VEFAKAR YUSUFÇUK

VEFAKAR YUSUFÇUK

Galip’ti adı. Henüz üç yaşındaydı annesini kaybettiğinde. Annesi ölünce küçük yaştan itibaren öksüz kalmıştı. İlkokulu, kendi köyünde bitirdi.İlkokuldan mezun olduktan sonra girdiği sınavı kazanarak Öğretmen Okulu’na kayıt yaptırdı. Öğrenim gördüğü altı yıl boyunca köyünden ve sevdiklerinden ayrı kaldı. Altı yılın sonunda Öğretmen Okulu’nu derece ile bitiren Galip,Konaklar Köyü İlkokulu’nda göreve başladığında henüz on dokuzundaydı.
İlk maaşıyla aldığı bir yatak, bir gaz ocağı, on dört numara bir gaz lambası, bir bidon dolusu gazyağı, lüzumlu birkaç mutfak gereci ve gıda maddesini; kiraladığı arazili cipe koyarak gider görev yeri Konaklar köyüne.
Köye vardığında, öğretmenlerinin geleceğini önceden haber alan öğrenciler çeviriverirler, Konaklar Köyü İlkokulu’nun önünde duran jipten inen Galip Öğretmenin çevresini. Öperler elini birer birer; “Hoş geldiniz öğretmenim” diyerek. Sonra içlerinden biri okulun anahtarlarını getirmek üzere köy muhtarının evine doğru var gücüyle koşarken ötekiler, öğretmenleri tarafından jipten indirilen eşyaları taşırlar lojmanın kapısına. Eşyaların taşınması tamamlanırken anahtar da getirilir. Hemen açılır lojmanın kapısı. Kapının önüne konan eşyalar taşınacaktır içeri. Ancak girilecek gibi değil içerisi. Toz içindedir her taraf. Örümcek ağıyla kaplıdır duvarlar. Temizlenmeden içeri girilmesi mümkün değildir. Hemen kolları sıvar, Galip Öğretmen. Temizlik yapacaktır öğrencileriyle. Alır süpürgeyi eline. Tam temizliğe başlayacaktı ki lojmanın açık kapısından içeri giren orta yaşlı kadın:
—Hoş geldin evlât, dedi.
—Hoş bulduk ana, sen de hoş geldin dedi Galip Öğretmen.
—Ne yapıyorsunuz?
— Baksanıza her taraf toz içinde temizlik yapacağız...
—Adın ne senin oğul?
—Galip, efendim…
-“Bana da Hayriye Teyze derler. Evim hemen şuracıkta,  de ha yolun öte yanındaki ev benimdir”diyerek lojmanının penceresinden yolun hemen öte tarafındaki evini gösteriverir Galip Öğretmen’e. 
—Memnun oldum...
—Bırak oğul elindeki süpürgeyi. Temizliğin sırası değil şimdi. Yol yorgunusun. Bize gidelim, bir çay içer dinlenirsin. Sonra gelir yaparsın temizliğini…
—Sağ ol ana rahatsız etmeyeyim sizi. Yanımda yiyecek bir şeyler getirmiştim, onları atıştırırım.
—Olmaz öyle şey. Hem rahatsızlık da ne kelime. Sen misafirsin bize.
Hayriye Teyze koluna girdiği gibi alır evine götürür, Galip Öğretmen’i. Kendisi Galip Öğretmen’e çay demleyip yiyecek bir şeyler hazırlarken, gelini Zeliş’i de lojmanı temizlemeye gönderir,
*
Birkaç yıl önce talihsiz bir trafik kazası sonucunda kocası Yusuf’u yitiren dul bir kadındır, Hayriye Teyze. Gülperi adındaki kızı ve Murtaza adındaki oğluyla kalakalır ortada. Kendilerine yardım eli uzatacak,bakacak, himaye edecek kimi kimsesi de yoktur onun. Hayırsız bir tebessümün izi kalmış gibiydi çatlamış dudağının eğreti kıvrımında. Kısa zaman içinde karlar yağmaya başlar başına. Alazlanmış yüreği çırpınıp duruyordu serçe kuşu ürkekliğinde. Henüz ömrünün baharında iken aklar düşer  kara saçlarına. Kol-kanat gerer çocuklarına. Babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışır onlara. Hem annelik hem de babalık yapar kendilerine. Çocuklarının gözü kimsenin çocuklarının giydiğinde, yediğinde, içtiğinde olmasın diye gecesini gündüzüne katarak çalışır, durur. Yemez yedirir, giymez giydirir çocuklarına.Bir yerine iki alır onlara. Kimsenin onlara yan gözle bakmasına, hor görmesine, dışlamasına izin vermez asla. Ellerini sıcaktan soğuğa vurdurmaz onların. El bebek gül bebek büyütür onları.
Günler günleri, aylar ayları kovalar. Yıllar geçer aradan.Rahmetlik kocasıyla diktikleri, ancak kocasının ölümü üzerine tek başına bakmaya mecbur kaldığı iki meyve fidanı ürün verme çağına gelmiştir artık.
Eee… Bilirsiniz ağaç meyveli olunca çok olur taşlayanı. Hele hele meyve vermeye başlayan ağacınız, Hayriye Teyze’nin ağacı gibi yol kenarında ise daha da çok olur taşlayanı.
Demem o ki evleri hemen okulun karşısında, yolun öte yanında bulunan Hayriye Teyze’nin büyük çocuğu Gülperi, gelişip güzelleşmiş, serpilip gelinlik çağına gelmiştir artık. Böyle olunca da dünür gelip gidenlerin sayısı her geçen gün daha da artar olmuştur.
Biricik kızının sevdiği biriyle evlenip mutlu bir yaşam sürmesini arzulayan Hayriye Teyze, evlilik konusundaki kararı tamamen kızı Gülperi’ye bırakmıştır. Böylece bağımsız hareket etme serbestîsini elde ederek daha seçici davranmaya başlayan Gülperi, sonuçta karar kılar birinde. Gülperi kız karar kılınca, anne Hayriye Teyze’ye de kızının kararına saygı göstererek onu davullu zurnalı gelin etmek kalır. İki tarafın onayı ile belirlenen düğün günü gelince kurulan düğün-dernek sonunda davul-zurna eşliğinde doru ata bindirilen Gülperi kız,telli-duvaklı bir gelin olarak uğurlanır koca evine. Böylece yuvadan uçan Gülperi kız muradına erip karışır çoluk çocuğa.
Gülperi kız telli-duvaklı gelin edilip koca evine yolcu edilince Hayriye Teyze ile biricik oğlu Murtaza bir başlarına kalırlar, okulun hemen karşısında, yolun öte yanında bulunan ahşap yapılı, kiremit çatılı, iki katlı evlerinde. Ancak ne yazık ki bu birliktelik de fazla uzun sürmez. Çünkü tığ gibi bir delikanlı olan Murtaza askerlik çağına gelmiştir artık. Pusulası gelmiştir. Askere gitmesi gerekiyordu onun. Ödenmesi gereken vatan borcuydu o. Ödememezlik yapamazdı. Çünkü onların ne bedel ödeyecek parası vardı, ne de kalın enseli, şiş göbekli dayıları…
Böyle olunca da her emekçi anne gibi Hayriye Teyze de biricik oğlu Murtaza’yı gözyaşlarıyla uğurlar askere. Ama buna hiç mi hiç üzülmez Hayriye Teyze. Tam tersine onur ve gurur duyuyor, vatanını koruyacak bir bekçi yetiştirdiği için.
Kızı Gülperi’yi gelin, oğlu Murtaza’yı da asker eden Hayriye Teyze, yaklaşık iki yıl boyunca bir başına kalır koca evde. Bunca  derdü belaya, gam ile kasavete rağmen yaşama sevincini yitirmeden tüm olumsuzluklara karşı savaşım verir. Onun söylediğine bakılırsa koca evde tek başına yaşamıyormuş. Evinin her yanı anılarıyla doluymuş. Onlarla hayat buluyormuş.
Bu anılarından ötürü kendini yalnız hissetmiyor, yalnızlığı da kabullenmiyordu asla. “Yalnızlık Tanrı’ya mahsustur” derdi. Hem iki yıllık ayrılık ne ki, yıllardan beri kocasının acısını kalbinin derinliklerine gömen Hayriye Teyze için. Göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçmişti iki yıl.
Askerlik bitmiş Murtaza köyüne, annesinin yanına dönmüştür nihayet. Böylece iki yıllık hasret de sona ermiştir. Ama asıl görev daha yeni başlamıştır Hayriye Teyze için. Çünkü torun-tombalak sahibi olmak istiyordu.Bunun için de bir an önce baş-göz etmesi gerekiyordu biricik oğlu Murtaza’yı. Öyle ise bir an önce bir gelin adayının bulunması gerekir. Ana-oğul yarından tezi yok diyerek başlarlar gelin adayı aramaya.
Aranan gelin adayıydı, Hint kumaşı değil ya bulunmayacak. Hem kız doğuran analar da ölmemişti. Her yer gelinlik çağındaki kızlarla doluydu. Doluydu, dolu olmasına ama kimine saçı uzun dediler beğenmediler, kimine boyu kısa dediler elediler, kimine gözü şaşı dediler uzak durdular. Ancak sonunda hem aklın hem de duyguların “olur” dediği bir gelin adayı buldular nihayet.
—Kimdi bu şanslı gelin adayı?
İnce eleyip sık dokuduktan sonra buldukları gelin adayı, Kocalar köyünden Durmuş Ağa’nın biricik kızı Zeliş’ti.
Görücü usulüyle günün birinde bir araya gelen damat adayı Murtaza ile gelin adayı Zeliş, oturur konuşur, anlaşırlar. Ve sonuçta karar kılarlar evlenmeye. İki genç aralarında konuşup evlenmeye karar kılınca büyüklerine debu işi gerçekleştirmek kalır. Nişandı, nikâhtı derken kararlaştırılan düğün günü de gelip çatmıştır nihayet. Üç gün üç gece devam eden düğünün ilk gününün sabahı, Hayriye Teyze’nin kapısının önünde çalınan davul-zurna sesleri yankı bulur Konaklar köyünün semalarında.
Üçüncü günün sonunda Hayriye Teyze’nin biricik oğlu Murtaza ile Kocalar köyünden Durmuş Ağa’nın kızı Zeliş dünya evine girerek ererler muratlarına.
Düğün gününden yaklaşık on bir ay sonra ailedeki birey sayısı üçten dörde yükselir. Çünkü hamile olan Zeliş Gelin, kayınvalidesi Hayriye Teyze’nin mahir elleri sayesinde kolay bir doğum yapar ve nur topu gibi bir erkek çocuk dünyaya getirir. Ailenin bu yeni üyesine, yıllar önce bir trafik kazası sonucunda yaşamını yitiren Yusuf dedesinin adına binaen Yusufçuk adı verilir. Ailenin mutluluğuna mutluluk katar Yusufçuk. Sevinçlerine diyecek yoktur Zeliş Gelin’le Murtaza’nın. Ya babaannesi? O mutluluktan uçuyor adeta.Yeşil gözlü Yusufçuk, renk katmıştır onların yaşamlarına.
Galip adındaki genç öğretmen köylerine atandığında henüz 4–5 aylık bir bebekti Yusufçuk. Babaannesi, köylerine ilk kez giden Galip Öğretmen’i evlerine götürdüğünde Galip Öğretmen kucaklayıp sevmişti onu.
Hayriye Teyze; o gün evine davet ettiği Galip Öğretmen’in,annesinin, yıllar önce öldüğünü, onun küçük yaştan itibaren annesiz büyüdüğünü öğrenir. O günden başlayarak bir başka davranır, Galip Öğretmen’e. Anne şefkati ile yaklaşır ona. Çocuklarına gösterdiği sevgiyi ve şefkati sakınmaz ondan. Bir zeval gelmesin diye kol-kanat gerer ona. Ona hem evinin kapısını hem de kucağını da açar sonuna kadar. Ana-oğul gibi sıkı sıkıya sarılırlar birbirlerine. Kendisine “Hayriye Ana” diye hitap eden Galip Öğretmen’e  “oğlum” demeye başlar Hayriye Teyze. Galip Öğretmen, Murtaza’yı kardeşi, Zeliş Gelin’i bacısı, Yusufçuk’u da yeğeni olarak görüyordu. Köydeki herkes artık bir ailenin bireyleri gibi görüyordu onları.
Öğretmenliğinin bu ilk yılının sonunda okullar tatile girdiğinde yaz tatilini geçirmek üzere memleketine tek kişi olarak giden Galip Öğretmen,yaz tatili sonunda iki kişi olarak döner görev Konaklar köyüne. Evlenmiştir. Bu evliliğe en çok sevinen kişi de Galip Öğretmen’in Hayriye Anası’dır. Bir gün Galip Öğretmen’in, ertesi gün Hayriye Teyzelerin evinde bir araya gelirlerdi.Aynı sofraya oturur, aynı tabakta yemek yer, aynı bardaktan su içer oldular. Ayrıları gayrıları yoktu. Aynıydı yedikleri, içtikleri. Her geçen gün daha da gelişip güçlenen bu sadakat ve birliktelik, Konaklarda on yıl çalıştıktan sonra bir başka yere atanan Galip Öğretmen’in oradan ayrılışına değin hep aynı şekilde devam eder gider. 
 
Galip Öğretmen’in Konaklar Köyü’ne gelişinin altıncı yılıdır.Kardeşim dediği Murtaza, çocuğuna ve ailesine daha iyi bir gelecek hazırlamak amacıyla gider İstanbul’a. O, İstanbul’a gidince evinin yükü biner Galip Öğretmen’in omuzlarına. Ama Galip Öğretmen bundan hiç mi hiç rahatsız değildir.Tam tersine böyle bir sorumluluğu yüklenmenin haklı gururunu yaşamaya başlar.Zira Hayriye Anası’nın kendisi için katlandığı fedakârlıklara bir karşılık vermek, onun iyiliklerinin altında ezilmemek için bir fırsat yakalamıştır. Bu onun için bir mutluluk kaynağı olur. Eh! Hayriye Anası, kendisine daha fazlasını yapmıştır. Anlaşılan o ki bu durumdan şikâyetçi olan yoktu. Her iki taraf da memnundu halinden.
Murtaza’nın İstanbul’a gidişinin üzerinden yaklaşık altı aylık bir zaman geçmiştir. Mevsim kışa dönmüştür. Yörede ağır kış koşulları hüküm sürmeye başlamıştır artık. Rüzgârlar uğuldayarak esmeye, yol vermeyen tipiler egemenliği ele alır olmaya başlamıştır. Anlayacağınız günlük yaşam, zorlu doğa koşullarına boyun eğer hale gelmiştir. Bir kış gecesiydi. Lapa lapa yağan kar,derinden derine uğuldayarak esen rüzgârın etkisiyle dans edercesine bir o yana bir bu yana savrularak iniyordu yere. Saatler oldukça ilerlemişti. Okul lojmanının kepenkle kapanmış pencerelerinden dışarıya sızan loş ışıkları dışında kalan köy evlerinin küçücük pencerelerinden dışarıya süzülen yedi numara gaz lambalarının loş ışıkları yok olmuştu birer ikişer. Titrek alevli on dört numara gaz lambasının loş ışığıyla aydınlanan küçük lojman odasında ertesi gün işleyeceği konulara ilişkin hazırlıklarını tamamlayıp günlük planını yapan Galip Öğretmen, içine girdiği sıcacık yatağının başucuna koyduğu ünlü Rus yazar Tolstoy’un “Anna Karanına”adlı eserinin ikinci cildini okumaya başlar. Henüz bir sayfasını bile okuyamadan lojmanın dış kapısı çalar. Üzerindeki çizgili takım pijamasıyla yatağından kalkan Galip Öğretmen, açtığı pencereden:
—Kim o? diye seslenir.
Lojmanın kapısının dışında bekleyen kişi:
—Benim oğul, Hayriye Ana’n der.
Hemen pencereyi kapatıp eşi Sultan’la birlikte dış kapıya doğru yönelen Galip Öğretmen kapıyı açar ve telaşlı bir sesle:
—N’oldu ana bir şey mi var? der.
Hayriye Teyze ağlamaklı bir sesle:
—He ya oğul…
—N’oldu anlatsana? 
—Yusufçuk, oğul Yusufçuk…
—N’oldu Yusufçuk’a?
—Yetiş Yusufçuk ölüyor oğul. N’olur bir şeyler yap, kurtarıver onu, der Hayriye Teyze.
—Tamam, ana meraklanma. Sen eve varıver ben üstümü giyinip geliyorum, der Galip Öğretmen.
Hayriye Teyze evine geri dönerken, üzerindeki çizgili takım pijamasını çıkarıp üstünü giyinen Galip Öğretmen, eşi Sultan ve henüz birkaç aylık olan kızı Nazlı ile birlikte varır Hayriye Anası’nın evine. Hemen koşar Yusufçuk’un yatağının başına. Koyar elini Yusufçuk’un küçücük alnına.Yusufçuk’un küçücük bedeninin alev alev yandığını fark edince kalkar, koşar evine. Kızı Nazlı için evde bulundurduğu ateş düşürücü fitillerden birini alarak döner Hayriye Anası’nın evine. Zaman yitirmeden koyar fitili Yusufçuk’un makatına. Sonra Hayriye Anası’na dönerek:
—Meraklanma ana şimdi düzelir, der.
Hayriye Anası:
—Sağ ol evlat. Sen de olmasan biz ne yapardık kadın başımıza, der.
—Tamam, anacığım fazla abartma yaptığım bir şey yok benim.
Aradan tam bir saat geçmiştir. Galip Öğretmen tekrar elini koyar Yusufçuk’un küçücük alnına. Ateşi düşmemiştir henüz. Sayıklayıp duruyor Yusufçuk.    
—Durumu nasıl oğul, ateşi düştü mü biraz? der Hayriye Teyze.
—Yok, ana düşmemiş hâlâ…
—Peki, n’olacak şimdi?
Galip Öğretmen:
—Bir an önce doktora götürülmesi gerek, der.
—Gecenin bu saatinde mi? 
—Evet, ana, hemen şimdi… 
—Kim götürecek?
—Ben ne güne duruyorum ana?
—Olmaz oğul...
—Neden olmazmış? .
—Gecenin bu saatinde yalnız gönderemem seni…
—N’olmuş gecenin bu saatine? Gece hiç mi yolculuk yapmadım sanki?
—O zaman köyden birini çağırayım yanına, der Hayriye Teyze.
Galip Öğretmen:
—Hayır. Hiç kimseyi çağırmana gerek yok. Ben tek başıma alır götürürüm, der.
Hayriye Teyze:
—Nasıl olur oğul, gecenin bu saatinde, bu karda kışta?
Hayriye Anası’nın sözünü bile bitirmesini beklemeyen Galip Öğretmen:
—Bak ana seni kırmak istemem. Ama bir tek laf daha edersen ömrü billâh konuşmam seninle der.
Annesi, babaannesi ve Galip Öğretmenin eşi Sultan, Yusufçuk’u hazırlarlarken Galip Öğretmen de evine varır. Giyinir üzerine kalınca giysilerini, üstüne de paltosunu. Ayağına yün çoraplarını giyinmeyi, başına kasketini, boynuna atkısını takmayı ihmal etmeyen Galip Öğretmen takar beline 7.65’lik Beratta marka tabancasını. Sonra şemsiyesini ve el fenerini yanına alarak varır, Hayriye Anası’nın evine. Kalınca giysileri giydirilip battaniyeye sarmalanan Yusufçuk’u alır kucağına, düşer ilçenin yoluna.                   
Hayriye Anası’nın, eşi Sultan’ın ve Yusufçuk’un annesi Zeliş’in ağlayıp dua ederek ilçeye uğurladıkları Galip Öğretmen; karlı, fırtınalı, soğuk bir kış gecesinde yaklaşık iki saat süren zorlu ve meşakkatli bir yolculuğun ardından varır ilçenin hastanesine. Hırıltılı bir şekilde zar zor nefes alabilen Yusufçuk, zahmetli geçen yolculuğun da etkisiyle iyiden iyiye bitkin düşmüştür. Hemen muayene edilerek tahlilleri yapılır. Neticede zatürree başlangıcı tanısı konur. Zaman yitirilmeden tedavi altına alınır. Serum takılır, ateş düşürücü iğne yapılır. Bunların yanı sıra hastalığa ilişkin öteki ilaçlar da verilir. Yapılan iğne ve verilen ilaçların bir süre sonra etkisini göstermesi üzerine kendine gelen Yusufçuk, açar gözlerini nihayet. Başucunda duran Galip Öğretmen’i görünce:
—Biz neredeyiz Galip Amca? diye sorar.
Yusufçuk’un küçücük ellerini avuçlarının içine alarak gözlerinden öpen Galip Öğretmen:
—Hastanedeyiz yavrum, der.
—Buraya neden geldik?
—Birazcık ateşin vardı senin. Onun için buraya getirdim seni.Doktor amcalar muayene edip iğne yaptılar. Bak senin de gördüğün gibi bir de serum taktılar. Ateşin düştü ve sen kendine geldin işte, der.
—Babaannemle Zeliş annem neredeler? 
—Köyde kaldı onlar yavrum, der.
—Onlar neden gelmedi?
—Onlar gelmek istediler ama ben gelmelerine izin vermedim.
—Neden izin vermedin?
—Gelmelerine gerek yoktu da ondan…
—Eve gidecek miyiz? 
—Elbette gideceğiz, burada kalacak değiliz ya…
—Ne zaman?
Sağ el işaret parmağıyla serum şişesini gösteren Galip Öğretmen:
—Şu gördüğün şişedeki serum biter bitmez gideriz, der.
Bir süre sonra, takılan ikinci serum da bitince doktora haber verilir. Gelen doktor tekrar Yusufçuk’u muayene eder ve gerekli gördüğü ilaçları yazar reçeteye. Sonra taburcu işlemleri yapılır ve Yusufçuk taburcu edilir.
Vakit öğlene doğrudur, Yusufçuk hastaneden taburcu edildiğinde.Galip Öğretmen’le Yusufçuk birlikte en yakın eczaneye giderler. Eczaneden,reçetede yazılı olan ilaçları alırlar. Karınları acıkmıştır. Eczaneden çıkınca varırlar lokantanın birine. Otururlar masaya karınlarını doyururlar. Oradan bir oyuncakçı dükkânına geçerler. Oyuncakçıdan bir-iki oyuncak, bitişiğindeki manavdan da birkaç kilo meyve alan Galip Öğretmen, Yusufçuk’u tekrar battaniyeye sarıp sarmaladıktan sonra alır kucağına ve tutar Konaklar Köyü’nün yolunu. Rüzgâr dinmiş, kar yağmıyor artık. Günlük-güneşliktir hava. Dinlene dinlene yol alır köye doğru. Köye vardığı zaman gün akşam olmak üzeredir.
Dört gözle onların yolunu gözleyen Hayriye Teyze, Zeliş Gelin ve Galip Öğretmen’in eşi Sultan Hanım, onların geldiğini pencereden görünce hemen dışarı çıkarak gözyaşlarıyla karşılarlar onları. Zeliş Gelin, Galip Öğretmen’in kucağından aldığı oğlu Yusufçuk’u bağrına basarken, Hayriye Teyze da ikinci oğlum dediği Galip Öğretmen’e sarılır sıkı sıkıya. Öper, onu dakikalarca.Böylece Galip Öğretmen’in sayesinde yeniden yaşama dönen Küçük Yusufçuk, tekrar kavuşur eski sağlıklı günlerine.
Bir canı yaşama döndürebilmek uğruna kendi yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmeden mutlak bir ölümden kurtardığı Küçük Yusufçuk’u ilkokulun dördüncü sınıfına değin okutan Galip Öğretmen, tam on yıl görev yapar Konaklar Köyü’nde. Sonra bir başka yere nakil için atama dilekçesi verir, Milli Eğitim Bakanlığı’na. İsteği üzerine ataması; Adana’ya, orada yapılan atama neticesinde de kenar mahallelerdeki ilkokullardan birine yapılır. On yıl görev yaptığı Konaklar Köyü’nden gözyaşlarıyla uğurlanan Galip Öğretmen, emekli olana değin yeni atandığı ilkokulda çalışır. Sonra da emekliye ayrılır. Emekli ikramiyesiyle bir daire alarak Adana’ya yerleşir,
Öte yandan Galip Öğretmen’in Konaklardan ayrılışının ardından İstanbul’daki ilçe belediyelerinin birinde kadrolu işçi olarak göreve başlayan Hayriye Teyze’nin biricik oğlu Murtaza da bir ev kiralar İstanbul’da. Sonra varır köyüne, yükler göçünü kamyona. Yanına annesi Hayriye Teyze’yi, karısı Zeliş Gelin’i ve oğlu Yusufçuk’u da alarak göç eder İstanbul’a.
İlköğreniminin geri kalan bölümünü ve orta öğrenimini burada tamamladıktan sonra üniversite sınavını kazanarak Tıp Fakültesi’ne kayıt yaptıran Yusufçuk, yıllar sonra genç bir doktor olarak göreve başlar. Hemen akabinde girdiği LES sınavını kazanarak yüksek lisans yapan Yusufçuk,kardiyoloji uzmanı olarak Adana’daki hastanelerin birine atanır.
Günün birinde, görev yaptığı hastanede gece nöbetlerinden birini ifa ediyordu Dr. Yusufçuk. O gece hastanenin acil servisine getirilen bir hastanın kalp krizi geçirdiği anlaşılır. Durum anlaşılır anlaşılmaz hemen Dr. Yusufçuk’a haber verilir. Zaman yitirmeden hemen hastanın başına gelerek ilk müdahaleyi yapan ve yoğun bakıma aldıran Dr. Yusufçuk, nöbet süresinin sona ermesine rağmen ayrılmaz hastanın başından. Çünkü hastanın, kendisini altı yaşında mutlak bir ölümden kurtaran Galip Öğretmen olduğunu biliyordu. O’nu tanımıştı Dr. Yusufçuk. Bundan ötürü de onu yaşama döndürmek için canla başla çalışır. Onun, hastayı sık sık ziyaret ederek hal-hatır sormasına ve kendisinin bu yaptıkları yetmezmiş gibi bir de öteki doktorları seferber etmesine tanık olan hasta yakınları, tanımadıkları Dr. Yusufçuk’un bu yoğun ilgisine bir anlam verememişlerdi.
Bütün bunların yanı sıra yaşama döndürülen Galip Öğretmen’in,yoğun bakımın ardından Dr. Yusufçuk tarafından özel bir odaya aldırılması,kafalarını iyiden iyiye karıştırır hasta sahiplerinin. Derken Galip Öğretmen’i özel odasında ziyaret eden kızı, edebiyat öğretmeni Nazlı ile eşi Sultan Hanım olan bitenleri anlatırlar Galip Öğretmen’e. Bir ara kızı Nazlı:
—Sen doktoru tanıyor musun babacığım?
—Hayır, kızım ben tanımıyorum der.
—O zaman bu yoğun ilgi neyin nesi?
Galip Öğretmen:
—Bilmem, diye yanıt verir kızına.
Tam da bu sırada Dr. Yusufçuk elinde bir buket çiçekle girer Galip Öğretmen’in odasına. Koyar elindeki çiçekleri odadaki masanın üzerine. Hemen ardından da eğilip öper Galip Öğretmen’in elini. Sonra:
—Büyük geçmiş olsun efendim. Aramıza tekrar hoş geldiniz.Tehlikeyi atlattınız, korkulacak bir şeyiniz kalmadı artık. Birkaç güne kalmaz taburcu olur evinize gidersiniz, der.
Galip Öğretmen:
—Sağ olun doktor bey. Siz gelmeden önce kızım ve eşim bana anlattılar olağanüstü çabalarınızı ve yoğun ilginizi. Size ne kadar teşekkür etsem azdır, der.          
Dr. Yusufçuk:
—Ben sadece görevimi yaptım, der.
Galip Öğretmen:
—Tevazu göstermenize hiç gerek yok doktor bey. Bu yaptıklarınız görevin ötesinde bir şey, der.
Dr. Yusufçuk:
—Bir de şey efendim…
Dr. Yusufçuk’un sözünü bitirmesini beklemeyen Galip Öğretmen:
—Bir de ne doktor bey? diye sorar.
—Bir de size olan borcumu ödemek istedim. Hepsi bu kadar, der Dr. Yusufçuk.
—Hangi borçtan bahsediyorsunuz siz?
—Can borcundan efendim…
—Kimsenin can borcu yok bana doktor bey.
—Var efendim benim var.
Galip Öğretmen:
—Siz kimsiniz? diye sorar.
—Hocam, ben, sizin on yıl öğretmenlik yaptığınız Konaklar Köyü’nden…
Galip Öğretmen:
—Kimlerdensin Konaklardan? diye sorar.
Dr. Yusufçuk:
—Efendim, altı yaşında ateşimin çıkmasından ötürü karlı, soğuk ve fırtınalı bir kış gecesinde kucaklayıp ilçedeki hastaneye götürerek yaşamını kurtardığınız Yusufçuk’um ben. Hayriye Ana’nın torunu Yusufçuk…
Galip Öğretmen:
—Demek ki sen ha! Vefakâr Yusufçuk… diyerek basar bağrına, onu.


                                                  Mehmet KORKMAZ
                                                 Emekli Eğitimci

 
 
Bugün 46 ziyaretçi (56 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol