DEYLEM'DEN DERSİM'E DERSİMLİLER-2


DEYLEM'DEN DERSİM'E DERSİMLİLER-2

Dersim'in Ortaya Çıkışı 
Dersim ve havalisine kalıcı bir şekilde yerleşen ve orada varlıklarını sürdüren bir aşiretin ya da birkaç aşiretin bileşiminden oluşan bir “Aşiret Grubu”nun adı olarak da karşımıza çıkan Dersim, resmi kaynaklar tarafından “Tunceli” olarak adlandırılan bölgenin özgün adıdır. Bu ad, ilk dönemde bir aşiretin adı olması ya da bu aşiret tarafından, yerleşik düzene geçtikleri bu coğrafyaya kendi adlarını vermeleri sonucunda ortaya çıkmış olabileceği gibi; başlangıçta bir coğrafî ad olması ve bu coğrafyayı mekân tutan aşiretin ya da aşiret grubunun, o coğrafik yerin adını almış olma olasılığı da muhtemeldir.
İster kavram olsun isterse obje olsun doğada yer alan her şeyin bir geçmişi vardır. Hiçbir şey başlangıçtaki gibi kalmaz. Süreç içerisinde değişikliğe uğrayarak yeni şekil ve anlamlar kazanırlar. Kuşkusuz ki doğada yer alan her şey gibi sözcüklerin de bir geçmişinin, bir tarihinin bulunduğu muhakkaktır. Bu pencereden bakıldığında Dersim (ya da halen yöresel söylenişiyle Desim) sözcüğünün de Dersim biçimine gelinceye dek benzer değişimler yaşadığı kesindir. Bu sözcüğün başlangıçtaki biçiminin, şimdi kullanılmakta olan şekliyle benzerlik gösterdiğini söylemek ya da günümüzdeki biçiminden yola çıkmak suretiyle ona kimi anlamlar yüklemek insanı yanlışa götürebilir. Bu yanlışlığa düşmemek için sözcüğün menşeine ilişkin kimi alıntılar vererek buradan hareketle yolumuza devam edelim.
M. Nuri Dersimi, "Milattan altı asır önce, Yunan tarih ve coğrafyacılarının Dersim havalisine Daranis adını verdikleri"ni aktarmaktadır. (Bk. Kurdistan Tarihinde Dersim, s.1). Dersim adının kaynağının Daranis olma olasılığı muhtemeldir.
Eski İran coğrafyasında Ahamendiler (Akamanişler) Devleti’nin M. Ö. 525-486 tarihleri arasında krallık yapmış  Darius I., Dara  adlı biri mevcuttur. Bu kralın adı olan Dara (Darius) sözcüğü ile Dersim adı arasında bir ilişki kurmak mümkündür. 
Avusturyalı tarihçi, diplomat ve Doğu bilimleri uzmanı Joseph von Hammer- Purgstall (Graz 9 Haziran 1774–23 Kasım 1856) tarafından verilen haritada Karasu ve Murat nehirleri arasında yer alan Dersim coğrafyasından Erserum(Arze) olarak söz ediliyor. Bazı kaynaklarda adından Erzen-i Rum olarak söz edilen bu günkü Erzurum kenti de aynı adla anılmaktadır: (Bk. Geshichte Der Osmanischen Dichtkunst, Joseph Von Hammer Purgstall). Haiton adındaki Ermeni tarihçi de günümüz Erzurum’undan Darzirim, Erzincan'ından ise Arzinga olarak söz eder (Haiton Voyage de Bergeron", 1307; aktaran Hasan Yıldız, Aşiretten Ulusallığa Doğru Kürtler, S.20, "Le). Erzurum’un daha eski adında yer alan Rum (Roma) son eki çıkarıldığı zaman bu kentin önadı olan Erse, Arze, Darzi ve Erzincan’ın daha eski adında yer alan Can son eki çıkarıldığı zaman bu kentin önadı olan Arzin-Erzin, Erzen sözcükleri ile Dersim adı arasında bir yakınlık bulunduğunu gözlemlemek mümkündür. Kaynakların bazılarında günümüzde Silvan ile Siirt arasında yer alan Erzen adında eski bir kentin mevcudiyetinden bahsedilir (Bk. 1-Ibn'ül Ezrak, Mervani Kürtleri Tarihi, Çeviren, M. E. Bozarslan; 2-Serefhan, Serefname, Hasat yay., Çev. M.E.B.).
İçişleri Bakanlığı Jandarma Umum Komutanlığı’nca 1932 yılında hazırlanmış Dersim adındaki kitapta, Dersim adı ile ilgili şu satırlar yer almaktadır: "… Hammer tarihinde Malazkirt kahramanı Alparslan'ı idam eden adamın, Dersim kumandanı Yusuf adlı bir Harzemli olduğu kaydı vardır. Dersim adının tabi hatası olmak ihtimali varsa su halde bu adın tarihlerde Selçuklar devrinden evvel takilmis olmasi ihtimali mevcuttur. Yusuf'un Harzemli olmasi ve atiyen görecegimiz veçhile Dersim'de birçok asiretlerin kendilerini Celaletin Harzem'in askeri bakiyesi ve Harzemli addetmeleri ve bunu diller ile söylemeleri Bersim adi ile Dersim adi arasinda bir münasebet olmak ihtimalini ve Dersim seklinin tabi hatasi bulunmasi zanini uyandirmaktadir. Mamafih Miladi takip eden tarihte bilhassa Miladin birinci senesinde sonraki vakayida Dersim adi yerine Çemisgezek adina tesadüf olunmaktadir" (Bk. A.g. y., S.8-10).
Yukarıya aktarılan alıntıda, Hammer tarafından adından Bersim olarak söz edilen coğrafyanın Dersim olabileceğine dikkat çekilmektedir. Dersim adındaki yayında Kalan (Qal, Qalu) aşiretinin Persim adındaki bir kabilesinden söz edilir (Bk. A.g.y., S. 44-45). Eğer bir yanlışlık yoksa başka kaynaklarda adına rastlanmayan Kalan adındaki aşiretin Persim adlı bu kabilesi ile Bersim ve Dersim adları arasında bir bağ olduğunu düşünmek olasıdır. 
 MÖ 3000 yılları civarında Mezopotamya’da yaşandığı düşünülen Nuh Tufanı sonrasında Nuh’un gemisinin Cûdi Dağı’nda ya da Ağrı Dağı’nda karaya oturduğu yaygın bir düşüncedir. Kimi kaynaklarda verilen bilgiye göre de Nuh’un gemisinin karaya oturduğu yer, Ermenistan’da yer alan Baris Dağı’dır. Bazı araştırmacılar da Baris Dağı’nın Ağrı Dağı olduğu kanısındadırlar. İran kökenli halkın Erme nice’de Barsik olarak adlandırıldığı göz önünde bulundurulursa Baris Dağı’nın Dersim Dağı olma olasılığını ileri sürenler de bulunmaktadır. Üzerinde İran kökenli halkın yaşamasından ötürü Dersim’e Barsik dendiği varsayımı da göz önünde bulundurulduğu zaman (Bk. Antranik Dersim, 1901) Baris ve Barsik sözcüklerinin arasında bir ilişki kurulabileceği düşüncesi egemendir. 
Nuh Tufanı konusunda yaptığı araştırmayı Nuh'un Gemisi ve Tufan adı altında kitaplaştıran Bilal Aksoy, genellikle Nuh adıyla bilinen Tufan Efsânesi’nin kahramanı olan Ziusudra adındaki Sümer kralının bir adının da Hızır olabilme olasılığından söz eder. Bilindiği üzere Hızır tapınımı, Dersim’de son derece güçlüdür. Hatta Dersim’de kutlanan önemli günler arasında Rozê Xıziri adlı üç günlük Hızır Orucu da bulunmaktadır. Anadolu Alevilerinde Bozatlı Hızır sözü oldukça yaygındır. İnsanlar, çoğu yeminlerini ve adaklarını onun adıyla yaparlar. Hızır aşkına istenen ve Hızır aşkına verilen şeyler makbul ve muteberdir. Özellikle coğrafî isimlerin çoğu Hızır adıyla anılır (Hızır Dağı, Hızır Ocağı, Hızır Çeşmesi, Hızır Gölü, Hızır Yolu).
Avusturyalı tarihçi, diplomat ve Doğu bilimleri uzmanı Joseph von Hammer'in yukarıda adından söz edilen yapıtında çoğu kez Hamedan ile birlikte anılan ve kuvvetle ihtimaldir ki Irak’ta bulunan Dergesin adındaki bir yerleşim biriminden bahsedilmektedir. Dersim ile bir benzerlik taşıdığı görülen Dergesin, Araplar tarafından Qirmisin/ Karmasin olarak adlandırılan Goran’daki yerleşim birimlerinden Kerman (Kirman ya da Kirmanşah) olması olasılığı yüksektir. Deylemistan olarak bilinen coğrafyada ya da havalisinde bir bölgede olabilir. Musul’un kuzeyinde yer alan Dasin Dağı’nın ve burada yaşayanlara verilen Dasinler adının da Dersim (yerel adla Desim) adı ile bağlantısı bulunabilir. Kürt siyasetçi Şeref Han ya da Şerefhan Bitlisi (1543 Kum-1599? Bitlis) tarafından kaleme alınan Şerefname'de Derzini (Derzini Vilayeti)’den söz edilir. Şerefhan Bidlisi, Derzini Beyleri başlığı altında Derzini ile ilgili olarak: "… Derzini, içinde büyük bir kilise bulunan bir kaledir. Kale ahlaksiz kâfirlerin elinde bulundugu sirada, ona 'Derzir' adini verirlerdi. Kaleyi Habil ve Kabil istila ettikten sonra, adi kullanila kullanila 'Derzini' seklini aldi” (Bk.a.g.y., s.267-268) açıklamasında bulunur. Şerefname’nin Arapça çevirmeni M. A. A., tarafından bildirildiğine göre Şerefname’nin tıpkı basımlarında Derzini adının, Derdiz ve Derziz olarak geçtiği konusunu dile getirdikten sonra, Derzini adının Zin Kilisesi anlamında kullanılan Der Zine’nin bozulmuş şekli olabileceği görüşünü dile getirir (Bk. 297 no'lu dip not, s. 268). Sözü edilen yapıtta yazılanlara göre Derzini, Tercil (Hazro civarında) ve Lice (Atak) havalisinde yer alıyordu.
Dersim ile Derzini adları arasında bir aynılık bulunmaktadır. Günümüzdeki şekliyle bile Dersim, insanın üzerinde “Der = kapı” ve sim = gümüş sözcüklerinden oluşmuş bir bileşik sözcük intibaı bırakmaktadır. Dersim ve havalisinde sin adında ya da sin ile başlayan ya da biten pekçok coğrafik isim bulunmaktadır. Sin sözcüğünün Sim’e dönüşmesi ya da aksi olması muhtemeldir. Eskiden Hozat (şimdi merkez ilçeye) ilçesine bağlı ve günümüzde Geyiksuyu olarak bilinen Sin adında bir yerleşim birimi bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Sindam, Singeç, Sinan (Seynu), Heniyo Sin, Diyare Sini, Dere Sindam, Sinevar gibi Sin’li coğrafî adlar mevcuttur. İran’da yer alan Goran, Goran’a bağlı yerleşim birimlerinden günümüzdeki adı Sandaj olan yerleşim biriminin eskiden Sin olarak bilindiğini, yine Kermanşah’ın Arapçada Qarmisin-Karmisin olarak söylendiğini, günümüzdeki adı Sincar Dağı’nın eski adının Sin Dağı olduğunu göz ardı etmemek gerek. Bir söylenceye göre Nuh’un Gemisi, Sin Dağı’nda karaya oturmuştur. Akadlarda güneş tapınımının, Asurlarda Ay Tanrısı’nın adları olan Sin sözcüğünün anlamı; sözlüklerde yaşanılmış olan süre, yaş, ölü gömülen yer, gömüt, mezar, kabir, metfen ve makber olarak verilmektedir. Bu arada ay, günümüzdeki Dersim inançlarında hâlâ kutsallığını korumaktadır: Gün Muhammed’dir, ay Ali...
Öne sürülen bir başka görüşe göre Dersim sözcüğü, “der= kapı” ve sim= gümüş yani Gümüşkapı anlamı taşımaktadır (Bk. M. Nuri, KTD, S.1). Der sözcüğü, Dersim’de günümüzde konuşulan Kurmanci dilinde de kapı anlamı taşır. Fars dilinde de kapı anlamına gelen Dar sözcüğü mevcuttur. Dar; ev, hane, yurt, ülke anlamı taşımaktadır (Bk. Enc. Of Islam, Cilt 11). Dar sözcüğünün, zaman zaman kale, duvar anlamında kullanıldığına da tanık olunmaktadır. Örneğin, stratejik konumu nedeniyle Silistre, Osmanlılar tarafından Dar Gaziyan (inancın savunması için duvar) olarak adlandırılıyordu (Bk. Walter Kolarz, Myths and Realites In Eastern Europa, 1946). Diar ya da diyar sözcüğü de; ülke, bölge, belde anlamında kullanılmaktadır. Dere sözcüğü de en küçük akarsu ya da koyak /vadi anlamındadır.
Sim sözcüğü; gümüş; im, işaret, genellikle işlemelerde kullanılan, gümüş görünüş ve parlaklığında olan iplik vb. gümüş gibi parlayan anlamlarına gelmektedir. Dersim ve havalisinde gümüş madeninin mevcudiyeti göz önünde bulundurulduğunda Dersim adında yer alan sim sözcüğünün bundan kaynaklandığını düşünebiliriz. Örneğin, gümüş madeninin bulunması nedeniyle günümüzde Gümüşhane olarak bilinen kentin antik adının kaynaklarda Sinoria olarak geçtiğini görmek mümkündür.
640’lı yıllarda gerçekleşen Arap yayılmacılığı sonrasında Ermenistan ve çevresinde önemli ölçüde gümüş madeni çıkaran Arapların, bu madeni gümüş para üretiminde kullandıkları bilinen bir gerçektir (Bk. D. M. Lang, The Armenians, S. 108). Arapların hâkimiyeti döneminden kalma Diar-i Rabia, Diar-i Mudar ve Diar-i Bekr gibi coğrafik adlar göz önünde bulundurulduğunda Diar-ı Sim ya da Dar-i Sim şeklinde bir adlandırmanın olabileceği düşüncesini de göz ardı etmemek gerekir. Dersim’de Diyare Sin (Sin Diyari, Sin Ülkesi) adında bir yerleşim biriminin bulunduğuna yukarıda değinmiştik. Dersim adı da böyle bir düzenleme sonucunda oluşmuş olabilir.
  Dersim coğrafyasında; Dere Çermi, Dere Karsanu, Dere Nahiyesi, Kutu Dere, Dere Hagi, Dere Gewr, Dere Roj örneklerinden de görüldüğü gibi dere ön adlı pek çok yer mevcuttur. Bu adlandırma modelleri; derin, dik ve büyük vadileriyle dikkat çeken Dersim adının, Dere Simi ya da Dere Sini gibi bir birleşimin neticesinde oluştuğunu düşünmek mümkündür. Tıpkı kimi zaman halk arasında kullanıldığına tanık olunan Kela Desimi (Dersim Kalesi) örneğinde görüldüğü üzere stratejik konumu nedeniyle Dar-i Sim veya Dar-i Sin (Sim ya da Sin Kalesi) şeklindeki adlandırmanın da süreç içerisinde değişime uğrayarak “Dersim” şeklini almış olma olasılığını da göz ardı etmemek gerekir.
5., 7., ve hatta 9. yüzyıl diyenlerin bulunmasına rağmen hangi yüzyılda yaşadığı kesin olarak belirlenemeyen ancak aynı zamanda Ermeni yazınının babası olarak kabul gören ilk Ermeni tarihçi Moses Khorene (Horenli Musa) şöyle der: "Xisuthrus tufanindan ve Xisuthrus'un Ermenistan'a varışından sonra, O'nun ogullaridan Sim, ülkeyi kesif amaciyla kuzey batiya gitti. Sularini Asurya'ya tasiyan nehirlerin kusattigi küçük bir ovaya vardi. Nehrin havzalarında durdu… ve ordaki daga kendi adini (yani Sim adini, S.C.) verdi" (Bk. Moses of Khorene, Cilt1).
J. G. Taylor, Britanya’nın Erzurum konsolosudur. 1866 yılında Dersim’de bir gezi yapan ve Dersim adının çıkış noktasının Horenli Musa’nın yukarıya alıntılanan satırlarında gizli olduğu görüşünü savunan Taylor, alıntılanan bu pasajda adından söz edilen nehirlerin Munzur ve Mercan, bu iki nehir tarafından ihataya alındığı rivayet edilen ovanın da Ovacık, Sim’ tarafından kendi adı verilen dağın da günümüzde Dojik (Tuzik) Dağı adıyla bilinen dağ olduğunu söyler. İşte Dersim adının Sim’in adından kaynaklandığına değinir (Bk. J.G. Taylor, Journal of A Tour In Armenia, Kurdistan and Upper Mesopotamia, With Notes of Resarches In The Deyrsim Dagh, 1886; Türkçe çevirisi için bk. Desmala Sure, Sayi 2, Nisan 1992). Bu tez, kimi yazarlar tarafından kayda değer bulunmaktadır.
Bu olay, hangi tarihte geçiyor? Xisuthrus kimdir? gibi sorular, zihnimizi kurcalayabilir: Peki, Bu olay hangi tarihte geçiyor? Horenli Musa, Xisuthrus'un Nuh olduğunu söyler.
Öyle anlaşılıyor ki, Horenli Musa tarafından adından söz edildiği olayda; Tevrat'ta ve öteki kutsal kitaplarda yer verilen ve kaynaklardan bazılarına göre M.Ö. 2000 (bazı kaynaklara göre de M. Ö. 3000'li tarihlerde)'li yıllarda yaşandığından söz edilen efsane, ünlü Tufan Efsanesi'dir.
Bu düşünceye göre Dersim'e adını verdiği rivayet olunan Sim, efsanenin başkahramanı olan Nuh'un oğludur. Taylor tarafından yazılanlara bakıldığında Sim, her ne kadar sonradan Dersim’den ayrılmış olsa da torunları Dersim'e geri döner ve Sim'in adını verdiği coğrafyada yerleşik düzene geçerler.
Araştırmacıların büyük çoğunluğu Tufan Olayı’nın; Tevrat’ın gelişinden çok daha önceki bir tarihe dek uzanan bir Sümer Efsanesi olduğu konusunda hem fikirler.
Mikael Vartabet Çamciyan adındaki Ermeni tarihçi, kaleme aldığı Ermenilerin Tarihi (1811, Venedik) adındaki yapıtında da aynı olay gündeme gelir: "Tufan'dan sonra, Nuh'un ogullari Yafes, Sam, Ham, Ararat'ta yerleserek çogaldilar, sonra Sam, ogullarini alarak iskân edecek yer bulmak üzere simali garbiye dogru gitti, yüksek dagli içinde nehirler geçen bir ovada, nehir kenarinda durdu ve kaldigi dagi ismine nisbetle Sim tesmiye etti. O mintikayi Darpan adindaki küçük ogluna verdi. Oradan sarki cenubiye dogru gitti, oralarida diger çocuklarina verdi. Darpan, kizlari ve ogullariyle o havalide kaldi. Bulundugu memlekete, ismine nisbetle, Daron, sonra Daruperan dedi. Çocuklarini da bu havaliye yerlestirdi. Bu suretle Ham'in ve Yasef'in ogullari da büyük Ermenistan'ın muhtelif memleketlerine dagildilar. Ham'in ogullari garp hudutlari cihetlerine yayildilar. Hepsi de bir lisan, bir lehçe sahibi idiler ve muhtemel görünür ki, bu da Ermenice idi. Yafes'ten Gamer yahut Gomer, Gamer'den Torgom, Askenaz ve Torgom'dan Hayk dogdu. Bundan da milletimiz çikti… Bizim tarihimiz, Hayk'tan basliyor (Aktaran Bilal Aksoy, Nuh'un Gemisi ve Tufan, S.102-103).
Bu alıntıdan adının menşeine daha fazla açıklık getirildiği düşünülen Dersim coğrafyasına verildiği rivayet edilen Sim, Daron ve Daruperan adları bir arada düşünüldüğünde Dersim’in, Dar kökü ile Sim adının birleştirilmesi sonucunda oluştuğu kanısı da mevcuttur. Bu kanıya göre Dersim adının Dar ve Sim sözcüklerinin birleşmesi sonucunda oluştuğu anlaşılmaktadır.
Böyle bir durumda Dersim'in doğuşu, zayıf bir ihtimalle  “M. Ö. 2000'lere, hatta M. Ö. 3000'li yıllara dayanıyor anlamına gelir” demektir.
 
Dersim Adının Anlamı Ve Kökeni
Dersim adının anlamı ve kökeni konusunda çeşitli görüşler mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi şöyledir: Dersim, Gileki (Dimilik) der (kapı), sim (gümüş), Zazaca da(Dersimce) ise, Deyrsim sözcüklerinden oluşan bir isim tamlaması olduğu ve bunun Türkçe’ye gümüş kapı olarak çevrildiği yönündedir. Bu arada Yunan tarihçi ve coğrafyacılar; M.Ö. 4. yüzyıl öncesinde Dersim yöresinin Daranis adıyla anılmaya başlandığını ve Anadolu ile ilgili en eski adların başında Dariaini’nin geldiğini belirtirler.
Dersim’in; Tarihçi Ptolemy tarafından Daranalis olarak adlandırılması; Pers kralı Dara (Darius)’nın M.Ö. 519 yılında kral olması ile başlamaktadır. Munzur Dağlarını kapsayan geniş bir coğrafyayı kapsamına alan Daranalis adı, asırlar boyu kullanılmış bir addır. Roma Cumhuriyeti döneminde yaşamış Amasya doğumlu Yunanlı tarihçi, coğrafyacı ve filozof Strabon (M.Ö. 64 – M.S. 24) tarafından kaleme alınan Coğrafya adındaki yapıtta ve başka kaynaklarda verilen bilgilere göre günümüzde Erzincan’a bağlı Tercan ilçesini de kapsamına alan coğrafyaya Deryene (Derksen) adı verilmiştir.
Dersim adının menşei, Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Deylem bölgesinde yaşayan Deylemlilere dek varmaktadır. Pers öncesi halklarından olan Deylemliler (Gilanikliler-Gilanlılar), IV. yy’da Deylemistan olarak adlandırılan yurtlarını, mütemadiyen Arap, Fars ve Türk ordularına karşı savundular.
Deylemlilerin vatanlarını savunma gayreti, 1256 yılındaki Moğol işgaline değin devam eder. Moğolların zulmünden kaçarak batıya doğru göçen Deylemlilerin bir bölümümün günümüzde Dersim adı verilen coğrafyaya yerleştikleri tahmin edilmektedir.  
İşte Moğolların zulmünden ötürü yurtlarını bırakarak Anadolu’ya doğru göçen Deylem aşiretlerinin, bu coğrafyaya yerleşmesi sonrasında bölgeye kendi adlarını verdikleri görüşü egemendir. Nihayet; Pers kralı Dara (Darius)’nın M. Ö. 542 yılına ait Bisitun Yazıtı’nda da yukarı Fırat ve Dicle Havzası; Zazana olarak adlandırılmaktadır. M. Ö. 526–486 arasındaki zaman kesitinde hükümdar olan Dara (Dariyus) döneminde, Babil’e yakın olan Zazana’dan bahsedilmektedir. Milât olarak bilinen tarihten binlerce yıl öncesine ait başka bazı kaynaklarda da Zaza adı ile karşılaşılmaktadır. M.Ö. 3000’li yıllara ait olduğu saptanan ve Aşağı Mezopotamya’da yer alan Mari bölgesinde bulunan Sümer tapınaklarından birinin adı Ninni-Zaza (Nini Zaza)’dır (http: //www. alikaya. org).
Yunan tarihçi ve coğrafyacılarının Dersim bölgesine Daranis adını verdikleri gibi, Dara’nın Bisitun Kitabeleri’nde bu bölgeyi (havaliyi) tanımlayan Zuzu tabirinin de Dersim yöresinde konuşulan Zaza sözcüğünden geldiği muhtemel dir. Cumhuriyet döneminden önce 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi yazışmalarında yoğun olarak Dersim adı sıkça kullanılmıştır. (Bkz. Ali Kaya, Tunceli (Dersim) Kültürü, Can Yayınları, Sayfa 11–12, 2001 İstanbul).         
Dersim adının anlamı ve kökeni hakkında ileri sürülen ikinci görüş:
Bu görüşe göre; halk etimolojisinde Dersim adı,  gümüş kapı anlamını taşımaz. Dersim sözcüğünün ‘der’ ve ‘sim’den oluştuğu ve gümüşkapı anlamına geldiği görüşü bir önyargı ya da hayali yakıştırma olduğu ve bunun da bilimsel bir kanıta dayanmadığı söylenmektedir. Dersim adı, Zazaca’da (gümüş kapı kuramına göre öyle olması gerekirken) dersêm değil, Dèsım olarak telaffuz edilir ve ilk hecede vurguludur. Gümüşün Zazaca karşılığı sêm, Farsçası sîm, Kürtçe karşılığı ise ziv’dir. Sîm sözcüğünün kökeni ise Yunaca’daki asémon‘a dayanır. Kapının Zazaca karşılığı ber (kêber-> çêver) iken, Farsça ve Kürtçe karşılığı der’dir. Kurama göre gümüş kapı’nın Kürtçe karşılığı derziv, Zazacası da bersêm (hatta doğu-Dersim ağzında ‘berşêm’), Farsça karşılığı ise dersîm olurdu. Farsça’nın karşılığı dersîm yanıltmamalı, çünkü “i” ünlüsü uzun “î” dir ve Arap alfabesinde bu harf yazılır. Bu bildiğimiz Dersim değildir, zira Dersim’deki “i” kısa ünlü olduğu için Arap harfleriyle bu kısa sesli genelde yazılmaz, yazıldığı takdirde de “s” harfine bir esre veya kesre eklenir.
Dersim’in Zazaca karşılığının dersêm değil de, Dêsım olması Osmanlı kaynaklarındaki yazılış biçimi tarafından da doğrulanmaktadır. Kaynaklarda ‘Dîrsimlî, Dîsimli’ veya Deyrsimlî olarak geçmektedir; bir başka ifadeyle Dersim/ Dêsım’deki “e” ünlüsü uzun î olarak, sim hecesindeki “i” ünlüsü ise esre, yani Arapça sim harfinin altına gelen çizgi olarak yazılmıştır. Ünsüzün “hı, ha, sad, zad, ta, za, ayn, gayn, qaf” gibi sakile (ağır) ünsüzünün olmaması durumunda esre Türkçe’de “i”, Farsça’da ince “e”, Zazaca ve Kürtçe’de ise “ı” ses karşılığını alır (örn. kitap/ kıtab). Bundan ötürü Türkçe’deki Dersim, Zazaca ve Kürtçe ses kuralına göre Dêsım/ Dêrsım’dır (bazı uzun “î” lerin Zazaca’da ve Kürtçe’de karşılığı uzun “ê” olması bir kuraldır). Tanık olunduğu üzere, Siverek’te bulunan bir Zaza köyünün adı da Dersim’den oraya göçtüklerinden ötürü Dêsman’dır. Aynı şekilde, Dersim aşiretleri için Zazaca’da Dêsman /Dêsmu, ‘uca hetê Dêsmano’ diye geçer.
Dersim adının kökenine gelince, Zılfi Selcan’dan alıntı vermenin yararı vardır (Zılfi Selcan, Zaza Milli Meselesi Hakkında, Berlin 94, Selbsverlag [ilk kez Desmala Sure dergisinde yayınlanmıştır], S. 13-14):
“Dersim adına gelince günümüzdeki bilgiyle kesin olarak belgelenemiyor. (...) Klasik Yunan, Latin ve Ermeni kaynaklarında geçen Tercan’ın eski adı, Dersim ile bir benzerlik göstermesi dikkat çekicidir: Amasyalı Yunan yazar Strabon (MÖ 64 -MS 19), Derksini olarak ve Latin tarihçi Plinius Derxene, Derzene diye yazarlarken, Ermeni tarihçileri Agathangolos (5. yy.), Koriun (5. yy.) ve Moses Xorenaci (6. yy.) ise Dercan olarak bahsederler (bk. H. Hübschmann, Altarmen. Ortsnamen, S. 213, 287). Var olan en eski uygun tarihi bilgiler, bundan ibarettir. Derxene [der’ksene] terimi, k’nin düşmesiyle Dersen şekline, sonra ise bugünkü Dersim şekline dönüştüğü farz edilirse, o zaman Dersin olması gerekirdi. Şu halde n’nin m’ye dönüşümü ise ikinci bir fonem değişikliği olmuş olabilir. Bu duruma göre aynı yer için kullanılan iki coğrafi kavram mevuttur. Birisi Yunanca ve Latince kaynaklı Derzene, diğeri ise Ermenice kaynaklı Dercan’dır. Buna göre, Yeni-Ermenice Tercan‹ eski Ermenice Dercan bağıntısı kesin iken, Dersim ‹Dersin ‹Derzene, Derxene gelişimi bugünkü bilgi eksikliğinden dolayı belgelenememekle beraber, mümkün de olabilir. (…)”
Benzeri gülünç bir kurama; Tunceli, yani Mameki’nin eski adlarından olan “Kalan” kelimesinde rastlıyoruz. Kürt kuramına göre “Kürtçe”de yaşlılar anlamına gelen kalan (Zonê Ma: khali) sözcüğünden gelmeymiş. Yaşlılara sorduğunuz zaman Khalan”değil, Qalan diye yanıt alırsınız, yani “qaf” sesiyle, eski yazıyla “qâlân” diye geçer (Tina Roje. Org (akt) Wext).
Dersim adının anlamı ve kökeni hakkında ileri sürülen üçüncü görüş de şöyledir:
Dersim; Farsça, der (kapı), sim (gümüş) sözcüklerinden oluşan bir isim tamlamasıdır.
Türkçe’ye Gümüşkapı olarak çevirebiliriz.
Güney ağızlarında Dersim, Darsim diye telaffuz ediliyor. Kimi tarihçi bunun sadece söyleniş olmadığını belirtiyor. Onlara göre Darsım Zazaca bir sözcük; dar (ağaç) ve sim (gümüş) idi ve Darsım aslında Gümüşağaç demekti.
Bu teze göre, Dersimliler “ağaca tapınmaları” nedeniyle bu ismi kullanıyorlardı! Ancak yazdığımız gibi bölgeye birçok uygarlıklar geldi. Ve bunların çoğu isim değiştirdiler. Örneğin Çemişkezek bölgesine; Hititler Zuhma; Urartular Tamişkiş; Romalılar Hieropolis; Bizanslılar Tsimisca dediler…
Dersim’in adı uzun yıllar “Daranalis” olarak kaldı. Bu ismin, M. Ö. 519’da Doğu Anadolu’yu fetheden Pers Kralı Dara’nın adından kaynaklandığı ileri sürülüyor.
Bu noktada Daranalis ve Perslerin adını geçirmemizin özel bir nedeni var. Çünkü Dersimlilerin asıl yurtları Anadolu değil; İran (www. odatv.com Soner Yalçın'ın Dersim hakkındaki yazısı).
Dersim adının anlamı ve kökeni hakkında ileri sürülen dördüncü görüş: Bu görüşe göre Anadolu’nun tarihsel sürecinde Bronz Çağı’ndan başlayarak yerleşime sahne olan Dersim coğrafyasının adının kökeni, Tel Mınzır Höyükte yapılan yüzey araştırmaları ve buluntulara göre M. Ö. 3000’li yıllara kadar uzanmaktadır. Bu isim, Alman filologlar tarafından da ortaya konduğu üzere  Anadolu’ya Kafkaslardan inerek büyük bir uygarlık yaratan öntürk kavimlerden Hatti/Hitit kökenli olup, hece dizini ve fonetik  bakımından ise ilkçağ  Anadolu tarihinin Luwi dilinin özelliklerini yansıtmaktadır. Dersim adının kökeni Dorusin’dir. Ön Hatti ve Hititçe’de Taru/ Doru sözcüğü ‘kapı’ anlamını taşımaktadır. “Sin” sözcüğü ise Hitit Ana Tanrıçalarından “Sinda”nın kısaltılmış bir başka sürümüdür. Hititlerin Ana Tanrıçasının adı Arinna’nın  sembolü ise ‘Göğün Güneşi’dir. Bu Tanrıçanın adı Mitannilerde Hepat, Azzilerde  ise Sinda’dır. Ayrıca bu Tanrıçalar; ‘Göğün Ayı’nın da temsilcileriydi. Yörede bulunan arkeolojik kazılarda kayalara kazınmış çok sayıda yarım ay şeklinin bulunması; Tanrıçaların ‘Göğün Ayı’nın da temsilcileri olmasından ötürüdür. Bu yarım ay şekillerini Dersim yöresindeki bazı mezar taşlarında da görmek mümkündür. Dorusin,  başka bir okunuşla ‘Dorusinda’ adı, Hititçe’de Ana Tanrıça Sin Kapısı yani Sin Ana Tanrıça’ya açılan-giden Kapı anlamındadır. Nitekim Dersim Bölgesinin tam Orta yerinde yer alan bugünkü Geyiksuyu ilçesinin adı da antik dönemde “Sin”dir. Burada yaşayan halkın adı, Hitit İmparatorluğu döneminde “Azzı-Oghuzi-Zazi-Zaza” olduğu ve Hitit yazıtlarında tüm coğrafyanın en büyük ve en görkemli Sin-Sinda Ana Tanrıça Tapınağı’nın burada yer aldığı anlatılmaktadır. Ön Hatti kavimleri arasında sayılan ve yine onlar gibi Kafkasya’dan güneye inen öniskit  yani Ön-türki boylarından olan Azzi, İşuva, Hayaşa, Alse, Summa ve Kaldiler, Yukarı Fırat Suyu civarında yaşayan yerli halkları ile karışarak yöredeki ilk yerleşimleri oluşturmuşlardır. Bölgenin adının da bu Ana Tanrıça Sin/ Sinda‘dan dolayı Dorusin, yani “Tanrıça Sin Kapısı” olduğu apaçık ortadadır. Bununla birlikte Doru kelimesi diğer bazı halkların diline geçmiş olup İngilizcede Dor, Almancada Tor, Ermenicede Tur, Farscada Der olarak aynı anlamda kullanılmaktadır. Tarihi süreçte bu isim çeşitli kavimlerce yine onların dillerinin ses uyumuna yani fonetiğine göre söylenmiş olup, hepsinin kökeni "Dorusin"dir, denilmektedir.
 
Dersim Dilinin Kökeni
Deylemliler tarafından konuşulan dile, Perslerin Bisitun Kitabeleri’nde Zuzu adı verilmektedir. Zuzu sözcüğü günümüzdeki anlamıyla Zaza! Bu dilin adı; dilbilimciler tarafından ortaya konan bilgilere göre Deylem'den türeyen Dımilice olmasından ötürü bilimsel sınıflandırmada bu dil grubunun Kuzeybatı İranî diller grubunda yer almaktadır. Dil bilimcileri ve Zazalar, Zazaca/ Dımilice'yi başlı başına bir dil olarak kabul eder. Aynı şekilde Zazaca; İranoloji dilbilimine göre de başlı başına bir dildir. Zazaca'nın bir Kürt lehçesi olmadığını Kürdolojinin babası sayılan Vladimir Minorsky ve David McKenze, Prof, Goiche Kojima, Susani, Oskar Mann ile Karl Hadank gibi bilim adamlarınca ortaya konmuştur. Zazaca; eski dillerden Partça'nın devamı olarak kabul edilmesine rağmen bu durumu kabule değer bulmayan Kürdologların bazıları da Zazaca'yı Kürtçe'nin dört lehçesi arasında sayarlar.
Konuya milliyetçilik penceresinden bakmayan Kürtler de vardır. "Kürdistan Milliyetçilik ve Dil" kitabını kaleme alan Amir Hassanpour gibi kimi Kürt dilbilimciler, Zazaca'nın Kürt lehçelerinden yapı bakımından farklı olduğunu söyler. Yine de bazı Kürt aydınlar, Zazaların Kürt olmadığını iddia eden Ebubekir Pamukçu, Ali Kaya veya Kürt Mehmet Şerif Fırat gibi yazarları inkârcılıkla suçlarlar! Onlara ateş püskürürler. Ancak, Zazaların önemli bir bölümünün günümüzde Kürt kimliğini benimsedikleri gerçeğini de göz ardı etmemeliyiz.
Zazaca'yı Türkçe'nin bir lehçesi olarak gören ve Zazaların Horasan'dan gelen Türk boyu olduğu iddiasında bulunan bazı Türkologlara göre Zazalar, Dersim'e gidince Kürtleşmişlerdir!
Eski Dersimliler; aralarında kan bağı bulunan ve Mamakan-Part-Sasani/ Zaza adlarıyla anılan üç etnik öğenin bileşiminden oluşmaktadır. Bu üç unsurdan biri olan Mamakanların özgün dili konusunda doyurucu bilgiler ya mevcut değil ya da ulaşılması çok zordur. Sasanilerin konuştuğu dil, Günümüzde Zazaca adıyla bilinen dil, Sasaniler tarafından konuşulan dildir. Partların yönetim dili olan Pehlevice, Partlar (M.Ö. 247-M.S. 224) ve Sasaniler (M.S. 224-651) dönemlerinde Kırmanciye olarak da bilinen Ermenistan’da egemen dildi. Horasan (Partiya) üzerinden girdikleri İran’da uzun zaman kalan Partların bu zaman kesitinde hem adları hem de dilleri değişikliğe maruz kalmıştır. Horasan (Partiya) üzerinden İran’a giren Partlar tarafından benimsenen bu yeni dil, o bölgede daha eski olan Sasaniler tarafından konuşulan dil idi. Yani günümüzde konuşulan Zazaca idi.
Geç Dersimlilerin egemen kitlesi tarafından konuşulan dil, Zazaca (Dımılki)’dır. Pehlevice (Sasanice)’yi Med dili, Medce-İskitçe’nin harmanlanmış şekli ya da ikisi arasında yer alan bir dil şeklinde tanımlayanlar bulunmaktadır. Bu dilde hiç olmazsa Partlar ve Sasaniler döneminden kalan ve daha sonraki dönemlerle ilgili çok sayıda kayıt/yazıt bulunmaktadır. Bir ekip çalışmasıyla, eldeki mevcut kanıtlardan yola çıkılarak Zaza dilinin ve Zaza yazınının tarihini (İran, Irak ve Anadolu’da konuşulan ve farklı adlarla anılan lehçelerin tamamını içine alacak biçimde) kaleme almak mümkündür. Zerdüşt dinsel edebiyatının yazıldığı dil olan ve Huzvareş (Zuwarishn, Kuzvareş) adıyla bilinen dilin de Pehlevice olduğuna dair görüşler bulunmaktadır.
Sonuç olarak uzak geçmişte Pehlevice (Partça) ve Sasanice adıyla bilinen dil, günümüzde Zazaca olarak adlandırılan dilin devamı ve yaşayan temsilcisidir, demek yanlış olmaz sanırım.
Her şey gibi dil de ihtiyaç ve zorunlulukların ürünüdür. Sosyal yaşam tarafından dayatılan haberleşme gereksiniminden ortaya çıkmış, düşünce ve bilinçle birlikte gelişmiştir.
Halkların kültürleriyle dilleri arasında çok sıkı bir bağ bulunmaktadır. Kültür, Fransızca kökenli bir sözcüktür. Bu kavram, genel anlamda dil, din, gelenek, adet, ahlâk, üretim şekli, hayat biçimi vb. maddî ve manevî/ruhsal unsurların tamamını içinde barındıran bir toplumun genel evrim seviyesinin ifadesi olan bir kavramdır. Uygarlık ya da kültür demek, yaşanan gelişmenin sonucu ya da düzeyi demektir. Halkların kültürü, onların genel gelişme düzeyinin ifadesidir. 
Tıpkı doğada bulunan her şeyde olduğu üzere dilde de değişim ve gelişme yaşanır. Değişimi ve gelişimi süreç içinde olur. Dilde yaşanan gelişim ve değişim kültürel değişimle koşut bir şekilde yürür ve onu yansıtır. Dil sayesinde bir toplulukta birikmiş deneyimlerin korunarak daha sonraki kuşaklara aktarılması, ifade aracı ve taşıyıcısı olduğu maddî-manevî kültürden bir şeyler anlatan dilin sayesinde olur. Marks ve Engels, çok doğru bir tanımla, “Dil; pratik, gerçek bilinçtir“ diyorlardı. Denebilir ki, dilini yitiren bir toplum bilincini ve hafızasını da yitirir.
Zaza diline ilişkin pekçok çalışma gerçekleştirildi. Bu çalışmalar Zazaca için son derece önemli ve değerli katkılardır. Bu çalışmaların en büyük eksiği, kökeni ve tarihi henüz netçe bilinmeyen bir halkın dili de ebetteki ancak bu sınırlar içinde kalınarak incelenebilirdi ve bu sınırlar içinde kalındıkça da doğal olarak bazı sorular yanıtsız kalacaktı.
Dersimlilerin etnik kökenine ilişkin çok farklı görüşler bulunmaktadır. Örneğin Erzurum’daki Rus konsolosu Jaba, 19. yüzyıl ortalarına ait bir Kürt kaynağına dayanarak Dersim’in dağlık bölgesinin tümüne verilen bir ad olan Dujik Baba’dan ötürü ‘Dujik Kürtleri’ olarak adlandırır ve ekler: “Türkler onları Dujik Kürtler ya da basit Kürtler (Ekrad) olarak adlandırırlarken, gerçek Kürtler de onlara Kızılbaş derler.”
Osmanlı belgelerinde bölgede bulunan aşiretlerden (sadece Yörükan taifesinden gelme Türkler olduğu söylenen Balabanlar hariç) genellikle Dirsimli ya da Dujik/Duşik aşiretleri şeklinde bahsedilir ve tamamı ‘Ekrâd (Kürtler) taifesinden’ olarak sınıflandırır. 1866 yılında Dersim’i dolaşan Diyarbakır’daki Britanya Konsolosu Taylor’a göre ise Dersimliler “aslen pagan bir Ermeni neslin” ardıllarıdırlar. 
1911 yılının yazında Dersim’i dolaşan L. Molyneux-Seel tarafından kaleme alınan seyahatname, erken dönemde Zaza teriminden söz eden ender kaynaklardan biridir. Günümüzdeki tartışmaların merkezinde yer alan Zazalık sorunu çoğunlukla dille ilişkilidir. Dersim’deki aşiretlerin büyük çoğunluğu tarafından konuşulan Zazaca’yı (Dersimlilerin diliyle Kırmancki ya da Dımılki’nin) Kürtçe’den farklı bir dil olarak savunanlarla, Zazaca’nın Kürtçe’nin bir lehçesi olduğunu savunanlar arasındaki mücadele, son yıllarda; Zazaca’yı Kürtçe’den farklı bir dil olarak savunanların kazandığı görülmektedir.  

Dersim'in Etnik Kökeni
Nuh Tufanı, bir Sümer efsanesidir. Nuh Tufanı olarak bilinen bu olayın, M. Ö.  2000’li ya da 3000’li yıllarda yaşandığı tahmin edilmektedir. Efsanenin kahramanı aynı zamanda peygamber olarak da bilinen Sümer kralı Nuh’dur. Nuh’un; Xisoutros, Ziusudra ve Utnapiştim vb. birçok adı olduğu rivayet olunmaktadır. Gene hepimiz tarafından çok iyi bilinen Hızır ve Ali’nin Nuh ile aynı kişiler olduğu düşüncesi de mevcuttur.
Efsanede anlatılanlara bakılırsa yoldan çıktığını düşündüğü insanoğlunu büyük bir sel baskını ile ortadan kaldırmayı kararlaştıran Tanrı, Nuh’u bu tufanın dışında tutar. Çünkü Nuh doğru yoldan ayrılmayan tek kişidir. Bundan ötürü bir tufanın yaşanacağı konusunda Nuh’u önceden haberdar eden Tanrı, O’ndan kendisini ve aile efradını bu tufandan kurtarması için bir gemi yapmasını ister. Nuh’un gemiyi yapması sonrasında başlayan şiddetli yağmurlar, kırk gün kırk gece süreyle devam eder. Kırk gün kırk gece devam eden bu şiddetli yağmurlar sonucunda her yer sulara gömülür. Kırk gün sonra yağmurlar durur. Her taraf sular altında kaldığı için Tufan olarak adlandırılan bu elim olayda sadece, günümüzde kalıntıları aranmakta olan ünlü geminin içinde bulunan Nuh ve ailesi kurtulur. İnanca göre ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olarak kabul edilen Âdem’den türediği düşünülen insanoğlunun nesli bu tufanda yok olur. Böylece günümüzdeki insanların, ikinci kez Nuh’un neslinden türemeye başladığı rivayet olunur. Suların çekilmesi sonrasında Nuh’un gemisinin; İncil’e göre Ağrı Dağı’nda, Kuran’a göre Cudi Dağı’nda, başka bazı kaynaklara göre İran’da yer alan Elbruz Dağı’nda ya da başka bir yerde karaya oturduğu söylenir.
Bu efsanenin kimi sürümlerinde Tufan’dan kurtulan Nuh’un, Tanrı tarafından, adından güneşin doğduğu yer, geçit ülkesi, nehirlerin birleştiği yer, ya da cennet olarak söz edilen Dilmun adı verilen yere gönderildiği rivayeti bulunmaktadır.
Adı geçen efsânenin, asıl konumuzla ilgili olan kısmı da burasıdır. Sözün kısası efsânede adından söz edilen Dilmun sözcüğüdür. Nuh'un Gemisi ve Tufan” adındaki çalışmasında Dilmun adının, M. Ö. 2000 yılı öncesindeki Eski Sümer tabletlerinde, M. Ö. 705’de hükümdar olan Sanherib tarafından kaleme alınan ‘Tarih’ adındaki yapıtta ve Asur kitabelerinde (M. S45) geçtiğini söyleyen Bilal Aksoy, Dilmun neresidir? sorusuna yanıt bulmaya çalışırken Dilmun’un, Urmiye havalisinde yer alan ya da Silvan sınırları içinde yer alan Tilmun (Tilmin) olabileceği düşüncesini ileri sürer.  
Oysa Rus Doğu bilimci ve İranolog Vladimir Minorsky, “Daylam” başlığı altında kaleme aldığı makalesinde “Dilmun” adının “Deylem” ve “Deylemlilerle” olan bağlantısına dikkat çekmektedir. Eğer gerçekten böyle bir bağ var ise o zaman “Deylem” adı, en az Tufan Olayı ya da bununla ilgili efsâne kadar eski olduğunu düşünmek gerekir. “Dımili” sözcüğünün “Deylemli” ya da “Gilanlı” demek olduğu da F. C. Andreas tarafından açıklanmıştır. Bu konuda otorite olarak bilinen kimi tarihçi ve yazarların hemfikir olduklarını görürüz. Ancak “Deylem neresidir?”, “Hangi coğrafyanın adıdır?”, “Kaç tane Deylem vardır?” vb. sorular ile Dimli-Deylem teorisini ileri sürenler, Deylem denince sadece Hazar Denizi’nin güney batısında bulunan ve günümüzde “Gilan” adı verilen coğrafyayı anladılar. Bu nedenle Dimililerin, Hazar Denizi’nin güneybatısında yer alan coğrafyadan Anadolu’ya geldiklerini düşünmeye başladılar.
Bu tez; 900’lü ve 1000’li yıllarda Hazar Denizi’nin güneybatısında yer alan Deylem’den Ermenistan yönüne doğru başlayan göç ve yayılma dalgalarınca doğrulanmaktadır. Buna rağmen kimi bulgular Dersim ve havalisinin (Dicle ve Fırat kaynaklarının) varlığının, Hazar Denizi kıyısında yer alan Daylam’dan çok daha eski tarihlerde Daylam /Deylem adı ile anıldığına değiniyor. Bir başka deyişle “Deylem” adının, özünde Kırmanclar ile Zazaların günümüzde üzerinde yaşadıkları toprakların adı olması kuvvetle ihtimaldir. Bu ihtimal güçlü olarak görünmektedir: Örneğin, Iraklı Mehrdad R. Izadi, "The Kurds" (Kürtler, 1992) adını verdiği kitabında bu görüşü savunmakta ve şöyle yazmaktadır: "Daylamitlerin orijinlerine ilişkin bir karışıklık var. İslamî çağlar boyunca onların askerî ve politik yayılmaları Hazar Denizi'ne bakan Gilan'daki Elbruz Dağları'ndan kaynaklandı. Fakat eğer İslam-öncesi çağlara doğru izleri sürülürse, onların orijinalde Anadolu'daki Yukarı Dicle Nehri bölgesinden, yani kendilerinin bugünkü uzantıları Dimilia (Zaza) Kürtlerinin yurdundan oldukları açıklıkla görülür. Zoroastrian kutsal kitabı Bundehişn, Dilaman'ın (daha sonraları Daylaman denen) Dicle'nin kaynaklarında olduğunu söyler; Hazar Denizi'nin dağlık kıyı kesiminde değil. Ayrıca, Hıristiyan Arbela (modern Arbil)'nin klasik çağın sonlarına ait kilise arşivleri de Sanjar'in kuzeyindeki bu aynı bölgeye (Dicle'nin kaynakları) Beth Dailomaye olarak, yani "Daylamitlerin ülkesi" diye referans verir. Dahası, geleneksel olarak Daylamitlerin yurdu olduğu düşünülen Batı Elbruz Dağları'nın bu daracık köşesi (yaklaşık uzunluğu Ada-New York hacmindeki bir bölge) Nil'den Orta Asya'ya kadarki bir alanı kaplayacak büyüklükte (pek çok kolonileriyle birlikte kısa bir dönem için Daylamitlerin başardığı gibi) bir nüfusu fiziksel ve ekolojik olarak tutamazdi. "(a.g.e., s. 44).
"…Dersim, Dımili Kürtlerinin kalbi ve ortaçağ Daylamit savaşçılarının ve hanedanlıklarının orijinal vatanıdır." (a.g.e., s 62). "Jalali'lerin yanısıra Güney Zagros'un Gelu/Gelo aşiretlerinden daha erken bir tarihte kopan bir diğer kol, M. Ö. 3. yüzyıl boyunca kuzeye göçüp Batı Elbruz Dağları'na ve Hazar Denizi'nin aşağı kesimlerine yerleşti. Gelular M. Ö. 3. yüzyıla kadar Cadusia adıyla bilinen Gilan'a kendi adlarını verdilerStrabon, Pulutarc ve Pliny'nin eserleriyle başlayarak bu ülkeye daha çok Geloilerin ülkesi olarak referans verildi.
Göçmekte olan Gelular sonunda Hazar'a yerleşmezden önce Zagros zinciri boyunca ağır ağır ilerlerken pek çok başka yere adlarını bıraktılar. Kürdistan'da ‘gelu’ sözcüğünü ve onun değişik versiyonlarını içeren pek çok yer ve aşiret adları vardır… Gelulari izleyerek Batı Elbruz'a göçen bir diğer önemli Kürt aşireti de Dilamlardı (ortaçağda Daylamitler denen), ki bunların öncüleri Elbruz'a Gelularla birlikte M. Ö. 3. yüzyılda varmışlardı. Fakat Geluların tersine Dilamların Elbruz'a göçleri sonraki yüzyıllarda da devam etti. Dilamların Elbruz'a bu göçleri onların ana kitlesinin daha önce yerleşmiş bulunduğu Anadolu'daki Yukarı Dicle Nehri havzası bölgelerinden geliyordu. Bu göç süreci M. S. 4. yüzyıla kadar sürdü…" (a.e.g., s91)
Iraklı tarihçi Mehrdad R. Izadi, hazırladığı çalışmasında aşiretlere ayırdığı kısımda Dersimli olarak tanınan Aşiret Konfederasyonu’ndan Dilaman diye bahsetmektedir. Bir başka deyişle Dersimli ile Dilaman sözcüklerini birbirinin yerine kullanmaktadır (a.g.e., s.84.. Dimila Aşireti’nin temel çatısının günümüzde bile Anadolu’da yaşadığına ve başkalarınca Zaza olarak bilindiğine dikkat çeker (a.e.g., s. 76).
Çalışmasında Kürt milliyetçiliğini egemen kılan Mehrdad R. Izadi, her ne kadar Dımili’nin, Kürtçe’den farklı bir dil olduğunu ileri sürerse de yukarıya aktarılan pasajlarından da anlaşılacağı üzere Dimililerin Kürt olduğundan söz eder. Ancak buna rağmen tarihçi-yazar Deylemlilerin özgün yurtlarının Dersim ve havalisi olduğunu önemle vurgular. Bu vurguyu, belli kaynaklara dayanarak yapmasından ötürü bunun ciddiye alınması gerekir. Referans olarak gösterdiği kaynaklardan biri ve en eskisi Zerdüştçülüğün, Avesta adlı kutsal kitabıdır. Muhtemelen M. Ö. VI. yüzyılda kurulmuş olan bu dinin kurucusu, İran kökenli olup ona adını veren ve M. Ö. 628'-M.Ö. 551 tarihleri arasında yaşadığı sanılan Peygamber Zerdüşt’tür ( Bk. Enc. Of Britannica, cilt 19).
Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, M. Ö. 628-551 tarihleri arasında Dersim ve havalisi, yani günümüzde Dımiliceyi konuşan insanların yaşadığı coğrafyanın adı “Dilaman”dır. Mehrdad R. Izadi tarafından verilen bilgilere bakılırsa Dilaman, M. Ö. 247-M. S. 226 tarihleri arasındaki 400 yıllık zaman diliminde Partların egemen olduğu dönemde yarı ya da tam bağımsız bir krallık veya prenslik pozisyonunda 300 yıl süresince Part Federasyonu’nun bir üyesi idi ((bk. A.g.e.,s 35; ve sayfa 36'daki 16 nolu harita).
Kuzey Irak’ta yer alan günümüzdeki adı Erbil olan kentin klasik dönem sonlarına doğru, daha doğru bir ifadeyle M. S. IV. yüzyıla ilişkin kilise kayıtlarında da Sancar’ın kuzeyinde yer alan bölgenin, “Daylamitlerin Ülkesi” anlamına gelen Beth Dailomaye olarak adlandırılmış olması, M.Ö. VI. yy/M. S. IV./ V. yy’ler arasındaki yaklaşık 1000 yıllık zaman diliminde, günümüzde Kırmanclarla Zazaların üzerinde yaşadığı coğrafya, Dilaman/ Deylem adını taşıyordu. Bizanslı şair ve tarihçi Agathias (MS 536 - 582), kaleme aldığı Histories adındaki kitabında Dımililerin, M. S. 551-552 yıllarında Dicle’nin kaynaklarında yaşadığından söz eder. Agathias’ın öncesinde de onun ustası olan Procopius, yaklaşık bir coğrafyayı Dimililerin Ülkesi olarak gösterir.
Bu bilgiler bir araya getirildiği zaman Kırmanc-Zaza ülkesinin, M.Ö. VI. yy-M.S. VI. yy arasını kaplayan 1200 yıllık zaman dilimi boyunca Dilaman (Daylaman/ Deylem) adıyla bilindiğini ve çok büyük bir coğrafyayı kapsadığını görürüz. Bir görüşe göre adı geçen coğrafya, tam da bu dönemde (M.S. VII. yy) Arap -İslam yayılmacılığıyla birlikte parça parça ele geçirilerek üzerinde yaşayan halk Kürtleştirilmeye başlanmıştır.
Bu tarihten sonra ilk defa Selçuklular Dönemi’nde, Sancar adındaki sultanı tarafından oluşturulan ve adına Kürdistan denilen eyaletin sınırları, Moğollar Dönemi’nde biraz daha büyüdü. Neticede Osmanlı egemenliği ve Osmanlı-Kürt ittifakının yapıldığı dönemde günümüzdeki sınırlarına ulaştı. 10. yüzyılın ilk yarısında Hazar Denizi kıyısında yer alan Daylaman adındaki ülkelerinden coşkun bir sel gibi çevreye yayılmaya başlayan Deylemliler, aynı yüzyılın ortalarına doğru Abbasilerin egemenliklerine son vererek hemen hemen iki-üç Deylemi (Dicle, Fırat kaynakları, Hazar Denizi kıyısı, ve Goran ülkesini) birbirine bağlayan bir Deylem İmparatorluğu’nun kuruluşuna öncülük ettiler.
Bu dönem, Deylemlilerin kişiliğinde, tarihte ilk defa İslam âleminin hemen hemen tamamında Alevilerin iktidar olduğu döneme rastlıyordu.  Deylem kökenlilerin X.–XI. yüzyıllara rastlayan bu yükselişi, Alevilik tarihinin Altın Çağı’dır. Bu döneme son veren ve Alevi iktidarının yerine Sünni İslam’ı yeniden iktidar yapan Selçuklulardı. Kürdistan adı verilen bir eyalet de ilk kez onların öncülüğünde kuruldu.
Daylamistan’ın Alamut adlı kasabasında üslenen Hasan Sabbah önderliğindeki Daylamlılar, Selçuklu iktidarına karşı İran, Irak, Suriye ve Anadolu’da yürütülen savaşımın öncülüğünü yapıyorlardı. Moğollara karşı yürütülen savaşımda direnenler de gene Assasinler olarak bilinen Daylamlılardı.
Gene Diauehi adı verilen bir halk, Urartu yazıtlarındaki bilgilere göre merkezi, günümüzdeki Van kenti olan Urartu Krallığı’nın kuzey sınırının öte tarafında yaşıyordu. Bu halkın toprakları; Urartuların M.Ö. 810-786 tarihleri arasındaki kralı Menua ve aynı zamanda oğlu da olan ardılı I. Argishti (786-764) tarafından Geçitler Ülkesi (Pass Lands) olarak adlandırılmıştı.
Urartuların, ülkelerinin kuzeybatısına doğru genişlemelerine engel teşkil eden ana etken Urartu'nun kuzeybatısına düşen Diauehi Krallığı’ydı.
Başkenti “Zua” olan Diauehi Krallığı’nın saray kentlerinden biri Sasilu adını taşıyordu. Seçeneklerin sınırlı olmasından ötürü Diauehi  Krallığı’nın yerini tam olarak saptamak son derece güçtür.  C. Burney ve D. M. Lang tarafından verilen bilgilere göre (bk.The Poeples of the Hills: Ancient Ararat and Caucaus, 1971, s.136-37), muhtemelen Aşkale ve Tercan arasında yer alan bölgede bulunan Diauehi Krallığı, Erzurum'un doğusunda bulunan Hasankale Ovası’nı da kapsıyordu. Aralarında J. V. Kinnier’in de bulunduğu kimi araştırmacılara göre de Diauehi Krallığı'nın sınırları, Gürcistan'a değin varıyordu (J. V. Kinnier -Wilson, Irak, s.104).
Tiglat Pileser 1 ve Shalmaneser 111 (M. Ö. 859-824) adlı Asur kralları, Daiaeni adındaki bir ülkeden bahsederler. Asur kayıtlarındaki bilgilere göre Murat vadisinde bir yerde olan Daiaeni, araştırmacılara göre muhtemelen Muş Ovası içinde veya havalisinde ya da Murat Vadisi’nin daha aşağı kısmında yer alan Palu civarında bulunmaktadır. Diauehi ve Daiaeni adları, "Dia/ Daia'nin halkının /oğullarının ülkesi" anlamını taşımaktadır. Shalmaneser III adlı Asur kralının üçüncü seferinin Daiaeni ülkesine, bir başka ifadeyle Erzurum Ovası’na dek kuzey yönüne doğru uzandığı düşüncesinde olanlar bulunmaktadır.
 Argishti I (786-764 M. Ö.) adındaki Urartu kralı, krallık koltuğuna gelişinin ikinci yılında boyun eğdirdiği Diauehi ülkesini altın, gümüş ve bakır türünden yüklüce bir tazminat ödetmeye zorunlu kılar. Urartu kraliyet yazıtlarında Argishti I sonrasındaki bölümünde artık Diauehi'den söz edilmemesi Diauehi'nin yerel hanedanlar tarafından değil de Urartu kralları tarafından atanan valilerce yönetildiğinin işareti olarak yorumlanmaktadır.
Urartu Krallığı, kuzeyde yer alan Qulha bölgesiyle doğrudan bağlantısını ancak Diauehi devletinin tarih sahnesinden silinmesinden sonra kurabilmiştir (Bk. C. burney ve D. M. Lang, a.e.g.).
Hem sözcük olarak benzerlik göstermelerinden hem de yaklaşık aynı coğrafyanın adları olmasından hareketle Diauehi ya da Daiaeni adları ile Dilaman (Daylaman, Deylem), adı arasında bir bağlantı kurulması gerektiği düşüncesini taşıyanlar bulunmaktadır. Ayrıca Zua adı ile Zaza adı arasındaki yakınlık da dikkate değer bir başka noktadır.
Martin van Bruinessen adlı Hollandalı Kürdoloji uzmanına göre Alevi aşiretlerinin dinî ibadetlerini Türkçe yapmalarına ve Türkçe adlar taşımalarına rağmen günlük yaşamlarında Kürtçe ya da Zazaca konuşmalarının hem Kürtler hem de Türkler arasında yarattığı rahatsızlığı aşmak amacıyla, Türk tarafı Kürtçe ve Zazaca’nın esasen Türk dilleri olduğunu ortaya koymaya çalışırken, Kürt tarafı da Aleviliğin İran kökenli olduklarının altını çizmeye çalışıyorlar (Ayşe Hür /akunq. net/tr/ ?p =1744).
Dersim bölgesi; hem Zazaca hem de Kurmanci konuşan Alevilerin merkezi konumundadır. Günümüzde Tunceli vilayeti ve ona komşu olan Erzincan ilinin Kemah ve Tercan ilçeleri ile gene Tunceli’ye komşu olan Bingöl’ün Kiğı ilçesini içine alan Dersim’in batı kısmında Zazaca konuşan Şeyhhasan aşiretleri, doğu kısmında ise hem Zazaca hem de Kurmanci konuşan aşiretlerin varlığı söz konusudur. Kurmanci konuşan Hormek (Xormek) ile Zazaca konuşan Lolan aşiretleri, Dersim’den Bingöl, Kuzey Muş, Varto boyunca Kars’a değin doğuya doğru uzanan aşiretlerin en büyükleri ve en iyi bilinenleridir. Daha batıda, Sivas’ın Zara bölgesi ve havalisinde yaşayan Alevi Koçgiri aşireti; Zazaca’dan ziyade Kurmanci konuştukları halde Batı Dersimli Şeyhhasan aşireti ile akraba olduklarını iddia eder. (Dr. Nuri Dersimi’ye göre Koçgiri aşiretinin dili ‘görünüşte Kürtçe’nin bir lehçesi olan ancak Zazalar ya da Diyarbakır Kurmancilerince zorlukla anlaşılabilen” bir dildir). Hem Zazaca hem de Kurmanci konuşan Dersimli aşiretler, Sivas’ın öteki bölgelerinde meskûndurlar. Malatya, Maraş -Elbistan ve Antep’ten Suriye ve Adana’ya kadar güneye doğru uzanan bölgedeki Kurmanci konuşan aşiretler de Dersim ile bağlarının bulunduğu iddiasındadırlar. Ayrıca Balabanlıların Türkmen kökenli oldukları, Kureyşan ve Bamasuran gibi soylara dayandıklarını söyleyen Şah-Hasan, İzoli, Hormek ve Şadi gibi aşiretlerin asırlarca önce Horasan’dan geldikleri iddiası bulunmaktadır. Nuri Dersimi, bunu, çoğu Kürdün ‘Kürt’ olduğuna inandığı Alevi kahramanı Horasanlı Ebu Müslim ve Hacı Bektaş Veli ile ilişkilendirir. Zira Horasan, Alevilerin anayurdu olarak bilinir. 1930′larda, kimi aşiretlerin kendilerini Moğol yayılmacılığı öncesinde Doğu Anadolu’ya gelen Celaleddin Harzemşah’ın askerlerinin ardılları saydıkları rivayet olunur.1930′ların başına ait bir istihbarat raporu, Pülümür bölgesindeki yaşlı erkeklerin hâlâ Celaleddin Harzemşah’a dair efsâneleri hatırladıklarını, Dujik Baba Dağı’nın onun mezarı olarak sayıldığını ve bu yüzden aynı zamanda Sultan Baba olarak da bilindiğini kaydeder. Görüldüğü gibi Dersim’in Kürt, Türk ve Alevi tarihi çok karmaşık. (M. van Bruinessen, “Aslını İnkar Eden Haramzadedir”, www. diyarbekir. net)
Dersim, aynı zamanda Ermenilerin de yurdudur. Ayrıca, Kevork Halaçyan adlı Ermeni araştırmacı tarafından verilen bilgilere bakılırsa 1600 yıllarında Anadolu’da taş üstünde taş bırakmayan Celali Ayaklanması tarafından yaratılan kargaşa ortamından rahatsızlık duyan bir kısım Dersimli Ermeni batıya göç yolunu seçerken diğer bir kısmı da güvenli bir ortamda yaşamak için Der Simon adındaki dinsel önderlerinin öncülüğünde topluca Aleviliğe geçmelerine rağmen Surp Sarkis, Gağant, Zadik, Vartavar gibi eski inanç ve geleneklerini kendi içlerinde yaşatmaya devam etmişlerdi. Dersim adının kökenini Der Simon’a bağlayan Halaçyan bir bakıma Yusuf Halaçoğlu’nu da doğrulamaktadır. Yeri gelmişken, ilginç bir raslantıya, farklı dönemler için benzer iddialarda bulunan biri Ermeni biri Türk iki araştırmacının soy isimlerinin benzerliğine dikkat çekmek istiyorum. Yusuf Halaçoğlu kendi kökeninin öz be öz Türk olduğundan çok emin görünüyor, ayrıca eski soy sülale isimlerinden yola çıkarak herhangi bir ailenin etnik kökenini belirlemenin mümkün olduğunu söylüyordu. Şu halde Halaçyan ve Halaçoğlu isimlerinin geçmişi de bir yerde kesişiyor olamaz mı? Şahsen bu isim benzerliğinin tesadüfi olduğunu sanıyorum, ama Halaçoğlu’nun düşünce sistematiğine göre böyle bir soru pekâlâ sorulabilir değil mi?(Ayşe Hür/ akunq. net/tr/?p= 1744).
XI. yüzyıldan başlayarak Horasan’dan Anadolu’ya akın akın gelen Türkmen aşiretlerinin kabul edilmiş din kurallarına aykırı olan düşüncelere meyilli olmalarına rağmen, Kürt aşiretlerinin de bilindiği kadarıyla hiç olmazsa Osmanlı İmparatorluğu’na dâhil oldukları 1515 yılına kadar, sadık Sünniler olduğu düşüncesi genel bir kabul görür. Şiiliğin (ve bu bağlamda Kızılbaşlığın) Kürtler arasında ne zaman ve nasıl yayıldığı konusu yazının çapını aşar, ancak Osmanlı Devleti ile İran arasında kalan Dersim’in Osmanlı Devleti’nin egemenliğine girdiği 16. yüzyıldan itibaren Kızılbaş Türkmenler kendilerine Bektaşi tekkelerinde yer bulurken, Kızılbaş Kürtlerin içine kapandığı anlaşılır. 19. yüzyıla gelindiğinde, devletin Rafızî (Şiiliğin 21 kolundan biri) veya lâdini (dinsiz) olarak adlandırdığı, ancak belli bir özerklik tanıdığı bu gruplar, bölgede yoğun bir faaliyet gösteren Protestan misyonerlerinin etkisine girecektir. (Ayşe Hür /akunq. net/tr/?p =1744, Dersim, Haygaz ve Bedros’un Hikâyesi adlı makale).
Dersim’in kökenine ilişkin farklı bir başka görüş daha mevcuttur: Dersim bölgesinde bulunan Munzur Suyu’nun ve derin vadilerden inerek ona karışan kollarının kıyılarında yer alan yamaçlarda İlkçağ insan yerleşimlerinin olduğu bilinmesine rağmen Tel Khınzır yöresinde bulunan mağara taşlarındaki damgalara ve Sargan ve Naramsin adlarındaki Akad krallarıın kitabelerine bakılırsa M.Ö. 4000 yıllarında Sümerlerin egemenliğindeki bölgeye, Kıpçak bozkırlarından gelen Hayaşa ve onların Azzi, Kaldi ve İşuvalılar adlarındaki boyları; yörede yaşayan yerli halkla bütünleşmek suretiyle ilk kentleşme özelliğindeki yerleşim birimlerini inşa etmişlerdir. Sümer, Hatti, Hitit ve Asur kitabelerinde yer alan bilgilere bakılırsa yörede, Güneş Ana Tanrıça inancının yaygın olup Kraliçeler tarafından yönetilen Matriyakal (anaerkil) bir yönetim sistemi bulunmaktadır. 
Hitit krallığına bağımlı bir ülke konumundaki bölgede yaşayan halk, süreç içerisinde Pala, Alshe, Muşki, Tobal ve öteki Hatti boylarıyla harmanlanarak kendine özgü bir prtotip vasıf elde etmiştir. Dersim yöresi daha sonraları,  M.Ö. 2370-2330 yılları arasındaki zaman diliminde, Akadlar Devleti’ne bağlı bir il konumundadır.
Dersim ve çevresini M. Ö. 2200 yılında Mezopotamya-Anadolu arasında bulunan ticarî ilişkilerde bir geçiş noktası; bu bin yılın ikinci yarısı öncesinde Hurri Krallığı, ardından Hitit İmparatorluğu egemenlik siyasetinde imtiyazlı bir bölge konumunda görürüz. Aynı dönemle çakışan zaman diliminde bir adı da İşuva olan ve günümüzdeki Tunceli-Elazığ bölgesinde yaşayan Hurrilerin medeniyet bakımından Hititlerle bir benzerlik içinde oldukları anlaşılmaktadır. Sonraki tarihlerde Orta Asya’da yer alan  bozkırlardan Kafkasları aşıp Anadolu ve Mezopotamya’ya  göçen ve büyük bir maden uygarlığı sahibi olan ilk Türk kavimlerinden sayılan Sabirler, Hurri adıyla da anılır olmaya başlamışlardır. Kuzey Doğu Anadolu’nun, M. Ö. 2000 yılında, egemenliğine girdiği Sabir kökenli Hurriler; M. Ö. 1500 yıllarında dilleri ve kültürleri açısından Orta Doğu’nun en güçlü devleti konumundaydı.
Bölgenin; M. Ö. 16.-15. ve 14. yüzyıllarda egemenliğine girdiği Hurrilerin Mitanni adındaki boyu; uzun yıllar Melitene ve Elazığ havalisinde yaşamalarına rağmen Asurların kısa bir süre öncesinde Dersim dağlık yöresine egemen olabilmişlerdir. Hurrilerin egemenliğinde bulunan Alzi Euphrat ve  Purulumzi bölgeleri, M.Ö. 1252 de Asur Kralı Tukulti  tarafından alınmıştır.
Alzi, Suhwa, İshuva ve Alshe gibi bölgelerde yaşayan halklarla Hititler arasında meydana gelen savaşlar, Hitit Kralı Suppuliluima Mas ve Marsilis  adlı oğlunun yazıtlarına konu olmuştur. Hatti kralı II. Mürşili, M.Ö. 1335 yılında düzenlediği tek seferle Dersim yöresi ile bütünleşen Azzi ve Hayaşa ülkesini kendisine bağladı.
M.Ö. IX. yüzyılın sonlarına kadar Asur yağmalarına maruz kalan Dersim çevresi, M.Ö. VIII. yüzyıldan başlamak suretiyle bu kez de Asurlular ile  Urartular arasındaki çekişmeye sahne olur. Ancak bu tarihlerde kendi iç karışıklıkları ile uğraşmak zorunda kalan Asurların bölgedeki egemenliklerinin yok olmaya ve Anadolu’daki ticaret kolonilerinin ve kentlerinin ellerinden çıkmaya başlamasın dan yararlanan Minua adındaki Urartu Kralı, Dersim’in de arasında yer aldığı Alzi ülkesini, M. Ö. VII. yüzyılın başlarında  ele geçirerek kendi eyalet sistemine dâhil etmiştir.
Müşkilerin saldırılarına karşı koyarak yöreye Suphani  adını veren Urartu halkı, tıpkı Hatti dili gibi öntürkçe bir dil olan  Hurrice dilini konuşuyorlardı. Urartu Devleti, Sabir ve Hurri soylular tarafından inşa edilen küçük prenslikler ile bir birlik oluşturularak kurulmuştur. İzoli’de, Bağin, Mazgirt ve Palu’da bulunan kitabelerde Dersim yöresi, Urartu sınırları içinde sayılmış ancak yerleşim birimleri; bu dönemlerde Munzur Dağları’nın daha yüksek platolarına  inşa edilmeye başlanmıştır. Örneğin bu düşünce ile kurulan ancak daha da bayındır hale getirilen Mazgirt Kalesi’ne, bunlardan söz eden M. Ö. 685-645 tarihleri arasında tahtta bulunan II. Rusa adındaki Urartu kralının bir yazıtı konmuştur.
Dayarikko Keyeksa adındaki Med önderi, M. Ö. 715 yılında Meessaget boylarının tamamını bir araya getirerek günümüzde İran’ın bir kenti olan Hamedan’da Med adını verdiği yeni bir devlet çatısı oluşturdu. M. Ö. 600 yıllarında Urartu Devleti’ni ortadan kaldıran Medler, Urartuların yerine Doğu Anadolu’nun tamamına ve dolayısıyla bölgede hâkimiyet kurarlar. Medler M. Ö. VII. yüzyılda İşuva yı, M.Ö. 560’lı yıllarda da Doğu Dersim yöresini ele geçirmeleri sonucunda Dersim bölgesinin egemenliği, Medlerin eline geçti.
Medlerin, Dersim yöresinde egemen oldukları zaman diliminde özellikle dinsel sahada yüzyıllardan beri silinmeyen izler bıraktıkları görüşü bulunmaktadır. Bu görüşe göre Dersim’de, günümüzde Şiiliğin bir kolu olarak kabul gören Ehl-i Hak Mezhebi önemli oranda Ateşperestlerken ve  Zerdüştlükten etkilenmiştir. Medler, her ne kadar bölgeyi ele geçirdiyse de yerleşik bir düzen kuramadığı için M. Ö. 550’de Anadolu’ya sefer düzenleyen Persler, Doğu Anadolu’nun bir kısmını ve Dersim yöresini ele geçirmişlerdir. Pers egemenliğindeki zaman diliminde Sınır Satraplığı sınırları dâhilinde bulunan Dersimin yerel halkı, Haldiler, Azziler, Hurriler, Hayaşalılar, Alsheliler, Khalibler, Massinekler ve Akilisenlerden oluşmaktaydı.
Dersim, Yunanlı tarihçi ve antik yazar Herodot (Halikarnas-soslu Herodotos) (MÖ 484, Halikarnas – M. Ö 425) tarafından Doğu Anadolu’da 13. satraplık olarak belirlenen Akilisene’nin  içinde yer alıyordu ve Ortataş adlı bir vali tarafından yönetiliyordu. Persleri, Gawgamala /Kerbelâ yakınlarında M. Ö. 334 yılında  gerçekleştirdiği savaşta hezimete maruz bırakan Makedonyalı İskender, Anadolu’nun tamamını Makedonya topraklarına katınca Ariorates adındaki bir Pers soylusu da M. Ö. 332 yılında Dersim’i de içine alan Doğu Anadolu topraklarında Makedonya Krallığ’ını kurdu.
Makedonların Anadolu’daki egemenlik dönemi, başını Akilisene  ve Kapadokya halklarının çektiği isyanlarla geçmiştir. Makedonyalılara karşı başarılı bir karşı koyma hareketi sergileyen Pers soylularından II. Ariorates, M. Ö. 301 yılında Kapadokya Krallığı’nı yeniden inşa etmek istemesine rağmen bu isyan, Makedonyalılar tarafından bastırıldı.
M. Ö. 322 yılında İskender’in ölümü sonrasında aynı zamanda kumandanlarından biri ve Kleopatra adındaki kız kardeşinin kocası olan Makedonyalı general (öl. M. Ö. 321) Perdikkas’ın ayaklanma bölgesi olan Akilisene’ye gelerek, isyanı bastırmasıyla birlikte Makedonların egemenliğine giren Akilisene, yönetim olarak da  Kapadokya’ya bağlanmıştır.
Anadolu’nun M. Ö. 180’lerde Romalıların işgali sonrasında Kapadokya Krallığı, Roma İmparatorluğu’na bağımlı hale geldi. Pontos Krallığı’nın, Anadolu’da Roma ordusuna karşı direnç göstererek Kapadokya topraklarını işgal etmeye kalkışması, Roma– Pontos savaşının başlamasına neden oldu.
Anadolu ordusunun, Roma iç savaşının galibi ve diktatörü Lucius Cornelius Sulla’nın komuta ettiği Roma ordusunca mağlubiyete maruz bırakılması sonrasında Doğu Anadolu’nun tamamının ve Dersim’in egemenliği Romalıların eline geçti. Türkmen asıllı Part Krallığı’nın; İran’ın tamamında ve Güney Kafkasya’da egemen olduğu Rawlinson tarafından yapılan araştırmalar sonrasında delilleriyle birlikte ortaya konmuştur.
Dersim bölgesi bu dönemde, Mitrid adlı Part kralı tarafından M. Ö. 140 yılında Partların egemenliği altına alınmıştır. Part Krallığı, Selefkidlere meydan okurlar. Pers Krallığı, ülke topraklarını daha sonra prensliklere ayırır. Bu prensliklerden biri de Artarsasd’ın Tigran adlı oğlu tarafından yönetilir. Dersim bu dönemde, Sophane (Dersim-Elazığ) bölge krallığını ele geçiren Tigran’ın egemenliğine girer. Yöre, M. Ö. 70’lerde; Türkmen kökenli Partların Arsaklar adındaki boyunun eline geçer.
Romalılar tarafından MÖ 69-66 yılları arasındaki zaman diliminde komuta ettiği bir orduyla Tigran’ın üzerine gönderilen Lukullus; Malatya (Melitene) Sophane (Dersim-Elazığ) yörelerini yağmalayınca Tigran Van’a kaçmak zorunda kalır.
M. Ö. 55’lerden itibaren Doğu Anadolu’ya girmeyi başaran Türkmen kökenli Partlar, Dersim’de her ne kadar etkinlik sağlarlarsa da Roma askersel gücü bu etkinliği kırmak suretiyle bölgeyi yine Kapadokya eyaletine bağımlı hale getirir.
Romalılar, M. Ö. I. yüzyıldan başlayarak üzerine daimi bir şekilde seferler düzenlediği Türkmen  Partların Anadolu’daki Arsaklar adlı boyunun direnişi uzun yıllar devam eder gider. Midrid adındaki Türkmen Part ile aynı zamanda damadı da olan Arsak kralı Tigran müttefik olarak Romalılara karşı savaştıkları bu dönemde Dersim, Arsakların  egemenlik hudutları dâhilinde kalmıştır.
İran’da Oğuz Karapapaklardan Babek’in Ardahşir adındaki oğlu, M. S. 226 yılında Sasani İmparatorluğunu kurmuştur. Başlangıçta Romalılar ve Bizanslılarla savaşan Sasaniler, daha  sonraki bir tarihte Bizanslılarla kalıcı bir barış antlaşması imzaladılar. Dersim-Elazığ havalisi bu antlaşmaya göre her ne kadar başlangıçta Sasani İmparatorluğu sınırları içinde kalmışsa da 395 yılı sonrasında Bizans İmparatorluğu’nun egemenliğine girmiştir. Roma Mezopotamyası adı verilen Therma sınırları dâhilinde olduğu dönemde İran-Sasani ve Bizans orduları arasındaki üstünlük savaşlarına sahne olan bu bölgenin egemenliği, M. S. 506 yılı sonrasında Sasanilerin eline geçmiştir. Dersim yöre-sinin, I. Kubat adlı Sasani hükümdarı tarafından İmparatorluğun sınırlarına dâhil edildiği söylenmesine rağmen bölgenin dağlık olması nedeniyle egemenlik tam olarak kurulamamıştır.
Halife Ömer zamanında Arap İslam Orduları ile Sasani ordusu arasında M. S. 642’de gerçekleşen Nihavend Savaşı sonrasında Sasani Şahı III. Yezdigird’in mağlup olması üzerine Sasani Devleti ve Oğuz Karapapaklılarının siyasi varlığı, Araplar tarafından sona erdirilmiştir.
Araplar 661 yılında Habib Mesleme önderliğinde Doğu Anadolu bölgesinde fetih teşebbüsünde bulununca Konstantin adındaki Bizans İmparatoru durumu lehine döndürmek amacıyla Dersim; Erzincan ve Erzurum yöresine düzenlediği sefer sonrasında bunları mağlup etmiştir. Dersim; Ermeni valilerin desteğini alan Habib Mesleme tarafından 653 yılında ele geçirilir. Ancak egemenliği tam olarak sağlayamamıştır. Yöre, Bizanslılarla Arap güçleri arasında sürekli el değiştirmiştir.
Abdullah b. Abdülmelik komutasındaki Arap-İslam Ordusu, 700 yılında düzenlediği bir seferle birkaç kent ile birlikte yöreyi ele geçirir. Yöreye, Iırak ve Suriye’den getirtilen Şeyh Hesenan, Abbasan, Kureyşan, Şeyh Mehmedanlı, Mevaliler aşiretleri yerleştirilmiştir. Bunun kısa bir süre sonrasında da Dersim yöresinde Abbasi yönetimine karşı genel bir ayaklanma olur.  Dersim merkezinde başlayan bu ayaklanma, Doğu Anadolu’nun geneline sıçrayarak Araplara karşı bir toplu isyana dönüşmüştür. Ermeniler, Amir; b. İsmail El Harisi komutasında bulunan Arap ordusu tarafından her ne kadar Erzurum ve Erciş yakınlarında mağlubiyete maruz bırakılmışlarsa da ne Bizanslılar ne de İslam Arap kuvvetleri bölgede etkinlik kuramamışlar. Dersim yöresi, 837’de Theoophilo adındaki Bizans İmparatoru tarafından yağma edilmiştir. Hozat civarında yer alan Palin ile Maskert (Mazgirt ile Akkilisene) yöresini işgal ederek Hozat’ı tahrip etmiş olan Bizanslılara boyun eğmek zorunda kalan Dersimliler, bununla birlikte Bizans ordusuna asker vermeyi de kabul etmişlerdir.
Böylelikle büyük çoğunluğu Dersimli askerlerden müteşekkül olunan Bizans ordusu, 837 yılında  Murat havzasında Jones Karkuas adındaki Bizanslı komutasında, Müslüman Hamdanilerden Seyfüdların kuvvetleriyle  Harput civarında karşı karşıya gelirler. Karkuas’ın mağlubiyete maruz kaldığı bu savaşta Bizanslı askerlerin ezici çoğunluğu Dersim ve Elazığ’ın yerel halkından müteşekkül olunduğu için hâkimiyet Dersimlilerin eline geçmiştir. Bu yenilgi sonrasında Dersimli (Çemişgezekli) İonne Tsimiskes, Bizans Doğu Ordu Komutanlığı’na, kardeşi Leon Phokas ise Batı Ordu Komutanlığı’na getirilir. Böylelikle Dersimliler, Bizans İmparatorluğu’nun bölgedeki yönetiminin tamamını ele geçirirler. Buna rağmen Dersim bölgesi; Bizanslıların, 882 yılında İslam-Arap ordularına yenilmesi sonucunda İslam-Arap etkisi altına girmiştir. IX. yüzyılda Bizans İmparatorluğu’nun Mezopotamya sınırları dâhilinde bulunan Dersim topraklarının Şeyh Hasan Beyliği’nin egemenliğinde bulunduğu bu dönemde; Türkler ve onlarla akrabalık bağları bulunan Şadililer ve Mervan Kürtleri tarafından Bizans’a karşı ölümcül hamleler yapılıyordu.
Tam da bu esnada Bizans’a karşı; Dersim’e bağlı Mazgirt yakınlarında bulunan Bağin’de ayaklanmaların baş göstermesi üzerine Bizanslı Beros ve  Melissene yağma ve katliamlara girişirler. 1038 /40-1157 tarihleri arasındaki zaman kesi tinde iktidar olan Büyük Selçuklu döneminde ise Melikşah adındaki Selçuklu hükümdarı tarafından Türkmenistan Horasan’ından getirilen ve Ani ve Kavur savaşında başarı sağlayan Aşuranlar, Aslanlar, Baba Mansurlu, Balabanlı, Alanlar, Abdalanlar, Ağuçanlar, Beydilliler, Bal Uşağı, Topuzlular, Caferanlı, Gülabi, Ferhatan, Kalan, Kalan uşağı, Keçeli, Kubanlı, Laçinli, Memikoğlu/ Memekanlı, Perihanlı, Sarı Saltuklu, Şadanlı ve Şavaklı gibi Dersim aşiretlerini Dersim yöresine iskân ettirmiştir. Mengücekler; 1118-1142 yıllarında Mazgirt çevresinin, beylikler döneminde de Dersim yöresinin egemeni olmuşlardır.
Yöreye daha önceden Horasan’dan gelmiş Türkmen aşiretlerinin de desteğini alarak, Ağustos 1226 tarihinde Çemişgezek’i ele geçiren Anadolu Selçukluları, 1228’de, Mengücekoğulları topraklarının tamamını fethetmişlerdir. Selçuklu İmparatorluğu’ndan sonra Harzem bölgesinde kurulmuş olan Harzemşahlar Devleti’nin büyük hükümdarı Celaleddin Harzemşah’a bağlı Türkmen Boyları, 1230’larda Moğollarla savaşarak Dersim’e kadar gelirler. Savaş sonrasında yöreye çok sayıda  Harzemşahlı Türkmenlerin oymakları yerleşmiştir.
Dersim, Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından 1075 yılında Anadolu'da kurulan ve 1308 tarihinde son Selçuklu sultanı II. Mesud'un 1308 yılında ölümüyle sona eren Anadolu Selçuklularının, yaklaşık 1000-1157 tarihleri arasında hükümran olmuş Büyük Selçuklulara yenilmesi sonrasında uzun zaman farklı Türkmen beylikleri arasında hep el değiştirdi. Ancak Kösedağ Savaşı’nın gerçekleştiği 1243 yılında kısmen İlhanlıların hâkimiyetine geçti. Böylece 13. yüzyıl sonlarından 14. yüzyıl ortalarına kadar Dersim, Elazığ, Malatya, Maraş ve Erzincan’ı kapsayan topraklarda İlhanlı egemenliği kurulmuştur.
Erzincan merkezli Eretna Beyliği, 1335 yılında İlhanlıların mümessili konumundaydı. Kuzey Dersim’in egemeni konumundaki Muttaharten de Osmanlı topraklarına giren Timur önderliğindeki Moğollara boyun eğmek zorunda kaldı. İşte tam da bu dönemde Güney Dersim yöresi, Şeyh Hasan Beyliği’nin egemenliğinde bulunuyordu. 1387’de Timur’un egemenliğini kabul eden Muttahharten, Sivas’ın ele geçirilmesinde Timur’a yardımcı oldu. Bu olaya kızarak Muttahharten’i cezalandırmak amacıyla Dersim’e sefer düzenleyen Yıldırım Beyazıd, her ne kadar Erzincan’ı ele geçirdiyse de yörede kesin başarı elde edemedi. Moğol hükümdarı Timur’un Doğu Anadolu’da egemen olduğu tarihlerde Erzurum, Sivas, Erzincan ve Dersim dolaylarına yerleşen  Karakoyunlular, 15. yy’da Dersim yöresini yönetimlerine aldılar.
  Bu dönemde Horasan ve Güney Azerbaycan’dan tıpkı Harzemşahlarda olduğu gibi onlarca Türk boyu ve oymağı Dersim coğrafyasına yerleşmiştir. Bu döneme ait koçbaşlı mezar taşları halen yörenin en çekici kalıntılarıdırlar. 1402 yılında Moğollarla Osmanlılar arasında meydana gelen Ankara savaşı sonrasında uzun zaman Türk Boyları arasında yaşanan çekişme ve savaşlarda tarafsız olan Dersimliler, Dersim’in egemeni konumundaki Horasan kökenli Hacı Rüstem’le birlikte 11 Ağustos 1473 tarihinde meydana gelen Otlukbeli Savaşı’nda ve 1514 yılında yaşanan Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’in ve Bektaşi inancındaki Oğuzların yanında yer almışlardır. Yaşanan bu olaylara rağmen Dersim’in tamamı, Osmanlı egemenliğine girmiş değildir.
 Ancak Yavuz Sultan Selim ile anlaşmalı olan İdris-i Bitlisi adlı Kürt Şeyhi çevresinde kümelenen Şafii Kürtler, Elazığ üzerinden Dersim’e saldırıya geçerler. Bu saldırılarda binlerce Horasan inançlı Dersimli Aşiretinden insan ortadan kaldırılmıştır. Bu saldırıları da Kürdistan İslam’ı uğruna yaptıklarını söylemişlerdir. Dersim ile Osmanlı Merkez yönetimi arasındaki bağlar, ancak bu Sünni ve Şafii Kürtlerin Dersim’e saldırılarının sona erdirilmesiyle sağlanmıştır. Yöre 18. yüzyıla dek kısmen otonom olarak kalmıştır. Tanzimat Dönemi’nde ise Dersim komutan lığı koltuğunda Şah Hüseyin oturuyordu. Dersim, 1847 yılında Erzurum eyaletine bağlanmış ancak uzak oluşundan ötürü 1859 yılında gerçekleştirilen bir değişiklikle Harput eyaletine bağlanmıştır. Devletin bu tarihteki kayıtlarına; “Mamuret Ül Aziz vilayetine bağlı bir sancak olan Dersim’in merkezi Hozat olup, Ovacık, Çemişgezek, Çarsancak, Mazgirt, Kuzucan (Pülümür), Kızılkilise (Nazmiye) ve Pah kazalarından oluşmaktadır” şeklinde geçmiştir. Hem Osmanlı hem de İngiliz, Fransız ve Rus kayıtlarında, Balkan, Trablus, Yemen ve Kafkasya savaşlarında Osmanlı askeri içinde 39 Türkmen-Zaza aşiretlerinden askerlerin bulunduğu ancak sonradan altı Dersimli aşiretin bu savaşlara katılmadığı ve hatta 1. Dünya savaşında bu aşiretlerin bölgeye yaklaşan Rus-Ermeni kuvvetlerinin safında yer alarak Türk ve gerçek Dersimli Zazalara karşı savaştıkları belirtilmektedir.
 
Dersim’in Tarihçesi
Günümüzdeki adı Tunceli olan Dersim’in Çemişgezek ilçesinin güney kısmında bulunan Keban Baraj Gölü’nün suları  altında kalan Pulur (Sakyol) Höyüğü’nde 1968 -1970 yılları arasında gerçekleştirilen arkeolojik kazılar neticesinde edinilen bulgular, yörenin Kalkolitik Çağda (M. Ö. 5500-3500) yerleşim yeri olarak kullanılmaya başladığının bir ifadesidir. Pulur'daki höyükte gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda kale tipi evlerin, ocakların, taş dibeklerin, çeşitli öğütme araçlarının, muhtelif hayvan resimlerinin, tunçtan yapılmış iğne ve kazma benzeri muhtelif eşyaların varlığına rastlanmıştır.
MÖ 5000’li yıllarda Dersim bölgesinde yaşadığı belirlenen ve bir adı da Müşki olan Aryanlarla başladığı Asur bölgelerinde Dersim halkının, Müşki adlı Aryanlar olduğu öne sürülmektedir. Bu kavim, daha sonraki dönemlerde Karduk adıyla anılır olmaya başlanmıştır. Bu kavmin, Hitit krallığı’nın yıkılması sonrasında batıdan gelen Pala ve öteki Hititlilere karıştığı dönemde Şuhna, Ishüru, Alshi adlarındaki halklar, Hititlerle komşuydular. Dersim; MÖ 4000’li yıllarda Sümerlerin egemenliğindeki Akad Kralı Sargan ve Naramsin’e ait olan kitabelerde anlaşılmasına rağmen MÖ 2370-2330 yılları arasında Akadlar Devleti’nin bir ili şeklinde gösterilmektedir.
M. Ö. 2200’lerde Dersim ve havalisi; Mezopotamya-Anadolu arasında mevcut olan ticari ilişkilerde geçiş noktası; bu binyılın ikinci yarısı öncesinde bağımsız Hurri Krallığı, akabinde Hitit İmparatorluğu (XV. yüzyılın ortaları XI. yüzyılın sonu) yayılma siyasetinde öncelikli bir yer konumundadır. Hititlerin, M. Ö. 2....’de İşuva olarak anılan ve günümüzdeki Tunceli-Elazığ yöresinde yaşayan halk olan Hurrilerin uygarlıklarından etkilendiği anlaşılmaktadır. Daha sonra Saburrular, Hurri adıyla anılır olmaya başlandı. M. Ö. 2000’lerde Kuzeydoğu Anadolu’yu hâkimiyetlerine alan Hurriler, M. Ö. 1500’lü yıllarda Orta Doğu’nun en güçlü devleti konumuna geldi.
İşuva (Hurri-Mitanni) olarak bilinen bölgede yazılı tarih, M. Ö. 2200'lerde Subarrularla başlamaktadır. Bölge, M.Ö. 2200'lü yıllarda Hurriler tarafından ele geçirilmiştir. İlk defa M. Ö. 1385-1371 tarihleri arasında tahtta hüküm süren Hitit kralı Tuthalya III dönemi Hitit kaynaklarında İşuva adına rastlanılmaktadır. Bilindiği üzere ilk Anadolu Birliği, Hititler tarafından kurulmuştur. Böylece Anadolu'da büyük bir devlet inşa eden Hititler, M. Ö. 1375-1335  yılları arasında Tunceli'ye değin varmışlardır. Ancak yöreye tamamen egemen olamamışlar.
M. Ö. 16.-15. ve 14. yüzyıllarda bölge, Hurrilerden oluşan Mitannilerin eline geçer. Mitanniler, Dersim havalisinde Asurların daha öncesinde bir süre egemenlik kurmuşlardır (M. Ö. 1252). Hurrilere ait olan Alzi, Amadunu (Diyarbakır) ve Purulumzi bölgeleri, M. Ö. 1242-1206 yılları arasında hükümranlık süren Asur Kralı Tukulti tarafından ele geçirilmiştir.
Suppuliluila Mas adlı Hitit Kralı ve oğlu Marsilis (M. Ö. 1347 -1320) kitabelerinde; komşuları olan Alzi, Suhwa, Ishuva ve Alshi halklarıyla aralarında gerçekleşen savaşlardan bahsedilmektedir. Bu halklar, Ermeniler öncesinde buraya yerleşen bölgenin ilk halklarıdır. Hatti Kralı II. Mürşili, M. Ö 1335’de Dersim havalisiyle bütünleşen Azzi–Hayaşa ülkesini bir seferle egemenliğine alır. Dersim olarak adlandırılan İşuwa yöresinde Müşkiler yaşıyordu. Dersim yöresi; erken demir çağında bölgeye nereden geldikleri kesin olarak bilinmeyen Müşkiler tarafından iskân edildiği görülmektedir. M. Ö. IX. yüzyılda Müşkiler, Murat Suyu ile Batı Fırat arasında İşuva’yı da kapsayan bölgeye gelerek yerleştikleri sırada yöre halkı Hurriler’den oluşuyordu. IX. yüzyılın sonlarına değin bölgeye Asur yağma seferleriyle yüz yüze kalır. Dersim çevresi, IX. yüzyıldan başlayarak bu kez Dersim; Asur ve Urartular arasında çekişme alanına dönüşür. Buna rağmen Asurların bu tarihlerde kendi iç çekişmeleriyle uğraşmalarından ötürü bölgenin egemenliğinde el değişikliği yaşanmıştır. Urartu Kralı Minua (810-785/780), M. Ö. VIII. yüzyılın başlarında ele geçirdiği Alzi ülkesini kendi eyalet sistemine dâhil etmiştir. 
Müşkilerin saldırıları, M. Ö. VIII. yüzyılda Dersim yöresini egemenliğine alan Urartular (M. Ö. 900-612) tarafından, püskürtülür.  M. Ö. VIII. yüzyılda Dersim, Urartuların içinde yer almaktadır. Dersim-Elazığ yöresi, Urartular tarafından Süpani olarak adlandırılıyordu. Hurri soylarının küçük prenslikleriyle bir birlik oluşturmaları neticesinde kurulan Urartu Devleti’ndeki halk, M. Ö. II. binyıldan kalma Hurrice’ye yakın bir dil konuşuyorlardı.
Kral II. Rus’a (M. Ö. 678-645) Mazgirt’i bayındır bir hale getirerek, kaleye bir kitabe yazdırır. Dersim yöresindeki Müşkilerin saldırısını püskürtmüş ve bu dönemde etkisiz hale getirmiştir. Mazgirt Kale köyü sınırları içinde kalan Mazgirt Kalesi, II. Rusa döneminde yapılmıştır.
Mazgirt’teki kalede gerçekleştirilen araştırmalar sırasında çivi yazılı belgelere rastlanmıştır. Bu belgelerde Hitit Devleti’nin yıkılması sonrasında bölgede; M. Ö. XII. yüzyılda Urartuların egemenliğinin mevcut olduğuna tanıklık eden bulgulara rastlanmıştır.
Tunceli’de Hurriler, Babil ve Asur İmparatorluklarının da etkileri görülmektedir. Muşki adındaki kavim tarafından yerleşim alanı olarak seçilen bölge, M. Ö. VII. yy’da, önce eski İran halklarından Medlerin ardından Perslerin (M. Ö. VI. yy) egemenliği altında iken Büyük İskender tarafından ele geçirilen Dersim, Makedonyalıların egemenliğine geçmiştir.  
M. Ö. 715 yılında Med aşiretlerinin önderlerinden Dayarikko Keyeksa; Med, Guti, gui, Kusi, Lolo, Mamai, Kardus, Haldi ve Karduk adlarındaki Med aşiretlerinin tamamını bir araya toplamak suretiyle günümüzdeki adı Hamadan olan İran kentinde bir devlet çatısı altında birleştirdi. Medlerin, M.Ö. 600 yıllarında Urartu Devleti’ni ortadan kaldırması üzerine bölgeye, Urartuların yerine Medler egemen olurlar. Medlerin; M.Ö. VII. yüzyılda İşuva’yı, 560 yıllarında ise Doğu Dersim yöresini ele geçirmelerinden ötürü Dersim bölgesinin yeni egemeni Medler oldu.
Medler, Dersim yöresinde egemen oldukları süreç içerisinde dinsel alanda yüzyıllar boyunca silinmeyen izler bırakmışlardır. Dersim’de Şiilik’in bir kolu olan Ehl-i Hak Mezhebi, önemli oranda Zerdüştlük’ün etkisinde kalmıştır. Dersim, her ne kadar M. Ö. VII. yy.’da Medlerin hâkimiyetine girmiş olsa da yerleşik bir düzen kuramamışlardır. Bu nedenle Dersim yöresi,  M. Ö. 550’de Anadolu’ya sefer düzenleyen Persler tarafından fethedilir. Pers döneminde Medya Sınır Satraplığı kapsamında bulunan Dersim’in yerel halkı, Haldiler, Khalibler, Massinekler ve Akilisenelerden oluşuyordu. 13. Satraplık olan Akiliseneler, Dersim içinde yer aldığı Armenia Satraplığı’nın sınırları Ağrı Dağı’ndan Fırat Nehri’nin kıyısına değin uzanmış olan bölgeyi kapsıyordu.
Ünlü tarihçi Heredot tarafından 13. satraplık olarak belirlenen Dersim’in içinde yer aldığı satraplığın o dönemdeki valisi Ortataş’dı. Ortataş, Akilisene civarını da içine alan bölgede valilik yapıyordu.
M. Ö. 334 yılında Persleri ağır yenilgilere uğratan Makedonya kralı Büyük İskender, Anadolu topraklarının tamamını Makedonya topraklarına kattı. Ariorates adındaki Pers soylusu, M. Ö. 332’de Dersim’i içine alan coğrafyada Makedonya Krallığını ilan etti.
Anadolu’nun, Makedonyalıların egemenliğindeki yılları, başını Akilisene (Dersim) ve Kapadokya halkının çektiği isyanlarla geçer. Makedonlara karşı başarılı bir direniş sergileyen II. Ü. Ariorates’in,  M. Ö. 301’de Kapadokya Krallığı’nı yeniden inşa eder. Ancak buna rağmen isyan bölgesine gelen Makedonyalı askerî önderler, gerçekleştirdikleri katliamlarla isyanı bastırmayı başardılar. İskender’in ölümü (M. Ö 322) sonrasında Perdikkas, ayaklanma bölgesi olan Akilisene’ye gelerek Dersim’de baş gösteren isyanı bastırır. Dersim, böylece Makedonya egemenliğine girer. Dersim bölgesi, M.Ö. 230 yılında Kapadokya’nın sınırları içine alınır.
Makedonya’nın tarihe karışması sonrasında bölge, M. Ö. 17  yılında Romalılar tarafından ele geçirilmiştir. Kısa bir zaman Partların egemenliği altına girmiştir. Ancak bu durum fazla uzun sürmemiştir. Çünkü bölge,  M.S. 2. yy.'da Partların etkinliğini kıran Romalılar tarafından Kapadokya eyaletine bağlamıştır. Bir süreliğine el değiştirerek Kapadokyalıların ve Selevkosların yönetimine giren Roma İmparatorluğu’nun M.S. 395’de ikiye bölünmesi ile bütün Anadolu gibi Tunceli de Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğunun payına düşmüştür. Bölge, böylece Doğu Roma İmparatorluğu sınırları dâhilinde kalmıştır. M. S. 7. yy.'da Roma Mezopotamyası adı altında Tehema'da (İl) yer alan yöre, kimi zaman el değiştirerek Bizanslıların ve Sasanilerin egemenliğinde kalmıştır.
Kapadokya Krallığı; M. Ö. 180’lerde Anadolu’yu işgal etme arzusunda olan Roma İmparatorluğu’nun yörüngesine girdi. Anadolu’da, Roma ordusuna karşı da etkin konumda bulunan Pontos Krallığı, Kapadokya topraklarını işgale kalkışması neticesinde Roma-Pontos savaşı başladı.
Pontos-Ararks (Part) işbirliği, komutası Sulla’nın elinde bulunan Roma ordusu tarafından çökertildikten sonra etkinliği zamanla azalmaya başlayan Pontos Devleti, son kralları Mitridates, Evpatur’un Roma komutanları karşısında yenilgiye maruz kalmasıyla ortadan kalkması neticesinde Dersim’in egemenliği Romalıların eline geçti
Dersim, M. Ö. 140 yılında Mitridates adındaki Part kralı tarafından egemenlik altına alınır. Ararks (Part) Krallığı, Selekidlere karşı koyarlar. Pers Krallığı, daha sonra ülke topraklarını Partlarla paylaşırlar. Bu prensliklerden biri de Artarsasd’in oğlu Tigran (Dirkan) tarafından yönetilir. Sophane (Dersim-Elazığ) Krallığı, Tigran tarafından ele geçirilince Dersim, bu dönemde Tigran’ın egemenliğine girer. M. Ö. 70’lerde ise yönetim ile Arsaklar arasında el değiştirdi.
Romalılar,  M.Ö. 69-66 yıllarında komutasındaki bir orduyla Tigran’ın üzerine gönderilen Lukullus; Malatya (Melitene) Sophane (Dersim-Elazığ) yörelerini yağmalamaya başlayınca Tigran, Van’a kaçmak zorunda kalır. M.Ö. 55’lerden itibaren Doğu Anadolu’ya giren Partlar, her ne kadar Dersim’de etkinliği sağladılarsa da, bu etkinliği kırmaya başlayan Roma askeri gücü; bölgeyi, Kapadokya eyaletinin sınırları kapsamına alır. 
Romalılar, M.Ö. I. yüzyıldan başlayarak Partların üzerine durmadan akınlar düzenlemişlerdir. Partlar direnişlerini uzun yıllar devam ettirirler. Part Kralı Midridates, Ermeni Kralı ve damadı Tigran, Romalılara karşı savaşmışlardı. Dersim bu dönemde kimi zaman Arsakların, kimi zaman da Arsakların egemenliğine girer. 
Sasani İmparatorluğu, Babek’in oğlu Ardahşir tarafından 226 yılında kurulur. Yunan ve Roma tarihçilerinin yazdıklarına bakılırsa Sasaniler, Romalılar ve Bizanslılarla savaşmışlardır. Ancak daha sonra Sasanilerle Bizanslılar arasında kalıcı bir barış yapılınca Dersim-Elazığ yöresi, Sasani İmparatorluğu’nun sınırları dâhilinde kalır.
Roma İmparatorluğu’nun 395’te bölünmesi sonrasında Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun egemenliğine geçen Dersim, Roma Mezopotamyası adı verilen Therma kapsamında kaldığı yıllarda Sasanilerle ve Bizanslıların üstünlük kurma savaşlarına sahne olur. Sasanilerin Dersim’deki egemenlikleri, 506 yılında nihayete erer. Dersim yöresi, I. Kubat adlı Sasani hükümdarı tarafından İmparatorluğunun sınırları içine alındığı söylenirse de, bölgenin dağlık olmasından ötürü egemenliği, her zamanki gibi şaibeli kalmıştır.
III. Yezdigird adındaki Sasani imparatorunun; Halife Ömer zamanında gerçekleşen Nihavend Savaşı (642) neticesinde Arap İslam orduları tarafından yenilgiye maruz bırakılmasıyla Araplar, Sasani İmparatorluğu’na son verdiler.
Arapların, 661 yılında Habib b. Mesleme tarafından Doğu Anadolu bölgesinde fetihlere girişmesi üzerine durumu lehine çevirmek amacı güden Bizans İmparatoru Konstantin; üzerine sefer düzenlediği Dersim, Erzincan ve Erzurum yöresinde olumlu sonuçla elde eder. 653 yılında Habib b. Mesleme, desteğini aldığı Ermeni valilerin yardımıyla denetimi sağlarsa da Dersim, bu dönemde Bizans ve Arap güçleri arasında durmadan el değiştirmek zorunda kalmıştır(686).
700 yılında Arap İslam Ordusu Abdullah b. Abdülmelik komutasında bir sefer yapar ve Erzurum, Erzincan, Dersim bölgesi Arap egemenliğine girer.
Dersim yöresinde 772’de Abbasi yönetimine karşı; içinde Ardzruni, Bağratlı ve Mmikon Ermeni kökenli boyların da bulunduğu genel bir ayaklanma olur. Dersim merkezinde vuku bulan bu isyan dalgası, genişleyerek Erzurum’u kuşatmaya kadar vardırılır.  Amir b. İsmail El Harisi komutasında olan Arap ordusu; Ermenileri, Erzurum-Erciş yakınlarında yenilgiye maruz bırakır. Bölgedeki isyanlar; Abbasi halifelerinden Muhammed Mehdi ve Halife Mutez döneminde de vuku bulmuştur. Bu dönemde Bizanslılarla İslam Arap kuvvetleri bölgede üstünlük sağlama yarışına girmişlerdir. Bizans İmparatoru Theoophilo, 837’de Dersim yöresini yağmaya başlar. Hozat yakınında yer alan Cmu (Cmnu) Palin ve Maskert (Mazgirt ile Akkilisene) yöresini işgal eder. Hozat’ı harabeye çevirir. Yöre halkı, Bizans‘ın bu baskıcı yönetimine karşı ayaklanmaya başlar. Bizanslı Jones Karkuas ile Müslüman Hamdanilerden Seyfüdların kuvvetleri, 837’de Dersim sınırları dâhilindeki Harput yakınlarında savaşırlar. Karkuas’ın yenildiği bu savaşta askerlerin büyük bölümü, Dersim ve Elazığ’ın yerel halkından oluşuyordu. Bizans Doğu Ordu Komutanlığı’na İonne Tsimiskes, Batı Ordu Komutanlığına ise kardeşi Leon Phokas getirilmesi üzerine Bizans İmparatorluğu’nun bölgedeki egemenliği, Dersimlilerin eline geçer. Zira Jonnes Tsimiskes, Çemişgezekliydi. Buna rağmen Dersim bölgesi,  882’de İslam Arap etkisi altına girer
IX. yüzyılda Bizans İmparatorluğu, Mezopotamya sınırları kapsamında bulunan Dersim, bu dönemde Şah Hasan Beyliği’nin emrindeydi. Bu dönemde; Türklerle ittifak halinde olan Şadililer ve Mervan Kürtleri, Bizans’a ağır darbeler vuruyorlardı. Tam da bu sırada (1051-1052)  Dersim’in Mazgirt ilçesi yakınlarında bulunan Bağin’de Bizans’a karşı isyan haberi İmparator Manuel’e ulaşır. Bunun üzerine komutasında bir ordu ile yöreye gönderilen Beros, Bağin’de eşine ender rastlanan yağmalar ve zulümler gerçekleştirir. Bizans İmparatoru Thedoras, Bağin yöresinin yönetimini ve Ermeni Perslerinin savunma görevini 1055’te Beros’un yerine Melissene’ye verir. Büyük Selçuklu döneminde de Selçuklu hükümdarı Melikşah, Kavurd’a karşı gösterdikleri başarıdan ötürü, Baba Mansur ve Kureyşan gibi birtakım Dersim aşiretlerini Dersim yöresine iskân ettirmiştir.
Bölge, 1071 yılında meydana gelen Malazgirt Savaşı sonrasından 1252 tarihine kadar Erzincan’da hüküm süren Mengüçlerin idaresi altında girdi. Türklerin Anadolu'daki egemenliklerinin süratle yayıldığı 1087’de kesin bir şekilde Türklerin egemenliğine geçmiştir. 1228’de tüm Anadolu'nun egemeni konumuna gelen Anadolu Selçukluları, 1243’de meydana gelen Kösedağ Savaşı’na değin yöreyi egemenliklerine almalarına rağmen bu savaş sonucunda Selçukluların yenilgiye uğraması üzerine Moğollar, bölgeyi egemenliklerine almışlardır. Selçuklu ve Moğolların dağlık mıntıkadan Kızılırmak’a doğru yaptıkları akınlardan sonra Dersim mıntıkasında birçok Türk kabileleri yerleşmiş ve buralarda kalmışlardır. Ardından önce Mengüceklerin sonrasında da uzununca bir zaman Akkoyunluların egemenliğinde kalmıştır. Doğu Anadolu’da Akkoyunlu Karakoyunlu Türkmenlerin mücadeleleri zamanında Çemişgezek beyi (Mengüç ailesinden) Emir Şah Hasan’dan söz edilmektedir. Bunun torunu Hacı Rüstem Bey zamanında Şah İsmail, Çemişgezek’e Nur Ali isminde birisini Halife olarak göndermiş, Hacı Rüstem Bey de İran’a muhalefet etmeden Çemişgezek’i Nur Ali ye teslim etmiştir
Fatih Sultan Mehmet dönemine değin Akkoyunluların egemenliğinde yer alan ve 1473’de gerçekleştirilen Otlukbeli Savaşı sonrasında Osmanlı’nın egemenliğine geçmiştir. Kısa bir zaman Safevilerin yönetimine geçen Dersim, XVI. yüzyılda, yani Yavuz Sultan Selim’in 1514 yılında gerçekleştirdiği Çaldıran Savaşı sırasında girer egemenliğine, Osmanlının. Bilindiği üzere İran’a karşı herhangi bir savaş söz konusu olduğu zaman Osmanlılar, o savaşın arifesinde, önce Anadolu’da yaşayan Alevilerin üzerine bir sefer düzenleyip onların binlercesini kılıçtan geçirdikten sonra çıkardı İran seferine. İşte Dersim de böyle bir sefer öncesinde girer, Osmanlının egemenliğine.
Tanzimat sonrasında Hozat merkez olmak üzere Sancak konumuna getirilen Dersim, 1847 yılında Erzurum eyaletine bağlanır. Bu dönemde merkezi Hozat olan Dersim Sancağı; Ovacık (Pulur), Çarsancak, Çemişgezek, Mazgirt, Kızılkilise (Nazımiye) ve Pah ilçelerinden oluşuyordu. 1879 yılında vilayet konumuna getirilen Dersim, 1886’da yeniden sancak konumuna getirilerek Mamuretülaziz (Elazığ) iline bağlanır. Kurtuluş Savaşı sırasında Koçgiri Ayaklanması’ndan etkilenen Dersim, 1922’de Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından yörede gerçekleştirilen düzenlemeler sırasında il konumuna getirildi. 1926 yılında tekrar ilçe konumuna getirilerek Elazığ’a bağlanan Dersim, 1946 yılında “tunç yürekli insanların beldesi” anlamına gelen “TUNCELİ” adıyla yeniden il konumuna getirildi.

Dersim
                   Senden uzakta yaşam sürdürsem de
                   Kalbimde senin yerin özel Dersim.
                   Zamanı geri alıp durdursam da
                   Artık bağların olmuş gazel Dersim.
 
                   Dersim’in dağları kar ile boran
                   Yakıldı köyleri edildi viran
                   Acep var mı senin derdini soran
                   Sararıp solmuşsun bu ne hal Dersim.
 
                   Koyun kuzu meleşir yazısında
                   Hayat akar Munzur’un gözesinde
                   Bu şiirimin her bir dizesinde
                   Senin hasretin var ey güzel Dersim.
 
                   Dersim’in ortasında Munzur akar
                   Yaylasında lâle, sümbül, gül kokar
                   Bağrında korkusuz yiğitler çıkar
                   Her yiğidin cihana bedel Dersim.
 
                   Hayranî gözüm yok dünya malından
                   Bülbül kaçar oldu gonca gülünden
                   Anlayan bulunmaz senin halinden
                   Leblerinden akar şerbet, bal Dersim.
                    Sefil Hayranî /(Mehmet KORKMAZ)
Dersim Kronolojisi
 
M.Ö. 5000-3000-Kalkolitik Dönem
M.Ö. 4000 -Sümerler Dönemi
M.Ö. 3000-2000-Tunç Çağı-İşuvalılar Dönemi
M.Ö. 2370-2330-Subartular(Subarlar) ve Asur Devleti Dönemi
M.Ö. 2000-1300-(Orta Tunç Çağ'da) Sabarrular Dönemi İşuwa'lılar Dönemi
M.Ö. 1500 - Mitaniler Dönemi
M.Ö. 1400-1335 Hayaşa-Aziler Dönemi
M.Ö. 1400-1200-İşuwa Devleti Dönemi
M.Ö. 1200-900- Hititler Dönemi
M.Ö. 1200-900- Müskiler Dönemi(Hitit)
M.Ö. 900-600- Urartular Dönemi
M.Ö. 600-550- Medler Dönemi
M.Ö. 550-300- Persler Dönemi
M.Ö. 334-332- İskender Dönemi(Makedonya Kralı)
M.Ö. 300 - Kapodokya Dönemi
M.Ö. 20 - M.S. 395- Romalılar Dönemi
395 - 639 - Bizans Egemenliği Dönemi
639-648 - Arap Egemenliği Dönemi
650-649 - Bizanslıların Geçici Dönemi(Egemenliği)
651-653 - Arapların Egemenliğini Güçlendirmesi
700 - Bizans Egemenliği Dönemi
1071- Malazgirt Savaşı ile Tunceli'de Hanlık Kuruldu
1087- Çubuk Bey Yönetimi ve Mengüçler Dönemi
1115 - Artuklu Beyliğinin Yönetimi
1163 - Danışmandili Beyliğinin Yönetimi
1228 - Anadolu Selçuklu Egemenliği
1243 - Moğol Egemenliği
1300 - Akkoyunlular Dönemi
1379 - Erzincan Beyi Mutahharten'in Yönetimi
1387 - Timur Ordusunun İşgali
1473-Akkoyunluların Yenilmesi ve Osmanlı Yönetiminin Başlaması (Otlukbeli savaşı)
1502 - Safevi Dönemi
1514 -Yavuz Sultan Selim Döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun Egemenliğinin Artması (Çaldıran Savaşı)
1520 - Kanuni Döneminde 4 Sancak Haline Getirilmesi
1530 -1839 Osmanlı Döneminde Beylikler Tarafından Yönetilmesi
1847-Dersim'in Sancak Haline Getirilerek, Erzurum'a Bağlanması
1879 - Dersim'in Vilayet Oluşu
1867 - Dersim'in Erzurum Vilayetine bağlanması
1877 - Dersim'in Mamuret ül Aziz vilayetine bağlanması
1886-Dersim'in Tekrar Sancak Haline Getirilerek, Elazığ'a Bağlanması
1879 - Dersim'in Sancak Olması
1916 - Dersim'de Ayaklanmalar ve Kuzey Kısmın İşgal edilmesi. (Rusların İşgali)
1922 - Kısa Süre İl haline Getirilmesi
1923 - Dersim'in İlçe Olarak Elazığ'a Bağlanması
1936 - Tunceli Adıyla İl Olması(1935 yılında çıkan kanunla)
1937 - Geçici olarak Elazığ'dan Yönetilmeye Başlanması.
1946 - Hukuken Tunceli İli'nin Teşkil Edilmesi
1947 - Kalan Kasabası'na Taşınarak Fiilen İl Oluşu, Merkez Dahil 8 İlçenin Merkezden Yönetilmeye Başlanması
 
 
II.BÖLÜM
 
ZERDÜŞTLÜK VE ALEVİLİK
 
 

Dikkatli bir biçimde ele alındığında Alevilik, Aleviliğe temel teşkil eden prensiplerin Mazdeizm’den ve Zerdüştilik doktrinlerinden alınıp İslamiyet’e, İslami bir görünüp kazandırılarak geçirildiğini görmek mümkündür. Baskının ve zulmün egemen olduğu bu uzun zaman diliminde Zerdüştilik’te bazı farklılıkların meydana gelişine rağmen nüvesinde herhangi bir değişimin söz konusu olmadığı ve orijininden kopmadığını söyleyebiliriz. Zend-Avesta’da kullanılan dilin, Zazaca’ya olan yakınlığı tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açıktır.
Kimi yazar ve tarihçiler; Aleviliği, Şiilerle ilişkilendirerek Şiileri de kapsayan bir mezhep olarak tanımlamışlardır. Bu konuda pek çok farklı görüş ve değerlendirmelerin olduğu bilinmektedir. Bu tanımlama ve değerlendirmelerin içinden belki de en yakını; Aleviliği, salt İslamiyet’in sınırları içine hapsederek ele almanın ve Hz Ali’ye dayandırmanın doyurucu bir tanımlama olamayacağı”dır. Demokratik çağdaşlık kriterlerini ve direniş kültürünü özümseyen, Zerdüştilik felsefesinden kesif bir şekilde etkilenen, İslamiyet’in sahiplendiği demokratik ve ortak değerlerini Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ve onların devamı şeklinde görülen On İki İmamların şahsında somutlaştıran önemli bir toplum kesitinin inanç ve yaşam biçimlerinin kavramlaştırılmış hali şeklinde bir tanıma tabi tutmak kanımca en doğru olanıdır.
Emevilerce uygulanan büyük baskı ve zulümleri yaşayan, horlanan, dışlanan ve hatta katliama tabi tutulan Alevilerin; aslında Ehlibeyt’i bir nevi garantörlük kurumu şeklinde algıladığı düşüncesi egemendir. Aleviler, İslam’ı iktidar aracı olarak kullanıp dincilik yapmak suretiyle salahiyet ve güçlerini son derece genişleten Emevi elit kesimine karşı, ezilen, zulmedilen, haksızlıkla yüz yüze bırakılan Ehlibeyt’i, kendi inanç ve kültürlerini yaşatmada bir dayanak noktası haline getirmişlerdir.
Aleviliğin dil kökenbilim orijinine ilişkin oldukça büyük farklılıklar arz eden tartışmalar bulunmaktadır. Yaşayan Aleviliğin sözlük anlamına ilişkin pek çok tartışmadan bir kısmını ele alarak irdelemek konunun daha iyi anlaşılır olması açısından son derece önemlidir.    
Günümüz Aleviliğinde ateşin kutsallığının kabul görmesi, tıpkı Zerdüştilik inancında olduğu gibi ocaklarda yanan ateşin söndürülmemesi vb inanç mitleri, bu görüş sahiplerinin günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyor olmasını kendilerine dayanak yapan kimi yazar ve tarihçiler; Aleviliğin, Farsça ve Kürtçe terim biliminde alaw olarak geçen ve ateşin alevi anlamına gelen kavramdan türetildiğini öne süren düşünceden yola çıkarak “Alevilik, ateşe tapanlar anlamına geliyor” diyorlar.  Hatta bu görüşü savunan tarihçi ve yazarlar buna dayanak olarak; çok sayıda ateşgedenin mevcut olduğu Horasan’ın, Alevilerce kutsanmasını göstermektedirler.
Faik Bulut’un, Aleviliğin dil kökenbilim orijiniyle ilgili; “eski Zerdüşt Mazda dilinde ateşin bir adı da ‘arr’ idi. Arrawi (ateşperest) sözcüğünün sonradan bozularak, Ali’ ile bağdaştırma döneminde ‘alevi’ye dönüştürülüp dönüştürülmediği meselesi de yeterince irdelenmemiştir” vurgusu son derece büyük önem arz eder.
Gene daha da gerilere giderek “eski Sümer metinlerinde geçen ateş ruhunun adı ‘AL’dir. Ateşe tapanların Araplar arasında “ateş ruhunu benimseyenler” anlamına gelmek üzere “alaui/ alwi” şeklinde kullanıldığını bunun da Türkler arasında “al+cı” veya “al+avcı” biçiminde dillendirildiğinin, Alevici/ alevi biçimine dönüştürüldüğü de bir iddiadır. Faik Bulut’ça da ortaya konulduğu gibi eski Farsça ve Kürtçe’de ateşe alaw denildiği, Aleviliğin de alaw’dan, bir başka ifadeyle ateşe tapanlardan gelmiş olabileceği düşüncesi en yakın yaklaşımdır.
Zerdüştlük inancı; Tasavvufî düşüncede sıcaklık-soğukluk, aydınlık-karanlık, iyilik-kötülük gibi birbiriyle zıtlık teşkil eden kavramlarında kaynağıdır.
Tanrılardan birçoğuna sunu olarak kurbanlar verilmesini, Haoma adlı sarhoşluk verici etkisi mevcut olan sıvıyı içen dindarların, dinî bir duygunun etkisine kapılarak kendinden geçmeleri, şerefine kulelerde ateşler yakılan Işığın Efendisi Ahura Mazda’ya duyulan saygıdan ötürü yakılması yasaklanan cesetlerin, yırtıcı kuşlara yem olması için özel olarak yapılan yüksekçe kulelerin üzerine bırakılması, toprağın kirlenmesinin önüne geçilmesi için ölülerin gömülmemesi, haklı kılacak hiçbir gerekçesinin bulunmamasından ötürü ölmek ya da felâketlerle karşı karşıya kalmak istemeyen insanoğlunun; tanrıların gazabından korunması amacıyla çeşitli kirletmelerden özellikle kaçınılması, bu dinin genel kurallarından bazıları şeklinde özetlemek mümkündür. Bununla birlikte kötülüklere direnen atlı kahramanların öykülerinin anlatılması da gene bu dinin kurallarından biridir.
Alevilik, iktidarcı-devletçi zihniyete karşı savaşım veren bir toplum gerçeğidir. Bunu bir eytişimsel gelişim olarak görmek lâzımdır. Daha özel bir konuma indirgenerek Alevi gerçeği ile iç içelik teşkil eden bir çerçeveye oturtulduğu zaman bu eytişimsel tekrarın bir parçası olduğu açıkça görülecek olan Alevilik, devletçi-iktidarcı medeniyete karşı savaşım vermesinden ötürü adı geçen sistemle bütünleşmeyen, ondan uzak olan, her zaman tenakkûz ve çatışma konumunda bulunan bir toplumsal gerçekliktir. Bu olguyla ilişkili olarak şunu açık bir şekilde söylemek mümkündür. Ancak her ne kadar İslamiyet’in doğuşu ve iktidarı ele geçirmesiyle birlikte direnen toplum yapısı, Alevilik olarak isim almış olsa da bu sürecin öncesinde de bu direniş geleneği, son derece güçlü bir şekilde vardı. Bunu, muhtelif inanç-kültür şeklinde de görebiliriz. Sözü edilen bu direniş geleneği; bilhassa insanlık tarihinde ilk çıkışları bakımından son derece büyük bir ahlâk devrimi anlamı taşıyan inanç şekillerinde son derece güçlüdür. Dikkatlice incelendiğinde tarihin her döneminde inanç biçimlerinin tamamının, biribirlerinden önemli ölçüde etkilendiklerini görmek mümkündür. Toplumun, yeni icatlarla ve eldeki birikimin sentezlenmesiyle her zaman yol kat etmesinden ötürü zamanın hemen her kesitinde çok sayıdaki birikimi yaşadığı zamana naklederek oradan elde ettikleriyle de yoluna devam etmiştir.
Aleviliği benimseyen toplum, daha Alevi olarak adlandırılmadan önce de tarihin başlangıcından itibaren hem tarihe kaynaklık ederek, hem de farklı kültür ve inançları kaynak alarak günümüze değin ulaşmıştır. Alevilerin inanç ve kültürleri incelendiği zaman toplumsallaşma sürecinin başlangıcından günümüze kadar olan zaman kesitinde tarihî bir kalıntıya ve ize rastlamak olasıdır. Bu anlamda Zerdüştilik inancı ve felsefesi, Aleviliğe en büyük katkıyı sağlamıştır, dersek yanlış olmaz. Zira detaylı bir şekilde ele alındığında Zerdüştlük ile Alevilik arasında birçok ortak noktayla karşılaşmak mümkündür.
Zerdüştlük’te, erki elinde bulunduran iktidarcı-devletçi zihniyetin, hiçe saydığı insan iradesini erozyona uğratarak köle konumuna getirdiği toplum gerçeğine karşı şiddetle karşı çıkılmış ve öfke duyulmuştur. Bu açıdan bakıldığında iradesinin kullanımını elinde bulunduran insan ile toplumsal özgürleşmeyi amaç edinen Zerdüşt, iradeli-özgür insan realitesine son derece büyük önem atfetmektedir. Zerdüşt tarafından ortaya konulan felsefe, tanrı kralların baskısı altında iradesiz hale getirilerek kul konumuna sokulan, değersiz meta ve hatta hayvanlık sınırları içinde olan bireye, insan onurunun düşüşüne bir isyan ve müdahale olarak görmek gerekir.
Bu açıdan Zerdüştlük’te bireye değer verme, bireyin özgür iradesine saygı gösterme bir temel yaşam felsefesi haline getirilmiştir. Bununla paralellik arz eden bir yaklaşımı; “Benim Kâbe’m insandır”, “Her ne arar isen kendinde ara”, “Tanrı insanda tecelli eder”, “Yetmiş iki leti bir gör” ve “Kendi özünü bilmek Tanrıyı bilmektir” düstûrlarını ilke edinen Alevilik’te bulmak mümkündür. Bu şiarlarla somutlaşan bu yaklaşım; “can” olarak adlandırdığı bireyi, varoluşların tamamının en değerli varlığı olarak görür. Didâr didâra şiarını ilke edinen Alevilik felsefesinde; “İbadet ederken yüzünü başka bir insanın yüzüne çevir, onda Tanrı’yı, Tanrı’da kendini göreceksin” felsefesi bulunmaktadır. 
 
“Sığarız cihana, sanma ki dardır
Bakarsan görürsün bu aşikârdır
Aradığın her şey insanda vardır
Tanrı’nın sıfatı kulda gizlidir”
                                Sefil Hayranî/ (Mehmet Korkmaz)
Tanrı’nın bireyde vücut bulması anlamı taşıyan bu yaklaşım; menşeini tanrıça-inanç kültünden aldığı kadar bu inancın yoğun etkisinde kalmasına rağmen dönemi gereği özgünleşen Zerdüştlük inancındaki Tanrı-inancından da alır. Aleviliğe egemen olan bu inanç uyarınca her şey yoktan değil, vardan var edilmiştir. Evrende yer alan varlıkların tamamı, başlangıçta var olan Tanrı tarafından kendi bedeninden yaratılmıştır. Bir başka ifadeyle, evrende görünen ve görünmeyen varlıkların canlıların tamamı Tanrı’nın birer parçasıdır.
Tanrı, başlangıçta, Alevilik’te dört temel anasır (unsur) olarak kabul gören güneşi (ateş), havayı, suyu ve toprağı kendinden birer parça olarak yarattıktan sonra da bunların tamamının toplamı olarak da insanı var etmiştir. Yaratılan her şeyin bir toplamı olan insan, Tanrı’nın en saygıdeğer parçasıdır. Her varlık Tanrı’dan bir parça olmasından ötürü Tanrı’nın özellik ve niteliklerinin tamamını bünyesinde barındırır. Bütün oluşumların toplamı olarak kabul gören insan ise Tanrı’nın özelliklerinin, niteliklerinin ve yeteneklerinin tamamını kendinde barındırır. İnsanda tecelli eden Tanrı olduğu gibi Tanrı’da ifadesini bulan da insandır. Bu anlamda Tanrı, insanın dışında kalmış bir vakıa değildir. İnsanın içinde olan Tanrı, insanın kendisidir.
Bese Şimal, “Alevilik Üzerine” adlı makalesinde şöyle der:  “Aleviliğin, yoğun etkisinde kaldığı Zerdüşt’ün Mazda inancında tanrı, her şeyi kendisinden yaratandır. Mazda sözcüğünün etimolojik anlamı da bu gerçeğe daha iyi açıklık getiriyor. Zazaca’da Maz ya da Ma: biz, da: verdi anlamına geliyor. Yani ‘tanrı’, ‘bizi veren’ anlamındadır. Kürtçenin kurmanci lehçesinde ise Mazda anlamında kullanılan Ezda da, Ez: biz, da: verdi anlamına gelmektedir. Xada kavramlaşmasında “da” aynı anlam kendisini tekrar etmektedir. Xa: kendi, da: verdi’dir. Burada da yine tanrı, ‘bizi veren’ anlamına gelmektedir” (www. scribd. com/ doc / .../ Bese-Simal-Alevilik-Zerdustluk -ve- Islam) 
Bu alıntıdan çıkarılması gereken sonuç; Tanrı’nın, insanı başka bir şeyden yaratmayıp kendisinden bir parça olarak yarattığı inancıdır. Buna göre Tanrı, her şeyi yoktan değil vardan var ediyor. Kendisi zaten vardır. Zaten var olan bu “kendisi”nden yarattığı her canlıya kendinden parçalar vererek onları var ediyor. Böyle olunca da parça, bütünün özellik ve niteliklerin tamamını kendisinde taşımış oluyor. İnsanda ise bu durum en üst seviyede ifadesini buluyor. Zira; oluşumlar içinde en üst seviyede olması nedeniyle insan, oluşumların tamamının toplamı ve en gelişmiş-mükemmel biçimi olarak ortada duruyor. Doğadan çıkmasına rağmen doğanın en mükemmel hali olarak tanımlayabileceğimiz insan, evrenin oluşum ve birikimlerinin tamamını içinde barındırır bir konumdadır.  Mehmet Korkmaz, Mitolojik Dinlerin Gizemi adlı yapıtının 595. sayfasında şöyle diyor: “Bilgi” anlamına gelen Vedalara göre tanrılar, “Kozmos” adı verilen evreni, “Gökyüzü”, “Yer” ve bu ikisinin arasında bulunan “Uzay” olmak üzere üç bölüme ayırırlar. Uzay, dönüşümün gerçekleştiği yerdir. Yani dünyanın evrime uğrayan bölümüdür. Çin’in en eski tekstlerinde mevcut olan bilgilere göre hakikatin iki durumundan biri olan ve adına “Büyük Yang” adı verilen “Gökyüzü” ile onun karşıtı olan ve adına “Büyük Yin” denilen “Yer” arasında ayakta duran devinim ve zekâ fonksiyonlarına sahip bulunan insan, “Yer” ile “Gökyüzü”nün uç kısımları arasında bağlantı sağlayarak geçişi,  yani “Tao” denilen “Yol”u gerçek hale getirir.” Evren, bir ‘makrokozmos’ (büyük evren) ise insan da evrendeki oluşumların tamamını bünyesinde barındıran ‘mikrokozmos (küçük evren)’dur. Bir başka ifadeyle evrenin oluşum enerjilerinin tamamını bünyesinde bulunduran cisimleşmiş bir Tanrı’dır insan.”
Ünlü halk ozanlarından Âşık İsmail Daimî, bir dörtlüğünde şöyle diyor:
 
“İnsan Hak’ta Hak insanda
Arıyorsan pak insanda
Hiç eksiklik yok insanda
Mademki ben bir insanım”
 
İşte tam da bu noktada Alevilik felsefesinde yer alan “Tanrı insandadır ya da Âdem Hakk’ta Hakk Âdem’de” düstûru böylece netlik kazanmış oluyor.
“Hakk’tan geldik Hakk’a gideceğiz ve Hakk ile yeniden var olacağız” anlamı taşıyan bu düstûr, insan ile Zerdüştlük’teki İyilik Tanrısı Ahura Mazda’nın birbirini var ediş öyküsünü özetler mahiyettedir. İnsanın Tanrı ile Tanrı’nın da insan ile kendisini var etmesinden ötürü en değerli varlık olan insan, sınırsız bir yaratım gücü ile teçhiz edilmiştir. İnsan, evrende var olan oluşum merhalesinin son halkası olarak kabul gördüğü içindir ki varoluşların tamamının en ulu biçimine ve bilincine ulaşmıştır. Evrenin yoğunlaşmış bilinci olan insan, kendinde var olan bu gücün farkına vardığı zaman, içinde yer alan Tanrı’ya da vasıl olacak ve yetkin insan anlamına gelen İnsan-ı kâmil mertebesine ulaşacaktır. Tıpkı, Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesimî örneklerinde görüldüğü üzere oluşum merhalelerinin tamamının bilgi, birikim ve deneyimleri ile teçhiz edilmiş bulunan insan, içinde yer alan uçsuz bucaksız enerji birikimlerini, bir başka ifadeyle kendi içinde yer alan evreni keşfettiği zaman Enel-Hak  yani Ben Tanrı’yım diyebilmektedir. Gene bu yaklaşımla bire bir örtüşen Kendini tanı”deyimi, hem Alevilik’te hem de Zerdüşçülük’te sıkça karşılaşılan bir deyimdir.
 
“Her şey var oldu tek bir noktadan
Noktada gizlidir esrarı Yezdan”
 
Bu mısralar, yukarıda belirtilen felsefeyi destekler niteliktedir.
Tanrı-insan yaklaşımı; hem Alevilik’te hem de Zerdüştlük’te tıpatıp aynıdır. Zerdüştlük’te İyi tanrı Ahura Mazda; ışıkla, güneşle ve ateşle özdeşleştirilirken, Kötülük Tanrısı Ehrimen de karanlık, kötülük ve  zulümle bütünleştirilir.
Karanlık Tanrısı Ehrimen’dir, Işık Tanrısı Ahura Mazda ise onun zulmüne karşı direnen onurlu direnişçidir. Bu inanç, adı geçen dönemin somut gerçekliğine uyarlandığı zaman Ehrimen, topluma zulmeden zalim tanrı-kral devleti, Ahura Mazda da tanrı-kral devletinin zulmüne karşı isyan bayrağı açan toplum gerçeği olarak çıkar karşımıza. Zerdüşt bu inançla; direnişçi toplum geleneğine yeniden ruh kazandırmış ve zulme uğrayan toplumu, tanrı-kralların zulmü karşısında ayağa kaldıran kişidir.  Aleviliğin devletçi-iktidarcı düzen tezatlığı ve muhalefeti, aynı inanç olgusunun sosyal bir biçimde dile gelerek yaşamsal bir biçim kazanmasından başka bir şey değildir. Gözlerden kaçmaması gereken bir başka nokta da kadına karşı takınılan tavır konusundaki benzerliktir. Zerdüşt felsefesine göre birer arkadaş olan kadın ile erkek, birbirine karşı saygılı davranmalı ve birbirine eşit yaklaşmalıdır. Kadın iradesine karşı saygıyı ortaya koyan bu felsefeyi, ibadetlerini dahi birlikte yapan ve yaşamın her alanında kadının aktivitesinin erkeğin aktivitesiyle paralellik arz ettiği Alevilerde de görmek mümkündür. 
 
Zerdüştlük’te ve Alevilik’te Dört Anasır
Tıpkı Zerdüştlük’te olduğu üzere Alevilik’te de dört anasır olarak anılan Toprak, Su, Hava ve gökteki güneşin yerdeki temsilcisi olarak kabul gören Ateş kutsaldır. Yaşamı meydana getiren bu ana unsurlar, bu felsefenin mihenk taşlarını oluştururlar. Yaşama canlılık kazandıran ana unsur olan güneş, Alevilik inancında bir tür Tanrı veya Tanrı’nın ruhu olarak kabul görür. Kendisinden birer parça olan teşekküllere yaydığı ışınlarla etki ederek ve içlerine işleyerek her varlıkta kendini var etmeye çalışır. Bu nedenledir ki canlı varlıkların tamamı güneşi (ısıyı) içinde taşır. Alevilerin yoğun olarak (yaklaşık % 99’u) yaşam sürdürdükleri Dersim coğrafyasında yaşlı kesim, sabahları güneş ışınlarının ulu dağların doruklarına, göklere doğru kucak açan asırlık koca meşe ağaçlarının dallarına eriştiği zaman yönlerini güneşe dönerek dua ederler. Aynı durumu; güneş ışınlarının silinmeye yüz tuttuğu akşam saatlerinde de görmek mümkündür. Benzeri bir yaklaşım, güneşin yerdeki temsilcisi olarak kabul gören ateşe karşı da gösterilir. Güneşin yeryüzündeki tezahürü olan, tıpkı onun gibi aydınlığın, sıcak lığın, arınmanın ve yüceliğin simgesi olarak kabul gören ateş,  Alevilik’te öylesine kutsaldır ki ona çöp atılmaz, kirletilmez ve kat’i surette suyla söndürülmez. Gün boyu ocaktan eksik edilmemeye özen gösterilen ateş, yakıldığı ocakta her zaman canlı tutulmaya, söndürülmemeye çalışılır. Hatta akşamları yatmadan evvel, önceden ateşe konularak hazırlanan kalın bir meşe odunu- ki, buna köseği denir- bol bir külün içine gömülüp sönmesi önlenen ucu yanık odun, sabaha bırakılır. Yaşamın canlılık kazanmaya başladığı şafak vaktinde, akşamdan külün içine gömülerek sönmesi engellenen köseği, ocakta tekrar gürleştirilir ve bu ateşle, gün içindeki çeşitli gereksinimler (ekmek, çay, çorba, yemek pişirilerek) giderilmeye çalışılır. Her akşam aynı durum durmadan tekrar edilerek ateşin diri tutulmasına özel bir ihtimam gösterilir. Çünkü ocakta ateşin yanmaması demek yaşamın sona ermesi demektir.
Bu ocaklar, tıpkı Zerdüşt’ün ateşgedeleri gibidir. Aleviler’de ateş; suçlu ile suçsuzu birbirinden ayırt eden temel bir işlev de görür. Alevilik’te insanların çıplak ayakla üzerinden geçerek Tanrı nezdinde suçlu olup olmadıklarını kanıtlamaya çalıştıkları ateş, suçsuzu ortaya çıkararak kutsayan, suçluyu bulup yargılayan bir yargıç konumundadır. “Can” olarak isimlendirilen bireyler,  suçsuzluğunu kanıtlamak istedikleri zaman “ben o kadar günahsızım ki ateşe atsalar yanmam”  sözünü kullanırlar.  Alevilerin en ağır bedduaları yine ateşe ilişkindir: Birine çok fazla kızdıkları zaman ocağın sönsün diyerek beddua ederler. Ocak yaşamın varlığının işaretidir. Cemlerde veya her hangi bir kutsal yerin ziyaretinde ateşi temsilen mum yakılır. Alevi dedeleri, Tanrı ile bütünleştiklerinin, sırra erdiklerinin kanıtı olarak kendilerini ateşte sınarlar. Çıplak ayakla közün üzerinde yürür, ateşi eline alıp bekletirler. Dillerini ateşe sürerler.
Bir Part destanında, Kral Muhabad'ın Wise adlı oğlu suçsuzluğunu kanıtlamak amacıyla büyük bir ateş yaktırdığını anlatan şiirde;
Şimdi hak ve askerler
Benden suçsuzluğumu ispat etmemi isterler
Bana deki ‘ateşin içinden geç'
Halka ve dünyaya temiz
Suçsuz olduğunu ispat et”
 
diye belirlemesinde de ateşin bu gücüne inanıldığını açık şekilde ortaya koymaktadır.
Gene güneşten aldığı ışığı yayarak karanlık geceleri aydınlatan ay, kutsanmış ve Hz Ali’nin eşi Hz Fatma ile özdeşleştirilmiştir. Tıpkı güneşe karşı olduğu gibi aya karşı da dua edilir.
Tüm canlıların yaşamlarına kaynaklık eden bir başka anasır da topraktır. Toprak, tıpkı Zerdüştlük’te olduğu gibi Alevilik’te kutsanmaktadır. Yaşamın idame ettirilmesinde toprağın canlılara sunduğu ürünler son derece yaşamsaldır. Alevilerin ulu ağaçları kutsamaları topraktan ve Hakk’tan ötürüdür. Tıpkı bitkilerde olduğu gibi hayvanlardan da kutsal olarak kabul edilenler bulunmaktadır. Örneğin geyik kutsal olarak kabul gördüğü için avlanmasına karşıdırlar.
Kutsal olarak kabul gören unsurlardan biri de havadır. Evrendeki enerjiyi nefes yoluyla alan insan ve öteki canlıların hiçbiri nefes almadan yaşayamaz. Bu anlamda hava yaşamsal bir işleve sahiptir. Temel varoluş koşullarından biri de nefestir. Soluk olarak anlam yüklenen nefesin temizliğine son derece dikkat edilir ve kirletilmez. Kirletenler de hoş karşılanmazlar. Alevilik’te dinsel ritüeller yerine getirilirken deyişler söylenir. Dinsel ritüeller sırasında söylenen bu deyişlere nefes denir.
Zerdüştlük’te olduğu gibi evrenin yaratılış unsurlarından biri olarak kabul gören su ve su kaynakları son derece kutsal olarak kabul edilirler. Tunceli’ye yaşam sunan Munzur Suyu ve Ovacık ilçesindeki kaynağı örneğinde görüldüğü üzere Aleviler, yılın belli günlerinde su kaynaklarını ziyaret edip dinî ritüeller yerine getirir, küsleri barıştırır, dostlukları pekiştirir, adaklar adayarak dileklerde bulunurlar. Bu su kaynakları asla kirletilmez, sürekli temiz tutulur. Bundan ötürüdür ki, her ziyaret öncesi ve sonrası mistik bir hava içerisinde su kaynaklarının çevresi baştan sona  temizlenir. Bu inancın menşeini yazılı tarih öncesine ve mitolojik döneme değin götürmek mümkündür. Çünkü yaşam alanlarının açıldığı, toplumsallaşmanın  geliştiği ilk yaşam yerleri, büyük su kaynaklarıdır. Bu nedenledir ki, Mezopotamya’da Dicle-Fırat,  Mısırda Nil, Hindistan’da Ganj, Eski Yunan’da zehir taşıyarak aktığına inanılan cehennem ırmağı Styks böyle bir anlama sahiptir. Adı geçen bu ve benzeri nehirler, iklimi ılımanlaştırıp karları buzları çabuk eritip coğrafyayı barınmaya, korunmaya, bol tahıla ve ürüne açması nedeniyle kutsal olarak kabul görmüştür.
Ayrıca bu su kaynakları birçok yerden geçerek geldikleri için içinde taşıdıkları zengin minerallerle hem toprağı oldukça beslemiş ve hem de bazı hastalıklara ilaç gibi gelmişlerdir. Alevilerde de kutsanan su kaynaklarının benzer yararları vardır. 
 
Şu dertli sinemiz sevgiye beşik
Sevgi bize tutkun biz ona âşık
Koyu karanlığı boğan her ışık
Bizim için daim kutsaldır kutsal
 
Ruhumu kapladı hüzünlü bir ses
Geçmişe götürdü gizli bir heves
Tüm canlıya yaşam sunan her nefes
Bizim için daim kutsaldır kutsal
 
Sefil Hayranî der pür dikkatle bak
Dalında kalır mı kuruyan yaprak
Evrenin sırrını gizleyen toprak
Bizim için daim kutsaldır kutsal
                               Sefil Hayranî /  (Mehmet Korkmaz)

Zerdüştlük’te ve Alevilik’te Dağların Kutsallığı
 
“Suyun çağladığı dağlara şükrediyoruz
Üzerinde yeşerdiğin dağın doruklarına şükrediyoruz» 
                                                                                   Avesta
 
Dağ imajı, dağları, genellikle mukaddes olarak kabul eden İranlılar için daima büyük önem arz etmiştir. İnsanlar, varoluşun ilk dönemlerinde sığınak olarak kullandıkları dağlardaki mağaraların sayesinde yaştan-yağmurdan, kardan-kıştan soğuktan-sıcaktan ve vahşi hayvanlardan korunmuşlardır.
İnsanların evler ve çadırlar öncesindeki meskenleri, arazide bulunan tabiî yapılar ve mağaralar olmuştur. İşte insanoğlu o günden başlayarak kendisi için barınak işlevi gören mağaralara ve dağlara minnetle yaklaşmaya başlamıştır. İnsanoğlu tarafından dağlara ve mağaralara karşı duyulan bu minnet, süreç içeri sinde saygıya dönüşmüş ve bununla birlikte dağlar, insanlar tarafından mukaddes olarak kabul görmüştür. İnsanoğlu, Himalayalar üzerinde yer alan ve insanoğlunun tırmandığı ilk 8000 m.lik Hasat Tanrıçası anlamına gelen Annapurna Dağı, Kutsal Ev anlamına gelen on üçüncü sekiz binlik dağ olan Shisha Pangma bir başka adıyla Gosainthan, Ana Kar Tanrıçası olan ve dünyanın en yüksek zirvesi olan Chomolangma (Everest) ve sekiz binliklerin arasında yer alan Gökyüzü Tanrıçası olan Cho Oyu örneklerinde görüldüğü gibi dağlardan bazılarını adlandırmak amacıyla kutsayıcı kelimeler kullanmıştır. Eski karalar topluluğu arasında yer alan Asya anakarasında Moğolistan ülkesinin başşehri Ulan Batur civarında, Moğollar tarafından Bogd Uul adıyla anılan Tanrı’nın Dağı adındaki dağ da bulunmaktadır.
Peygamber Muhammed’in kendisine ilk vahiyin geldiği Nur (Işık) Dağı’nın Hira Mağarası’nda Cebrail ile karşılaşması, Musa peygamberin Tanrının On Emri’ni Sina Dağı’nda öğrenmesi, Zerdüşt’ün İyilikçi Tanrı Ahura Mazda ile bir dağda konuşması, Yunan Tanrılarının Tanrısı, göklerin egemeni olan Zeus’un İda Dağı’nda doğması ve Nuh’un gemisinin kıyamet sonrasında Ağrı Dağı’nda karaya oturması örneklerinde görüldüğü gibi dağlar, dinsel sahada da imtiyazlı bir yere sahiptir.
İrlanda’daki Croagh Patrick Dağı’nın ermiş Patrick’in ibadet yeri sayılması, İran’da yer alan Taht-ı Süleyman Dağı’nın Süleyman peygamberin mekânı olarak kabul görmesi, Sri Lanka’da yer alan Âdem Sivrisi’nin cennetten kovulma Âdem peygambere ev sahipliği yapması ve Güney Amerika’nın batısında yer alan Sange de Cristo Dağları’nın adını, İsa peygamberin akan kanından alması örneklerinde görüldüğü gibi dağlardan bazıları insanların anılarını ayakta tutmaları amacıyla mukaddes olarak kabul gören kişilerin adlarını ödünç almışlardır.
Azteklerin Tanrı’ya kurbanlarını dağlarda adaması, Meksika’da yer alan ve Uyuyan Kadın anlamına gelen Ixtacci-huatl ve Yıldız Dağı anlamına gelen Citlaltépetl dağları örneklerinde olduğu gibi geçmişten günümüze değin dağlar, halkla ilgili efsanelerin pek çoğunda önemli bir yer kaplamaktadır.
Yunan Mitoloji Sözlüğü’nde F. Jiran, Olympos Dağı ve bu dağın Yunanlılar için arz ettiği öneme ilişkin bilgileri; "Olimpos Dağı geniş bir yaylanın en yüksek noktasında 9000 metreyi aşmaktadır; devasa kaya parçalarından oluşan ve bulut kütleleriyle çevrili son sırası doğaüstü güçlerin uykusuna ev sahipliği yapıyor gibi duran zirveleriyle doğal bir anfitiyatro oluşturmaktadır. Selanik Körfezi’ne yönelen denizci, gökyüzünün mavi ufuk çizgisine doğru eğilen Olimpos Dağı’na dikkatle bakar, irkilir ve dinsel bir korkuya kapılırdı. Bütün bu güzellikler, Tanrıların kaygı verici görkemini anımsatıyorlardı. Gözlemci ilk bakışta, Olympos’un dünyanın en yüksek zirvesi olduğundan şüphe duymuyordu. Küreklere asılan denizci, Olympos’u izlerken, Homeros’a da esin kaynağı olan aynı manzara karşısında şu dizeleri mırıldanıyordu: "Onu hiçbir zaman rüzgâr sürükleyemeyecek ve kar da zirvesini kaplayamayacak; hafif bir meltem çevresini saracak, duru bir saflığa boğulacak ve Tanrıların mutluluğu onun sonsuza kadar yaşamasını sağlayacak. Tanrılar altın masalar etrafında oturuyor, ölümsüzlük içkisi içip, ambrozia yiyor ve insanlar tarafından tanrılar şerefine pişirilen kurban etlerinin kokusu başlarını döndürüyordu. Zeus, mekânı olan Olimpos Dağı’nın doruğunda meclisini topladığı zaman, Gençlik Tanrıçası Hebe ölümsüzlük içkisiyle dolu kupaları elden ele dolaştırıyordu." şeklinde dile getirmektedir.
Başka yerlerde dağ, her ne kadar mukaddes olarak kabul görürse de insan oğluyla dağın münasebetinin çok daha ileriye gittiği İran’da dağ, ulu olarak kabul edilmiştir. Dağ, genellikle büyük ün elde etmiş İranlıların şaşaa ve harikuladeliğinin sembolü olmuştur. İranlılar için dağların harikulâdeliğinin yansısı hakikaten de dağ benzeri ilânihaye ve erişilmezdi. Dağları, tanrılar tarafından kendilerine bahşedilen bir görkem olarak kabul ediyor ve bundan ötürü onları mukaddes olarak görüyorlardı.
Eski Yunan ve Roma uygarlıklarının gelişip yayıldığı çağda dağda yaşadığına inanılan Işık Tanrısı Mithra’nın her yeni şafakta doğup gün içinde büyüyerek gece vakti ölmüş olduğu inancı, güneşe tapınım gösterenleri, kendi tapındıkları tanrılarına daha yakın olabilmeleri amacıyla tapınaklarını dağlarda yer alan mağaralarda inşa etmeye yönelmesini sağladı. Yaştların da yer aldığı Avesta’nın bir kısmında, Işık Tanrısı olarak kabul gören Tanrı Mithra’nın; “Cennette yer alan tanrıların en ulusu olduğu ve döngüsü içerisinde güneşin önünden gittiği” kayıtlıdır. O, “İranlıların, üzerinde yaşam sürdükleri toprakların tamamına egemen olduğu, altın sarısı doruklara yükselen ilk Tanrı” olarak kabul edilen Işık Tanrısı Mithra bununla birlikte “Bin sütundan oluşan ihtişamlı konağının, Haraiti  (Elbruz) Dağı’nın en yüksek doruğunda bulunduğu” dile getirilmektedir. “İç kısımları kendi kendine ışık saçan bu malikânenin dışı da yıldızlar tarafından saçılan ışıkla aydınlatılıyordu.” 
Bütün bunlardan daha önemli olanı da İran efsanelerinin pek çoğunda aynı biçimde dağ imajına bağlılık göze çarpar:
Siyavuş adındaki Kyan Hanedanlığı’nın üçüncü kralının Keyhüsrev adındaki oğlu canlılar âlemini terk eder ve ardından Sushiante denilen kurtarıcının refakatinde tekrar kurmak üzere dünyaya avdet eder. Ebedîyete erişmek amacıyla tırmandığı dağın doruğunda gözden yitip gider.
Manuş Dağı’nda doğup büyüyen Menuçehr, Pişdadiyan Hanedanlığı’nın yedinci hükümdarıdır.
Yıllar sonra Simurg adıyla anılacak olan, Antik İran’ın Saêna adındaki ünlü bilgin ve mistiği Harzaebeh Dağı’nda yaşam sürüyor ve içlerinde ünlü pehlivan Rüstem’in babası Zâl’in de yer aldığı müritlerini bu dağda bir araya topluyor.
Gaddarlığıyla ün salan zalim Dahhak, Feridun tarafından Demavend Dağı’ında zincire vurulur. Bununla birlikte aynı dağ, Turan ve İran krallıkları arasında vukûbulan sınırı belirlemek amacıyla Araş tarafından fırlatılan ve İran’ın en güzel efsanelerinden biri olan Ok Efsanesi’ne de tanıklık yapmıştır.
Ulviliğin, erkin ve güzelliğin sembolü olarak kabul edilen dağ, bununla birlikte yaratıcının mukaddes ve ebedî olduğunu göstermektedir. Muhammed peygambere, Tanrı tarafından ilk vahiy Hira Dağı’nın doruğunda inmiştir. İsa peygamberin çarmıha gerilişi Golgotha Dağı’nın zirvesinde gerçekleşmiş, Musa peygamber Sina Dağı’nda Tanrı ile tanışmış ve Zerdüştçülüğün kutsal kitabı Avesta, Zarathustra tarafından Savalan Dağı’nın doruklarında kaleme alınmıştır.
Orada hakikat ile söylence ve mit iç içe geçmiştir: Hakikattir, zira peygamberimiz burası için Cennetin Kaynağı sözünü kullanmıştır; mittir, zira aralarında ünlü şair Firdevsî’nin de bulunduğu Tus bilginlerince dizelere aktarılan ve Keyhüsrev, Feriborz Rad ve Bahman Dej’i karşı karşıya getiren savaşlar, Savalan Dağı önlerinde gerçekleşmiştir. Ve neticede Azeriler tarafından inanılan bir söylence şöyledir: “Savalan Dağı’nda kar az olduğu zaman kıtlık kapımıza dayanmış demektir.” Erdebil kenti ile Savalan Dağı savaşçıların ve kahramanları otağı olarak kabul edilmiştir. Babak Koram Din ile Safevi hükümdarlarından Şah İsmail yiğitliklerini ve gözü pekliklerini Savalan Dağı’nda denemişler ve sonrasında Erdebil’de unutulması mümkün olmayan direnişlerine teşebbüs etmişlerdir.
Eskiden Zerdüştilerin Artavil olarak adlandırılan mukaddes kenti, Sasaniyan döneminde başlayarak Bârân-Pirouz adıyla anılır olmaya başlandı. Aradan asırlar geçtikten sonra Erdebil’de yaşayan Şeyh Safi-Al-Din’i’nin yaşamını yitirme sinin sonrasında  Erdebil kenti; umutların Kâbesi, Sufiliğin Mekke’si ve mistik yolun müritleri için mukaddes bir yer haline geldi. Safevîler devrinde suç işleyen, günâha giren herkesin Erdebil’e sığınması üzerine kent, süreç içerisinde Dar-al-amân adını almaya başlamıştır.
Devletçi-iktidarcı sistemin dışında kalmalarından ötürü genelde paylaşımcılığı baz alarak doğayla dostluk temelinde bir yaşam sürdüren Aleviler, yaşam alanı olarak devletin kolayca ulaşamayacağı dağlık ve ormanlık alanları seçmişlerdir. Paylaşımcı topluluklar için en uygun doğal savunma fonksiyonuna sahip olan dağlarda kurulan yaşam, ister istemez doğayla bir iç içeliği, bir birlikteliği ve samimi bir ilişkiyi, empatiyi geliştirmiştir.  Hayatlarını devam ettirebilmek amacıyla doğa tarafından kendilerine bahşedilen pek çok ihsanı kutsayarak koruma altına almışlar ve bununla birlikte doğanın kendilerine sunduğu lütuftan ötürü şükranlarını bu yolla ifadeye çalışmışlardır. Bu ahlâki yaklaşımın bir mahsulü olmalı ki, tıpkı bir ana gibi toplulukları bağrına basan, düşmandan koruyan ve birer kutsama üssü haline getirilen dağların dorukları, arınma ve Tanrıyla bütünleşme yerleri olarak kabul görür.
Devletçi-iktidarcı uygarlığın uzağında bulunan ve özgürlüğün ifadesi olan bu dağların zirveleri, özgürlük ile Tanrı’yı özdeş kılmanın, bağımsız birey ile Tanrı birliğini tesis etmenin mukaddes mekânlarına dönüşmüşlerdir. Tarihte Peygamber lerin birçoğu yeni bir ideoloji ile topluma giderken bu ideoloji-nin şekil almasını dağlarda yoğun tefekkürler sonucunda sağlamışlardır. Tanrı’nın emri adı verilen  bütün ayetlerin bu büyük halk önderlerinin dağlarda gerçekleştirdikleri tefek kürün semeresidir. Toplumun acıları ve sorunları karşısında hassas olan bu insanlar,  kendilerini günlerce izole etmek koşuluyla dağların özgürleştirici havasını soluyup, toplumun çektiği acılar üzerine düşünüp kafa yormuşlardır, toplumu; içinde bulunduğu kölelik konumundan kurtarmak amacıyla beyin ve yüreklerini ortaya koymuşlardır. Toplumu, yaşadığı derin kölelik konumundan kurtarıp canlandırarak Devletçi-iktidarcı sistemin karşısına dikilerek savaş ilan etmişlerdir. Ruhî sakinliği ve bağımsız mülâhaza gücünü elde etmek suretiyle sağlamış oldukları bu odaklanmalar ve vardıkları çözüm tasarıları, Tanrı’nın emri adı altında topluma aktarılmış, aydınlanan dimağlarla tarihin izlediği yolu değiştirmeyi başarmışlar, her zaman toplumsal direnme gücünü ve bağımsız olabilme ümitlerini diri tutup umutlarını yitirmemişler, paylaşımcı değerlerin ayakta tutulmasında kıstas değerinde bir görev üstlenmişler. Zerdüşt’ün Ahura Mazda’sı ve Ehrimen’i bu dağlarda elde ettikleri derin odaklanmaların bir semeresi şeklinde biçimlenmişler. Musa’nın On Emri Tevrat’ı, İsa’nın İncil’i, Muhammed’in Kur’an’ı bu tür uzun ve büyük odaklanmaların neticesinde ortaya çıkmışlardır. Büyük duygu ve düşünce gücü tarafından ortaya konulan bu toplumsal tasarılar, ıstırap içinde yaşam sürmeye çalışan topluma umut ışığı ve yepyeni bir soluk olarak bütün çağları etkisine almıştır.  Pek çok coğrafyada peygamberlerin odak lanmış oldukları bu tür yerler, toplum tarafından mukaddes uğrağı merkezine dönüştürülmüştür. Horasan’ın, Alevilerce değer verilen yerlerden biri olmasının ana nedenlerinden biri de Zerdüşt’ün devrim niteliği taşıyan büyük odaklanmaları bu coğrafyada yaşadığına olan inançtan kaynaklanmaktadır. Ki bu odaklanmaların bir neticesi olarak meydana çıkan bakış açısı tanrı-krallar döneminin son bulmasına yol açmıştır. Öte taraftan Zerdüşt’ün pek çok ateşgedelerinin bu coğrafyada yer alması da Horasan’a farklı bir anlam kazandırmıştır. Anlamını bu tarihî gerçeklikten aldığı düşünülen Horasan’daki xor’ eski dilde tanrı, san da kalkmak-uçmak’ anlamına gelmektedir. Horasan’daki yerel halk dilinde ise xor Tanrı, san, anlamındadır.
 Bir başka ifadeyle  ‘anrının yer’ ya da tanrının evi anlamına gelmektedir. Hiç şüphe yok ki, Alevileri; inadına Horasan’a dayandırmak arzusunda olan yaklaşımlar da yok değildir. Ancak Alevilerden pek çoğunun Biz Horasan’dan gelmeyiz söyleminin altında kuşkusuz ki bu gerçeklik yatmaktadır.
 

Zerdüştlük’te ve Alevilik’te Ocaklar 
 Ehl-i Beyt soyundan gelen ailelerin oluşturduğu çevresel inanç merkezi ve ekolüne ocak, bu ocaklara mensup olan kimselere de Ocakzâde denir. Ocakzâde olan, Alevi inanç sistemi içerisindeki ritüelleri ve cem erkânının uygulanmasını sağlayan kişilere de dede, baba ya da pir denir (Dede Kargınoğlu, 2010 b: 333).
Hacı Bektaş Ocağı’nın Babagân Kolu’nda ise böyle bir soy bağlantısı yoktur. Sıradan bir talip, hatta talip bile olmayan farklı bir inanç grubuna mensup birisi, Bektaşi tarikatına girerek dervişlik, babalık, halife babalık ve dede babalık gibi aşamalardan geçerek en üst makama kadar yükselebilir.
Alevilerin dinî örgütlenme biçimi dede ocakları etrafında yapılanmıştır. Aleviler bu dede ocaklarını Alevilik inancının temeli olarak kabul etmektedir. Alevi inancı günümüze kadar ocaklar çevresinde örgütlenen dede-talip topluluklarıyla ulaşmıştır. Ocakların müstakil profilleri ve karşılıklı olarak geliştirdiği inanç kurumu olarak yapılanışları, uygarlık tarihinde benzeri olmayan özel bir örgütlenme biçimidir. Aleviler için bu, son derece önemli inançsal, kültürel ve tarihsel bir birikimdir.
Son yıllarda ocak denince bir kısım araştırmacının aklına tekke, türbe, dergâh, zaviye, düşek, ziyaret ya da görkemli bir şekilde yapılmış olan, yemek pişirilen,  ateş yanan mekânlar veya yapılar gelmektedir. Oysa ocak, bir mürşit veya pir dede grubuyla o gruba bağlı taliplerin toplamıdır. Yani ocak, fiziksel bir mekân değil, dede ve talibin toplamından ibaret olan sosyal bir birimdir. Bundan dolayı karışıklığa meydan vermemek, ateş yanan yer ile Alevilikteki ocak kavramını birbirinden ayırmak ve netlik kazandırmak için Dede ocağı tanımını kullanmalıyız” alıntı. (hbvdergisi. gazi.edu. tr/ui/dergiler/ 60_ 20111 230 172534. pdf)
Zerdüştlük inancında ateşgedeler temel eğitim yerleridir. Buna karşın Alevilerin temel eğitim yerleri yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere ocaklardır. Alevilik’teki bu ocaklar, adını ateşin yandığı kutsal ocaklardan almaktadır. Alevi insanına Alevilik öğretisi ve inanç eğitimi, kutsal olarak kabul gören bu ocaklarda verilmektedir. Burada, can adı verilen inanç insanlarına, inancın gizlerinin tamamı öğretilmektedir. “Gördüğün ört, görmediğin söyleme” şiarıyla hareket eden Alevilerde giz, lalettayin insanın bilebileceği bir şey değildir. Sır bilen insan, ermiş, yüksek mertebeye ulaşmış yetkin insandır. Gizi öğrenmenin temel koşulu giz’i saklamayı bilmektir. İnanç, böylece mistik ve cazibeli bir hale getirilmek suretiyle insanların ruhsal arınma çıtası yüksek tutulur. İstenç ve şahsiyette sıçrama gerçekleştirilir. Sırları alacak düzeye gelmiş bir insan, kendisini en üst seviyede eğitmiş insandır. Bundan ötürü söz konusu olan bu ocaklar da eğitim görenlerin dışındakilerin giz’i bilmeleri mümkün değildir, sırların başkasına verilmesi ya da aktarılması söz konusu değildir. En kabiliyetli ve erişkin insanlar, alındıkları bu ocaklarda eğitimden geçirilir. Bu ocakların, Alevi inancının özünü koruyup idame ettirmesinde önemi oldukça büyüktür. Alevilik’teki devlet dışı paylaşımcı yaşam sistemi ve demokratik-direnişçi öz, bu ocaklar tarafından korunmaya alınmaktadır. Bu gerçeğin farkında olan devlet, bilinçli olarak Aleviliği dejenerasyona uğratmada bu ocakları dağıtmayı temel bir hedef haline getirmiştir. Bilhassa cumhuriyetin kuruluşunun yanı sıra Alevilere ait ocakları ve cemevlerini resmi bir yasa çıkarmasa da fiilen uyguladığı şiddetli baskılarla yasaklı kılmıştır. Alevi inanç eğitiminin sekteye uğratılmasıyla hatta yok edilmesiyle Alevi öğretisinin, Alevilerce öğrenilmesinin önüne geçmiştir. Ocakların etkisini yitirmesi babadan-oğula geçen ‘Pir’lik ve ‘Dede’lik vakıasını ön plana çıkarmış ve bu vakıa,  süreç içerisinde kurumsal hale getirilmiştir. Ciddi bir inanç eğitimine dayanmayan kulaktan dolma sözlerle-mitlerle Alevi inancında aşınma ve dejenerasyon yaratılmıştır. 
 
Dinsel Ritüel Olarak Cem ve Cem’in Güvenliği 
Cem Evleri, Alevi kültürünün koruma altına alınmasında ve kendini ayakta tutmada, paylaşımcılığı esas alan toplumsallığın devamında yaşamsal bir öneme haizdir. Alevilik inancındaki cem olayı, İslam inancından çok ana-erkil inanç ritüellerine daha yakın durur. Tıpkı anaerkil inanç ritüelleri gibi gizem dolu bir havada gerçekleştirilen cem,  söz ve hareket birlikteliğinin en güzel şekilde dile getiriliş şeklidir. Tanrı ile insan birliğini ifadesinin yanı sıra kadın-erkek eşitliğinin de devinimsel ifadesidir. Doğadaki karşıt cinslerin eşitliği ile canlılık-güzellik elde edebileceğinin ve varlığını devam edebileceğinin dile getirilişidir. Semâh da bu anlayışın somut hale getirilişinden başka bir şey değildir. Cemlerde; topluma, insana ve hayata dair sorunların tamamı masaya yatırılır ve ortak çözüm yoluna gidilir. Topluluk halinde elde edilen neticelerden herkes pay sahibi ya da sorumludur. Cem’e iştirak eden canların her biri toplumun menfaatini gözetmekle ve yaşamlarını güvenceye almakla yükümlüdür. Mesuliyet alma yaşına gelen  topluluğun her bir üyesi, ikrâr olarak da bilinen söz verir. Olgunluğa erişmiş her can dâra çekilir. Dâra çekilme; biri olgunluk yaşına erişmiş olmanın ve mesuliyet almanın gereği olarak insanın topluluk önüne çıkarak onay alma ve söz verme, diğeri de topluluk üyesi olan her hangi bir bireyin topluluğun menfaatini rizikoya uğratacak hal ve hareketlerin bulunması durumunda topluluğun karşısına çıkarak yargılamaya tabi tutulması olmak üzere iki türdür. Dâr’a çekilen canlar, içinde bulundukları toplumun yaşam kuralları ve ahlâksal değer yargıları hakkında bilgilendirilir. Toplumla bir arada yaşamanın hangi koşullar altında mümkün olabileceği izah edilen bireyden tutumunu açıkça ortaya koyması istenir.  Bu konuda bireyden ikrar (söz) alınır. Topluluk tarafından doyurucu bulunması durumunda birer birer ortaya konan sorumlulukları üstlenerek, gerekli kurallara riayet ederek tekrardan topluluğa kabul edilir. Bu; bireyin, topluma karşı bir tür sadık kalınacağına dair yeminidir, bir başka ifadeyle toplumla sözleşmesidir. İkrâr veren kimse, kâmil insan merhalesine gelmiş bulunmaktadır. Alevilik inancında bu tören şeklini; anaerkil etkilerin egemen olduğu topluluklardaki gençlerin çeşitli sınavlardan geçerek isim almayı hak etmesine benzetmek de mümkündür. Anaerkil topluluklarda her bir sınav, bir bakıma bireyin öz istenç sınavı olup topluluğa güven tesis etmeyi amaçlar. Bu sınavda başarılı olamayan genç kâmil insan ve güvenilir bulunmaz. Böyle bir durumda saygıda kusur edilmemesine rağmen kendisine önemli görevler verilmez. Alevi inancında durum, tamamen böyle olmasa da dara çekilme ve ikrâr biraz bu kültürün izlerini taşımaktadır. Bir tür istenç ve güven tesis etme sınavı olarak kabul görmektedir. Suçu ağır olanlara verilen cezalar da son derece ağırdır. Bireyin, toplumun menfaatini tehlikeye düşürüp güvenliğini ciddi manada riske atması durumunda düşkün ilan edilerek topluluktan tecrit edilir, topluluğun dışına atılır. Cemler, tarihin her döneminde hâkim sisteme karşı birer  muhalefet odağı gibi bir rol de oynamışlardır.  Tarihte adeta ezilenlerin muhalefet meclisleri olarak yer almışlardır.
 

Yaratılan, Yaratanın Zahirî Halidir 
 “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü” düstûruyla hareket edilen Alevilik’te semahlar, bireyin Tanrı’yla bütünleşmesi, Tanrı’dan gelip Tanrı’ya geri dönme inancının eyleme dönüşmüş biçimidir. Tıpkı dünyanın da içinde yer aldığı gezegenler ve yıldızların güneşin çevresinde dönmesi olayında olduğu gibi kadınlı-erkekli bir halka oluşturarak kendi ekseninde döner dururlar. Halka oluşturacak şekilde gerçekleştirilen bu dönüş, Tanrı’nın kendi içinde olduğuna olan inancın bir yansımasıdır. Tanrı, insandadır inancının bir tür eylemsel ifadesidir. Bunu; kendi iradesini Tanrı’nın iradesiyle, Tanrı’nın iradesini kendi iradesiyle birleştirmenin ve ruhsal ululuğa erişerek Tanrı’da yok olmanın hareketi biçiminde algılamak da mümkündür. Halka, hayatın devinimini, diriliğini, evrimini, sürüp giden bir değişim ve dönüşüm biçimindeki doğal yaşam döngüsünün ifadesinden başka bir şey değil. Bundan önceki paragraflarda da anlatıldığı üzere Alevilik’te insanı, Tanrı’dan soyut bir varlık olarak görmek olası değildir. Bir parçası olarak kabul edilen Tanrı, doğayı ve oluşumların tamamının toplamı olarak insanı kendisinden yaratmıştır. Bu bakımdan insan yaşam sürerken de ilahî özellik ve niteliklerini ifşa etmek koşuluyla tanrıyı kendisinde var edebilir, tanrısallaşabilir. Bu felsefeye göre ölüm, tekrar özüne dönmekten öte bir şey değildir. Kısaca; Aleviliğe göre yaratılan yaratanın zahiri şeklidir. Doğa ve insan Tanrı’nın birer görünümleridir. İnsan kötülüklerin ve çirkinliklerin ne kadar uzağında yer alırsa, yüreğini ve beynini temiz tutarsa, anlayışlı ve hoşgörülü olursa tanrısal özünü de bir o kadar  ortaya koymuş olur. Dikkatle incelendiğinde Zerdüştlük inancının da Alevilik inancının da dayanak olarak aldığı Tanrı anlayışı; tanrıça inanç döneminin, animizmin izlerini taşıdığı görülecektir.  Bilinmez ve görünmez olmayan Tanrı, kendisinden bir parça olarak yarattığı insana dost ve onunla birliktedir. İyilik yapmayı seven, dost ve hoşgörü sahibidir. Alevilerin Tanrı anlayışı; tıpkı Ana tanrıça inancında olduğu gibi hem yaşamın yaratıcısı, hem toplum yaşamının devam ettirici gücü, hem de yaşamın içinde insanlarla bir arada yaşamı paylaşan bir olgu gibidir. 
Bir bakıma Alevilik felsefesindeki tanrısal inanç, somut bir olgu olan toplumsal ahlâkın, soyutta kendisini ortaya koyma şeklidir. Tanrı,  toplumsal ahlâkı meydana getirmek ve her zaman yaşamsal kılmak amacıyla toplum tarafından geliştirilen yetkinlik düzeyinde seyreden soyut düşünceden başka bir şey değildir. 
Buradan hareketle esasen özgür ahlâkın kendisi olan Tanrı, ahlâkın ortaya çıkışına neden olan düşünce sistemi ise gene kaynağını toplumun somut, maddi ve manevi gereksinimlerinden, topluluğun yaşam karşısındaki cılızlığından, korkularından, isteklerinden, hayal ve özlem duyduklarından alıyor ise eğer -ki öyledir- öyle ise Tanrı, ortaya çıkan insanın kendisinden başka bir şey değildir. İnsanın kendi şuurunun sınırıdır, şuurun sınır noktasıdır. Bu şuurun yaşama dönüşmüş halidir, ahlâk. Hasretini çektiği yaşam şeklini; ‘tanrı böyle buyurdu’ şiarını dillendirerek düşünce gücünü ilahî kisveler altında ahlâkı ortaya çıkarmıştır. Ahlâk bu açıdan toplumun Tanrı’sıdır. Bir toplumun ahlâkı, o toplumun Tanrı niteliklerini ortaya koymaktadır. İnsan-toplum bilincinin en üst sınırını ifade eden Tanrı olgusu, Alevilik’te de en somut şeklini ahlâkta bulur.
Alevilikteki inanç felsefesinin en güçlü ve etkili ifadesi olan ve ‘halka namazı’ olarak kabul gören cemler ve semahlar; hem toplumsal dayanışmayı güçlendirmede,  hem ortaklaşa kültürü özümsemede, hem kişilik eğitimini sağlamada, hem de yaşamın anlam gücünü arttırmada son derece etken bir görev üstlenir. Yazılı hukukun bulunmadığı Alevilik’te; toplumun hukuku, ahlâki değer yargılarıdır. Devletçi-iktidarcı tarih süresince her zaman baskı ve tehdit altında yaşamaya zorlanan Aleviler, barış, kardeşlik ve dayanışmayı temel almışlardır. Toplumun yaşamını tehlikeye atacağına inandıkları bireycilikten ve düşmanlıktan özenle kaçınmışlar. Bu bakımdan toplumun, dış tehdit ve tehlikelerden koruması için iç huzuru, barışı ve dayanışmayı son derece önemsemişlerdir. Toplumu oluşturan bireyler, toplumsal çıkarları gözetmek koşuluyla toplum yaşamını güvenceye alma temelinde eğitmişlerdir. Ortaya koyarak geliştirdikleri her kural, bir açıdan nefsin terbiyesinin muhtevasıdır. Nefsine hâkim olamayan bireyin her tür kötü yola saparak toplum yaşamını olumsuz yönde etkilemesinde korktukları için buna engel olmak amacıyla bir ahlâk sistemi vücuda getirmişlerdir. Cem ayinlerinin ve semâhların icra yeri olarak kabul gören Cem Evleri ve cem törenleri aynı zamanda bu ahlâksal motifi meydana getirme ve ‘can’ olarak adlandırılan bireylere özümsetme yerleridir. Cem törenleri, topluma karşı sorumlu, iradeli bireyleri yetiştirme yeri gibi görülmüştür.  İkrar (söz) vererek toplumla  sözleşmesini yenileyen birey-can, aynı zamanda toplumsal ahlâkı da kazanmış demektir. Zorla ve baskı kullanmanın yerine bireyin iradesi esas alınarak ikrara gidildiği için kendi çapında özgür bir ahlâkı da ifade etmektedir. Sünni kardeşlerimizin affına sığınarak burada bir saptama yapmak istiyorum: Sünni inancında birey, küçük yaştan itibaren dinsel eğitime tabi tutulur. Bunun sonucu olarak da kendi inancını kendisi seçme hakkına sahip olmayan birey, kendisine empoze edilmeye çalışılan bilgilerin doğruluğunu ya da yanlışlığını kendi özgür iradesiyle seçemiyor. Buna karşın Alevilik’te dinsel kurallar; birey reşit olduktan sonra kendisine verilmeye çalışılır. Dolayısıyla birey, doğruyu ve yanlışı kendi özgür iradesiyle birbirinden ayırt etmeye çalışır.

        Eline, Diline, Beline (Nefse)
Hâkimiyet
 “Eline, beline, diline sahip ol” düstûrunu ilke edinen Alevilik’te ‘nefse hâkimiyet’in bir başka adı da ahlâklı olmaktır, özgür ahlâka vasıl olmaktır. Ahlâklı olmanın ilk koşulu; üç temel ilkesi bulunan nefs terbiyesinden geçmektir. Bu ilkeler bununla birlikte bağımsız bir ahlâkın da ana maddesidir. Bu ilkeler aslında kendisini terbiye eden ve can olarak adlandırılan bireyin; Tanrı’yı kendisinde, kendisini de Tanrı’da var edebilme gücüdür. Bir başka ifadeyle tüm insanî düşkünlüklerden ve zevklerden  kendisini arındırmayı başarmış, istençli, bağımsız ve topluma en yararlı noktada  bulunan insan, kendisindeki Tanrı’yı ortaya koymuş, kanıtlamış insandır. Bu noktaya erişmiş can, bireyler arasına ayrım koymaktan uzaktır. Tüm insanlara eşit uzaklıkta durur, hoşgörülüdür ve varlığına saygılıdır. Nefse hâkimiyeti esas alan ilkeler; insanın eline, diline, beline hâkim olmasıdır. Eline hâkim olmaktan kasıt; insanın hırsızlık yapmaması, kendisine ait olmayan objeyi almaması, hak etmediği şeyi yememesidir. Diline hâkim olmaktan kasıt; insanın yalan söylememesi, kimseye iftira etmemesi,  gereksiz yere konuşup kimseye rahatsızlık vermemesi ve kırmamasıdır. Beline hâkim olmaktan kasıt ise, insanın güdülerine egemen olması, karşı cinsi rahatsız edici, aşağılayıcı davranışlardan kaçınması, cinsel istismara neden olacak davranışlar içine girmemesi, özel ilişkisi dışında herkesi kardeş görmesi, eşine sadık yaşamasıdır. Kadın, Alevilik’te kültürün ve ahlâkın omurgasını oluşturmaktadır. Her ne kadar ataerkil tarihin yaratımı olan toplumsal cinsiyetçiliğin etkileri olsa da genel toplumsal gerçeklik kriterine göre bir kıyaslama yapıldığında Alevilerde kadın ile erkek arasında belli bir uyumdan söz etmek mümkündür. Alevilik’e göre, Tanrı’nın kadın ile erkeği kendisinden bir parça olarak eşit yaratmış olması nedeniyle kadına yaklaşım, son derece eşitlikçi ve  hakkaniyete uygundur. Kadının biraz daha serbest ve bağımsız bir şekilde yetişebilmesine katkı sağlayan şey; baskının ve zulmün sınırlarının çizilmiş olmasındandır. Evliliklerin tek eşli olduğu Alevilerde çok eşli evlilikler, ender olarak görülür. İslamiyet’te var olan çok eşli evlilik kültürüne Alevilerde pek rastlanmaz. Alevilerdeki çok eşli evliliklerin ana nedeni de ya çocuk sahibi olamamadan ya da çocukların sadece erkek veya sadece kız olmasından kaynaklanır. Kadına yaklaşım bir toplumun gelişmişlik, çağdaşlık ve özgürlük düzeyini ortaya koymasının yanı sıra o toplumun ahlâkının da bir göstergesidir. Toplumun ilerlemesinde ya da gerilemesinde kadın olgusu ve kadına yaklaşım, belirleyici bir etkendir. Kadın, erkekle ne kadar eşit ve özgür bir konumda bulunu yorsa o toplumun özgürlük düzeyi de o kadar yüksektir. Toplumun özgürleşmesinde kadın özgürlüğüyle birebir  ilişkisinin bulunduğu zaman ilerledikçe daha çok açığa çıkan ve varlığını yakıcı bir şekilde hissettiren bir  olgudur. Toplumun köleleşmesinin kökeninde de kadının köleleştirilmesinin ve sömürülmesinin olduğu muhakkaktır.  Aleviliği bu açıdan değerlendirdiğimiz zaman ilk göze çarpan şey, kadın ile erkek arasında belli bir anlayış, saygı ve eşitlik düzeyinin olmasına rağmen bu özgür ve eşit ilişki anlamına gelmemektedir.  Devletçi-cinsiyetçi sistem kültüründen önemli ölçüde bir etkilenmenin söz konusu olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Bilmeyenler bilsin beni
Ben nefsime dost olamam
Dinmese de gözüm nemi
Ben nefsime dost olamam
 

Lâle, sümbül dört bir yanım
Muhabbetle sevgi dinim
Arzuları çoktur onun
Ben nefsime dost olamam
 
İkrâr verdim ben bir yâra
Hasretinden yandım nâra
Daim koşar beni zora
Ben nefsime dost olamam
 
Hayranî bir olsak keşke
Sevdalanıp düşsek âşka
Sözüm yoktur bundan başka
Ben nefsime dost olamam”                              
                                    Sefil Hayranî/Mehmet Korkmaz
 
Zerdüştlük’te Mesih-Alevilik’te Mehdi İnancı
Zerdüştlük inanç sistemine göre evrenin var edilişi; dört dönemden meydana gelen 12.000 yıllık bir zaman sürecini ihtiva etmektedir.  Dördüncü dönem ölülerin dirilişi ve son yargılama ile nihayete erecek olan dönemdir. Bu dönemde İran Messianizmi  (Mehdilik) söz konusudur. Bu dönemin birinci bin yılın ilk yıllarında temiz bir bâkireden doğacak olan Zerdüşt’ün, tebliği on yüzyıl devam edecektir. Ardından zaman ilerledikçe evrenin genel ahlâksal durumu kötüye doğru hızla ilerleyecektir. Sonunda Zerdüşt sonrasındaki II. bin yılda, yine Zerdüşt'ün soyundan gelme bir peygamber zuhur edecek ve bu durum III. bin yılda da tekrarlanmasına rağmen III. bin yılda gelecek Saoşyant adındaki propagandist evrenin egemeni konumuna gelerek evreni güçlerden arındıracak. Zerdüşt'ün propagandasını tekrarlayacak ve bunun neticesinde evren; Zerdüşt’e inananlarla dolup taşacaktır. Bin yılın sonunda ise o, hâkimiyeti Ahura Mazda'ya teslim edecek ve bu suretle dünya nihayete erecektir. “Kutsal kitapları Avesta'nın çekirdeği sayılan Gaîhalar'da saoşyant kelimesi genellikle kurtarıcı anlamında kullanılmaktadır”(Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi Mecusilik maddesi. S.119-126, Isparta-2008).
 "Soeshyant (manası: Herkese, âlemlere rahmet) "(Kütüb-i Sitte ve muhtasarı tercümesi, İbrahim Canan, c. XV, s.280, Ankara-1992) anlamında olduğu da rivayet edilen "Saoşyant dünyaya gelmeden önce, yalan ve kötülükler dünyanın egemeni konumuna gelecek, küfür ve ahlâksızlık yaygınlık kazanacaktır. O, şeriatın getirdiği yasaklardan yana tavır alacak Avesta'yı rehber edinerek yalan ve kötülüklere karşı savaşım verecektir. Doğa değişime maruz kalacak; yıllar, aylar ve günler zamanla kısalacak, toprak çoraklaşacak ve verim veremez duruma gelecektir. Ekinler büyüyemez olacak, Güneş kararacak, depremler birbirini izleyecek, ülke, fakirlik ve felaketin pençesinde kıvranacaktır. Saoşyant gerçek bir hükümdar olarak dün yanın egemeni olacak, ülkesini tanrısal yasalar gereği egemenliğine alacak, zamanın son bulmasına (kıyamete) 57 yıl kala iki ayaklı cinsin şeytanlarının tamamını ortadan kaldıracak ve nihayette hâkimiyeti Tanrı Ahura Mazda'ya devredecektir. Daha sonra bunu umumi haşir ve hesap günü takip edecektir."
"Mecusi kültürü coğrafî ve tarihsel olarak en yüksek kültürlerin tam ortasında olduğu için mekân ve zaman olarak en yüksek kültürlerle ilişkide olabilecek tek noktadadır” (Josebh Campbell, Batı Mitolojisi, s. 334. Ankara-1995) "Bu sebeple Mecusi /Zerdüşt dinindeki Mehdi tasavvurunun İran üzerinden Hindistan'daki Budizm ve Hinduizm'e geçtiği ve bu dinlerin kendi özelliklerine göre geliştiği görülmektedir “(Ekrem Sarıkçıoğlu, A.ge, Mecusilik maddesi. S. 119-126, Isparta-2008). "Mecusi/ Zerdüşt dinindeki Mehdi inancının tarihte Babil Esareti (M. Ö. 586-538)'nden sonra Yahudiliğe de geçtiğini görmekteyiz. Pek çok Tevrat müfessiri de bu iddiayı doğrulamaktadır” (Ekrem Sarıkçıoğlu, A.ge, Mecusilik maddesi. S.119-126, Isparta-2008).
İbranice’de meşiah (Mashiah) şeklinde kullanılan ‘Mesih’ sözcüğü kurtarıcı anlamına gelmektedir. Ancak ‘mesih’ sözcüğünün İbranice olması, bu dinin öncesindeki dinlerde ve inançlarda ‘mesih’ kavramının bulunmadığı anlamı çıkarılmamalıdır. Ayrıca ‘kurtarıcı mesih’ beklentisi daha ziyade bir doktrin olarak görüldüğü Yahudilik’te göze çarpmaktadır. Alevi inancında geleceğin kurtarıcısı olarak kabul gören ‘Mehdi’ sözcüğü, muhtemelen, Mesih örgesinin Arap diline, İslam kültürüne adaptasyonundan kaynaklanmaktadır.
Apokaliptik kültür olarak adlandırılan ve kökeni Yahudi Kabbala öğretisine değin uzanan, gelecekte meydana geleceği öngörülen olaylar dizgesinin hemen hepsi gibi, Mesih/kurtarıcı anlatılarına da İslamî bir kılıf bulmakta zorlanılmamıştır. "Konunun mütehassısları, bilhassa Zerdüştlüğe dikkat çekerek, İranlıların Sasani kültürünü İslami alana taşıdıklarını belirtmektedirler” (Mehmet Durmuş, “Mehdilik İnancı Üzerine”, Nida Dergisi 2004 Kasım – Aralık sayısı).
 

Zerdüştilik’te Evlilik
Mazdekilik’in evliliğe ilişkin ortaya koyduğu varsayılan kural ve kaideler, tamamen yanlış anlaşılmakta, yanlış yorumlanmakta ve hatta Mazdeizm öncesindeki İran’da geçerli olan evlilikle ilgili kuralların, Mazdeizm inancı tarafından ortaya konulduğu şeklinde uzaktan yakından ilgisi bulunmayan gerçek dışı bûhtan edilmektedir. Deniş Saurat adındaki Londra Üniversitesi Profesörü; mazdeizmin, ana, bacı ve evlâtla evlenmeyi özendirdiğini yazması, bir gafletten öte bir şey değildir. Zira; iyi tetkik edildiği zaman görülecektir ki yakın akraba evliliklerinin tamamını menneden Zerdüştilik; en fazla amca kızı ile evlenilebileceğini söyler. 
Böyle bir durum, Mazdekilik öncesindeki İran’da söz konusuydu. Mazdeizm öncesinde yakın akrabalarla, hat­ta derecesi yukarıda belirtildiği ölçüde de olsa evlenmeye müsaade edilmesine rağmen bu insanlık dışı gelenekleri asla kabul etmeyen Zerdüşt, ömrü süresince bunlara karşı mücadele etmiştir.
Mazdeizm öncesindeki İran’da evlilik hususundaki bu yanlış ve yanlış olduğu kadar da çirkin geleneklerin dışında, ancak buna benzer başka ilginç gelenekler de yok değildi. Bunu örneklemek gerekirse evlenmenin di­nî açıdan şartlarının yerine getirilmiş sayılması için muğ adı verilen din adamlarından fet­va almak, bunun için de gelin adayının önce muğ ile gerdeğe girmesi gerekir. Kadın, ancak bundan sonra kocasına teslim olunurdu.
Zerdüşt’ün, bu tür adetlere karşı amansız bir savaşım verdiği ve «size kitap bırakdım, sizi şuurluluğa davet ediyorum. Kızınız, ana­nız, bacınız size haram kılındı» dediği halde or­taya koymuş olduğu dini, bu gibi kusurlarla karalamak bilgisizlik değilse nedir? 
Bununla birlikte Sasaniler (M.S.225-M.S.652) İmparatorluğu’nda ve Şah I. Kavad döneminde insanların bütün mallara ve kadınlara ortak olması gerektiğini ileri süren protososyalist Zerdüşt reformcu din adamı Mazdek’e göre suya, ışığa ortak olunduğu gibi her şeye ortak olunmalıdır, evlenme akti kaldırılmalıdır. Bazı kaynaklarda Mazdek’i taraftarlarıyla birlikte idam ettiren kişi, Nuşirevan olarak gösterilmektedir. Bu düşünceye katılmak olanaksızdır. Zira birçok kaynakta Mazdek’in ölüm tarihi; 524/528 olarak verilmektedir. Buna karşın Nuşirevan’ın hükümdarlık tarihi; 531-579 yılları arası olarak verilmektedir. M.S. 531 yılında hükümdarlık tahtına oturan bir kişi, nasıl olur da 524/ 528 arasındaki bir tarihte Mazdek’i, taraftarlarıyla birlikte idam ettirir. Bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Mazdek, taraftarlarıyla birlikte isyan etmiş ve bunla­rın tamamı Mazdek’le birlikte öldürülmüşse de, ileri sürdüğü fikirler, bir gelenek haline dönüşerek belirli bölgelerde yaşamını sürdürmüştür. 
“Zerdüşlükten ilham alan Mazdek, Mani inancındaki ikili telâkki (ışık-karanlık, iyilik-kötülük mücadelesi) üzerine, o tarihlerde yorulan ve iktisadî darlık içine düşen topluluğu ıslah etmek iddiası ile sosyal huzursuzluk etkenlerini de ekleyerek, düşüncelerini yaymaya başladı. Buna göre insanların saadetini bozan iki unsur: servet ve kadın, herkesin ortak malı olarak kabul edildiği takdirde yeryüzünde kötülük kalkacaktı. Bu, o zamanlar ilkel komünist propaganda neticesinde servet sâhipleri ve âile müessesesine karşı kışkırtılan halk, Mazdek ve müritleri tarafından ayaklandırıldı. Asîller ve din adamları öldürüldü. Kadınlar tecavüze uğradı, evler, konaklar yağmalandı ve tahrip edildi. Devletin sıhhat kazanacağı hususunda Mazdek’e inanmak gafletini gösteren Şah Kavad (M. 488-531) da hapsedilmişti, fakat o kaçmak imkânını bularak komşu Akhunlara sığındı. İran’da olup bitenleri-takip eden Akhun hükümdarı, insanlık yararına hiçbir şey göremediği Mazdek hareketini kırıp yok etmek için, Kavad’ı 30 bin kişilik Hun süvâri birliği başında İran’a gönderdi (M. 499)”. (www. hanemiz. Com /buyukasya-hun... /173087-mazdek-visyani. html)
Nihayette, bir zamanlar İran’da mevcut olan ancak Mazdeizmle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi olmayan etik dışı birçok kötü geleneğin faturası; bilinçli olarak ya da farkında olunmadan Zerdüştlüğe mal edilmeye çalışılmıştır. Bunun gerçekle hiçbir ilgisinin bulunmadığını, günümüzde topluca yaşayan Zerdüşt inancındaki insanların yaşam ve evlenme şekillerini mercek altına almak suretiyle doğrulamak zor bir iş değildir. 
Her ikisinde de tek eşlilik ilkesinin bulunduğu Zerdüştlük’le Alevilik’in ortak ilkelerinden biri de Kadın ile erkeğin birbirlerine arkadaş olarak yaratıldığı ilkesidir.
İki inanç arasında mevcut olan kayda değer benzerliklerden biri de “Evlilikte Kuşak Bağlama Olayı”dır. Son zamanlara değin 6 ya da 10 yaşındaki çocuklara beyaz gömlek giydirilerek beline kuşak ya da kemer bağlanılan Alevilik’te de tıpkı Zerdüştlük’te olduğu gibi gelinin beline kuşak ya da kemer bağlama geleneği mevcuttur. 
Zerdüştçülük geleneklerine göre Tanrı, kadın ile erkek bir arada ve birbirine arkadaş olarak yaratılmıştır. Arkadaşlar arasında eşitliği temel alan Zerdüştlük inancında kadın ve erkek eşit bir olarak kabul edilmiştir. Zerdüştlük inancının yayıldığı bölgelerde çok eşliliğin azalmasına rağmen tek eşlilikte ise bir artış yaşanmıştır.  Kadınların evlerinde çocukların anası olması, çocuklarını yetiştirmede ve onlara iyilikler ile yurtseverlikleri aşılamada en etkin kimse olduğunu belirten Zerdüşt, erkek çocukların anaları olarak, ülkelerini şer güçlerden koruması ile mal, can ve namuslarını korumada kadınların, eğitip yetişmelerinde önemli görev üstleneceklerini söylemiştir.
 

Zerdüştîlik’te ve Alevilik’te İbadet
İnsanları, özel bir öneme sahip olan sabah namazına kaldırmak amacıyla öten horozun, kutsal hayvan olarak kabul edildiği Zerdüştlük inancında günde beş kez ibadet ön görülmektedir. Asıl kıble olarak kabul edilen Güneş’in bulunmadığı durumlarda ateşe yönelinir.
İlk zamanlarda açık alanda icra edilen ibadet, zaman ilerledikçe ateşgedelerin inşa edilmesiyle kapalı alanlarda icra edilmeye başlandı. İbadet, toplu halde yapıldığı gibi bireysel olarak da yapılabilir. Buna engel hiçbir mani yoktur. Topluca gerçekleştirilen ibadetler, Mubit adı verilen din adamlarınca yönetilir. Zerdüşt inancında görevli olan din adamlarını; Mubit, Herbit ve Destur olmak üzere üç gruba ayırmak mümkündür.
Zerdüştlük inancında dinî ibadetle doğrudan ilgili olan şarabın, dinî düşünceleri geliştirmeye, derinleştirmeye ve ruh gözünü açmaya neden olmasından ötürü son derece önemli olduğu belirtilmektedir. Zerdüştlüğün kutsal kitabı olarak kabul gören Avesta’nın bölümleri olan Gathalardaki bilgilere göre dinî inanç sahasında şarkı ve şiirler büyük öneme haizdir. Zerdüştlük’te Cennet’in şarkılı bir yer olarak değerlendirildiği göz önünde bulundurulduğunda şarkı ve şiirlerin, bu inanç için ayrı bir önemi olduğu unutulmamalıdır.
Zerdüşt inancında ibadetin gündüz ve Güneş’e karşı doğanın en müstesna yerlerinde gerçekleştirilmesi, bu inancın düalizmden; karanlık-kötü, aydınlık-iyi ve ateşin kutsal olarak kabul edilmesinden ileri gelmektedir.
Alevilik inancındaki “Dara Kalkma, Dardan İndirme ve Yol Düşkünlüğü” ve bu inancın bir düstûru olarak kabul gören “Eline, Beline, Diline Sahip Ol” ilkesi ile Zerdüştlük’teki “İyi Düşünce, İyi Söz,  İyi İş” (Humata, Hukhata, Huvarsta)  ya da İyi düşünmeli, iyi söylemeli, iyi Yapmalı (Humata, Hukhata, Huvarsta) ilkesi arasında son derece önemli bir benzerlik söz konusudur.
Zerdüştlük’te; 21 Eylül günü kutlanan ve 6 gün devam eden Mihrican Gahanbar adı verilen bayram, Işık Tanrısı Mithra’ya adanmış bir bayramdır. Dersim Aleviliğinde de Aralık ayının son üç gününde Gaxand ya da gagand olarak kutlanan benzeri bir bayramdır.
Tıpkı Alevilik inancında mevcut olan Cem Törenleri’nde olduğu gibi Zerdüştlük’te de kadın ve erkeğin ayırım gözetilmeksizin bir arada ibadet etmeleri esası bulunmaktadır.
Şiirsel bir din şeklinde kabul gören Zerdüştlük inancında beyitler, Mazda inancının temelini oluşturmasından ötürü Zerdüşt’ün sözleri, vaazları şiirseldir ve beyit niteliği taşımaktadır. Alevilik inancında saz eşliğinde okunan duvazlar, deyişler, gülbengler, beyitler ve şiirsel ibadet Zerdüştlük’ten kaynaklanmış olabilir.
 Zerdüşt öğretisinde ve Mazda inancında Kelime-i şahadet; Zerdüştilerce Fravarane (itikat) adı verilen ve tanıtım amacı güden "Ben kendimi Mazda'nın tapıcısı ve Zarahustra'nın takipçisi olarak açıklıyorum. Kötü güçlerin düşmanı iyi güçlerin dostuyum. Ahura Mazda'nın kurallarına bağlıyım." şeklinde bir temel dinî cümleleri mevcuttur. Bu; İslam inancındaki Kelime-i şahadet ile anlam bakımından bir benzerlik arz etmektedir. Şöyle ki; "Ben Allah'ın birliğine, Muhammed'in onun kulu ve resulü olduğuna şahitlik ederim." Görülüyor ki, birinde tanrı, Ahura Mazda; ötekinde Allah'tır. Birinde peygamber Zerdüşt, ötekinde Hz Muhammed'dir. Kötü güçlerin düşmanı, iyilerin ise dostu.
 
Zerdüştîlik’te Kurban
İran’da Mazdeizm öncesinde yaşam süresinin uzatılabilmesi amacıyla yaygın durumda olan toplu hayvan kesme inancını ortadan kaldırmak için büyük bir mücadele çalışmasına başlayan Zerdüşt’ün asıl amacı; hayvanları korumaya yönelik olduğu kadar, sosyal görüş açısının genişliğinde de aramak lâzımdır. Hakikaten de hayvanların toplu bir şekilde ortadan kaldırılması, toplumun parasal gücünü olumsuz olarak etkiler.  Bu etkiyi göz ardı etmek olanaklı değil. Zira bu durum, Zerdüşt tarafından ortaya konulan öğretilerle tezatlık oluşturmaktadır. Toplumu meydana getiren fertlerin çok büyük bölümü yiyecek bulamıyorken, arta kalan azınlığın ömür uzatma amacıyla toplu bir biçimde hayvan kesimini benimsemesi, Zerdüşt’ün sosyal adalet ilkeleriyle tezatlık oluşturmasından ötürü kan­lı hayvan kesimi, Gathalarda menedilmiştir. Tıpkı Yahudilik’teki gibi Zerdüştilik’te de ateş yakmak, kurban olarak kabul görürdü. 
Kurban; Zerdüşt öncesinde; Deva ya da Div olarak adlandırılan ve Kötülükçü Tanrı Ehrimen'in yardakçıları olarak görülen şeytanlar tarafından verilecek zararlara engel olunmak amacıyla kesilirdi.  Bu yolla, kendilerine kesilen kurbanlardan etrafa yayılmış olan buğularla beslenerek yaşamlarını sürdürdüğüne inanılan şeytanlara ibadet edilmiş olunurdu. Kurban kesimiyle ilgili mücadelede bunu kıstas olarak kabul eden Zerdüşt, sığır eti yemeye de yasak getirdi (Bu yasağın mevcut olduğu Hindistan'da da inek, mukaddes hayvan olarak kabul edilmesinden ötürü kesilmez. Aynı durum, İslâmiyet ve Yahudilik inancında da domuz etinin yenmesi yasaktır).
Temiz hayvanlar olarak görülen kedi ve köpeklerin; öldürülmesinin, affedilmesi mümkün olmayan suç olarak kabul edildiği Zerdüştçülük’te döllenme ve çiftleşmeye engel olmak kesinlikle yasaklamıştır. 
 
Zerdüştçülük’te Ölüm ve Sonrası
Zerdüştlük’te her insan, ölümü sonrasında bir yargılanmadan geçecektir. Bu genel yargılanmanın yanı sıra gene her insan ölümü sonrasında, Müslüman inancındaki Sırat Köprüsü ile aynı olan Çinvat (Tişinvet) Köprüsü’nden geçerek özel bir sınava da tabi tutulacaktır. İyiler; bir başka ifadeyle yaşamları boyunca hep Ahu­ra Mazda’nın safında savaşım verenler, öbür dünyaya zahmetsiz bir şekilde ulaşacaklardır; kötüler ise «Drucların evinde», bir başka ifadeyle cehennemde şeytanların dışında yaşayan yalan ile onun yardakçıları olan cinlerin bulunduğu yerde kin ve hasetle yaşamak zorunda olacaklardır. 
Zerdüştçülüğü ele alırken, hemen son büyük hesaplaşmaya geçmek mümkün değildir. Zira bu inanışta büyük hesaplaşma öncesinde gerçekleşmesi gereken bir “Bireysel Hesaplaşma Durağı” bulunmaktadır. Bu “Bireysel Hesaplaşma Durağı”nı geçmeden “Nihai Büyük Hesaplaşma Durağı”na varmak olası değildir. Birey olarak insanın, bilinen yaşam kesitinin son bulması, bir başka ifadeyle insanın ölümüyle başlayan “Bireysel Hesaplaşma Süreci”, Aryan mitolojisinde farklı zaman kesitlerinde farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Yani birbiriyle uyum içinde değildir.
Zerdüştçülük yorumlarına göre ölümün gerçekleştiği andan itibaren İnsanın ruhu (urvan-avdenak “Urvan” teni şekillendiren, onun belli bir şekle girmesini sağlayan ruhsal öğedir) ayrıştığı cesedin başından, üç gün boyunca ayrılmaz. Üç gün, üç gece bedenin yanında, geçmişteki yaşamı boyunca yapmış olduğu işlerin durumuna göre sıkıntı ya da sevinç içinde bekler. Üçüncü günün sonunda ruh, Yeraltı Ülkesi’ne doğru seyahate çıkar. Ancak ruhun bu krallığa seyahati hemen başlamadığı gibi kolay da değildir. Gitmek zorunda olduğu bu ülke, İran mitolojisine göre "ölümlü ilk insan" olan Yima tarafından yönetilen Yeraltı Krallığı’dır.
Bu üç günlük süre, ölünün aşağıya doğru seyahatinde yaşamsal bir öneme haizdir. Çünkü bu süre boyunca tetikte bekleyen şeytani güçler, savunmasız durumdaki ruha saldırmak için fırsat kollamaktadır. Şeytani güçlerin, ölen kişinin ruhuna verecekleri zararın önüne geçmek, ölünün geride kalan yakınlarına düşmektedir. Onlar bu süre boyunca mezarı başında ağlaşır, dua ederler.
Üç gün boyunca oruç tutup kurban keserler. Bu kurbanı, kutsal ateşe sundukları törenler eşliğinde kutsarlar. Bu üç günlük süre boyunca ölünün başında dualar okuyan Muğ adındaki din adamları, sunulan tüm gıdaları, eti kutsadığı gibi kutsardı. Zerdüştiler bununla birlikte ölülerine bu süre boyunca, temsili olarak yiyecek temin etmeyi ve onların mezarları başına giyim eşyası taşımayı da savsaklamazlardı. Bu şekilde davranarak kendilerine muhtaç durumda olan ölülerini hem beslemiş hem de giydirmiş olurlardı. Böylelikle ölüler, sonradan başlayacak yolculuk için güç kazanmış olurlardı. Dördüncü günün sabahında ölü, artık tek başına çıkacağı seyahate hazır sayılırdı.
Ruh, yaşan­mış olan hayatın şekline koşut bir şekilde iyi ya da kötü kokan bir rüzgâr tarafından çok güzel bir genç kız ya da çok çir­kin bir yaşlıyla; bir başka ifadeyle iyi ya da kötü bir rehberle karşılaştırılmak üzere bulunduğu yerden alınarak yaşamı süresince işlediği iyi ya da kötü amellerinin muha­sebesinin yapılacağı köprünün yanına götürülür.  Hükmün verilmesi sonrasında ruh, cehennemin üzerindeki köprüden geç­mekle zorunludur. Köprü; iyi ruh için üzerinde yürüdükçe genişle­yen bir yol haline dönüşürken, kötü ruh için incele incele keskin bir ustra haline gelir ve ruhun cehenneme düşmesine yol açar (Prof. Saurat, D.: Histoire des religions, sf. 134). Bu geçiş sonrasında günâh işleyen insanlar, Duzeh adı verilen cehenneme düşerlerken, iyi âmeli bulunanlar da Bihişt (Behişt) olarak adlandırılan cennete giderler.
Belli olmaz bakarsın ölünün kendisinden önce giden yakınları, Yeraltı Krallığı’nda onun yolunu gözlemeye ve kucaklamaya hazır beklemektedirler. Ama kucaklaşmak için aceleye gerek yok. Çünkü; ölünün daha kat etmesi gereken çok yolu bulunmaktadır. Birinci dönemeçteki bu ilk tehlike, bir yeraltı nehri. Bu karanlık nehri geçmek amacıyla ya bir su taşıtı ya da geçit aracı gerekir.
Bu konu, Zerdüşt tarafından daha da kusursuz bir hale getirilmiş. Müslüman inancındaki Sırat Köprüsü’ne benzer bir köprü var. Adı, Çinvato Pereto, Tişinvet Köprüsü. Köprünün iki yanında birer yırtıcı köpek. Geç geçebilirsen. Ölünün, bu zorlu ve tehlikeli yolculuk karşısında yapabileceği hiçbir şey yok. Görev, ölünün dünyada kalan yakınlarına özellikle de büyük oğula düşerdi. Onun dua etmesi, her gün bir kap yemek pişirip yoksullara dağıtması, bir din adamına dua ettirmesi gerekirdi (Dersim’de de bu gelenek mevcuttur. Ölen kişi için öldüğü günden itibaren kırk gün süreyle pişirilen yemek, günde bir komşuya verilir). Yiyecek dağıtma işinin, üçüncü gününden itibaren başlayarak otuzuncu güne kadar devam etmesi gerekir. Otuzuncu gün bir kurban kesilerek dinî bir tören düzenlenirdi. Böylelikle ölünün, Yeraltı Krallığı’na daha iyi uyum sağlayacağı sanılırdı. Ancak ölü, hâlâ büyük bir desteğe ihtiyaç duymaktadır. Bu gereksinim kuşkusuz bir şekilde yerine getirilir. Bundan sonraki dönemde her ay ölünün ruhuna adanacak bir kurban, bu destek için yeterli olacaktır. Aylık kurban kesimi, bir yıl boyunca devam edecektir. Birinci yılın sonrasında dünyevi gıdaya olan sembolik bağımlılığın azalacağına hükmolunduğu için bundan sonra kurbanlar yılda bir kez kesilir ve bu işlem aralıksız otuz yıl sürerdi.
Zerdüştçülük felsefesine göre ölüm; bir kötülük nişanı ve şeytan işi­dir. Ölüm gerçekleşince ruh, bedeni terk eder. Buna rağmen Zerdüştîler ölümden korkmazlar, aksine ölümü severler. Zira onların inancına göre dünya; zor ve zahmetli işlerin, kötü eylemlerin gerçekleştiği yerdir. Çünkü kötülükçü Ehri­men orada sanatını icra eder. Ölüm ise dünyanın meşakkatlerinden kurtulmak için verilen mücadelenin son bulması demektir. Gerçek hayat, ölüm sonrasında başlayacaktır. Tabii ki; ölüm sonrasındaki güzel yaşam, yukarıda bahsi geçen sınavı başarı ile atlatmış olanlar için söz konusu­dur.
Ahura Mazda inancına göre ateşi, suyu ve toprağı bir cesedin tema­sı ile kirletilmesi günâh sayıldığı için ölüm sonrasında cesedin, “Sessizlik Kuleleri” olarak adlandırılan yüksekçe yerlerde köpeklere ve akbaba­lara terk edilmesi gerekir.
Zerdüştçülük inancına sahip başka bir mezhebe göre de bir insan öldüğü zaman, ölünün etlerinden sıyrılan kemikleri bilimsel adı “ossuarium” olan ayrı bir kaba ko­nurdu. 
Ancak burada bir hususun altının çizilmesi gerekir: Bu gibi adetlerin, daha sonraki tarihlerde ve özellikle Muğ adı verilen din adamlarınca Zerdüştçülüğe mal edilmiş olması muhtemeldir. Zira Muğ adı verilen bu din adamları, Perslerin kendilerinin özel adetlerine uymamalarına ve ölülerini toprağa gömmelerine çok kızarlarmış. Nitekim bilindiği üzere Ahameniş hükümdarları en ko­yu Zerdüştçülerdi. Buna rağmen Ahameniş hükümdarlarının hepsinin mezarları bulunmaktadır. Zerdüştçülüğün sağlam ahlâki kurallara oturtulması, ölüleri toprağa gömmeme geleneğinin bu dine sonradan ithal edilmiş olabile­ceği düşüncesini doğrular niteliktedir.  
Kıyamet ve Ahiret inancı
Zerdüştçülüğe inananlara göre Zerdüşt dünyanın üçüncü döneminde gelmiştir. Avesta'nın Yaşt Bölümü’nün 13:141’de Zerdüşt'ten sonra peygamber olarak yine Zerdüşt'ün soyundan ya da Zerdüşt'ün bir kızla doğrudan birleşmesinden her bin yılda bir peygamberin geleceği belirtilmektedir. En son gelecek olan Asvart-Arta, dünyayı kötülüklerin tamamından temizleyip kurtaracağı belirtilmektedir. Bunların zaman ve sırası ile şöyle belirtilir:
 
3000 yılı sonuna kadar Zerdüşt
2000 yılı sonuna kadar Uxşyat-Arta
1000 yılı sonuna kadar Uxşyat-Nemah
0 yılı sonuna kadar Astvart-Arta
 
Zerdüştçülüğe göre Zerdüşt sonrasında üç peygamber gelecektir. Sonra üçüncü peygamber döneminde yargılanma için son mahkeme kurulacaktır. Sonunda Ahura Mazda'nın zamanı gelecek ve iyi amele sahip olan insanların tamamı, öyle bir dünyada yaşayacaklar ki, ne hükümranlık ne de haksızlık söz konusu olacak. Karanlığın bulunmadığı, üzüntünün yaşanmadığı bir yaşam başlayacak. Kötülüklerin tamamı eriyen metalle Tanrı tarafından ortadan kaldırılacak.. Ölüler dirilecek, yaşam ya da ruh geri dönecektir. Dünyada ne yaşlılık ne de ölüm söz konusu olacak. Sonunda ebediyete değin mutluluk içinde bir yaşam başlayacaktır, denilmektedir.
Yeniden diriliş konusu Avesta 'da;
 

“Ölüler dirildiğinde
Yaşayanlar yaşlanmadan gelir
İsteğe göre yaşantılar düzenlenir”
(Yaşt 19:11,89) diye belirtilir.
 
Zerdüştlüğün kayda değer inançlarından biri olan Kıyamet ve Ahiret inancı; semavî dinler şeklinde nitelendirilen İslamlık ve Hristiyanlık dinlerinin “kıyamet” ve “ahiret” inancı ile örtüşür. "Dördüncü devre, ölülerin canlanması ve son yargılama ile son bulacak olan dönemdir." "Zerdüştlüğe göre dünyayı ortadan kaldıracak büyük bir yan­gın sonrasında ye­niden kurulacak olan dünyada, Ahura Mazda'ya inanıp onun safında yer alanlar bulunacaktır. “Çinvat Pereto” denilen ‘Tişinvet Köprüsü’nden geçmeyi başaran iyi ruhlar, yeni dünyanın kuruluşuna kadar cennette, kötü ruhlar ise cehennemde kalacaklardır…
Kıyamete ilişkin son derece enteresan öğretilerin yer aldığı Gathalar'da, insanı, ölüm sonrasında bekleyen şeylerden söz edilir. Dünyada var olan yaşam ile ahretteki yaşam arasında sıkı ilişki bulunmaktadır. Tanrı, iyiliklere ödül, kötülüklere ceza verecektir. Ruhlar, bir tür “Sırat Köprüsü” olan Çinvat Peretu (Tişinvet Köprüsü)'dan geçeceklerdir. Ahura Mazda'nın mahkemesindeki yargılanma sonrasında iyilik yapan ruhlar, sonsuz Işık Ülkesi’ne kötülük yapan ruh­lar da Karanlıklar Ülkesi’ne gideceklerdir (Mehmet Aydın, Dinler Tarihine Giriş, s. 135, Konya-2008).
"Zerdüşt'ün ilginç fikirlerinden birisi de, içinde yaşadığımız dünyanın sonlu oldu­ğu fikridir. Bu son dönemde Ehrimen yok edilecek, dünya kusursuz biçimde yeni­den kurulacak, yeni dünyaya yerleşen iyi­ler sonsuz mutluluk içinde yaşayacak­lardır. Çok müphem olmakla beraber Gathalarda ölülerin dirilişine de işaret­lerde bulunulmuştur." (Mehmet Aydın, A.g.m., Zerdüşt maddesi, s. 849-853, Konya-2005.).
"Zerdüştiliğin zaman anlayışı Sami dinleri dediğimiz Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet’in zaman anlayışı ile benzerlik oluşturmaktadır. Bu dinlere göre zaman doğrusal bir çizgi gibi sonsuzluktan başlayıp sonsuzluğa doğru gider. Yaratılış ise belli bir noktada başlar, devam eder ve sonunda kıyamet dediğimiz bir sonla tamamlanır. Kıyametten sonra ise zaman sonsuz olarak devam edecektir. Doğrusal zaman anlayışı dışında Hint dinlerinde olduğu gibi bir de döngüsel zaman anlayışı vardır. Döngüsel zaman anlayışında yaratılış bir noktada başlar belli devirlerden sonra sona erer. Bir sükûnet döneminden sonra yaratılış yeniden başlar ve böylece tekrarlanarak devam eder” (Huzeyfe Sayım, A.g.e, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 16 Yıl: 2004/1,s.92).
"Zerdüşt dininin esaslarından bi­ri de ahiret hayatına inanmaktı. O, insan hayatının bu maddi âlemdeki ölümle son bulmadığını, aksine bundan sonra da bir hayat olduğunu söylerdi. Ona göre dünya hayatından sonraki hayatta iki âlem vardı: Saadet âlemi ve sıkıntı âlemi. Dünya hayatında Salih amel işleyenler saadet âlemine girer­ken, benliklerini şerlerle kirletenler sıkıntı âlemine girerlerdi. Ruhun baki kalması da Zerdüşt dininin temel inançların­dan biridir. O, nefsin fânî olduğunu, ruhun ise ölümden son­ra bile bâki olup yaptıklarının karşılığını göreceğini söylerdi”(Ebu'l-Kelâm Âzâd, A.g.e, s.93.İstanbul 2004).
"Gathalar'da kıyametle ilgili öğretiler ol­dukça ilginçtir. Burada, insanı ölümden sonra bekleyen şeyler anlatılır. Dünyadaki hayatla ahiretteki hayat, sıkı ilişki içinde­dir. Tanrı, iyilikleri mükâfatlandıracak, kötülükleri cezalandıracaktır. Ruhlar, bir nevi “Sırat Köprüsü” olan Çinvat Peretu'dan geçeceklerdir. Ahura Mazda'nın mahkemesinden sonra iyilik yapanlar sonsuz ışık ülkesine, kötülük yapan ruh­lar ise karanlık ülkesine gideceklerdir. Zerdüşt'ün ilginç fikirlerinden birisi de, içinde yaşadığımız dünyanın sonlu oldu­ğu fikridir. Bu son dönemde Ehrimen yok edilecek, dünya kusursuz biçimde yeni­den kurulacak, yenidünyaya yerleşen iyi­ler sonsuz mutluluk içinde yaşayacak­lardır. Çok müphem olmakla beraber Gathalar'da ölülerin dirilişine de işaret­lerde bulunulmuştur” (Mehmet Aydın, A.g.m., Zerdüşt maddesi, s. 849-853, Konya-2005).
Zerdüşt dinindeki, İslam kültüründe bulunan Sırat köprüsünün benzeri bir anlatım dikkat çekicidir. "İyi kişinin ruhu Sırat (Cinwad) Köprüsü’ne ulaştığı zaman onun "din"i güzel bâkire şeklinde ve yanında iki de köpek gelir ve iyi insanı Sırat (Cinwad) Köprüsü’nden geçirir”(Ali Erbaş, A.g.e, Dinler tarihi araştırmaları dergisi II, s.273, Ankara-2000,). Zerdüşt vaazlarında sık sık yakında meydana gelecek bir hesap gününden haber veriyordu. Yalnız, bu hesap günü Mazdeist olmayanlar içindi. Çünkü ölümün 4. günü sabahı ruh ahirete gider. Eğer mümin ruhu ise, Sraoşa tarafından gök cennetine götürülür. Kâfir ruhu ise, dünya ile ahireti birleştiren Sinvant Köprüsü (Ayrılık Köprüsü, Sırat Köprüsü) denen bir geçidin altında kurulu cehenneme düşer. Köprünün ortası bir kılıcın ağzı gibidir. Mümin geçerken genişleyip 15 mızrak eninde rahat bir yol olur ve mümini ebedî ışık cennetine ulaştırır. Kâfir ruh geçerken köprü dikine genişleyerek üzeri kıldan ince, kılıçtan keskin olur ve imansız ruhu cehennemin sonsuz derinliklerine düşürür. Hatta köprü başında bekleyen melekler, mümin ruha kılavuzluk edip cennete götürürken, imansız ruhu cehenneme iter” (Ekrem Sarıkçıoğlu, A.ge, Mecusilik maddesi. S.119-126, Isparta-2008).
İslâm kültüründe bilhassa hadis külliyatında yer alan Sırat Köprüsü inancı ve anlatımları, Zerdüştlük/Mecusîlik'teki (Cinwad)  Tişinvet Köprüsü inancı ile ayniyet teşkil etmektedir.
Buhârî'de yer alan bir rivâyet, Sırat Köprüsü’nü şöyle tasvir etmektedir: "..Sonra Cehennem'in üzerine köprü kurulacak ve şefaate izin verilecek. .. Denildi ki: 'Ey Allah'ın resulü, köprü nedir ve nasıldır?' 'Köprü son derece kaygandır. Onda Necid'de bulunan Sa'dân denilen diken gibi çengeller, kancalar ve demir dikenler vardır. Mü'minlerden kimi göz açıp kapayıncaya kadar, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi küheylana binmiş gibi, kimi deveye binmiş gibi oradan geçecektir. Kimi hiçbir şey olmadan sapasağlam, kimi yüzü ve vücudu tırmalanmış olarak geçip kurtulacak, kimisi de cehenneme sapır sapır düşecek ….(Rûdâni, A.g.e,  c.V, s.387.).
Buhârî, Müslim ve Nesâî'de yer alan bir hadiste ise Sırat Köprüsü şöyle tavsif edilmektedir: "Ebû Saîd dedi ki: "Duyduğuma göre köprü (Sırat) kıldan ince, kılıçtan keskindir” (Rûdâni, Büyük Hadis Külliyatı, c.V, s.388.).
Gelecekteki evrensel bir yargılamadan söz eden Zerdüşt’ün 3.000 yıl sonrasında Kötülükçü Tanrı Ehrimen’in gücü ortadan yok olacak ve hakikat-adalet evi kurulacaktır. Böylece itaat ruhu zaferi kucaklayacaktır. Sorgulama, ateş ve erimiş maden ile gerçekleşecektir. Bütün bu işleri; Saoşyant adındaki kurtarıcının ortaya çıkmasıyla gerçekleşecektir. Saoşyant adındaki bu kurtarıcı, Zerdüşt’ün tohumunun bulunduğu Kansava Gölü'nde yıkanan bir bâkirenin hamile kalması sonucunda dünyaya gelecektir. Adı geçen bu kurtarıcının gelmesiyle ölüler dirilmeye başlayacaktır.
Mithra adındaki baş melek, ışık ve güneş niteliğindeki İyilik Tanrısı Hürmüz’ün yardımcısıdır. Hürmüz, Mithra vasıtasıyla insanlara yardımda bulunurken, Kötülük Tanrısı Ehrimen, bir kötülük aracı olarak kullandığı şeytanı, insanlara kötülük yapmak ve onları yanlış yola saptırmak amacı ile kullanır. Büyük dinlerin tamamında olduğu üzere Zerdüştlük’te de ahiret inancı vardır. Yaşanılan bu dünya ile ahiret adı verilen Öteki Dünya’yı birbirine bağlayan bir köprünün varlığı söz konusudur. Müslümanlık inancındaki Sırat’la benzerlik arz eden Tişinvet adındaki bu köprü, insanlar için bir sınav yeridir. İnanca göre buradan geçme başarısını gösterenler Cennet’e, geçme başarısını gösteremeyenler ise Cehennem’e gideceklerdir.
 
Zerdüştlük’ün Dersim’deki Yansımaları
Çeşitli kaynaklarda yer alan bilgilere göre Kürt Kızılbaş Alevilerin inanç ve uygulamaları; Anadolu’daki öteki Alevi gruplarından, Türk Bektaşilerinin ve Tahtacıların inanç ve ritüellerinden farklılık arz etmektedir. Anadolu’da yaşayan ve Güneş’i kutsayan Dersim Alevileri, Güneş’in, sabahleyin evrene ışık saçmasıyla birlikte yönlerini Güneş’e dönerek yakarılara başlarlar.
Güneş’in doğuşu öncesinde yataklarından kalkan köylüler, tarlalarında, bağ ve bahçelerinde çalışmaya başlarlar. Bir süre sonra Güneş doğmaya başlayınca erkek, kadın, çocuk; ufuktan yükselen Güneş’i nezaketle selamladıktan sonra günlük çalışmalarına devam ederler. 
Genelde Anadolu’da; özelde Dersim’de yaşayan Alevilerin, Raa Haq (Hakk'ın Yolu) adı altında Zerdüştlük inancını sürdürdüklerini ve bunu yaşam biçimi haline getirdiklerini gözlemlemek mümkündür. Bölge incelendiği zaman, örneğin; ateşin kutsallığı, Zerdüştlük üçlemeleri (Eline, beline, diline sahip ol), Zerdüştilikteki kadın giyim kuşamı, el ve yüze yapılan şekiller vb. gibi Zerdüştlük’e ait birçok unsur açıkça görülebilir.
Bununla birlikte Dersim Alevilerinde Melekler Kültü de bulunmaktadır: Bunun en kayda değer olanı da Kale Xızır’dır. Kal=yaşlı anlamındadır. Kale Xızır=Yaşlı Hızır demektir. Ancak bu meleklerin, İslamiyet’te adları geçen meleklerle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Dersim Alevileri; yeri ve göğü koruyan meleklere inanır ve ‘Ya Yerin ve Göğün Meleği’ anlamına gelen “Ya Melekê Erd û Asîmanê” sözcükleri söyleyerek onlara dualar eder ve yakarılarda bulunurlar. Bu inanç biçimine, eski Mezopotamya dini olan Ezidilik’te ve İran’daki Yarsanistlerde rastlamak da mümkündür.
Aleviler tarafından oluşturulan toplumun dinî dünyasından kavramlar ve isimlerdir bunlar. İnançlarına Raa Haq (Hakk'ın Yolu) adı verilir. Bir başka ifadeyle Maraş, Malatya, Çorum, Adıyaman, Sivas, Erzincan, Erzurum, Elazığ, Muş, Bingöl ve Dersim bölgelerinde yaşayan Alevilerin inançlarına verilen addır. Günümüzde özelliklerini yitirmekle yüz yüze kalan bu grup, bundan yaklaşık yüzyıl öncesinde son derece özel bir Aleviliğin temsilcisiydi. Dersim gibi dağlık bir bölgeyi üs olarak seçen dinsel önderleri, civar illerdeki Taliplerini hemen her yıl ziyaret ederek yüzyıllar öncesinden kalan ve nesilden nesile aktarılan bir dinsel dünyanın devamlılığını temine çalışıyorlardı.
Alevilerin, kökeninin Alevi teriminin eski Anadolu halklarından olup Hitit dilinde ‘Işık İnsanları’ anlamına gelen Luvilerden, ('A'luviler–Aleviler) geldiğini iddia edenler bulunmaktadır. Kimi Osmanlı kaynaklarında, belirli bölgelerdeki bir kesim Alevilerin Işık Taifesi şeklinde adlandırılması, Işık Alevilerine göre, Luvilerin ve Alevilerin arasındaki ilişkinin bir kanıtıdır. Adından söz edilen Işık Alevilerinin dinsel ritüellerinin Hititler ve hatta Sümerlerce bile yapıldığını tarihi taş kalıntılarında görmek mümkündür.
 
 
III. BÖLÜM
 
DERSİM EFSÂNELERİ


Munzur Efsânesi
Günümüzde, geçmişi hep badirelerle dolu olan, yakılıp yok edilmek istenen Dersim’i ortadan bölerek sessiz sedasız akıp giden Munzur Suyu’nun gizemli bir öyküsü vardır:
Munzur, Tunceli/Ovacık ilçesinin Koyungölü (Kedek veya Çedage) Köyü civarında yaşayan Haydar Ağa’nın işlerini yapmaya, sürülerini gütmeye başlayan bir çobandır.
Hizmette kusur etmeyen çok becerikli ve başarılı olan Munzur, Ağasının bir dediğini iki etmezmiş. Çobanlıktan tarla-tapan işlerine değin her işi büyük bir maharetle yaparmış. Çifte koştuğu öküzlerin, iş gördüğü atların bakımını, beslenmesini aksatmazmış. Sadakatte, doğrulukta eşi menendi bulunmaz, karıncayı bile incitmez, hizmette kusur etmezmiş…
Ağasının bindiği atların, çifte-sabana koştuğu öküzlerin ve sütünü sağdığı koyunların yemini, suyunu verip bakımını yaparmış. İncitmeye kıyamadığı hayvanların, kışın ahırda rahat etmeleri için altlarına yumuşak samanlar serer, tımarını yaparmış. Yere yattıklarında yanlarının incinip incinmediğini test etmek için önce kendisi yatarmış yere. Onları gözü gibi korurmuş… Bu tutumundan ötürü ağası da kendisinden son derece hoşnutmuş.
Munzur’un bu ilk yılı ağasına uğur getirmiş. Bol yağışlar olunca toprak verime kavuşmuş, tarlalar tahıla durmuş. Hasat zamanı buğdaylarla dolmuş taşmış ambarlar. Bahçeler, bağlar meyveye bostanlar sebzeye durmuş. Koyunlar çift çift kuzulamış. Munzur’un kendisine hizmet verdiği bu ilk yılın bolluk ve bereketi ağanın yüzünü güldürmüş. Neticede hacca gitmeye karar veren ağası, yola çıkmadan önce yanına çağırdığı Munzur’a:
-Bak oğul, yaşım kemale erdi. Senin ayağın uğurlu geldi bana. Ambarlarım doldu, taştı. Koyunların çifter çifter kuzuladı. Bağlarım bahçelerim meyve ambarı gibiydi adeta. Tanrı’ma hamdü senalar olsun. Kerbela’ya Hacc’a gidip ceddim Hüseyin’in istirahatgâhını ziyaret etmeye karar verdim. Evi-barkı, malı-mülkü, çoluk-çocuğu sana emanet ediyorum. Biliyorsun sana güvenim sonsuzdur. Gözümü arkada koma.  Beni mahcup etme, diyerek helâllık dilemiş…
Sonra hanımına:
-“Hatun bilirsin ayrılık bir çeşit ölümdür. Gidip dönmemek, dönüp de görmemek vardır. Hakkını helal et. Munzur’un kadir kıymetini biliniz. Onu üzmeyesiniz sakın.” diyerek tembihte bulunur. Sonra da herkesten helallık  ister. Ardından Allah’a emanet olun deyip çıkar yola.
Bilirsiniz o dönemler, günümüzdeki gibi taşıtlar mevcut değilmiş. Hac yolculuğu aylar sürermiş. Derken Haydar Ağa sonuçta, Düldül adındaki atına binerek ilden ile geçip varmış kutsal topraklara.
Aradan günler geçmiş, ağa Hac’da iken Munzur bir rüya görür. Rüyasında ağasının çok acıktığını, ondan kendisine helva getirmesini istemiş. Sabah olunca rüyasını Haydar Ağa’nın hanımına anlatan Munzur:
-“Hatun Ana, hemen bir helva yap Ağa’ma götüreyim” der.
Munzur’un anlattıklarına gülen Hatun Anası:
-“Herhalde canın helva istiyor. Sen ağanı bahane ediyorsun. Ama istersen sana helva yapayım” demiş. 
Munzur:
-“Yok, Hatun Ana sen benim için değil, ağam için yap” der.
Hatun Anası hemen helva yapmaya başlar. Helvayı pişirince bir tabağa doldurup Munzur’a verir. Elindeki helva tabağıyla dışarı çıkan Munzur, henüz buharı tüten helvayı dua etmekte olan ağasına yetiştirmiş. Helva kabını dua etmekte olan ağasının yanına koyup onu rahatsız etmeden tekrar gözden kaybolmuş. Aradan fazla zaman geçmeden eli boş içeri döner.
Ağasının hanımı:
-“Tabağı ne yaptın Munzur?” der.
Munzur:
-“Tabağı, Ağam Hac’dan dönünce getirecek” diye yanıtlar.
Bu yanıt karşısında şaşırıp kalan Haydar Ağa’nın eşi Hatun Ana, Munzur’un bu sözlerine bir anlam verememiş.
Öte yandan Haydar Ağa, Munzur’u görmüş ama dönüp bakıncaya dek Munzur gözden kaybolmuş. Bunun bir düş olduğunu sanan Haydar Ağa, yanı başında içi helva dolu kabı görünce bunun düş değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu anlar. Kabı açar, bakar. Kabın içinde çok sevdiği helva varmış. Helvanın dumanı hâlâ tütmekteymiş. Bu gizemli olay sonrasında Munzur’a karşı içinden derin saygı beslemiş.
Aradan bir hayli zaman geçmiş, vakit gelip çatmış. Ağanın, Hac görevini tamamlayıp köyüne doğru yola çıktığı haberi ulaşmış sılasına.
Haydar Ağa’nın dönüş haberi köye ulaşınca komşuları, elinde birer armağanla Hacı Haydar Ağa’yı karşılamaya giderler. 
Herkes ağayı karşılamaya gider de Munzur geri kalır mı? O da ağasını karşılamaya gider. Ancak ağasına götürecek başka bir armağanı yoktur Munzur’un. Koyunlardan sağdığı taze sütü bir bakraca doldurarak ağasını karşılamaya gider. Ağayı karşılamaya giden komşuları, dost ve akrabaları ağanın ellerini öpmek için adeta bir yarışa girerler.
Kendisini karşılayanların ellerini öpmek için yarıştığını gören Haydar Ağa, elini öpmek sıraya giren komşularına elindeki boş tabağı göstererek:
-“Canlarım bu elimdeki tabağı görüyorsunuz.  Hac’da iken canım helva istedi. Tam da o esnada Munzur’u gördüm, yanımda. Bu tabakla bana helva getirmişti. Hem de dumanı hâlâ tütüyordu. Asıl hacı O’dur. Öpülecek el, Munzur'un elidir. Onun elini öpün” der.
Munzur konuşulanları duyunca:
-“Aman ağam etme eyleme. Allah aşkına bırak elini öpeyim. Böyle şey olmaz. Ben yıllardır senin ekmeğinle, aşınla büyüdüm. Sen nasıl benim elimi öpersin? Ben ne sana, ne de başkalarına el öptürmem” der.
Gerçeği ağadan duyan kalabalık, Munzur'a yönelmeye başlar. Bu gizinin açıklanmasından rahatsız olan Munzur, elindeki süt bakracıyla dağa doğru kaçmaya başlar. Munzur dağa doğru yönelince ağa ile kendisini karşılamaya gelenler, onun arkasına takılırlar. Böylece bir kovalamaca başlamış.
Günümüzdeki Munzur Irmağı’nın yeryüzüne fışkırdığı yere geldiklerinde Munzur'un elindeki süt dolu bakracın içindeki sütler dökülmeye başlar. Sütün döküldüğü her yerde süt gibi beyaz bir su fışkırmış.
Munzur, kırk adımda dağa varır. Attığı her adımda bir kaynak fışkırmış. Ve fışkıran bu sulardan bir ırmak oluşmuş. Munzur'un arkasından koşanlar bu ırmağın kenarına gelip karşıya geçmeye, Munzur’a yetişmeye çalışmışlar. Ama Munzur’un elindeki bakracın içinden yere dökülen sütün yerinden fışkıran sulardan oluşan ırmağın öte yakasına geçememişler. Bu sırada ellerini gökyüzüne kaldıran Munzur: “Allah’ım sırrımı ifşa etme, beni yanına al” demiş. Sonunda dağın eteğindeki bir kayanın önüne gelmiş. Elindeki değnekle bakracı yere atıp Irmak kenarında bekleyenlerin gözleri önünde, ardından sadece çoban değneğini ve boş süt bakracını bırakıp kaybolmuş gözden. Böylece İnsan Munzur’un yittiği yerde, nehir Munzur doğmuştur.
Akarken kendine has bir nağme ile menendi bulunmayan bir ezgi seslendirip insanın ruhunu okşayan Munzur Suyu, geçtiği her yere bir canlılık getirmiş. Yemyeşil bir yaşam sunmuş sevenlerine. Renk renk çiçeklere can vermiş. Envai çeşit ağaç bitmeye başlamış Munzur’un kıyısında. Gölgesinde huzura erişmiş insanlar. Munzur’un türküsünü dillendirmek için uçurumlarda çağlayanlar oluşmuş. Emekçi ve erdemli çoban Munzur’un sevgisi, gönüllere akıp dillerde ululanarak varmış günümüze. Ve dünya var oldukça hep yaşayacaktır, Munzur’un öyküsü.
Kendine özgü bir edayla usul usul akıp giden bu kutsal su, Tunceli’nin kent merkezindeki Munzur Köprüsü’nün alt tarafındaki gölde Harçik Suyu ile birleşerek Fırat’a doğru yol alır. Bu gölde Munzur ile birleşen Harçik Suyu’nun da bir öyküsü dolaşır durur dillerde:
Söylenceye göre İskender-i Zülkarneyn’in Ab-ı Hayat’ı aradığı Bingöl Dağları’ndan doğar Harçik Suyu. Bingöl Dağları’nda Ab-ı Hayat’ın olduğunu öğrenen İskender, yanına İlyas ile Hızır’ı da alarak askerleriyle birlikte Bingöl Dağları’nda ölümsüzlük suyunu aramaya gider. Bu dağlarda günlerce ölümsüzlük suyunu (Ab-ı Hayat) arar dururlar. Ancak Bingöl Dağları’nda o kadar çok su kaynağı vardır ki, bunlardan hangisinin Ab-ı Hayat olduğunu bilmek olanaksızdı. Aramalar çok uzun zaman devam eder. O kadar uzun sürer ki askerler bitap düşer, yürüyemez olurlar. Askerler yürüyemez duruma gelince onlardan ayrılan Hızır ile İlyas, ormanda gezerlerken karşılaştıkları kekliklerden iki tanesini vururlar. Keklikleri kesip tüylerini yolduktan sonra terkilerine koyarlar. Karşılaştıkları ilk pınarda keklikleri yıkamak isterler. Keklikleri suya batırarak yıkamak isteyen Hızır ile İlyas, kekliklerin canlanarak uçtuklarına tanık olurlar. Aradıkları Ab-ı Hayat’ı bulduklarına kanaat getiren Hızır ile İlyas bu sudan içerek ölümsüzleşirler. İşte onların içerek ölümsüzleştikleri Ab-ı Hayat’ın, Munzur Suyu ile birleşip Fırat’a doğru yol alan Harçik Suyu olduğu söylenmektedir.
 
Buyer Baba Efsânesi 
Eski zamanlarda Pülümür-Ovacık ilçeleri arasında kestirme bir yol varmış. Herkes gibi Deli Hıdır adındaki genç de sürekli bu yolu kullanırmış. Günün birinde gene bu yolu kullanan Deli Hıdır,  Buyer Krater Gölü’nün kıyısındaki bir ağacın altında oturup dinlenmeye başlar. Dinlenirken de çıkınından çıkardığı azığını yemeye başlar. Azığını yediği sırada uzun boylu, aksakallı bir dedenin kendisini selâmladığını görür. 
Deli Hıdır, kendisine selâm veren Aksakallı Dede’nin selâmını aldıktan sonra kendisini; Buyur Baba diyerek sofrasına davet eder. Bundan sonra Aksakallı Dede ortadan kaybolur. O, ortadan kaybolduktan bir süre sonra ortalık birden bire toza dumana boğulur. Kıyısında azığını yediği Buyer Gölü’nün suları şiddetle dalgalanmaya başlar. 
Olanlar karşısında dona kalan Deli Hıdır, bir ara atının göl sularında görünmeye başlayan bir kır atla çiftleştiğini fark eder.  Bunun üzerine tamamen korkuya kapılan Deli Hıdır, sürekli Buyur Baba, Buyur Baba deyip durmaya başlar. Ancak, bir daha ne atını görür, ne de Aksakallı Dede'yi... İşte o günden beridir bu dağ, Buyer Baba Dağı, üzerinde bulunan göl de Buyer Baba Gölü adıyla anılmaya başlar.
Genç kız ve erkek ziyaretçiler; suları yaz ve kış aylarında hep aynı kalan, bir başka ifadeyle azalıp çoğalmayan Buyer Baba Gölü’nün sularına elma bırakırlar. Bu elmalar su yüzeyinde birleşirse genç kız ve erkeklerin evleneceğine inanılır.
 
Arap Kızı Dağı Efsânesi
Çok eski zamanların birinde Pülümür'de yaşayan Ali adında yakışıklı ve güçlü bir genç ile Arap soyundan gelme Yasemin adında güzeller güzeli esmer bir kız birbirlerine âşık olurlar. Bu iki gencin âşkları destan olup dilden dile dolaşmaya başlar. Aileleri, bu gençlerin evlenmelerine onay vermiyorlarmış. Sonunda Ali ile Yasemin gecenin bir vakti kaçarak günümüzdeki adı, Arap Kızı Dağı olan dağa tırmanmışlar. 
Yürüye yürüye dağın doruğuna varmışlar. Dağın doruğuna vardıklarında dinlenmeye karar verirler. Dinlenmeye başlayan Yasemin ile Ali el ele tutuşmuş vaziyette uyuya kalırlar. Kızın babası, Yasemin'in evde olmadığının farkına varınca hemen kızını aramaya koyulur. Bir süre sonra geceyi aydınlatan dolunayın ışığından yararlanan Yasemin’in babası da dağın doruğuna tırmanmaya başlar ve bir süre sonra dağın tepesine varır. Buraya vardığında Ali ile Yasemin'i uyur vaziyette bulur. 
Bu olay karşısında kendini kaybeden baba, kızına bir el ateş ettikten sonra orayı terk ederek evine döner. Ali, uyandığı zaman kollarında yatan Yasemin'in taş kesildiğini görür. Bunun üzerine oradan ayrılarak eve gelen Ali, küllerinin Yasemin'e serpilmesi vasiyetinde bulunarak kendisini yakar.
Halk arasında Arap Kızı Dağı olarak anılan bu dağa, ay ışığında bakıldığı zaman bir kadın silueti görülürmüş.
 
Düzgün Baba Efsânesi
Düzgün Baba, Dersim yöresinde yaşayan Dersim aşiretlerinden Kureyşan aşiretine bağlı bir ermiştir. Asıl adı Şah Haydar olan bu zat; Mevlana'nın müritlerinden biri olarak tanınmış bir kişilik olan ve Hacı Bektaş-ı Veli ile akrabalık bağı bulunduğunu savunan bir kavmin 9. ya da 11. atası olan ve soy şeceresi bakımından Hacı Bektaş-ı Veli ile aynı İmam’dan gelen Seyyid Mahmud Hayrani'nin oğludur.
Zargovit Tepesi’nde hayvanları otlatmak için bir ev yapan Mahmud Hayrani, burada hayvanları ile meşgul olur. Hayvanları, oğlu Şah Haydar tarafından güdülmektedir. Kışın zemheri ayında keçilerinin gayet güzel semirdiklerini gören Seyyid Mahmud Hayrani;
-"Acaba Şah Haydar bu kışın ortasında bu hayvanlara ne yediriyor ki hayvanlar bu kadar güzel besleniyorlar?" diye meraklanır.
Bu merakını gidermek için oğlu Şah Haydar tarafından güdülen hayvanların bulunduğu yere gider. Gördüğü olay karşısında dona kalır. Çünkü Şah Haydar, elindeki çubuğu hangi kuru meşe ağacına değdirirse ağaç hemen yeşeriyor. Keçiler, yeni gelin gibi süslenen meşe ağaçlarındaki bu filizlerden yiyerek karınlarını doyuruyorlar.
Seyyid Mahmud Hayrani durumu görünce sesini çıkarmadan geri dönmek ister. Ancak tam bu sırada bir keçi, birkaç kez üst üste hapşırmaya başlar.
Bunun üzerine Şah Haydar:
-‘Ne oldu, babam Derviş Mahmud'u mu gördün ki bu kadar hapşırırsın?’  dedikten sonra dönüp arkasına bakar. Arkasına baktığında babasının, kendisine görünmemek için hızla oradan uzaklaşmaya çalıştığını görür.
Babasına, ismi ile hitap etmesinden ötürü utanan Şah Haydar, mahcubiyeti nedeniyle oradan kaçarak günümüzde Düzgün Baba Dağı adıyla bilinen dağın tepesine çıkar ve burayı mesken edinir.
Rivayet olunur ki Şah Haydar, babasına ismen hitap ettiği için mahcubiyetinden ötürü kaçtığı zaman ayağında, kışın karda giyilen ve kar ayakkabısı olarak bilinen ‘leken’ varmış. Bu kar ayakkabısıyla aralarında yaklaşık 5 km. bulunan Zargovit ile Düzgün Baba Dağı’nın tepesi arasındaki mesafeyi üç adımda kat etmiş. Bastığı her yerde taşlara kazınan leken izi hâlâ durduğu rivayet edilmektedir.
Şah Haydar, bir-iki gün eve gelmeyince durumundan endişe duyan annesi, oğlunun durumunu öğrenmesi için eşine: ‘N’olur Haydar’ımı bulup getiriver’ ricasında bulunur. Bunun üzerine Seyyid Mahmut Hayrani, yanında bulunan müritlerine:
Gidin bakın bakalım, bizim Şah Haydar ne âlemde? der.
Müritlerinden birkaç kişi, 2100 m. yüksekliğindeki Düzgün Baba Dağı’nın tepesine çıkarak Şah Haydar ile görüşürler. Durumunun iyi olduğunu, herhangi bir sorununun bulunmadığını öğrendikten sonra tekrar köye geri dönerler.
Seyyid Mahmud Hayrani:
-Durumu nasıldır, hali vakti nicedir? diye sorar.
Müritleri:
Durumu düzgündür, merak edilecek herhangi bir şey yoktur. Selam ve hürmet eder ellerinizden öper, derler.
Bu ‘düzgündür’ sözü, dilden dile dolaşır olmaya başlayınca asıl adı Şah Haydar olan bu zat, bir süre sonra Düzgün Baba adıyla anılır olmaya başlanır. 
Günümüzde yalın ayak yürüyerek Düzgün Baba’ya giden halk; sorunlarına çözüm, hastalıklarına şifa bulmak amacıyla ziyaret ettikleri Düzgün Baba'ya adaklar adayarak kurbanlar keser. 
 
Gelin Pınarı Efsânesi
Tunceli-Nazımiye ilçesinin 13 km. uzağında bulunan Dereova bucağının yakınında bulunan Gelin Pınarı ya da öteki adıyla Gençlik Şelâlesi’nin 30-40 m. yükseklikteki kayalardan sarkıtlar ve dikitler yaparak ince ince akan suları, alışılmış bir şelâle görünümünün dışında, buraya bir efsânevî bir hava kazandırmıştır. Yaz mevsiminin bunaltıcı sıcağında şelâlenin 50 m. yakınına varıldığı zaman, adeta bir anda çalışan binlerce vantilatör tarafından üretilen iç serinletici bir havanın, insanın bedenini sardığını hissetmek mümkündür.
30-40 m. yüksekliğindeki kayalardan aşağı doğru iplik iplik akan suların hem sesi, hem güzelliği, hem de yaz mevsiminin kavurucu sıcağında insana oh be! dedirtecek serinliğiyle tam bir doğa harikasıdır.
Ülkemizde olduğu gibi Tunceli'de de her doğa güzelliğine yakıştırılmış bir efsâne bulunmaktadır. Buranın da kendisine özgü bir efsânesi vardır. Bu efsâne şöyledir:
Yukarıda adından söz edilen bu yörede yaşayan ailelerden biri oğlunu evlendirir. Yöre geleneklerine göre belli bir süre evde kalan yeni geline, hayvan sağım işinde becerili olup olmadığı test edilmek üzere koyun sağdırılır. Bu gelenek uyarınca kaynanası, bir gün yeni geline:
-‘Hadi gelinim. Su bakracı al. Sağım yerine getirilen hayvanları sağ, sütü al getir’, der.
Gelin bakracı alır. Köyün öteki genç kız ve gelinleri gibi kayınvalidesinin kendisine verdiği bakracı koluna takan gelin, sağım yerine gelir ve kendilerine ait olan sütlü hayvanların bir tanesi hariç tamamını sağar ve bakracını sütle doldurur. Ancak en son sağdığı karakeçi, birden ayağını vurarak süt dolu bakracı devirir ve süt akar, gider.
Bu durum karşısında şaşıran ve çok üzülen yeni gelin ağlayarak; "Daha yeni gelinim, bana elinden iş gelmez, beceriksiz gelin diyecekler. Benimle alay edecekler” diyerek bir yandan sızlanırken öte yandan da karakeçiye beddualar yağdırır.
Gelinin geciktiğini gören kaynana, yüksekçe bir yere çıkarak, acele gelmesi için gelinine seslenir. Gelin mahcup ve üzgün bir şekilde, önünde bulunan boş bakracı, boş götürmektense, yaratana sığınarak, yanında sessiz sedasız akıp giden pınarın suyu ile doldurur, ağzına da bir bez kapattıktan sonra eve götürüp sepetin altına koyar.
Bir süre sonra kaynatıp mayalamak için sütü, bulunduğu yerden almaya gelen kaynana, bezi kaldırdığı zaman bakracın içinde bulunan su, süte dönüşmüştür. Bulunduğu yerden olanları üzüntüyle seyreden gelin, kendisini utandırmayan Tanrı’ya şükreder.
Rivayet odur ki, o günden beri, koyunlar sağılmaya başlandığı zaman süt renginde akan pınarın suları, koyunların sütten kesilmesinden sonra da, tekrar doğal rengine dönüşürmüş.
 
Elti Hatun Efsânesi
14. yüzyıl yapıtlarından biri olan ve Tunceli-Mazgirt ilçesi merkezinde yer alan Elti Hatun Türbesi; içerisinde ikisi büyük, biri de küçük olmak üzere birbirine bitişik üç anıt mezar bulunmaktadır. Türbenin içerisinde bulunan iki büyük mezardan birinin Elti Hatun'a, birinin Uzun Hasan'ın annesine, küçük olanının da Uzun Hasan'ın yeğenine ait olduğu rivayet edilmektedir.
Sekizgen şeklinde yapılan Elti Hatun Türbesi'nin yanında bir de çeşme olduğu söylenmekte ise de böyle bir yapıya rastlanmamıştır.
Türbeye ait bilgileri içeren kitabenin, restoresi sırasında korunacağı kaydıyla ilgililerce götürüldüğü dile getirilmektedir.
Uzun zaman Moğolların yönetimi altında bulunan Mazgirt ilçesi ve çevresinde bulunan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanında bulunan Elti Hatun adındaki kız kardeşi hastalanır. Artık öleceğini anlayan Elti Hatun, kardeşi Uzun Hasan'a: ‘Ben yılanlardan çok korkarım. Şayet ölürsem benim tabutumu toprağa gömme. Bana bir kümbet yaptır. Tabutumu bu kümbetin içine astır.’ vasiyetinde bulunur.
Yakalandığı ölümcül hastalığa yenik düşerek yaşamını yitiren Elti Hatun’un vefatı sonrasında onun vasiyeti doğrultusunda hareket eden Uzun Hasan, günümüzde hâlâ Mazgirt ilçesinde bulunan Elti Hatun Türbesi’ni yaptırır ve içerisine uzunca bir zincir astırarak kardeşinin tabutunu, havada tutacak biçimde bu zincire bağlar.
Rivayet o ki; ertesi gün kız kardeşinin mezarını ziyaret eden Uzun Hasan, türbenin kapısını açtığında büyük bir huşuyla irkilir. Çünkü kız kardeşinin tabutuna sarılı büyük bir yılanla karşılaşır. Ürküntü duyduğu için geriye doğru kaçar ve; ‘Tanrı buyruğuna karşı gelinmez. Mukadderata boyun eğmek gerekir’ diyerek havada asılı bulunan tabutu zincirinden indirerek toprağa defnettirir. Zincir hâlâ kümbetin tavanından alt ucunda dört halkası ile sarkık biçimde durmaktadır. Elti Hatun’un mezarı da zincirin tam altında kümbetin orta yerinde durmaktadır.
 
Sultan Hıdır Efsânesi
Günümüzde Tunceli-Pertek ilçesine bağlı Dorutay (Zeve) köyü yöresinde yaşlı bir zat yaşarmış. O dönemlerde bu yörenin yönetimini elinde bulunduran Sultan Alâeddin, ordusuyla birlikte buraların denetimini yaparken gün akşam olur. Gün akşam olunca Dorutay köyü yakınlarında yer alan ve Sultan Gölü olarak anılan mevkide geceyi geçirmeye karar verilir. Çadırlar kurulur, yerleşim için gerekli hazırlıklara başlanır. Tam da bu sırada gözcülerden biri yanına geldiği Sultan Alâeddin'e; "Sultanım şu ileride içinde bir ışık huzmesi bulunan çadır türü bir şey var" der. Sultan Alâeddin de; “Gidin bakın bakalım, içinde birileri yaşıyor mu yaşamıyor mu? Araştırın sonra bana bilgi verin” diyerek iki atlı askeri çadırın bulunduğu yere gönderir. Çadırın bulunduğu yere gelen askerler, eski bir çadırın içinde yaşlı bir zattan başka kimsenin bulunmadığını görürler.
Çadırın içine giren askerler:
-İhtiyar kimsin sen, burada ne işin var? diye sorarlar.
İhtiyar:
-Gördüğünüz gibi bir ben-i Adem’im, adım Sultan Hıdır’dır. Sizin de gördüğünüz gibi bir toprak güvecim, bir seccadem, bir atım ve ona yedirmek için bir miktar da arpam var, der.
 Askerler:
-Biz Sultan Alâeddin'in askerleriyiz. Sultanımız seninle görüşmek istiyor. Seni sultanımıza götürmeye geldik. Bizimle gelmek ister misin? derler
Bunun üzerine ihtiyar:
- Buralara kadar zahmet edip gelen sultanınıza söyleyin, buyursun misafirim olsun. Fakirhanemize şeref versin, der.
Askerler:
-İyi ama fâkirhanenize şeref vermesini istediğiniz kişi koca bir sultan. Yanında bir hayli vezir, veziriazam ve kumandanları vardır. Bunları oturtabilecek bir yerin bile yok. Kaldı ki koca ordu, gelince ekmek ister, aş ister sizden. Bunları ağırlayabilir misin? Gördüğümüz kadarıyla bu mümkün değil. En iyisi biz, seni Sultan’ın huzuruna götürelim, derler.
İhtiyar:
-Tanrı misafiri umduğunu değil bulduğunu yer. Yüce Allah’ın izniyle mahcup olmayız. Buyursunlar gelsinler, diyerek Sultan’ı çadırına davet eder.
Bunun üzerine geri dönen askerler, durumu Sultan Alâeddin Keykubad'a arz ederek, ihtiyarla aralarında geçen konuşmaları aynen Alâeddin Keykubad’a aktarırlar. Bu ihtiyarı merak eden Sultan, ertesi gün yanındaki erkânla birlikte ihtiyarı ziyarete gider. Çadıra gelir gelmez ihtiyar, nezaketle selâmladığı Sultan’ın altına seccadesini serer. Her gelen bu seccadeye oturduğu halde seccadenin bir kenarı boş kalır. Hayretler içinde kalan ve hayretini gizlemeyen Sultan Alâeddin, duruma bir açıklık getirmek ister ve seccadede oturan tüm vezir, kumandan ve askerlerini; Ayağa kalk komutuyla ayağa kaldırır. Herkes ayağa kalkar. Sultan bakar ki yerde küçücük bir seccade var. Sonra "Otur." emrini verir. Bu komutla herkes oturur. Bakar ki yerde oturan kimse yok, herkes seccadenin üzerinde oturmuş. Hayretler içinde kalsa da sesini çıkarmamayı ve sonucu beklemeyi yeğler.
Bir müddet sonra yaşlı adam, içerisinde bir miktar aşın bulunduğu topraktan yapılma güvecini Sultan Alâeddin'in önüne bırakır.
Önüne konan güvecin içindeki aşı gözden geçiren Sultan:
-Baba erenler, bunu hangimiz yiyeceğiz? diye sorar.
İhtiyar:
-‘Sultanım Besmele ile yemeye başlayın. İnşallah hepinize yetecek kadar aş vardır.’ diye cevap verir.
Sultan Alâeddin ve yanındakiler yemeği yemeye başlarlar. Küçük güvecin içerisindeki yemek bütün askerler tarafından yenir. Herkesin karnı doymasına rağmen küçük güvecin içerisindeki yemek bir türlü bitmek bilmez.
Bu arada İhtiyar, çadırın ortasında bulunan direkte asılı olan dağarcık (tabaklanmış kuzu ya da oğlak derisi)’ın içinde bulunan arpadan atlara dağıtmaya başlar. Atların tamamına verildiği halde dağarcıktaki arpanın bir türlü eksilmediğine tanık olunur.
Sultan Alâeddin, ermiş ve keramet sahibi olduğuna inandığı bu zat’a:
-‘Sen, bir ihtiyar olarak burada yalnız başına zor yaşarsın. Ben, askerlerimin içerisinden akıllı, dürüst, itaatkâr birkaç asker vereceğim. Bunlar, ölünceye kadar senin emrinde ve hizmetinde olacaklar’ diyerek 3 asker ile birlikte bulunduğu bölgeyi de vakıf olarak kendisine bıraktıktan sonra vedalaşarak oradan ayrılır.  
Rivayet olunur ki Sultan Alâeddin tarafından bırakılan Resul, Munzur ve Delil adlı üç asker, yaşı bir hayli ilerlemiş Sultan Hıdır'ın ölümüne değin ona hürmet ve itaatte kusur etmezler.
Günün birinde vadesi yeten Sultan Hıdır ölür. Öldüğünde eski adı Zeve olan Dorutay köyünün güneyinde ve alt yanında Fakirlik adıyla anılan mevkiye defnedilir.
Rivayet odur ki;  Sultan Hıdır’ın defnedildiği bu yer, köylülerce temiz tutulmadığı gibi gübreler döküldüğü ve hayvanların yatak yeri olarak kullanıldığı için bir süre sonra bir Cuma gecesinin sabahında bir bakarlar ki oradaki mezar, eski adı Zeve olan günümüzdeki Dorutay köyünün orta yerinde bulunan yüksekçe bir tepenin üzerindeki ulu bir ağacın altını mekân olarak seçmiştir. Bir süre sonra Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad  tarafından günümüzde hâlâ ayakta bulunan türbesi inşa edilmiştir.
 
Çoban Baba Efsânesi
Rivayete göre Tunceli ili Mazgirt ilçesinde türbesi bulunan Çoban Baba, İbrahim Peygamber'in çobanıymış. Günün birinde güttüğü sürüden koyunun biri ayrılır.  Çoban Baba, koyunu izleyerek Mazgirt’e kadar gelmiş. İlçe merkezinin doğusunda yer alan mezarlığın alt tarafına geldiği zaman koyunu yakalar. Yakaladığı koyuna; "Bre hayvan! Bana acımadıysan kendine de mi acımadın?" der. Koyun orada gözden kaybolur. Koyunun gözden kaybolduğu yerden su fışkırmaya başlamış. (Yöre halkınca Cuma akşamları buradan süt aktığı söylenir). Bu olay sonrasında orayı mesken tutan Çoban Baba, zenginlerden aldığını fakirlere dağıtmış.
Bir başka efsâneye göre de Moğolların Anadolu'yu işgal etmesi üzerine Hacı Bektaşi Veli, Çoban Baba’ya; "Git oradaki halkı irşat et, halkın göç etmesine engel ol! Bu istilanın günün birinde sona ereceğini ve insanların feraha kavuşacaklarını söyle" diyerek onu yöreye gönderir. Kendisine verilen bu görevi ifa etmek üzere Mazgirt’e gelen Çoban Baba da ilçede aşevi kurmuş; zenginlerden topladıklarını yoksullara yedirir, içirir, giydirmiş...
 
Ağuçan (Karadonlu Can Baba) Efsânesi
Rivayet odur ki Ağuçan (zehir içen), Hacı Bektaş Veli ile birlikte Horasan diyarından gelerek Tunceli yöresini mekân tutar. 0nun burayı mekân tuttuğu dönemde Diyarbakır'ı egemenliğinde bulunduran bir Bey, sudan bir bahane ile Ağuçan'ı tutuklattıktan sonra kendisine zehir içirmiş.
Rivayet odur ki Diyarbakır Beyi’nin kendisine sunduğu zehiri içen Ağuçan, içtiği zehiri bal halinde parmağından bir tabağa akıtır. Parmağından akıttığı bu balı orada bulunan yaşlı bir adama yedirir. Ağuçan tarafından kendisine verilen balı yiyen yaşlı adam, anında genç yaştaki bir insan haline dönüşür. Diyarbakır Beyi, bu mucize sonrasında Ağuçan’ı serbest bırakarak günümüzde türbesinin bulunduğu Hozat'ın Karabakır (Bargini) Köyüne gönderir. Bu köyde mevcut olan ve yöre halkı tarafından ziyaret edilen iki odalı bir türbenin içinde üç mezar yer almaktadır. 
 
Bağin Kalesi Efsânesi:
Rivayete göre Dersim’in Mazgirt ilçesine bağlı Dedebağ köyü sınırları içinde yer alan Bağin Kalesi'nde Hacı Kureyş adında bir zat yaşarmış. 1220-1237 yılları arasında hükümdarlık yapmış Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı Alâeddin Keykubad, yörede yaşayan ve ermiş bir zat olarak tanınan Hacı Kureyş'ten mucize göstermesini ister. Bunun üzerine Hacı Kureyş, birtakım mucizeler göstermeye başlar.
Ancak Kureyş tarafından gösterilen mucizelere inanmayan Alâeddin Keykubad, Kureyş'e:
-Seni kızgın bir fırına atacağım, bunu kabul eder misin? der.
 Kureyş, bu teklifi kabul eder ve yanına bir kişi de alarak fırına girer.
Rivayete göre üç gün fırında kalır. Üçüncü günün sonunda fırının kapısı açılır. Kapı açıldığında Kureyş'in sakalının buz tuttuğu, yanında bulunan şahsın da her yanının külden bembeyaz olduğu ve ikisinin de sağ olduğu görülür.
Bu olay sonrasında Hacı Kureyş’le birlikte fırına atılan kişi, Derviş Gevr (Boz Derviş) adıyla anılmaya başlar. Bu mucizeler karşısında hem Hacı Kureyş’i hem de onunla birlikte fırına atılan kişiyi serbest bırakan Alâeddin Keykubad, o günden sonra ikisine de saygıda kusur etmez.  
 
Ak Sakallı İhtiyar (Kalı Sıpi) Efsânesi
Çarekan Aşireti’ne ait olan bu efsâneye göre Çarekan Aşireti reisi Şah Hüseyin Bey, ailesiyle birlikte eşyalarını benekli bir öküze yükleyerek Doğu’dan Batı’ya doğru yol almaya başlar. Gecenin birinde rüyasında Şah Hüseyin Bey’e görünen aksakallı bir ihtiyar; "Öküzün nerede istirahat için yatarsa orayı kendine yurt edin." diye nasihatte bulunmuş.
Günler boyunca yol alan benekli öküz, Ağa Şenliği adı verilen yöreye geldiğinde istirahat etmek üzere yere yatmış. Rüyasında kendisine görünen aksakallı ihtiyarın söylediklerini anımsayan Şah Hüseyin Bey, orayı kendine yurt edinmiş. Barınmak için ev yapmaya başlamış. Tam bu sırada bir daha rüyasına giren aksakallı ihtiyar, elindeki büyükçe bir direği evin orta yerine dayayarak gözden kaybolmuş. Söylenceye göre bu adam Hızır'mış. Direğe ‘Aksakallı İhtiyar’ anlamına gelen ‘Kalı Sıpi’ adı verilmiştir. Yıllar sonra ev yanıp kül olurken, Aksakallı İhtiyar tarafından getirilen direğe hiç bir şey olmamış. Burası, kutsal olarak bilindiği için zaman zaman ziyaret edilir.
 
Sağman Kalesi Efsânesi
Efsâne, Evliya Çelebi tarafından şöyle anlatır: “Diyarbakır beyi burada keklik avlarken bir kayadan Sağma diye şiddetli bir ses duyar. Bu olay karşısında korkan Bey, kayanın üzerinde kurban kesmiş. Bunun üzerine kaya ortadan yarılmış. Bir gün bir gece buradan altınlar akmış. Diyarbakır beyi, bu altınlarla burada bir kale yapmış ve adını da Sağman Kalesi koymuş.
Tunceli yöresinde efsâneler, genel olarak dinsel bir motifle işlenmiştir. Bundan ötürü bu gibi yerler, yörede yaşayan halk tarafından ziyaret olarak kabul görür ve zaman zaman bu yerleri ziyaret edilir. Ziyaretlerin son derece yaygınlık arz ettiği Tunceli'nin hemen her köyünde ve her dağında bir ziyaret bulmak mümkündür. Efsânelerin ana kaynağını, halk tarafından ziyaret olarak kabul edilen bu yerler oluşturur.
 
Yılan Dağı Efsânesi
Rivayet odur ki; Dersim’in Hozat, Ovacık ve Çemişgezek ilçeleri üçgeninde yer alan Yılan Dağı'nda süreç içerisinde yörede yaşayan halkın korkulu rüyası haline gelen bir ejderha yaşarmış.
Günün birinde bir gelin çocuğu ile birlikte sözü edilen bu dağdan geçerken birdenbire bu ejderha ile yüz yüze gelir. Çok korkan kadın; "Tanrım beni taş eyle bu yılan beni ve çocuğumu ısırıp zehirlemesin" yakarısında bulunur. Duaları kabul gören kadın ile yılan taş kesilir. Bu dağın adı, o günden bu yana hep Yılan Dağı olarak anılagelmiştir.

Süpürgeci Baba Efsânesi
Dinsel bir nitelik taşıyan bu efsânenin kahramanı olan Süpürgeci Baba, Horasan'dan, gelmiş bir Türkmen'dir. Süpürgeci Baba, sabahtan akşama kadar temizlediği sokaklarda bulduğu ekmek kırıntılarını toplayıp Süpürgeç Dağı’nda yaşayan hayvanlara vererek onları beslermiş. Bundan ötürü sokaklarda ne bir çöpe rastlanırmış, ne de ekmek kırıntısına... Bundan böyle Süpürgeci Baba’nın adıyla anılmaya başlayan Süpürgeç Dağı, dostluğun simgesi olmuştur.
Rivayete göre Dersim’in Pertek kazasında bulunan Süpürgeç Dağı ile Karadağ aynı kıza sevdalı iki delikanlıymış. Sevdalandıkları kız yüzünden aralarında büyük bir çekişme varmış. Ancak aradan yıllar geçmesine rağmen ne birbirlerine karşı üstünlük sağlayabilmişler ne de sevdikleri kızla evlenebilmişler. Böylece yaşlanıp giderler. Daha sonraları; önce sevdikleri kız, ardından da kendileri ölüp toprağa karışırlar. Rivayet odur ki, aralarındaki bu çekişme devam edip gitmiş. Her biri birer Ulu Dağ’a dönüşen bu iki insan, birbirlerine top atmaya başlarlar. Süpürgeç tarafından atılan top sonucunda Karadağ'ın yüzü karaya boyanır. Karadağ tarafından atılan top neticesinde Süpürgeç Dağı’nın da tepesi uçar. Bundan ötürüdür ki Süpürgeç Dağı'nın tepesi düz, Karadağ’ın da yüzü kara olur
 
Yürüyen Duvar Efsânesi
Dersim yöresinde büyük-küçük hemen herkes tarafından bilinen ve anlatılan Yürüyen Duvar Efsânesi; Mazgirt İlçesi'ne bağlı Darıkent (Muhundu) Bucağı'nda geçer. Kureyş, elinde kamçı olarak kullandığı yılanıyla sürekli ayının sırtında dolaşırmış. Günlerden bir gün bileğine doladığı yılanı kamçı yaparak bir ayıya binen Kureyş Baba adındaki er, Muhundu’ya doğru yol alıyormuş. Bu sırada Baba Mansur adındaki zat, duvar örüyormuş. Baba Mansur’un duvar ördüğü yere gelen Kureyş, Baba Mansur’a; ‘Ya bana bağlanacaksın, ya da sen de bir keramet göstereceksin’ der. Bunun üzerine duvar örmekte olan Baba Mansur, örmekte olduğu duvara binerek onu yürütmüştür. Baba Mansur'un bu kerametini hayranlıkla izleyen Kureyş Baba; "Ben canlıları terbiye ediyorum, ama sen bir cansızı yürüttün. Senin kerametin benim gösterdiğim kerametten daha büyüktür." diyerek Baba Mansur'un elini öper ve onu kendisine ‘Pir’ olarak seçer. O günden sonra Mansur sülalesinden olanlara hürmette kusur etmeyen Kureyş sülâlesi, onlara bağlanarak taliplik yapmışlardır.
 
Seyyid Seyfeddin Efsânesi
Tarihsel kaynaklarda verilen bilgilere göre Hacı Bektaş Veli ile aynı dönemlerde yaşayan Pir-i Buharzi Seyyid Seyfeddin, Hacı Bektaş Dergâhı’na biat ettikten bir süre sonra halka, doğru yolu göstermek amacıyla Tunceli merkeze bağlı Venk (Venk, Ermenice bir terim olup manastır anlamındadır. Bölgede birden çok ‘Venk’ mevcuttur. Adı geçen bu Venk’in, öteki Venklerden ayırt edilmesi için Zaza kültüründe "büyük" anlamına gelen "pil" tamlamasını alarak "Pilvenk"e dönüşmüştür)'e gönderilir. Seyyid Seyfeddin, Venk (günümüzdeki Pilvenk-Dedeağaç köyü)'e bir halifesiyle birlikte gelerek daha önce burada ikâmet eden büyük keşişe, burayı kendisine mekân olarak tutacağını bildirir. Büyük Keşiş buranın kendisine ait olduğunu söyleyerek Seyyid Seyfeddin’e; burayı mekân olarak tutamayacağını söyler. Kısaca Seyyid Seyfeddin ile keşiş arasında kimi tatsızlıklar yaşanır. Böyle olunca sonuca bağlanamayan konunun çözümü, bir sonraki güne ertelenir. Ancak keşiş, sabah uyandığı zaman kendini mekânıyla birlikte Hozat'ın Zımeq köyündeki Venk'te bulur. Hata yaptığını anlayan keşiş, büyük oğlunu Seyyid Seyfeddin’e göndererek affını diler. Keşişin büyük oğlu, bir kış mevsimi yanında bulunan bir grup atlı ile birlikte Pilvenk’e gider ve Seyyid Seyfeddin'in huzuruna çıkar. Ancak, Seyyid Seyfeddin’in gösterdiği bu kerametle yetinmeyen Keşişin büyük oğlu; "Bizim atlarımız taze ottan başka yem yemez erenler!" diyerek üstü kapalı bir şekilde ondan bir mucize daha göstermesini istediği için Seyyid Seyfeddin, eşelediği karın dibinden yeşil bir filiz çıkararak atların önüne koyar. Atların önüne  konulan o filiz, taze yonca yığınına dönüşür. Atlar taze yoncaları yemeye başlarlar. Bu mucize karşısında hata yaptığını anlayınca ayaklarına kapandığı Seyyid Seyfeddin'den af dileyen keşişin oğlu; Seyyid Seyfeddin’e “kendisine bağlanıp hizmet görerek hatalarını affettirmek istediğini” söyler. Seyyid Seyfeddin: “senin annen baban var, biz rızasız ve izinsiz bir iş yapmayız” der. Bunun üzerine keşişin oğlu, yanında bulunan atlı adamlarıyla birlikte babasının yanına döner ve olup bitenleri babasına anlatır. Bunun üzerine yola çıkan keşiş, aile efradı ve eşrafı birlikte gittikleri Pilvenk’te Seyyid Seyfeddin’in huzuruna çıkarak af dilerler. Seyyid Seyfeddin onları affedince, keşiş; “Ey derviş Allah’la dost olduğunu gösterdin bize, eğer kabul edersen sana bağlanıp senin yoluna girmek istiyoruz” der. Bundan sonra keşiş, tüm tebaası ile birlikte Seyyid Seyfeddin’e mürit , büyük oğlu da Seyyid Seyfeddin’e manevi evlat olup ölene kadar sadık bir evlat gibi hizmet vermeye başlar. Bu olay sonrasında Seyyid Seyfeddin’in adı, Pir Seyfeddin (Piri Sevdin) olarak söylenmeye başlar.
 
Sır Mahmut Efsânesi
Seyyid Mahmut, Seyyid Seyfeddin'in torunlarından biridir. Keramet  sahibi biriymiş. En yaygın olan mucizelerinden biri şöyledir: Seyit Mahmut, ağabeyi Seyyid Pirali ve diğer bazı kişilerle dam üstünde sohbet ediyorlarmış. Zaman öğle vaktidir. Tam da bu sırada kadınlar, yaylımdan dönen hayvanları sağmak için hayvanların dinlendirildiği sağım yerine gitmişler.
Toprak damın üzerinde bulunanlardan biri Seyyid Mahmut'a takılmak ister ve "hele bir keramet göster de görelim" der. Seyyid Mahmut tırnağının üstüne bir şeyler yazmaya başlar. Bu sırada süt sağım işini bitirerek köye dönmekte olan kadınlar şalvar ve eteklerini yukarı çekerek gelmeye başlamışlar. Bu görüntüden rahatsız olan ağabeyi Seyyid Pirali, Seyyid Mahmut’a kızar. Bunun üzerine Seyyid Mahmut, tırnağına yazdığı yazıyı yalayıp siler. Bu olay sonrasında kadınlar etek ve şalvarlarının paçalarını tekrar indirerek yürümeye devam ederler. Sağımdan dönen kadınlar köye dönünce, Seyyid Mahmut tarafından gösterilen görüntüden rahatsız olan eşleri, hanımlarına; ‘etek ve şalvar paçalarınızı neden yukarıya çekmiştiniz?’ diye sorarlar. Bunun üzerine kadınlar; "Yağan yağmuru görmediniz mi?  Az kalsın sel bizi götürecekti." demişler.
Seyyid Mahmut, her sonbaharda çıkıp bütün bir kışı irşad etmek üzere gittiği taliplerinin yanında geçirdikten sonra ilkbahar mevsiminde köyü Pilvenk'e dönermiş. Gene böyle bir görevi ifa ettikten sonra kendi mekânı olan Pilvenk’e dönerken köy hizasında ve Munzur Nehri’nin üst kısmında, bugün "Sırmahmut Gölü" olarak adlandırılan yerde, Pilvenk'te ikâmet eden birkaç kişi tarafından öldürülür. Atını, boğulması için terkisine taş doldurup suyun içine sürerler. Sonra öldürdükleri Seyyid Mahmut’un naaşının bulunduğu yere dönerler. Ancak geri döndükleri zaman Seyyid Mahmut'un cesedini bulamazlar. Sonra ‘ceset sır oldu’ diyerek korkup kaçarlar. Boğulması için terkisine taş doldurup Munzur Suyu’na sürdükleri at, nehirde boğulmayıp üstündeki taş dolu terkiyle köye dönmüş. O günden sonra Seyyid Mahmut'un ne ölüsü bulunmuş, ne de dirisi... Bundan sonra adı, ‘Sırmahmut’ olarak anılmaya başlanır.
 
PEPUK KUŞU EFSANESİ
Ben bir pepuk kuşuyum dalında yaralı
duran
dağların yamaçlarında kenger
nazlı bir kızın gözlerinde iki yetimlik
ah!
içinin kızıllığınca gül ve yangın
her bahar lavlara
korlara 
ateşlere düşer yüreğim
bir söğüt dalının 
efil efil titreşen yaprağıdır yüreğimdeki
açarım yarasını bakarım can yerimin
ağlayamam
acının ve sevginin kesiştiği yerde 
iki çığlık arasında kaldım ah
acılı rüzgarlara bıraktım kanatlarımı
istedim ki kuş olayım
kanatlarımın altında saklayayım 
alıp gideyim başımı dağ
göklere yazayım hasretimi 
istedim ki ağaç olayım 
üzerinde yeşereyim
gölge edeyim her yaz
her güz dökülsün yapraklarım
serileyim üzerine ah! edeyim
istedim ki yağmur olayım
yüreklere yağayım her bahar
sel olayım dere tepe 
katayım önüme tüm acıları
denizlere, okyanuslara götüreyim
istedim ki ıstırabın sunaklarında
karalanmış rengi olayım yaşamın
sonsuzluğun kurgusunda cezalanmış
acı 
binlerce yıllık geçmişimle
her bahar beni anlatsın analar
çocuklarına, 
babalar beni anlatsın
istedim ki yürekteki her çiçeği 
gözyaşlarıyla besleyeyim
kuruyup gitmesin diye
istedim ki dağlara sesleneyim yazgımı
özlemlere söylenen türkülere
sesleneyim
gelip geçenler okusun diye
gözlerimdeki şiiri
istedim ki dağlara yazayım hasretimi
ovalara, denizlere, gökteki yıldızlara
yağmur olayım gökkuşağını
hediye edeyim
parça parça olayım her fırtınada
mutluluk ağacında hüzün çiçeği olayım
her yıl çoğaltayım acılarımı
 
Munzur dağı eteklerinde kış mevsiminin, etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başladığı günlerde. Baharın geleceğini muştulayan cemreler beklenir. Sonunda cemre, hava ve topraktan sonra suya da düşer. Hem de ateş topu bir sıcaklıkla.... Su da hava gibi, toprak gibi ısınmaya, yaşam daha kolay, daha güzel yaşanılır olmaya başlar. Cemre havanın güzelleşmesini, suyun ısınmasını ve toprakta gizlenen tohumların, bitkilerin, kuru ağaç dallarının, canlıların uyanmasına sebep olur. Bir umut olur canlı cansız tüm varlıklara.
Cemre toprağa düştükten sonra bahar geliverir dağlara, ovalara, kırlara. Ve ardından yüreklere. Önce kardelenler, nergisler, süsenler (sosın) kaldırır bükülmüş boyunlarını gökyüzüne, ardından laleler, frezyalar, kır karanfilleri, kırk kanatlılar, yabangülleri. İç gıdıklayan kokularını etrafa yayarlar, renk renk ışıklarını sulara aksettirdiler. Baharın gelmesiyle birlikte kuşlar daha bir neşeli öter, daha bir neşeli uçar gökyüzünde. Dereler daha bir sevinçle akar, daha bir coşkuyla eser rüzgâr.
Her bahar nasırlı ellerin toprağa attığı tohumlar, yeniden yeşerme sürecine dönüşünce, doğa yeniden dirilir. Bir serin şebnem, güneşin de etkisiyle kendini yeniden doğurur. Derin uykusundan uyanır doğa. Umutsuzluğu ortadan kaldırarak aydınlığını, güneşe yönelen gülüşlerini saçar evrene. 
Kenger, karların erimesiyle yetişen en önemli bitkilerden biridir çocuklar için. Bir taraftan soyulup yenilir, yemeği yapılır diğer yandan sakızı toplanır. Kenger sakızıyla da meşhur bir bitkidir, üzerine türküler bile yakılmıştır. Kengeri, önemli yapan bence tüm bunlardan da öte acıklı efsanesidir. Farklı biçimde de olsa kengerin bittiği her yerde Pepuk Kuşu Efsanesi bilinir ve çocuklara anlatılır... 
Efsane, kimi yerlerde farklılık da gösterse, konu benzerdir. Kimi yerde erkek kardeşin acısı anlatılır kimi yerde kız kardeşin acısı... Nuri CAN
 
Pepuk Kuşu Efsânesi
Bir varmış bir yokmuş... Vakti-zamanda Anadolu’nun küçük bir dağ köyünde anne baba ile iki çocuğu yaşarmış. Çocuklarının biri erkek diğeri de kız imiş. Bu ailenin herkesi imrendirecek derecede neşe, mutluluk ve sevinç içerisinde dilekleri gerçekleşir her şey gönüllerince olurmuş. Oturdukları köyde gayet sevilen bu iki güzel çocuk da gün gelmiş cıvıl cıvıl kuş sesleri, kuzu meleyişleri, dere çağlayışları arasında mavi ve yeşilin alabildiğine uzandığı yaylaların güzelliği içinde, boylu boyunca dağların eteklerinde bulunan ağaçların gölgeleri ve serinliği içinde güle, oynaya, büyümüşler. 
Taa ki günün birinde anneleri aniden rahatsızlaşıp ölünceye dek. Bu durum, ailenin tüm neşesini, huzurunu, mutluluğunu üzüntüye çevirip yok etmiş. İki kardeş de artık eskisi gibi ne gülmüş ne de sevinip oynamışlar. Her tarafa ağır bir yas ve sis bulutu çökmüş... 
Bir müddet sonra evde aş pişirecek kimsesi olmadığı için babaları yeniden evlenmek zorunda kalmış. Evlenmişte üvey anneleri kısır olduğu ve de çocuğu olmadığı için çocukları hiç sevmez, düşmanca davranırmış. Fırsat buldukça kötülük eder, elinden gelen her zulmü yapmaktan geri durmazmış. 
Hele babaları evden çıkınca vay haline çocukların, onlara türlü türlü eziyetler eder rahat yüzü göstermezmiş. Çocukları gece gündüz çalıştırıp, döver ve kimseye anlatmamaları için de korkuturmuş. Zavallı çocuklar bütün bu kötülüklere rağmen yine de babaları üvey annelerinin yaptıklarına inanmaz diye çaresiz her eziyete katlanarak yaşamlarını sürdürme çabası gösterirmişler...
Babalarının yine evde olmadığı bir bahar günü, üvey anneleri iki kardeşe torba, bıçak ve kazma vererek, dağa kenger toplamaya gönderir. İki kardeş sabah erkenden evden ayrılarak kenger toplamak için dağın yolunu tutmuşlar. Abla bir bir topladığı kengerleri kardeşinin sırtında taşıdığı torbaya koyarmış ve böylece de hava kararmaya başlayıncaya kadar kenger toplamışlar. Artık köye dönmek üzereyken Abla, kardeşinin sırtında taşıdığı torbanın dolup dolmadığını anlamak için torbayı yere indirip bakmış ki ne görsün, torbada bir tek kenger yok. Bu duruma şaşıran iki kardeş, ’Sabahtan beri topladığımız kengerleri gizli gizli yedin değil mi?” Biz şimdi eve nasıl döneriz? üvey annemiz bizi öldürür!.. ’ deyip çıkışmış kardeşine. 
Kardeşi ise ’Hayır abla, bana yemem için verdiğin bir tek kengerin dışında yemin olsun ki yemedim!’ demiş. Ancak ablasını bir türlü inandıramamış. ’Abla eğer hala bana inanmıyorsan istersen karnımı aç da bak!’ demiş. Ablası almış bıçağı karnını yarmış bakmış ki kendisinin verdiği bir kengerin dışında midesi bomboş kardeşinin, meğerse kengerleri o yememiş!... Kardeşi doğru söylemiş. Kardeşinin karnını dikmeye çalışmışsa da kardeşi oracıkta ölmüş. 
Gidip torbaya tekrar bakmış ki torbanın dibi delik ve sabahtan bu yana topladıkları kengerlerin döküldüğünü anlamış. Meğer üvey anneleri onlara (akşam kötülük etsin diye) dibi delik torbayı vermiş. 
Kardeşine inanmamakla hata yapıp onun ölümüne sebep olan abla, bu acı ve vicdan azabıyla neye uğradığını şaşırmış ve orada bulunan pınarın suyuyla kardeşini yıkayıp ağlaya ağlaya gömüvermiş. Gömütün yeri belli olsun diye de başucuna bir fidan dikmiş.
Eve döndüğünde kardeşini soran babasına. ’O biraz yoruldu oduncularla gelecek’ demiş. Oduncular gelmiş, çocuk gelmemiş. 
- Nahırla gelecek demiş. 
Nahır da gelmiş, ama çocuk yine yok.
- Davarla gelecek. 
Davar da gelmiş çocuk hala ortalarda yok. 
Genç kız bir yandan baba korkusu, diğer yandan vicdan azabıyla kıv-rılmış, yanmış, tutuşmuş parça parça olmuş yüreği. 
Kardeşine inanmamakla hata yapıp onun ölümüne sebep olan abla, bu acı ve vicdan azabıyla Allah’a yalvarmaya, dua etmeye başlamış. ’Allah’ım beni pepuk kuşu yap bu dağlara sal ki dünya döndükçe dağlardan dağlara kardeşim diye seslenip durayım!...“
Efsane bu ya o gece kızın dileği kabul olur, genç kız o gece Allah’tan, pepuk kuşu olmuş ve gidip kardeşinin başucundaki ağaca konup hep kardeşi için seslenip durmuş. Ve işte o gün bu gündür bu kız, Pepuk Kuşu olarak dağlarda oradan oraya dolaşarak, kardeşini öldürdüğü için herkese kendini ihbar eder durur: 
Her bahar mevsimi kengerin yerden bitmesi ile beraber Pepuk Kuşu’nun acıklı ötüşü de başlar.
 (Zazaca)
 “Phepu”
“Kheku”
“Kam kerd”
“Mı kerd”
“Kam kişt” (çişt)
“Mı kişt” (çişt)
“Kam şüt”
“Mı şüt”
“Ax! Ax! Ax!” 
 
 (Kürtçe) 

’Pepuu’ 
“Kekuu”
“Ke qir?”
“Mın qir”
’Ke kuşt?’ 
’Mın kuşt’ 
’Ke şuşt?’ 
’Mın şuşt’ 
“Ah! ah! Ah!” 
 
(Türkçe)
 
’Pepuu’
“Kekuu” (baba)
“Kim yaptı?“
“Ben yaptım” 
’Kim öldürdü?’ 
’Ben öldürdüm’ 
’Kim yıkadı?’ 
’Ben yıkadım’
“Vah! Vah! Vah!”
 
Dağlarda öten bu kuşun bu gün hala, kardeşini öldüren o genç kız olduğu söylencesi, Erzincan’ın Caferli köyü ve diğer çevre köylerde yaygın bir biçimde bu şekilde anlatılır... Onun çıkardığı seslere bile acıklı bir ifade ve anlam yüklenmiş. Çocukluğumda bunun bir efsâne değil de gerçekten yaşanmış bir öykü olduğuna inanır ve o kuşa çok acırdım!...
Bu efsâne, hâlâ Doğu’nun birçok yöresinde anlatılmaktadır. Komşu illerde de aynı efsânenin değişik şekillerde anlatıldığı bilinmektedir. Doğu illerinde yaşayan yaşlı genç hemen hemen herkes “Pepuk Kuşu” efsânesini farklı bir şekilde de olsa bilir. (w Ben Bir Pepuk Kuşuyum ww. msxlabs. org/forum/-efsaneler/23172-pepuk -kusu-efsanesi.  html) Alıntı.
 


KAYNAKLAR
 
* A.E. Krimsky, Persky Teatr, Kiev, 1921 
*Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi olarak Menakıpnameler, Ankara-1992 s.43-44) İ.Kaygusuz
*Ali Erbaş, Dinler tarihi araştırmaları dergisi II, , Ankara-2000,
*Ali Şeraiti, Dinler tarihi, s.304.
*A.  Lages regionum, Patrologia Syriaca, II/I, 1907, bsm 586
*Andranig 1900: Tersim. Tiflis.  
*Andreasyan, Hrand D. 1964: Polonyali Simeon'un Seyahatnamesi 1608-1619. Istanbul: IÜ Edebiyat Fakültesi Yayinlari. 
*Anon 1994: "Birinci Umumi Müfettisligin istegiyle hazirlanan Dersim yöresi asiret yerlesim listesi", Mehmet Bayrak (der.), Açik-gizli/resmi-gayriresmi kürdoloji belgeleri içinde. Ankara: Öz-Ge. ss. 271-294.  
*Anon 1995: Forced evictions and destruction of villages in Dersim (Tunceli) and the western part of Bingöl, Turkish Kurdistan, Sep-tember-November 1994. Amsterdam: SNK.  
*Antranik Çelebyan Dersim, 1901, Tiflis; Türkçe çevirisi için bakiniz Desmala Sure, Sayi: 6, 8 ve 9
*Asatrian G.S. / F. Vahman (1987-95), Joyce Blau (1989), P. Lecoq (1989),
*Asatrian, G. S. & Gevorgian, N. Kh. 1988: "Zaza miscellany: Notes on some religious customs and   institutions", A green leaf. Papers in honour of Proffesor Jes P. Asmussen [=Acta Iranica, XII] . Leiden: Brill.
*Avci, A. Haydar 1993:"Devlet ve Alevilik", Berhem, 6-7, ss. 19-30.  
*Babinger, Franz 1921: "Schejch Bedr ed-Din, der Sohn des Richters von Simav", Der Islam, 11, ss. 1-106.  
*Baghdadi, Fark, ç. A. Halkin, Tel Aviv 1935, 113; Raşid-el Din, İsmailiyan, bsm. Danispazhuh, Tahran 1338/1959, 12
*Barnum, Rev. H. N. 1890: "The Kuzzel-bash Koords", Missonary Herald, 1890, ss. 343-346.  
*Basbug, Hayri 1984a: Iki Türk boyu Zaza ve Kurmancalar. Ankara: Türk Kültürünü Arastirma Enstitüsü.  
*Basbug, Hayri 1984b: Göktürk-Uygur Zaza Kurmanç lehçeleri üzerine bir arastirma. Ankara: Türk Kültürünü Arastirma Enstitüsü.  
*Bayrak, Mehmet (der.) 1993: Kürtler ve ulusal-demokratik mücadeleleri. Gizli belgeler-arastirmalar - notlar. Ankara: Öz-Ge.  
*Bayrak, Mehmet 1994: Açik-gizli/resmi-gayriresmi kürdoloji belgeleri. Ankara: Öz-Ge.  
*Bender, Cemsid 1991a: Kürt tarihi ve uygarligi. Istanbul: Kaynak yayinlari.  
*Bender, Cemsid 1991b: Kürt uygarliginda Alevilik. Istanbul: Kaynak Yayinlari.  
*Berhem Redaksiyonu 1992: "Bazi olumsuz propaganda, elestiri ve yakistirmalar üzerine", Berhem, 3 (Eylül), ss. 6-11.  
*Besikçi, Ismail 1990: Tunceli kanunu (1935) ve Dersim jenosidi. Istanbul: Belge Yayinlari.  
*Birdogan, Nejat 1992: Anadolu ve Balkanlarda Alevi yerlesmesi: ocaklar - dedeler - soyagaçlari. Istanbul: Alev Yayinlari.  
*Blau, O. 1862: "Nahrichten über kurdiche Stämme - III: Mitt-heilungen über die Dusik-Kurden", ZDMG, 16, ss. 621-627.  
*Brant, J. 1836: "Journey through a part of Armenia and Asia Minor 1835", Journal of the Royal Geographic Society, 6.  
*Bruinessen, Martin van 1989: "The ethnic identity of the Kurds", Peter A. Andrews, Ethnic groups in the Republic of Turkey içinde. Wiesbaden: Dr. Ludwig Reichert, ss. 613-621.  
*Bruinessen, Martin van 1992: "Kurdish society, ethnicity, nationalism and refugee problems", Philip G. Kreyenbroek & Step-hen Sperl (der.), The Kurds: A contemporary overview içinde. London: Routlegde. ss. 33-67.  
*Bruinessen, Martin van 1994a: "Genocide in Kurdistan?: The supression of the Dersim rebellion in Turkey (1937-38) and the chemical war against the Iraqi Kurds (1988)", George J. Andre-opoulos (der.), Genocide: Conceptual and historical dimensions içinde. University of Pennsylvania Press. ss 141-170.  
*Bruinessen, Martin van 1994b:"Nationalisme kurde et ethnicitiés inta-kurdes", Peuples Méditerranéens, 68-69, ss. 11-37.   
*Bruinessen, Martin van (hazirlaniyor): "Satan's psalmists: Some heterodox beliefs and practices among the Ahl-e Haqq of the Guran District".  
*Bulut, Faik (der.) 1991: Belgelerle Dersim raporlari. Istanbul: Yön Yayincilik.  
*Bumke, Peter 1979: "Kizilbas-Kurden in Dersim (Tunceli-Türkei). Marginalität und Häressie", Anthropos, 74, ss. 530-548.  
*Bumke, Peter 1989: "The Kurdish Alevis - boundaries and per-ceptions", Peter A. Andrews, Ethnic groups in the Rebublic of Turkey içinde. Weisbaden: Dr. Ludwig Reichert. ss. 510-518.  
*Butyka, Desiderus 1892: "Das ehemalige Vilajet Derssim", Mittheilungen der Kaiserlich-Königlichen Geographischen Gesellsc -haft, 35, ss. 99-126, 194-210.  
*Büyük Mezhepler ve Dinler Ansiklopedisi – Karaca Ofset 1964
*Cahen, Claude 1968: Pre-Ottoman Turkey. London: Sigwick & Johnson.  
*Campanile, Giuseppe 1818: Storia della regione de Kurdistan e delle sette ivi esistenti. Napoli: Fratelli Fernandes.  
*Cengiz, Seyfi, :”Dersim ve Zaza Tarihi”
*Cevdet Türkay, Başbakanlık Arşivi Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatlar, İstanbul 1979, 
*Chater, Melville 1928: "The Kizilbash clans of Kurdistan", National Geographic Magazine, 54. 
*Christensen V., 1921: 8, quoting F. C. Andreas
*Christensen, A., Les dialectes d'Awroman et de Pawä, Copenhagen 1921
*Dedekurban, Ali Haydar 1994: Zaza halk inançlarinda "kült"ler. Ankara: Zaza Kültürü Yayinlari.  
*Dersimi, Dr. Nuri Kürdistan Tarihinde Dersim,  Doz Yayınları, Eylül 2004,
*Dersimi, M. Nuri 1952: Kürdistan tarihinde Dersim. Halep: Ani Matbaasi.  
*Dersimi, M. Nuri 1992: Dersim ve Kürt Milli Mücadelesine dair hatiratim, sadelestirerek, notlayarak ve resimleyerek yayina hazirla-yan Mehmet Bayrak. Ankara: Öz-Ge Yayinlari.  
*D. L. Lang, The Armenians: A Poeple In Exile, 1981).
*Doğu İlleri ve Varto Tarihi” M. Şerif Fırat, IQ Kültür-Sanat Yayınları, İstanbul/2007
*Durmuş, Mehmet “Mehdilik inancı üzerine”, Nida Dergisi 2004 Kasım – Aralık sayısı.
*Düzgün, Mustafa 1988b: "Torey ve adete Dersimi", Berhem, 2, ss. 18-27.  
*Düzgün, Mustafa 1993: "Sivas katliami ve Alevi sorunu", Berhem, 6-7, ss. 7-18.  
*Düzgün, Mustafa & Comerd, Munzir & Tornecengi Hawar 1992: Dêrsim de diwayi, qesêpi-kalikan, erf u mecazi, çibenoki, xelet-nayêni [Dersim'de dualar, atasözleri, mecazlar, bilmeceler, sasirt-macalar]. Ankara: Çapxane Berheme.  
*Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir, İstanbul 2004.
*Edmonds, C. J., Kurds, Turks and Arabs, London 1957
*Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Isparta-2008
*Evliya Amuli, Tarikh-i Rûyan (750/1349). Tahran 77.
*Evliya Çelebi, Seyahatname, İstanbul 1896
*Fada il al Atrak, Osm'A al Azzawi, Belleten,IV.14-5. 1940
*Feber, Oda & Grässlin, Doris 1988: Die Herrenlosen: Leben in einem kurdischen Dorf. Bremen: edition CON.  
*Firat, M. Serif 1970: Dogu illeri ve Varto tarihi, 3. baski. Ankara: Kardes Matbaasi.  
*Hudud’ül-Alem bl XXXII, 24 ve Cuveyni, III, 425 (Kazwini'nin notu)
*Huzeyfe Sayım, Zerdüştîlik'de Kozmogoni ve yaratılış,Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 16 Yıl : 2004/1, s.94.).
*Ibn'ül-Ezrak, Mervani Kürtleri Tarihi, Çev. M.E. Bozarslan).
*Ingvar SVANBERG (Invandrare Fran Turkiet-Etnisk och Sociokul-turell variation. Uppsala 1985)    
*Izady, Mehrdad R. 1992: The Kurds: A concise handbook. Washington: Taylor & Francisç.
*İbn al-Athir, VII, 303 ve İbn İsfendiyar, Eghbal, 
*İbn-al Athir, VIII, 406; Tanukhi, Nişwar, ç. Marqoliouth, 219; Uygulamanın çağdaş karakteri için bkz. Hilal b. Muhassin, Edipse, III, 458 altyazı 393
*İbn Vaşil, al-Tarikh al-Şalihi, Dorn'da, Muhamm. Quellen 2. Gesch, d. Kasp. Meres, IV, 474  
*İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte ve muhtasarı tercümesi, , c. XV, Ankara-1992.
*İsmail Kaygısuz (W. Madelung, The cambridge History of İran Vol. IV, s. 26) Ak..
*İsmail kaykusuz. (W. Madelung,agy.IV, ibn Fadlan, Voyage Chez les Bulgares dela Volga 1983, - Paris,)
*Jaba, Alexander 1860: Recueil de notices et récits kourdes. St. Petersbourg.  
*Jacobson C. M.  (1993-97; Rastnustena Zonê Ma / Handbuch für die Rechtschreibung der Zaza-Sprache, Verlag für Kultur und Wissenschaft, Bonn 1993 / İstanbul 2001, Tij Yayınları;
*Jandarma Umum Kumandanligi (tarih yok):[c. 1935] Dersim [Gizli ve zata mahsustur]. Ankara: T.C. Dahiliye Vekaleti Jandarma Umum Kumandanligi.  
*J. Gippert (1993-96), M. Sandonato (1994),
*Josebh Campbell, Batı Mitolojisi, s. 334. Ankara-1995,
*Karl Hadank, Mundarten der Zaza, Hauptsachlıch aus Siwerek und Kor, Berlin 1932.
*Kârnâmak'i Artakşir, çeviri Nöldeke, 47
*Kemali, Ali 1932: Erzincan tarihi: tarihî, cografî, içtimaî, etnografî, idarî, ihsaî tetkikat tecrübesi. Istanbul: Resimli Ay Matbaasi.  
*Kemali, Ali 1992: Erzincan: tarihi, cografi, toplumsal, etnografi, idari, ihsal, inceleme arastirma tecrübesi. Istanbul: Kaynak Yayin-lari.  
*Keiser, Hans-Lukas 1993: Les Kurdes alévies face au nationalisme turc kémaliste. L'alévité du Dersim et son role dans le premier soulévement kurde contre Mustafa Kemal (Koçgiri, 1919-1921). Amsterdam: MERA [Occasional Paper no.18].  
*Kieser, Hans-Lukas 1994: "L'Alévisme kurde", Peuples Méditer-ranéens, 68-69, ss. 57-76.  
*Kocadag, Burhan 1987: Lolan oymagi ve yakin çevre tarihi. Yalova: Kendi yayini.  
*Komal 1975: Koçgiri halk hareketi 1919-1921. Ankara: Komal.  
*Korkmaz, Mehmet: Mitolojik Dinlerin Gizemi, 2009-Ankara: Alter Yayıncılık.
*Korkmaz, Mehmet: Zerdüşt Dini İran Mitolojisi, 2010-Ankara: Alter Yayıncılık
*Korkmaz, Mehmet: Mitoloji Sözlüğü, 2011, Ankara:Alter Yayıncılık
*Ludwig Paul (1994-98; Zazaki: Grammatik und Versuch einer Dialektologie, Dr. Ludwig Reichert Verlag, Wiesbaden 1998
*Luschan, Felix von 1891: "Die Tachtadschy und andere Überreste der alten Bevölkerung Lykiens", Archiv für Anthropologie, XIX, ss. 31-53.  
*Luschan, Felix von 1911: "The early inhabitants of Western Asia", Journal of the Royal Anthropological Institute, 41, ss.221-224.  
*MacKenzie, D. N., "The Origins of Kurdish", Transactions of the Philological Society, 1961
*Malmisanij 1988: "Dimilli ve Kurmanci lehçelerinin köylere göre dagilimi", Berhem, 2 (Gulan 1988); 3 (Ilon 1988), ss. 2: 8-17, 3: 62-67, 4: 53-56.  
*Mehmet Aydın, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Konya-2005
*Mehmet Aydın, Dinler Tarihine Giriş, Konya-2008.
*Mehmet Durmuş, “Mehdilik inancı üzerine”,Nida Dergisi 2004 Kasım – Aralık sayısı.
*Mélikof, Iréne 1982a: L'Islam hétérodoxe en Anotolie", Turcica, XIV, ss. 142-154.  
*Mélikof, Iréne 1982b: "Recherches sur les composantes du syncrétisme Bektachi-Alevi", Studia turcologica memoriae Alexii Bombaci dicata içinde. Napoli: Istituto Universitario Orientale. ss. 379-395.  
*Minorsky, Sarvin arihi, 1958, 23-5
*Minorsky, Kahire 1955, s. 25
*Minorsky, V., "The Guran", BSOAS, XI, 1: 75-103, (Universty of London), 1943
*Minorsky, Ehli-Hak Tarikatı Üzerine Notlar, Paris, 1920-1, 51
*Miskawayh, Eclipse, I
*Molyneux-Seel, L.1914: "Journey into Dersim", Geographical Journal, 44, ss. 49-68.  
*M. Stern, BSOAS, XXIII, 1960
*Mukaddesi, 369 ve op. cit., II, s.162; III, s. 260
*Naşir al-Din, al-Tha'ir, al-Utrûsh "Sağır" (No: III)
*Niebuhr, Carsten 1780: Reize naar Arabië en andere omliggende landen. deel 2. Amsterdam/Utrech [= Reisebeschreibung nach Ara-bien und andern umliegenden Ländern, vol. 3. Copenhagen 1774-78].  
Nur, Rıza Türk Tarihi, cilt 2)
*Oskar Mann / Karl Hadank: “Mundarten der Zâzâ. Hauptsächlich aus Siwerek und Kor, Berlin 1932–Siverek und Kor” adıyla yayınlandı.
*Öz, Baki 1990: Kurtulus savasinda Alevi-Bektasiler. Istanbul: Can Yayinlari.  
*Özkan, Halis 1992: Völker und Kulturen in Ostanatolien. Beiträge zur Geschichte und Ethnographie des Dorfes Muhundu in Osta-natolien, Regierungsbezirk Tunceli (ehemals Dersim). Wuppertal: Deimling Wissenschaftliche Monographien. [=Diss. Fernuniv. Ha-gen, 1991]  
*Öztürk, Hidir 1984: Tarihimizde Tunceli ve Ermeni mezalimi. Ankara: Türk Kültürünü Arastirma Enstitüsü. 
*Öztürk, S. 1972: Tunceli'de Alevilik. I.Ü. Ed. Fak. Sosyoloji Bölümü mezuniyet tezi.  
*Pamukçu, Ebubekir 1992: Dersim Zaza ayaklanmasinin tarihsel kökenleri. Istanbul: Yön Yayincilik. 
*Peter. A. J. Lerch, “Kürtler ve İrani Kuzey Keldaniler Üzerine Araştırmalar”
*Prof.Dr. Martin von Bruinessen, Kürtlük, Türklük, Alevilik, Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri, İstanbul 1999
*Prof.Dr.Remzi Kılıç, Kanuni Devri Osmanlı-İran Münasebetleri (1520-1566), İstanbul 2006.
*Prof.W.B. LOCKWOOD (W.B. Lockwood, A Panorama of indo-European Languages, London, 1972)    
*Prof.Dr.Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı Belgelerine Göre Türk-Etrak, Kürd-Ekrad Kelimeleri Üzerine Bir Değerlendirme, Ankara 1996,
*Prof.Dr. Günay Tümer , Prof.Dr. Abdurrahman Küçük – Dinler Tarihi –  Ocak Yayınları 1997
*Riggs, Rev. Henry H. 1911: "The religion of Dersim Kurds", Missionary Review of the World (New York), 24, ss. 734-744.  
*Risvanoglu, Mahmut 1975: Dogu asiretleri ve emperyalizm. Istanbul: Türk Kültür Yayini.  
*Risvanoglu, Mahmut 1994: Saklanan gerçek: Kurmançlar ve Zazalar'in kimligi, 2. cilt. Ankara: Tanmak.  
*Ritter, Hellmut 1954: "Studien zur geschichte der islamischen frommigkeit. II. Die anfänge der Hurufisekte", Oriens, 7, ss. 1-54.  
*Rotkopf, Paul 1978: "Beobachtungen und Bemerkungen über eine kurdische Bevölkerungsgruppe", Jürgen Roth (der.) Geographie der Unterdrückten içinde. Reinbek bei Hamburg: Rowolth. ss. 118-139.  
*Rûdâni, Büyük Hadis Külliyatı,c.V, 
*Selcan, Zılfi (1987-98; Grammatik der Zaza-Sprache, Nord-Dialekt (Dersim), Wissenschaft und Technik Verlag, Berlin 1998)
*Selcan, Zilfi 1994: Zaza milli meselesi hakkinda. Ankara: Zaza Kültürü Yayinlari.  
*Sevgen, Nazmi 1950: "Yasayislari simdiye kadar gizli kalmis bir asiret: Zazalar", Tarih Dünyasi, 10-13, ss.410-413, 439, 465-468, 482, 510-515 ,565-570.  
*Sevgen, Nazmi 1951: "Efsaneden hakikate", Tarih Dünyasi, 21, ss. 882-886.  
*Sevgen, Nazmi 1968: "Kürtler III", Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, 7, ss. 57-61.  
*Sirat el Mu'ayyad fi'ldin, Kahire 1949, 43-64; Bkz. Farsname 115
*Siwonıc, “Osmanlı Döneminde Zaza Kimliği”, Çıme Dergisi, Sayı:3 (Almanya 2005
*Sümer, Faruk 1976: Safevi devletinin kurulusu ve gelismesinde Anadolu Türklerinin rolü. Ankara: Selçuklu Tarih ve Medeniyet Enstitüsü.  
*Sykes, Mark 1908: "The Kurdish tribes of the Ottoman Empire", Journal of Royal Anthropological Institute, 38, ss. 451-486.  
*Sykes, Mark 1915: The Caliph's last heritage. A short history of the Turkish Empire. London: Macmillan and Co.  
*Sahhüseyinoglu, Halil Nedim 1991: Malatya Baliyan asireti. Malatya: ABC Kitabevi.  
*Şamil İslam ansiklopedisi,.
*Şeref Han, Şerefname/Kürt Tarihi (Çev. M .Emin Bozarslan), İstanbul 1971  
*Şeyh Hasan Ocağı ve Aşireti, İsmail Onarlı;  Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı.Kış 99/12 Gazi Ünv. HBVAM.Yay.Ank.
*Tabari Mulluk ( Peygamberler ve Ülkeler Tarihi Vol. 3, s. 2292)
*Tankut, Hasan Resit 1994a [1937] "Zazalar hakkinda sosyolojik tetkikler", Mehmet Bayrak (der.) Açik-gizli / resmi-gayriresmi kürdoloji belgeleri içinde. Ankara: Öz-Ge. ss. 409-490.  
*Tankut, Hasan Resit 1994b [1949] "Cumhuriyet Halk Partisi'ne 'Aleviler' konusunda verilen rapor (1949)", Mehmet Bayrak (der.) Açik-gizli / resmi-gayriresmi kürdoloji belgeleri içinde. Ankara: Öz-Ge. ss. 295-299.  
*Tankut, Hasan Resit 1994c [1961] "Dogu ve Güneydogu bölgesi üzerine etno-politik bir inceleme", Mehmet Bayrak (der.) Açik-gizli/ resmi-gayriresmi kürdoloji belgeleri içinde. Ankara: Öz-Ge. ss.218-232.  
*Tarih-i Olcaytu, Bibl. Ulus. Ek 4197, 42 v
*Taylor, J. G. 1868: "Journal of a tour in Armenia, Kurdistan and Upper Mesopotamia, with notes on researches in the Deyrsim Dagh, in 1866", Journal of the Royal Geographic Society, 38, ss. 281-361.  
*Trowbridge, Stephen van Rensselaer 1909: "the Alevies or Deifiers of Ali", Harvard Teological Review, 2, ss. 340-353. 
*Tuceli İl Yıllığı-1973: 
*Türkay, Cevdet 1979: Basbakanlik Arsivi belgelerine göre Osmanli Imparatorlugu'nda oymak, asiret ve cemaatler. Istanbul: Tercüman.  
*V. Edmonds, 1957: 12, 42, V. Minorsky, 1943, 77 sf.
*W.B. Henning (1954), D.N. MacKenzie (1961-95), T. L. Todd (1985; A Grammar of Dimili [also known as Zaza], Michigan 1985,),
*Yavuz, Edip 1968: Tarih boyunca Türk kavimleri. Ankara: Kurtulus Matbaasi.  
*Yörükan, Yusuf Ziya 1994: "Bir ilahiyatçi profesörün anlatimiyla geçmisten günümüze 'Alevilik'", Mehmet Bayrak (der.) Açik-gizli/ resmi-gayriresmi kürdoloji belgeleri içinde. Ankara: Öz-Ge. ss. 300-310.  
*Zahir-el Din, Tarikhi Gilan, bsm Robino, Raşt 1330, 57, 118, 122-6
*http://  www.alikaya.org
*288757.forumromanum.com/.../entry.user_288757.2.111141390.
*
Núskaré meqali: Tina Roje.Org (akt) Wext: Xorasan´ ve ´Dersim´ Adlarının Kökeni...
*www.kokturkler.net/Makale/259/DERSiM39;iN-ADI-
*Ayşe Hür /akunq.net/tr/?p=1744 -Dersim, Haygaz ve Bedros’un hikâyesi
*www.odatv.com
*www.turktoresi.com/viewtopic.php?f=42&t=2404
*www.angelfire.com/tn3/tahir/trk16.html
*www.hanemiz.com/buyukasya-hun.../173087-mazdek-isyani.html
*Dingorevlileri.Blogcu.Com/Nusirevan-İn-Adaleti/169800
*http://www.dunyadinleri.com/mazdaizm.html 
*http://tr.wikipedia.org - Zerdüşt , Zerdüştçülük
*www.angelfire.com/tn3/tahir/trk10.html   
*www.scribd.com/doc/.../Bese-Simal-Alevilik-Zerdustluk-ve-Islam 
*hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/60_20111230172534.pdf
*(www.msxlabs.org/forum/efsaneler/23172-pepuk-kusu efsanesi. html)
 
 
 
 
 
 
 
Bugün 74 ziyaretçi (90 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol