 

I-İ              

Icığını cıcığını çıkarmak: 1. Her yanını ellemek, didiklemek. 2. Bir meseleyi en ince ayrıntılarına kadar soruşturmak, incelemek. "İyice ıcığını cıcığını çıkardınız meselenin."

Ikınıp sıkınmak: Bir işi yapabilmek için kendini çok zorlamak. "Ikınıp sıkındı ama bir çare bulamadı."

Isıtıp ısıtıp önüne koymak: Daha önce meydana gelmiş bir olayı ya da bir işi bir düşünceyi yeniden, sık sık tekrarlamak.

Iska geçmek: 1. Hedefe isabet ettirememek, vuramamak. 2. Üzerinde durmamak, önem vermemek, atlamak. "Bu sefer de ıska geçersen kaybedeceksin."

Iskartaya çıkarmak: İşi yaramaz, değersiz bularak bir yana atmak. "Beni hiç kimse ıskartaya çıkaramaz."

Işığı altında: Bir durum veya düşüncenin konuyu aydınlatmasından yararlanarak, onu göz önünde tutarak.

Işık tutmak: 1. Karanlık bir yeri ışıkla aydınlatmak. 2. Bilgisiyle, düşüncesiyle bir konuya açıklık getirmek, tutacağı yolu göstermek. "Kutlu Peygamber hemen her konuda ışık tutardı çevresindeki insanlara."

İbret almak: Kötü bir olaydan etkilenerek ders almak. "Görmesini bilseydi ibret alırdı her hâlde."

İcabına bakmak:1. Gereğini yerine getirmek. 2. Yok etmek, ortadan kaldırmak. "O adamın icabına bakarız, merak etme sen."

İç çekmek: Üzüntüyle göğüs geçirmek, derin derin soluk alıp hıçkırıkla ağlamak. "Yavrucağın iç çekişi dayanılır gibi değildi."

İç etmek: Eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeden kendisine mal etmek,ortadan kaldırıp kimseye göstermemek."Babasına bildirme-den o kadar parayı iç etmiş."

İç gıcıklamak: 1. Huylandırmak. 2. İstek uyandırmak.

İçi açılmak: Sıkıntısı dağılıp gitmek, ferahlamak. "Denizi, kuşları, ağaçları seyre dalarım, böylelikle içim açılır, rahatlarım."

İçi cız etmek: Ansızın içi sızlamak, çok üzülmek. "O zavallı ihtiyarı birden bire karşımda görünce içim cız etti."

İçi çekmek: Canı arzu etmek, istek duymak.

İçi çıfıt çarşısı: 1. Başkaları için daima art niyet besleyen, içinden türlü kötülükler geçiren. 2. Çok karışık.

İçi dışı bir: İkircikli olmayan, iki yüzlü davranmayan, düşündüğünü açıkça söyleyen, özü sözü bir olan. "İçi dışı bir olan insanlara her zaman güvenebiliriz."

İçi dışına çıkmak: 1. Kusmaktan ötürü çok fena olmak. 2. Bindiği taşıtın çok sarsılması yüzünden bedenî rahatsızlık duymak.

İçi erimek: Kaygı duymak, çok üzülmek.

İçi geçmek: 1. İstemediği hâlde uyuya kalmak. 2. İşe yaramaz duruma gelmek. 3. Yaşlılıktan, zayıflıktan gücü azalmış olmak; hiçbir şeye ilgi duymamak. "O artık içi geçmiş bir ihtiyardır."

İçi gitmek: Çok fazla istek duymak. "Vitrindeki kızarmış tavuklara içim gidiyordu ama param olmadığı için alıp yiyemiyordum."

İçi içine sığmamak: Çok heyecanlanmak, coşkunluk duymak ve sevincini belli etmekten kendini alamamak. "Annemi karşımda görünce ne yapacağımı şaşırdım, içim içime sığmıyordu, koşup boynuna sarıldım."

İçi kabarmak (kalkmak): 1. Midesi bulanmak. 2. Duygulanıp heyecanlanmak. 3. Taşkın bir ağlama duygusu içinde olmak. "Ne berbat bir koku, içimiz kabarmadan kalkalım buradan."

İçi kan ağlamak: İçten, büyük bir üzüntü duymak; dıştan belli etmeyerek çok acımak. "Çocuğunun yüzüne bakarken içim kan ağlıyordu."

İçi kazınmak: Çok acıktığından ötürü midesinde eziklik duymak. "Sabahtan beri açtı, içi kazınıyor ama belli etmemeye çalışıyordu."

İçinden gülmek: Birisine sezdirmeden içten içe gülmek, eğlenmek.

İçinden okumak: 1. Dudaklarını kıpırdatmadan, hiç ses çıkarmadan okumak. 2. Ses çıkarmadan sövmek, beddua etmek. "Hikâyeyi şimdi de içinizden okuyacaksınız."

İçinden pazarlıklı: Sinsi, yapacağı kötülükleri sezdirmeyen. "Senin gibi içten pazarlıklı adamlarla iş yapmam ben."

İçine atmak: 1. Derdini, sıkıntısını kimseye söylememek. 2. Kendisine yapılan kötülüğe karşı sesini çıkarmamakla beraber, bunu unutmamak. "O her şeyi içine atar, bir gün kanser olacak diye korkuyorum."

İçine dert olmak: Yapmak istediği bir şeyi yapamadığı için kaygılanıp üzüntü duymak. "Hastahanedeki arkadaşımı ziyarete bir türlü gidemedim, bu da içime dert oldu."

İçine doğmak: Malûm olmak, bir işin olduğunu ya da olacağını sezinlemek, tahmin etmek. "Onun bize geleceği sanki içime doğmuştu."

İçine işlemek: Duygulanmak, etkilenmek, dokunmak. "Babamın o etkili sözleri âdeta içime işlemişti sanki."

İçine çekilmek (kapanmak): Duygularını kimseye açmamak, çevresindeki kişilerle ilişkisini kesmek, yalnızlığa gömülmek. "Kardeşinin ölümünden sonra içine çekildi, kimseyle görüşmüyor."

İçine kurt düşmek: Kuşkulanmak, kendisine zarar geleceğinden şüphe etmek. "Tilkiyi civarda dolaşırken gördüğü andan itibaren içine kurt düşmüştü."

İçine sindirmek: Benimsemek, iyice kabul etmek.

İçine sinmemek: 1. İçi rahat etmemek, yaptığı şeyden memnun olmamak. 2. İstediği gibi olmadığı için rahatlık, mutluluk duymamak; tadına varamamak. "İşi bitirdim ama hiç de içime sinmedi."

İçine sokacağı gelmek: Birini aşırı ölçüde, çok sevmek.

İçine yedirememek: Benimsememek, kabul edememek.

İçini dökmek: Dertlerini, sıkıntılarını, üzüntülerini anlatmak. "Şu koca dünyada içimi dökecek bir insan bulamadım."

İçini kemirmek: Bir üzüntü ve düşünce dolayısıyla rahatsızlık duymak. "İçini kemiren bu düşünceden kurtulmak istiyordu."

İçini (bir) kurt yemek: Sürekli olarak bir kaygı içinde olmak.

İçi parçalanmak (paralanmak): Birine acıyarak çok üzülmek. "Onun bu hâlini gördükçe içim parçalanıyor."

İçi rahat etmek: Endişelenecek bir durum bulunmadığını öğre-nerek sıkıntıdan kurtulmak, rahatlamak. "Ne yapayım, ben anneyim, onlar sağ salim dönerlerse içim rahat edecektir ancak."

İçi sızlamak: Bir şey veya kişinin içine düştüğü durum sebebiyle üzülmek.

İçi titremek: 1. Çok üşümek. 2. Çok istek duymak. 3. Bir zarar gelecek korkusu içinde bulunmak. "Hava iyice soğudu, içim titremeye başladı, haydi içeri girelim."

İçi yanmak: 1. Çok susamak. 2. Büyük bir acı sebebiyle çok fazla üzülmek. "Sanki yalnız onun içi yanıyordu."

İçler acısı: Oldukça üzücü, çok acıklı.

İçli dışlı olmak: Teklifsiz, çok samimi, sıkı fıkı, senli benli olmak. "Biz Fatma`yla iyice içli dışlı olduk."

İçtikleri su ayrı gitmemek: Sıkı fıkı dost, samimi arkadaş olmak; birbirlerinden saklayacakları bir şeyleri bulunmamak.

İdare etmek: 1. Yönetmek, çekip çevirmek. 2. Tutumlu olmak, kullanmak. 3. Elvermek, yetmek, yetişmek, korumak, kurtarmak. 4. Hoş görmek, göz yummak. 5. Örtbas etmek. "Bu ayakkabıyı bu fiyata veremem, çünkü idare etmez."

İfade vermek: Sorguya cevap vermek.

İflâhını kesmek:Gücünü tamamiyle yok edip bir daha karşı koyamayacak, düzelemeyecek, iş yapamayacak duruma getirmek. "Ben adamın iflâhını keserim, anladın mı?"

İfrit olmak:Çok öfkelenmek; aşırı ölçüde, kendini kaybedecek kadar sinirlenip kızmak. "İfrit oluyorum şu adamın hareketlerine."

İğne atsan yere düşmez: Çok kalabalık, yürünecek gibi değil.

İğne ile kuyu kazmak:Zor denecek bir işi yetersiz araç ve gereçlerle başarmaya çalışmak.

İğne ipliğe dönmek: Aşırı derecede zayıflamak, kilo vermek. "O iri yarı adam hapisten çıktı ki iğne ipliğe dönmüş."

İğneli söz: Dokunaklı, kırıcı, üzücü söz. "O iğneli sözlere ben bile dayanamazdım doğrusu."

İki ahbap çavuşlar:Hemen her yerde birlikte görülen, birbirlerinden ayrılmayan iki arkadaş, dost.

İki arada bir derede (kalmak): Sıkışık, zor şartlar altında (kalmak).

İki ayağını bir pabuca sokmak:Bir kimseyi, bir işi yapması için zorlamak, sıkıntıya sokmak.

İki cami arasında kalmış beynamaza dönmek:İki yoldan hangisini tutacağını; şöyle mi, böyle mi yapacağını bilememek; şaşırıp bir şey yapamaz olmak.

İki cihanda yüzü ak olmak:Doğru ve faziletli yaşayıp dünya ve ahrette mükâfat görmek.

İki çift söz etmek:Bir araya gelip birkaç söz söylemek. "Ne zamandır seninle bir araya gelip de iki çift söz edemedik."

İki eli kanda olsa: Ne kadar önemli olursa olsun, elindeki iş hiç bırakılamayacak derecede olsa bile. "Söyleyin ona, iki eli kanda olsa da durmasın gelsin."

İki eli (birinin) yakasında olmak: Ahrette, hesap gününde ondan davacı olmak; hakkını istemek.

İki gözü iki çeşme:  Sürekli, çok ağlayarak. "Kadıncağız iki gözü iki çeşme ağlayıp duruyormuş."

İkili oynamak: Birbirine karşı olanlardan hem birini, hem ötekini çıkarı için destelemek. "Sendika başkanı ikili oynuyormuş."

İki paralık etmek: Değerini, onurunu çok düşürmek. "Seni arlanmaz utanmaz seni, beni iki paralık ettin, senin yüzünden topluma çıkamaz oldum!"

İki rahmetten biri: Ağır hasta olan birisi için "ya şifa, ya ölüm" anlamında kullanılır.

İki sözü bir araya getirememek:Düşüncelerini, duygularını düzgün bir biçimde anlatamamak, güzel konuşma becerisinden yoksun olmak.

İki yakası bir araya gelmemek:Geçim sıkıntısı içinde olmak ve borçtan kurtulamamak, gelir ve giderini denkleştirememek. "Bilmiyorum ne zaman iki yakamız bir araya gelecek."

İleri geri konuşmak: Yersiz, kırıcı, yaralayıcı biçimde konuşmak.

İleri gitmek: Söz ve davranışta ölçü dışına çıkmak; gereksiz, aşırı davranışta bulunmak ve haddi aşmak. "O saygısız adamın daha fazla ileri gitmesine fırsat verilmemelidir."

İlk göz ağrısı: 1. İlk doğan çocuk. 2. İlk sevgili.

İmana gelmek: 1. Hak dini olan İslâm`ı kabul etmek. 2. En sonunda doğruyu söylemek. 3. Önceden kabul etmediği şeyi sonradan kabul edip uymak. "İmana gel, tövbe et ki öbür dünyada mutluluğa eresin."

İnce eleyip sık dokumak: Titizlik göstermek, bir şeyi en ince ayrıntılarına kadar araştırmak, gözden geçirmek. "O kadar da ince eleyip sık dokunacak bir iş değil, kaygılanma."

İn cin top oynamak:Issız, sessiz olmak, bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak. "Adada in cin top oynuyordu sanki."

İncir çekirdeğini doldurmaz:Çok az veya pek önemsiz. "Ne akılsız adam bunlar, kavga etmelerine sebep olan mesele incir çekirdeğini doldurmaz bile, ayırın şunları."

İnme inmek: Felç olmak, bedenin bir yeri hareketsiz ve duygusuz duruma gelmek. "Adamın sağ yanına inme inmiş diyorlar."

İnsan eti yemek: Birini çekiştirmek.

İnsan evlâdı:İyi, anlayışlı, ahlâk sahibi insan. "İnsan evlâdı olmasaydı, tanımadığı birine onca yardım yapar mıydı?"

İnsan hâli: Olabilir, doğaldır, hoş karşılamak gerekir.

İnsanlıktan çıkmak: 1. Çok zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış olmak. 2. İnsanî niteliklerini yitirmek, insana yakışmayacak davranışlarda bulunmak.

İnsan sarrafı (olmak):İnsanların karakterini çabucak anlayacak duruma gelmiş (olmak). "Dedem insan sarrafıdır, onu bir görse ne biçim bir adam olduğunu hemen anlayıverir."

İpe çekmek: Asarak öldürmek.

İpe un sermek:İstenilen işi yapmamak için birtakım bahaneler, sebepler ileri sürmek, güçlük çıkarmak, engeller göstermek.

İpi koparmak:Bağlı bulunduğu yer ya da kişi ile ilişkisini kesmek, aradaki anlaşmazlığı artırmak.

İpin ucunu kaçırmak: Bir yeri yönetmede veya bir şeyi kullanmada gereken ölçüyü kaçırıp, artık duruma hâkim olamamak; çıkmaza girmek. "Biraz daha dikkatli olmalıyız, yoksa ipin ucunu kaçıracağız."

İpi sapı yok:Birbirini tutmaz, yersiz, anlamsız, işsiz, yersiz yurtsuz, saçma sapan. "İpi sapı yok bu sözlerin, daha inandırıcı olmalısın."

İpiyle kuyuya inilmez: Kendisine güvenilmez, ona güvenilerek bir işe girilmez. "O ipiyle kuyuya inilmez adamla yola çıkmam ben."

İple çekmek: Zamanın gelmesini sabırsızlıkla beklemek, çok istemek. "Yarını iple çekiyorum."

İpucu vermek: Aranılan şeyi bulmaya yarayan işareti, onu açıklamaya yarayan bilgiyi vermek. "Bir ipucu vermezsen bu bilmeceyi çözemeyeceğim."

İsabet etmek: 1. Nişan alınan yere değmek, rastlamak. 2. Çıkmak. 3. Yerinde iş görmüş olmak. "Böyle karar vermekte çok isabet ettiniz."

İskele vermek:Vapura binmek, vapurdan inmek için iskeleyi uzatmak.

İsmi var, cismi yok: 1. Sözü edilen bir kimse veya şeyin gerçekte var olmadığını anlatmak için kullanılır. 2. Adı olmasına karşılık görevini ve etkinliğini yerine getirmeyen, varlığı ile yokluğu arasında bir fark bulunmayan.

İster istemez:1. Zorunlu olarak, elinde olmadan. 2. İstemesi üzerine, hiç vakit geçirmeden, istediği anda. "İster istemez ben de ona bağırdım."

İstifini bozmamak: Bir olay karşısında aldırış etmemek, durum ve davranışını hiç değiştirmemek. "Karşıma geçmiş avazı çıktığı kadar bağırıyordu, bense istifimi bozmadan bekledim."

İş ayağa düşmek: İş sorumsuz, yetkisiz ve beceriksizlerin elinde kalmak. "Bunlar da işi iyice ayağa düşürdüler."

İş başa düşmek: Beklediği yardım gelmeyince, kendi işini kendisi yapmak zorunda kalmak. "İş başa düştü desene!.."

İş çatallanmak (çatallaşmak):Bir işin sonuca oluşması konusunda türlü güçlüklerle karşılaşmak, ya da çeşitli seçeneklerle yüz yüze gelmek, sonuca nasıl ulaştırılacağı bilinemez olmak. "İş gittikçe çatallaşıyor, sense aldırmıyorsun bile."

İş çığırından çıkmak:Bir iş asıl amaçtan çıkarak düzelmesi güç bir durum almak, bir bozukluk ve kargaşalık baş göstermek.

İş inada binmek: Bir işi yapmakta direnmek.

İşi düşmek:Birinin yardımına ihtiyaç duymak. "Eh, onun da bize işi düşecek bir gün."

İşe koşmak: Birini bir iş yapmak üzere görevlendirmek, göndermek.

İşi ağırdan almak:Acele etmemek, bir işi yapmak için isteksiz görünmek. "Söyle onlara, işi ağırdan almasınlar, müşteriler mal bekliyor."

İşi azıtmak:Yanlış ve aşırı yollara sapmak. "Bu çocuk da işi iyice azıttı."

İşi Allah`a kalmak: Güç şartlar altında, beşerden hiçbir yardım umudu kalmamak. "Kime baş vurduysa bir sonuç alamadı, artık işi Allah`a kalmıştı."

İşi başından aşmak: Pek çok işi olmak, iş içinde kaybolmak.

İşi bitmek:1. Hâli, gücü kalmamak. 2. Yaptığı işi sona ermek. "Git de bak, babanın işi bitmiş mi?"

İşi duman olmak:İşi ve durumu kötü olmak, berbat bir durumda bulunmak.

İşi iş olmak: İşi yolunda, iyi olmak; hâlinden memnun bulunmak. "İşi iş herifin, baksana yan gelip yatıyor her gün."

İşinden olmak: Bir süredir yaptığı işi elinden gitmek, görevini yitirmek. "Haydi canım, yoluna git de patronunla kavga etme; yoksa işinden olacaksın."

İşi sıkı tutmak:Gevşekliğe yol açmamak, işe gereken önemi vermek ve sağlıklı yürümesini sağlamak.

İşi tıkırında olmak: İşi çok uygun ve iyi olmak. "O konuşmayacak da  kim konuşacak, nasıl olsa işi tıkırında.“

İşi yokuşa sürmek:Yapılabilir, görülebilir işi yapmamak için güçlük çıkarmak, bahaneler ileri sürmek.

İşkembeden atmak:Uydurarak söylemek, tutarı olmayan sözler sarf etmek. "Ona sakın inanmayın, işkembeden atıyor."

İş sarpa sarmak: İş, içinden çıkılması zor bir durum almak; engellerle karşılaşmak."İşler sarpa sarmadan çekip gidelim buradan."

İşten el çektirmek: Görevden uzaklaştırmak. "Yolsuzluk yaptığı iddiası ile işten el çektirdiler ona."

İş yok: O şeyde yarar yok, faydası olmaz. "O arabada hiç iş yok, almaya değmez."

İte kaka:Zorla, güçlükle. "Adamı her sabah ite kaka işe götürüyoruz."

İtibar kazanmak:Saygınlık görmek, kendisine değer verilmek.

İt sürüsü kadar:Gereğinden fazla, oldukça çok, kalabalık. "İt sürüsü kadar adam, nasıl başa çıkacağız bunlarla."

İyi etmek:1. Hastalıktan kurtarmak, sıhhatine kavuşturmak. 2. Yerinde bir davranışta bulunmak. 3. Bir şeyi gizlice almak, kendisine mal etmek.

İyi gözle bakmamak:Birisi hakkında iyi düşünmemek, kötü niyet beslemek. "Komşuları ona hiçbir zaman iyi gözle bakmadılar."

İyi gün dostu: Dostlarının sıkıntılı günlerinde onlardan kaçan kimse. "Bize iyi gün dostu gerekli değil."

İyi saatte olsunlar: Cinlerden söz edilirken kullanılır.

İzinden yürümek:Birine içten bağlanarak onun başladığı işi aynı anlayışla sürdürmek, fikirlerini ve hareketlerini aynen benimsemek.

İzi silinmek:Yok olmak, ortadan kaybolmak. "Çiçek hastalığının bu kasabada izi silindi hemen hemen, çünkü çocuklar aşılanıyorlar."

 

K

Kabak (birinin) başına (başında) patlamak: Birçok kimsenin ilgili olduğu olaydan yalnızca bir kimse zararlı çıkmak; beklenmediği hâlde, bir işin zararlı sonucuna katlanmak.

Kabak tadı vermek: Bıktırmak, usanç vermek, tatsız olmaya başlamak. "Senin bu konuşmaların da artık kabak tadı vermeye başladı."

Kabına sığmamak: Sevinç ve heyecanından taşkın hareketlerde bulunmak.

Kabir azabı çekmek: Çok sıkılmak, eziyet çekmek. "Kabir azabı çekmeye daha ne kadar devam edeceğiz."

Kabuğuna çekilmek: Tek başına kalmak, dış dünya ile ilgisini kesmek, kimse ile görüşmemek. "Geçirdiği kazadan sonra iyice kabuğuna çekildi."

Kaçın kur`ası: Aldatılması güç, kurnaz; gün görmüş, geçirmiş; tecrübeli. "O kaçın kur`ası, boşuna uğraşma, sen onu kandıramazsın."

Kafadan atmak: Bir konu üzerinde inceleme yapmadan, rast gele konuşmak. "Derse hiç çalışmadığın belli, öyle kafadan atıyorsun ki..."

Kafadan kontak (sakat): Düşüncesiz, delice işler yapan, aklı kıt. "Bırak şu elindeki baltayı, kafadan kontak mısın nesin?"

Kafa dengi: Davranışları, anlayışları, dünya görüşleri birbirine uymuş kimselerden her biri. "Kafa dengi bir arkadaşa öylesine ihtiyacım var ki."

Kafa patlatmak: Bir konu üzerinde pek çok düşünmek, zihin yormak. "Bu makine üzerinde az kafa yormamışsın, öyle karışık ki."

Kafa tutmak: Karşı gelmek, direnmek, boyun eğmemek. "Her önüne gelene kafa tutmakla bir yere varacağını mı sanıyorsun?"

Kafası almamak: 1. Anlayıp kavrayamamak. 2. Zihin yorgunluğundan ötürü anlayamaz olmak. 3. Olabileceğine inanmamak. "Boşuna nefes tüketme, kafası almaz onun."

Kafası işlemek (çalışmak): Bir konu üzerinde kavrayışı çok iyi olmak.

Kafası kazan (gibi) olmak, (veya kafası şişmek): 1. Zihni yorulmak. 2. Gürültülü, patırtılı şeyler dinlemekten rahatsız olmak, yorgunluk duymak. "Kesin artık şu makinenin sesini, kafam kazan gibi oldu."

Kafası kızmak:Çok öfkelenip sinirlenmek. "Kafamı kızdırmadan çekip gidin buradan."

Kafasına dank etmek (demek):  Çoktandır anlayamadığı bir meseleyi bir olay sebebiyle birden bire kavramak, doğruyu yakalamak.

Kafasına koymak: Bir şeyi yapmaya kararlı olup zamanını beklemek. "Yarın onunla görüşmeyi kafama koydum."

Kafası yerinde olmamak: 1. O anda kafası çok yorgun olmak. 2. Başka şeyler düşündüğünden, o anda konuşulana hemen intibak edememek. "Kusura bakmayın, ne söylediğinizi anlayamadım, kafam yerinde değildi de."

Kafese girmek:1. Hapse girmek. 2. Aldatılmak, hile yoluyla kendisinden çıkar sağlanmak, oyuna gelmek. "Zavallı kafese girmekten kurtulduğunu sanmıştı."

Kafese koymak: Tuzağa düşürüp çıkar sağlamak.

Kâğıda dökmek: Düşüncelerini, duygularını yazıya geçirmek.

Kâğıt üzerinde kalmak: Yapılması kararlaştırıldığı hùlde uygulanmamak; konuşulan, kararlaştırılan yazıda kalmak. "O kadar yol yapımı, sulama kanalı hep kâğıt üzerinde kaldı."

Kalbini kırmak: İncitmek, küstürecek kadar üzmek, gönlünü kırmak, gücendirmek. "Onu, kalbini kırmadan uyarmaya çalış."

Kalburla su taşımak: Verimsiz, verim alınamayacak, olmayacak bir işle uğraşmak.

Kalbur üstü: Benzerleri arasında üstün, seçkin, görünür.

Kaldırım mühendisi: İşsiz güçsüz, sokaklarda dolaşan kimse.

Kaale almamak:Önemsiz görmek, sözünü etmeye değer bulmamak. "O, kaale alınacak bir insan değil."

Kalem efendisi: Kalemde çalışan görevli, yazman.

Kalem oynatmak:1. Yazı yazmak. 2. Bir yazıyı düzeltmek. 3. Bir yazıda değişiklik yapmak. "Ben senin gibi kalem oynatmayı beceremiyorum."

Kaleyi içinden fethetmek:Karşı taraftan birinin yardımını alarak davasını kazanmak.

Kalıbını basmak:Bir şeye bütün içtenliği ile güvenmek, bir şeyi doğrulamak. "Kalıbımı basarım ki o, bu işi yapmamıştır."

Kalıbının adamı olmamak:Görünüşünden bekleneni yapamaz olmak, umulanı ortaya koymamak.

Kalıptan kalıba girmek: 1. Sık sık iş değiştirmek. 2. Çıkar sağlamak için değişik kılıklara girmek.

Kalp kazanmak: Güzel bir davranış ve sözle birilerinin sevgisini kazanmak, ilgisini çekmek. "Bir demet çiçekle annemizin kalbini kazanabiliriz."

Kambersiz düğün olmaz (olur mu?):"Bir toplantı, eğlence veya iş, en çok ilgili kişiler bulunmadan yapılırsa tadı çıkmaz" anlamında alay yollu kullanılır.

Kambur üstüne kambur (kambur kambur üstüne): "Sıkıntı üstüne sıkıntı, terslik üstüne terslik, borç üstüne borç, aksilikler birbirini kovalıyor" anlamında kullanılır.

Kanadı altına almak: Korumak, gözetmek, himayesi altına almak. "Yeğenini kanadının altına aldı."

Kan ağlamak:Büyük bir üzüntü içinde olup yakınmak. "Dört çocuk tek başıma kaldım, çaresizim, içim kan ağlıyor ama kimseye açılamıyorum."

Kana susamak: Birini öldürme hırsı içinde olmak. "Bırak elindeki bıçağı dedim ama dinletemedim, kana susamış gibiydi."

Kanat germek: Birini korumak, gözetimi altına almak.

Kan başına sıçramak (beynine çıkmak): Çok sinirlenmek, öfkelenmek, "Kan başına sıçramıştı, sağa sola bağırıp duruyordu."

Kancayı takmak: Bir kimsenin zararı, kötülüğü için uğraşmak.

Kan çıkmak: Cinayet işlenmek, kan dökülmek. "Şu adamı götürün gözümün önünden, yoksa kan çıkacak."

Kandilli temenna: Eli yere kadar uzatarak yapılan selâmlama.

Kan dökmek: Ölüme yol açmak, yaralanıp ölmek veya birini yaralayıp öldürmek.

Kan gövdeyi götürmek: Çok kan akıtılmış olmak, çok insan öldürülmek. "Düşmanla göğüs göğüse gelmiştik, biliyordum ki birazdan kan gövdeyi götürecek ve pek çoğumuz ölecekti."

Kan gütmek:  Kan dökerek öç almayı istemek.

Kanı ağır:Davranışları yavaş, sevimsiz, konuşması insana sıkıntı veren, hoşa gitmeyen kimse.

Kanı bozuk:Soysuz, iğrenç işler yapmaktan geri durmayan. "Toplum bu kanı bozuk insanlardan temizlenmelidir."

Kanı kaynamak: 1. Hareketli, coşkun olmak. 2. Birine içten bir sevgi beslemek, yakınlık duymak. "Çocuğa, ilk rastladığımda kanım kaynamıştı."

Kanına girmek: 1. Birini öldürtmek veya öldürmek. 2. Bir şeyi harcamak, ziyan etmek.

Kanına susamak: Belâsını aramak, kendisinin öldürülmesine yol açacak bir davranışta bulunmak. "Kanına mı susadın sen, o katilin üstüne böyle gidilir mi hiç!"

Kanını emmek: Hiç insaf etmeden sömürmek, varını yoğunu elinden almak. "Yıllardır kanımızı emiyor bu soysuz herifler!"

Kanı pahasına: Yaralanmayı veya öldürülmeyi göze alarak. "Kanım pahasına da olsa, o adamlara, buradan adımlarını attırmayacağım."

Kanı sıcak: Sevimli, kendisini sevdiren, sempatik, sıcakkanlı.

Kanıyla ödemek: Yaptığı işin cezasını hayatıyla ödemek. "Yaptığını kanıyla ödettiler zavallıya."

Kan kusmak: Çok eziyet, sıkıntı çekmek.

Kan kusturmak: Çok büyük sıkıntı ve eziyet çektirmek. "Bana kan kusturmaya yemin etmişler, haydi görelim."

Kanlı bıçaklı olmak: Birbirlerinin kanını dökecek, birbirlerini öldürecek kadar birbirlerine düşman olmak. "Küçücük bir tarla yüzünden kanlı bıçaklı olduk."

Kanlı canlı: Sağlıklı, sapasağlam, dinç ve diri olduğu yüzünden belli olan. "Kanlı canlı oluncaya kadar hastanede tutuldum."

Kan ter içinde kalmak: Çok yorgun, terli, bitkin ve perişan durumda olmak. "Elindeki kazmayı bırakmaya niyetli değildi, kan ter içinde kalmış bedenini doğrultarak yüzüme baktı."

Kan tutmak: 1. Kan görünce bayılmak. 2. (Adam öldüren kimse korku ve heyecandan) şok geçirmek, kaçamamak, olduğu yere yığılıp kalmak.

Kapağı atmak: Sıkıntılı bir yerden kurtulup rahat edeceği bir yere kavuşmak; uygun bir yere yerleşmek, işe girmek. "Evimize kapağı attık mı tamam, gel keyfim gel o zaman."

Kapalı kutu:İçinde ne sakladığını belli etmeyen, niteliği gizli kalan.

Kapı dışarı etmek: Kovmak, dışarı atmak. "Ben de bu evin insanıyım, beni kapı dışarı edemezsiniz!"

Kapı kapı dolaşmak:1. Ev ev gezmek, her eve uğramak. 2. Hemen her devlet dairesine başvurmak. "Kapı kapı dolaştı, ne var ki bir iş bulamadı."

Kapı komşu: Bitişikte oturan komşu, evleri yan yana olan ailelerden her biri."Kapı komşum öyle iyi bir insan ki.."

Kapısında büyümek: Birinin evinde eğitim görüp yetişmek. "Onun kapısında büyümüştü, ona bu kötülüğü nasıl yapmıştı aklı almıyordu."

Kapısını aşındırmak: İstediğini elde edinceye kadar birinin yanına çok sık gidip gelmek.

Kapı yoldaşı: Herhangi bir yerde aynı hizmette bulananlardan her biri.

Kapıyı açmak: 1. Başlama. 2. Bir işte birilerine örnek olmak. "Açık artırmada kapı bir milyon liradan açıldı."

Karaborsa: Piyasada olmayan malın gizlice, el altından yüksek fiyatla alınıp satılması. "Karaborsacılar toplumun kanını emiyorlar."

Kara cahil: Hiçbir şey bilmeyen, çok bilgisiz. "Onun kara cahil birisi olduğunu ilk konuşmamızda fark etmiştim."

Kara çalı: İki kişi, iki dost arasına girerek arayı bozan kimse.

Kara çalmak: Birine iftira etmek, leke sürmek, haksız yere suçlamak. "Kadıncağıza yok yere kara çaldılar."

Kara gün: Sıkıntılı, üzüntülü, büyük bir yasa düşülen gün. "Allah kimseye kara gün göstermesin."

Kara gün dostu: Yalnız iyi günlerde değil sıkıntılı, üzücü, düşkünlük günlerinde de insanın yardımına koşan, dostunu yalnız bırak-mayan kimse.

Kara haber: Ölüm veya felâket haberi, çok üzücü haber. "Fatma kadına bu kara haberi vermeye kimse yanaşmadı."

Karalar bağlamak (giymek):Bir felâket dolayısıyla yas tutmak, siyah elbise giymek ya da siyah örtü bağlamak.

Kara liste: Zararlı görülüp cezalandırılmaları, öldürülmeleri düşünülen kimseler hakkında tutulan liste. "Köy muhtarını da kara listeye almışlar."

Karaman`ın koyunu sonra çıkar oyunu: "Dış görünüşe aldanmamalı, bir kişi ya da iş olağan görünebilir, ancak altından neler çıkabileceği hiç belli olmaz, o sonra görünür." anlamında kullanılır.

Karar kılmak: Dönüp dolaşıp o şeyin üstünde durmak, onu tercih etmek, birçok şeyi deneyip onu seçmek. "Ben bu elbisede karar kıldım."

Karda gezip izini belli etmemek: Kimsenin sezemeyeceği biçimde gizli bir iş çevirmek, uygunsuz işler yapmak. "Onun ne biçim bir insan olduğunu bana sorun; o, karda gezer izini belli etmez biridir."

Kargacık burgacık: Eğri büğrü, kötü, okunması güç, çarpık, düzensiz (yazı).

Kardeş payı yapmak: Eşit oranlarda bölmek, taksim etmek, paylaştırmak. "Çok açtılar, buldukları ekmeği oracıkta kardeş payı yaptılar."

Karga tulumba etmek: Birkaç kişi, birini kollarından bacaklarından tutup havaya kaldırmak. "Hep birlikte babalarını karga tulumba edip havuzun başına getirdiler."

Karınca duası gibi: Çok küçük, sık ve okunaksız, birbirine girmiş (yazı).

Karınca yuvası gibi kaynamak: Çok kalabalık ve hareketli olmak (bir yer). "Pasajın girişi âdeta karınca yuvası gibi kaynıyordu."

Karınca kararınca: Az, önemsiz ve küçük de olsa, gücü yettiği kadar, elinden geldiğince. "Caminin yapımına karınca kararınca o da katkıda bulunmaya karar verdi."

Karman çorman: Karmakarışık, çok karışık, düzensiz, alt üst olup birbirine girmiş. "Ortalık karman çormandı, nereden işe başlayacağını bilemiyordu."

Karnı geniş: Hiçbir şeyi tasa etmeyen, titizlenmeyen, gamsız, umarsız.

Karnı karnına geçmek: Çok acıkmak, çok zayıflamış olmak. "Günlerdir ağzına bir lokma koymamıştı, karnı karnına geçmiş ve bitap düşmüştü."

Karnım tok:"O sözlerine kanmıyorum, önem vermiyorum" anlamında kullanılır. "Geç babam, geç bu sözleri, karnımız tok bu sözlere, paradan söz et sen, verecek misin, vermeyecek misin?"

Karnı tok sırtı pek: Geçimi iyi, hâli vakti yerinde, para sıkıntısı olmayan, birinin yar-dımına ihtiyaç duymayan (kimse). "Herkesin karnı tok sırtı pek olacaktır, bize güvenin"

Karnı zil çalmak: Çok acıkmış olmak."Bugün hiçbir şey yiyemedim, karnım zil çalıyor!"

Karşı çıkmak:1. Gelenleri karşılamak üzere yola ya da kapı önüne çıkmak. 2. İleri sürülen fikrin, tutulan yolun yanlış olduğunu söylemek. "Her fikrime karşı çıkmak zorunda mısın?"

Karşı durmak:Bir güce boyun eğmemek, direnmek. Düşmana karşı durmak boynumuzun borcudur."

Karşı koymak: Engel olmaya çalışmak, direnmek, güç kullanarak dayanmak, boyun eğmemek. "Hırsızlar polise silâhla karşı koymaya çalıştılar."

Kasıp kavurmak:1. Bir afet çok zarar vermek, mahvetmek. 2. Baskı yaparak, kıyıcı davranışlarda bulunarak bir topluluğu ezmek; zulmetmek, ortalığı korku ve dehşet içinde bırakmak. "Eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başladılar!"

Kaş göz etmek:Kaş ve göz hareketleriyle bir işaret vermeye, istediğini bu yolla anlatmaya çalışmak."Kalabalıkta kaş göz ederek Hasan`ı çağırmayı düşündü."

Kaşıkla yedirip, sapıyla göz çıkarmak: Bir iyilik yaptıktan sonra, bu iyiliği hiçe indirecek bir kötülük yapmak.

Kaşla göz arasında:Çok çabuk, kimsenin sezmesine fırsat vermeyecek kadar az bir zaman içinde. "Kaşla göz arasında kapıverdi mendili."

Kaşlarını çatmak: Kızgın, öfkeli ve sinirli olduğunu kaşlarını birbirine yaklaştırarak göstermeye çalışmak. "Bana öyle kaşlarını çatıp durma!"

Kaş yapayım derken göz çıkarmak: İşi düzelteyim, bir iyilik yapayım derken büsbütün bozmak ve büyük bir zarar vermek.

Katı yürekli: Acımasız, merhametsiz, acı veren şeylere aldırmayan. "Onun gibi katı yürekli bir insan daha görmedim desem yeridir."

Kayıtsız kalmak:Umursamamak, önem vermemek, ilgi göstermemek. "Onun bu kötülüklerine kayıtsız kalmak mümkün mü?"

Kazan kaldırmak: Yönetime karşı topluca karşı gelmek, baş kaldırmak. "Maden işçileri kazan kaldırmış diyorlar."

Kazık yutmuş gibi:Dimdik (duran, oturan, yürüyen).

Kazın ayağı öyle değil: "Durum, mesele senin sandığın gibi değil" anlamında kullanılır.

Keçileri kaçırmak:Düşünme yeteneğini kaybetmek, aklını oynatmak, delirmek, bunalım içinde olmak, "Doktor, keçileri kaçırmış diyorlar!"

Kedi ciğere bakar gibi (bakmak): İmrenerek, iştahla, ele geçirme isteği ile bakmak.

Kedi gibi dört ayak üstüne düşmek: En zor, en tehlikeli durumdan zarar görmeden kurtulmak.

Kedi olalı bir fare tuttu:  İlk defa, neden sonra kendisinden beklenen bir iş yapabildi. "Temsilcimiz, nihayet kedi olalı bir fare tuttu, yüklü bir iş yakaladı."

Kefeni yırtmak: Ağır bir hasta ölüm tehlikesini atlamak. "Üzülmeyin, kefeni yırttı büyük anneniz."

Kel başa şimşir tarak: Pek çok ihtiyaç giderilmeyi beklerken gereksiz özenti ve gösterişi belirtmek için kullanılır.

Keli görünmek: Bir kabahati, kusuru ortaya çıkmak. "Kelinin görünmeyeceğini sanıyordu şapşal!"

Kel kâhya: Bilgisi olsun olmasın her işe karışan, burnunu sokan.

Kelle götürür gibi: Gerekli olmayan bir acelecilikle, bir şey ulaştıracakmış gibi çok hızlı koşarak.

Kelleyi koltuğuna almak: Ölümü göze alarak bir işe kalkışmak. "Kelleyi koltuğuna alıp düşman karşısına çıkmak her babayiğidin harcı değil."

Kemerleri sıkmak: Tutumlu davranmak, açlığa ve susuzluğa katlanmak."Kemerleri sıktıra sıktıra millette hâl bırakmadılar."

Kem küm etmek: Anlatmak istediğini açık seçik ifade edememek, bir soru karşısında bocalayıp cevap bulamayarak anlamsız sözler söylemek. "Kem küm etme de ne söyle-yeceksen söyle çabuk!"

Kendi hâlinde: Sessiz, hiçbir şeye karışmayan, karışmak istemeyen, sakin (kimse). Yazık olmuş, kendi hâlinde biriydi, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı."

Kendi göbeğini kendi kesmek: İstediği yardım gelmeyince kendi işini kendi yapmak durumunda kalmak. "O her zaman kendi göbeğini kendisi kesmiş, kimseden yardım beklememiştir."

Kendi kendine gelin güvey olmak:Başkalarının ne diyeceğini hesaba katmadan, bir işi sadece kendi başına tasarlayıp olmuş sayarak sevinmek. "Kendi kendine gelin güvey olmayı bırak, bakalım kız ne diyecek bu işe."

Kendi kendini yemek: İstediği iş olmadı diye gizli gizli üzülmek, kaygı duymak. "Kendi kendimi yedim bitirdim bu iş yüzünden."

Kendinden geçmek:1. Kendini kaybetmek, bayılmak, bilinci işlemez olmak. 2. Sevindirici bir olay karşısında coşkuya kapılmak, duygulanmak. "Dün gece bizim adam yine kendinden geçti, hastaneye zor yetiştirdik."

Kendinden pay (paha) biçmek:Bir durumu kendi durumu ile ölçüştürmek.

Kendine gelmek: 1. Sarhoşluktan, bayıldıktan sonra ayılmak. 2. Aklı başına gelmek. 3. Bozuk olan durumu düzelmek. "Oh, nihayet kendine geldi bizim adam!"

Kendine yedirememek: Yapılan bir işi onur kırıcı görüp, kişiliğine dokunmuş sayarak tepki göstermek; kendisinin başkasına yapması söz konusu olan işi, kişiliği için uygun görmeyip yapmamak.

Kendine yontmak: Ortaya çıkan fırsattan yararlanıp başkalarını düşünmeyerek hep kendi çıkarını sağlayacak yönde hareket etmek. "Hep kendine yontma, biraz da bizi düşün, biz de insanız!"

Kendini ağır satmak:Kendisinden yapılması istenen işi, birçok ricadan, birçok ısrardan sonra yapmayı kabul etmek. "Kendini ağır satmakla adam olduğunu mu kanıtlayacak?"

Kendini alamamak:İstemeyerek bir işi yapmak durumunda kalmak, yapmamayı edememek, kendini tutamayıp yapmak. "Ona bir tokat atmaktan kendimi alamadım işte!"

Kendini ateşe atmak:Bilerek zor ve tehlikeli bir işe girişmek. "Kendisini ateşe atmasına izin mi vereceksiniz?"

Kendini bulmak:1-İyi bir duruma kavuşmak. 2. Kişilik kazanıp olgunluğa erişmek. 3. Farkında olmadan bir yere ulaşmış olmak. "Nihayet kendimi buldum, bundan böyle ekonomik sıkıntı çekmeyeceğim."

Kendini dev aynasında görmek: Kendisini olduğundan büyük bir adam sanmak; üstün, yetenekli, güçlü görmek. "Kendini dev aynasında görmekten ne zaman vaz geçeceksin ha!.."

Kendini dinlemek: 1. Önemsiz, küçük rahatsızlıkları büyütmek; hastalık kuruntusu içinde bulunmak. 2. Yalnız, sakin kalmak. "Uzun bir süre kendimi dinledim, olup biteni tekrar tekrar gözden geçirdim."

Kendini göstermek:1. Ortaya çıkmak, belirmek. 2. Beğenilecek, takdir edilecek niteliklerini ortaya koymak; gücünü göstermek. "Uzun bir aradan sonra sergi açmaya, kendini göstermeye karar verdi."

Kendini kaptırmak: Bir şeyin etkisinden kendini kurtaramamak. "Bu yaştan sonra kendimi sigaraya kaptıracağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu."

Kendini kaybetmek:1. Düşüp bayılmak. 2. Kızgınlık, öfke yüzünden ne yaptığını bilmeyecek hâle gelmek. "Bir iki söz söyledikten sonra kendini kaybetti, oraya yığılıverdi."

Kendini toplamak: 1. Kötü, bozuk olan durumunu düzeltmek. 2. Bir konu üzerinde dikkatini yoğunlaştırmak. 3. Şişmanlamak. "Bizim oğlan kendini iyice toparladı, şimdi ev almayı düşünüyor."

Kendini tutamamak:Bir durum karşısında sessiz ve heyecana kapılmadan durmayı başaramamak, kendine hâkim olamamak. "Kendimi tutamadım, ben de ağlamaya başladım."

Kendini vermek: Bir şeye bütün varlığıyla bağlanmak, başka şeylerle ilgisini kesip yalnızca onunla ilgilenmek, bir şeyi tüm gücüyle yapmaya çalışmak ."İşe henüz kendini vermiş sayılmaz."

Kendi payıma: "Bana gelince, bana kalırsa, fikrime göre, bana sorarsanız" anlamlarında kullanılır.

Kendi yağıyla kavrulmak: Elindekiyle yetinmeye, kimseye muhtaç olmadan yaşamaya çalışmak; ihtiyaçlarını kendi karşılayarak kimseden yardım istememek. "Nasıl olalım, kendi yağımızla kavrulup gidiyoruz işte..."

Kene gibi yapışmak: Yakasını bir türlü bırakmamak; istenmediği hâlde, çıkar sağladığı için birinin peşini bırakmamak. "Kene gibi yapışmıştı adamın yakasına, peşini bir türlü bırakmıyordu."

Kesenin ağzını açmak: Bol para harcamaya başlamak. "Babam kesenin ağzını açtı nihayet."

Keyfinin kâhyası (olmamak):Birisine karışmaya hakkı olmamak, istediği gibi yaşamasına engel olmamak. "O benim keyfimin kâhyası olamaz, ben dilediğim gibi yaşarım, karışamaz bana!"

Keyif çatmak:Neşeli olmak, hoş ve eğlenceli zaman geçirmek. "İşi nihayet bitirmiştik, sıra şimdi keyif çatmaya gelmişti."

Keyif ehli:Rahatına düşkün kimse, zevkinden bol bol yararlanan. "Oldukça rahat, keyif ehli bir insandı."

Kılı kırk yarmak: Titizlenmek, çok dikkat ederek en ince ayrıntılarına kadar incelemek, önemle üstünde durmak. "Bir malı almadan önce kılı kırk yararcasına evirir çevirir ve öyle alırdı."

Kılına dokunmamak: Bir kimseye, zarar verebilecek en ufak davranıştan bile kaçınmak. "İnan anne, kılına bile dokunmadım kardeşimin!"

Kılını bile kıpırdatmamak (veya oynatmamak): Bir durum karşısında en küçük bir tepki bile göstermemek, ilgisiz kalmak, harekete geçmemek. "Onca insan üstüme yürüdü ama o kılını bile kıpırdatmadı."

Kıl payı (kalmak): Çok az, az bir fark (kalmak). "Araba o hızla virajı alamadı, uçuruma yuvarlanmasına kıl payı kalmıştı."

Kıran girmek:1. Daha önce bulunan şey bulunmaz olmak. 2. Hayvanlar ya da insanlar arasında öldürücü bir hastalık yayılmak. "Kıran girdi, bütün koyunlar telef oldu."

Kırık dökük:1. Eski çürük, sağlam olmayan, değersiz (şey). 2. Düzgün olmayan, parça parça, dağınık (söz). "Şu kırık dökük eşyaları ortadan kaldırın hemen!"

Kırıp geçirmek:1. Yakıp yıkarak, baskı yaparak, öldürerek büyük zarar vermek. 2. Çok sert davranarak darıltmak. 3. Garip olan söz ve davranışlarıyla herkesi güldürmekten katıltmak.

Kırk dereden su getirmek: Birini kandırmak için çok dolambaçlı gerekçeler ileri sürmek, ikna edebilmek için çok uğraşmak. "Ne inatçı adammış, bir evet demek için kırk dereden su getirtti bana."

Kırklara kırışmak: Bir kimse artık ortalıkta görünmez olmak.

Kırk tarakta bezi bulunmak:Birbirinden farklı birçok işle uğraşmak, birçok ilişkisi bulunmak, gizli ilişkileri olmak. "Ne iş yaptığı belli değil, kırk tarakta bezi var adamın."

Kısmeti açılmak: 1. Kazancı artıp bolluğa erişmek. 2. Bir kızı isteyenlerin çoğalması. "Bu miras kızın kısmetini de açtı hani!"

Kısmetini (nimetini) ayağıyla tepmek: Kavuşacağı iyi bir durumu, kıymetini bilmeyerek reddetmek; istememek, değerlendirememek.

Kıssadan hisse almak: Bir olaydan, anlatılan bir hikâyeden ders almak.

Kıt kanaat (geçinmek): Yoksulluk içinde, zar zor ve güçlükle (geçinmek). "Bir zamanlar biz de kıt kanaat geçiniyorduk."

Kıvamına gelmek (bulmak): En uygun zamanında olmak, gerekli ve istenilen şartlar yerine gelmek, istenilen duruma gelmek.

Kıyamet kopmak: 1. Kıyamet günü gelmek. 2. Bir yerde çok gürültü ve patırtı kavga, telâş olmak. "Kıyamet günü gelecek ve insanlar sonunda hesaba çekilecekler."

Kızarıp bozarmak:  Utanarak renkten renge girmek, kimi duyguların etkisiyle yüzünün rengi değişmek. "Pot kırdığını anlayınca ne yapacağını şaşırdı, kızarıp bozaran yüzünü kapatmaya çalıştı."

Kızıl (kızılca) kıyamet kopmak: Bir meselede büyük, aşırı, gürültülü bir kavgaya yol açmak; yüksek sesli tartışma başlatmak. "Sizin bostanlara su vermeyeceğim deyince kızılca kıyamet koptu."

Kilit noktası:Bütün işlerin çözümlenmesi ona bağlı olan önemli unsur, üzerinde durulması gereken en önemli nokta, makam veya yer.

Kimseye eyvallah etmemek:Kimseden yardım ve iyilik beklememek, kimsenin minneti altına girmemek. "Bu yaşa kadar kimseye eyvallah etmedim, bundan sonra da edecek değilim."

Kim vurduya gitmek: Bir kargaşa anında ve kalabalık arasında kimin tarafından vurulduğu veya dövüldüğü belli olmamak.

Kirişi kırmak: Kaçıp gitmek, bulunduğu yerden gizlice ve çabucak ayrılmak. "Kavga başlayınca kirişi kırarım diye düşündü."

Kirli çamaşırlarını ortaya dökmek: Ayıp, suç ve kusurlarını, gizli kalmış yolsuzluklarını açığa çıkarmak; açıklamak, söylemek. "Kirli çamaşırları ortaya dökülünce ne yapacağını şaşırdı."

Kitaba el basmak: Elini, Kur`ân-ı Kerim üzerine koyarak yemin etmek.

Kitabına uydurmak: Kanunî olmayan bir işi kimi boşluklardan yararlanarak kanunî imiş gibi göstermek. "İşi kitabına uydurmuşlar, çok zengin olmuşlardı."

Kof çıkmak:İşe yaramadığı, sanıldığı gibi olmadığı, boş ve değersiz bir kişi olduğu anlaşılmak.

Kokusu çıkmak:Gizli yapılmış bir iş, daha sonra herkes tarafından bilinir olmaya başlamak. "Bu işin kokusu çıkar diye korkuyorum."

Kolaçan etmek: Çevresini ya da kendisinden istenilen yeri dolaşıp ne var ne yok diye bakmak, olup biteni anlamak amacıyla dolaşmak. "Bir kişi etrafı şöyle bir kolaçan etsin de gelsin."

Kol kanat olmak:Yardım etmek, gözetmek, bir kimseyi koruyuculuğu altına almak.

Koltukları kabarmak: Kendisine ya da yakınlarına yapılan övgüden ötürü kıvanç duyup büyüklenmek, böbürlenmek. "Oğlun oldukça becerikli dedikleri zaman koltuklarım kabardı doğrusu."

Kolu kanadı kırılmak:Çaresiz duruma düşmek, bir şey yapamaz hâle gelmek. "Kolu kanadı kırılmış bir vaziyette dolaşıyordu."

Korktuğu başına gelmek: Endişe duyduğu, kaygılandığı, olmasını istemediği şeyle karşı karşıya gelmek. "Korktuğum başıma geldi, ne yapacağım şimdi ben!"

Koyun kaval dinler gibi: Düşünmeden, hiçbir şeyi anlamadan, ne denildiğini kavramadan dinlemek. "Beni koyun dinler gibi dinleyip çekip gittiler."

Kozunu paylaşmak: Aradaki anlaşmazlığı zora başvurarak, üstün olan güce dayandırarak çözümlemek, sona erdirmek. "Onunla kozunu paylaşmaya can atıyordu."

Kök salmak: 1. Bir yere iyice, ayrılmamacasına yerleşmek. 2. İyice tutunmak, köklenmek, sağlamlaşmak, yayılmak. "Onun sevgisi, içine iyice kök salmıştı."

Kök söktürmek:Uğraştırmak, güçlük çıkarmak, engel olmak. "O takıma kök söktürmeye yemin ettik."

Köküne kibrit suyu dökmek: Bir daha belirmeyecek, ortaya çıkmayacak biçimde yok etmek, ortadan kaldırmak.

Köprüleri atmak: Girişilen, başlanılan bir işten vazgeçmeye ya da geri dönmeye imkânı kalmayacak şekilde kesin bir davranış göstermek; ilişkileri bir daha kurulamayacak biçimde bozmak.

Kör değneğini beller gibi: Bir değişiklik, yenilik düşünmeden, hep aynı biçimde davrananların durumunu anlatmak için kullanılır.

Kör dövüşü:Sonuç alınamayacak ve birbirini engelleyecek biçimde, bir birinden habersiz düzensiz ve uyumsuz çabalama.

Kör kadı: Sözünü esirgemeyen; doğru bildiğini hatır gönül dinlemeden her yerde, herkesin yüzüne karşı söyleyen.

Köstek olmak: Engel olmak. "Sen köstek olma yeter."

Körü körüne: Düşünüp taşınmadan, nasıl sonuçlanacağını he-saplamadan, dikkat etmeden. “Bu işe öyle körü körüne giremem, anladın mı?"

Köşe bucak: Göze çarpmayan, önemsiz yer.

Kötüye kullanmak: Suiistimal etmek, yetkisini yanlış bir yolda kullanmak, istenilmeyen yolda yararlanmak. "Benim yumuşaklığımı kötüye kullandı."

Kraldan çok kralcı olmak: Birinin davasını ondan daha çok savunur olmak.

Kucak açmak: İhtiyaç sahibi birine sığınacak yer vermek, onu korumak. "Muhtaçlara kucak açmak insanlık görevidir."

Kumkumav gibi: Yapayalnız, tek başına.

Kulağı delik: Olup bitenleri çabuk haber alan, hemen her şeyden haberi olan. "Hasan mı, ne kulağı delik adamdır o, ne öğreneceksen ona sor."

Kulağı kirişte (olmak): Söylenecek sözü, gelecek haberi dikkatlice (beklemek). "Kulağınız kirişte olsun, ne duyarsanız iletin hemen."

Kulağına çalınmak: Bir söz, bir haber başkasına söylenirken kendisi de şöyle böyle duymak.  "Senin şehre gideceğin kulağıma çalındı, ne diyorsun?"

Kulağına kar suyu kaçmak: Rahatını bozan bir haber almak, kötü duruma düşmek.

Kulağına küpe olmak: Başına gelen bir işten, gördüğü olaydan ders alıp hiç unutmamak. "Umarım bu iş senin kulağına küpe olur da aynı hataya bir daha düşmezsin."

Kulağını açmak: Bütün dikkatini vererek dinlemek, söylenenlere dikkat etmek. "Kulağını aç da beni iyi dinle!"

Kulağını bükmek: Dikkatli olması için uyarıda bulanmak.

Kulağını çekmek: 1. Uyarmak için hafif bir ceza vermek. 2. Ceza olarak kulağını büküp çekmek."Şimdi bana kulağınızı çektireceksiniz!"

Kulak asmamak: Aldırıp önemsememek, dinlememek. "Kulak asma sen onun söylediklerine."

Kulak dolgunluğu: Duya duya elde edinilen yarı buçuk bilgi.

Kulak kabartmak: Çaktırmadan, belli etmemeye çalışarak dinlemek. "Dayanamayıp yanındakilerin konuşmalarına kulak kabarttı."

Kulak kesilmek: Çok iyi, bütün dikkatini vererek dinlemek; dikkatini toplayarak duymaya çalışmak. "Ne konuştuklarını merak ediyordum, yanlarına yaklaşarak kulak kesildim."

Kulaklarını çınlatmak: Birini iyi duygularla anmak.

Kul hakkı: İslâm dinine göre, insanların birbirleri üzerindeki hakları. "Öte dünyaya kul hakkıyla gitmem inşallah."

Kul köle (veya kurban) olmak: Tam bir doğruluk içinde gönül-den bağlanmak, bağlılığın gerektirdiği fedakârlığı yapmaya hazır olmak.

Kulp takmak: Bir kusur, bir bahane bulmak.

Kumpas kurmak: Birini aldatmak için tuzak kurmak, gizli bir iş düzenlemek.

Kundak sokmak: 1. Yangın çıkarmak için bir yere tutuşmuş yağlı bez parçası koymak. 2. Ara bozacak bir söz ya da davranışta bulunmak.

Kurban olayım: 1. Aşırı sevgi ve hayranlık anlatmak için kullanılır. 2. Yalvarmak için söylenir."Kurban olayım yavruma dokunmayın!"

Kurşuna dizmek: Ölüm cezasını askerî bir birliğin attığı kurşunlarla yerine getirmek, sıkılan kurşunlarla öldürmek. "Bütün köy halkını kurşuna dizdiler!"

Kurtlarını dökmek: Öteden beri yapmak istediği şeyi bol bol yapıp hevesini almak. "Bu akşam biraz kurtlarımızı dökelim, ne dersin?"

Kurt masalı okumak: İnandırıcı, gereksiz, asılsız sözler (söylemek).

Kuru iftira: Hiçbir kanıtı olmayan suçlama. "Allah kuru iftiradan korusun hepimizi!"

Kuru kalabalık: 1. Yararsız kırık dökük eşya. 2. Hiçbir işe yara-mayan insan topluluğu. "Bu kuru kalabalığa güvenip de sakın yola çıkma."

Kuru kuruya: Boşuna, boş yere.

Kuru sıkı: 1. Korkutmak amacıyla söylenen sözler, blöf. 2. Yalnız barutla sıkılanmış tüfek veya fişek dolgusu.

Kuş beyinli: Akılsız, aptal, ahmak.

Kuş kadar canı olmak: Küçük, cılız, zayıf, çelimsiz bir vücuda sahip olmak.

Kuş sütüyle beslemek: En pahalı, değerli az bulunur besinlerle yiyip içirmek.

Kuş uçmaz, kervan geçmez: Çok ıssız, sapa, kır, insanın uğramadığı yer. "Başını alıp kuş uçmaz kervan geçmez bir diyara gitti."

Kuş uçurmamak: Hiç kimsenin geçmesine, kaçmasına izin vermemek; imkân tanımamak, bunun için çok dikkatli davranmak. "Sıkı gözcülerdir, kuş uçurtmazlar, merak etme!"

Kuvvetten düşmek (kesilmek): Gücü iyice azalmak.

Kuyruğuna basmak: Birini tahrik etmek, incitip saldırmasına yol açmak.

Kuyruklu yalan: İnsanın kanması için süslenmiş büyük yalan. "İnanmayın ona, söyledikleri kuyruklu yalandan başka bir şey değil!"

Kuyruk sallamak: Yaltaklanmak, birisine yaranmak için yapmacık davranışlarda bulunup şirin görünmeye çalışmak. "Bütün gece boyunca şirket müdürüne kuyruk sallayıp durdu."

Kuyusunu kazmak: Birinin kötü duruma düşmesi, felâkete uğraması, zarar görmesini sağlamak için zemin hazırlamak, tuzak kurmak. "Adamın kuyusunu kazıp da elinize ne geçecek."

Küçük dilini yutmak: Çok şaşmak, hayrete düşmek, donakalmak, hiçbir şey söyleyemez hâle gelmek. "Ne o dostum, küçük dilini mi yuttun?"

Küçük düşürmek: Onurunu kırmak, birilerinin yanında itibarını sarsmak ve değerini düşürmek. "Dikkatli ol, bir pot kırıp da kendini küçük düşürme sakın."

Küçük görmek: Önemsememek, değer vermemek. "Hasmınızı sakın küçük görmeyin çocuklar!"

Külâhıma anlat: "Söylediklerin hiç de inandırıcı değil, sana inan-mıyorum" anlamında kullanılır.

Külâhını ters giydirmek: Çok kurnaz olmak; oyuna getirmek, kendisine iyi davranmayanları bir hile ile yaptıklarına pişman etmek.

Külâhları değişmek: "Araları bozulmak, bozuşmak" anlamında tehdit olarak kullanılır."Hareketlerini düzeltmezsen külâhları değişiriz, ona göre!"

Kül kedisi: 1. Çok üşüyen, ateşin yanından ayrılmayan (kimse). 2. Uyuşuk, miskin, rahatına düşkün, tembel.

Kül kesilmek: Heyecan ve korkudan yüzünün rengi atmak, solmak. "Katili karşısında görünce yüzü kül kesildi."

Kül olmak: 1. Bir şey bütünüyle yanmak. 2. Varını yoğunu yitirmek, elinde bulunanlar yok olmak. 3. Büyük bir felâkete uğrayıp çok üzülmek.

Külünü (göğe) savurmak: Bir şeyi tamamiyle bitirip yok etmek, harcayıp tüketmek, telef edip bir şey bırakmamak.

Kül yutmamak: Oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, kurnazca yapılan bir hileye aldanmamak. "Bana kül yutturamazsınız diyemem ama yeterince dikkatli olduğumu söyleyebilirim."

Künyesi bozuk: Eskiden kötü durumları görülmüş olan, kötü işlere girmiş bulunan. "Künyesi bozuk diye, bu adama hiç kimse iş vermeyecek mi?"

Küplere binmek: Haddinden fazla öfkelenme, kızmak, sağa sola ateş saçmak. "Yeni saatimi kırdığımı öğrenen annem küplere bindi."

Küpünü doldurmak: Eline geçen fırsatları değerlendirerek çok para biriktirmek. "Küpünü doldurmayı becerebilenlerden olamadım hiç."

Kürek kadar (pabuç kadar) dili olmak: Hemen her söze cevap yetiştirmek, büyüklerine karşı saygısızca karşılıklar verir olmak.

 


L

Laçka olmak: 1. Herhangi bir iş gevşek ve düzensiz yürütülmek. 2. Mil ya da vida gibi makine bölümleri eskiyip aşınarak işe yaramaz hâle gelmek. "Bu vidalar laçka olmuş, kol tutmuyor."

Lafa boğmak: Birinin söz söylemesine fırsat vermeyip meseleyi gereksiz ve boş sözlerle anlaşılmaz kılmak, gürültüye getirip uzatmak.

Laf (söz) altında kalmamak: Bir münakaşa sırasında söylenen her dokunaklı söze karşılık vermek, söz altında ezilmemek.

Laf (söz) aramızda: "Söyleyeceğim sözleri başka biri duymasın, bilmesin, konuştuklarımız aramızda kalsın" anlamında kullanılır."Laf aramızda, Ali yine öç alacağım demeye başlamış."

Laf atmak: 1. Dokunaklı sözlerle sataşmak, uzaktan işittirmek. 2. Karşılıklı söyleşmek, konuşmak. 3. Sözle sarkıntılık etmek."Laf atarak beni tahrik etmeye çalışıyorlardı."

Lafa tutmak: Birini konuşarak, gereksiz meseleler anlatarak işinden alıkoymak. "Onu biraz lafa tutup oyalamaya başladılar."

Laf ebesi: Söyleyecek sözü bol olan, her söze karışan, herkese söz yetiştiren, çok konuşan. "Laf ebeliğini bırak da ne söyleyeceksen söyle!"

Laf etmek: 1. Konuşmak. 2. Bir şeyi dedikodu konusu yapmak. "Akşam buluşalım da iki çift laf edelim."

Lafı (sözü) ağzına tıkamak: Birinin sözünü bitirmesine fırsat vermemek, onu susmak zorunda bırakmak, konuşmasını önlemek. "Ağzını açar açmaz lafı ağzına tıkadılar adamcağızın."

Lafı (sözü) ağzında gevelemek: Söylemek istediğini açık olarak bir türlü söyleyememek, şundan bundan bahsetmek. "Beni görünce şaşırdı, lafı ağzında gevelemeye baş ladı."

Lafı ağzında kalmak: Söyleyeceğini söylemeye zaman bulamamak, konuşmasını bitirememek.

Lafı (sözü) çevirmek: Konuşmasının sakıncalı bir biçim aldığını fark edince söze başka bir yön vermek, başka konuya geçmek. "Beni görünce birden nasıl da sözü çevirdi."

Lafını (sözünü) etmek: Bir şey üzerinde konuşmak. "Artık lafını etmeyin şu adamın!"

Lafını (sözünü) bilmek: Tutarlı ve mantıklı konuşmak, sakıncalı olmayan ve birini kırmayan sözler söylemek, saygılı ve yerinde konuşmak. "O daima lafını bilir bir insan olmuştur."

Laf işitmek:  Birisi tarafından paylanmak, azarlanmak, "Çabuk ol, senin yüzünden laf işiteceğiz öğretmenden."

Laf olsun diye: Rastgele, belli bir amaç gütmeden. "Kızma canım, laf olsun diye söylemiştir o sözleri."

Laf (söz) taşımak: Aralarını açmak maksadıyla birinin bir kimse hakkında söylediği hoş olmayan sözlerini o kimseye ulaştırmak, söz getirip götürmek. "O laf taşıyıcı adamdan uzak durmalısın."

Laf (söz) yetiştirmek: Bir söze karşılık vermekte gecikmemek, durmadan konuşmak.

Laf (söz) yok: "Kusursuz, eksiksiz, eleştirilecek bir yanı dahi yok" anlamında kullanılır. "Arkadaşıma laf yok, o mert mi mert biridir."

Lâhavle çekmek: Sıkıntıyı, öfkeyi gidermek, sabır telkin etmek için "Lâhavle" ile başlayan duayıokumak. "Lâhavle çekmeden başka bir şey yapamadım."

Lamı cimi yok: "Hiçbir bahane, itiraz, mazeret, duraksama, karşı gelme yok" anlamında kullanılır. "Lamı cimi yok, bu akşam bize geleceksiniz, tamam mı?"

Lastikli söz: Değişik mânâlara gelen söz.

Leb demeden leblebiyi anlamak:Daha sözün başında ne demek istediğini anlamak, anlayışlı ve kavrayışlı olmak.

Leke sürmek: Suç yüklemek, birinin onurunu sarsacak biçimde iftirada bulunmak. "Zorla kadıncağıza kara bir leke sürdüler, Allah`tan hiç korkmadılar."

Leşini çıkarmak:Çok feci dövmek. "Beş kişiydiler, adamın leşini çıkardılar."

Leşini sermek:Öldürmek. "Ben de onun leşini sermezsem..."

Leyleğin yuvadan attığı yavru: Yakınlarından ilgi görmeyen, çevresinin uzaklaştırdığı kimse.

Lokma ağzında büyümek:Herhangi bir sebepten, acı ya da üzüntüden dolayı lokmasını yutamamak, yiyememek. "Ağzında lokmalar büyümeye başladı, gözleri dolu dolu oldu."

Lokmasını saymak:Birinin ne kadar yediğine bakmak, çok yiyeceğinden korkmak.

Lök gibi oturmak: Bir yere bütün ağırlığıyla çökmek, oturup kalmak. "Sedire lök gibi oturunca gacur gucur sesler duyuldu."

Lügat paralamak:Anlaşılmaz, süslü, parlak, ağdalı, konuşma dilinde geçmeyen kelimelerle konuşmak. "Lügat paralamak hoşuna gitmeye başlamıştı."

Lüpe konmak:Değerli bir şeyi bedavadan, emek sarf etmeden ele geçirmek.

 

M

Maaşa geçmek: Aylığa geçmek, çalıştığı yerden ücret almaya başlamak. "Maaşa geçtiği günün ertesinde onu işten çıkardılar."

Madalyanın ters (öteki) yüzü:Olumlu bir olay, iş ya da durumun düşünülmesi, hesaba katılması gereken olumsuz yönü.

Madik atmak:  Hile, düzen ve oyunla aldatmak; dolap çevirmek. "Ona kolay kolay kimse madik atamaz."

Mahalle karısı: Kaba, terbiyesiz, görgüsüz, kavgacı kadın.

Mahalleyi ayağa kaldırmak: Bağırıp çağırarak, gürültü kopararak konu komşuyu rahatsız etmek, telâşlandırmak. "Bağırıp durma öyle, mahalleyi ayağa kaldıracaksın."

Mahkemelik olmak: Kavga veya anlaşmazlık sonucu mahkemeye düşmek. "Bu gidişle mahkemelik olacağız galiba."

Mahşer midillisi: Kısa boylu, fitneci kimse.

Mahşer gibi: Çok kalabalık. "Meydan mahşer gibiydi."

Makaraları koyvermek: Kendini tutamayıp kahkahayla gülmeye başlamak, uzun uzun gülmek. "Yüzükoyun çamura düşen arkadaşını görünce makaraları koy verdi."

Makas almak:Birinin yanağını orta parmakla gösterme parmağı arasında sıkmak.

Mal bulmuş mağribi gibi: Büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına büyük sevinç ve coşku ile.

Mal etmek: 1.Bir malı hakkı olmadığı hâlde kendisininmiş gibi göstermek veya saymak. 2. Bir mala, bir değer karşılığında sahip olmak. "O tarlayı kendisine mal etmesine göz yummayacağım."

Malın gözü: 1. Aşağılık ve düzenci kimse. 2. İffetsiz. 3. İyi mal.

Mânâ çıkarmak: Yanlış bir yargıya varmak, bir söz ya da hareketten kendine göre bir anlam çıkarmak. "Öyle alıngandı ki her sözümden bir mânâ çıkarıyordu."

Mânâ vermek: Kendine göre bir yargıya varmak, yorumlamak. "Senin bu davranışına bir mânâ veremiyorum."

Maneviyatı bozulmak: Moral gücü sarsılmak, kendine güveni yitirmek, kendini güçsüz ve dirençsiz hissetmek. "Düşmanlar, toplumumuzun önce maneviyatını bozdular."

Mantar gibi yerden bitmek: Birdenbire ya da kendiliğinden ortaya çıkmak. "Adamlar mantar gibi yerden bitmişlerdi, bir anda etrafımızı sarıverdiler."

Maraza çıkarmak: Anlaşmazlığa yol açacak işler yapmak, kavgaya yol açmak.

Martaval atmak: İnanılmayacak şeyler uydurmak, yalan söylemek. "Amma da martaval atıyordu adam."

Mart içeri pire dışarı:Birbirinden hoşlanmayan iki kişiden biri gelince ötekinin dışarı çıkışını anlatmak için kullanılır.

Masal okumak: İnandırıcı olmayan, oyalayıcı ve avutucu sözler söylemek."Bana masal okuma, olayın gerçek yüzünü anlat."

Maskara olmak:Gülünç hâllere düşmek, alay konusu olmak. "Kim düşmanının maskarası olmak ister?"

Maskesi düşmek: Gerçek yüzü, kimliği, niteliği ortaya çıkmak. "Nihayet maskesi düştü, herkes onun ne mal olduğunu anlayacak."

Masrafa girmek:Çok para harcamak. "Evi yaptılar ama çok da masrafa girdiler."

Masrafı çekmek:Bir iş için gereken parayı ödemek, gideri karşılamak. "Yarınki gezide bütün masrafları Ahmet çekecekmiş."

Maşallahı var:Bir şey ya da kimsenin iyi durumda olduğunu anlatmak için kullanılır. "Adamın maşallahı var, hiçbir yoksulu geri çevirmedi."

Maşası olmak: Sakıncalı bir işte, biri tarafından araç olarak kullanılmak. "İşverense işveren, onun maşası olamam ben!"

Mat etmek:1. Satranç oyununda yenmek. 2. Bir tartışmada, karşı tarafı söz söyleyemeyecek duruma getirmek. "İleri sürdüğü kanıtlar ile karşısındakileri kısa zamanda mat etti."

Matrak geçmek: Alay etmek, karşısındakiyle eğlenmek, dalga geçmek. "İnsanlarla matrak geçmeye bayılıyorsun."

Maval okumak:Tutarlı, inandırıcı olmayan, yalan sözler söylemek."Kes sesini, maval okumandan bıktım artık!"

Mayası bozuk: Karaktersiz, kötü yaradılışlı, aşağılık (kişi). "Şu mayası bozuk adamın çenesini kapayın, sesini duymak istemiyorum."

Maymun iştahlı: Kararsız, hevesi çabuk geçen; bugün şunu yarın ötekini beğenen. "Maymun iştahlılığı yüzünden başına olmadık işler geldi."

Mekik dokumak: İki yer arasında durmadan gidip gelmek. "Mağaza ile ev arasında tam elli beş yıl mekik dokumuştu rahmetli."

Mendil açmak: Dilenmek.

Merak etmek: 1. Kaygılanmak. 2. Öğrenmek, anlamak isteği taşımak. "Merak etmeye başladım, bu saate kadar gelmeliydiler."

Merhabası olmak: Birisiyle selâmlaşacak kadar tanışıklığı, yakınlığı bulunmak.

Merhabayı kesmek: Biriyle ilgiyi kesmek, arkadaşlığa son vermek. "Onunla merhabayı keseli epey zaman olmuştu."

Mesele çıkarmak: Üzüntü verecek, içinden zor çıkılacak, bir anlaşmazlığa sebep olacak bir durum oluşturmak. "Haydi, bir mesele çıkarmadan çekip gidin buradan."

Mesken tutmak: Yerleşmek. "Yarim İstanbul`u mesken mi tuttun!"

Meteliğe kurşun atmak: Parasız pulsuz kalmak, hiç parası olmamak. "Dün meteliğe kurşun atıyordu, ya bugün..."

Metelik vermemek: Değer vermemek, umursamamak, aldırış etmemek. "Onun gibilere metelik vermem mi diyorsun?"

Mevki sahibi olmak: Yüksek bir görevde, bir işte önemli bir aşamada bulunmak. "Mevki sahibi olmak için yıllarca çalışıp durdu."

Meydana çıkmak: 1. Görünmek. 2. Belli olmak. 3. Yetişmek, büyümek, olmak. "Korkak herif meydana çık da yüzünü görelim."

Meydana gelmek: 1. Olmak, oluşmak, vücut bulmak. 2. Ortaya çıkmak. "Olay akşam üzeri meydana geldi diyorlar."

Meydanı boş bulmak: Kendisine mâni olacak kimse bulunmadığı için aşırı davranışlarda bulunmak, bir şeyden çekinmemek. "Meydanı boş bulan eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başlamışlardı."

Meydan okumak: Kavga ya da yarışmaya çağırmak, korkma-dığını ve çekinmediğini açıkça bildirmek. "Bir an meydan okumayı içinden geçirdi, sonra bundan vazgeçti."

Meydan vermemek: Olumsuz bir olay ya da durumun gerçekleşmesine imkân ve zaman vermemek, engel olmak. "Onların kavga etmesine sakın meydan vermeyin çocuklar."

Mezhebi geniş:  Namus konusunda gerekli olan titizliği göstermeyen, kadın-erkek ilişkilerinde dini kaidelere aldırış etmeyen, iffetsizliğe meydan veren, geniş davranan.

Mezar kaçkını: Çok zayıf, bitkin, güçsüz düşmüş kişi.

Mırın kırın etmek: Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli bahaneler ileri sürüp nazlanmak. "Mırın kırın etmeyi bırak da yak şu sobayı."

Mızıkçılık etmek: Bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli bahaneler ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı olmamak.

Mide bulandırmak: 1. Kusacak bir duruma getirmek. 2. Kuşkulandırmak. "Çekil çabuk karşımdan, midemi bulandırıyorsun!"

Midesi bulanmak: 1. Kusacak gibi olmak. 2. İğrenmek, tiksinmek. 3. Kuşkulanmak."Yaptığınız iş, mide bulandırıcı bir işti!"

Mideye oturmak: Yenilen bir şeyin sindirim zorluğu vermesi.

Mihenk (taşı): Birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.

Mim koymak: 1. (Bir şey) unutulmaması için işaret koymak. 2. Önemli bularak üstünde durmak, dikkate almak, önemli şeyler arasında saymak. "Bu ata sözüne bir mim koy, dedi öğretmenim."

Minnet etmek: Boyun eğmek, yalvarmak. "Ona buna minnet etmeden yaşamak istediğimi biliyorsun değil mi?"

Moda olmak: Yaygın duruma gelmek, gözde olmak, beğenilir ve arzu edilir olduğu için yapılır olmak. "Saçları kısa kestirmek bu yıl moda oldu."

Modası geçmek: Yaygın olmaktan çıkmak, önemini yitirmek. "Bu elbisenin modası geçti artık."

Mola vermek: Bir süre ara vermek; uzun süren yolculuğun, çalışmanın, yürüyüşün yorucu etkisini atmak için bir süre dinlenmek. "Yarım saat sonra mola verecekler, onlara mola yerinde yetişebiliriz."

Muhallebi çocuğu: Nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş, daya-nıksız, narin kimse."Senin gibi muhallebi çocuklarıyla iş yapamam ben."

Mukabelede bulunmak: Karşılık vermek.

Mumla aramak: Çok istek ve özlemle aramak. "O anneyi siz mumla arayacak ama bir daha bulamayacaksınız."

Mum (gibi) olmak: 1. Yaramazlığı, hırçınlığı, uyumsuzluğu bırakıp yola gelmek. 2. Razı olmak. "Askerde onun da mum gibi olacağına eminim."

Muradına ermek: Dileği gerçekleşmek, çok istediği şeye kavuşmak. "İnşallah muradına erersin kızım."

Mümkün mertebe:  Olabildiğince, yapabildiği kadar. "Zararınızı mümkün mertebe karşılama yoluna gideceğimizden emin olun lütfen."

Mürekkebi kurumadan: Bir şeyin yazılmasından çok kısa bir süre sonra.

Mürekkebi kurumadan bozmak: Bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı yazılmasından kısa bir süre sonra bozmak.

Mürekkep yalamış: Az çok öğrenim görmüş, okuyup yazmış, belli bir kültüre sahip olmuş kimse. "Maval okumayı bırakın, biz de mürekkep yalamışlardan sayılırız."

Mürüvvetini görmek (anne, baba için): 1. Özellikle evlâdının evlendiğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu görmek. 2. Çocuklarının sevinçli günlerini görerek mutluluk duymak. "Acaba çocuklarımın mürüvvetini görecek miyim?"

Müslüman adam: Hak yemeyen, doğruluktan ayrılmayan, İslâm`ın emirlerine uyan kimse."Müslüman adam, başı daima dik olan adamdır."

  

N

Na (nah) kafa: "Akılsız, düşüncesiz, kavrayışsız" anlamında alay yollu söylenir. "Anlaması mümkün değil, na kafa!"

Nabza göre şerbet vermek: Birinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap verecek biçimde davranmak. "Nabza göre şerbet vermeyi iyi biliyorsun."

Nabzını yoklamak: Eğilimini, niyetini, düşüncelerini, arzularını anlamaya çalışmak. "İşçilerin nabzını yoklayın da zam konusunu öyle düşünelim."

Nalıncı keseri gibi kendine yontmak: Hemen her işte kendi çıkarını düşünerek hareket etmek.

Nam almak: Tanınmak, ünü her yerde duyulmak.

Namus belâsı: Namusunu, şerefini, itibarını korumak için katlanılan sıkıntılı durum, kabullenilen zarar ziyan. "Namus belâsına az kaldı canından oluyordu delikanlı."

Nane molla: 1. Dirençsiz, güçsüz kimse. 2. Çok sık hastalanan, sağlıksız kimse. 3. Üşengeç, bir iş yapmaktan kaçınan. "Ne nane molla bir adamsın, kalk da biraz çalış."

Nara atmak: Yüksek bir sesle haykırmak, kabadayıca bağırmak. "Birahaneden çıkan sarhoşlar edepsizce nara atmaya başladılar."

Nato kafa nato mermer: "Söz anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa" anlamında kullanılır.

Naza çekmek: Kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte yapmacıklı davranışlarla isteksiz gibi davranmak. "Kendini naza çekmeye bayılır bizim kız."

Nazı geçmek: İstediklerini yaptıracak kadar hatırı sayılır olmak. "Babası, kasabada oldukça nazı geçen bir insandı."

Ne akar ne kokar: Kimseye ne faydası ne de zararı dokunan pısırık, çekingen kimseler için kullanılır.

Ne çare: Çaresi yok, elden bir şey gelmez. "Ne çare ki onu durdurmamız mümkün değil."

Ne çıkar: 1. Ne zararı var? 2. Bir sonuç vermez. 3. Ne fayda, ne zarar umulur. "Biraz sert konuşmuşsam, ne çıkar bundan?"

Neden sonra: Bir süre geçince, her şey olup bittikten sonra, çok zaman sonra. "Neden sonra babam da geldi."

Ne de olsa:Ne denli eksiği, kusuru olursa olsun; böyle olmakla birlikte.

Ne dese beğenirsin?: "Nasıl, beklenmeyen bir söz söyledi biliyor musun?" anlamında kullanılır.

Ne fayda: Artık neye yarar.

Nefes aldırmamak: Dinlenmesine fırsat vermemek, sıkıştırmak, rahat bırakmamak. "Nefes aldırmadı bize, sabaha kadar çalıştırdı."

Nefesi kesilmek (tıkanmak): Güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu büsbütün durmak. "Bir yumrukta nefesini kesti adamın."

Nefes nefese gelmek: Koşarak, sık sık soluyarak, heyecanlı ve yorulmuş bir şekilde (gelmek). "Kapıdan içeri nefes nefese girdi."

Nefes tüketmek:Bir şeyi anlatmaktan çok yorulmak. "Boşuna nefes tüketiyorsun, baksana anlamıyor."

Nefsine yedirememek:Kendine yakıştıramamak, o şeyi yapmayı kendisi için onur kırıcı, ağır bulmak. "İki yüzlülüğü bir türlü nefsine yediremiyordu."

Nefsini körletmek: Birtakım yollarla iştah duygusunu dindirmek. "Nefsini körletmeden iyi bir kul olamazsın."

Ne güne duruyor?: "Şimdi yapmazsa, ne zaman yapacak" anlamında kullanılır. "Gitsin istesin kızı, daha ne güne duruyor?"

Nefsini yenmek:Arzularının, ihtiraslarının önüne geçebilmek.

Ne günlere kaldık!:"Eskiden daha iyiydi, zaman değişti, düzen ve usuller başkalaştı, çok kötü günler geçiriyoruz" anlamında kullanılır.

Ne hâli varsa görsün!: Uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için "ne yaparsa yapsın, beni ilgilendirmiyor" anlamında kullanılır.

Ne idiği belirsiz:Ne olduğu, niteliği, soyu sopu, nereli olduğu bilinmeyen. "Ne idiği belirsiz bir yığın insan hükümette yer almış."

Ne mal olduğunu anlamak: Asıl niteliğini, işe yaramaz oluşunu, kötü niyet beslediğini anlamak. "Onun ne mal olduğunu şimdi anlarız."

Ne mene:Ne türlü, nasıl, ne çeşit?

Ne od var ne ocak: Aşırı yoksulluğu, geçim darlığını anlatmak için kullanılır.

Ne oldum delisi olmak:Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz hareketler yapmak. "Dikkat et, ne oldum delisi olan insanlar gibi olma."

Ne olur: "Yalvarırım, rica ederim, lütfen" anlamında kullanılır. "Ne olur beni de götürün köye!"

Ne olur ne olmaz:Her ihtimale karşı, ne olacağı belli değil. "Şemsiyeni al, ne olur ne olmaz, yağmura yakalanabilirsin."

Ne pahasına olursa olsun: Her türlü sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak, ne kadar büyük fedakârlık isterse istesin. "Ne pahasına olursa olsun ben bu işi bitireceğim."

Nerede akşam orada sabah: "Gece kalacağı bir yeri yok, neresi rast gelirse orada kalıp yatar" anlamında kullanılır.

Nereden nereye: 1. Uzak, dolaylı bir ilişki ile. 2. Şaşılacak şey, olacak gibi değil! "Nereden nereye, kim derdi ki biz karşılaşacağız!"

Ne şiş yansın ne kebap: "İki taraf da korunsun, gücendirilmesin, ikisinin de zarar görmeyeceği bir yol bulunsun" anlamında kullanılır.

Ne tadı var ne tuzu: Hoşa gidecek, zevk alınacak, beğenilecek bir şey değil. "Ne tadı var ne tuzu yaptığım işin."

Nevri dönmek: Çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak ve bu sebeple rengi değiş-mek."Saygısızca konuşmaya başlayınca nevri döndü, öfkeyle elini kaldırdı."

Ne yardan geçer ne serden:İstediği şey fedakârlığı gerektirdiği hâlde, fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen kimseler için kullanılır.

Ne yer ne yedirir: Kimsenin yararlanmasını istemez, kendi de yararlanmaz.

Neye uğradığını bilememek: Beklenmedik bir durumla karşılaşıp hiçbir şey yapamamak, şaşırıp kalmak. "Ocak birden alev alınca neye uğradığını bilemedi."

Niyet etmek: Bir şeyi yapmayı zihninde tasarlamak, düşünmek. "Ona hediye almaya niyet etmişti."

Niyeti bozuk: Kötü bir davranışta bulunması beklenen, kötülük düşündüğü sezilen. "Niyeti bozuk bunların, sakın ilişmeyin."

Noktası noktasına: Tastamam, eksiksiz, tamamen, birbiriyle tıpatıp aynı. "Noktası noktasına hatırlıyorum o kavgayı."

Not düşmek:Yazılı metnin bulunduğu sayfanın bir köşesine, konuyla ilgili birkaç cümle yazmak.

Not vermek : Kıymetini tespit etmek, ne nitelikte bir kişi olduğu konusunda kanıya varmak. "Hâlâ notunu veremedin mi o adamın?"

Nuh der peygamber demez: Son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü değiştirmez, söylediklerinde ve inançlarında direnir.

Nuh Nebi`den kalma: Çok eski modası geçmiş, köhnemiş (eşya, bina). "Nuh Nebi`den kalma bir koltukta oturuyordu."

Numara yapmak: Bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş gibi söyleyerek karşısındakini aldatmak. "Ona öyle bir numara yapacağım ki şaşkına dönecek."

Nur topu:Gürbüz, sağlıklı, çok güzel ve temiz çocuklar için söy-lenir.

Nutku tutulmak: Korkudan, üzüntüden, heyecandan konuşamaz olmak. "Katili karşısında görünce nutku tutuldu."

 

O-Ö

Ocağı kör kalmak: Soyunu sürdürecek çocuğu bulanmamak, soyu tükenmiş olmak.

Ocağına düşmek: Birine yardım etmesi için yalvarmak, koruması için sığınmak. "Ocağına düştüm ağam, beni bu işten ancak sen kurtarırsın!"

Ocağına incir dikmek: Birinin evini barkını dağıtmak, düzenini alt üst etmek, yuvasını yıkıp toparlanamaz hâle getirmek. "Bende senin ocağına incir dikmezsem dedi ama dediğine pişman oldu. »

Ocağını söndürmek:Ailenin dağılmasına sebep olmak, çoluk çocuğunu yok etmek. "Ocağımı söndürdü katiller!"

Oğul balı: 1. Evlât, evlâdın ana babaya yansıyan geliri. 2. Oğul arılarının yaptığı bal.

Oğul vermek:Oğul arılarının bir bölüğü kovandan ayrılıp başka bir kovana gitmek, yeni bir oğul arısı topluluğu meydana getirmek.

Okkalı kahve: Bol kahve ile yapılmış ve büyük fincana konmuş kahve. "Bir okkalı kahve daha çek usta!"

Okka çekmek:Hacminden daha fazla ağır gelmek.

Okkanın altına girmek:Haksız yere eziyet çekmek, zarar ve ceza görmek. "Uyanık ol da okkanın altına gireyim deme, tamam mı?"

Ok yaydan çıkmak:Geri dönülemeyecek bir iş yapmak, söz söylemek ya da bir harekette bulunmak. "Ok yaydan çıktı bir kere, çaresiz dövüşeceğiz."

Ola ki: Belki olur ya, olabilir ki..."Ola ki bir daha karşılaşırız."

Olan biten: Olup geçenler, olanların hepsi, meydana gelenler. "Olan bitenden hiç haberim olmadı."

Oldu bittiye getirmek: Emrivaki yapmak, geri dönülmesi güç ve imkânsız bir durum oluşturmak. "Oldu bittiye getirerek tarlayı satın aldılar."

Oldum bittim (veya oldum olası) : Başından beri, öteden beri, ilk zamandan beri, kendimi bildiğimden beri. "Oldum bittim kızarım bu adamlara."

Oldu olacak kırıldı nacak: "Olanlar oldu, iş işten geçti, olanlar geri dönülemeyecek bir durum aldı, bunu kabul etmek gerek" anlamında kullanılır.

Olmayacak duaya amin demek: Sonuç vermeyecek bir işle uğraşmak ya da buna destek vermek.

Olur olmaz: 1. Meydana gelmesinden hemen sonra. 2. Rast gele, sıradan. 3. Gerekli gereksiz, yerli yersiz, önemli önemsiz durumu gözetilmeden yapılan (iş) ya da söylenen (söz).

Oluruna bırakmak: Bir işin yapılabildiği, olabildiği kadarıyla yetinmek, müdahale etmeden bekleyip sonucuna ne olursa olsun razı olmak. "Artık oluruna bıraktık işi."

Omuz omuza: 1. Birbirine destek vererek, dayanışarak. 2. Yan yana, çok sıkışık. "Omuz omuza vererek bu zorluğun altından kalkmamız mümkün."

Omuz silkmek: Aldırmamak, önem vermemek, benimsememek. "Sana bunu alacağım dedim ama o, omuz silkti."

On parmağında on kara:İnsanlara leke sürmeyi, kara çalmayı, iftira atmayı huy edinmiş (kimse).

On parmağında on marifet: Çok hünerli, becerikli, ustalığı çok, elinden her iş gelir.

Onuruna dokunmak: Onurunu, haysiyetini incitmek. "Dikkatli ol, birinin onuruna dokunacak iş yapma."

Oralarda (oralı) olmamak: Anlamamış, sezmemiş gibi davranmak. "O sözler ona söyleniyordu ama hiç oralı olmadı."

Ortada kalmak:1. Yersiz yurtsuz kalmak, barınacak yer bulamamak. 2. İki şey arasında kalmak. 3. (Bir şeyi) kimse üzerine almamak. "Belediye evlerini yıkınca çoluk çocuk öylece ortada kaldılar."

Ortadan kalkmak: 1. Görünmez, bulunmaz olmak. 2. Yok olmak. "Sis ortadan kalktı."

Ortadan kaybolmak: Nereye gittiği bilinmemek, sezdirmeden gitmek, görünmez hâle gelmek. "Ali ortadan kayboldu."

Orta hâlli: Ne zengin ne yoksul, ne iyi ne kötü, ne çirkin ne güzel. "Onlar orta hâlli bir ailedirler."

Ortalığı birbirine katmak: Kargaşa çıkarmak, herkesi birbirine düşürmek. "Şimdi gelip ortalığı birbirine katacak diye korkuyorum."

Ortalık düzelmek: Tedirginlik kalmamak, toplum içindeki karışıklık yok olmak. "Çok şükür ortalık düzeldi."

Ortalık karışmak: Kargaşa çıkmak, toplumda düzensizlik baş göstermek. "Ortalık yine karıştı, insanlar birbirine girdi."

Orta malı: 1. Herkesin yararlandığı (şey). 2. Her isteyenle ilişkide bulunan. "Benim bisikletim orta malı mı ki herkes binmeye çalışıyor."

Ortaya dökmek:1. Gizli olan ne varsa açıklamak. 2. Çıkarıp göstermek. "Bütün sırlarını ortaya dökmek için harekete geçti."

O tarakta bezi olmamak: Bir şeyle, bir işle ilişiği bulunmamak, o şeyle ilgilenmemek "O tarakta bezi olacağını hiç sanmam."

Ot yoldurmak:Çok güçlük çıkarmak, zor bir iş gördürmek, çok uğraştırmak.

Oya koymak: Bir işin sonucunu belirlemek üzere oy verilmesini istemek, oylama yoluyla bir topluluğun görüşünü almak. "Bu görüşü oya koymayı teklif ediyorum, kabul edenler el kaldırsınlar."

Oy birliği: Bir toplantıya katılan, bir meseleyi konuşan kimselerin aynı düşüncede olup aynı yönde oy kullanmaları. "Sınıf başkanını oy birliği ile seçtik."

Oyuna gelmek: Aldatılmak, tuzağa düşürülmek. "Onların oyununa gelmemeye çalış, dikkatli ol."

Oyunbozanlık etmek:Mızıkçılık etmek, birlikte yapılması gereken işten tek taraflı vazgeçmek. "Oyunbozanlık etme de gel birlikte eğlenelim."

Oyun etmek:Aldatmak, kurnazlıkla birini tuzağa düşürmek. "Bana kötü bir oyun ettiler."

Öbür (öteki) dünya:Ahiret, insanların öldükten sonra gidecekleri ve ebedî olarak kalacakları âlem. "Öteki dünyada inşallah yüzümüz güler."

Öç almak: Yapılan bir kötülüğün acısını aynı derecede bir kötülük yaparak çıkarmak. "Öç alma fikrinden vazgeçirmeliyiz onu."

Ödü patlamak:Ani bir olay sebebiyle çok korkmak. "Fareden ödüm kopar."

Öküzün altında buzağı aramak:Kimi sebepler, bahaneler uydurarak suç ve suçlu bulma çabasında olmak.

Öküz öldü, ortaklık bozuldu: Aradaki yakınlık dayanağı kalktı, yakınlık da kalmadı.

Ölçüyü kaçırmak: Uygun derecenin üstüne çıkmak, aşırı gitmek, "Sofraya her oturuşunda ölçüyü kaçırırdı."

Ölme eşeğim ölme (yaza yonca bitecek):Umutsuz bir bekleyişi anlatmak için kullanılır.

Ölmek var, dönmek yok:"Neye mal olursa olsun, iş sonuna kadar götürülecektir, yapılmasından kaçınılmayacaktır" anlamında kullanılır. "Özgürlük yolunda ölmek var, dönmek yok bize."

Ölü fiyatına: Yok pahasına, değerinden çok ucuza, az bir para ile. "Arsaları ölü fiyatına satmak zorunda kaldık."

Ölü mevsim: İşin veya alışverişin az olduğu, durgun geçtiği zaman dilimi. "Bizim iş en ölü mevsimini yaşıyor."

Ölüm Allah`ın emri: 1. Herkes ölecek, ölüm mukadderdir. 2. Kesin karar verme durumunda kullanılır.

Ölümü göze almak: Yaptığı iş uğruna ölmekten korkmamak, yürekli davranmak. "Allah yolunda ölümü göze aldı yiğitler."

Ölümüne susamak: Yapmakta olduğu tehlikeli işte ölümü kendi üzerine çekecek davranışta bulunmak. "Ölümüne mi susadın, çekil şu arabanın önünden!"

Ölüp ölüp dirilmek: 1. Çok ağır bir hastalıktan kurtulmak. 2. Ard arda gelen sıkıntılı, acı veren durumlara düşmek.

Ölür müsün, öldürür müsün?: "Öyle ters bir iş yaptı ki ona mı ceza vermeliyim kendime mi?" anlamında kullanılır.

Ömrü billah: Hiçbir zaman, ya da şimdiye kadar. "Ömrü billah yalan söylememiştir o."

Ömrüne bereket: "Var ol, sağ ol, ömrün uzun olsun" anlamında kullanılır.

Ömrü vefa etmemek:Bir şeye kavuşamadan, bir sonuca ulaşamadan ölmek. "Okulunu bitirip doktor olacaktı ama ömrü vefa etmedi."

Ömür adam: Beğenilen, çok hoşa giden, değişik düşünceleri olan adam.

Ömür çürütmek: Uzun süre bir şey için emek vermiş olmak, ya da boşuna zaman harcamış olmak. "Bu ev için bir ömür çürüttüm ben."

Ömür sürmek: İyi ve rahat yaşamış olmak. "Uzun bir ömür sürdü dedem."

Ömür törpüsü: İnsanı yıpratan, yoran, sıkıntıya sokan, uzun ve yorucu iş.

Ön ayak olmak: Bir işin yapılmasında ilk başlayan olup herkesi arkasından sürüklemek. "Haydi ön ayak olda koşsunlar biraz."

Öne düşmek:1. Önderlik ya da kılavuzluk etmek. 2. En önde yürümek.

Önüne gelen: Olur olmaz kimse, herkes, karşısına çıkan. "Önüne gelene sordu ama bulamadı."

Öpüp başına koymak: Bir şeyi minnetle karşılamak, seve seve kabul etmek. "Adam sana iş verecekmiş, daha ne istiyorsun, öpüp başına koy."

Örtbas etmek: Kötü bir durumu gizlemek, yayılmasını önlemek. "Dairede yapılan yolsuzlukları örtbas edeceklerini sandılar."

Örümcek kafalı:Geri düşünceli, yenilikleri kolay kabul etmeyen (kimse).

Öteden beri: Oldukça uzun zamandan beri, eskiden beri. "Öteden beri sevmem ben onu."

Ötesi çıkmaz sokak:"Takip edilen yol yanlıştır, bu yolla bir yere gidilemez, sonuç alınamaz, bir yere kadar gidilir ama daha fazla gidilemez" anlamında kullanılır.

Özenip bezenmek: Çok özen gösterip titizlikle, ayrıntılarına varıncaya değin ele almak.

Özrü kabahatinden büyük: Bir kabahat için özür dilerken daha büyük bir kabahat işleyen kimse için söylenir.

Özür dilemek: 1. Yaptığı bir yanlıştan ötürü affedilmesini istemek. 2. Özrünü ileri sürerek yapılması kendinden istenen işi yapmamak, bundan bağışlanmasını istemek. "Özür dilerim, ben o kovayı taşıyamayacağım."

Özü sözü bir: Düşünceleri, söyledikleri ve yaptıkları bir olan, ne düşünüyorsa onu söyleyen, içi dışı bir olan kimse. "Özü sözü bir olan insanlara rastlamak gittikçe zorlaşıyor."

 

P- R

Pabucu dama atılmak: Kendisinden üstün birinin çıkmasıyla gözden düşmek, değer ve itibarını kaybetmek. "Yeni bir elektrikçi aldılar, desene Murat`ın pabucu dama atıldı."

Pabucunu ters giydirmek: Güç bir duruma düşürerek telâşlandırmak, bu telâşla kaçmasına sebep olmak. "El oğlu bu, adama pabucunu ters giydirir, tetikte olmalı insan."

Pabuç bırakmamak:Yılmamak, korkmayıp yapacağından vazgeçmemek. "Ben öyle olur olmaz insanlara pabuç bırakmam."

Pabuç pahalı: Girişilen işin tehlikeli olduğunu anlatmak için kullanılır. "Baktı ki pabuç pahalı, hemen geri döndü."

Paçaları sıvamak:Bir işi yapmak için hazırlanmak. "Bir an önce paçaları sıvayıp işe başlamak istiyordu."

Paçası düşük: Giyimine, kılık kıyafetine pek dikkat etmeyen, sünepe.

Paçayı kaptırmak:1. Yakalanmak, ele geçmek. 2. Giriştiği işten vazgeçmek istediği hâlde kendini kurtaramamak. 3. Dilediği gibi davranamamak. "Paçayı kaptırdık bir kere, yakamızı kurtaramıyoruz."

Paçavrasını çıkarmak: Çok hırpalamak, sağlam yerini koymamak, işe yaramaz bir duruma getirmek."Beş kişiydiler, adamın paçavrasını çıkardılar."

Paçayı kurtarmak: Bir ilişkiden veya önce girişip sonra pişman olduğu bir işten yakasını sıyırmak. "Çok şükür şu belâlı işten paçayı kurtardık."

Paha biçilmez:Çok pahalı, kıymeti ölçülemeyecek kadar yüksek. "Paha biçilemez tablolar sergilenmişti."

Pahalıya mal olmak:Kolay elde edilememek; para, özveri ve emek gerektirmek; zarara ve sıkıntıya yol açmak. "Bu ev size pahalıya mal olsa gerek."

Palas pandıras: Acele olarak, hazırlanmaya zaman bulamadan. "Palas pandıras evden çıkmak zorunda kaldık."

Palavra atmak:Abartarak söylemek, yalan söylemek, olmayacak şeylerden söz etmek.

Paldır küldür: 1. Büyük bir gürültü ile. 2. Ansızın ve kurallara uymaksızın. "Paldır küldür merdivenlerden inmeye başladılar."

Pamuk ipliği ile bağlamak:Etkisi az sürecek, köksüz, geçici bir çözüm yolu bulmak.

Paniğe kapılmak:Çok korkmak, telâşa sürüklenmek. "Çocuklar paniğe kapılacaklar diye endişeleniyorum."

Papara yemek: Çok azarlanmak. "Çabuk olun, annemden papara yemek istemiyorum."

Para babası: Çok zengin, parası bol olan.

Para canlısı: Parayı çok seven, paraya düşkün.

Para çekmek: 1. Banka veya benzeri bir yere yatırılmış parayı geri almak. 2. Bir kimseden çeşitli yollarla para sızdırmak.

Para dökmek: Bir şey için çok para harcamak. "Düğün için az para dökmedi."

Para etmemek: 1. İşe yaramamak, etkili olmamak. 2. Değeri pahasına satılamamak. "Bu malların para edeceğini sanmıyorum."

Parasını sokağa atmak:  Değeri olmayan bir işe ya da mala para vermek.

Para kesmek:  1. Çok para kazanmak. 2. Devletin çok para basması. "Bizim büfe âdeta para kesiyor."

Para sızdırmak: Kandırarak, zorlayarak birinden para almak. "Kabadayılar esnaftan az para sızdırmadılar."

Para tutmak: 1. Parasını idareli harcayıp kalanını biriktirmek. 2. Satın alınan şeyin karşılığını para olarak hesaplamak. "Aldığımız eşyaların hepsi kaç para tuttu dersiniz?"

Paraya çevirmek: Bir malı verip yerine para almak. "Gidin, şu dolapları paraya çevirin de gelin."

Paraya kıymak: Gereken yerde para harcamaktan kaçınmamak.

Paraya para dememek: 1. Çok para kazanmak. 2. Bol para harcamak. 3. Elde olan parayı az bulmak.

Para yapmak: Para kazanıp biriktirmek. "Gurbete para yapmaya gitti."

Para yedirmek: İşini yaptırmak için birilerine kanunsuz, hak etmedikleri parayı vermek; rüşvet vermek. "O binayı yaptırmak için belediyeye az para yedirmediler."

Para yemek: 1. Çok para harcamak. 2. Rüşvet yemek, görevini kötüye kullanıp bir iş yapmak için birinden para almak. "İnsanlar artık açıktan para yiyorlar."

Parmağı ağzında kalmak: Çok şaşırmak, hayrete düşmek.

Parmağına dolamak: Bir konuyu her fırsatta, her yerde ele alıp konuşmak, o konu ile uğraşmak.

Parmağında oynatmak: Birine her istediğini yaptırmak, onu kukla gibi kullanmak. "Beni parmağında oynatamayacaksın alçak herif."

Parmağını bile oynatmamak: Hiç tepki göstermemek, kayıtsız kalmak. "Beni dövdüler ama o parmağını bile oynatmadı."

Parmak basmak: 1. Bir nokta üzerine dikkati ya da ilgiyi çekmek. 2. İmza yerine parmağını mürekkebe batırarak bir yere bastırmak.

Parmak hesabı: 1. Parmakları kullanmak suretiyle yapılan hesap. 2. Hece vezni. "Bizim bakkal hâlâ parmak hesabı yapıyor."

Parmak ısırmak: Büyük şaşkınlık duymak, hayrete düşmek. "Yaptığım tatlıyı görünce parmaklarını ısıracaklar."

Parmak kadar (çocuk): Yaşça çok küçük, pek küçük (çocuk). "Parmak kadar çocukla iş yapılır mı?"

Parmak kaldırmak: 1. Olumlu oy vermek için el kaldırmak. 2. Bir toplulukta söz istemek için işaret parmağını kaldırıp diğerlerini yumarak el kaldırmak. "Parmak kaldırarak söz istemeyi öğrenin artık!"

Parmakla gösterilmek: 1. Bir şey az bulunmak. 2. Seçkin, ünlü olmak. "O, çevresinde parmakla gösterilen bir adamdı."

Parmaklarını yemek: Bir yemeğin çok lezzetli olduğunu anlatmak için kullanılır. "Böreği değil, parmaklarımızı yedik âdeta."

Parsayı başkası toplamak: Verilen emek karşılığını, emek veren değil, bir başkası almak. "Biz durmadan çalışalım parsayı da başkası toplasın olmaz öyle şey!"

Partiyi kaybetmek: 1. Biriyle çekiştiği bir konuda yenilmek. 2. Elde etmeye çalıştığı bir kazancı bir başkasına kaptırmak.

Pasaportunu vermek: Kovmak, işten atmak. "Patron üç işçinin pasaportunu eline verdi."

Pas geçmek: Üzerinde durmamak, caymak, vazgeçmek, aldırış etmemek.

Patırtı çıkarmak: Kavga, kargaşa, gürültü çıkarmak. "Patırtı çıkarmadan oturun, babanız uyuyor."

Patlak vermek: Gizlenen ya da hoş karşılanmayan bir durum aniden ortaya çıkmak. "Kim der di ki savaş bu sabah patlak verecek."

Pay biçmek: Bir fikir elde edebilmek için, durumu bir şey ile kıyaslamak.

Payını almak: 1.Azarlanmak. 2. Kendine düşen kazanç miktarını almak.

Paye vermek: Adam yerine koymak, değer vermek.

Payidar olmak: Kalmak, yok olmamak, yaşamak. "Milletimiz ilelebet payidar olacaktır."

Perdesi yırtık: Ar damarı çatlamış, utanmaz, arlanmaz. "Perdesi yırtılmış adamın, baksana neler söylüyordu!"

Pergelleri açmak: Uzun adımlarla yürümeye başlamak. "Pek vaktimiz yok, pergelleri açın da geç kalmayalım."

Pay çıkarmak: Bir olay ya da davranıştan tecrübe kazanmak, hisse kapmak, tutulacak yolu belirlemek.

Pes demek: Mağlubiyeti kabul etmek, başkasının üstünlüğüne boyun eğmek. "Yenileceğini anlayınca sırtı yere gelmeden pes dedi."

Pestil gibi olmak: Çok yorulmuş olmak; kımıldayamayacak kadar bitkin, güçsüz düşmek.

Pestilini çıkarmak:1. Çok dövmek. 2. Çok çalıştırıp adamakıllı yormak. 3. İyice ezmek. "Kazma sallamaktan pestilimiz çıktı."

Peşini bırakmamak: Bir şeyi izlemekten vazgeçmemek. "Adamın peşini bırakmayın sakın!"

Peşkeş çekmek: Kendisinin veya bir başkasının malını bir çıkar uğruna birisine uygunsuz olarak vermek. "Yurdu düşmanlara peşkeş çekiyorlar."

Peyda olmak: Ortaya çıkmak, belirmek, oluşmak. "Köşede bir adam peyda oldu."

Pılıyı pırtıyı toplamak: Hemen bütün eşyalarını toplayarak bir yere gitmek üzere hazırlık yapmak. "Pılıyı pırtıyı toplamış bekliyordu."

Pire için yorgan yakmak: Önemsiz bir şey için kızıp daha büyük zarara yol açacak davranış içine girmek.

Pireyi deve yapmak: Küçük, basit bir olayı büyütüp mesele yapmak, aşırı abartmak.

Pisi pisine: Boş yere, boşuna."Pisi pisine vurdular çocukcağızı."

Pis pis düşünmek: Karamsar, derin ve üzüntülü bir düşünceye dalmak. "Pis pis düşünmeyi bırak da bir yol arayalım."

Pis pis gülmek: Birinin düştüğü kötü duruma öç alır gibi, arsız arsız gülmek.

Pişkinliğe vurmak: Çıkarı için kötü bir davranışa veya söze aldırmamak.

Pişmiş aşa su katmak: Yoluna girmiş, bitmek üzere olan bir işi bozmak ya da aksatmak. "Pişmiş aşa su katabilir, onu buraya sokmayın."

Pişmiş kelle gibi sırıtmak: Anlamsız, çirkin, yersiz, dişlerini göstererek gülmek."Pişmiş kelle gibi gülmeyi bırak da işine bak."

Posasını çıkarmak: 1. Birini çok dövmek. 2. Bir kişi veya şeyi sonuna kadar sömürmek. "Ülkenin posasını çıkardılar, biz hâlâ seyrediyoruz."

Posta koymak: Birini korkutmak, gözdağı vermek, tehdit etmek. "Bana posta koyacak adam daha anasından doğmadı."

Postayı kesmek: İlişkiyi kesmek, gidip gelişi sona erdirmek.

Post elden gitmek: 1. Öldürülmek. 2. Bulunduğu yüksek makamdan ayrılmak zorunda kalmak. "Post elden gidince kahretti adam."

Post kavgası: Bir makamı, işi ya da iktidarı ele geçirme çekişmesi. "Seçimler yaklaştı, post kavgası da başladı."

Postu kurtarmak:Can tehlikesini atlatmak, öldürülme tehlikesi olan yerden kaçıp kurtulmak. "Postu kurtardık çok şükür."

Postu sermek: Kısa bir süre için gittiği yerde, saygısızca ve sorumsuzca uzun süre kalmak.

Pot kırmak: Gaf yapmak, farkında olmayarak karşısındakini kıracak, incitecek söz söylemek. "Dikkatli ol, bir pot kırma sakın."

Pösteki saymak: İçinden çıkılması zor ve anlamsız bir işle uğraşmak. "Ne mi yapıyorlar? Pösteki sayıp duruyorlar."

Prangaya vurmak: Zincire vurmak, ayağına pranga bağlamak. "Prangaya vurulu olarak yıllarca kaldı o hapishanede."

Puan almak:1. Spor karşılaşmalarında sayı kazanmak. 2. Bir test imtihanında herhangi bir puan elde etmek. "Şu sorulardan hiç puan alamayacağımı sanıyordum."

Puan tutturmak: Gereken sayıda puan kazanmak. "Bu sene puan tutturup da üniversiteye girecek miyim bilmiyorum!"

Punduna getirmek:Bir şeyi yapmak için uygun şartları elde etmek, fırsat kollamak."Punduna getirir getirmez patlattı yumruğunu."

Pupa yelken: 1. Alabildiğince, hiçbir şeye bağımlı olmadan. 2. Yelkenler, arkadan esen rüzgârla şişmiş olarak, tam yolla."Pupa yelken açıldık denize."

Pusu kurmak: Birine saldırmak için, bir yere gizlenip beklemek. "Düşmanlarımızın pusu kurduğundan tam zamanında haberdar olmuştuk."

Pusulayı şaşırmak:1. Ne yapacağını bilemez duruma düşmek. 2. Doğru tutum ve davranıştan ayrılmak. "İyice pusulayı şaşırmadan uyarmalıyız onu."

Pusuya düşmek: Pusu kuran kimsenin saldırı alanı içine girmek. "Eyvah, pusuya düşürdüler bizi!"

Put gibi: Kımıltısız, sessiz, anlamsız bir bakışla.

Put kesilmek: Sessiz, kımıltısız bir durumda kalmak."Onun bağırmasıyla herkes bir anda put kesildi!"

Püf noktası: Bir işin en ince, en önemli yeri.

Püsküllü belâ: Kendisinden kurtulunması bir türlü mümkün olmayan, büyük sıkıntı, zarar veren kimse veya şey. "Başıma püsküllü belâ kesildi bu çocuk."

Rafa kaldırmak (koymak):  Bir iş üzerinde artık durmamak, o işi kenara itmek, ihmal etmek. "Bizim dosyayı yine rafa kaldırmışlar."

Rahat durmamak: Yaramazlık etmek, kımıldayıp durmak. "Rahat durmadın, beni zor durumda bıraktın."

Rahatına bakmak: Hiçbir şeye aldırış etmeden rahatını sağlamaya çalışmak. "Boş ver, rahatına bak, sen mi düzelteceksin diyenlerden nefret ederim."

Rahatlık (rahat) batmak: Rahat, iyi bir yerdeyken o yeri olmayacak nedenlerden ötürü terkeden insanlar için sitem biçiminde söylenir.

Rahat yüzü görmemek: Huzur, bolluk, hiç rahatlık görmemek; sürekli sıkıntı, darlık içinde bulunmak. "Şu yaşıma geldim, hiç rahat yüzü görmedim desem yeridir."

Rahmetli olmak:Vefat etmek, ölmek.

Ramak kalmak: "Bir şeyin olmasına çok az kalmak" anlamında kullanılır. "Makinenin elime değmesine ramak kalmıştı ki güçlükle kendimi geri attım."

Rast gelmek:1. Düşünmediği, beklemediği bir anda biriyle karşılaşmak. 2. Düşünmediği veya düşünülmediği hâlde payına düşmek. "Desenli parça bana rast geldi." 3. Hedefi bulmak. 4. Bulmak. "Pazarda kardeşimi çok aradım ama rast gelmedim."

Rast gitmek:  Bir iş istenilen biçimde gelişmek.

Rayına oturmak: Bozulmuş, düzensiz hâle gelmiş bir işi yoluna koymak, iyi duruma getirmek.

Rekor kırmak: Eski rekoru aşıp yeni, üstün bir sonuç elde etmek. "Koşuda yeni bir rekor kırılması bekleniyor."

Rengi atmak: 1. Solmak. 2. Korku, heyecan sebebiyle benzi sararmak. "Kumaşın rengi bir yıkamadan sonra attı."

Renkten renge girmek: Heyecan, korku ve utanmadan dolayı yüzünün rengi değişmek, sıkılmak.

Renk vermemek: Bir konu ile ilgili duygularını, düşüncelerini belli etmemek; bildiği hâlde bilmez gibi görünmek.

Resmiyete dökmek: Bir iş veya duruma resmiyet kazandırmak, onu resmî kanallardan halletme yolunu seçmek.

Rest çekmek: 1. Kesin tavır almak, herhangi bir konuda son sözü söylemek. 2. Bir oyunda önündeki paranın tümünü ortaya koymak. "Öyle bir rest çekti ki görmeliydiniz."

Rol oynamak: 1. Bir oyunda rol almak. 2. Bir işte önemli katkısı olmak, etkisi bulunmak. "Bu işin gerçekleşmesinde onun da önemli rolü oldu."

Rota değiştirmek: 1. Takip edilen yoldan ayrılmak. 2. Tutumunu, tavrını değiştirmek, izlediği yoldan kopmak." Hava muhalefeti sebebiyle uçak rota değiştirmek zorunda kaldı."

Ruhu bile duymamak: Anlamamak; hiçbir bilgisi, haberi bulunmamak; olan biteni sezememek. "Göreceksin ruhu bile duymayacak, onu bir güzel ıslayacağız."

Ruhunu teslim etmek: Ölmek. "İhtiyar ninem sabaha karşı ruhunu teslim etmişti."

Rüyasında bile görememek: Olacağını hiç aklına getirmemek, ihtimal vermemek. "Bunu bana aldın ha! Rüyamda bile görsem inanmazdım!"

Rüzgâr gelecek delikleri tıkamak: İstenmeyen bir duruma veya zarar gelebilecek bir gelişmeye karşı her türlü önlemi almak.

 

S- Ş

Saat bu saat: Ele geçen fırsatı kullanmanın tam zamanı, en iyi, en elverişli an bu andır.

Saati saatine uymamak:Bir kimsenin durumu, huyu sık sık değişir olmak. "Ona güvenemem, çünkü saati saatine uymaz."

Sabaha çıkamamak:Sabahtan önce ölmek, sabaha kadar yaşayamamak. "Hastanın durumu ağır, sabaha çıkacağını sanmıyorum."

Sabahı etmek (veya bulmak): Sabahlamak, bir sebeple sabaha kadar uyumamak, bir konu ile uğraşmak. "Köye varmamız sabahı bulacak."

Sabahın köründe:Çok erken, ortalık henüz ağarmadan, sabahın en erken vaktinde. "Sabahın köründen beri yoldayız."

Sabır taşı:Çok sabırlı kimse, türlü sıkıntılara katlanan."Ben sabır taşı mıyım?"

Sabrı taşmak:Katlanamaz, dayanamaz, sabredemez olmak; tahammül gücü kalmamak. "Sabrımı taşırmadan çekip gidin buradan."

Saç ağartmak: Bir işte uzun zaman çalışıp emek vermiş olmak.

Saçı bitmedik (yetim): Doğalı çok olmamış, henüz yeni doğmuş çocuk (yetim). "Bu parada, saçı bitmedik yetimlerin de hakkı vardır."

Saçına ak düşmek: Yaşlanmak, ihtiyarlamaya başlamak. "Bizim de saçımıza ak düştü."

Saçına başına bakmadan: İlerlemiş yaşına yakışmayacak biçimde davranan kimseler için kullanılır.

Saçını başını yolmak: 1. Birini çok fazla dövüp hırpalamak. 2. Çok üzülmek, üzüntüsünden dövünmek. "Sinirinden saçını başını yolmaya başladı."

Saçını süpürge etmek: (Kadın) çok büyük istekle çalışıp hizmet etmek, özveri ile birileri uğrana çalışmak. "Sizi okutabilmek için saçımı süpürge ettim."

Saç saça baş başa: (Kadınlar) kıyasıya kavgaya tutuşmak, birbirlerini hırpalayarak kapışıp dövüşmek.

Saç sakal birbirlerine kırışmak: Üstü başı perişan, uzun süre saç ve sakal tıraşı olmamış, kendine çeki düzen vermemiş olmak. "Onu, saç sakal birbirine karışmış görünce bayağı canım sıkıldı."

Safra bastırmak:Açlığını yatıştırmak için az miktarda yemek yemek.

Sağa sola bakmamak: Ortalığı kollamak, çevresi ile ilgilenmemek. "Sağa sola bakmadan yürüyordu."

Sağ gözünü sol gözünden sakınmak: Çok kıskanmak, üzerine titremek.

Sağır sultan bile duydu:İşitmedik kimse kalmadı, hemen herkes işitti, duymayan kalmadı. "Haklarında çıkan dedikoduyu sağır sultan bile duydu ama siz duymadınız öyle mi?"

Sağı solu (belli) olmamak: Bir durum karşısında nasıl davranacağı, ne tavır takınacağı belli olmamak. "Dikkatli olun, onun sağı solu belli olmaz."

Sağlam kazığa bağlamak: Bir işin aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri alarak güvenilir bir duruma koymak.

Sağlam ayakkabı değil: Doğruluğuna, namusluluğuna güvenilmez; kişiliği kuşku veren. "O mu? Hiç de sağlam ayakkabı değil."

Sağlık olsun: "Bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız sağ olsun, kapatırız" anlamında kullanılır.

Sağmal inek:Kendisinden durmadan çıkar sağlanan, sömürülen, istismar edilen kimse.

Sahip çıkmak:1. Birini ilgilenip korumak. 2. Bir şeyin kendisine ait olduğunu söylemek. "Şu kimsesize sahip çıkalım."

Sakalı ele vermek:Başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek, birinin idaresine girmek.

Sakız gibi yapışmak: Peşini bırakmamak, ayrılmamak, istediğini yaptırmaya çalışmak. "Sakız gibi yapıştı yakama, bırakmıyor ki gideyim!"

Salkım saçak: Dağınık, düzensiz bir durumda; parçası bir yana ayrılmış.

Sallantıda kalmak: Bir çözüme bağlanamamak, nasıl olacağı bilinmeden öylece kalmak. "İşler sallantıda kaldı; bu, bizi biraz düşündürüyor."

Saltanat sürmek: 1. Bolluk, verimlilik içinde yaşamak. 2. Hükümdarlık etmek. "Üzülme, saltanatı çok sürmeyecek."

Saman altından su yürütmek: Hiç kimseye sezdirmeden iş çevirmek, ortalığı birbirine karıştırmak. "Saman altından su yürütenleri hiç sevmem."

Saman gibi:  Tatsız, yavan.

Sapı silik: Serseri, başı boş, kişiliksiz.

Sarı çizmeli Mehmet Ağa: Kim olduğu, nerede oturduğu bilinmeyen kimse.

Sarmaş dolaş olmak:  Birbirine sarılıp kucaklaşmak, birbirini iyice kucaklamak. "Anne oğul sarmaş dolaş oldular meydanda."

Sarpa sarmak:Bir iş, çözülmesi çok güç bir durum almak; zorluklar belirmek. "İşler iyice sarpa sardı, nasıl kurtulacağız bundan."

Satıp savmak: Eldeki malı veya eşyaları yok pahasına satmak, ucuza satıp tüketmek. "Ne varsa satıp savacak, öyle gelecek."

Sayıp dökmek: Ne var ne yok hepsini söylemek, arka arkaya sıralamak. "Ne sözler sayıp döktü ama kimse anlamadı."

Sebil etmek: Bolca vermek, dağıtmak.

Sedyelik olmak: Ayakta duramayacak hâle gelmek. “Adam bir vuruşta sedyelik oldu."

Seferber olmak: Bir işe eldeki tüm imkânları kullanarak girişmek. "Yanan evi söndürmek için herkes seferber oldu."

Selâmı sabahı kesmek: Dostluğu, arkadaşlığı, ahbaplığı kesmek, her türlü ilişkiye son vermek; selâmına bile karşılık vermemek. "Onunla selâmı sabahı kesmişsin diyorlar, doğru mu?"

Selâm verip borçlu çıkmak: Küçük bir ilgi göstermek karşılığında hemen kendisine bir iş yüklenilmek.

Senet vermek: 1. Yazılı, imzalı belge vermek. 2. "Bu işin böyle olduğuna inanmanı istiyorum" anlamında kullanılır.

Sen giderken ben geliyordum: "Ben bu oyunları senden daha iyi bilirim, ben daha tecrübeliyim, beni aldatamazsın." anlamında kullanılır.

Seninki (tatlı) can da benim ki (elinki) patlıcan mı?:"Senin canın kıymetli de benimki kıymetli değil mi?" anlamında kullanılır.

Senli benli olmak: Çok samimi, içten, teklifsiz biçimde olmak. "O kadar senli benli olma yabancılarla."

Sen sağ ben selâmet:İş sonuçlandı, artık yapacak bir şey kalmadı. "Nihayet bütün mallar satıldı, bundan sonra sen sağ ben selâmet."

Sepet havası çalmak:Birini işten çıkarmak, yol vermek, yanından uzaklaştırmak. "Demek bize de sepet havası çalacakmış, görürüz bakalım!"

Sere serpe: Rahatça, sıkışık olmayarak, açılıp saçılarak, çekinmeden, serbestçe. "Yolda sere serpe yürürken korkunç bir ses duydum."

Sermayeyi kediye yüklemek: Parasını yiyip bitirmek, işini ve parasını kaybetmek, batırmak. "Desene sermayeyi kediye yüklemişsin sen!"

Ser verip sır vermemek: Dürüst, güvenilir, ağzı sıkı olmak; ne kadar zorlanırsa zorlansın kimseye sırrını söylememek. "Bu ordunun ser verip sır vermeyen yiğitlere ihtiyacı vardır."

Ses çıkarmamak: 1. İtiraz etmemek, hoş görerek karşı çıkmamak. 2. Hiç konuşmamak, susmak. "Kendisine söylenen o kötü sözlere nasıl ses çıkarmadı şaşıyorum."

Sesini kesmek: 1. Söylemekte iken susmak, bir şey söylemez olmak. 2. Bir kişiyi söylerken susturmak, artık söyletmemek. "Şunun sesini kesin, yoksa çıldıracağım!"

Ses seda çıkmamak: 1. Hiçbir tepki görülmemek. 2. Haber çıkmamak. "Ses seda çıkmadı hiçbir komşudan."

Ses vermemek: 1. Herhangi bir sesi çıkarmamak. 2. Bir çağrıya kulak vermemek. "Adam evdeydi ama hiç ses vermedi."

Seyirci kalmak: Bir olay karşısında hiç tepki göstermemek, işe karışmamak. "Öğrencilerin birbirine girmesine polis seyirci kalamazdı."

Sıcağı sıcağına: Hemen, olayın üzerinden fazla zaman geçmeden, unutulmadan. "Sıcağı sıcağına gidip onları barıştırmayı düşündü."

Sıcak kanlı:Sevimli, cana yakın, sempatik. "Ne kadar sıcak kanlı bir çocuk."

Sıcak yüz göstermek:  Yakınlık göstererek karşılamak. "Biraz sıcak yüz gösterseydin günaha mı girerdin?"

Sıdkı sıyrılmak: Birinden soğumuş olmak, tiksinmek. "Bir kez sıdkım sıyrıldı o adamdan."

Sıfıra sıfır, elde var sıfır: "Hiçbir şey elde edemedik, bütün çalışmalar boşa gitti" anlamında kullanılır.

Sıfırı tüketmek: 1. Elinde avucunda bir şey kalmamak, malı ve parayı bitirmek. 2. Gücü kalmamak. "Bu kadar düşüncesiz davranmasaydı sıfırı tüketmezdi."

Sık boğaz etmek:Bir şey yaptırmak için birini zorlamak, baskı altına almak. "Tamam yapacağız, sık boğaz edip durmayın."

Sıkı durmak: Güçlü, dayanıklı olmak; güçlü görünerek dikkatli bulunmak. "Sıkı dur, şut çekeceğim."

Sıkı fıkı: Çok samimi, birbirine çok bağlı, içten ve teklifsiz. "Onlar kadar sıkı fıkı insan görmedim."

Sıkıntı basmak: Çok daralmak, sıkılmak, can sıkıntısı duymak, ruhen boşlukta olmak."Otobüste beni bir sıkıntı bastı, dokunsalar patlayacaktım hani!"

Sıkıntı çekmek: 1. Zorluk, darlık ya da yoksulluk içinde yaşamak. 2. Ruhen tedirginlik duymak. "Hiç sıkıntı çekmedim desem yalan olur."

Sıkıntıya gelememek: Kendini dara düşürücü işlere dayanıklı olamamak, bu işleri yapma yeteneği bulunmamak.

Sıkı tutmak: Önem vermek. "İşleri sıkı tutmazsan böyle olur işte."

Sır küpü:  Çok şey bilen, çok şey bildiği hâlde kimseye söylemeyen.

Sır olmak: Aklın eremeyeceği biçimde ortadan kaybolmak.

Sırra kadem basmak:  Bir kimse ortalıktan yok olmak."Sırra kadem bastı adam!"

Sırım gibi: İnce yapılı olmasına mukabil güçlü, dayanıklı. "Sırım gibi delikanlı olmuş."

Sırtı kaşınmak: Söz ve davranışları ile dayak yemeyi hak etmiş bulunmak.

Sırtından geçinmek: Asalak yaşamak, birinin kesesinden sağlamak. "Yeter artık onun bunun sırtından geçindiğin, biraz da sen çalış çabala!"

Sırtını dayamak: 1. Güçlü bir yere veya birine güvenmek. 2. Bir yere dayanmak ya da yaslanmak. "Sırtını babasına dayamış atıp tutuyor, her dilediğini yapıyor."

Sırtını yere getirmek: 1. Üstün gelmek. 2. Güreşte rakibi sırt üstü yere yatırarak yenmek. "Onun sırtını kimse kolay kolay yere getiremez."

Sıygaya çekmek: Sorgulamak, yapıp ettiklerinin hesabını sormak.

Sil baştan: Yapılan işi beğenmeyerek yeniden yapmak.

Silip süpürmek: 1. Ortada ne varsa hepsini yemek. 2. Hepsini alıp götürmek, yok etmek. 3. Ortalığı temizlemek. "Evi çarçabuk silip süpürdüm."

Sinek avlamak: Satış yapamamak, iş ve müşteri olmadığından boş oturmak, iş yapamaz olmak. "Sabahtan beri sinek avlayıp duruyoruz."

Sinekten yağ çıkarmak: Hemen her şeyden, olmayacak şeyden bile çıkar sağlamaya çalışmak; yarar ummak. "Öyle açıkgözdü ki sinekten bile yağ çıkarırdı."

Sineye çekmek:Bir zarara, hoş olmayan bir duruma, bir kötü söz veya davranışa ister istemez katlanmak. "Uzun yıllar kocasının geçimsizliğini, kabalığını sineye çekti; durdu."

Sinirleri alt üst olmak:Haddinden fazla sinirlenmek; ne yapacağını şaşırmak, bilememek.

Sinirleri boşanmak: Kendini tutamayarak gülmek, ağlamak ya da bağırmak.

Sinirleri yatışmak:Öfkesi veya kızgınlığı geçmek, sakinleşmek. "Çok şükür öfkesi yatıştı, şimdi konuşabilirsiniz."

Sinirlerini bozmak:  Kızdırmak, öfkelendirmek.

Sinirleri gergin olmak: En ufak bir olay çıktığı anda tepki gösterecek kadar sinirleri bozuk olmak. "Sinirleri çok gergin, üstüne varmayın."

Sipsivri kalmak: Tek başına, çaresiz ortada kalmak. "Sipsivri kalakalmıştım, ne yapacağımı bilmiyordum."

Sivri akıllı:Kimsenin aklını beğenmeyen, düşünceleri kimseninkine benzemeyen, acayip fikirleri olan.  "Hangi sivri akıllıya uydunuz da böyle yaptınız!"

Soğuk almak: Üşüyüp hastalanmak. "Soğuk almışım, öksürüp duruyorum."

Soğuk duş etkisi yapmak: Ansızın bildirilen tatsız bir haber karşısında olumsuz bir tepki göstermek.

Soğuk kanlı: Serin kanlı, kolayca kızmayan, heyecana kapılmayan, telâş etmeyen. "Helâl olsun, ne soğuk kanlı davrandı."

Soğuk nevale: Sevimsiz, söz ve davranışları sıcak olmayan, insanlardan uzak duran kimse.

Sokağa düşmek: 1. Bir şey çoğalıp değerini yitirmek. 2. Kötü yola sapmak. "Kimsesiz olduğu için itilip kakıldı, sonunda sokağa düştü zavallı."

Sokak süpürgesi: Evinde oturmayıp çok gezen, sürtük kadın.

Solda sıfır:"Hiçbir değeri ve önemi yok" anlamında kullanılır. "Senin yaptığın iş benimkinin yanında solda sıfır kalır."

Soluğu kesilmek: Nefes alamaz olmak, gücü tükenmek. "Bu yokuş soluğumuzu keseceğe benziyor."

Soluk aldırmamak: Çok sıkı çalıştırmak, dinlenmesine fırsat vermemek.

Soluk soluğa: Zor nefes alarak; heyecan, telâş, yorgunluk veya bitkinlikle; koşmaktan güçlükle, sık sık soluyarak. "Soluk soluğa içeri girdi."

Son kozunu oynamak: Elindeki son imkânı kullanmak, son çareye başvurmak.

Sonradan görme: Sonradan zenginleşerek gösteriş, kibarlık, övünme gibi davranışlarda bulunan. "Sonradan görme ne olacak!"

Sorguya çekmek: Bir kimseye yaptıklarından ötürü sorular sormak ve cevaplarını istemek. "Mahkûmu hemen sorguya çekmişler."

Soyup soğana çevirmek:  1. Her şeyini, varını yoğunu elinden almak. 2. (Hırsız) bir yeri ya da kişiyi iyice soymak. "Dükkânı soyup soğana çevirmişler."

Sökün etmek: Bir şey çıkagelmek, art arda gelmek, birbiri ardından görünmek. "Göçmen kuşlar ufuktan sökün ettiler."

Söz açmak: Bir konu hakkında konuşmaya başlamak. "Toplantıda felsefeden söz açtı."

Söz almak: 1. Konuşmaya başlamak için toplantı başkanından izin almak, öyle konuşmaya başlamak. 2. Birinin bir iş yapacağını kesin olarak bildirmesini sağlamak. 3. Erkek tarafı, istenilen kızın verileceğine dair ailesinden olumlu cevap almak. "Toplantıda ilk olarak Ayşe söz almak istedi."

Söz altında kalmamak: Bir kimsenin kendisini inciten sözüne benzer şekilde cevap vermek. "Benim söz altında kalacağımı sanıyordu."

Söz ayağa düşmek: Bir konu, herkesin ağzına dökülmek, sorumsuz ve yetkisiz kimselerin düşünce bildirdikleri duruma gelmek.

Söz bir Allah bir: "Verdiğim sözü yerine getireceğim, ondan dönmeyeceğim; Cenab-ı Hakk`ın bir olduğunda şüphe yoktur; ona nasıl inanıyorsam, verdiğim sözün doğruluğuna da inanın" anlamında kullanılır.

Söz birliği etmek: Bir olayla ilgili olarak aynı şeyleri söylemek üzere anlaşmak, aynı görüşte olmak. "Onunla söz birliği mi ettiniz?"

Söz çıkmak: 1. Ortalıkta bir rivayet dolaşmak. 2. Hakkında dedikodu yapılır olmak.  "Bir daha görüşmek istemiyorum, hakkımızda söz çıkacak diye korkuyorum."

Sözde kalmak: Yapılması kararlaştırılmış bir iş gerçekleşmemek. "Sözde kalacaksa konuşmamızın bir anlamı yok."

Söz dinlemek: Verilen bir öğüdü, bir sözü tutmak, davranışlarını buna uydurmak. "Sözümü dinleseydin başına bunlar gelmezdi!"

Söz geçirmek: Dediğini yaptırmak. "Oğluna söz geçirdin mi ki bana karışıyorsun?"

Söz gelmek: Bir davranışından veya sözünden ötürü eleştiriye uğramak, kötülenmek, yakınları kendisine darılmak.

Söz götürmez:Gerçekliği, doğruluğu kesin ve açık olan; tersi savunulamayan. "Söz götürmez işler bunlar."

Söz (laf) işitmek: Paylanmak, azarlanmak, biri kendisine darılmak. "Durup dururken babamdan söz işittik yine."

Söz kaldırmamak:Onu inciten, onuruna dokunan söze dayanamayıp karşılık verir olmak. "Bu sözleri kaldırmamı beklemiyordun her hâlde?"

Söz kesmek: Evlenmek için anlaşıp kesin karar vermek. "Söz kesildi, iki ay sonra düğün olacak."

Söz sahibi olmak: Herhangi bir konuda konuşmaya yetkisi bulunmak. "Bu şirketin alım ve satımında söz sahibi olmadığımı da kim söylemiş?"

Sözü ağzında bırakmak: Söylemekte olduğu şeyi bitirmesine fırsat vermemek, engel olmak.

Sözü bağlamak: Konuştuklarını bir sonuca vardırmak, konuşmayı sonuçlandırmak. "Sözü bağlamasına az bir zaman kalmıştı ki bir gürültü koptu."

Sözü çiğnemek:Söyleyeceklerini açık ve kesin ortaya koyamamak, istediğini söyleyememek.

Sözü (bir şeye) getirmek: Konuşurken asıl üzerinde durmak istediği meseleye üstü kapalı değinmek, bu konunun üzerinde konuşulmasını sağlamak. "Söylesene açıkça, sözü nereye getirmek istiyorsun?"

Sözü kesmek:1. Söyleyeceklerini bitirmeden susmak. 2. Başkasının konuşmasına engel olmak. "Bir anda sözünü kesip kürsüden indi."

Sözüm meclisten dışarı: "Konuşmam arasında hoşunuza gitmeyecek, kaba olabilecek, ağza alınması doğru olmayan sözler kullanacağım ancak bunların sizinle ilgisi yoktur" anlamında kullanılır.

Sözüm ona: "Güya, sanki, sözde" anlamlarında kullanılır.

Sözünde durmak: Verdiği sözün gereğini yerine getirmek. "Demek sözünde duracaksın, iyi."

Sözünden çıkmamak:  Birinin isteklerine, öğütlerine kulak vermek, o ne derse onu yapmak.

Sözüne gelmek: En sonunda karşı çıktığı kimsenin fikrini kabul etmek. "Demek sözüme geldin, o hâlde gidelim."

Sözünü balla kestim: "Sözünüzü kesmemi hoş görün; özür dilerim, sözünüzü kesmek zorunda kaldım" anlamında kullanılır.

Sözünü esirgememek: Ne düşünüyorsa söylemek, kimseden çekinmemek, karşısındakini kıracağım diye kaygılanmamak. "Ondan sözümü esirgeyecek değilim, tamam mı?"

Sözünü geri almak: Söylemiş olduğu sözün doğru olmadığını kabul ederek söylenmemiş sayılmasını istemek. "Sözünü geri al, yoksa karışmam!"

Sözünün eri olmak: Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun yerine getiren bir kişi olmak. "Ona güvenin, o sözünün eri olan birisidir."

Sözünü tutmak: 1. Verdiği sözü yerine getirmek. 2. Birinin verdiği öğüde uymak. "Babanın sözünü tut, zararlı çıkmazsın."

Sözünü yabana atmamak: Bir kimsenin söylediklerine önem vermek. "Öğretmenin sözünü yabana atma sakın."

Sucuk gibi ıslanmak: Baştan aşağı, elbisesinin ve vücudunun her yanına su değmek. "Hortumu üstüme tutup beni sucuk gibi ısladı."

Sudan cevap: Üstünkörü, tutar yanı olmayan, baştan savma cevap. "Ne sordumsa sudan cevaplar aldım."

Sudan ucuz: Çok ucuz, âdeta bedava gibi. "Sizin orda elbiseler sudan ucuzmuş öyle mi?"

Su dökünmek: Yıkanmak. "Buz gibi havada bile su dökünmekten kaçınmaz."

Su gibi akmak: 1. Zamanın çok hızlı geçip gitmesi. 2. Bol bol gelmek ya da gitmek (para, yiyecek vs.). "Para su gibi akıyor, o harcamayacak da ben mi harcayacağım?"

Su gibi bilmek: Çok iyi, yanlışsız bilmek veya okumak. "Senin konunu da su gibi biliyorum."

Su gibi ezberlemek:Çok iyi, yanlışsız ve takılmadan söyleyebilecek ölçüde ezberlemek.

Su gibi gitmek:  Bol bol harcamak. "Paralar su gibi gitti."

Su götürmez: Kesin, başka bir yoruma açık olmayan. "Şu anlattıkları su götürmez gibi geliyor bana."

Su götürür olmak: Çeşitli yorumlara elverişli olmak.

Su içinde kalmak:Çok terleyip sırılsıklam olacak biçimde ıslanmak.

Su katılmamış: Saf, katıksız, bozulmamış, başka bir etkiyle değişmemiş olan, hilesiz.

Su koyvermek: 1. Sebze ve et pişerken suyunu salıvermek. 2. Cıvıtmak, sözünde durmamak. "Su koyvermeden çalışamaz mısın sen?"

Sululuk etmek: Cıvıklık etmek, taşkın hareketlerde bulunmak, ciddi davranmamak. "Sululuk etmeyi bırak da çalışmaya bak."

Surat asmak: Kaşlarını çatıp yüzüne küskün ve dargın bir anlam vermek.

Surat bir karış: Öfkeli, kızgın, üzüntülü ve somurtkan. "Yanına vardığımızda suratı bir karıştı."

Suratını ekşitmek: Hoşnutsuzluğunu yüz ifadesiyle belli etmek."Bütün gün suratını ekşitip durdu."

Sus payı: Bir kimseye bildiklerini söylememesi karşılığında verilen para, susmalık.

Suya götürüp susuz getirmek: Birinden çok kurnaz olmak, onu aldatabilecek kadar akıllı ve kabiliyetli olmak.

Suya sabuna dokunmamak: Sakıncalı konulardan uzak durmak, davranışlarıyla birilerini incitmeyecek yol tutmak. "Başına gelen son belâdan sonra suya sabuna dokunmamaya karar verdi."

Suyu bulandırmak: İyi, olumlu, yolunda giden bir işi art niyetle karıştırmak. "Sen de suyu bulandıemazsan olmaz değil mi?“

Suyu kaynamak:İş başından uzaklaştırılması zamanı yakın olmak. "Sen de suyu kaynayanlar arasında yer alıyorsun."

Suyu mu çıktı?: "Beğenilmeyecek nesi var, ne kusurunu gördün ki orada kalmıyorsun?" anlamında kullanılır.

Suyun başı: 1. Suyun çıktığı yer, kaynak. 2. En çok yarar sağlanacak yer. 3. Bir iş için en önemli, iş en son kendisinde bitecek kişi, mevkii. "Yorgun bedenlerini suyun başındaki çimenlerin üstüne bıraktılar."

Suyunca gitmek:Bir kimseyi öfkelendirmeyecek biçimde hareket edip davranışlarını onun isteğine, eğilimlerine uydurmak. "Aman kızım kocanın suyunca git de sana zarar vermesin."

Suyu nereden geliyor?: "Bu işi yürütmek için harcanan para hangi kaynaktan sağlanıyor." anlamında kullanılır.

Suyunu çekmek: 1. Yemek çok kaynayıp hiç suyu kalmamak. 2. Bir şeye özellikle de para harcanıp tükenmek."Paralar suyunu çekti, ağanın da forsu bitti."

Suyunun suyu: Çok uzaktan ilgisi bulunan şey.

Su yüzü görmemiş: Hiç yıkanmamış, çok kirli. "Günlerce hapiste kaldım, su yüzü görmedim hiç."

Su yüzüne çıkmak: Belli olmak, aydınlanmak. "Bu işin asıl sebepleri su yüzüne çıkacak, sen de gününü göreceksin."

Süklüm püklüm: Korkup çekinerek, ezilip büzülerek, utanıp sıkılarak. "Süklüm püklüm yanımıza yaklaştı.

Sükûtla geçiştirmek:  Asıl mesele üzerinde bir şey konuşmamak, sessizce atlamak.

Sünger çekmek: Unutmak, silmek, hiçbir şey olmamış saymak ."Sen o işin üzerine bir sünger çek hele."

Süngüsü düşük:Eski atılganlığı, neşesi, canlılığı, etkinliği kalmamış. "Bir hayli süngüsü düşük çıktı müdürün yanından."

Sürüncemede kalmak:Gecikmek, bir türlü sonuçlanamamak, askıda kalmak. "Bizim iş sakın sürüncemede kalmasın çocuklar!"

Sürüden ayrılmak: Herkesin tuttuğu yolu bırakıp ayrı bir yol takip etmek. "Sürüden ayrılanı her zaman kurt kapar mı?"

Süt dökmüş kedi gibi:  Bir kabahat işleyip de bu kabahatinden dolayı utanan, korkan, çekinen kimsenin durumunu anlatmak için kullanılır.

Süt kuzusu: 1. Henüz meme emen kuzu. 2. Çok küçük bebek, yavru, korunması gereken küçük çocuk. 3. Çok nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş kimse. "Daha süt kuzusu o, nasıl kıyılıp da vurulur ona?"

Süt liman olmak: Dingin, gürültüsüz, sakin olmak. "Ortalık bir anda süt liman olmuştu."

Sütü bozuk:Mayası bozuk, kötü soydan gelen ve ahlâksızlık eden kimse. "Senin gibi sütü bozuklara selâm verilir mi?"

Şad olmak: Sevinmek, mutlu olmak. "Seni gördük, şad olduk."

Şafak atmak: Aniden önemli bir durumla karşı karşıya kaldığını anlamak, bu sebeple tedirgin olmak. "Onu yanımdan kovunca bende şafak attı."

Şafak sökmek:Güneşin doğmaya başlamasıyla gece karınlığının yavaş yavaş kaybolup ortalık aydınlanmaya başlamak. "Şafak sökmeye başlayınca yola çıkmaya karar verdiler."

Şaha kalkmak:1. Atın ön ayaklarını yerden kesip arka ayakları üstünde yerde durması. 2. Coşmak, kükremek, baş kaldırmak. "Azgın at şaha kalkarak binicisini sırtından yere attı."

Şaka gibi gelmek: Bir türlü inanamamak. "Bütün olup bitenler şaka gibi geliyordu onlara."

Şaka götürmemek: 1. Şakadan hoşlanmamak. 2. Bir iş ya da durum dikkatsizliğe, önemsenmemeye gelmemek. "Bu iş şaka götürmez beyler, dikkat edin!"

Şaka kaldırmak: Kendisine yapılan şakalara katlanmak, dayanmak.

Şaka maka (derken): "Ciddiye almıyor, ağırlığını duymuyor, gerektiği gibi önemsemiyorduk ama sonunda gerçekten önem vermemiz gerektiği ortaya çıktı" anlamında kullanılır.

Şakası yok: 1. Tehlikeli. 2. (O) hatır gönül tanımaz, gerekeni yapar, ciddi bakar olaya. "Şakası yok bu adamın, hemen buradan gidelim."

Şakaya getirmek:1. Oldukça önemli, ciddi bir şeyi açıktan söylemeyip şaka yollu söylemek. 2. Önemli bir meseleyi şaka yaparak geçiştirmek. "İşi şakaya getirip unutturmaya kalkma emi!"

Şakaya vurmak: Ciddî bir söz ve davranışı şaka yoluyla geçiştirmek.

Şamar oğlanı: Herkesin hıncını aldığı, dövdüğü, çattığı, söylendiği kimse. "Yeter artık, şamar oğlanı olmaktan kurtar kendini!"

Şamata koparmak: Gürültü, patırtı yapmak.

Şapa oturmak: Güç bir duruma düşmek, çıkmaza girmek. "Şimdi şapa oturduk işte, yardım alacak kimse de yok ortalıkta."

Şart koşmak: Bir işin yapılmasını önceden bir şarta bağlamak. "Para almadan, vermeyeceğini şart koş ona."

Şeref vermek: Onurlandırmak, yapıp ettikleriyle övünç kaynağı olmak.

Şerefini korumak:  Onurunu, kişiliğini gözetmek.

Şeşi beş görmek:Yanlış görmek, görüşünde aldanmak. "Şeşi beş gördüm her hâlde."

Şeyhin kerameti kendinden menkul: Çok büyük işler yaptığını belirtiyor ama bunu doğrulayacak ne kanıt ne de kimse var ortalıkta.

Şeytana uymak: Dinin emirleri dışına çıkmak, haram olan işlere bulaşmak, doğru yoldan ayrılmak. "Şeytana uyup da tekrar kumara başlayacak diye korkuyorum."

Şeytan diyor ki!: "İçimden şu kötü işi yap, doğru yoldan ayrıl eğilimi geçip duruyor" anlamında kullanılır."Şeytan diyor ki git şunu bir güzel döv."

Şeytan dürtmek: Durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak. "Güzel güzel oynarken arkadaşına vurup kaçtı, şeytan dürttü her hâlde."

Şeytan görsün yüzünü: "Onunla hiç görüşmek, bir arada bulunmak istemiyorum" anlamında kullanılır.

Şeytanın art bacağı: Çok afacan ve yaramaz (çocuk).

Şeytanın ayağını kırmak: 1. Aksiliği, uğursuzluğu yenmek. 2. Herhangi bir sebepten ötürü yapamadığı bir şey yapmak. "Haydi, şu şeytanın bacağını kır da bize gel."

Şeytan kulağına kurşun:  İyi bir durumdan, işten gidişten söz ederken "Aman nazar değmesin, Allah kötülerin şerrinden korusun, şeytandan uzak bulundursun." anlamında kullanılır.

Şeytanın yattığı yeri bilmek: Çok kurnaz ve açıkgöz olmak; bilinmesi, hatırlanması güç şeyleri bilmek; pek çok şeyden haberdar olmak. "O ne tilkidir bilemezsin, şeytanın yattığı yeri bile bilir."

Şıp diye geçmek: Ansızın, birdenbire geçmek.

Şifayı bulmak (veya kapmak): Hastalanmak. "Burnum akıyor, yine şifayı kapacağız desene."

Şimdiden tezi yok: Hemen, hiç durmadan, hiç vakit kaybetmeden. "Şimdiden tezi yok, ne yapılacaksa yapılmalıdır."

Şimşekleri üzerine çekmek: Söz ve davranışlarıyla çevresindekileri kızdırmak; rahatsız etmek; sert eleştirilerine, saldırılarına hedef ve neden olmak. "Boşu boşuna şimşekleri üzerine çektin."

Şirazesinden çıkmak: Bozulmak, çığırından çıkmak, düzenini yitirmek.

Şom ağızlı:Hemen her olayı kötüye yoran, kötü şeyler olacağını söyleyen, ileri sürdüğü ihtimallerin gerçekleşmesinden korkulan kimse. "Milleti korkutup durma, kapa şu şom ağzını da rahatlayalım."

Şöyle bir: Üstünkörü, gelişigüzel, üzerinde durmayarak. "Şöyle bir baktım vitrindeki elbiselere"

Şöyle böyle: 1. Ne iyi ne kötü, orta derecede. 2. Hemen hemen, aşağı yukarı, yaklaşık olarak. "Şöyle böyle üç yıl oldu onunla görüşemedik."

Şundan bundan: Belli belirsiz, önemsiz şeyler. "Eh işte, şundan bundan konuşup durduk."

Şunu bunu bilmemek: İtiraz dinlememek, mazeret kabul etmemek, bahane istememek. "Şunu bunu bilmem, yarın akşam sizi bekliyoruz."

Şunun şurası: Küçümseme, azımsama, yakın bir yer belirtmek istendiğinde kullanılır. "Şunun şurası on adımlık yer, gelmeyecek misin?"

Şüphe kurdu: Kişinin içini kemiren, onu tedirgin eden kuşku. "Onu arkadaşlarıyla birlikte gönderdim ama yine de içimi bir şüphe kurdu kemirip duruyor."

 

T

Tabana kuvvet: "Binecek bir şey yok, yayan gitmekten başka çare de kalmadı" anlamında kullanılır. "Haydi kalkın bakalım, tabana kuvvet!"

Tabanları kaldırmak: Çok hızlı yürümeye ya da çok hızlı koşarak kaçmaya başlamak."Polislerin geldiğini görünce tabanları kaldırdı."

Tabanları yağlamak:1. Uzak bir yere yayan olarak gitmek için hazırlanmak. 2. Hızlıca koşarak kaçmak.

Taban tabana zıt: Birbirinin tamamen karşıtı olmak, birbirine çok aykırı."Taban tabana zıt düşüncelere sahiptiler."

Taban tepmek (patlatmak): Yayan olarak çok uzun yol yürümek, çok sık gidip gelmek. "Kasaba ile köy arasında o iş için az taban tepmedim."

Tabanvayla gitmek: Araçla değil de yürüyerek gitmek.

Taburcu olmak: İyileşen hasta, bakıma gerek duymadığından hastaneden çıkmak. "Taburcu olan arkadaşlarını karşılamaya gittiler."

Tadı damağında kalmak: Tadını, lezzetini bir türlü unutamamak. "O kebabın tadı damağımda kaldı."

Tadına bakmak: Küçük bir parçasını ağzına alarak lezzetini denemek, nasıl olduğunu yoklamak. "Yemeğin tadına baktın mı?"

Tadına varamamak: Bir şeydeki ince güzelliği duyamamak, hissedememek ya da kavrayamamak. "Şu dostluğumuzun tadına varamadım daha."

Tadında bırakmak: Ölçülü olup aşırılığa kaçmamak. "Yeter çocuklar! Tadında bırakın, havayı bozacaksınız yoksa."

Tadını almak: 1. Bir şeyin lezzetini almak. 2. Yaptığı işten zevk duymaya başlamak. "O işin tadını aldı bir kez, daha peşini bırakmaz."

Tadını çıkarmak: Bir şeyin sağladığı güzelliklerden ya da imkânlardan istediği gibi yararlanmak. "Şu tatilin tadını çıkarmaya çalışacağım."

Tadını kaçırmak:Zevkine varılmaya çalışılan bir şeyde aşırılığa kaçarak olumsuz bir durum oluşturmak, zevki bozmak.

Tadı tuzu kalmamak: Eski zevk veren yanı kalmamak, yavanlaşmak, güzel ve çekici durumu ortadan kalkmak. "İşlerimizin artık tadı tuzu kalmadı."

Tahtalı köy: Mezarlık.

Tahtası eksik:Aklı noksan, deli. "O ne biçim hareketti, tahtası eksik galiba!"

Takım taklavat:Hepsi, parçalarıyla birlikte.

Takıp takıştırmak: Özenerek süslenmek. "Takıp takıştırmış, öyle çıkmıştı sokağa."

Takke düştü kel göründü: Kusuru, kabahati örten şey ortadan kalkınca bütün çirkinlikler, hileler, ayıplar ortaya çıktı.

Tam adamını bulmak:1. En uygun kişiyi seçmek. 2. En uygunsuz kişiyi seçmek. "Tam adamını bulmuşsunuz hani!"

Tam takır kuru bakır:İçinde hiçbir şey yok, bomboş. "Tam takır kuru bakır bir ev bırakıp gitmişler." 

Tam üstüne basmak: İstenilen şeyi bulmak, fikir ve davranışlarında isabet kaydetmek, istenilen sözü söylemek.

Tanrı misafiri: Eve kendiliğinden gelen konuk. "O bir Tanrı misafiridir. Nasıl kalk git diyebilirim."

Taraf tutmak: Bir yanı desteklemek, yan çıkmak. "Ben sana taraf tutup da onların düşmanlığını kazanma demedim mi?"

Tarihe karışmak: Yalnız adı anılır olmak veya etkisi yok olmak.

Tası tarağı toplamak:

Gitmek üzere bütün eşyasını toplamak. "Tası tarağı toplamış arabanın gelmesini bekliyorduk."

Taş atmak: Birine dokunacak, onu incitecek söz söylemek.

Taş attı da kolu mu yoruldu?: "Bu kazancı sağlamak için hiç yoruldu mu, emek verdi mi, para harcadı mı?" anlamında kullanılır.

Taşa tutmak:Üst üste taş atmak, sürekli taşlamak. "Çocuklar aşağı yoldan geçen karşı köylüleri taşa tuttular."

Taş çatlasa: "Ne yapılsa, ne denli zorlansa, gerçekleşmesi imkânsız" anlamında kullanılır. "Taş çatlasa bu elbise otuz binden fazla etmez."

Taş çıkartmak: Biri, ötekinden niteliğiyle üstün olmak. "Nezaketiyle akranlarına taş çıkartıyor."

Taşı gediğine koymak:Zekice bir hareketle gerekli bir sözü tam zamanında ve yerinde söylemek.

Taşı sıksa suyunu çıkarmak:Bedence çok kuvvetli, dinç kimse. "Taşı sıksa suyunu çıkarır bir adamdı, hastalık onu ne hâle getirmiş!"

Taş kesilmek: Çok şaşırıp ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez olmak; sesini çıkaramamak, hareket edememek. "Çocuk sanki taş kesilmişti."

Taş üstünde taş bırakmamak (koymamak):  Her şeyi yıkıp yerle bir etmek. "Belediye araçları gecekonduları yerle bir ettiler, taş üstünde taş koymadılar."

Taş yürekli: Hiç acıma hissi taşımayan, merhametsiz. "Taş yürekli herifler, çocukları hiç acımadan kurşuna dizdiler."

Tatlı dil: Gönül alıcı, hoşa giden, kırmayan konuşma biçimi ya da söz. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır."

Tatlı sert: Kırmamakla birlikte yumuşak da olmayan söz ya da davranış.

Tatlı su firengi: Batılılık taslayan, Batılı gibi davranan Doğulu Hristiyan.

Tatlıya bağlamak:Bir anlaşmazlığı tarafları memnun edecek biçimde bir çözüme ulaştırmak. "Nihayet işi tatlıya bağladık."

Tava getirmek: Gereği kadar ısıtmak.

Tavına getirmek:Bir işi en uygun duruma getirmek. "Tavına getirip söyle."

Tava gelmek: 1-Yumuşamak, kanmak. 2. Süzülecek duruma gelmek. "Söylediğim sözlerle tava geldi; tamam, yapalım dedi."

Tavır almak (takınmak): Belli bir durum ve davranış almak. "Ağabeyim bana niçin karşı tavır aldı bilmiyorum"

Tavşana kaç tazıya tut: Birbirine karşı olan tarafları çatışma için kışkırtma, davranışlarında yüreklendirme.

Tavşanın suyunu suyu: İki şey arasında çok uzak bir ilgi olduğunu anlatmak için kullanılır.

Tavşan yürekli: Korkak, ürkek, çekingen. "Amma da tavşan yürekli bir adammışsın."

Tazıya dönmek: 1. Oldukça zayıflamış olmak. 2. Sırılsıklam, çok ıslanmış olmak.

Tebelleş olmak: Kancayı takmak, musallat olmak, istediğini yaptırıncaya kadar yakasını bırakmamak. "Başıma iyice tebelleş oldu, nereye gitsem oraya geliyor."

Tebdil gezmek: Tanınmamak için kılık değiştirerek gezmek.

Tefe koymak: Biriyle ilgili olarak alaylı dedikodu yapmak. "Bunlar adamı tefe koyarlar, sakın ağzından bir şey kaçırma."

Tekbir getirmek: "Allah-ü ekber" diyerek Allah`ın adını yüceltmek.

Tekerine çomak sokmak: Birinin yolunda giden işini engellemek, aksatmak gibi davranışlarda bulunmak. "Adamın tekerine çomak soktular, düzenini altüst ettiler."

Tekin değil: 1-İçinde cinlerin olduğu kabul edilen bina ya da yer. 2. Kendisinde bazı gizli güçlerin olduğu sanılan, tehlikeli kabul edilen kimse. "O eski ev tekin değil diyorlar."

Telâşa düşmek: Heyecanlanmak, aceleci olmak.

Tel çekmek:1.Telgraf çekmek. 2. Telle sınırlandırmak, telle çevirmek.

Telleyif pullanmak:Kimi bezeme teli ve süslerle iyice süslemek. "Gelini bir güzel telleyip pulladılar."

Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp koymak: Bir meseleyi sürekli anlatmak, yeni bir şeymiş gibi birçok defa söz konusu etmek.

Temel atmak: 1. Bir yapının temellerini yapmaya başlamak. 2. Bir işe başlamak, ilk davranışta bulunmak, girişmek. "Evin temelini yarın atacağız inşallah."

Temel taşı: 1. Bir yapının temeline konan taş.  2. Bir şeye temel olan öğe, kişi, bir şeyin aslî unsuru, en güçlü dayanağı. "Bu şiir, onun şiir anlayışının temel taşıdır."

Temize çekmek:Karalama hâlindeki bir yazıyı yeniden, silintisiz ve kazıntısız bir şekilde kâğıda yazmak. "Ödevlerinizi temize çekin."

Temize çıkmak: Bir kimsenin suçsuz olduğu anlaşılmak. "O yapmadı, temize çıkacak, göreceksin!"

Temiz para: 1. Kesintiden sonra elde kalan para miktarı. 2. Doğru yoldan kazanılmış para.

Tencerede pişirip kapağında yemek: Kıt kanat geçinmek, olanıyla yetinmek.

Tencere dibin kara seninki benden kara: Kötülükte, kusur yönünde sen benden daha betersin" anlamında kullanılır.

Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş: İki değersiz kişi bir araya gelmiş, birleşmiş, yakışmışlar birbirlerine.

Tepeden bakmak: Küçümsemek, kendini üstün görmek. "İnsanlara tepeden bakmayı bırak artık, aciz bir varlık olduğunu düşün."

Tepeden inme: 1. Beklenmedik, şaşırtıcı, ansızın gelen. 2. Yüksek bir makamdan çıkan buyruk, emir. "Tepeden inmeyle bir sürü ehliyetsiz adam geçti işin başına."

Tepeden tırnağa (kadar):Her yanı, baştan aşağı, bütün vücudu. "Tepeden tırnağa gözden geçirdi ihtiyarı."

Tepesi atmak:Çok sinirlenmek, birden öfkelenmek. "Tepesi atar atmaz salondakileri dışarı çıkardı."

Tepesinde havan dövmek:Üst kattakiler gürültü yaparak alt kattakileri rahatsız etmek.

Tepesinden (başından) kaynar su dökülmek: Hiç ummadığı bir durumla karşılaşıp derin bir üzüntüye kapılmak, sıkıntı içinde kalmak. "Hayır cevabını alınca tepesinden kaynar su döküldü."

Tepesine binmek: 1. Şımarıklığı sebebiyle her istediğini yapmak, yaptırmak. 2. Kendinden güçsüzleri ezmek, onlara kötü davranmak.  "Düşmanların tepesine binmek boynumuza borç oldu."

Tepesi üstü: Tepe taklak, başı yere gelmek üzere. "Çocuk sandalyeden tepesi üstü düşmüştü."

Tepe tepe kullanmak: Yıpranacağını, eskiyeceğini düşünmeden, sakınmadan istediği gibi kullanmak. "Bu kadar istiyorsan al senin olsun, tepe tepe kullan!"

Terbiyesini vermek:Yaptığı kırıcı hareketler, kullandığı kötü sözler için kendisini sertçe uyarmak, azarlamak, gerekirse dövmek.

Tercüman olmak: Başkasının duygusunu, düşüncesini dile getirmek, anlatmak.

Ter dökmek: 1. Bir işi yapmak için çok zahmet, zorluk çekmek. 2. Çok terlemek. "Bu işi başarmak için az ter dökmedi."

Tereciye tere satmak: Birine çok iyi bildiği bir konuda bilgi vermeye çalışmak.

Tere yağından kıl çeker gibi: Hiç kimseye zarar vermeden, çok kolaylıkla kimseye hissettirmeden, kimi sorumluluklardan kurtularak. "Merak etme sen, tereyağından kıl çeker gibi halledecektir işi."

Tersi dönmek: Şaşkınlıktan bulunduğu ve gideceği yeri kestirememek.

Ters tarafından kalkmak: Aksi, huysuz ve ters olmak. "Ters tarafından kalktın galiba, ne dersem tersini yapıyorsun."

Ters yüz etmek: İçini dışına, altını üstüne getirmek ya da çevirmek. "Gömleğin yakasını ters yüzü edip diktim."

Ters yüz geri dönmek: İstediğini elde edemeden, eli boş dönmek.

Teselli etmek: Avundurmak, acısını gidermeye, onu rahatlatmaya çalışmak. "Arkadaşını en iyi şekilde teselli ettiğine eminim."

Teselli bulmak: Avunmak.

Teslim bayrağı çekmek: 1. Yenilgiyi kabullenmek, teslim olmak. 2. Bir çekişme sonunda karşısındakinin istediğini yapmaya razı olmak. "Yakında teslim bayrağını çekerler, endişeye kapılmayın."

Teslim olmak: 1. Kendinden üstün bir güç karşısında yenilgiyi kabul etmek, mücadeleden vazgeçmek. 2. Kendini teslim etmek, birtakım ellere bırakmak. "Teslim olursan kılına dokunulmayacaktır!"

Teşrif etmek: Onurlandırmak, şereflendirmek.

Tetikte olmak: Her an uyanık ve hazır bulunmak. "Ben size tetikte olun, gözünüzü dört açın demedim mi?"

Tez canlı: Aceleci, sabırsız, beklemeye dayanamayan. "Bu kadar tez canlı olma!"

Tez elden: Çabucak, bir an önce, çarçabuk, "Tez elden hastaneye gitmeli bu yaralı!"

Tezgâhı kurmak: İşe başlamak üzere tüm araç ve gereçleri hazırlamak, çalışmaya başlamak. "Hemen tezgâhı kurup gittiler."

Tezkeresini eline vermek: Kovmak, işten atmak, işine son vermek.

Tıka basa doldurmak:Doldururken çok bastırıp sıkıştırmak, hiç boş yer bırakmamak. "Çuvalı tıka basa doldurun, ne alırsa kârdır."

Tıka basa yemek: Haddinden fazla yemek, çok yemek, mideyi rahatsız edecek kadar çok yemek. "Doymaz çocuk, tıka basa doldurdu karnını."

Tımarhane kaçkını: Delice işler yapan kimse.

Tıpış tıpış yürümek: 1. Kısa adımlarla çabuk yürümek. 2. İster istemez bir yere gitmek.

Tıraş etmek: 1. (Saç, sakal) benzeri tıraş işini yapmak. 2. Bıkkınlık verecek kadar uzun ve gereksiz konuşmak. "Yeni berber iyi tıraş yapamıyor."

Tırnak göstermek: Gözdağı vermek, korkutmak.

Tırpan atmak:1. İstemediği kişilerin bir yerdeki görevlerine son vermek. 2. Kırıp geçirmek, topluca öldürmek, kıyıma uğratmak. "Genel müdür olunca, ilk işi yardımcılarına tırpan atmak oldu."

Tohuma kaçmak: Yaşlanmak, evlenme çağı geçip kartlaşmak.

Tok evin aç kedisi: Varlıklı olduğu hâlde doymayan, ihtiyacı olmadığı hâlde aç gözlülük eden, her gördüğüne sahip olmak isteyen (kimse). "Bu çocuk da tok evin aç kedisi."

Tokat aşketmek: Ansızın el içi ile vurmak.

Tok gözlü:Mala, paraya, yiyeceğe düşkün olmayan; cömert.

Tok sözlü: Sözünü esirgemeden, çekinmeden, hatır gönül dinlemeden söyleyen. "Rahmetli tok sözlü bir insandı."

Tongaya basmak: Tuzağa düşmek. "Çok kötü bastı tongaya."

Top atmak: İflas etmek. "Bu kadar kısa zamanda top atacağımızı sanmazdım."

Topa tutmak: 1. Bir yeri top ateşi altında bulundurmak. 2. Bir kimseye kırıcı, ağır sözler söylemek.

Topun ağzında: Tehlikeye, saldırıya en yakın yerde olmak.

Toprağı bol olsun: Müslüman olmayan ölülerin anılması sırasında kullanılır, Müslüman ölüler için "Allah rahmet eylesin" denir.

Topu topu: (Azımsanan şeyler için) olup olacağı, yalnızca, hepsi. "Topu topu beş elma almış."

Toz kondurmamak: Bir şeyi kusursuz göstermek, onda bir kusurun olabileceğini kabul etmemek. "Kızına da hiç toz kondurmuyor."

Toz olmak: Ortadan kaybolmak, kaçmak, uzaklaşmak. "Çabuk toz olun buradan."

Toz pembe görmek:Aşırı iyimser olmak; hemen her aksaklığı, üzücü durumları iyimserlikle karşılamak. "Hayatı hep toz pembe görmüştür."

Tozu dumana katmak: 1. Ortalığı altüst etmek, karışıklığa yol açmak, gürültü patırtı çıkarmak. 2. Çok fazla toz kaldırarak koşmak veya kaçmak. "Başıboş sığırlar tozu dumana katarak yokuştan aşağı iniyorlardı."

Tur atmak: Dolaşmak, dolaşıp gelmek. "Evin etrafında iki tur atıp yanıma gelsin."

Turnayı gözünden vurmak: Hiç beklenmedik bir kazanç sağlama imkânını ele geçirmek.

Turp gibi: Çok sağlıklı, sağlam, rahatı yerinde. "Merak etme, turp gibi o."

Turşu gibi olmak: Çok yorgun, bitkin düşmek. "Üç gündür çalışıyoruz, turşu gibi oldum, hiç hâlim kalmadı."

Turşusu çıkmak: 1. Çok yorulmak. 2. İyice ezilmek, parçalanmak."Armutların turşusu çıkmış, yenecek hâlleri kalmamış."

Turşusunu kurmak: Bir şeyi kullanmak, harcamak gerekirken kıyamamak durumunda söylenir. "Kullanmadığı sandalyeyi vermiyor, turşusunu kuracak sanki."

Tut kelin perçeminden: Güç bir durumda çözümün zor olduğunu anlatmak için kullanılır.

Tuttuğu dal elinde kalmak:Dayandığı, güvendiği şey önemini kaybederek işe yaramaz hâle gelmek, fayda temin edemez olmak.

Tuttuğunu koparmak: Her girişiminden başarıyla çıkmak, her işi becermek, "O tuttuğunu koparır bir delikanlıdır, güvenin ona."

Tutunacak dalı olmamak: Güveneceği, dayanacağı kimse bulunmamak."Küçüktüm, tutunacak dalım yoktu, tek başımaydım."

Tuz biber ekmek: 1. Bir yemeğe tuz ya da biber dökmek. 2. Bir üzüntünün acısını, bir kusurun ağırlığını daha da artırmak. "İyi yaptın sanki, o günleri hatırlatarak tuz biber ektin kadının yüreğine."

Tuz (la) buz olmak: Kırılıp parçalanmak, çok küçük parçalara ayrılmak, paramparça olmak. "Masadan düşen vazo tuzla buz oldu."

Tuzlayayım da kokma: Bilip bilmeden konuşanlar, yüksekten atanlar, düşüncesinde aldananlar için küçümseme sözü olarak kullanılır.

Tuzluya mal olmak: Oldukça çok para harcanarak sağlanmış olmak. "Arabayı tamir ettirdik ama tuzluya mal oldu."

Tuzu kuru: Hiçbir derdi, sıkıntısı olmayan; kazancı yerinde olduğu için kaygılanmayan. "Sana göre hava hoş, gülersin, oynarsın, tuzun kuru nasıl olsa."

Tükürdüğünü yalamak: Verdiği sözden geri dönerek benliğini küçültmek. "Ben tükürdüğünü yalayan bir insan değilim, gideceğim oraya!"

Tümen tümen: Pek çok.

Türküsünü çağırmak: Birinin hoşuna gidecek davranış ortaya koymak, söz söylemek, onun tarafını tutmak. "Ömrümce onun bunun türküsünü çağırıp durdum, yeter artık!"

Türkü yakmak: Bir türküye ezgi uydurmak. "Sevdiği kıza yanık bir türkü yakmış diyorlar."

Tütünü tepesinden çıkmak: Bir acının ateşiyle yanıp tutuşmak, çok üzülmek.

Tüy dikmek: Kötü bir işi, ortaya konan bir söz ya da davranışla daha da kötüleştirmek.

Tüyleri diken diken olmak: Korku, heyecan, endişe veya üşümekten vücuttaki tüyler, kıllar kabarmak, dikilmek. "Hava buz gibiydi, tüylerim diken diken olmuştu."

Tüyü düzmek: Önceleri kötü olan kılık kıyafetini düzeltmek, iyi yaşama kavuşmuş gibi güzel giyinir olmak.

 

 



     
 U-Ü

Ucu bucağı olmamak: Bir yer çok geniş, sonu yokmuş gibi olmak. "Kafamı kaldırıp şöyle bir baktım, ovanın ucu bucağı görünmüyordu."

Ucu dokunmak: Bir işten biri zarar görür olmak, söylenen bir söz birine zarar vermek. "O çubuğu kıracağım fakat ucu sana dokunacak diye kıramıyorum."

Ucunu kaçırmak: Çıkmaza girmek, denetimi elinden kaçırmak. "İşin ucunu kaçırdın, oldu mu ya?"

Ucu ortası belli olmamak: Bir işe, söze nereden başlanacağı kestirilememek.

Ucunda bir şey olmak: Bir şeyde gizli bir amaç bulunmak. "Bu davranışının ucunda bir şey var ama anlayamadım."

Ucu ucuna: Ancak yetişecek kadar. "İp ucu ucuna geldi."

Ucuz atlatmak: Güç ve tehlikeli durumdan az bir zararla sıyrılmak. "Ucuz atlattık, az kalsın uçuruma yuvarlanacaktık."

Uçan kuşa borcu (borçlu) olmak: Pek çok kişiye borçlu olmak. "Babanın uçan kuşa borcu varmış diyorlar, doğru mu?"

Uçan kuştan medet ummak: Pek sıkıntıda bulunup, bu sıkıntıdan kurtulmak için her türlü çareye, olmadık yerlere başvurmak, yardım istemek.

Uçsuz bucaksız: Çok geniş. "Uçsuz bucaksız kırlarda dolaşmak istiyordum."

Uçkuruna sağlam: Namuslu, iffetine bağlı.

Uç vermek: 1. Baş vermek (çıban). 2. Bitmek, sürmek (bitki). 3. Gelişme, büyüme başlangıcı göstermek. 4. Bilinmeyeni açıklığa kavuşturucu belirtiler ortaya çıkmak. "İlk bahar geldi, dallar uç ver-meye başladı."

Ulu orta söz söylemek: Bir şeyin aslını bilmeden, düşünüp tartmadan, çekinmeden, açıktan açığa konuşmak. "Birden ayağa kalkıp ulu orta söz söylemeye başladı."

Uma uma döndük muma: Umut edilen, beklenilen şeyler gerçekleşmeyince hayal kırıklığına uğrayan, kötü durumlara düşen, zayıflayıp gücünü yitiren insanlar için söylenir.

Umurunda olmamak: Aldırış etmemek, önem vermemek.

Ununu elemiş, eleğini asmış: Hayatta yapmak istediklerini yapmış, geri kalan ömrü süresince artık yapacak önemli bir işi kalmamış kimseler için söylenir.

Utancından yere geçmek: Çok utanmak, kimsenin yüzüne bakamayıp sanki saklanacak yer aramak. "Çok mahçup olmuştu, utancından yere geçmek üzereydi."

Uyku bastırmak: Aşırı derecede uykusu gelmek, uyuma isteği duymak. "Yemekten sonra bir uyku bastırır, kafamı kaldıramazdım."

Uyku çekmek: Rahat ve huzurlu bir şekilde çok uyumak. "Eve gidip şöyle bir uyku çekeceğim."

Uyku gözünden akmak: Çok uykusu gelmek, göz kapakları kapanmak. "İki gündür yoldaydık, hemen hemen hiç uyumamıştık, uyku gözlerimizden akıyordu."

Uykusu kaçmak: 1. Uyuması gerekirken herhangi bir sebepten ötürü uyuyamamak. 2. Bir sorun yüzünden kaygılanmak, endişe duymak. "Uykusu kaçmış, yatakta bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu."

Uykusunu almak: Gerektiği kadar uyumuş olmak. "Epeydir yatıyorsun, uykunu almış olmalısın."

Uyku tulumu: 1. Uykuyu çok seven kimse, çok uyuyan. 2. İçine girilerek yatılan tulum biçimindeki yatak. "Uyku tulumu sen de, çabuk kalk!"

Uykuya dalmak: Rahat ve derin bir şekilde uyumak.

Uyur uyanık: Yarı uykulu. "Uyur uyanık ayakta nöbet tutmaya çalışıyordu."

Uzağı (ileriyi) görmek: Gelecekte ne olacağını sezmek, kestir-mek. "Dedem uzağı gören bir adamdı."

Uzaktan uzağa: 1. İlgisi pek az olan. 2. Çok uzaktan. "Uzaktan uzağa selâmlaşıyorduk işte."

Uzun boylu:1. Boyu uzun olan. 2. Uzun süre. 3. Derinlemesine, ayrıntılarıyla. "Meselenin üzerinde öyle uzun boylu durmadık."

Uzun etmek: 1. Nazlanmak, sözünde direnmek. 2. Sözü uzat-mak, tartışmayı sürdürmek. 3. Aşırı gitmek. "Haydi uzun etme de gel benimle!"

Uzun hikâye: Pek çok ayrıntıları bulanan, anlatması uzun süre-cek, anlatılmadan da anlaşılamayacak olan olay ya da konu.

Uzun lafın (sözün) kısası: Özetle, kısaca, sözü uzatmayarak. "Uzun lafın kısası, yazar gerçekçi olmalıdır."

Uzun uzadıya: Çok ayrıntılı olarak, en ince noktalarına inerek. "Meseleyi uzun uzadıya inceledik."

Üç aşağı beş yukarı: Az bir farkla, az fazla ya da az eksik olmak üzere, yaklaşık olarak. "Üç aşağı beş yukarı anlaşırız, merak etme."

Üç buçuk atmak:Çok korkmak, korku içinde olmak, istenmeyen bir durum olacak diye korkup durmak.

Üçe beşe bakmamak: Alışverişte fiyat konusunda küçük farkları önemsememek, almak ya da satmak konusunda cimri davran-mamak. İstediğini üçe beşe bakma, mutlaka al."

Üç otuzluk: Yaşı hayli ilerlemiş (kimse).

Ümidini kesmek: Artık ummaz olmak, olacağını beklememek, kavuşamayacağını anlamak. "Ümidimi kestim iyice, kocam artık geri dönmeyecek."

Ümitsizliğe düşmek: Gerçekleşmeyeceğine, olmayacağına inan-mak. "Ümitsizliğe düşme bu kadar, belki geri gelir."

Ün kazanmak: Adı her yerde duyulmak, şöhreti herkesçe bilinir olmak. "O cihana ün salmış bir güreşçidir."

Üst baş: Kılık kıyafet, giyim kuşam. "Üstüne başına hiç bakmaz ki o."

Üste çıkmak: Suçlu olduğu hâlde suçsuz durumda olduğunu söyleyip karşısındakini suçlamak. "Bir an önce bu işten kurtulmak için üste çıkmayı başarmalıyım diye geçirdi içinden."

Üstesinden gelmek: Becermek, üzerine aldığı işi başarmak, yapmak. "Hiç endişelenme sen, üstesinden gelecektir o işin."

Üste vermek: Fazladan ödeme yapmak. "Üste bir milyon verdiler ama bu arabayı değişmedim."

Üst perdeden konuşmak: 1. Üstünlük taslayarak konuşmak. 2. Çok yüksek sesle konuşmak. "Üst perdeden konuşmaya bayılır."

Üstü başı dökülmek: Kılık ve kıyafeti çok eski olmak, perişan durumda bulunmak.

Üstü kapalı konuşmak: Açık, kesin ifadeler kullanmadan konuşup dinleyenin kavrayışına bırakmak. "Niçin üstü kapalı konuş-tuğunu bir türlü anlayamıyordu."

Üstünde durmak: Bir işe önem vermek, o işle yakından ilgi-lenmek, uğraşmak."Şu işin üstünde dur biraz, yoksa sonun kötü olacak."

Üstünde kalmak: Artırma ya da eksiltme sırasında onda kalmak. 2. Suçlanmak. "Onlar kaçıp gittiler, kabahat bizim üstümüzde kaldı."

Üstünden atmak: Başından savmak, bir şeyi ödev olarak kabul etmemek, başkasını ilgilendirdiğini belirtmek. "Bu iş senin, sakın üstünden atayım deme."

Üstünden dökülmek: Bir giysi bol ve biçimsiz olmak, yakış-mamak.

Üstünden (şu kadar zaman) geçmekAradan (şu kadar) zaman geçmek. "Üstünden şu kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ borcunu ödemedi."

Üstüne almak: 1. Alınmak, bir hareketin kendisine karşı yapıl-dığını sanarak kaygılanmak. 2. Bir görevi üstlendiğini kabul etmek. "Her sözü üstüne alma lütfen!"

Üstüne atmak: Kendi kaptığı bir suçu birine yüklemek. "Camı kendi kırdı ama suçu arkadaşının üstüne attı."

Üstüne basmak: 1. Yerinde bir fikir beyan etmek. 2. İyice belirtmek. "Üstüne basa basa anlat, baban çok mağdurmuş de!"

Üstüne bir bardak (soğuk) su içmek: O işten umudunu kesmek, o işin olacağına inanmamak, parasını ya da malını almak-tan vazgeçmek. "Verecek mi? Sen o paranın üstüne bir bardak soğuk su iç!"

Üstüne (üzerine) düşmek: 1. Bir şeyi elde etmek için çok uğraşmak. 2. (Çocuğu) sevme ya da korumada çok ileri gitmek. "Şu çocuğun üstüne bu kadar düşmeyelim, şımardıkça şımarıyor, neredeyse başımıza çıkacak."

Üstüne fenalık gelmek: Aşırı ölçüde sıkılmak, çok bunalmak.

Üstüne geçirmek: 1. Bir malın tapusunu kendi üzerine yazdırmak ya da çıkartmak. 2. Bir çocuğu evlât edinmek, kendi nüfusunu kaydettirmek. "Evi üstüne geçirmiş dedem, doğru mu?"

Üstüne gelmek: Bir şey konuşulurken ya da yapılırken çıka-gelmek.

Üstüne gül koklamamak: Sevdiği birinden başkasını sevmemek, başkası ile ilişki kurmamak.

Üstüne (yatmak) oturmak: Hiç hakkı değilken başkasının malını kendine mal etmek. "Vakıf mallarının üstüne oturdu adam, nasıl yaptı, vicdanı nasıl el verdi bilmiyorum."

Üstüne titremek: Pek fazla sevgi, özen göstermek; zarar gelme-sin diye itinalı davranmak. "Öğrencilerinin üstüne böyle titreyen bir öğretmen daha görmedim."

Üstüne toz kondurmamak: Bir şeyin kusur, eksiği olduğunu kabul etmemek. "Çocuğunun üstüne hiç toz kondurmuyor."

Üstüne tuz biber ekmek: Bir üzüntüyü, derdi, kusuru artıracak durum oluşturmak.

Üstüne üstüne gitmek: 1. Bir konuda bir kimseye sürekli baskı yapmak. 2. Güç bir şeyden yılmayıp, sonucu tehlikeli de olsa, çekinmeden o şeyle uğraşmak. "Biliyorum zor ama üstüne üstüne gitmelisin, ancak o zaman başarabilirsin."

Üstüne varmak: 1. Bir şeyi yapmasını zorlayarak istemek. 2. Bir kadın, evli bir erkekle evlenmek. "Demek tükürdü sana; üstüne varma, zorlama demedim mi sana?"

Üstüne yıkmak: 1. Kendi işlediği bir suçu başkasına yüklemek. 2. Kendisinin de sorumlu olduğu bir işin ağırlığını başkasına yükle-mek. "Evin geçim yükünü annenin üstüne yıkmışlar, sorumsuzca yaşıyorlar."

Üstüne yürümek: Yıldırmak, korkutmak amacıyla saldıracakmış gibi yapmak; ya da saldırmak. "Öfkeyle delikanlının üstüne yürüdü."

Üvey evlât gibi tutmak (saymak): Horlamak, haksızlık etmek, iyi davranmamak, küçümsemek. "Dokunma bana, beni hep üvey evlât gibi tuttun, ne zaman yaklaştıysam sana köşe bucak kaçtın benden."

Üzüm üzüm üzülmek: Haddinden fazla, çok üzülmek. "Anneciği üzüm üzüm üzülüyor ama bir çare bulamıyordu."

 

V

Vadesi gelmek (yetmek): 1. Ömrü sona ermek, eceli gelmek, ölmek. 2. Süresi dolmak, ödeme zamanı gelmek. "Vadesi geldi geçiyor ama senet sahibi hâlâ ortalıkta görün-müyor."

Vakit geçirmek: Oyalanmak, bazı şeylerle meşgul olarak zama-nın geçmesini sağlamak. "Top oynayarak vakit geçirebiliriz sanırım."

Vakit kazanmak:  1.Karşı tarafı oyalayarak zamanı uzatmak. 2. Bir şeye ayrılan ya da harcanan zamanı uzatmak. "Sen onu meşgul et ki hemen yola çıkmasın, bu sayede biz de biraz vakit kazanmış oluruz."

Vakitli vakitsiz: Rastgele bir zamanda, gelişigüzel, uygun bir zamanı gözetmeden. "Vakitli vakitsiz gelip giderdi evine."

Vaktini almak: Epey zaman harcanmasını gerektirmek, başka bir işe ayrılmış zamanı tutmak. "Vaktini alıyorum ama başka çarem de yok."

Vaktini öldürmek: Zamanını yararsız, gereksiz, boş işlerle ya da hiç iş yapmadan, boş yere geçirmek. "Bu kazanç getirmeyen işle bütün vaktini öldürecek misin yani?"

Vaktini şaşmamak: Tam zamanında. "Vaktini şaşmaz o, göre-ceksin şimdi gelecek."

Vara yoğa karışmak: Her şeye, üstüne lâzım olsun olmasın her işe karışmak. "Üvey annemin vara yoğa karışmasından bıkmış usan-mıştım iyice."

Varlık göstermek: Beğenilir bir iş yapmak; kendini kanıtlayacak, göze görünür bir görevini yerine getirmek; kendini göstermek. "Oynadığı ilk oyunda bir varlık göste-remedi."

Varlıkta darlık çekmek: Elinde her imkân olduğu hâlde bunlardan yararlanamamak, sıkıntıya düşmek.

Vay canına!: Şaşma, öfke duygusunu dile getirmek için kullanılır.

Vebali boynuna olmak: Bir işin günahını yüklenmek.

Velveleye vermek: Gereksiz bir heyecana, telâşa düşürmek. Bir anda ortalığı velveleye verdiler; bağırmaya, sağa sola koşmaya başladılar."

Verip veriştirmek: Ağır sözler söylemek, ağzına ne gelirse söylemek. "Yüzüne karşı verip veriştirdi ama o tek kelime bile söylemedi."

Veryansın etmek: Hiç insaf göstermeden, acımadan saldırmak; ağzına geleni söylemek.

Vıcık vıcık: Sulu ve gevşek olmak, basıldığında ses çıkarmak. "Etraf vıcık vıcık çamurdu, yürüyemiyorduk."

Vıdı vıdı etmek: Söylenip durmak, hemen her şeyi eleştirip beğenmediğini söyleyerek durmadan konuşmak, etrafındakileri rahatsız etmek. "Sus artık, vıdı vıdı edip kafamı şişirdiğin yeter."

Vız gelmek (vız gelip tırıs gitmek): Hiç önemsememek, aldırış etmemek. "Onun sözleri vız gelir bana, önce kendine söz geçirsin."

Viraneye çevirmek: Yakıp yıkmak, yıkıntı durumuna getirmek, harap etmek. "Beş gün geçmeden viraneye çevirdiler evi."

Voli vurmak: Haksız olarak kazanç elde etmek, vurgun vurmak.

Volta atmak: Bir aşağı bir yukarı dolaşmak, gidip gelmek. "Canımız sıkıldıkça avluda volta atıp dururduk."

Vur abalıya: Bütün yükün yumuşak huylu kişiye yüklenmesi; sessiz, güçsüz kimsenin hırpalanması, hakkının çiğnenmesi duru-munda karşıdaki kişiye sitem yollu söylenir.

Vur dedikse öldür demedik ya!: Bir isteği, dileği yerine getirir-ken aşırılığa kaçıp da işi berbat edene karış söylenir.

Vurduğu yerden ses getirmek: Eli ağır olmak, çok kuvvetli vur-mak.

Vurdumduymaz Kör Ayvaz: Umursamaz, aldırmaz, duygusuz ve kayıtsız kimse.

Vur patlasın çal oynasın: Aşırı zevk ve eğlence; aşırı zevk ve eğlenceye düşkün kimsenin parasını bu yolda harcamasını anlatır. "Vur patlasın çal oynasın sabaha kadar tepinip durdular."

Vurucu güç: Çok etkin silâhlarla donatılmış, özel eğitim görmüş askerî birlik. "Ordu içinde vurucu bir gücün oluşturulması konusunda fikir birliğine vardılar."

Vücuda getirmek: Oluşturmak, meydana getirmek, var etmek. "Bütün bu canlıları Yüce Allah`tan başka kim var edebilir ki?"

Vücudunu ortadan kaldırmak: Öldürmek. "Sabaha kadar adamın vücudunu ortadan kaldırın, yoksa başımıza çok iş açacak."

 

Y

Yabana atmak: Önem vermemek, önemsiz görüp dikkate almamak, üzerinde durmamak. "Babanın sözlerini sakın yabana atayım deme."

Yabancılık çekmek: Bir iş ya da çevrede yabancı olmaktan dolayı ortaya çıkan zorlukların etkisinde kalmak. "Ona hiç yabancılık çektirmedi."

Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli: "Bu işi mutlaka yapmalısın, başka yolu yok, aksi taktirde burada kalamazsın." anlamında kullanılır.

Ya devlet başa, ya kuzgun leşe: "Giriştiğim iş beni ya büyük bir varlığa ve mevkiye ulaştıracak ya da mahvedecek, batıracak" anlamında söylenir.

Yad eller: 1. Baba ocağından uzak yerler, gurbet. 2. Yabancı kimseler, yabancılar. "Yiğidim yad ellerde ömür çürüttü"

Yâd etmek: Anmak, hatırlamak."Seni her gün yad ederiz buralarda."

Yağ bağlamak: Semirmek, üzerine biriken yağ katılaşmak.

Yağ bal olsun: "Yediğin, içtiğin helâl ve afiyet olsun" anlamında söylenir.

Yağcılık etmek: Dalkavukluk etmek, övmek, pohpohlamak. "Öğrenci öğretmenine yağ çekiyor, gözünün içine bakıyor, bu şekilde iyi not alacağını sanıyordu."

Yağlı ballı olmak: Araları çok iyi, içli dışlı, samimi olmak. "Öyle yağlı ballı olmuşlardı ki birbirlerine her şeylerini anlatıyorlardı."

Yağlı kapı: Çalıştırdığı kimselere bol kazanç sağlayan kimse, kuruluş, aile ya da yer. "Herkese nasip olmaz öyle yağlı kapı."

Yağlı kuyruk: Kolayca ve bolca yararlanılabilecek kaynak; basitçe sömürülebilecek iş veya kimse. "Bulmuşsun bir yağlı kuyruk, çek babam çek!"

Yağlı müşteri: Bol paralı, çok alışveriş yapan zengin alıcı. "İki üç yağlı müşterimiz de olmasa kapamak zorunda kalacağız bu dükkânı."

Yağma gitmek: Bir şey çok alıcı bulup çok satılmak, kolay müşteri bulmak. "Kapanın elinde kalıyor, yağma gidiyor, koş koş, sen de yetiş!.."

Yağma Hasan`ın böreği: Hakkı olanın da olmayanın da kolayca yararlandığı, kimsenin korumadığı, her yanından sömürülen kaynak.

Yağma yok: Öyle şey olmaz, buna izin vermezler, kolay kolay elde edemezsin" anlamında bir tutumun ya da davranışın yanlışlığı ifade etmek için kullanılır.

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak: Bir tehlikeden, güç bir durumdan kaçarken daha kötüsüyle karşılaşmak.

Yağmur yağarken küpünü doldurmak: Kazanma fırsatı varken ondan yararlanıp para veya mal edinmek. "Bana bak aslanım, daha ne istiyorsun, yağmur yağarken küpünü doldur yoksa pişman olursun."

Yağ tulumu: Çok şişman, çok yağlı. "Birkaç ay sonra yağ tulumu olacak, şuna birisi söylese de çok yemese."

Ya herrü (herro) ya merrü (merro): "Tehlikeyi göze aldık, giriştiğimiz işte ya batar ya da çıkarız" anlamında kullanılır.

Yahudi pazarlığı: Tarafların çıkarlarını düşünerek çekişe çekişe yaptıkları pazarlık. "Benimle Yahudi pazarlığı yapmaya kalkma lütfen."

Yakadan atmak: Savıp kurtulmak, başından atmak. "İnan onu yakamdan atmaya çalışıyorum."

Yaka paça: Hiçbir itiraz dinlemeden, zorla, kuvvet kullanarak (götürmek). "Polisler adamı yaka paça götürdüler."

Yakası açılmadık: Hiç duyulmadık, bilinmedik, ayıp söz, küfür.

Yakasına sarılmak: İstediği şeyi almak ya da dövmek için tutup bırakmamak, zorlamak. "Çocuk annesinin yakasına sarılmış balon diye ağlıyordu."

Yakasına yapışmak: Hesap sormak ya da bir şey istemek için tutup bırakmamak. "Beni de götüreceksin diye yakama yapıştı, ben de getirmek zorunda kaldım."

Yakasını bırakmamak: Bezdirecek kadar üstüne düşmek, ısrar etmek, yanından ayrılmamak. "Ne olursa olsun yakasını bırakmayıp paramı alacağım ondan."

Yakasını kaptırmak: Bir şeyin, bir kimsenin etkisinden kendisini kurtaramamak, ona bağlanmış olmak.

Yakayı sıyırmak: Kurtulmak, kaçmak. "Çok şükür şu adamdan yakayı sıyırdık."

Yaka silkmek: Bıkıp usanmak; bir iş, durum, yer ya da kimsenin olumsuz yanlarından tedirginlik duyduğunu belirtmek. "Doğrusu yaka silkinecek bir iş seninki de."

Yakayı ele vermek: Yakalanmak, kaçamayarak ele geçmek. "Mahallenin hırsızı sonunda yakayı ele verdi."

Yakayı kurtarmak: Umulmazken bir işten ya da kimseden kurtul-mak, kaçmak. "Bu pis işten yakayı nasıl kurtardık hâlâ anlayabilmiş değilim."

Yakınlık duymak: Birine karşı sevgi ve ilgi duymak, yabancılık hissetmemek. "Hayatta yakınlık duyduğum tek insandı."

Yakışık almamak: Yerinde olmamak, uygun düşmemek, yaraş-mamak. "Çocuğu herkesin içinde azarlaman hiç de yakışık almadı."

Yalancı pehlivan: Yapamayacağı bir işi yapabilecekmiş gibi görünen kimse, palavracı. "Yalancı pehlivanın biridir o, ona güven-meyin."

Yalancısı olmak: Doğruluğu bilinmeyen, inanılmayacak sözleri bir başkasından işiterek söylemiş olmak. "Ben şefin yalancısıyım, müdür ihalelerde insiyatifini kullanıyor ve rüşvet yiyormuş."

Yalan dolan: Hile, düzen, dalavere, yolsuz davranış, "Yalan dolanla iş görmeye kalkanların başına işte bunlar gelir."

Yalan yere: Gerçeğe uygun olmayarak. "Yalan yere adamı şikâyet ettiler."

Yalayıp yutmak: 1. İştahla, hiçbir şey bırakmadan yiyip bitirmek. 2. Kötü bir söz ya da davranış karşısında sessiz kalıp, kabullenmek. "Sofradaki bütün yemekleri yalayıp yuttu."

Yalpa vurmak: İki yana, sağa sola; bir o yana, bir bu yana sallanarak yürümek. "Nedendir bilmem, yalpa vurarak yürüyordu."

Yalvar yakar olmak: Çok yalvarıp yakarmak.

Yan bakmak: Beğenmeyerek, kötü niyetle, düşmanca bakmak. "Bu adamın her gün yan bakması artık canıma yetti!"

Yan basmak: 1. Aldanmak. 2. Kaypaklık edip dürüst davran-mamak. "Sana tanınan bu fırsatı iyi değerlendir, sakın yan basayım deme."

Yan çizmek:  Kendisine yüklenen bir görevden kaçmak. Üç kişi yan çizdi, demek ki ikimiz taşıyacağız bu bidonları."

Yandan çarklı: 1. Şekeri yanına konmuş olan kahve veya çay. "Usta, iki yandan çarklı yap!" 2. Bir omuzu düşük olarak yürüyen. 3. Çarkı yanda olan gemi.

Yan gelip yatmak: Yapacak işleri olduğu hâlde yapmamak, rahatına bakmak, keyfince yaşamak. "Hiç çalışmıyor, yan gelip yatıyor akşama kadar."

Yangına körükle gitmek: Anlaşmazlığı, gerginliği, kargaşalığı artırıcı, her iki tarafı kışkırtıcı söz ve davranışlarda bulunmak. "Sen karışma, çekil aralarından, yangına körükle mi gitmek istiyorsun?"

Yan gözle bakmak: 1. Kötü niyetle, düşmanca bakmak. 2. Göz ucuyla bakmak. "Tezgâhtaki mallara yan gözle bakıp geçti."

Yanık ses: Hüzünlü, çok dertli, içindeki acıyı dile getiren ses.

Yanına bırakmamak: Kendisine yapılan kötülüklerin öcünü almak, cezasını sert karşılıklarla vermek. "Bunu, onun yanına bırakmayacağım."

Yanına (kâr) kalmak: Kendisinden öç alınmamak, yaptığı kötülük sert karşılık görmemek, cezasız kalmak. "Adamın yaptığı yanına kâr kaldı, nasıl adalet bu?"

Yanına salâvatla varılır: Çok öfkeli, kızgın ve kibirlidir.

Yanından bile geçmemiş: Hiç ilgisi yok, en ufak benzerliği bile yok. "Sen kardeşini bir görsen, bu onun yanından bile geçmemiş."

Yanıp tutuşmak: 1. Elde etmek için güçlü bir istek duymak, elde edemediği için de büyük üzüntü içinde olmak. 2. Kuvvetli bir aşkla sevmek. "Bakan olmak isteğiyle yanıp tutuşuyordu."

Yanıp yakılmak: Sızlanıp şikâyet etmek, derdini döküp durmak. "Çoluk çocuk açtı, kimse yardım elini de uzatmıyordu, birine de yanıp yakılmayı bir türlü kendine yediremiyordu."

Yanlış ata oynamak: Kazanmak için giriştiği işte tuttuğu yol, dayandığı kimse dayanıksız ve çürük çıkmak, dolayısıyla aldanmış olmak.

Yanlış kapı çalmak: İsteğinin yapılamayacağı bir yere başvur-mak. "Meğer biz yanlış kapı çalmışız."

Yan tutmak: Taraflardan birini desteklemek, onun söz ve davranışlarını benimsemek, yansız olmamak. "Yan tutmayıp tarafsız kalırsan senin için daha iyi olur."

Yan yan bakmak: Düşmanca, kötü niyetle bakmak.

Yapmadığını bırakmamak: Bütün kötülükleri yapmak, eziyet etmek.

Yara açmak: 1. Bir şeyin yüzünde, özellikle de vücudun bir yerinde yara oluşmasına sebep olmak. 2. Büyük dert, acı, üzüntü vermek. "Onun sözleri içimde bir yara açtı."

Yaraya merhem olmak: Acil ihtiyaçları karşılamak."Şu getirdik-lerim yaraya merhem olur mu bilmem?"

Yardan atmak: Bir kimseyi aldatarak kazaya uğratmak, tehlikeli bir durumun içine itmek, türlü belâlara sokmak."İnsan dostunu yardan atar mıymış?"

Yarı buçuk: Tam değil, çok az, tamamlanmamış, baştan savma.

Yarım adam: Güçsüz, sakat, zayıf, hasta kimse. "Ben bir yarım adamım diye beni hor göremezsiniz!"

Yarım ağızlı (söylemek): İsteksizce, istemeye istemeye, gönülsüzce (söylemek). "Demek sizi de yarım ağızla davet ettiler."

Yarım yamalak: Gelişigüzel, üstünkörü, eksik ve kusurlu. "Ödevlerini bir daha yarım yamalak yapma!"

Yarından tezi yok: En kısa zamanda, çok çabuk, geciktirmeden.

Yarı yolda bırakmak: Verilen desteği, yapılan yardımı sonuna kadar götürmemek. "Sana nasıl güvenebilirim, beni kaç kez yarı yolda bıraktın."

Ya sabır çekmek: Kötülüklere, sıkıntılara, üzücü olaylara karşı tepki göstermemeye çalışıp, Cenab-ı Allah`tan kendisine sabır vermesini istemek.

Yaş Dökmek: Ağlamak. "Senin için az yaş dökmedi ailen."

Yaşını başını almış (olmak): Yaşı epeyce ilerlemiş olmak, yaşlanmış veya olgunlaşmış olmak. "Yaşını başını almış bir adam-dır, çekinmeyin, gidin, size olgun davranacaktır."

Yaşını içine akıtmak: Hissettiği acıyı, ızdırabı, üzüntüyü belli etmemek; ağlamak isteğini bastırmak.

Yaş tahtaya (yere) basmamak: Kolay kolay tuzağa düşmemek, uyanık davranmak. "O, benim yaş tahtaya basmayacağımı iyi bilir."

Yatağa düşmek: Hastalık yüzünden yatmak zorunda kalmak, ayağa kalkamayacak durumda olmak. "Sizin yüzünüzden yatağa düştü çocukcağız."

Yataklık etmek: Bir suçluya yardım etmek, onu gizlemek, barındırmak.

Yatak yorgan yatmak: Çok hasta olmak. "Bizim adam yatak yorgan yatıyor, ne yiyor, ne içiyor."

Yatırım yapmak: Gelir amacıyla bir işe para yatırmak veya aynı amaçla önceden ortam hazırlamaya çalışmak. "Biz o arsayı yatırım yapmak için aldık."

Yavaş gel: "Atıp tutma, abartma, ölçüsüz konuşma" anlamında kullanılır.

Yaya kalmak:1. Taşıt ya da hayvana binmeden yürümek zorunda kalmak. 2. Yardımcısız kalmak, güvendiği yer ve kişileri kaybetmek, istediği şeyi yapamaz olmak. "İşte şimdi yaya kaldın, ne yapacaksın görelim?"

Yayan yapıldak: Çıplak ayakla, yayan."Onca yolu yayan yapıldak yürüyecek."

Yaygarayı basmak: Bağırıp çağırmak, önemli bir nedeni olma-dığı hâlde feryat etmek. "Elinden şekeri alınınca yaygarayı bastı."

Yaz boz tahtasına çevirmek: Bir konuda birbirine uymayan kararlar almak, kararsızlık yüzünden bir konuda sık sık fikir değiştirmek.

Yedeğe almak: Bağlayarak arkasından çekip götürmek.

Yedi canlı: Pek çok ölüm tehlikesi geçirip sağ kurtulan insan ya da hayvan. "Yedi canlı mısın nesin, nasıl kurtuldun o kazadan?"

Yedi düvel: Bütün devletler, herkes, bütün dünya. "İstiklâl Savaşı`nı yedi düvele karşı verdik biz."

Yediden yetmişe: En büyüğünden en küçüğüne, eli ayağı tutan herkes. "Halk yediden yetmişe silâhlanmış düşmanı bekliyordu."

Yediği naneye bak: Yersiz, uygunsuz iş yapanlar için kullanılır.

Yedi iklim dört bucak: Hemen her yer, bütün dünya. "Yedi iklim dört bucak dolaştı durdu."

Yedi kat yabancı:  El, ne akraba, ne tanıdık, hiçbir yakınlığı yok. "Yedi kat yabancıyla iş yapmam diyor."

Yeğ tutmak: Bir şeyi bir şeyden daha önemli görüp tercih etmek. "Kim ki öbür dünyayı bu dünyaya yeğ tutar, o kazanmıştır."

Ye kürküm ye: Saygının kişiliğe karşı değil, zenginliğe, varlığa, giyim ve kuşama karşı gösterildiğini anlatmak için kullanılır.

Yele vermek: 1. Boşuna harcamak. 2. Savurmak. "Bütün parayı yele vermek zorunda mıydın?"

Yelkenleri suya indirmek:  Israrından, iddiasından, direnmekten vazgeçip karşısındakinin dediğini kabul etmek; yüksekten atıp tutmayı bırakarak yumuşamak. "Yelkenleri nasıl da suya indi dediğini yaptıramayınca."

Yel yeperek yelken kürek: Telâş içinde, çok acele olarak, heyecanla.

Yemeden içmeden kesilmek: Bir üzüntü, korku ya da heyecan sebebiyle yiyemez duruma gelmek, iştahı kapanmak."Yemeden içmeden esildi, âşık mıdır nedir?"

Yeme de yanında yat: İstek uyandıran, görünüşü çok çekici olan, çok lezzetli yemekler için kullanılır.

Yemin etsem başım ağrımaz: "Gerçek olduğundan eminim, bu konuda yemin de edebilirim" anlamında kullanılır.

Yenilir yutulur gibi değil:  1. Yenmeyecek nitelikte (yiyecekler için). 2. Aşırı, çok pahalı. 3. Çok ağır, kabul edilmez (söz). 4. Kendisiyle başa çıkılamayacak durumda olan.  Doğrusu yenilir yutulur gibi değildi o sözler."

Yer almak: 1. Bir şey yapanların arasında bulunmak. 2. Adına ayrılan yerde bulunmak"Şiir komisyonunda sen de yer aldın mı?"

Yer cücesi: Ufak tefek olduğu gibi kurnaz, fitneci, çok bilmiş kimse.

Yer demir gök bakır: "Hiçbir yerden yardım alma umudu kalmadı, bütün kapılar kapalı, yardım imkânları ortadan kalktı, kime baş vurdumsa elim boş döndüm" anlamında çaresizliği anlatmak için kullanılır.

Yerden yere çalmak: Çok hırpalamak, acınacak duruma düşürmek, zor durumlarda bırakmak. "Bütün milletin içinde yerden yere çaldı delikanlıyı."

Yere bakan yürek yakan: Uslu, uysal, sessiz görünüp gizliden gizliye ve sinsice dolap çeviren, kötülük yapan kimse. "Desene yere bakan yürek yakan cinstenmiş o da."

Yere göğe koyamamak: Çok önem vermek, nasıl ağırlayacağını ve memnun edip mutlu kılacağını bilememek.

Yer etmek: 1. İz bırakmak. 2. İyice yerleşmek. "Bu sözler kula-ğına iyice yer eder umarım."

Yerinde duramamak: Sürekli hareket etmek, kıpırdanmak, sabırsızlanmak, içi içine sığmamak, eyleme geçmek için telâş içinde dolaşmak. "Gelecekleri haberini alınca ne yapacağını şaşırdı; yerinde duramıyor, sağa sola koşturup duruyordu."

Yerinden oynamak: 1. Bulunduğu bir yerden ayrılmak. 2. Hareketli, heyecanlı, gürültülü, karışık bir zaman yaşamak. "O büyük kahramanın dönüş haberi gelir gelmez şehir yerinden oynamıştı sanki!"

Yerinden oynatmak: Yerini değiştirip başka bir yere kaldırmak. "Sakın bu vazoyu yerinden oynatmayın."

Yerinde saymak: 1. Yürür gibi yaparak hep aynı yerde ayak-larının birini kaldırıp birini basmak. 2. Hiç gelişme, ilerleme göste-rememek. "Okullar neredeyse kapanacak ama bizim çocuk hâlâ yerinde sayıyor, okumayı bir türlü sökemedi."

Yerinde yeller esmek: Yok olmak, artık bulunmamak. "Gittiğimde ayakkabıların yerinde yeller esiyordu."

Yerin dibine geçmek: 1. Çok utanmak, sıkılmak. 2. Kaybolmak, göze görünmez olmak. "Şuradaydı ama bulamıyorum, yerin dibine geçti sanki!"

Yerine geçmek:1. Görevden ayrılan birinin yerine geçmek. 2. Bulunmayan bir nesnenin yerine kullanılabilmek. "Emekli olan müdürün yerine geçmek için iki müdür yardımcısı yarışa tutuştular."

Yerini bulmak: 1. Aradığı bir yeri bulmak. 2. Yerine gelmek. 3. Kendine uygun durumu, mevkiyi bulmak. "Yerini bulursam kızımı vermekte gecikmeyeceğim."

Yerini doldurmak: 1. Daha önce görevinden ayrılan, yerine geçtiği biri kadar başarılı olmak. 2. Yerinin adamı, görevinin üstesinden gelir olmak."Bakalım yerini doldura-bilecek mi?"

Yeri yurdu belirsiz: Serseri; ne iş yaptığı, nerde kaldığı, nereli olduğu bilinmeyen. Yeri yurdu belirsiz bu adama yüz verme demedim mi?"

Yerle bir etmek: Bir yeri yakıp yıkmak, tahrip etmek, temeline kadar söküp dağıtmak, taş taş üstüne bırakmamak. "Koca kenti bir saat bombalayıp yerle bir ettiler."

Yerli yersiz: Uygun olsun olmasın, uygun zamanı kollamadan. "Yerli yersiz konuşup duruyor geveze adam."

Yer tutmak: 1. Bir yeri kaplamak. 2. Birine bir yer ayırmak. "Salonda yer tutmak yasaktır!"

Yer vermek: 1. Önemini belirtmek. 2. Kendi yerini bir başkasına vermek. 3. İmkân tanımak. "Bu fikre de yer vermeliyiz."

Yer yarılıp içine girmek: 1. Çok utanmak. 2. Yitirilen şey bir türlü bulunamamak. "Yer yarılıp içine girdi sanki, önceki gün şurada duruyordu."

Yer yerinden oynamak: Bir olay toplumda telaş, heyecan, gürültü, patırtı kargaşa oluşturmak. "Bu kaleyi de zapdedersek yer yerinden oynayacak, bizi kimse tutamayacak artık."

Yeşil ışık yakmak: Bir şeyin olmasına izin vermek, göz yummak. "Onların bize yeşil ışık yakacaklarını hiç sanmıyorum."

Yılan hikâyesi: Bir türlü sonuca bağlanamayan, çözümleneme-yen, uzayıp giden (mesele ya da iş). "Yılan hikâyesine döndü iş, ne yapacağız şimdi?"

Yılanın kuyruğuna basmak: Zararı dokunacak, kötülük yapacak bir kimseye ilişmek ya da sataşmak yoluyla fırsat vermek.

Yıldırımları (veya şimşekleri) üstüne çekmek: Kimi davra-nışlarıyla pek çok kimseyi kızdırarak eleştirilere, saldırılara yol açmak. "Bu hareketlerinle şimşekleri üzerine çekiyor, hepimizi tehlikeye atıyorsun."

Yıldırımla vurulmuşa dönmek: Ansızın ortaya çıkan kötü bir durum karşısında sarsılmak, ne yapacağını bilemez olmak, bitkin ve şaşkın bir duruma düşmek. "İflas haberini duyunca yıldırımla vurulmuşa döndü, oraya yığılıp kaldı."

Yıldızı barışmamak: Aralarında görüş, düşünce ve duygu ayrılıkları bulunup birbirlerinden hoşlanmamak, birbirleriyle iyi geçinmemek, anlaşıp uyuşamamak. "Şu adamla yıldızım bir türlü barışmadı gitti."

Yıldızı parlamak: Çok başarılı olup herkesin dikkatini çekecek duruma gelmek, ün kazanmak. "Yıldızı parladığı bir sırada hayata veda etti."

Yıldızı sönmek: Ününü ve itibarını kaybetmek."Yıldızının bu kadar çabuk söneceği kimin aklına gelirdi ki!"

Yiğitlik sende kalsın: "Karşısındaki anlamasa da hoşgörü göster, özveride bulun, ılımlı davran, böylelikle soylu davranışını göstermiş olursun" anlamında bir anlaşmazlığa son vermek için taraflardan birine söylenir.

Yiyip bitirmek: 1. Parayı tüketinceye dek harcamak. 2. Yemeği sonu gelinceye kadar yemek. 3. Birini üzmek, tedirgin etmek, devamlı hırpalamak. "Senin bu hareketlerin beni yiyip bitirdi!"

Yok canım!: 1. Gerçek mi, öyle mi? 2. Hayır inanmam, doğru değil bu! "Yok canım, değil ona gitmek, hiç görmedim bile."

Yok devenin başı!: "Daha neler, çok abartıyorsun, bu sözlere inanmam" anlamında, söylenenlere inanılmayacağını anlatmak için kullanılır.

Yok pahasına: Son derece ucuz, değerinin altında bir fiyata, ölü fiyatına. "Yok pahasına sattılar evi, yazık oldu."

Yol açmak: 1. Yeni bir yol yapmak. 2. Herhangi bir sebepten ötürü kapanmış yolu açmak, geçilir duruma getirmek. 3. Birinin geçmesi için kenara çekilip geçme önceliği tanımak. 4. Bir olayın başlamasına sebep olmak, öncülük etmek. "Onun bu çıkışı özgürlük hareketinin başlamasına yol açtı."

Yola çıkmak: 1. Bir yere gitmek üzere bulunduğu yerden ayrılmak. "Sabah erkenden yola çıkacaklarmış."

Yola düşmek: Bir zorunluluk sebebiyle yola çıkmak, yol almaya başlamak. "Çabuk olun, onlar yola düşmüşlerdir bile."

Yola gelmek: Ters tutumunu düzeltmek, uslanmak, istenilen biçimdeki davranışı kabul etmek. "Kaygılanma, eninde sonunda yola gelecektir."

Yola getirmek: Birinin bir konudaki ters tutumunu düzeltmek.

Yol almak: 1. Çıkılan yolda ilerlemek."Bir saatte epey yol alırız." 2. Mesleğinde ilerlemek. "Kaynakçılığa başlayalı çok olmadı ama oldukça yol aldı."

Yol aramak: Bir meseleye çare bulmaya çalışmak, imkân aramak."Bu çıkmazdan kurtulmak için bir yol arıyoruz fakat bulamıyoruz."

Yol bulmak: Bir çözüm, bir çare bulmak. İnşallah bir yolunu bulur, öderiz borcumuzu."

Yoldan çıkmak: 1. Bir taşıt bir sebeple yolundan ayrılmak, gitmez olmak. 2. Kötü yola sapmak, doğru yoldan ayrılmak, azgınlığa düşmek. "Komşunun çocuğu iyice yoldan çıkmış, ne yaptığını bilmiyor."

Yoldan kalmak: Gitmek istediği yere gidememek, alıkonmak, bir engel dolayısıyla gecikmek. "Çekilin önümüzden, bizi biraz daha oyalarsanız yoldan kalacağız."

Yol geçen hanı: Hemen herkesin girip çıktığı, uğradığı yer. "Sanki bu ev yol geçen hanı, hiç mi rahat etmeyeceğiz kendi evimizde!"

Yol göstermek: 1. Rehberlik etmek, yolu bilmeyene tarif etmek, nasıl gidileceğini anlatmak. 2. Nasıl davranılacağını, ne yapılacağını öğretmek. "Benim elimden bir şey gelmez, patrona git, o bir yol gösterir sana."

Yol iz bilmemek:  1.Bulunduğu yerde yabancı olup gideceği yolu ve yeri bilmemek. 2. Görgüsüz davranmak.

Yol kesmek: 1. Birinin geçmesine engel olmak. 2. Issız yerlerde, yollarda soygunculuk yapmak. "Düğün alayının yolunu kesmiş eşkı-yalar."

Yol tutmak: Yaşayışını inandığı, doğru bildiği bir düzende sürdür-mek. "Sen de kendine özgü bir yol tuttun demek!"

Yolu (ayağı) düşmek: Yolu üzerinde bulunan o yerden geçmesi gerekmek; o yer, yolu üzerinde bulunmak. "Sizin köye de yolum düştü, babanı gördüm, sana selâm söyledi."

Yoluna çıkmak: 1. Karşılamaya gitmek. 2. Yolda karşısına çık-mak. "Bütün kasaba halkı yeni gelen kaymakamın yoluna çıkmıştı."

Yoluna (rayına) girmek: İstenilen biçimi almak, gerekli olan şekilde gelişmek.

Yoluna koymak: Bir işi olumlu bir duruma sokmak, istenilen şekle getirmek. "İşlerini kısa zamanda yoluna koymayı başardı."

Yolunu beklemek: Gelmesini beklemek. "Az yolunu beklemedi oğlunun."

Yolunu bulmak: 1. Kanunî olmayan yollardan kazanç sağlamak. 2. Çözüme ulaşmak, gereken çareyi bulmak. "Onu razı etmenin yolunu buldum, çabuk benimle gel."

Yolunu kaybetmek: Hangi yoldan gideceğini bilememek, şaşırmak. "Çocuklar yollarını kaybetmişler, tam aksi yönde iler-liyorlardı."

Yolunu sapıtmak: Kötü yola düşmek, doğru yoldan ayrılmak. Yolunu sapıtmış şu adamı Allah` tan başka kim doğru yola getirebilir?"

Yolunu yapmak: Bir işi olumlu sonuca ulaştıracak ya da mümkün kılacak girişimde bulunup hazırlık yapmak veya tedbir almak.

Yolu tutmak: Bir yoldan kimseyi geçirmeyecek biçimde düzen kurmak "Askerler tam teçhizatlı yolu tutmuşlar, bekliyorlardı."

Yol yordam: Bir şey, davranış ya da yapışın usul ve kuralları. "Madem yol yordam bilmezsin neden kalkışırsın böyle bir işe."

Yorgan gitti, kavga bitti: "Kavga, çekişme, anlaşmazlık nedeni olan şey ortadan kalkınca kavga da sona erdi." anlamında kullanılır.

Yorgunluğunu almak: 1. Yorgun kişi, yorgunluğunu gidermek için dinlenmek. 2. Yorgun birini dinlendirmek.

Yorgunluğunu çıkarmak: 1.Dinlenmek. 2. Yaptığı işten, dinlenmesini sağlayacak iyi bir haber alıp huzur içinde olmak.

Yörüngesine oturtmak: 1.(Uydu) istenilen yerde ve yönde hareket eder olmak. 2. Bir iş yoluna girmek, rayına oturmak.

Yufka yürekli: Çok duygulu olup olaylardan hemen etkilenip ağlayan, çok acıyan, üzülen kimse. "Senin bu kadar yufka yürekli olacağını düşünemezdim.

Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal: İki davranış, iki kimse, iki karşıt şey arasında bir tercih yapamama zorluğunu anlatmak için kullanılır.

Yumruk kadar: 1. Küçücük, bir yumruk büyüklüğünde ancak (nesne).  2. Küçük çocuk."Yumruk kadar çocuktan dayak yediğin doğru mu?"

Yumurta kapıya gelmek: Yapılması gereken bir iş için zaman daralmış olmak, iş çok sıkışık zamana rastlamak. "Sen hep işleri yumurta kapıya gelence mi yaparsın?"

Yumurtaya kulp takmak: Hemen her şeye bir kusur bulmak, bahane bulmakta usta olup hiçbir şeyi beğenmemek.

Yumuşak yüzlü: Kendisinden istenilenleri geri çevirmeyen, kimseyi gücendirmek istemeyen kimse. "Yumuşak yüzlü olduğum için mi tepeme çıkıyorsunuz?"

Yuvarlak hesap: Ayrıntıya girmeden, bir bütün sayıya yaklaşık olarak tamamlanabilen hesap. Aldığımız mallar yuvarlak hesap yüz bin lira tuttu."

Yuvarlanıp gitmek:  Eldeki imkânlar içinde hayat sürmek. "Yuvarlanıp gidiyoruz işte."

Yuvasını bozmak: Ev ve aile düzenini bozmak, dağıtmak, alt üst etmek. "Hiç sebepsiz yuvasını bozdu nankör adam."

Yuvasını yapmak: Birinin hakkından gelmek, hakettiği ceza ya da cevabı vermek. "Onun yuvasını yapmak ancak bana düşer."

Yuvasını yıkmak: 1. Birinin eşinden ayrılmasına yol açmak. 2. Bir kimse eşinden ayrılarak aile düzenini bozmak, yok etmek. "Zorla kadıncağızın yuvasını yıktılar, lânet olsun onlara."

Yük altına girmek:  Sorumluluk gerektiren, ağır bir görevi kabul etmek. "Desene boş yere yük altına girmişiz biz."

Yük olmak: 1. Sıkıntılı bir işi başkasına yaptırmak. 2. Masraflarını başkasına ödetmek. "Çocuklarım artık bana yük olmuyorlar."

Yükseklerde dolaşmak: Elde edilmesi zor şeyler istemek. "Yükseklerde dolaşmayı bırak da olabilecek bir şey iste."

Yüksek perdeden konuşmak: 1. Yüksek sesle konuşmak. 2. Meydan okurcasına sert konuşmak. 3. Yapılması güç şeyleri yapacakmış gibi abartılı konuşmak. "Bu adam yüksek perdeden konuşmaya bayılıyor."

Yüksekten atmak: Yapamayacağı şeyleri söylemek. "Amma da yüksekten atıyor."

Yükte hafif pahada ağır: Taşınması kolay, değerli eşya (altın, elmas gibi.)

Yükün altından kalkmak: 1. Üzerine aldığı ağır bir işi başarmak. 2. Gördüğü bir iyiliğin karşılığı olarak bir şeyler yapmak. "Onu bu yükün altından kalkamaz sananlar nasıl da yanıldılar."

Yükünü tutmak: Çok zenginleşmek, para ve mal kazanmış olmak. "Kısa zamanda yükünü tuttu bizim komşu."

Yüreği ağzına gelmek: Birden bire çok korkmak, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hızlı hızlı atmak. "Karanlık ve ıssız sokakta yürürken bir çığlık duydu, yüreği ağzına geldi o an."

Yüreği cız etmek: Çok acımak, içi sızlamak. "Eşinin o hâlini görünce yüreği cız etti."

Yüreği çarpmak: 1.Korku ve kaygı duyup merak etmek, bu sebeple tedirgin olmak. 2. Yüreği hızlı vurmak.

Yüreği dayanmamak: Çok acı duymak, acısına katlanamamak. "Ailesinin son ferdini de kaybedince yüreği dayanmadı ihtiyar kadının, yatağa düştü."

Yüreği ezilmek: 1. Üzülmek, çok acı duymak. 2. Çok acıkmış olmak. "İçim eziliyor, bir şeyler yemeliyim."

Yüreği hop etmek: Bir olay karşısında birdenbire korkup heyecanlanmak.

Yüreği ferahlamak: İçi kaygıdan, sıkıntıdan kurtulmak.

Yüreği kabarmak: 1. Midesi bulanmak. 2. Merak, kaygı, korku ve sıkıntı yüzünden derin bir soluk alma gereği duymak.

Yüreği kalkmak: Heyecanlanmak. "Tekne sallandıkça yüreği kalkıyordu."

Yüreği kararmak: İçine bir karamsarlık, bir sıkıntı çökmek; iyimserliği ortadan kalkmak. "Yüreğin kararmasın, onu bulacağımızdan emin ol."

Yüreği katı: Acımasız, acıma duygusundan yoksun kimse.

Yüreğine (içine) dert olmak: Birine karşı ya da birinin kendine karşı yaptığı bir davranış sonradan kendisi için acı, üzüntü kaynağı olmak. "Ona yemek vermedim ama yüreğime dert oldu."

Yüreğine inmek: 1. Birdenbire ölmek. 2. Büyük ölçüde üzül-mek."Bu acı haberi verip de yüreğine indirmek mi istiyorsun?"

Yüreğine (içine) işlemek: Çok tesirli olmak, derinden acı vermek.

Yüreğine od düşmek: Yüreği yanmak, belli bir sebep sonucu büyük bir acı duymak, çok üzülmek. "Kim ki başkasının uğradığı felâket onun yüreğine od düşürür, işte adam odur."

Yüreğine su serpilmek: Duyduğu üzüntüyü hafifletecek bir haberle karşılaşmak, ferahlamak. "Demek mahkemeye başvurmaktan vazgeçmiş, yüreğime su serpildi doğrusu, yoksa olayı hemen herkes duyacaktı."

Yüreği küt küt atmak: Korku ve heyecandan yüreği hızlı hızlı çarpmak.

Yüreği oynamak: Ansızın heyecanlanmak veya korkmak, tedirgin olmak.

Yüreği (içi) parçalanmak: Çok acımak, karşılaştığı bir durum sebebiyle çok üzüntü duymak. "Zavallının o hâlini görünce içim parçalandı."

Yüreği pek: 1. Korkusuz, yürekli, çok cesaretli. 2. Yüreği katı. "Onca insanla baş etmeyi göze alıyor, yüreği pek bir insanmış demek ki."

Yüreği yanmak: 1. Çok fazla acımak. 2. Bir felâkete uğramak.  "Yüreğim yanıyor, acısını bir türlü unutamıyorum."

Yürekten bağlanmak: İçten, samimi olarak sevgi ve saygı duymak.

Yürürlüğe girmek: Bir kanun ya da kararname uygulanmaya başlamak.

Yüzünü ağartmak: Yakınlarının övünç duymasına neden olacak beğenilir bir iş yapmak.

Yüz bulmak: Kendisine gösterilen hoşgörüden yararlanma yoluna gidip şımarmak, hoşa gitmeyen davranışlarda bulunmak.

Yüze gülmek: 1. Sevimli, çekici görünmek. 2. Yalandan dost görünmeye çalışmak. "Yüze gülüp arkadan insanın ekmeğini alır onlar."

Yüze vurmak: İşlediği bir suçu ya da kabahati birinin açıkça yüzüne söyleyip onun utanmasına yol açmak."Suçunu sakın yüzüne vurup da utandırma onu."

Yüze yüze kuyruğuna gelmek: Uzun süren bir işin sonuna yaklaşmış olmak.

Yüz görümlüğü: Güveyin gelinin duvağını açarken verdiği arma-ğan.

Yüz göz olmak: Senli benli olmak ve birbirinden çekineceği kalmamak, aradaki mesafe kalkmış olmak, lâubalileşmiş olmak. "İyice yüz göz olduk, beni artık dinle-miyorlar."

Yüz karası: 1. Utanılacak bir durum. 2. Ailesi, çevresi için utanç verici bir iş yapmak. "Ailemizin o yüz karasını hiç kimse görmeye gitmeyecek, anladınız mı?"

Yüz kızartıcı: Çok utandırıcı hareket veya durum.

Yüz dökmek: Zorlanarak, utanmayı ve sıkılmayı göze alarak, yalvararak bir kimseden ricada bulunmak.

Yüz tutmak: Bir şey olmak üzere bulunmak. "Hava kararmaya yüz tuttu."

Yüzde kalmak: 1. Derinleştirmemek. 2. Önemli şeyler meydana getirmemek.

Yüzü ak: Suçu, utanılacak durumu bulunmamak; temiz ve saf olmak. "Alnım açık, yüzüm aktır."

Yüzü görmemek: Kimi şeylere hiç sahip olamamak, onlardan uzak bulunmak. "Çocuklar günlerdir et yüzü görmediler."

Yüzü gözü açılmak: 1. Çevresi ile ilişkilerini geliştirmeye baş-lamış olmak, dünyayı anlamaya başlamak. 2. İyiyi kötüyü, kendine yarayanı ayırt edici duruma gelmek.

Yüzü gülmek: 1. Sevinci yüz hatlarında anlaşılır olmak. 2. Neşelenip sıkıntıdan kurtulmak, feraha kavuşmak. "Bakıyorum yüzün gülüyor, sebebi ne ola ki?"

Yüzü kalmamak: Bir kimseye karşı pek borçlu bulunmak ve ondan artık bir şey isteyecek hâli kalmamak. "Bu güne kadar ne istedimse verdi. Artık yüzüm kalmadı, git, isteyebileceksen sen iste."

Yüzü kara: Utanacak bir durumu olan.

Yüzü kasap süngeri ile silinmiş: Utanacak, sıkılacak, arlanacak yanı kalmamış; arsız.

Yüzünden (suratından) düşen bin parça olmak: Sıkıntısı, öfkesi ve küskünlüğü yüz ifadesinden belli olmak. "Babamın yüzünden düşen bin parça, ne oldu yine?"

Yüzünden okumak: 1. Ezberden değil, yazılı kâğıttan ya da kitaptan okumak. 2. Neler hissettiğini, durumunu yüzünden anlamak. "Onun ne mal olduğu yüzünden anlaşılıyor."

Yüzüne bir daha bakmamak: Darılıp küsmek, bir daha konuş-mamak; önemsemeyip ilgisiz kalmak.

Yüzüne kan gelmek: Benzi beti yerine gelmek, sağlığına kavuş-tuğu yüzünün kızarmasından belli olmak; soluk rengi geçmek. "İki şişe serum verdiler, sonunda yüzüne kan geldi."

Yüzünü ağartmak: Yakın çevresinin övünç duymasına neden olacak bir iş yapmak veya başarı kazanmak. "Uluslararası mara-tonda birinci gelerek milletin yüzünü ağarttı bu çocuk."

Yüzünü ekşitmek: Rahatsız olduğunu, hoşnut olmadığını, öfke duyduğunu yüz ifadesiyle belli etmek. "Haydi kalk, yüzünü ekşitme öyle, çok kalmayacağız onlarda."

Yüzünü gören cennetlik: Uzun bir süre ortalıkta görünmeyen kimseler için kullanılır.

Yüzünü kara çıkarmak: Yaptığı bir iş ya da davranışla birini utandırmak, mahçup duruma düşürmek. "Sakın onu gönderme, yüzünü kara çıkarır yoksa, pişman olursun!"

Yüzünü kızartmak: Birini utandırıp yüzünün kızarmasına yol açmak. "Onun utanacağı sözleri söyleyip de yüzünü kızartmadan duramaz mısın sen?"

Yüzünün akıyla çıkmak: Bir işe girip o işten başarı elde ederek, onurunu zedelemeden, utanılacak bir duruma düşmeden çıkmak.

Yüzü sirke satmak: Yüzünden hoşnut olmadığı anlaşılmak, asık yüzlü olmak. "Baksana, yüzü sirke satıyor adamın."

Yüz üstü bırakmak: Tamamlanmamış bir durumda, yarı yolda bırakmak. "İşleri yüz üstü bırakıp gitti."

Yüzü soğuk: Ürküntü veren, hoşnutluk vermeyen, sevimsiz, "Aman ne yüzü soğuk adamdı o öyle!"

Yüzü suyu hürmetine: Bir kimsenin hatırına değer verildiği için. "Babasının yüzü suyu hürmetine sınıfını geçti."

Yüzü tutmamak: Bir şey istemeye ya da söylemeye çekinmek, cesaret edememek."Babamdan para isteyeceğim ama bir türlü yüzüm tutmuyor."

Yüzü yerde: Alçakgönüllü.

Yüzü yok: "Bir şeyi yapmaya cesareti yok, öyle yanlışlıklar yaptı ki teklif etmeye utanıyor." anlamında kullanılır.

Yüz vermek: Her istediğini yerine getirerek şımartmak; yakınlık göstererek, hoş görülü davranarak ölçüsüz hareketler yapmasına sebep olmak.

Yüz yüze bakmak: Yakın ilişki içinde bulunup, bu ilişkileri bir süre devam etmek. "Birbirimize iyi davranalım, epey bir zaman burada yüz yüze bakacağız."

Yüz yüze gelmek: 1. Birden karşılaşmak. 2. Bir araya gelmek. "Bu meseleyi yüz yüze geldiğiniz zaman konuşursunuz."   

  

Z

Zahmet çekmek: Sıkıntı, güçlük, yorgunluk ve eziyetlere katlanmak. "Senin adam olman için az zahmet çekmedim ben."

Zahmete sokmak: Birine sıkıntı, güçlük ve yorgunluk vermek; masraf ettir-mek."Adamcağızı durup dururken zahmete sokmuşsunuz."

Zaman kazanmak: Birini oyalayarak ihtiyacı olduğu zamanı mümkün olduğunca uzatmaya çalışmak.

Zaman kollamak: 1. Uygun bir fırsat beklemek. 2. Bir işin sırasını beklemek. "Zamanını kolla öyle gir işe, zamansız girip de rezil olma."

Zaman öldürmek: Kimi şeylerle uğraşarak belli bir zamanın geçmesini sağlamak, boş şeylerle vakit geçirmek. "Burda beklemekle zaman öldürüyoruz beyler."

Zaman vermek: Bir iş için belli bir süre ayırmak."Bana biraz zaman verirseniz gidip onu çağırabilirim."

Zaman zaman: Belli olmayan zamanlarda, ara sıra. "Zaman zaman o da aramıza katılırdı."

Zamane çocuğu: Eski nesile göre hayli yadırganacak davranışlarda bulunup sözler sarf eden kimse. "Zamane çocuğu ne olacak."

Zar tutmak: Tavla oyununda istediği sayıyı getirmek için, atmadan önce, zarlara parmaklar arasında belli bir biçim verip öyle atmak.

Zart zurt etmek: Bağırıp çağırarak, yükseklerden atıp tutarak çıkışmak; kendini büyük göstererek kaba kuvvet gösterisinde bulunmak.

Zar zor: 1. Güçlükle, zorla. 2. "Ucu ucuna, kıt kanaat, istenilen ölçüye ancak yaklaşabildi." anlamında kullanılır. "Zar zor getirdik adamı."

Zehir etmek: Bir şeyin tadını kaçırmak, iyiyken kötü duruma sokmak. "Yediğim şu yemeği zehir ettiniz bana."

Zehir zemberek (söz): İnsanın içine işleyen, onurunu zedeleyen çok acı söz.

Zembereği boşanmak:1. Saatin zembereği kurulmaz duruma gelmek. 2. Kendini tutamayarak uzun uzun gülmek.

Zemheri zürafası (gibi): Kışın ince elbise giyip gezenler için söylenir.

Zemin hazırlamak: Bir işin gerçekleştirilmesi için uygun ortam hazırlamak, meydana getirmek.

Zemzemle yıkanmış olmak: Biri, ötekine göre çok daha iyi nitelikte olmak.

Zerre kadar: Hiç denecek kadar az. "Onu zerre kadar sevmiyorum."

Zevahiri kurtarmak: Bir işi gereği gibi değil de üstünkörü yapmak ve böylece söz gelmesini önlemek, görünüşü kurtarmak. "Bu girişimimizle zevahiri kurtardık, daha ne istiyorsun?"

Zeval bulmak: Son bulmak, bozulup yok olmak, çökmek.

Zeval vermemek: Zarar ziyan vermemek, korumak. "Allah kim-seye zeval vermesin."

Zevkten dört köşe olmak: Çok mutlu olduğu anlaşılmak, çok sevinip keyiflenmek ve aşırı zevk duymak. "Takımı galip gelince zevkten dört köşe oldu."

Zevkine varmak: Bir şeyin tadını alabilmek, çıkarmak ve duymak; inceliklerini görebilmek."O sabah, manzaranın zevkine vardık."

Zevkini çıkarmak: Bir şeyin tadından, güzelliğinden olabildiğince yararlanabilmek. "Gelin şu gezinin zevkini çıkaralım."

Zeytinyağı gibi üste çıkmak: Bir konuda haksız olduğunu kabullenmeyerek kurnazlıkla kendini haklı ya da suçsuz çıkarmaya çalışmak.

Zıddına gitmek: Karşısındakini sinirlendirmek, sinirini bozmak; bir şeyin tersine hareket etmek. "Niçin devamlı benim zıddıma gidi-yorsun."

Zılgıt yemek: Azarlanmak, paylanmak. "Senin yüzünden öğret-menden zılgıt yedik."

Zınk diye durmak: Birdenbire, aniden durmak. "Önümdeki adam zınk diye durunca ne yapacağımı şaşırdım."

Zırnık (bile) vermemek: Az da olsa, en ufak bir şey de olsa vermemek. "Ona bu mirastan zırnık bile koklatmayacağım."

Zıvanadan çıkmak: 1. Çok sinirlenip öfkelenmek, taşkınca hareketlerde bulunmak. 2. Delirmek, aklını oynatmak. "Biraz daha konuşup da beni zıvanadan çıkarmayın!"

Zihin açıklığı: İyi, sağlıklı düşünebilme gücü."Tanrı zihin açıklığı versin."

Zifiri karanlık: Çok karanlık. "Zifiri karanlıkta yola çıktık."

Zihni bulanmak (karışmak): Sağlıklı düşünemez olmak, olaylar arasındaki bağlantıyı kaybetmek, ne yapacağını şaşırmak. "Bir anda zihnim bulandı, saçmalamaktan korkup konuşmayı yarıda kestim."

Zihnini bulandırmak: 1. Kuşkulandırmak. 2. Düşünemez hâle getirmek.

Zihnini çelmek: 1. Bir kimseyi yanıltmak. 2. Kandırıp baştan çıkarmak.

Zihnini kurcalamak: Aklına takılan bir şeyi anlamaya, kavramaya çalışmak. "Akşamki mesele zihnimi kurcalayıp duruyor."

Zihnini oynatmak: Çıldırmak, aklını yitirip delirmek."Sen zihnini mi oynattın?"

Zil takıp oynamak: Çok sevinmek.

Zimmetine geçirmek: 1. Kendine mal etmek. 2. Bir hesabı birinin borcuna eklemek. "Devletin onca malını zimmetine geçirmiş."

Zincire vurmak: Prangaya vurmak (mahkûmu)."Bütün esirleri zincire vurup zindana atmışlardı."

Zindan kesilmek: 1. Çok karanlık duruma gelmek. 2. Yaşanılan yer çok sıkıntı verici, yaşanılamayacak derecede kötü hâle gelmek.

Ziyafet çekmek: Konukları yemek vererek ağırlamak. "Düğünümde bir ziyafet bile çekemedim."

Ziyan etmek: Yersiz, boş yere harcamak. "O kadar ekmeği ziyan etmeye utanmıyor musun?"

Ziyanı yok: "Önemli değil, önemi yok!" anlamında kullanılır.

Ziyaret etmek: Birini görmeye, biriyle görüşmeye, bir yeri görmeye gitmek. "Hastaları ziyaret etmek görevlerimiz arasındadır."

Zokayı yutmak: Aldatılıp zarara sokulmak.

Zora binmek: İş güçleşmek, ancak zor kullanarak halledilecek hâle gelmek. "Bir yolunu bulun, sakın işi zora bindirmeyin."

Zora gelmemek: Sıkıntıya ve baskıya katlanamamak, güçlüğe sabredememek. "Zora gelemem ben, lütfen ısrar etmeyin!"

Zorun ne?: "Ne istiyorsun, amacın ne?" anlamında kullanılır.

Zoru olmak: Kendisini zorlayan bir sıkıntısı, derdi olmak. "Adamın bir zoru olduğu yüzünden belliydi."

Zurnanın zırt dediği yer: Yapılmakta olan işin en hassas, en önemli, en can alıcı noktası.

Züğürt tesellisi: Kötü bir işte en önemli şeyi kaybettiği zaman bazı önemsiz, iyi olmayan bir yan bularak sevinmek ve kendini avutma.

Zülfüyâra dokunmak: İşle ilgili olanı, hatırlı ve güçlü kimseyi veya yüksek bir makamı kimi söz ve davranışlarla gücendirmek, darıl-masına yol açmak. "Hayır geri duramam, zülfüyâra dokunsa da söyleyeceğim."

 

 




 

 
 
Bugün 26 ziyaretçi (28 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol