DERSİM EFSANELERİ


DERSİM İLE İLGİLİ EFSANELERDEN BİR KAÇI...

BUYER BABA EFSÂNESİ

Eski zamanlarda Pülümür-Ovacık ilçeleri arasında kestirme bir yol varmış. Herkes gibi Deli Hıdır adındaki genç de sürekli bu yolu kullanırmış. Günün birinde gene bu yolu kullanan Deli Hıdır,  Buyer Krater Gölü’nün kıyısındaki bir ağacın altında oturup dinlenmeye başlar. Dinlenirken de çıkınından çıkardığı azığını yemeye başlar. Azığını yediği sırada uzun boylu, aksakallı bir dedenin kendisini selâmladığını görür.  
Deli Hıdır, kendisine selâm veren Aksakallı Dede’nin selâmını aldıktan sonra kendisini; Buyur Baba diyerek sofrasına davet eder. Bundan sonra Aksakallı Dede ortadan kaybolur. O, ortadan kaybolduktan bir süre sonra ortalık birden bire toza dumana boğulur. Kıyısında azığını yediği Buyer Gölü’nün suları şiddetle dalgalanmaya başlar. 
Olanlar karşısında dona kalan Deli Hıdır, bir ara atının göl sularında görünmeye başlayan bir kır atla çiftleştiğini fark eder.  Bunun üzerine tamamen korkuya kapılan Deli Hıdır, sürekli Buyur Baba, Buyur Baba deyip durmaya başlar. Ancak, bir daha ne atını görür, ne de Aksakallı Dede'yi... İşte o günden beridir bu dağ, Buyer Baba Dağı, üzerinde bulunan göl de Buyer Baba Gölü adıyla anılmaya başlar. 
Genç kız ve erkek ziyaretçiler; suları yaz ve kış aylarında hep aynı kalan, bir başka ifadeyle azalıp çoğalmayan Buyer Baba Gölü’nün sularına elma bırakırlar. Bu elmalar su yüzeyinde birleşirse genç kız ve erkeklerin evleneceğine inanılır.

ARAP KIZI DAĞI EFSÂNESİ

Çok eski zamanların birinde Pülümür'de yaşayan Ali adında yakışıklı ve güçlü bir genç ile Arap soyundan gelme Yasemin adında güzeller güzeli esmer bir kız birbirlerine âşık olurlar. Bu iki gencin âşkları destan olup dilden dile dolaşmaya başlar. Aileleri, bu gençlerin evlenmelerine onay vermiyorlarmış. Sonunda Ali ile Yasemin gecenin bir vakti kaçarak günümüzdeki adı, Arap Kızı Dağı olan dağa tırmanmışlar. 
Yürüye yürüye dağın doruğuna varmışlar. Dağın doruğuna vardıklarında dinlenmeye karar verirler. Dinlenmeye başlayan Yasemin ile Ali el ele tutuşmuş vaziyette uyuya kalırlar. Kızın babası, Yasemin'in evde olmadığının farkına varınca hemen kızını aramaya koyulur. Bir süre sonra geceyi aydınlatan dolunayın ışığından yararlanan Yasemin’in babası da dağın doruğuna tırmanmaya başlar ve bir süre sonra dağın tepesine varır. Buraya vardığında Ali ile Yasemin'i uyur vaziyette bulur. 
Bu olay karşısında kendini kaybeden baba, kızına bir el ateş ettikten sonra orayı terk ederek evine döner. Ali, uyandığı zaman kollarında yatan Yasemin'in taş kesildiğini görür. Bunun üzerine oradan ayrılarak eve gelen Ali, küllerinin Yasemin'e serpilmesi vasiyetinde bulunarak kendisini yakar. 
Halk arasında Arap Kızı Dağı olarak anılan bu dağa, ay ışığında bakıldığı zaman bir kadın silueti görülürmüş.

DÜZGÜN BABA EFSÂNESİ

Düzgün Baba, Dersim yöresinde yaşayan Dersim aşiretlerinden Kureyşan aşiretine bağlı bir ermiştir. Asıl adı Şah Haydar olan bu zat; Mevlana'nın müritlerinden biri olarak tanınmış bir kişilik olan ve Hacı Bektaş-ı Veli ile akrabalık bağı bulunduğunu savunan bir kavmin 9. ya da 11. atası olan ve soy şeceresi bakımından Hacı Bektaş-ı Veli ile aynı İmam’dan gelen Seyyid Mahmud Hayrani'nin oğludur. 
Zargovit Tepesi’nde hayvanları otlatmak için bir ev yapan Mahmud Hayrani, burada hayvanları ile meşgul olur. Hayvanları, oğlu Şah Haydar tarafından güdülmektedir. Kışın zemheri ayında keçilerinin gayet güzel semirdiklerini gören Seyyid Mahmud Hayrani;
-"Acaba Şah Haydar bu kışın ortasında bu hayvanlara ne yediriyor ki hayvanlar bu kadar güzel besleniyorlar?" diye meraklanır.
Bu merakını gidermek için oğlu Şah Haydar tarafından güdülen hayvanların bulunduğu yere gider. Gördüğü olay karşısında dona kalır. Çünkü Şah Haydar, elindeki çubuğu hangi kuru meşe ağacına değdirirse ağaç hemen yeşeriyor. Keçiler, yeni gelin gibi süslenen meşe ağaçlarındaki bu filizlerden yiyerek karınlarını doyuruyorlar. 
Seyyid Mahmud Hayrani durumu görünce sesini çıkarmadan geri dönmek ister. Ancak tam bu sırada bir keçi, birkaç kez üst üste hapşırmaya başlar. 
Bunun üzerine Şah Haydar:
-‘Ne oldu, babam Derviş Mahmud'u mu gördün ki bu kadar hapşırırsın?’  dedikten sonra dönüp arkasına bakar. Arkasına baktığında babasının, kendisine görünmemek için hızla oradan uzaklaşmaya çalıştığını görür.
Babasına, ismi ile hitap etmesinden ötürü utanan Şah Haydar, mahcubiyeti nedeniyle oradan kaçarak günümüzde Düzgün Baba Dağı adıyla bilinen dağın tepesine çıkar ve burayı mesken edinir. 
Rivayet olunur ki Şah Haydar, babasına ismen hitap ettiği için mahcubiyetinden ötürü kaçtığı zaman ayağında, kışın karda giyilen ve kar ayakkabısı olarak bilinen ‘leken’ varmış. Bu kar ayakkabısıyla aralarında yaklaşık 5 km. bulunan Zargovit ile Düzgün Baba Dağı’nın tepesi arasındaki mesafeyi üç adımda kat etmiş. Bastığı her yerde taşlara kazınan leken izi hâlâ durduğu rivayet edilmektedir.
Şah Haydar, bir-iki gün eve gelmeyince durumundan endişe duyan annesi, oğlunun durumunu öğrenmesi için eşine: ‘N’olur Haydar’ımı bulup getiriver’ ricasında bulunur. Bunun üzerine Seyyid Mahmut Hayrani, yanında bulunan müritlerine:
- Gidin bakın bakalım, bizim Şah Haydar ne âlemde?  der.
Müritlerinden birkaç kişi, 2100 m. yüksekliğindeki Düzgün Baba Dağı’nın tepesine çıkarak Şah Haydar ile görüşürler. Durumunun iyi olduğunu, herhangi bir sorununun bulunmadığını öğrendikten sonra tekrar köye geri dönerler. 
Seyyid Mahmud Hayrani:
-Durumu nasıldır, hali vakti nicedir? diye sorar.
Müritleri:
- Durumu düzgündür, merak edilecek herhangi bir şey yoktur. Selam ve hürmet eder ellerinizden öper, derler. 
Bu ‘düzgündür’ sözü, dilden dile dolaşır olmaya başlayınca asıl adı Şah Haydar olan bu zat, bir süre sonra Düzgün Baba adıyla anılır olmaya başlanır.  
Günümüzde yalın ayak yürüyerek Düzgün Baba’ya giden halk; sorunlarına çözüm, hastalıklarına şifa bulmak amacıyla ziyaret ettikleri Düzgün Baba'ya adaklar adayarak kurbanlar keser.  

GELİN PINARI EFSÂNESİ

Tunceli-Nazımiye ilçesinin 13 km. uzağında bulunan Dereova bucağının yakınında bulunan Gelin Pınarı ya da öteki adıyla Gençlik Şelâlesi’nin 30-40 m. yükseklikteki kayalardan sarkıtlar ve dikitler yaparak ince ince akan suları, alışılmış bir şelâle görünümünün dışında, buraya bir efsânevî bir hava kazandırmıştır. Yaz mevsiminin bunaltıcı sıcağında şelâlenin 50 m. yakınına varıldığı zaman, adeta bir anda çalışan binlerce vantilatör tarafından üretilen iç serinletici bir havanın, insanın bedenini sardığını hissetmek mümkündür. 
30-40 m. yüksekliğindeki kayalardan aşağı doğru iplik iplik akan suların hem sesi, hem güzelliği, hem de yaz mevsiminin kavurucu sıcağında insana oh be! dedirtecek serinliğiyle tam bir doğa harikasıdır. 
Ülkemizde olduğu gibi Tunceli'de de her doğa güzelliğine yakıştırılmış bir efsâne bulunmaktadır. Buranın da kendisine özgü bir efsânesi vardır. Bu efsâne şöyledir:
Yukarıda adından söz edilen bu yörede yaşayan ailelerden biri oğlunu evlendirir. Yöre geleneklerine göre belli bir süre evde kalan yeni geline, hayvan sağım işinde becerili olup olmadığı test edilmek üzere koyun sağdırılır. Bu gelenek uyarınca kaynanası, bir gün yeni geline:
-‘Hadi gelinim. Su bakracı al. Sağım yerine getirilen hayvanları sağ, sütü al getir’, der.
Gelin bakracı alır. Köyün öteki genç kız ve gelinleri gibi kayınvalidesinin kendisine verdiği bakracı koluna takan gelin, sağım yerine gelir ve kendilerine ait olan sütlü hayvanların bir tanesi hariç tamamını sağar ve bakracını sütle doldurur. Ancak en son sağdığı karakeçi, birden ayağını vurarak süt dolu bakracı devirir ve süt akar, gider.
Bu durum karşısında şaşıran ve çok üzülen yeni gelin ağlayarak; "Daha yeni gelinim, bana elinden iş gelmez, beceriksiz gelin diyecekler. Benimle alay edecekler” diyerek bir yandan sızlanırken öte yandan da karakeçiye beddualar yağdırır.
Gelinin geciktiğini gören kaynana, yüksekçe bir yere çıkarak, acele gelmesi için gelinine seslenir. Gelin mahcup ve üzgün bir şekilde, önünde bulunan boş bakracı, boş götürmektense, yaratana sığınarak, yanında sessiz sedasız akıp giden pınarın suyu ile doldurur, ağzına da bir bez kapattıktan sonra eve götürüp sepetin altına koyar.
Bir süre sonra kaynatıp mayalamak için sütü, bulunduğu yerden almaya gelen kaynana, bezi kaldırdığı zaman bakracın içinde bulunan su, süte dönüşmüştür. Bulunduğu yerden olanları üzüntüyle seyreden gelin, kendisini utandırmayan Tanrı’ya şükreder.
Rivayet odur ki, o günden beri, koyunlar sağılmaya başlandığı zaman süt renginde akan pınarın suları, koyunların sütten kesilmesinden sonra da, tekrar doğal rengine dönüşürmüş.

ELTİ HATUN EFSÂNESİ

14. yüzyıl yapıtlarından biri olan ve Tunceli-Mazgirt ilçesi merkezinde yer alan Elti Hatun Türbesi; içerisinde ikisi büyük, biri de küçük olmak üzere birbirine bitişik üç anıt mezar bulunmaktadır. Türbenin içerisinde bulunan iki büyük mezardan birinin Elti Hatun'a, birinin Uzun Hasan'ın annesine, küçük olanının da Uzun Hasan'ın yeğenine ait olduğu rivayet edilmektedir.
Sekizgen şeklinde yapılan Elti Hatun Türbesi'nin yanında bir de çeşme olduğu söylenmekte ise de böyle bir yapıya rastlanmamıştır.
Türbeye ait bilgileri içeren kitabenin, restoresi sırasında korunacağı kaydıyla ilgililerce götürüldüğü dile getirilmektedir. 
Uzun zaman Moğolların yönetimi altında bulunan Mazgirt ilçesi ve çevresinde bulunan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanında bulunan Elti Hatun adındaki kız kardeşi hastalanır. Artık öleceğini anlayan Elti Hatun, kardeşi Uzun Hasan'a: ‘Ben yılanlardan çok korkarım. Şayet ölürsem benim tabutumu toprağa gömme. Bana bir kümbet yaptır. Tabutumu bu kümbetin içine astır.’ vasiyetinde bulunur.
Yakalandığı ölümcül hastalığa yenik düşerek yaşamını yitiren Elti Hatun’un vefatı sonrasında onun vasiyeti doğrultusunda hareket eden Uzun Hasan, günümüzde hâlâ Mazgirt ilçesinde bulunan Elti Hatun Türbesi’ni yaptırır ve içerisine uzunca bir zincir astırarak kardeşinin tabutunu, havada tutacak biçimde bu zincire bağlar.
Rivayet o ki; ertesi gün kız kardeşinin mezarını ziyaret eden Uzun Hasan, türbenin kapısını açtığında büyük bir huşuyla irkilir. Çünkü kız kardeşinin tabutuna sarılı büyük bir yılanla karşılaşır. Ürküntü duyduğu için geriye doğru kaçar ve; ‘Tanrı buyruğuna karşı gelinmez. Mukadderata boyun eğmek gerekir’ diyerek havada asılı bulunan tabutu zincirinden indirerek toprağa defnettirir. Zincir hâlâ kümbetin tavanından alt ucunda dört halkası ile sarkık biçimde durmaktadır. Elti Hatun’un mezarı da zincirin tam altında kümbetin orta yerinde durmaktadır. 

 
SULTAN HIDIR EFSÂNESİ

Günümüzde Tunceli-Pertek ilçesine bağlı Dorutay (Zeve) köyü yöresinde yaşlı bir zat yaşarmış. O dönemlerde bu yörenin yönetimini elinde bulunduran Sultan Alâeddin, ordusuyla birlikte buraların denetimini yaparken gün akşam olur. Gün akşam olunca Dorutay köyü yakınlarında yer alan ve Sultan Gölü olarak anılan mevkide geceyi geçirmeye karar verilir. Çadırlar kurulur, yerleşim için gerekli hazırlıklara başlanır. Tam da bu sırada gözcülerden biri yanına geldiği Sultan Alâeddin'e; "Sultanım şu ileride içinde bir ışık huzmesi bulunan çadır türü bir şey var" der. Sultan Alâeddin de; “Gidin bakın bakalım, içinde birileri yaşıyor mu yaşamıyor mu? Araştırın sonra bana bilgi verin” diyerek iki atlı askeri çadırın bulunduğu yere gönderir. Çadırın bulunduğu yere gelen askerler, eski bir çadırın içinde yaşlı bir zattan başka kimsenin bulunmadığını görürler. 
Çadırın içine giren askerler:
-İhtiyar kimsin sen, burada ne işin var? diye sorarlar.
İhtiyar:
-Gördüğünüz gibi bir ben-i Adem’im, adım Sultan Hıdır’dır. Sizin de gördüğünüz gibi bir toprak güvecim, bir seccadem, bir atım ve ona yedirmek için bir miktar da arpam var, der.
 Askerler:
-Biz Sultan Alâeddin'in askerleriyiz. Sultanımız seninle görüşmek istiyor. Seni sultanımıza götürmeye geldik. Bizimle gelmek ister misin? derler
Bunun üzerine ihtiyar:
- Buralara kadar zahmet edip gelen sultanınıza söyleyin, buyursun misafirim olsun. Fakirhanemize şeref versin, der.
Askerler:
-İyi ama fâkirhanenize şeref vermesini istediğiniz kişi koca bir sultan. Yanında bir hayli vezir, veziriazam ve kumandanları vardır. Bunları oturtabilecek bir yerin bile yok. Kaldı ki koca ordu, gelince ekmek ister, aş ister sizden. Bunları ağırlayabilir misin? Gördüğümüz kadarıyla bu mümkün değil. En iyisi biz, seni Sultan’ın huzuruna götürelim, derler. 
İhtiyar:
-Tanrı misafiri umduğunu değil bulduğunu yer. Yüce Allah’ın izniyle mahcup olmayız. Buyursunlar gelsinler, diyerek Sultan’ı çadırına davet eder. 
Bunun üzerine geri dönen askerler, durumu Sultan Alâeddin Keykubad'a arz ederek, ihtiyarla aralarında geçen konuşmaları aynen Alâeddin Keykubad’a aktarırlar. Bu ihtiyarı merak eden Sultan, ertesi gün yanındaki erkânla birlikte ihtiyarı ziyarete gider. Çadıra gelir gelmez ihtiyar, nezaketle selâmladığı Sultan’ın altına seccadesini serer. Her gelen bu seccadeye oturduğu halde seccadenin bir kenarı boş kalır. Hayretler içinde kalan ve hayretini gizlemeyen Sultan Alâeddin, duruma bir açıklık getirmek ister ve seccadede oturan tüm vezir, kumandan ve askerlerini; Ayağa kalk komutuyla ayağa kaldırır. Herkes ayağa kalkar. Sultan bakar ki yerde küçücük bir seccade var. Sonra "Otur." emrini verir. Bu komutla herkes oturur. Bakar ki yerde oturan kimse yok, herkes seccadenin üzerinde oturmuş. Hayretler içinde kalsa da sesini çıkarmamayı ve sonucu beklemeyi yeğler.
Bir müddet sonra yaşlı adam, içerisinde bir miktar aşın bulunduğu topraktan yapılma güvecini Sultan Alâeddin'in önüne bırakır. 
Önüne konan güvecin içindeki aşı gözden geçiren Sultan:
-Baba erenler, bunu hangimiz yiyeceğiz? diye sorar.
İhtiyar: 
-‘Sultanım Besmele ile yemeye başlayın. İnşallah hepinize yetecek kadar aş vardır.’ diye cevap verir. 
Sultan Alâeddin ve yanındakiler yemeği yemeye başlarlar. Küçük güvecin içerisindeki yemek bütün askerler tarafından yenir. Herkesin karnı doymasına rağmen küçük güvecin içerisindeki yemek bir türlü bitmek bilmez.
Bu arada İhtiyar, çadırın ortasında bulunan direkte asılı olan dağarcık (tabaklanmış kuzu ya da oğlak derisi)’ın içinde bulunan arpadan atlara dağıtmaya başlar. Atların tamamına verildiği halde dağarcıktaki arpanın bir türlü eksilmediğine tanık olunur. 
Sultan Alâeddin, ermiş ve keramet sahibi olduğuna inandığı bu zat’a:
-‘Sen, bir ihtiyar olarak burada yalnız başına zor yaşarsın. Ben, askerlerimin içerisinden akıllı, dürüst, itaatkâr birkaç asker vereceğim. Bunlar, ölünceye kadar senin emrinde ve hizmetinde olacaklar’ diyerek 3 asker ile birlikte bulunduğu bölgeyi de vakıf olarak kendisine bıraktıktan sonra vedalaşarak oradan ayrılır.   
Rivayet olunur ki Sultan Alâeddin tarafından bırakılan Resul, Munzur ve Delil adlı üç asker, yaşı bir hayli ilerlemiş Sultan Hıdır'ın ölümüne değin ona hürmet ve itaatte kusur etmezler. 
Günün birinde vadesi yeten Sultan Hıdır ölür. Öldüğünde eski adı Zeve olan Dorutay köyünün güneyinde ve alt yanında Fakirlik adıyla anılan mevkie defnedilir. 
Rivayet odur ki;  Sultan Hıdır’ın defnedildiği bu yer, köylülerce temiz tutulmadığı gibi gübreler döküldüğü ve hayvanların yatak yeri olarak kullanıldığı için bir süre sonra bir Cuma gecesinin sabahında bir bakarlar ki oradaki mezar, eski adı Zeve olan günümüzdeki Dorutay köyünün orta yerinde bulunan yüksekçe bir tepenin üzerindeki ulu bir ağacın altını mekân olarak seçmiştir. Bir süre sonra Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad  tarafından günümüzde hâlâ ayakta bulunan türbesi inşa edilmiştir.

ÇOBAN BABA EFSÂNESİ

Rivayete göre Tunceli ili Mazgirt ilçesinde türbesi bulunan Çoban Baba, İbrahim Peygamber'in çobanıymış. Günün birinde güttüğü sürüden koyunun biri ayrılır.  Çoban Baba, koyunu izleyerek Mazgirt’e kadar gelmiş. İlçe merkezinin doğusunda yer alan mezarlığın alt tarafına geldiği zaman koyunu yakalar. Yakaladığı koyuna; "Bre hayvan! Bana acımadıysan kendine de mi acımadın?" der. Koyun orada gözden kaybolur. Koyunun gözden kaybolduğu yerden su fışkırmaya başlamış. (Yöre halkınca Cuma akşamları buradan süt aktığı söylenir). Bu olay sonrasında orayı mesken tutan Çoban Baba, zenginlerden aldığını fakirlere dağıtmış.
Bir başka efsâneye göre de Moğolların Anadolu'yu işgal etmesi üzerine Hacı Bektaşi Veli, Çoban Baba’ya; "Git oradaki halkı irşat et, halkın göç etmesine engel ol! Bu istilanın günün birinde sona ereceğini ve insanların feraha kavuşacaklarını söyle" diyerek onu yöreye gönderir. Kendisine verilen bu görevi ifa etmek üzere Mazgirt’e gelen Çoban Baba da ilçede aşevi kurmuş; zenginlerden topladıklarını yoksullara yedirir, içirir, giydirmiş...

 
AĞUÇAN (KARADONLU CAN BABA) EFSÂNESİ

Rivayet odur ki Ağuçan (zehir içen), Hacı Bektaş Veli ile birlikte Horasan diyarından gelerek Tunceli yöresini mekân tutar. 0nun burayı mekân tuttuğu dönemde Diyarbakır'ı egemenliğinde bulunduran bir Bey, sudan bir bahane ile Ağuçan'ı tutuklattıktan sonra kendisine zehir içirmiş. 
Rivayet odur ki Diyarbakır Beyi’nin kendisine sunduğu zehiri içen Ağuçan, içtiği zehiri bal halinde parmağından bir tabağa akıtır. Parmağından akıttığı bu balı orada bulunan yaşlı bir adama yedirir. Ağuçan tarafından kendisine verilen balı yiyen yaşlı adam, anında genç yaştaki bir insan haline dönüşür. Diyarbakır Beyi, bu mucize sonrasında Ağuçan’ı serbest bırakarak günümüzde türbesinin bulunduğu Hozat'ın Karabakır (Bargini) Köyüne gönderir. Bu köyde mevcut olan ve yöre halkı tarafından ziyaret edilen iki odalı bir türbenin içinde üç mezar yer almaktadır.  

BAĞİN KALESİ EFSÂNESİ :

Rivayete göre Dersim’in Mazgirt ilçesine bağlı Dedebağ köyü sınırları içinde yer alan Bağin Kalesi'nde Hacı Kureyş adında bir zat yaşarmış. 1220-1237 yılları arasında hükümdarlık yapmış Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı Alâeddin Keykubad, yörede yaşayan ve ermiş bir zat olarak tanınan Hacı Kureyş'ten mucize göstermesini ister. Bunun üzerine Hacı Kureyş, birtakım mucizeler göstermeye başlar.
Ancak Kureyş tarafından gösterilen mucizelere inanmayan Alâeddin Keykubad, Kureyş'e:
-Seni kızgın bir fırına atacağım, bunu kabul eder misin? der.
 Kureyş, bu teklifi kabul eder ve yanına bir kişi de alarak fırına girer. 
Rivayete göre üç gün fırında kalır. Üçüncü günün sonunda fırının kapısı açılır. Kapı açıldığında Kureyş'in sakalının buz tuttuğu, yanında bulunan şahsın da her yanının külden bembeyaz olduğu ve ikisinin de sağ olduğu görülür. 
Bu olay sonrasında Hacı Kureyş’le birlikte fırına atılan kişi, Derviş Gevr (Boz Derviş) adıyla anılmaya başlar. Bu mucizeler karşısında hem Hacı Kureyş’i hem de onunla birlikte fırına atılan kişiyi serbest bırakan Alâeddin Keykubad, o günden sonra ikisine de saygıda kusur etmez.   

AK SAKALLI İHTİYAR (KALI SIPİ) EFSÂNESİ

Çarekan Aşireti’ne ait olan bu efsâneye göre Çarekan Aşireti reisi Şah Hüseyin Bey, ailesiyle birlikte eşyalarını benekli bir öküze yükleyerek Doğu’dan Batı’ya doğru yol almaya başlar. Gecenin birinde rüyasında Şah Hüseyin Bey’e görünen aksakallı bir ihtiyar; "Öküzün nerede istirahat için yatarsa orayı kendine yurt edin." diye nasihatte bulunmuş. 
Günler boyunca yol alan benekli öküz, Ağa Şenliği adı verilen yöreye geldiğinde istirahat etmek üzere yere yatmış. Rüyasında kendisine görünen aksakallı ihtiyarın söylediklerini anımsayan Şah Hüseyin Bey, orayı kendine yurt edinmiş. Barınmak için ev yapmaya başlamış. Tam bu sırada bir daha rüyasına giren aksakallı ihtiyar, elindeki büyükçe bir direği evin orta yerine dayayarak gözden kaybolmuş. Söylenceye göre bu adam Hızır'mış. Direğe ‘Aksakallı İhtiyar’ anlamına gelen ‘Kalı Sıpi’ adı verilmiştir. Yıllar sonra ev yanıp kül olurken, Aksakallı İhtiyar tarafından getirilen direğe hiç bir şey olmamış. Burası, kutsal olarak bilindiği için zaman zaman ziyaret edilir.

SAĞMAN KALESİ EFSÂNESİ

Efsâne, Evliya Çelebi tarafından şöyle anlatır: “Diyarbakır beyi burada keklik avlarken bir kayadan Sağma diye şiddetli bir ses duyar. Bu olay karşısında korkan Bey, kayanın üzerinde kurban kesmiş. Bunun üzerine kaya ortadan yarılmış. Bir gün bir gece buradan altınlar akmış. Diyarbakır beyi, bu altınlarla burada bir kale yapmış ve adını da Sağman Kalesi koymuş.
Tunceli yöresinde efsâneler, genel olarak dinsel bir motifle işlenmiştir. Bundan ötürü bu gibi yerler, yörede yaşayan halk tarafından ziyaret olarak kabul görür ve zaman zaman bu yerleri ziyaret edilir. Ziyaretlerin son derece yaygınlık arz ettiği Tunceli'nin hemen her köyünde ve her dağında bir ziyaret bulmak mümkündür. Efsânelerin ana kaynağını, halk tarafından ziyaret olarak kabul edilen bu yerler oluşturur.

YILAN DAĞI EFSÂNESİ

Rivayet odur ki; Dersim’in Hozat, Ovacık ve Çemişgezek ilçeleri üçgeninde yer alan Yılan Dağı'nda süreç içerisinde yörede yaşayan halkın korkulu rüyası haline gelen bir ejderha yaşarmış.
Günün birinde bir gelin çocuğu ile birlikte sözü edilen bu dağdan geçerken birdenbire bu ejderha ile yüz yüze gelir. Çok korkan kadın; "Tanrım beni taş eyle bu yılan beni ve çocuğumu ısırıp zehirlemesin" yakarısında bulunur. Duaları kabul gören kadın ile yılan taş kesilir. Bu dağın adı, o günden bu yana hep Yılan Dağı olarak anılagelmiştir.

 
SÜPÜRGECİ BABA EFSÂNESİ

Dinsel bir nitelik taşıyan bu efsânenin kahramanı olan Süpürgeci Baba, Horasan'dan, gelmiş bir Türkmen'dir. Süpürgeci Baba, sabahtan akşama kadar temizlediği sokaklarda bulduğu ekmek kırıntılarını toplayıp Süpürgeç Dağı’nda yaşayan hayvanlara vererek onları beslermiş. Bundan ötürü sokaklarda ne bir çöpe rastlanırmış, ne de ekmek kırıntısına... Bundan böyle Süpürgeci Baba’nın adıyla anılmaya başlayan Süpürgeç Dağı, dostluğun simgesi olmuştur.
Rivayete göre Dersim’in Pertek kazasında bulunan Süpürgeç Dağı ile Karadağ aynı kıza sevdalı iki delikanlıymış. Sevdalandıkları kız yüzünden aralarında büyük bir çekişme varmış. Ancak aradan yıllar geçmesine rağmen ne birbirlerine karşı üstünlük sağlayabilmişler ne de sevdikleri kızla evlenebilmişler. Böylece yaşlanıp giderler. Daha sonraları; önce sevdikleri kız, ardından da kendileri ölüp toprağa karışırlar. Rivayet odur ki, aralarındaki bu çekişme devam edip gitmiş. Her biri birer Ulu Dağ’a dönüşen bu iki insan, birbirlerine top atmaya başlarlar. Süpürgeç tarafından atılan top sonucunda Karadağ'ın yüzü karaya boyanır. Karadağ tarafından atılan top neticesinde Süpürgeç Dağı’nın da tepesi uçar. Bundan ötürüdür ki Süpürgeç Dağı'nın tepesi düz, Karadağ’ın da yüzü kara olur

YÜRÜYEN DUVAR EFSÂNESİ

Dersim yöresinde büyük-küçük hemen herkes tarafından bilinen ve anlatılan Yürüyen Duvar Efsânesi; Mazgirt İlçesi'ne bağlı Darıkent (Muhundu) Bucağı'nda geçer. Kureyş, elinde kamçı olarak kullandığı yılanıyla sürekli ayının sırtında dolaşırmış. Günlerden bir gün bileğine doladığı yılanı kamçı yaparak bir ayıya binen Kureyş Baba adındaki er, Muhundu’ya doğru yol alıyormuş. Bu sırada Baba Mansur adındaki zat, duvar örüyormuş. Baba Mansur’un duvar ördüğü yere gelen Kureyş, Baba Mansur’a; ‘Ya bana bağlanacaksın, ya da sen de bir keramet göstereceksin’ der. Bunun üzerine duvar örmekte olan Baba Mansur, örmekte olduğu duvara binerek onu yürütmüştür. Baba Mansur'un bu kerametini hayranlıkla izleyen Kureyş Baba; "Ben canlıları terbiye ediyorum, ama sen bir cansızı yürüttün. Senin kerametin benim gösterdiğim kerametten daha büyüktür." diyerek Baba Mansur'un elini öper ve onu kendisine ‘Pir’ olarak seçer. O günden sonra Mansur sülalesinden olanlara hürmette kusur etmeyen Kureyş sülâlesi, onlara bağlanarak taliplik yapmışlardır. 

SEYYİD SEYFETTİN EFSÂNESİ

Tarihsel kaynaklarda verilen bilgilere göre Hacı Bektaş Veli ile aynı dönemlerde yaşayan Pir-i Buharzi Seyyid Seyfeddin, Hacı Bektaş Dergâhı’na biat ettikten bir süre sonra halka, doğru yolu göstermek amacıyla Tunceli merkeze bağlı Venk (Venk, Ermenice bir terim olup manastır anlamındadır. Bölgede birden çok ‘Venk’ mevcuttur. Adı geçen bu Venk’in, öteki Venklerden ayırt edilmesi için Zaza kültüründe "büyük" anlamına gelen "pil" tamlamasını alarak "Pilvenk"e dönüşmüştür)'e gönderilir. Seyyid Seyfeddin, Venk (günümüzdeki Pilvenk-Dedeağaç köyü)'e bir halifesiyle birlikte gelerek daha önce burada ikâmet eden büyük keşişe, burayı kendisine mekân olarak tutacağını bildirir. Büyük Keşiş buranın kendisine ait olduğunu söyleyerek Seyyid Seyfeddin’e; burayı mekân olarak tutamayacağını söyler. Kısaca Seyyid Seyfeddin ile keşiş arasında kimi tatsızlıklar yaşanır. Böyle olunca sonuca bağlanamayan konunun çözümü, bir sonraki güne ertelenir. Ancak keşiş, sabah uyandığı zaman kendini mekânıyla birlikte Hozat'ın Zımeq köyündeki Venk'te bulur. Hata yaptığını anlayan keşiş, büyük oğlunu Seyyid Seyfeddin’e göndererek affını diler. Keşişin büyük oğlu, bir kış mevsimi yanında bulunan bir grup atlı ile birlikte Pilvenk’e gider ve Seyyid Seyfeddin'in huzuruna çıkar. Ancak, Seyyid Seyfeddin’in gösterdiği bu kerametle yetinmeyen Keşişin büyük oğlu; "Bizim atlarımız taze ottan başka yem yemez erenler!" diyerek üstü kapalı bir şekilde ondan bir mucize daha göstermesini istediği için Seyyid Seyfeddin, eşelediği karın dibinden yeşil bir filiz çıkararak atların önüne koyar. Atların önüne  konulan o filiz, taze yonca yığınına dönüşür. Atlar taze yoncaları yemeye başlarlar. Bu mucize karşısında hata yaptığını anlayınca ayaklarına kapandığı Seyyid Seyfeddin'den af dileyen keşişin oğlu; Seyyid Seyfeddin’e “kendisine bağlanıp hizmet görerek hatalarını affettirmek istediğini” söyler. Seyyid Seyfeddin: “senin annen baban var, biz rızasız ve izinsiz bir iş yapmayız” der. Bunun üzerine keşişin oğlu, yanında bulunan atlı adamlarıyla birlikte babasının yanına döner ve olup bitenleri babasına anlatır. Bunun üzerine yola çıkan keşiş, aile efradı ve eşrafı birlikte gittikleri Pilvenk’te Seyyid Seyfeddin’in huzuruna çıkarak af dilerler. Seyyid Seyfeddin onları affedince, keşiş; “Ey derviş Allah’la dost olduğunu gösterdin bize, eğer kabul edersen sana bağlanıp senin yoluna girmek istiyoruz” der. Bundan sonra keşiş, tüm tebaası ile birlikte Seyyid Seyfeddin’e mürit , büyük oğlu da Seyyid Seyfeddin’e manevi evlat olup ölene kadar sadık bir evlat gibi hizmet vermeye başlar. Bu olay sonrasında Seyyid Seyfeddin’in adı, Pir Seyfeddin (Piri Sevdin) olarak söylenmeye başlar. 

SIR MAHMUT EFSÂNESİ

Seyyid Mahmut, Seyyid Seyfeddin'in torunlarından biridir. Keramet  sahibi biriymiş. En yaygın olan mucizelerinden biri şöyledir: Seyit Mahmut, ağabeyi Seyyid Pirali ve diğer bazı kişilerle dam üstünde sohbet ediyorlarmış. Zaman öğle vaktidir. Tam da bu sırada kadınlar, yaylımdan dönen hayvanları sağmak için hayvanların dinlendirildiği sağım yerine gitmişler.
Toprak damın üzerinde bulunanlardan biri Seyyid Mahmut'a takılmak ister ve "hele bir keramet göster de görelim" der. Seyyid Mahmut tırnağının üstüne bir şeyler yazmaya başlar. Bu sırada süt sağım işini bitirerek köye dönmekte olan kadınlar şalvar ve eteklerini yukarı çekerek gelmeye başlamışlar. Bu görüntüden rahatsız olan ağabeyi Seyyid Pirali, Seyyid Mahmut’a kızar. Bunun üzerine Seyyid Mahmut, tırnağına yazdığı yazıyı yalayıp siler. Bu olay sonrasında kadınlar etek ve şalvarlarının paçalarını tekrar indirerek yürümeye devam ederler. Sağımdan dönen kadınlar köye dönünce, Seyyid Mahmut tarafından gösterilen görüntüden rahatsız olan eşleri, hanımlarına; ‘etek ve şalvar paçalarınızı neden yukarıya çekmiştiniz?’ diye sorarlar. Bunun üzerine kadınlar; "Yağan yağmuru görmediniz mi?  Az kalsın sel bizi götürecekti." demişler. 
Seyyid Mahmut, her sonbaharda çıkıp bütün bir kışı irşad etmek üzere gittiği taliplerinin yanında geçirdikten sonra ilkbahar mevsiminde köyü Pilvenk'e dönermiş. Gene böyle bir görevi ifa ettikten sonra kendi mekânı olan Pilvenk’e dönerken köy hizasında ve Munzur Nehri’nin üst kısmında, bugün "Sırmahmut Gölü" olarak adlandırılan yerde, Pilvenk'te ikâmet eden birkaç kişi tarafından öldürülür. Atını, boğulması için terkisine taş doldurup suyun içine sürerler. Sonra öldürdükleri Seyyid Mahmut’un na'şının bulunduğu yere dönerler. Ancak geri döndükleri zaman Seyyid Mahmut'un cesedini bulamazlar. Sonra ‘ceset sır oldu’ diyerek korkup kaçarlar. Boğulması için terkisine taş doldurup Munzur Suyu’na sürdükleri at, nehirde boğulmayıp üstündeki taş dolu terkiyle köye dönmüş. O günden sonra Seyyid Mahmut'un ne ölüsü bulunmuş, ne de dirisi... Bundan sonra adı, ‘Sırmahmut’ olarak anılmaya başlanır. 

MEHMET KORKMAZ
EMEKLİ EĞİTİMCİ
 
Bugün 40 ziyaretçi (49 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol