DERSİMLİ BİR MUALLİM'İN YAŞAMINDAN KESİTLER


     DERSİMLİ BİR MUALLİM'İN YAŞAMINDAN KESİTLER
     

I. BÖLÜM
 DERSİM VE DERSİMLİ

      DERSİM
Sözcük olarak “Gümüş kapı” anlamına gelen Dersim, bir adı da “Hurriler” olan İşuvalılar; M.Ö. XIX.- XII. yüzyıllar arasında Orta Anadolu’da yaşayan Hititler; Asurlar; eski İran halklarından Medler; İran dili konuşan İskitler; Anadolu’nun orta kısmında büyük bir alana yayılan Kapadokyalılar; Bizanslılar; Araplar; 1072–1277 arasında Doğu Anadolu’da hüküm süren Mengüçler; Diyarbakır bölgesinde üç kol halinde hüküm süren Artuklular; Danişmentler; Selçuklular; Moğollar ve Osmanlılar gibi birçok uygarlığın ayak izlerini bağrında taşımaktadır. Bir başka ifadeyle bir uygarlıklar beşiğidir Dersim.
1071 yılında yaşanılan Malazgirt Savaşı’ndan kısa bir zaman önce muhtelif Türkmen boylarınca mesken tutulan Dersim, XVI. yüzyılda, yani Yavuz Sultan Selim’in 1516 yılında gerçekleştirdiği Revan Seferi sırasında girer egemenliğine, Osmanlının. Bilindiği üzere İran’a karşı herhangi bir savaş söz konusu olduğu zaman Osmanlılar, o savaşın arifesinde, önce Anadolu’da yaşayan Alevilerin üzerine bir sefer düzenleyip onların binlercesini kılıçtan geçirdikten sonra çıkardı İran seferine. İşte Dersim de böyle bir sefer öncesinde girer, Osmanlının egemenliğine.
Tanzimat sonrasında Hozat merkez olmak üzere “Sancak” konumuna getirilen Dersim, 1847 yılında Erzurum eyaletine bağlanır. Bu dönemde merkezi Hozat olan Dersim Sancağı; Ovacık (Pulur), Çarsancak, Çemişgezek, Mazgirt, Kızılkilise (Nazımiye) ve Pah ilçelerinden oluşuyordu. 1879 yılında vilayet konumuna getirilen Dersim, 1886’da yeniden sancak konumuna getirilerek Mamuretülaziz (Elazığ) iline bağlanır. Kurtuluş Savaşı sırasında Koçgiri Ayaklanması’ndan etkilenen Dersim, 1922’de Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından yörede gerçekleştirilen düzenlemeler sırasında il konumuna getirildi. 1926 yılında tekrar ilçe konumuna getirilerek Elazığ’a bağlanan Dersim, 1936 yılında “tunç yürekli insanların beldesi” anlamına gelen “TUNCELİ” adıyla yeniden il konumuna getirildi.
                Dersim
 
                        Senden uzakta yaşam sürdürsem de
                        Kalbimde senin yerin özel Dersim.
                        Zamanı geri alıp durdursam da
                        Artık bağların olmuş gazel Dersim.
 
                        Dersim’in dağları kar ile boran
                        Yakıldı köyleri edildi viran
                        Acep var mı senin derdini soran
                       Sararıp solmuşsun bu ne hal Dersim.
 
                        Koyun kuzu meleşir yazısında
                        Hayat akar Munzur’un gözesinde
                        Bu şiirimin her bir dizesinde
                       Senin hasretin var ey güzel Dersim.
 
                        Dersim’in ortasında Munzur akar
                        Yaylasında lâle, sümbül, gül kokar
                        Bağrında korkusuz yiğitler çıkar
                        Her yiğidin cihana bedel Dersim.
 
                       Hayranî gözüm yok dünya malından
                        Bülbül kaçar oldu gonca gülünden
                        Anlayan bulunmaz senin halinden
                       Leblerinden akar şerbet, bal Dersim.
                                                               Sefil Hayranî (Mehmet KORKMAZ)


      Bir Efsane’dir Munzur
Günümüzde, geçmişi hep badirelerle dolu olan, yakılıp yok edilmek istenen Dersim’i ortadan bölerek sessiz sedasız akıp giden Munzur Suyu’nun gizemli bir öyküsü vardır:
    Derler ki, çok eski zamanların birinde Şeyh Hasan adında bir kişinin Munzur adında bir oğlu varmış. Dürüstlüğüyle, cesurluğuyla, alçakgönüllü ve hoşgörülü oluşuyla tanınan Munzur’un mistik bazı hareket ve davranışları varmış. “Bir konuşur pir konuşur” misâli çok az konuşur, ama konuştuğu zaman söylediği sözcükler gizemli anlamlar yüklüymüş. Onun gizem dolu sözlerinden, hal ve hareketlerinden şüphelenen babası günün birinde, çobanlık dışında başka bir işle uğraşmayan Munzur’u izlemeye başlar. Mevsim kış. Yörede metrelerce kar var. Munzur, keçi sürüsünü önüne kattığı gibi soluğu ormanda alır. Kışın ortasında, ormanı oluşturan yapraksız meşe ağaçları, dondurucu soğuğun etkisiyle titriyormuş adeta. Çoban Munzur, soğuktan titreyen yapraksız ağaçların yanına varıp ağaç dallarını eğmeye başlar. Munzur’un eğdiği ağaçların dalları yemyeşil yapraklarla bezenirmiş. Yeşil yaprakları gören keçiler, Munzur’un eğdiği ağaçta yeşeren yaprakların başına üşüşürmüş. Onları yiyerek karınlarını doyururlarmış. Bu inanılmaz duruma gözleriyle tanık olan babası kendini tutamaz olur ve: “Hey Yüce Allah’ım!” diye bağırır. Munzur, bu sesi duyar duymaz elindeki ağacı bırakıp arkasına bakmış. Babasını gören Munzur, babasının, olayı gözlemlediğini anlayınca oradan kaçarak gözden kaybolur. Babası, dağ, taş demeden, soğuk, tipi dinlemeden günlerce oğlunu aramaya başlar. Ancak hiç bir yerde Munzur’un izine rastlamıyor.
Kılık değiştiren Munzur, Ovacık ilçesinin Koyungölü Köyü civarında yaşayan Haydar Ağa’nın işlerini yapmaya, sürülerini gütmeye başlar. Hizmette kusur etmeyen çok becerikli ve başarılı olan Munzur, Ağasının bir dediğini iki etmezmiş. Çobanlıktan tarla tapan işlerine değin her işi büyük bir maharetle yapan Munzur, çifte koştuğu öküzlerin, iş gördüğü atların bakımını, beslenmesini aksatmazmış. Sadakatte, doğrulukta eşi menendi bulunmaz, karıncayı bile incitmez, hizmette kusur etmezmiş…
Ağasının bindiği atların, çifte-sabana koştuğu öküzlerin, sütünü sağdığı koyunların yemini, suyunu verip bakımını yaparmış. İncitmeye kıyamadığı hayvanların, kışın ahırda rahat etmeleri için altlarına yumuşak samanlar serer, tımarrını yaparmış. Yere yattıklarında yanlarının incinip incinmeyeceğini test etmek için önce kendisi yatarmış yere. Onları gözü gibi korurmuş… Bu tutumundan ötürü ağası da kendisinden son derece hoşnutmuş.
Munzur’un bu ilk yılı ağasına uğur getirmiş. Bol yağışlar olunca toprak verime kavuşmuş, tarlalar tahıla durmuş. Hasat zamanı buğdaylarla dolmuş taşmış ambarlar. Bahçeler, bağlar meyveye bostanlar sebzeye durmuş. Koyunlar çift çift kuzulamış. Munzur’un kendisine hizmet verdiği bu ilk yılın bolluk ve bereketi ağanın yüzünü güldürmüş. Neticede hacca gitmeye karar veren ağası, yola çıkmadan önce yanına çağırdığı Munzur´a:
Bak oğul, yaşım kemale erdi. Senin ayağın uğurlu geldi bana. Ambarlarım doldu, taştı. Koyunların çifter çifter kuzuladı. Bağlarım bahçelerim meyve ambarı gibiydi adeta. Tanrı’ma hamdü senalar olsun. Kerbela’ya Hacc’a gidip ceddim Hüseyin’in istirahatgahını ziyaret etmeye karar verdim. Evi-barkı, malı-mülkü, çoluk-çocuğu sana emanettir. Biliyorsun sana güvenim sonsuzdur. Gözümü arkada koma. Beni mahcup etme, diyerek helâllık dilemiş…
Sonra hanımına:
-“Hatun bilirsin ayrılık bir çeşit ölümdür. Gidip dönmemek, dönüp de görmemek vardır. Hakkını helal et. Munzur´un kadir kıymetini biliniz. Onu üzmeyesiniz sakın.” diyerek tembihte bulunur. Sonra herkesten helâllık dileyerek Allah’a emanet olun deyip çıkmış yola …
Bilirsiniz o zamanlarda, günümüzdeki gibi taşıtlar mevcut değilmiş. Hac yolculuğu aylar sürermiş. Derken Haydar Ağa sonuçta, Düldül adındaki atına binerek ilden ile geçip varmış kutsal topraklara.
Aradan günler geçmiş, ağa hacda iken Munzur bir rüya görür. Rüyasında ağasının çok acıktığını, ondan kendisine helva getirmesini istiyordu. Sabah olunca rüyasını Haydar Ağa’nın hanımına anlatan Munzur:
-“Hatun Ana, hemen bir helva yap Ağa’ma götüreyim” der.
Munzur’un anlattıklarına gülen Hatun Anası:
-Herhalde senin canın helva istiyor. Sen ağanı bahane ediyorsun. Ama istersen sana helva yapayım” demiş.  
Munzur:
-“Yok Hatun Ana sen benim için değil, ağam için yap” der.
Hatun Anası hemen helva yapmaya başlar. Helvayı pişirince bir tabağa doldurup Munzur’a verir. Elindeki helva tabağıyla dışarı çıkan Munzur, henüz buharı tüten helvayı dua etmekte olan ağasına yetiştirmiş. Helva kabını dua etmekte olan ağasının yanına koyup onu rahatsız etmeden tekrar gözden kaybolmuş. Aradan fazla zaman geçmeden eli boş içeri döner. Ağasının hanımı: “Tabağı ne yaptın Munzur?” der. Munzur: “Tabağı, Ağam Hac’dan dönünce getirecek” diye yanıtlar. Bu yanıt karşısında şaşırıp kalan Haydar Ağa’nın eşi Hatun Ana, Munzur’un bu sözlerine bir anlam veremedi.
Öte yandan Haydar Ağa, Munzur´u görmüş ama dönüp bakıncaya dek Munzur gözden kaybolmuş. Bunun bir düş olduğunu sanan Haydar Ağa, bir şaşkınlık içindedir. Ağa şaşırmış şaşırmasına ama yanı başındaki içi helva dolu kabı görünce bunun düş değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu anlar. Kabı açıp bakmış sevdiği helvanın dumanı tütmekteymiş. Bu gizemli olay sonrasında Munzur’a karşı içinden derin saygı beslemiş.
Gördüklerini dönüşte herkese anlatacağına dair içinden söz veren Ağası bunları düşünürken Munzur, helvayı ağasına ulaştırdıktan sonra ağasının evine varmış, kapısını çalmıştı bile. Ağanın hanımı, karşısında Munzur’u görünce: “Ne var ne oldu Munzur? Hayırdır?” diye sorar.  Munzur: “Hayırlı oldu Hatun Ana. Helvayı ağama ulaştırdım. Dua ediyordu. Rahatsız etmemek için helva tabağını yanına bırakıp döndüm” demiş. Hatun Ana inanmamış. Söylenenleri Munzur´un saflığına sayarak: “İyi etmişsin Munzur! Ellerine sağlık” demiş. Bu olayı yakınlarına da anlatmış. Ağa daha Hac’dan dönmeden bu öykü, dilden dile dolaşmaya başlayıp çevrede duyulur olmuştur.
Aradan bir hayli zaman geçmiş, vakit gelip çatmış. Ağanın, Hac görevini tamamlayıp köyüne doğru yola çıktığı haberi ulaşır sılasına.
Haydar Ağa’nın dönüş haberi  köye ulaşınca komşuları, elinde birer armağanla Hacı Haydar Ağa’yı karşılamaya giderler.  
Herkes ağayı karşılamaya gider de Munzur geri kalır mı? O da ağasını karşılamaya gider. Ancak ağasına götürecek başka bir armağanı yoktur Munzur’un. Koyunlardan sağdığı taze sütü bir bakraca doldurarak ağasını karşılamaya gider. Ağayı karşılamaya giden komşuları, dost ve akrabaları ağanın ellerini öpmek için adeta bir yarışa girerler.
Kendisini karşılayanların ellerini öpmek için yarıştığını gören Haydar Ağa, bu sırada en arkadaki Munzur'u görünce elini öpmek için yarışanlara Munzur’u göstererek:
 -“Asıl hacı Munzur'dur. Asıl öpülecek el Munzur'un elidir. Munzur ermiş biridir. Onun elini öpün. Ama sizden önce ben öpeceğim” der. Munzur konuşulanları duyunca:
- “Aman ağam etme eyleme. Allah aşkına bırak elini öpeyim. Böyle şey olmaz. Ben yıllardır senin ekmeğinle, aşınla büyüdüm. Sen nasıl benim elimi öpersin. Ben ne sana, ne de başkalarına elimi öptürmem” der.
Bunun üzerine Haydar Ağa elindeki sahanı orada bulunanlara göstererek:
“Canlarım bu elimdeki tabağı görüyorsunuz. Bu tabakla bana helva getiren kişi Munzur’dur. O ermiş bir kişidir” der. Ağanın hanımı bu konuyu daha önce köylülerine anlattığı için orada bulunanlar durumu hemen kavramışlar.
Gerçeği ağadan duyan kalabalık Munzur'a yönelmeye başlar. Bu gizinin açıklanmasından rahatsız olan Munzur, elindeki süt bakracıyla dağa doğru kaçmaya başlar. Munzur dağa doğru yönelince ağa ile kendisini karşılamaya gelenler, onun arkasına takılırlar. Böylece bir kovalamaca başlamış.
Günümüzdeki Munzur Irmağı’nın yeryüzüne fışkırdığı yere geldiklerinde Munzur'un elindeki süt dolu bakracın içindeki sütler dökülmeye başlamış. Sütün döküldüğü her yerde süt gibi beyaz bir su fışkırmış.
Munzur, sütün döküldüğü bu ilk yerden fışkıran sudan sonra kırk adım daha yürümüş. Attığı her adımda bir kaynak fışkırmış. Ve fışkıran bu sulardan bir ırmak oluşmuş. Munzur'un arkasından koşanlar bu ırmağın kenarına gelip karşıya geçmeye, Munzur’a yetişmeye çalışmışlar. Ama Munzur’un elindeki bakracın içinden yere dökülen sütün yerinden fışkıran sulardan oluşan ırmağın öte yakasına geçememişler. Bu sırada ellerini gökyüzüne kaldıran Munzur: “Allah’ım sırrımı ifşa etme, beni yanına al” demiş. Sonunda dağın eteğindeki bir kayanın önüne gelmiş. Elindeki değnekle bakracı yere atıp Irmak kenarında bekleyenlerin gözleri önünde, ardından sadece çoban değneğini ve boş süt bakracını bırakıp kaybolmuş gözden. Böylece İnsan Munzur’un yittiği yerde, nehir Munzur doğmuştur.
Akarken kendine has bir nağme ile menendi bulunmayan bir ezgi seslendirip insanın ruhunu okşayan Munzur Suyu, geçtiği her yere bir canlılık getirmiş. Yemyeşil bir yaşam sunmuş sevenlerine. Renk renk çiçeklere can verdi, yaşam sundu. Envai çeşit ağaç bitmeye başladı Munzur’un kıyısında. Gölgelerinde huzura erişti insanlar. Uçurumlarda çağlayanlar oluştu, Munzur’un türküsünü dillendirmek için. Emekçi ve erdemli çoban Munzur’un sevgisi, gönüllere akıp dillerde ululanarak varmış günümüze. Ve dünya var oldukça hep yaşayacaktır, Munzur.
Kendine özgü bir edayla usul usul akıp giden bu kutsal su, Tunceli’nin kent çıkışında bulunan Munzur Köprüsü’nün alt tarafındaki gölde Harçik Suyu ile birleşerek Fırat’a doğru yol alır. Bu gölde Munzur ile birleşen Harçik Suyu’nun da bir öyküsü dolaşır durur dillerde:
Söylenceye göre İskender-i Zülkarneyn’in “Ab-ı Hayat”ı aradığı Bingöl Dağları’ndan doğar Harçik Suyu. Bingöl Dağları’nda “Ab-ı Hayat”ın olduğunu öğrenen İskender, yanına İlyas ile Hızır’ı da alarak askerleriyle birlikte Bingöl Dağları’nda ölümsüzlük suyunu aramaya gider. Bu dağlarda günlerce ölümsüzlük suyunu (Ab-ı Hayat) arar dururlar. Ancak Bingöl Dağları’nda o kadar çok su kaynağı vardır ki, bunlardan hangisinin “Ab-ı Hayat” olduğunu bilmek olanaksızdı. Aramalar çok uzun zaman devam eder. O kadar uzun sürer ki askerler bitap düşer, yürüyemez olurlar. Askerler yürüyemez duruma gelince onlardan ayrılan Hızır ile İlyas, ormanda gezerlerken karşılaştıkları kekliklerden iki tanesini vururlar. Keklikleri kesip tüylerini yolduktan sonra terkilerine koyarlar. Karşılaştıkları ilk pınarda keklikleri yıkamak isterler. Keklikleri suya batırarak yıkamak isteyen Hızır ile İlyas, kekliklerin canlanarak uçtuklarına tanık olurlar. Aradıkları Ab-ı Hayat’ı bulduklarına kanaat getiren Hızır ile İlyas bu sudan içerek ölümsüzleşirler. İşte onların içerek ölümsüzleştikleri Ab-ı Hayat’ın, Munzur Suyu ile birleşip Fırat’a doğru yol alan Harçik Suyu olduğu söylenmektedir.
          
 
Dersimli
Birlikte görev yaptığımız bir öğretmen vardı. Çetin Çuhadar’dı, adı. Gaziantepliydi kendisi. Kahramanmaraş’ın Pazarcık’tan gelmişti, benim de görev yaptığım Hadırlı İlköğretim Okulu’na. Tanışma sırasında benim Tuncelili olduğumu öğrenince eski görev yeri olan Pazarcık’ta yaşanan bir olayı aktardı bizlere. Çetin öğretmenin bize aktardığı olay şöyledir:
Pazarcık Kaymakamlığı sudan bir bahane ile kapatır, Pazarcık Eğit-Sen Şubesi’ni. Dönem, DYP-SHP Koalisyon Hükümeti Dönemi. Aradan aylar geçmesine ve birkaç kez girişimde bulunulmasına rağmen henüz kilitli kapısı açılmamıştır, sendikanın. Girişimleri sonuçsuz kalan sendika yöneticileri, günün birinde varırlar, Kahramanmaraş SHP il başkanının yanına. Kendilerine bu konuda yardımcı olması için ricada bulundukları SHP il başkanına aktarırlar, sorunlarını. İl başkanı, hemen sarılır telefona. Arar, bir zamanlar birlikte çalıştıkları can-ciğer arkadaşı dönemin Köyişleri Bakanı Azimet Köylüoğlu’nu. Aktarır durumu kendisine.
Zaman yitirmeyen Bakan Köylüoğlu; K.Maraş valisine, vali de Pazarcık kaymakamına telefon açarak sendikanın açılması ricasında bulunur. Yardımlarından ötürü SHP il başkanına teşekkür ettikten sonra Kahramanmaraş’tan ayrılan sendika yöneticileri, dönerler Pazarcık’a. Başlarlar, sendikanın kilitli kapısının açılmasını beklemeye. Ama nafile. Aradan uzun zaman geçmesine ve kendilerine sendikanın en kısa zaman içinde açılacağına dair söz verilmesine rağmen ne bir ses, ne de bir seda vardır, yetkililerden. Eğit-Sen Pazarcık Şubesi’nin kapısı, mühürlü kilidiyle duruyor hâlâ.
Aradan geçen uzun zamana rağmen hâlâ açılmayan sendikanın yöneticileri, bir daha tutarlar K. Maraş’ın yolunu. Varırlar, yine SHP il başkanının yanına. Sendikanın hâlâ açılmadığını iletirler kendisine. Bir önceki ziyaret sırasında olduğu üzere aynı telefon trafiği yaşanır. SHP il başkanı tarafından aranan Bakan Köylüoğlu, hiç zaman yitirmeden hemen arar Kahramanmaraş valisini ve çeker fırçasını. Sendikanın derhal açılmasını emreder. “Baş üstüne Sayın Bakanım” diyen Kahramanmaraş valisi de aynı ivedilikle aradığı Pazarcık kaymakamını arayıp azarlar. Ve:
—Bu sendikanın açılması için sizi daha önce aramış talimat vermiştim. Ancak duyduğuma göre sendika hala açılmamıştır. Bu sendikayı bugünr kadar neden açtırmadınız? der.
Kaymakam:
—Sayın valim açtıracaktım ama…
Vali:
—Âmâsı ne?
Kaymakam:
—Efendim, sendikanın “Yönetim Kurulu” üyelerinden biri Tuncelili. Bunun için açtırmadım der.
xxx
Bu olay ne ilk, ne de sondu. Ben de buna benzer bir olay yaşadım. Onu sizlerle paylaşmak istiyorum:
12 Eylül döneminde görev yaptığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’ndan Kastamonu’ya sürgün edildim. Oradan Araç ilçesinin kuş konmaz, kervan geçmez bir yerde bulunan tek öğretmenli bir köy ilkokuluna atanmıştım. Büyük çocuğum, ortaokul öğrencisiydi o dönem. Ne atandığım köyde, ne de günlük gidip-dönüş yapabileceğim uzaklıkta bir ortaokul vardı. Bunun üzerine bir atama dilekçesi verdim, Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne. Dilekçemde çocuğumun öğrenim hayatını idame ettirebilmem için atamamın, ortaokulu bulunan, ya da günlük gidiş-dönüş yapabileceğim uzaklıkta bulunan bir yere yapılması talebinde bulundum.
Dilekçemi elden vermek üzere bağlı bulunduğum Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden izin alarak Kastamonu’ya gittim. Makamına çıktığım Milli Eğitim Müdürü’ne atama isteğimi bildiren dilekçemi verdim. Dilekçemi okuyan dönemin Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürü M. Nemci Yazıcıoğlu:
—Hem Tuncelilisin, hem sürgün gelmişsin, hem de tayin istiyorsun. Sence bu mümkün mü? diye sordu. 
 
Evet. Bir ülke düşünün. Hem de tepe noktasında bulunanların çağ atladığını söyledikleri bir ülke. Hem de sözde demokrasinin var olduğu söylenen bir ülke. O ülkenin yönetim kademelerinin birinde görev üstlenen bir yönetici, ön yargılı davranarak o ülkenin bir bölüm vatandaşını potansiyel suçlu olarak görsün.
Bu tür yöneticilerin, daha doğrusu böyle çağ dışı bir zihniyetin egemen olduğu bir ülkede demokrasiden söz etmek mümkün mü? Söz edilse bile bu ne kadar gerçekçi olabilir.
Gözlerine taktıkları at gözlüklerini çıkarmamakta direnen yöneticiler tarafından uygulana gelen bu zihniyetin marifetiyle tarihi boyunca hep dışlanan, hakir görülen, çeşitli baskı, zulüm ve kıyımlara maruz kalan Dersimli, hakkını aramaya kalkışınca da adı, hep isyanlarla, asiliklerle birlikte anılır olmaya özel bir itina gösterilmiştir.
Hamurunda çeşitli kültürlerin mayasının bulunduğu bu güzel coğrafya ile örtüşmeyen, ona yakışmayan bu çağdışı zihniyet dün de vardı, bu gün de vardır, hiç kuşkusuz yarın da olacaktır.
—Peki, bu karalama, bu zulüm, bu kıyım ne diye?
Unutulmamalıdır ki egemen sınıfın yararı yatmaktadır, bu zihniyetin altında. Eh! Böyle olunca da her emekçi gibi Dersimli de payına düşeni almaktadır, bu kampanyadan. Aydın olup başı çektiği için de bu payın ziyadesi Dersimliye düşmektedir elbette.
Tabii ki devletin çeşitli birimlerinde görev üstlenen yöneticilerin tamamını aynı kefeye koymak büyük bir haksızlık olur. Ender de olsa önyargılı davranmayan, yargısız infaz yapmayan, insana insanca değer verilmesinden yana olan yürekli yöneticilerimiz de vardır elbette. Ama ne yazık ki koca bir ummanda bir katre gibi olan bu yürekli yöneticilerimiz, öteki çoğunluğun arasında yitip gitmektedir.
İşte o yürekli yöneticilerden birisi.
Ali Cemal (Bardakçı) Bey’dir, adı.
1889 yılında Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde merhaba demiş yaşama. 1909 yılında Mekteb-i Mülkiye’yi bitirmiş. 1925–26 yıllarında Diyarbakır, 1926–1929 yılları arasında da Elazığ’da vali olarak görev yapmış önemli bir şahsiyettir, Ali Cemal Bey.
Elazığ valisi olarak görev yaptığı sırada Elazığ’a bağlanan Dersim hakkında rapor düzenlemekle görevli kılınan ve Dersim Alevileri ile dostane ilişkiler kurma başarısını gösteren Ali Cemal Bey’in Dersim hakkında düzenleyerek dönemin hükümetine sunduğu rapor kısaca şöyledir:
“Alevi ve halis Türk olan Türkmenler, Yavuz zamanından beri müthiş baskılara maruz kalmış ve on binlercesi merhametsizce öldürülmüşlerdir. Dersim kargaşalıkları; küçük-büyük memur ve mutaassıp hocaların tahrik ve teşvikiyle cahil Sünni ahali tarafından haklarında reva görülen muamelelerden doğmaktadır. Baskılar son bulur ve şuurlu bir şekilde hareket edilirse Dersimliler, cumhuriyetin sadık ve fedakâr hamileri olabilirler.
Dersim eyaletinde Türkçe bilmeyene ve Kürt tipine rastlamadım.
Sünniler, Alevilere Kürt, Aleviler de Sünnilere Kürt derler. Kürtlere komşu Dersim Alevilerinde Türk’ten başka bir millet oldukları kanaati olmakla beraber memurlar da bu hataya düşmüşlerdir(…). Dersimliler öldürülmeden ve sürülmeden korkuyorlar(…). Dört yüz yıldan beri Dersim’e hükümet girmiş değildir. Her Dersimli hayatını, malını muhafaza kaygısıyla silah bulundurmak zorunda kalmıştır”.
Soygunların, “yaşama duygusu ve endişesinden ileri geldiği” kanısında olan dönemin Elazığ Valisi Ali Cemal Bey’e göre Dersimlilerde silah toplama girişiminde bulunmak uzun bir zaman devam edilecek bir gerilla savaşını başlatacağını ve ne yazık ki bu gerilla savaşının neticesinde de hem Türk kanı akmış olacak, hem de Türk parası boş yere heba olacaktı.
—Peki, neydi bunun çaresi?
Dönemin Elazığ Valisi Ali Cemal Bey’e göre çare: “Okul açma, yol yapma ve devletin yöreye bayındırlık hizmetleri götürmesinin yanı sıra Seyit Rıza’nın da Elazığ’a yerleştirilmesinden” geçiyordu.
Ancak sözü edilen bu önlemlerin alınışı sırasında mezhep ayrımları kesin kes aşağılama konusu yapılmamalıydı.
Caferi mezhebine bağlı bulunan Alevi Türkler arasında dal-budak salan batıl itikatların düşünsel gelişmeler karşısında devamlılıklarını sürdüremeyecekleri düşüncesinde olan Ali Cemal Bey, bu batıl inançların yerine ulusal eğitimi yerleştirmenin sanıldığından daha kolay olacağını savunmaktadır. Ali Cemal Bey’in bu öngörüsü yaklaşık yarım yüzyıl sonra gerçekleşmiş ve Dersim, % 94’lük gibi büyük bir okur-yazarlık oranıyla elde ettiği birincilik bayrağını hâlâ elinde bulundurmaktadır. Ve dönemin Elazığ Valisi Ali Cemal Bey’in söylediği gibi günümüzde şeriat tehlikesiyle karşı karşıya kalan cumhuriyetin ve lâik düzenin en büyük hamileridir, Dersimliler.
Elazığ Valisi Ali Cemal Bey, Seyit Rıza ve öteki aşiret ileri gelenleri için Elazığ ve Malatya’da yer ayrılmış olduğunu, bu ağa ve reislerin buralarda bulunan “metruk (terk edilmiş) arazide” yerleştirilmeleri önerisinde bulunuyordu.
Ancak Elazığ Valisi Ali Cemal (Bardakçı) Bey’in bu kabule şayan insani önerilerine karşın, daha radikal kararlar alınmasının gerekliliğini öne süren ve 1890 yılında Niğde’de doğan ve 1911 yılında Mekteb-i Mülkiye’den mezun olan 1. Umum Müfettiş Zeynel Abidin Özmen, 7 Aralık 1936 tarihinde yapılan “Umum Müfettişler Konferansı”nda yaptığı konuşmada hazırlamış olduğu “Türklük Merkezleri Programı” kapsamında Kürtlerin asimile edilmesi gerektiği tezini savlarken, Dersim hakkında rapor düzenlemekle görevlendirilmiş olan ve kendisinden istenen raporu 2 Şubat 1926 tarihinde İçişleri Bakanı’na sunan Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, düzenlemiş olduğu raporda daha da ileri gidip Hz. Hüseyin’i ve 72 aile efradını Kerbela’da katleden dedesi Yezit’in yolundan yürüyerek Dersim’in kılıçtan geçirilmesi önerisinde bulunuyordu.
Düzenlemiş olduğu raporda: “Seyit Rıza’nın bütün aşiretleri ittifakına alması ve harekete geçme ihtimali hakkındaki keyfiyet kanıtlanıp doğrulanamamıştır. “Yaptığım temasların bende hâsıl ettiği izlenime göre Dersim gittikçe Kürtleşiyor, ülküleşiyor ve dolayısıyla tehlike de büyüyor” diyen Hamdi Bey’e göre okul açmak, yol yapmak, fabrikalar kurmak ve uygarlaşma yoluyla sorunların çözülebileceğine inanmak hayalden öte bir şey değildi. Yine Hamdi Bey’e göre cumhuriyet için bir çıbandı, Dersim. Bu çıban üzerinde “memleketin selameti için” bir ameliyat (kılıçtan geçirme) gerekliydi.
Ülkesinin kimi insanları hakkında bir operasyonun (kılıçtan geçirme) gerekliliğinden söz eden bir zihniyetin bu ibret verici önerisinin yorumunu sizlerin takdirine bırakıyorum.
İşte hakkında rapor üstüne rapor düzenlenen, halkı kılıçtan geçirilmek istenen, Dersim Olayları sırasında kadın-erkek, yaşlı-genç, hamile-hasta demeden derdest edilip belirli merkezlerde toplatıldıktan sonra süngülerle karnı deşilen, ağır makinelilerle taranan, mağaralara sığınmak durumunda bırakıldıktan sonra gaz verilerek öldürülen ve böylece halkından on binlercesi katledilen Dersim, 1936 yılında isim değişikliğine uğrayarak “tunç yürekli insanların beldesi” anlamına gelen “TUNCELİ” adını alır.
Sanmayın ki sadece yerenlerimiz vardır. Baş tacı edip seven yârenlerimiz daha çoktur bizim. Hem dışlanma ve yerilme, hem de baş tacı edilip sevilme duygularını yaşayan bir Dersimli olmanın haklı gururunu da yaşadım, dışlanıp hor görülmenin burukluğunu da…
Dersim’i ve Dersimlileri çok iyi tanıyanlar bilirler ki;
Dersimliler, bölücülükten ve bölgecilikten değil, din, dil, ırk ve mezhep ayrımı gözetmeksizin tüm insanların bir ve beraber olmasından yanadırlar.
Dersimlileri tanıyanlar bilirler ki; onlar, karanlığı sevmezler asla. Hayalleri de düşleri de hep aydınlık yarınlar üzerinedir, Dersimlilerin. Bundan ötürüdür ki; karanlık dünlerden değil, aydınlık yarınlardan yanadırlar onlar. Sevdalıdırlar özgürlüğe. Onlar için gönüllerde baş köşeye oturtulmuş en yüce değerdir, özgürlük. Bundan ötürüdür ki prangalardan değil, tutkulu oldukları özgürlükten yanadır onlar.
Dersimlileri tanıyanlar bilirler ki onlar kavgayı sevmezler. Hele insanları ve onların geleceğe dair güzel umutlarını yok eden savaşları asla… Bundan ötürüdür ki kavgadan ve savaştan değil, engellemelere rağmen uğruna kan döküp can vererek yaşatmaya çalıştıkları barıştan yanadır onlar.
Gericiliğe ödün vermezler asla, fizikî görünümleri gibi dimağları da çağdaş olan Dersimliler. Dimağları köhne örümcek ağıyla örülü olmadığı için bağnazlığa geçit yoktur onların felsefesinde.
İşte bundan ötürüdür ki günümüzde hep bilimle, ilericilikle, çağdaşlıkla, özgürlükle, barışla, hoşgörüyle, sevgiyle anılır olmaya başlamıştır, Dersimli’nin adı. Çünkü bütün bunlar Dersimli’nin felsefesinin mihenk taşını oluşturmaktadır. Ne Dersimli onlarsız olur, ne de onlar Dersimli’siz…
İşte bundan ötürüdür ki:
Dersim denince korkusuz yiğitlerin harman olduğu yer gelir akla.
Dersim denince hakça paylaşımcılık ve insan merkezli düşünceler gelir akla.
Dersim denince yakılmış köyler, yıkılmış yuvalar, yok olmuş umutlar, kapısına kilit vurulmuş okullar, topla, tüfekle yok edilmeye çalışılan özgür düşünceler gelir akla.
Dersim denince özgür bir yaşam uğruna işkence tezgâhlarından geçirilmiş binlerce aydın gençlik gelir akla.
Dersim denince içeri alındığı ilk gece işkencede can veren öğretmen Süleyman Ölmez, kahpe kurşunların hedefi olan Ali Haydar Yıldız, Canice katledilen Hüseyin Cevahir ve güneş doğmadan önce dâra çekilen Hozatlı Hıdır Aslan gelir akla.
Dersim denince zulmü, vahşeti ve sömürüyü yeryüzünden silmek için inançları ve emekçi halk yığınları uğruna bedenlerini işkence tezgâhlarında ve idam sehpalarında ölüme terk edenler gelir akla.
Dersim denince şelpe usulü çalınan bağlamalar eşliğinde söylenen deyişler, okunan duazlar, kızlı-erkekli dönülen semahlar gelir akla.
Dersim denince davul-zurna eşliğinde oynanan Üçayaklar, Sımsımıler, Delilolar, Tamzaralar ve çekilen halaylar gelir akla.
Dersim denince gönüllerde taht kuran, dillere destan olan “Dersim Dört Dağ İçinde”, “Siyah Perçemlerin Gonca Yüzlerin”, “ Munzur’a Söyleyin”, “Bebek” ve daha onlarca halk türküsü gelir akla.
Dersim denince doruklarında beyaz örtünün sırtını yerden kaldırmadığı Munzur Dağı ve yamaçlarında kırk gözeden doğan süt beyazı, buz gibi soğuk sularıyla Munzur Gözeleri gelir akla.
Dersim denince Bağırbaba Dağı, Kırklar Tepesi, Süpürgeç Dağı gelir akla.
Dersim denince Anafatma, Düzgün Baba, Çoban Baba ve Sultan Hıdır yatırları gelir akla.
Dersim denince “Dersim Olayları” sırasında kadın-erkek, genç-yaşlı, hamile-hasta demeden süngülerle, ağır makineli tüfeklerle katledilen binlerce Dersimli’nin kanının oluk oluk aktığı “Laç Deresi” gelir akla.

Dersimli
 
Senin adın daim dillerde destan
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Başın kurtulmuyor şivandan yastan
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Sen şah damarımdan akan kanımsın
Hem gözümün nuru, hem de canımsın
Gönül sarayımda tek mihmanımsın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön Sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Mertle bölüşürsün ekmeğin aşın
Namert ile asla hoş değil başın
Cihanda bulunmaz menendin eşin
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Hem insanlığa hem Hakk’a yakınsın
Sen yiğitsin düşman senden çekinsin
Mevla’m seni kem gözlerden sakınsın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Düşüncenle hayran ettin herkesi
Ezilen halkların sen oldun sesi
Onurlu yaşamın canlı simgesi
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.

Sen bir kahramansın halkın gözünde
Zerre kadar hilaf yoktur sözünde
Olgunsun, çiğlik bulunmaz özünde
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Sen açık sözlüsün yok siyasetin
Baldan daha tatlı sözün sohbetin
Onurlu yaşamdır senin servetin
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Sen dağlara yağan dolusun karsın
Coşkun çaylar gibi çağlar akarsın
Dayanmaz engeller sana, yıkarsın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Bırakın Munzur’u özgürce aksın
Ozanlar özgürlük türküsü yaksın
Haksızlığa karşı sen bir bayraksın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Bazen Mehmet oldum, bazen Hayranî
Ben de Dersimli’yim bilsinler beni
Arzuladım, görmek isterim seni
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
                                 Sefil Hayranî
                              (Mehmet Korkmaz)
                             
 
 
 
İKİNCİ BÖLÜM
ÇOCUKLUK YILLARIM
 
 
 
Biz Köylü Çocukları…
Ben, Dersim gibi güzel bir coğrafyanın tam ortasında yer alan Tunceli merkez ilçenin Aşağı Taptikler köyünde merhaba dedim yaşama.
Resmi kayıtlarda doğum tarihim 1950 olarak geçer. Ama beni dokuz ay karnında taşıyan annem:
-Sen 1948’in baharında doğdun, derdi bana.
Öyle ya da böyle...
Ne fark eder ki...
Ha iki yıl önce ha iki yıl sonra...
Önemli olan, benim dünyaya geldiğimdir.
Ben köyümde dünyaya açtım gözlerimi...
Orada tanıdım insanları...
Orada gördüm insanlığı...
Sevgiyi orada tattım...
Orada yaşadım kardeşliği.
Orada öğrendim doğruluğu, duruluğu, güzellikleri…
Ben; doğruluktan, duruluktan, güzelliklerden yana tavır koyan.. Samimiyeti ve hoşgörüyü ilke edinen insanların otağında...
Merhaba dedim yaşama.
Orada haşır neşir oldum hayvanlarla.
Morlu koyunlarım, kınalı kuzularım orada oldu, benim.
Atlara ilk binişim, tayları ilk sevişim de oradan…
Babamın çift sürdüğü karasabanı, harmanda dövene koştuğu öküzlerin boynuna taktığı boyunduruğu, zövleyi orada tanıdım.
Ekin biçtiğim orakla orada tanıştım.
Orada gördüm buğdayı…
Orada biçtim arpayı, mercimeği…
Evet, bir köylü çocuğuyum ben. Ne boy boy oyuncaklarım, ne de renk renk balonlarım oldu. Hatta kendimin çamurdan ve sarı renkli yumuşacık taşlardan yaptığı oyuncakları saymazsam hiç oyuncaklarım olmadı benim.
Peter Abrahams adındaki Afrikalı siyahî yazar, şu dizelerinde dile getirir, Afrikalı özgür çocukları:
 
              “Bizi ısıtan sıcak bir güneş,
 Islak bedenlerimizi kuruttuğumuz ıslak çimenler
 Oynamak için killi çamur,
 Boğuşmak için ince kumumuz vardı.
 
Evet, Afrikalı bir çocuk doğadan bulduğu oyuncaklarla oyun oynardı elbette; ağaç dalı, ıslak kum, çamurdan yapılma bebekler, taşlar…
— Ya biz köylü çocukları?
Bizim de yoktu Afrikalı çocuklardan farkımız.
Bizim de doğadandı, oyuncaklarımız.
Bizim de ağaç dallarındandı atlarımız.
Az koşuşturmadık onların üstünde.
 Binerdik onlara, başlardık yarışa.
Kimi zaman tek, kimi zaman gruplar halinde.
Yarışı ilk sıralarda bitirdiğimiz zaman sevinir, biraz gerilerde olduğumuz zamanlar üzülürdük.
Üzülmek ne kelime ağlardık resmen.
Oynadığımız belli başlı iki oyunumuz vardı.
Birincisi saklambaç, ikincisi Yedikule’ydi.
Yedikule oyununu oynarken lastik topumuz olmadığı için bezden yaptığımız toplarla oyun oynardık.
Evet, ben bir köylü çocuğuyum.
Katlarda büyümedim.
Yatlarda tatil yapmadım.
Dadılarım olmadı benim.
Doğum günüm kutlanmadı asla.
Kutlamak bir yana hatırlanmadı bile.
Cicili bicili bayramlıklarım hiç olmadı.
Ayakkabıyla, ortaokula başlarken tanıştım.
O zamana değin siyah Ankara lastiği ile çarıktan başka giyecek görmedi ayağım.
 
      Bir köy var orada uzakta
       Gitsem de gitmesem de
       O köy benim köyümdür.
 
Evet, hasreti burnumda tüten o uzaktaki köy benim köyümdür. Çünkü ben bir köylü çocuğuyum.
Aynı ülkede yaşamamıza, aynı havayı solumamıza rağmen kentli çocuklarla bile aynı değildik.
İstesek de aynı olamazdık.
Çünkü onlar elektrik ışığında doğmuşlar, akçaydı tenleri.
Biz köylü çocukları ise titrek alevli gaz lambasının loş ışığında merhaba demiştik yaşama.
Onun için rengimiz karacadır bizim.
Duruşumuz haşin ama dostluğumuz içtendir.
Bakışımız sert, kalbimiz yumuşakçadır.  
Aile yaşamına katkıda bulunmak adına dört-beş yaşlarında başlardık doğanın ağır koşullarıyla boğuşmaya.
Her defasında yenilirdik, Tabiat Ana’ya.
Ama pes etmezdik asla.
Çünkü buna zorunluyduk, biz köylü çocukları. Oysa kentli çocukların yoktur böyle bir derdi.
Onlardan kimileri belki ince ve cılız sesleriyle:
—Taze simit geldi, simiiiit… 
deyip sabahın sessizliğini bozarak simit satabilir ya da babasının, gelişigüzel çattığı sebze kasalarından bozma sandığı ile ayakkabı boyacılığı yapabilirdi.
Ama iddia ediyor ve diyorum ki; bu işi yapan çocuklar da, ya babasından kalma üç-beş dönümlük kıraç araziden aldığı ürün emeğini karşılamadığı ve karnını doyurmadığı ya da komşusuyla yaşadığı bir kavgayı devam ettirmemek için göç ettiği kentte hâlâ köylülüğü devam ettirmek isteyen dışı kentli, ruhu köylü kentlilerin çocuklarıydı.
Biz köylü çocukları;
Gün ışımadan kalkıp kuzularımızı güttüğümüz zaman da...
Kendimizden küçük kardeşlerimizin sorumluluğunu yüklendiğimiz zaman da henüz okul çağında bile değildik.
Bunu yapmak zorundaydık.
Zira yaşadığımız coğrafyanın koşulları bunu gerektiriyordu.
Bunu yapmayanın o coğrafyada barınması olanaklı değildi.
Henüz beş-altı yaşlarındaydım...
Köydeki öteki akranlarım gibi kuzu güdüp çobanlık yaptığımda.
Günün birinde güttüğüm kuzulardan birini kurda kaptırdım.
Kuzularımın en iyilerinden birini boynundan kavrayan kurt, dörtnala kalkan at gibi bir çırpıda gözden kaybolup gitti.
Ama ben bağırıp çağırmaktan öte bir şey yapamıyorum.
—Ya geri döner beni de yerse? korkusu var içimde.
Ardından gidemiyorum, kurdun.
Cesaret edip kurdun arkasından gidemeyince oturdum susuzluğa mahkûm edilmiş balıkların ağız açtığı gibi koca koca yarıklarla birbirinden ayrılmış toprağın üstüne...
Başladım ağlamaya...
Hem de dakikalarca...
Canım gibi baktığım, gözüm gibi koruduğum kuzularımdan birini kaybetmenin acısı içime çökmüştü çünkü.
Daha doğrusu benim gibi kuzu güden akranlarımın: “İyi bir çoban olsaydın kuzunu kaptırmazdın kurda” diyerek benimle alay edip dalga geçeceklerini bildiğim için ağlıyordum.
Çünkü onların yaptıkları yenilir yutulur şeyler değildi.
Bir başladılar mı alay etmeye insanın hemen oraları terk edesi gelirdi.
Tabi ağlamamın bir başka nedeni daha vardı.
O da babamın ve annemin; “O güzelim kuzuyu götürdün kura verdin geldin. Bir kuzuya bile sahip çıkamadın.” diyerek bana kızmalarından ve hatta beni dövecek olmalarından korkuyordum.
Eee… Haksız da değillerdi.
Besleyip büyüttükleri kuzunun acısı çökerdi içlerine. O kadar emek vermelerine rağmen yılda bir tane bile olsun kesip yemeye kıyamıyorlardı, değil kurda kaptırmayı.
—Siz bilir misiniz yoksul bir köylü için bir kuzunun ne demek olduğunu?
—Nerden bilebilirsiniz?
Çobanlığımın ilk günlerinde yaşadığım bu talihsiz olayı bir daha yaşamadım asla. Zamanla ustalaştım çünkü.
—Hadi canım sen de kuzu gütmenin de ustalığı mı olurmuş? demeyin. Her işte olduğu gibi bu işin de incelikleri vardır.
Bu olaydan sonra kuzularımın, oğlaklarımın her birine ayrı birer isim verdim.
Hep yakın çevremde otlasınlar, benden uzaklaşmasınlar diye annemden gizli gizli çaldığım ekmekleri, şekerleri yedirirdim onlara.
Hatta kimi zaman bir fırsatını bulup da evden ekmek çalamadığım zaman aç kalma pahasına annemin bana verdiği azığı yedirirdim onlara.
Adlarını söyleyerek yanıma çağırdığım. Ellerimle ekmek verir, dakikalarca sever, okşardım onları.
 Onlar da çok hoşnut olurlardı bu işten.
Pervane gibi dönerlerdi çevremde.
Ayrılmazlardı benden...
Benim en içten arkadaşlarım, en sadık dostlarımdı onlar.
Karşılıksız bırakmazlardı asla benim kendilerine yaptıklarımı.
Yakınlıklarıyla, içtenlikleriyle karşılık verirlerdi bana.
Dillerimiz ayrı olsa da çok iyi anlaşırdık onlarla.
Evet, ben bir köylü çocuğuyum. Gitsem de gitmesem de uzaktaki o köy, benim köyümdür.
İlk aşkı da orada tattım.
Gönülden sevdalandığım bir sevgilim vardı.
Bergüzar’dı adı. Bir Çingene kızıydı. Sap sarı saçları, yemyeşil gözleri vardı.
Bir hazan mevsiminin son günleriydi Bergüzar’ın ailesi, köyümüzün üst yanındaki eski köy çeşmesinin hemen yanı başında bulunan dut ağaçlarının altına çadırlarını kurduklarında.
Havalar iyiden iyiye soğumuş.
Tabiat Ana, yarı soyunuk duruma gelmişti.
Kışın eli kulağındaydı anlayacağınız.
Kar ha yağdı ha yağacak.
Bir başka olurdu bizim oraların karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun kışları.
Bir yağmaya başladı mı günlerce devam ederdi kar.
Tıpkı Bergüzarların ailesi, bizim köye çadırlarını kurduklarında olduğu gibi.
Aniden başlayan kar, günlerce devam edince yollar kapandı. Bergüzarlar gidemez oldular bir tarafa. Kalakaldılar bizim köyde bir kış boyunca.
Bizim oraların kışı bir başka olur dedik ya.
Benzemez başka yerlerin kışlarına.
Köyden gitmeye fırsat bulamayan Bergüzarlar, köylülerimiz tarafından hemen yerleştirildiler teyzemlerin, bizim evimizin yanı başındaki boş evlerine.
Böylece ilk çocukluk aşkım Bergüzar’la birlikte geçirdik, bizim karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun karakışlarından birini.
Gece-gündüz onunla olurduk.
Ayrılmazdık birbirimizden.
Evcilik, en çok oynadığımız oyunların başında gelirdi. Ben baba olurdum, o da anne…
Ağaçtan yapıp birer beze sarmaladığımız çubuklar da çocuklarımız…
Evcilik oynarken birbirimize sarılıp uzandık mı çulun üzerine bir daha da uyanmazdık. Uyku hemen tutsak alırdı, küçük bedenlerimizi. Böyle olunca da her akşam birimiz, annelerimizin kucağında taşınırdık evlerimize.
Aradan aylar geçtikten sonra nihayet ilkbahar gelip karlar eriyince yollar açılmaya başladı. Böylece bizim oraların karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun karakışlarından birini birlikte geçirdiğimiz, kucak kucağa yatarak yanak yanağa öpüştüğümüz ilk çocukluk aşkım Bergüzar’ın ailesi, yükledi göçünü Karakaçan adındaki eşeklerine, ayrıldılar bizim köyden.
Gidiş o gidiş... 
 
 
Ailem …
Evet, ben özlemini çektiğim hasretiyle yanıp tutuştuğum o uzaktaki köyün çocuğuyum. Çilekeş Anadolu köylülerinden biridir, benim yaşama merhaba dememe vesile olan babam. Babasından miras kalan üç-beş tarlaydı, tek mal varlığı. Bu tarlalarda kimi zaman bir tanesi kendisine ait ikincisini dönüşümlü olarak komşularından aldığı, kimi zaman ikisi de kendisine ait öküzlerle çift sürüp harman ederdi. Ama bu tarlalardan elde ettiği ürün geçimini sağlamaya yetmiyordu. Çiftçiliğin yanı sıra bir inek, birkaç koyun, birkaç da keçi besleyerek hayvancılık da ederdi babam. Ama bütün bunlara rağmen taş duvar ustalığıydı onun asıl mesleği. Kızgın yaz güneşinin sarı sıcağında buram buram ter döküp göz nuruyla nakış nakış işlediği kesme taşlarla ev yapardı, kendisiyle aynı yazgıyı bölüşen insanlara. Duvar ustalığı yapmadığı zamanlarda da inşaatlarda çalışmak üzere Elazığ’a giderdi. Orada sırtına aldığı çimento torbalarını, tuğlaları ve içi harç dolu tenekeleri birer birer taşırdı, inşaatların üçüncü, beşinci katlarına.
Mektep-medrese görmemişti, çocuklarının gereksinimini karınca kararınca karşılamaya çalışan emekçi babam. Çat-pat bildiği okuma-yazmayı da İkinci Dünya Savaşı yıllarında hiç izin kullanmaksızın dört yıl kaldığı askerlik ocağında öğrenmişti. Ama buna rağmen eğitimin öneminin farkında olan babam, çocuğunu ortaokula gönderen ilk insandır, köyümüzde. İleriyi gören aydın bir baba, gerçek bir emekçi, dürüst bir insan, güvenilir bir dost olarak tanınan babam, 1937–1938 yıllarında yaşanan Dersim Olayları sırasında ramak kalmıştır, ağır makineli tüfeklerle taranmaktan. Toplu halde katledilmek üzere askerler tarafından derdest edilerek bir kısım yöre insanıyla birlikte komşu köyümüz Ağzunik’e doğru yola çıkarılan babam, Ağzunik Deresi mevkiinde anlık bir fırsattan yararlanarak kaçıp izini kaybettirmek suretiyle kurtulur mutlak bir ölümden.
Babaannem; gözyaşlarıyla anlatırdı babamın askerler tarafından öldürülmeye götürülüşünü. Yine ondan duymuştum, köylülerin, köylere ani baskınlar düzenleyen askerlerce götürülüp öldürülmesinler diye gündüzleri ormanda saklandıklarını. Hatta büyükler, saklanmaya gittikleri zaman ağlayıp kendilerini ele vermesinler diye yanlarında ormana götürmedikleri çocukları eve kapatıp üstüne kapıyı kilitleyip öyle giderlermiş ormana. Köylümüz Derviş Dede’nin sakallarının askerler tarafından tel tel çekilerek yolunduğunu, Ağzunik köyündeki Kösoğlu Ailesi’nin cesetler arasında kalarak kurtulabilen çocuk yaştaki kişinin (Hüseyin Köseoğlu) dışında kalanların tamamının ağır makineliyle taranarak katledildiklerini de babaannemden duymuştum. Zavallı kadıncağız bunları anlatırken o günleri yaşar gibiydi adeta. Engel olamıyordu göz pınarlarından yağmur damlası gibi peş peşe akan gözyaşlarına.
Babam ilk evliliğini yaptığında askere gitmemiştir, henüz. Dört yıllık askerlik süresinin ardından birkaç yıl daha evli kalmasına rağmen çocukları olmayınca imam nikâhlı ilk eşinden ayrılan babam, ikinci evliliğini annemle gerçekleştirir. Babam, annemle evlendikten sonra, ayrıldığı imam nikâhlı ilk eşi de ikinci evliliğini yapar. Ama bu evliliğinde de çocukları olmaz, babamın ilk eşinin. Köyümüzden uzakta bir yerde evlenmesinden ötürü çok istememe rağmen babamın ilk eşiyle görüşüp tanışamadım bir türlü.
Hem köyümüzün, hem de yakın çevremizin okuyan ilk kadını olan annem, öğretmen olmasına sadece birkaç ay kalmıştır, babamla evlendiğinde. Akçadağ Köy Enstitüsü’nün son sınıfındadır, 15–20 kişilik bir grup kız arkadaşıyla birlikte okuldan kaçtığında. Bir daha da dönmediği için öğrencilik yaşamı sona eren annemin öğretmenlik hayali de böylece suya düşer. Son sınıfında kaçtığı Akçadağ Köy Enstitüsü’nü yatılı okuduğu için hem kendisi, hem de okula kayıt yaptırırken kendisine kefil olan Haydar Amcam, okul tarafından mahkemeye verilirler. Neticede aynı zamanda köyümüzün ve yöremizin mahkemeyle tanışan ilk kadını da olan annem ile kefili olan Haydar Amcam, okul ve mahkeme masraflarını ödemeye mahkûm edilirler. Babam, bu masrafların tamamını ödeyince dava sona erer.
 
İşte ben, kendileriyle onur duyduğum böyle bir anne ve babanın ilk çocukları olarak merhaba demişim yaşama. Ailemizin ikinci çocuğu, benden üç yaş küçük olan ve henüz 24 yaşında iken 9 Temmuz 1977 günü bir iş kazası sonucunda yaşamını yitiren erkek kardeşim Ahmet’tir. Ailemizin üçüncü çocuğu, Güler’dir. Üçer yıl arayla dünyaya gelen Doğan, Hıdır, Celal, Latife ve Cemile adlarındaki kardeşlerim de aramıza katılan aile bireylerimizdir.
 
Güler Bebek
Çok iyi hatırlıyorum, ailemizin üçüncü çocuğu, benim de ikinci kardeşim olan Güler’in doğumunu. 1956 yılının kışıydı. Hani şu bizim oraların karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışlarından. Tek katlı, tek odalı küçücük bir evimiz vardı, titrek alevli gaz lambasının loş ışığıyla aydınlanan. Yere yakın küçücük iki de penceresi… Karlı bir kış gecesiydi. Hava dumanlı, rüzgâr uğuldaya uğuldaya esiyordu. Karasal iklimin egemen olduğu Doğu coğrafyasında olanca şiddetiyle devam ediyordu karakış.
İşte böyle bir ortamda, böyle bir mekânda yaşama merhaba diyerek aramıza katılmıştı Güler bebek. O katılınca aramıza ailemizdeki birey sayısı beşe, benim kardeşlerimin sayısı da birden ikiye çıkmıştı.
Henüz üç-dört aylık bir zaman geçmişti, Güler bebeğin doğumunun üzerinden. Uzun süren bir kış mevsimi boyunca giyindiği beyaz gelinliğini üzerinden çıkarıp atan Tabiat Ana kucaklaşmıştı, özlemini çektiği baharla. Güneş gülen yüzünü göstermeye başlamış, olanca çıplaklığını cömertçe sergileyen ağaçlar zümrüt yeşili libaslarına bürünmüş, börtü-böcek canlanmaya başlamıştı artık. Renga renk kelebekler, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar kanat çırpıp özgürce uçuşuyorlardı, gökyüzünün mavi derinliklerinde.
Eh aileye bir birey daha eklenir olunca zaten ihtiyacımıza cevap veremeyen tek odalı evimiz, bize dar gelmeye başlamıştı artık. Bundan ötürü kendisi taş duvar ustası olan babam, yanına aldığı birkaç kişiyle birlikte tek katlı, tek odalı evimizin üzerine ikinci katın inşasına başlamıştı. Evimizin duvarında asılı duran “Saatli Maarif Takvimi”nin yaprağındaki tarihler, Haziran 1956 ayının son günlerini gösteriyordu. İnşaatın duvarlarının örülmesi işi sona ermiş sıra damın kapatılmasına gelmişti. Ancak annemin bir türlü düzelmek bilmeyen bir hastalığın pençesine düşmesi üzerine evimizin damının kapatılması işini sonraya bırakarak inşaata ara vermek zorunda kalan babam, hastalıkla mecelleşen annemi doktora götürdü. Birkaç kez doktora götürülmesine rağmen sağlığında herhangi bir gelişme sağlanamayan annemin durumu her geçen gün daha da ağırlaşıyordu. Bunun üzerine babam tarafından son bir kez daha doktora götürülen annem, bu kez Elazığ Devlet Hastanesi’ne yatırıldı. O hastaneye yatırılınca babam, uzun zaman devam eden bir tedavi süresince hep annemin yanında kaldığı için hiç uğramadı köye.
Annem hastaneye yatırılıp babam, zorunlu olarak uzun zaman onun yanında kalınca ben, erkek kardeşim Ahmet ve henüz üç-dört aylık bir bebek olan kız kardeşim Güler, askerlik çağına gelen Hasan Amcam ve benden bir-iki yaş büyük olan Hüseyin Amca’mla birlikte kalan üvey babaannemin sevgi dolu sıcacık kolları arasında bulduk kendimizi. Doğrusunu söylemek gerekirse “üvey” sözcüğünü kullanırken utanıyorum. Aslında üvey olmasına üveydi, ama dilim varmıyor ona üvey demeye. Çünkü O, gördüğüm ve tanıdığım öz babaannelerden daha yakın ve daha özdü bize. Ne onlar üvey gibi davrandılar bize, ne de biz onlara… Orta yaşlardaydı henüz. Ama kınalı saçlarına çoktan karlar yağmıştı. Artık hafiften kamburu çıkmıştı, benzi soluk yüzü güleç sevgili babaannemin. Mayası çileyle yoğrulmuştu, nasırlı elleri öpülesicenin.
Bir yandan kendi evlerinin işleri, öte yandan bizim evlerin işleri ve Güler bebeğin bakımı derken belli ki yoğun iş temposuna yenik düşmüştü, babaannemin yorgun bedeni. Günün birinde rahatsızlanmaya başladı. Zamana karşı yarışmak halsiz düşürmüştü onu. Böyle olunca bir karar aldı günün birinde. O karar uyarınca Güler Bebek, bir süreliğine komşu köyümüz Fındıklı’da ikamet eden öz anneannemlere götürülecekti. Bize göre çok daha kalabalık bir nüfusa sahipti onlar. Bizde iş görecek kimse yoktu, babaannemin dışında. Ama onlarda anneannemin dışında iş gören henüz bekâr olan bir teyzem ve büyük dayımın hanımı Elif Yenge vardı. Babaannem, Güler Bebek, ortalıkta perişan olmasın diye mi, yoksa Güler Bebek onların da torunları, madem torun ortak ise sorumluluk da ortak olsun düşüncesiyle mi böyle bir karar aldı? Orası bilinmez ama bir gerçek duruyordu ortada. O da babaannemin bu kararının yerine getirilmesinin bana ve benden bir-iki yaş büyük olan Hüseyin Amca’ma düştüğüydü. Çünkü bizden başka kimse yoktu, Güler bebeği öz anneannemlere götürecek.
Kararın alınışının bir gün sonrasıydı. Güneş ufuktan doğmamıştı henüz babaannem, Hüseyin Amca’mla beni sabahın tatlı uykusundan uyandırdığında. Koydu önümüze bir kâse yoğurt, verdi elimize birer yufka ekmeği. Elimizdeki yufka ekmeklerini buz gibi yoğurda bana bana yiyip karnımızı doyurduktan sonra verdi, Güler bebeği kucağımıza. Doğu coğrafyasının kızgın temmuz güneşinin sarı sıcağı bastırmadan bizi yolculadı, Fındıklı’daki öz anneannemlere. Güler bebeği sırasıyla kucakladığımız Hüseyin Amca’mla birlikte koyulduk yola. Taşlı, tozlu toprak bir yolda güle oynaya yaptığımız bir yolculuk sonrasında anneannemlere vardık nihayet. Oraya vardığımız zaman vakit öğlen olmamıştı henüz. Eve varınca Güler bebeği kucağımızda gören öz anneannem, günlerden beri hastanede tedavi görmekte olan annemin sağlığı konusunda herhangi bir şey sormadan evvel:
—Hayırdır çocuklar! Onu ne diye getirdiniz? sorusunu sordu.
Hüseyin Amca’m:
—Bilirsiniz iş-güç zamanıdır. Annem iki evin işini bir arada yürütünce biraz rahatsızlandı. Doğru dürüst bakamaz oldu bebeğe. Çocuk perişan olmasın diye buraya gönderdi. Burada birkaç gün kalsın. Annem düzelir düzelmez hemen gelir alırız, dedi.
Öz anneannem:
—“Sormadan etmeden ne diye getirdiniz ki? Sizin işiniz var da bizim işimiz yok mu sanki? Bebeğe bakacak kimimiz var bizim? İşimiz başımızdan aşkın biz bebeğe falan bakamayız. Getirdiğiniz gibi alır götürürsünüz” dedi.
Doğrusunu sorarsanız böyle bir tepkiyle karşılaşacağımızı aklımızın köşesinden bile geçirmemiştik. Öz anneannemin bu sözleri soğuk duş etkisi yaratmıştı bizde. Dünya başımıza çökmüştü adeta. Bir enkazın altında kalmış gibi hissetmiştik kendimizi. Bin pişman olmuştuk, Güler bebeği götürdüğümüze de götüreceğimize de. O küçücük yaşımıza rağmen içimize sindiremedik, söylenenleri. Gururumuz incinmişti, kendimize hakaret saymıştık olanları.
Orada daha fazla beklemenin bir anlamı yoktu, öz anneannemin insanı şoke edici bu sözlerinden sonra. Hüseyin Amca’mla gizlice işaretleştikten sonra kalktık kucakladık Güler bebeği, yöneldik kapıya doğru.
—Ne yapıyorsunuz çocuklar? dedi anneannem.
—Gidiyoruz, dedik.
—Vakit öğlen, karnınız acıkmıştır şimdi. Durun yiyecek bir şeyler hazırlayayım. Hem bu sıcakta nasıl gideceksiniz? Akşam serinliğinde çıkarsınız yola, dedi.
—Aç değiliz, sıcak da etkilemez bizi, dedik.
Sonra kucağımıza aldığımız Güler bebekle birlikte ayrıldık oradan. Hem de hoşça kalın, bile demeden. Çıktık yola. Ancak ağlamamak için zor tutuyoruz kendimizi. Başladık köyümüze doğru yol almaya. Umudu tükenmişler gibi başımız öne eğik ilerliyoruz, sabah güle oynaya geldiğimiz toprak yoldan. Temmuz güneşinin sarı sıcağı yumurta pişiriyor, tepemizde. Karnımız zil çalıyor açlıktan. Bıçak açmıyor ağzımızı. Güler bebeği sırayla kucakladığımız Hüseyin Amca’mla bir tek kelime bile etmeden yürüyoruz köyümüze doğru. Komdere denilen mevkie vardığımız zaman Güler bebeğin aniden ağlamaya başlamasıyla bozuluverdi var olan sessizlik.
Ağlamaya başlayan Güler bebek, ara vermeksizin ağlamasını sürdürünce Hüseyin Amca’mla ikimiz: “Belki susamıştır onun için ağlıyordur” diye düşündük.
Böyle düşündüğümüz için yolumuzun üzerindeki pınara bir an önce varmak amacıyla biraz hızlanmaya başladık. Bir süre sonra vardık, buz gibi sularını kuzularımızla birlikte paylaştığımız pınarın başına. Önce, durmaksızın ağlayan Güler bebeğin minnacık yüzünü yıkayıp dudaklarını ıslatarak su verdik kendisine. Sonra Hüseyin Amca’mla ikimiz elimizi yüzümüzü yıkayıp doyasıya içtik, küçücük pınarın buz gibi suyundan.
Güler bebeğin, ağlamayı keseceğini umut etmiştik. Ama yanılmışız. Susmak bir yana tam tersine tıpkı büyük bir insan gibi sesini daha da yükselten Güler bebek, ağlamaya devam ediyordu hıçkıra, hıçkıra. O, hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederken benim içim kabarmaya, bir noktaya odaklanan gözlerim dolmaya başladı. Daldım o an derin hayal âlemine. Kendi kendime: “Annem, bu hastalıktan kurtulmaz ölürse eğer biz boynu bükük kalırız ortada” diyerek kapıldım bir duygusallığa ve başladım Güler bebekle birlikte ağlamaya.
Eee… Ben, Güler bebekle ağlamaya başlamışken hiç durur mu Hüseyin Amca’m. O da katıldı bize. Üçümüz birlikte başladık ağlamaya. Hem ağlıyor, hem de kızgın temmuz güneşinin sarı sıcağının etkisiyle yaprakları pörsüyen ağaç dallarını mesken tutan cırcır böceklerinin inleyen nağmeleri arasında ağır ağır yol alıyoruz köyümüze doğru. Ve nihayet bir zaman sonra vardık evimize.
Ağlamaktan kızaran gözlerimizi, perişanlıktan kuruyup konuşamaz hale gelen dudaklarımızı, perişan durumumuzu ve daha da önemlisi sözde anneannemlere bırakmak üzere Fındıklı köyüne götürdüğümüz Güler bebeği kucağımızda gören babaannem:
—N’oldu size çocuklar? Bu haliniz ne sizin? Yolda canavar falan mı gördünüz? Korktunuz mu? Yoksa birileri mi dövdü sizi? Bebeği ne diye geri getirdiniz? Türünden birkaç soru sıraladı arka arkaya.
Babaannemden peş peşe gelen bu sorular üzerine Hüseyin Amcamla ikimiz başımızdan geçenleri birer birer anlattık. Olayı babaanneme anlatırken hıçkırıklarımız geçmiş değildi henüz. Gözlerimizden damla damla akan gözyaşlarımız yanaklarımızdan aşağıya süzülüyordu hâlâ.
Babaannem, bir yandan bizi sakinleştirmek için çaba harcarken öte yandan da Güler bebekle ilgilenmeye başladı. Bir süre sonra altı değiştirilip karnı doyurulan Güler bebek, başladı mışıl mışıl uyumaya. Hüseyin Amca’mla ikimiz de biraz ferahladıktan sonra öğle yemeğimizi yedik. Ardından da kuzularımızı önümüze katarak tuttuk yabanın yolunu.
  
                              Anneler Günü’nde
                      Sevgili Anneme;
Sen ağır bir hastalığın pençesine yakalandığın için babam tarafından doktora götürüldüğünde küçücüktüm, okula gitmiyordum henüz. Yatırıldığın Elazığ Devlet Hastanesi’nde gördüğün iki aylık tedaviden sonra köye döndüğünde oldukça halsiz düşmüş, birilerinin yardımı olmaksızın yürüyemez duruma gelmiştin. Şakakların çökmüş, gözlerin çukura inmişti. Bakışların çaresiz, bedenin yorgundu. Gönlün hüzün, gözün yaş doluydu. Sarıldık birbirimize. Kucaklaşıp koklaştık doyasıya. Güç de olsa bir zaman sonra hastalığa galebe çalarak eski sağlığına kavuştun nihayet.
Şimdilerde dönüp o günlere baktığımda o dönemlerde hem senin, hem de seninle aynı yazgıyı bölüşen tüm köylü kadınlarının hasta olmaması, hatta yaşaması bile bir mucizeydi diye düşünüyorum. Çünkü genellikle yarım düzineyi geçiyordu, doğurup sırtınızda taşıdığınız çocukların sayısı. Bu fazla sayıdaki doğumların bedeninizde yarattığı yıkım yetmezmiş gibi bir de yaz-kış, sıcak-soğuk, gece-gündüz demeden güç koşullar altında didinip dururdunuz harmanda, tarlada, yabanda… Bu, Anadolu’daki tüm köylü kadınlarının ortak yazgısıydı sanki. Bunca yıpranmaya ve yıkıma karşın bir de gereği gibi beslenemediğimiz için güç kaybına uğrardınız sürekli. Bu güç kaybı, siz kadınlar için hastalıklara bir davetiye niteliği taşıyordu, adeta.
                 
 
Unutmam Anne
 
Dokuz ay karnında taşıdın beni
Sen unutsan da ben unutmam anne
Tekmelerdim karnın yorardım seni
Sen unutsan da ben unutmam anne
 
Zamanı gelince doğurdun beni
O temiz sevginle yoğurdun beni
Şerden beri aldın çağırdın beni
Sen unutsan da ben unutmam anne
 
Ninniler söyler toprağa belerdin
Hayal kurup hülyalara dalardın
Gözümün içine bakar gülerdin
Sen unutsan da ben unutmam anne
 
Sen öğrettin yürümeyi koşmayı
Engelleri birer birer aşmayı
Hüzünlüydün becermezdin coşmayı
Sen unutsan da ben unutmam anne
 
Yüzlerin hep bana nurlu bir ışık
Bunun için oldum hüsnüne âşık
Bazen küs kalırdık bazen barışık
Sen unutsan da ben unutmam anne
 
Toprağın bol olsun mekânın cennet
Sakın kimselere eyleme minnet
Hayranî yanına varacak elbet
Sen unutsan da ben unutmam anne

Bizim Kadınımız
Şehirlerarası bir otobüs yolculuğu sırasında yanımdaki koltuğa oturan Güneydoğulu bir köylü vatandaşla tanıştım. Otuz beşinde ya var ya yoktu. Terör belası yüzünden yerini yurdunu terk etmiş, Adana’nın kenar mahallelerinden birine yerleşmişti. Yolculuk sırasında yaptığımız sohbet esnasında altı çocuğunun olduğunu öğrenince:
—Bu yaşta bu kadar çocuk fazla değil mi? Nasıl besleyeceksin altı çocuğu? diye sordum.
—Onları veren Allah rızkını da verir, dedi.
—Sen durmadan çocuk yapıp ortaya salacaksın, onlara gerekli eğitimi vermeyeceksin, onların geleceğini güvence altına almayacaksın, Allah da onların rızkını verecek ve onlar karınlarını doyurup yaşamlarını sürdürecekler. Öyle mi? Olur mu böyle şey? dedim.
—Olur, begim olur. Biz on kardeşiz, iki de bacımız var (Bacılarını kardeşten saymadığı için onların sayısını ayrıca söyleme gereği duyuyor). Şükürler olsun hepimiz büyüdük bu günlere geldik. Açlıktan ölenimiz de olmadı, dedi.
—Sen ne iş yapıyorsun?
—Belli bir işim yok begim, her işte çalışırım, dedi.
—Peki, sen şimdi kendini karnı tok mu sayıyorsun ki açlıktan ölenimiz olmadı diyorsun? Çocuklarının ve evinin her ihtiyacını karşılaya biliyor musun? diye sordum.
—Ne arar bizde begim, senin o dediklerin. Bırak çoluk çocuğun ehtiyacını karşılamayı, iş bulamayıp kuru ekmekle karnımızı doyurduğumuz günler çok olur.
—Peki, anne-baba olmak demek, çocuk yapıp ortaya salmak mı demektir? Bu dünyaya gelmelerine neden olduğun o çocukları okutup geleceklerini güvence altına almak baba olarak senin görevin değil mi?
—Orası öyle…
—Hem onu da bir yana bırakalım. Bu kadar doğumda en çok zarar gören kişi de senin hanımın olacak. Senin, bunları ona yapmana hakkın var mı?
—Nasıl yani?
—Bir duvar düşün, sen o duvardan durmadan tuğla çekip alırsan günün birinde o duvar yıkılmaz mı? Yıkılır elbet. İşte bu duvar misali, bir kadın ne kadar çok doğum yaparsa o kadar çok zarar görür demektir. Onu yıpratır, güçsüz bırakır, halsiz düşürür. Peki, yazık günah değil mi o kadına? Eğer böyle devam edersen yarın öbür gün senin hanımın hastalıktan başını alamaz olur. O hastalıkla mecalleşirken sen onu doktor doktor gezdirip para dökeceksin. İkinize de yazık, aklını başına devşir, dedim.
—Vallahi dedigin doğru begim. Hanım hasta yatıyor evde, dedi.
—Peki, onun hastalığı devam ederse senin çocuklarına kim bakacak? Bunu düşündün mü hiç? diye sordum.
—Onun başını bekleyecek degilim ya begim, hastalığı devam ederse ben de ikincisini alırım…
—Buna kesin kararlısın yani?
—Elbette…
—Evlilik ne zaman peki?
—Arıyorum. Münasip birini bulur bulmaz hemen evlenirim dedi.
—Ya o da hastalanırsa? diye sordum
—O zaman üçüncü, dördüncü hanım…
—Olur mu üç-dört kadın?
—Kuran’da yeri var begim…
—Yani bir erkeğe dört kadın, öyle mi?
—Elbette…
—Peki, bir kadına kaç erkek düşer acaba? diye sordum.
—Ne yapıyorsun begim? Tövbe tövbe Allah’ın kelamına karşı mı geliyorsun sen? Dinsizler söylerler bu gibi şeyleri, sende mi dinsizsin yoksa? dedi.
—Doğruyu söylemek dinsizlik ise eğer, evet senin anladığın anlamda ben de dinsizim, dedim.
—Ben dinsizlerle aynı koltukta oturmam diyerek yanımdaki koltuktan kalktı, bir başka koltuğa oturdu.
Siz bir yandan; “Cennet, anaların ayağı altındadır” diyerek kadını sözde yüceltmeye çalışacaksınız, öte yandan ; “Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksiniz” deyip kadına hakaret edeceksiniz. Bir yandan; “Ana gibi yar olmaz” diyeceksiniz, öte yandan ana dediğiniz o kadına mirasta erkeğin yarısı kadar hak tanıyacak ve “bir erkeğin şahitliği iki kadının şahitliğine bedeldir” diyeceksiniz.
Bir erkeğe dört kadın düşer diyeceksiniz;
—“Bir kadına kaç erkek düşer? diye soranları dinden çıkmış sayacaksınız.
“Cennete giden her erkeğe kırk huri verilir” diyeceksiniz;
“Cennete giden her kadına kaç gılman (cennet delikanlısı) verilir? diye soranları dinsizlikle itham edeceksiniz.
Bu ne yaman bir çelişki.
—Kim inanacak bu söylediklerinize? Siz kendiniz inanıyor musunuz kendi söylediklerinize?
Edebiyat öğretmeni olan kızım Zeynep Enhar, bir şiirinde şöyle diyor:
 
 “Umut yüklüydü bulutlar,
Gelip gözlerime takıldıklarında...
Gözyaşı oldular...
Hasreti yük ettim sırtıma,
Boynunu büken gelincik misali...
Kök verdim çorak topraklarda...
Ölüp gittiğimde gözlerimi dünyada bıraktım.
Çünkü gözüm kaldı mutluluklarda…”
 
XXX
Evet…
Umut yüklüdür bizim kadınımız.
Hasret bir yüktür onların sırtında.
Çorak topraklarda kök salan gelincik misali boynu büküktür kadınımızın.
Yüreğinin yangınını gözyaşlarıyla söndürmeye çalışır...
Umutları birer gemidir, fırtınalı ruhlarında yüzen...
Gerçeğin aralanmış kapısında acılar denizinin mutsuz kaptanıdır onlar...Ruhlarının karanlığındaki ufukları aydınlatan güneşe sarılmak istedikçe gecenin zifiri karanlığı sarar bedenini...
Sevdası da umutları gibi saklıdır kalplerinin derinliklerinde...
Onlar açığa vurmazlar... Vuramazlar sevdalarını...
Güneş yüzü görmemiştir, karanlık geceyi aydınlatan dolunayın kuytu karanlığında gizlenen aşkları...
Gem vurulmuştur, duygularına onların...
Kimselere açıklayamazlar hislerini...
Ayıpsanır çevrelerinde çünkü...
Onlar çok iyi biliyorlar ki açıklanan her sır, çekilen her gizli sevda, yaşanan her füsunlu aşk günün birinde yüzlerine vurulacaktır bir şamar gibi... Namuslarına sürülecektir bir leke gibi... Fahişeye çıkacaktır adları...
İşte bundan ötürüdür ki; Sevdalanamaz bizim kadınımız. Sevdasını çektiği kişi kocası da olsa. Âşık olamaz onlar. Çünkü böyle bir hakları yoktur onların. Âşık oldukları kişi anneleri de olsa. Yarınlara özlem duyamaz kadınımız.
Çünkü kurtaramamıştır kendini dünün karanlık kıskacından.
Çünkü sevdalarına kelepçe, aşklarına pranga vurulmuştur onların.
Siz biliyor muydunuz kadınımızın öldüğünde hep gözü açık gittiğini? Bilemezsiniz. Nerden bilebilirsiniz?  Ancak yaşayanlar bilir onu.
Evet...
Kadınımız öldüğünde hep gözü açık gider.
Çünkü hüsrana uğramıştır umutları…
Çünkü töre engeline takılmıştır, sevdaları…
Çünkü aşklarına zincir vurulmuştur onların…
Evet...
Kadınımız öldüğünde hep gözü açık gider.
Çünkü yaşayamamıştır sevdayı…
Çünkü tadamamıştır aşkı…
Çünkü gözü kalmıştır mutluluklarda…
 
 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ÖĞRENCİLİK YILLARIM
 
Okullu Oluyorum 
Okulu yoktu köyümüzün, daha doğrusu mezramızın. Çünkü Başakçı olarak geçen muhtarlığımız; Aşağı Taptikler, Yukarı Taptikler ve Fındıklı mezralarından oluşuyordu. Biz, Aşağı Taptikler mezrasında oturuyorduk. Okul da Fındıklı mezrasında bulunuyordu. Yukarda adı geçen üç mezranın çocukları, Fındıklı mezrasında bulunan Başakçı Köyü İlkokulu’na gidiyordu.
Tabiat Ana’nın yarı soyunuk duruma geldiği her hazan mevsiminde okullar açılmadan birkaç gün önce köyümüzün bekçisiyle birlikte mezralardaki evleri birer birer dolaşan okulumuzun tek öğretmeni, okul çağına gelen çocukların kaydını yapardı. Böylece o yıl birinci sınıfa kaydı yapılan çocuklar, okullar açıldığında üst sınıflarda bulunan öğrencilerle birlikte okula giderlerdi.
Bu durum; okulun, muhtarlığımızda açıldığı cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren süre gelen bir uygulamaydı. Tıpkı 1957 yılında olduğu gibi. O yıl okula başlayacaktım. Mevsim hazandı. Havalar yavaş yavaş soğumaya başlamış, çevremizdeki meşe, meyve ve kavak-söğüt gibi ağaçların zümrüt yeşili yaprakları, toprakla kucaklaşmak üzere altın sarısına dönüşüp birer ikişer dökülmeye başlamıştı artık. Bütün bunlar, okulların açılışının yakın olduğunu muştuluyordu bana.
Yolda kalmıştı gözlerim. Muhtarlığımızın bekçisiyle birlikte okul çağına gelen çocukların kaydını yapacak olan öğretmenin mezramıza gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Zira o yıl yedi yaşına gelmiştim. Ama okul çağına geldiğimi kanıtlayacak nüfus cüzdanım yoktu elimde. Bu, sadece bana özgü bir şey değildi. O dönemlerde köyümüzdeki çocukların hiç birinin nüfus cüzdanı yoktu. Nüfus cüzdanları, ancak ilkokuldan mezun olup diplomalar düzenlendiği zaman çıkarılırdı. Köyümüzde ve hemen her köyde uygulana gelen bu durumdan ötürü kayıtlar, nüfus cüzdanlarına göre değil, afakî olarak yapılırdı. Çocuğun kaydını yapacak olan öğretmen, çocuğu bizzat görmeden, boyuna bosuna bakmadan kayıt yapmazdı asla. Yani çocuk yedi yaşında olsa bile fizikî açıdan gelişmemişse kaydı yapılmazdı okula. Bu, birinci sınıfa kaydedilen her çocuğun yedi yaşında olduğu anlamına gelmezdi. Fizikî durumun ön planda tutulmasından ötürü okula kaydedilen bir çocuk, altısında da olabilirdi, dokuzunda da…
Elimde, okul çağına geldiğimi kanıtlayan nüfus cüzdanım olmadığı için öğretmenin bir an önce mezramıza gelmesini beklemekten başka bir seçeneğim yoktu. Çünkü kaydedilip edilmeyeceğim öğretmenin iki dudağının arasından çıkacak “evet” veya “hayır” sözcüklerine bağlıydı.
Büyük bir sabırsızlıkla beklediğim gün gelip çatmıştı nihayet. O yıl, ilkokulun birinci sınıfına kaydedilecek çocukları tespit etmek üzere muhtarlığımızın bekçisiyle birlikte mezramıza gelen öğretmen, evleri dolaşmaya başladı birer birer. Sırada bizim ev vardı. Ben de dâhil mezramızdaki tüm çocukların elini öperek arkasına takıldığı öğretmen, bizim eve gelmişti nihayet. Annemin içeriye buyur edip bir bardak ayran ikramında bulunduğu öğretmen:
—Okula kaydedilecek yaşta çocuğunuz var mı ablacığım? diye sordu anneme.
—Kaydederseniz bir tane var dedi, annem.
 —Görelim bakalım dedi, öğretmen.
Ben, beni kapımızın önünde toplanan çocukların arasından çağıran annemin yanına gittim. Annem:
—Yazılacak olan oğlum budur hocam, dedi.
—Yanıma gelir misin yavrum? dedi öğretmen bana.
Ben, beni yanına çağıran öğretmenin yanına gittim. Yanına gidince önce öğretmenin, ardından da yanındaki köy bekçisinin elini öptüm. Sonra da hazır ol vaziyetinde durdum.
—Adın ne senin? diye sordu öğretmen.
—Mehmet Korkmaz, dedim.
—Okula gelmek ister misin?  
 - Evet…
—Niçin okula gelmek istiyorsun?
—Okuyup adam olmak için…
-Aferin güzel de Türkçe konuşuyorsun –o zamanlar okula gitmeyen çocukların hiçbiri Türkçe konuşmasını bilmiyordu- dedi bana.
Bekçisi araya girdi:
—Annesinden öğrenmiştir muallim beg, dedi.
—Annesi Türkçe biliyor mu? diye sordu öğretmen.
Bekçi:
—Akçadağ Köy Enstitüsü’nün son sınıfından terktir, dedi.
Bunun üzerine öğretmen:
—Doğru mu ablacığım? diye sordu.
—Maalesef… dedi annem.
—Yazık etmişsiniz, keşke bitirseydiniz dedi, öğretmen.
—Bir hata işledim, pişmanım ama iş işten geçti dedi, annem.
—Neyse sağlık olsun…
 Sonra bana dönen öğretmen:
—Çalışacağına söz verirsen kaydederim seni, dedi.
—Söz, diyerek yanıtladım öğretmenin sorusunu.
—Öyleyse ben de seni kaydediyorum, dedi.
—Sağ olun hocam dedi, annem.
Öğretmen:
—Hayırlı olsun ablacığım, dedi.
Günlerdir dört gözle yolunu beklediğim öğretmenin ağzından bu sözleri duyduğum zaman dünyalar benim olmuştu sanki. Gökyüzünün mavi derinliklerinde özgürce kanat çırparak uçuşan kuşlar gibiydim adeta. İçim içime sığmıyordu sevinçten.
Ya öğretmen olmasına ramak kala son sınıfında okuduğu Akçadağ Köy Enstitüsü’nden kaçan annemin sevincine ne demeli. Pır pır ediyordu yüreği. Benden daha heyecanlı olduğu sesinin titremesinden, benden daha mutlu olduğu gözlerinin içinin gülüşünden belliydi.
O anı yaşadığımızda babam yoktu orada. Onun nasıl sevindiğine tanık olamadım, hangi duygular yaşadığını bilmiyorum. Çünkü o, inşaatlarda çalışmak için birkaç gün önce Elazığ’a gitmişti.
Okula kaydedildiğimin üzerinden üç gün geçmişti, aynı zamanda büyük teyzemin kocası da olan komşumuz Alişan Amca çalışmak üzere Elazığ’a gittiğinde. Annem, onunla; “Çocuk okula yazıldı, okullar açılmadan önce okul ihtiyaçlarını alsın gelsin” diye haber yolladı, babama.
Okulların açılmasına henüz iki-üç gün vardı, babam Elazığ’dan köye döndüğünde. Elazığ’dan köye geldiğinde siyah renkli bir okul önlüğü (ki o zamanlar köyümüzdeki öğrencilerin hiçbirinin okul önlüğü yoktu), bir çift siyah Ankara lastiği (köyümüzdeki öğrencilerin hemen hepsi sığır derisinden yapılma çarık giyerlerdi), siyah İngiliz tiresinden dikilme bir pantolon (öteki öğrenciler, anneleri tarafından beyaz bezden elle dikilen “tuman” adı verilen don giyerlerdi), bir Alfabe, bir adet Birinci Yıl Kıraatnamesi adlı bir kitap, kalem, silgi ve defter getirmişti bana. Annem de beyaz bezden bir okul çantası dikiverince okullar açılmadan önce benim tüm okul gereksinimlerim tamamlanmış oldu.
Beklenen büyük gün gelip çatmıştı. Okullar açılmıştı nihayet. Okulların açıldığı ilk günden itibaren mezramıza yaklaşık bir saat uzaklıktaki Fındıklı mezrasında bulunan okula gitmeye başladım, tamamı benden büyük ve tamamı erkek olan öğrencileriyle birlikte. Mezramızın, o yıl birinci sınıfına kaydedilen tek öğrencisiydim. Ama ne yazık ki gitmekte olduğumuz okul binası da resmi okul binası değildi. Şah İsmail Amca’nın ahırdan bozma, içeriye loş ışık saçan küçücük iki penceresi bulunan, tek katlı, toprak damlı, taş duvarlı köy evinde yapılıyordu, eğitim-öğretim.
Normal öğretim yapılıyordu, köy evinden bozma okulda. Bundan ötürü gün boyu okulda kalırdık. Çarşamba ve Cumartesi günleri öğlene kadar ders işlendiği için öğleden sonraları okul olmazdı. Pazar, haftanın tek tatil günüydü. Özellikle de kısa günlerde eve döndüğümüzde gün akşam olup güneş ışıkları, yerini çoktan terk etmiş olurdu loş ışıklı gaz lambasına. Tabi bu gecikme, sadece okulun uzaklığından kaynaklanmıyordu. Okul yolunda güle oynaya ilerlediğimiz için iki-üç saatte ancak kat edebiliyorduk, yaklaşık bir saatlik okul yolunu.
Okulumuzun tek öğretmeni vardı. Beş sınıfı bir arada okutuyordu bu öğretmenimiz. Samsunluydu, benim birinci sınıftaki öğretmenim. Ahmet Dursun’du, adı. Yeni öğretmen olmuştu. İlk görev yeriydi, köyümüz. Henüz bekârdı, köylünün biri tarafından kendisine verilen bir odada oturan öğretmenimiz. Kendisinden kira alınmıyordu. Biz öğrenciler, Ahmet öğretmene kimi zaman başta ekmek olmak üzere tereyağı, yoğurt, süt, ayran, çökelek, yumurta vb. gıda maddeleri götürürken, kimi zaman da kendisini konuk ederdik evlerimizin başköşesine. Bu konuda bir yarış vardı, biz öğrenciler arasında. Kim, öğretmeni daha çok davet eder diye.
Günümüzün büyük bölümü okulda ve okul yolunda geçerdi. Okuldan eve varır varmaz hemen çıkarırdım okul kıyafetlerimi. Hep birlikte otururduk yer sofrasına. Akşam yemeğimizi yedikten sonra çeyiz sandığını masa olarak kullandığım annemle birlikte başlardık ders çalışmaya. Annemin, masa olarak kullandığım çeyiz sandığı, yüksek olduğu için yerde oturduğum zaman boyum yetişmezdi, üzerinde yazı yazmaya. Bundan ötürü babamın cevizden yapılma askerlik hatırası bavulunu sandalye olarak kullanırdım. Ancak sadece yazı yazma işi olduğu zaman bu iki aracı kullanırdım. Diğer zamanlarda annemin yere yaydığı çulun üzerine uzanarak çalışırdım derslerimi.
Her gün birkaç saat sürerdi, annemle birlikte ders çalışmamız. Bir başladık mı ders çalışmaya bilmezdik zamanın nasıl geçtiğini. Hem de çalışma koşullarımız ve çalışma araçlarımız zamanımıza göre çok ilkel olmasına rağmen. Yukarıda da açıkladığım gibi ne çalışma masamız vardı ne de özel odamız… Ne elektrik vardı, ne de özel aydınlatma araçlarımız… Ya ocakta alev alev yanan koca meşe kütüklerinin, ya da idare denilen titrek alevli gaz lambasının yaydığı loş ışıktan yararlanarak yapardık derslerimizi. Bulduğumuzla yetinmeyi bilirdik. Doyumsuz değildik günümüz çocukları gibi.
Öğretmen olmaya ramak kala Akçadağ Köy Enstitüsü’nün son sınıfından kaçarak okulu terk eden annemin sayesinde okula başlamadan önce hem alfabedeki harflerin tamamını biliyor ve tanıyor olmam, hem de Türkçe konuşuyor olmam büyük avantajlar sağlıyordu, bana. Köyümüzdeki öteki öğrencilerin okuma-yazma bir yana Türkçe konuşmasını dahi bilmeyen anne ve babalarına karşın benim, özel bir öğretmen gibi başımda durup bana yol gösteren, ödevlerimi yaparken de derslerimi çalışırken de bana yardımcı olan bir annem vardı. Tabi tevazu göstermeye hiç mi hiç gerek yoktur. Başarımın yüzde ellisi anneme ait ise yüzde ellisi de bana aitti. Bu başarıdan ötürü yılsonunda “Pekiyi” derece ile ilkokulun ikinci sınıfına geçtim.
 
Mezarlıkta Hortlak Var
Sıcak geçen bir yaz mevsiminin ardından hazanın serin havası egemen olmaya başlamıştı, yöremizde. İkinci sınıfa gidiyordum o yıl. Okulların açıldığı ilk günlerdi. Tam da bu sırada büyük bir acı yaşanır oldu, komşularımızdan Hüseyin Sönmez Amca’nın evinde. Bir kızı öldü aniden. Sebebi hâlâ bilinmeyen bu ani ölümde yaşamını yitiren, Hüseyin Sönmez Amca’nın B. adındaki kızı, on yedisinde ya da on sekizinde idi henüz. Daha gelinliğini giyinmeden, ellerine boğum boğum al kınalar yakmadan kucaklaştı, kara toprakla. Veda etti kısacık yaşamına. Ayrıldı sevdiklerinden. Muradına eremeden yakılan ağıtlarla, sele dönüşen gözyaşlarıyla verildi kara toprağa.
Köyümüzün mezarlığı okul yolumuzun üzerindeydi. Okula giderken de okuldan dönerken de yolumuz köy mezarlığından geçiyordu. Bir başka ifadeyle günde iki kez geçiyorduk,  aralarında Hüseyin Sönmez Amca’nın B. adındaki kızının mezarının da bulunduğu köy mezarlığından. Yaklaşık iki hafta geçmişti, B.’nin ölümünün üzerinden. Her gün olduğu gibi o gün de okul çıkışından sonra köyümüze doğru çıktık yola. Güle oynaya ilerliyorduk okul yolunda. Okul çıkışının üzerinden yaklaşık bir buçuk saatlik bir zaman geçmişti, köy mezarlığına 50 m. uzaklıktaki tozlu yokuşu tırmanıp tepeye vardığımızda. Tepeye vardığımızda 50 m. ötede bulunan köy mezarlığındaki manzara karşısında şaşkına dönmüştük. Çünkü garip bir yaratık duruyordu, birkaç gün önce yaşama veda eden, Hüseyin Sönmez Amca’nın B. adındaki gelinlik çağındaki kızının mezarının başında. Gördüklerimiz karşısında elimiz ayağımız titremeye, sesimiz kısılmaya, dilimiz dolanmaya başladı, korkudan. Çakıldık kaldık olduğumuz yere. Ne ileriye gidebiliyoruz, ne de geriye doğru… Birkaç gün öncesinden yaşama veda eden B.’nin mezarının başında ayakta dimdik duran o garip yaratığı daha da esrarengiz kılan şey, tam da o anda ağzından yere düşen bir nesne oldu. O garip yaratık, sanki bir şeyler yiyormuş da o anda yediği o nesnenin bir parçası yere düştü gibi geldi bize. Hepimizin gözlerinin önünde meydana gelen bu olay, özellikle de uzun kış gecelerinde büyüklerimiz tarafından üstüne basıla basıla bilinçsizce anlatılan hortlak hurafelerini getirdi aklımıza. Onlar tarafından bize anlatılanlara göre özellikle de B. gibi yeni ölenler, hortlayıp insanlara zarar verebiliyorlarmış. Bu olay, bize anlatılanları doğrular gibiydi.
Öyle ya neden bir başka mezarın başında değil de yaklaşık iki hafta önce yaşama veda eden B.’nin mezarının başında duruyordu, o garip yaratık? Peki, mezarın başında ayakta dimdik duran o garip yaratığın ağzından yere düşen o esrarengiz nesne neydi? diye sorular soruyoruz birbirimize.
—Sonra?
—Sonra da demek ki bize anlatılanların doğruluk payı varmış diye söyleniyoruz. 
—Eee… Öyle ise neden kaçıp canımızı kurtarmıyoruz? dedi Haydar Demir arkadaşımız.
Haydar arkadaşımızın bu sözü üzerine ağlaşarak çil yavruları gibi sağa sola doğru kaçışmaya başladık. Bu kaçışma sırasında 4. sınıf öğrencisi Hüseyin Yılmaz arkadaşımız, mezarlığın hemen öte yanındaki tepeden:
—B. hortlamış, mezarının başında duruyor. Bize zarar vermeden yetişin bizi kurtarın, diye seslenir köylülerimize.
Hüseyin arkadaşımızın bu çağrısı üzerine kısa sürede imdadımıza yetişen köylülerimiz:
—“Korkmayın çocuklar, hortlak değil o. Zarar vermez size” diyerek bir yandan bizi sakinleştirmeye öte yandan da hâlâ ağlaşarak sağa sola kaçışmaya çalışan arkadaşlarımızı bir araya toplamaya çalışıyorlardı.
Bizleri toplayan köylülerimizden Haydar Yılmaz Ağabey:
—Siz ölülerin tekrar dirilip insanlara zarar verebileceğine inanıyor musunuz? Güya okula gidiyorsunuz. Okuduğunuz kitapların hangisinde var böyle bir şey? diye sordu bize.
—Kitaplarda yok böyle bir şey ama…
—Âmâsı neymiş?
—Sürekli cin, peri, hortlak gibi şeylerden söz eden siz değil misiniz? Böyle bir şey yoksa neden hep o türden şeylerden söz ediyorsunuz? diye soruyoruz.
Haydar Yılmaz Ağabey:
—Bakın çocuklar, o anlatılanlar gerçek değil. Masaldır onlar. Gerçekle ilgisi yoktur onların. Uydurma şeylerdir o anlatılanlar, dedi.
—Hortlak diye bir şey yok mu yani? diye soruyoruz.
—Yoktur tabi. Olur mu öyle şey?
—Hortlak yoksa B.’nin mezarının başında ayakta duran o garip yaratık nedir peki? diyoruz.
—Bakın çocuklar! Doğrusunu sorarsanız biz de merak ediyoruz sizin tarif ettiğiniz o garip yaratığın ne olduğunu. İsterseniz gelin hep birlikte gidelim mezarlığa. Ne olduğunu hep birlikte görelim dedi, Haydar Yılmaz Ağabey.
Haydar Yılmaz Ağabey’in bu sözleri üzerine yardımımıza koşan köylülerimizle birlikte yürüdük mezarlığa doğru. Köylülerimiz, yanımızı yöremizi kuşatmış durumdadırlar. Bizi ablukaya almışlar adeta. Buna rağmen biz, içimizi saran korkunun etkisiyle tir tir titriyoruz. Küçük adımlarla yürüyoruz mezarlığa doğru ürkek güvercinler gibi. Mezarlık görününce bizim içimizi saran korku iki katına çıkmaya başladı. Çünkü o garip yaratık hâlâ duruyordu, olduğu yerde. O garip yaratığı orada gören arkadaşlarımızdan bir bölümü kaçmaya çalıştı. Ama başarılı olamadılar. Çünkü onları kollarından kavrayan köylülerimiz izin vermediler kaçmalarına. Hep birlikte ayak direttik: “Biz mezarlığa gitmeyeceğiz” diye. Korkumuzun had safhaya ulaştığını gören köylülerimiz:
—Tamam, çocuklar siz gelmeyin biz gider bakarız, dediler.
Sonra köylünün bir bölümü bizimle birlikte kalırken, bir bölümü de mezarlığa doğru yol almaya başladı. Birkaç dakika sonra vardılar o garip yaratığın bulunduğu mezarın başına. Mezarın başına varır varmaz başladılar kahkahalarla gülmeye. Ardından mezarın başında duran o garip yaratığı kuyruğundan tuttukları gibi fırlatıp attılar mezarlığın dışına. Ardından da:
—Bu muydu sizin hortlak dediğiniz şey? Bu ölü bir tilkidir. İnanmazsanız gelin gözlerinizle görün, dediler.
Bunun üzerine yanımızdaki köylülerle birlikte vardık mezarlığa. Orada gördük ki bizim hortlak sandığımız o garip yaratık, gerçekten de ölü bir tilkiden başka bir şey değilmiş.
Üzerimizdeki o korkudan, o ürkeklikten eser kalmadı. Hep birlikte koşuştuk yerde cansız yatan tilkinin başına. Ben, ilk kez bir tilkiyi bu kadar yakından görüyordum. Kimimiz kuyruğundan, kimimiz kulaklarından, kimimiz bacaklarından tutup çekiştirmeye başladık: “Sen değil miydin bizi korkutan?” diyerek.
Okul yolumuzun üzerinde bulunan köy mezarlığındaki o yeni mezarın başına çakılan kazıkların yardımıyla ayakta durması sağlanan bu “Ölü Tilki Oyunu”nun bizleri korkutmak isteyen birileri tarafından tezgâhlandığı kesindi. Ama:
—Kim ya da kimlerdi bunu tezgâhlayanlar?
Evet, bu sorunun cevabı birkaç gün içinde bulundu nihayet. Üç kişiymiş bize bu tezgâhı kuranlar. Bunlar, o gün için okuldan kaytaran dördüncü sınıf öğrencilerinden Hüseyin Amca’m, Hüseyin Demir ve beşinci sınıf öğrencisi Hasan Güngören’den başkası değilmiş. O gün okuldan kaytaran bu üç kafadar, kışlık odun getirmek üzere gittikleri ormanda odun toplarlarken buldukları bu ölü tilkiyi kaptıkları gibi tutarlar mezarlığın yolunu. Kimselere görünmeden mezarlığa gelen bu üç kafadar, çakarlar yeni mezarın başına birkaç kazık. Oturturlar ölü tilkiyi bu kazıkların üstüne. Denge sağlansın, tilki düşmesin diye ölü tilkinin ağzına bir de taş koyduktan sonra ayrılırlar mezarlıktan. Bizler bağrışıp ağlarken onlar kıs kıs gülermiş bize, saklandıkları yerden. Meğer bizim ilk başlarda tilkinin ağzından yere düştüğünü gördüğümüz o esrarengiz nesne de denge sağlansın diye tilkinin ağzına konan taş imiş.
 
Kayıp Lastikler
Ramazan ayında Bektaşi’nin birini rakı içerken yakalanır. Şişeyi koltuğuna verdikleri gibi çıkarırlar, Bektaşi düşmanı II. Mahmut’un karşısına.
İkinci Mahmut:
—Elinde ne var? Göster bakalım der, Bektaşi’ye.
Bektaşi cübbesinin altında sol eliyle rakı şişesini tutarken, sağ elini ileriye doğru uzatarak:
—Buyurun Hünkârım, der
İkinci Mahmut:
—Bu kez de sol elini göster, der.
Bektaşi seri bir hareketle sol elindeki rakı şişesini sağ eline aldıktan sonra sol elini uzatır ileriye doğru:
—Buyurun Devletlim, der.
İkinci Mahmut:
—Bu kez de iki elini birden uzat, der.
Bektaşi gerisin geriye giderek duvara dayanır. Elindeki rakı şişesini duvarla sırtının arasına sıkıştırır. Sonra iki elini birden uzatır ileriye doğru:
—Buyurun Sultanım, der.
İkinci Mahmut:
—Şimdi de iki adım ileri yürü, emrini verir.
Bunun üzerine zıvanadan çıkan Bektaşi:
—Halt etme Mahmut, şişeyi kırdıracaksın bana, der.
xxx
Günün birinde bir halt işleyen arkadaşlarım ayağıma giydiğim siyah Ankara lastiklerimi kaybettirdiler bana.
İlkokulun üçüncü sınıfındayım. Günlerden 23 Nisan’dı. Bizim oralarda bir başka coşkuyla kutlandığı için başta çocuklar olmak üzere hemen herkes tarafından beklenen bir “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” sabahıydı.
Sabahın erinden kalktım giyindim giysilerimi. Giysi dediysem öyle bayrama özel alınan giysilerden değildi. Bu tür giysilerim zaten yoktu, hiçbir zaman da olmadı. Yalnızca o gün serbest olduğu için siyah okul önlüğünün yerine elden dikilme bir gömlek ile bir gün önceden annem tarafından yıkanan siyah İngiliz tiresinden dikilme bir de pantolon vardı üzerimde. Oldukça heyecanlıydım. İçim içime sığmıyordu. Başladım, iki katlı toprak damlı evimizin iki küçücük penceresi arasında mekik dokumaya. Sabırsızlıkla bir o pencereden, bir ötekinden bayrama gidecek arkadaşlarımın yola çıkacakları anı gözlüyorum. Nihayet bir zaman sonra herkes evinden birer birer dışarıya çıkmaya başladı. Meğer herkes benim gibi arkadaşlarımızdan birinin dışarıya çıkmasını gözlüyormuş, içerden. Biri dışarı çıkınca hepsi birer ikişer döküldü dışarıya. Arkadaşlarımın birer ikişer dışarıya çıktığını görünce ben de fırladım kapıdan dışarıya. Elimizdeki paketlerle bayram yerine (okula) gitmek üzere koyulduk yola.
—Peki, ne vardı ellerimizdeki bu bayram paketlerinin içinde?
Tereyağı, yoğurt, bulgur, yufka ekmeği, yöreye özgü meşhur yağlı ekmek, pişmiş yumurta, yine yöreye özgü meşhur tava ekmeği, kesilip temizlenmiş tavuk ya da horoz bulunurdu, bu paketlerin içinde. Hatta durumları iyi olan beşinci sınıf öğrencilerinden kuzu götürüldüğü de olurdu.
Ellerimizdeki bu paketlerle güle oynaya ilerliyoruz, her bölümü ayrı birer güzelliğe sahip olan okul yolunda. “Her bölümü ayrı bir güzelliğe sahip” diyorum, çünkü okul yolumuzun üzerindeki köy mezarlığının hemen yanı başındaki “Tirkevan” mevkiinde Toprak Ana hâlâ beyaz gelinliğiyle duruyor iken fazla değil sadece iki yüz metre ilerisinde bulunan tepenin “Kıraç” denilen güney yamacında kardelenler, çiğdemler, süsenler süslüyordu okul yolunun iki yanını. Yine yüksekçe tepelerin kuzey yamaçlarındaki karların erimesiyle kabarıp geçit vermeyen “Komdere Deresi”nden taşarak akan zorlu sellerin coşkulu sesleri kulaklarımızı çınlatırken, yüksekçe tepelerin güney yamaçlarında zümrüt yeşili yapraklarla bezenen meşe ağaçlarının harikulâde görünümü de hem gözümüzü hem de gönlümüzü okşuyordu.
Ya “Tütün Deresi’nin az ilerisindeki kırmızı topraklı tarlanın, ayaklarımızı esir alan çamurlarına ne demeli?
Canımızdan bezdirirdi bizi bu çamurlar. Adım atamaz duruma gelirdik. Ama bu çamurlardan en çok yakınan, ağlayan, sızlayan ben olurdum. Öteki arkadaşlarımın yoktu böyle bir derdi. Çünkü öteki arkadaşlarımın sığır derisinden yapılma çarıkları vardı ayaklarında. Çarıklar çamur tutmazdı. Oysa benim kilolarca çamur tutan siyah Ankara lastikleri vardı, ayağımda. Üstüne üstlük birinin de bıçakla kesilmiş gibi yırtılmıştı, arkası. Yürümekte güçlük çekiyorum, kırmızı topraklı tarlanın sakız gibi yapışan çamurunda. Neşem kaçmış, adım atamaz duruma gelmiştim. Ayağımı her kaldırdığımda çamura saplanıp çıkardı ayağımdan, siyah Ankara lastiklerimden arkası yırtık olanı. Herkes bayram sevinciyle güle oynaya ilerliyordu. Buna rağmen kırmızı topraklı tarlanın ayağıma sakız gibi yapışan çamurundan ötürü bende neşeden, sevinçten eser kalmamıştı. Çünkü ayaklarımı adeta esir almıştı, kırmızı topraklı tarlanın sakız gibi yapışan çamurları. Ben, bu azap dolu yolculuktan şikâyet eder olunca ayağında çarık olan arkadaşlarımdan birkaçı:
—Nasıl memnun musun halinden? Lastik mi iyi yoksa çarık mı? diye alay etmeye başladılar benimle.
Lastiklerimin durmadan çamura saplanıp ayağımdan çıkmasından ötürü zaten canım burnuma gelmişti. Bir de onların alay etmesi girince işin içine ben tam sinir küpüne döndüm:
—Yahu ne istiyorsunuz benden? diyebildim kendilerine.
—Seni bu belâdan kurtaracak bir fikrim var, dedi biri.
—Fikrini kendine sakla, diye azarladım kendisini.
—Neymiş fikrin? Söyle biz de bilelim, dedi bir başka arkadaş.
—Lastiklerini çıkarsın buralarda bir yerde saklayalım. Bayram dönüşünde alsın giyinsin. Böylece hem çamurdan kurtulmuş olur, hem de hem de arkası yırtık lastikle bayrama katılmamış olur, dedi öneri sahibi.
Bu öneriye destek verenler olduğu gibi; “Olur mu, yalın ayakla durulur mu bu havada, bu çamurda? Ya sancılanıp ölürse ne yaparsınız?” deyip karşı çıkanlar da oldu.
Neticede öneri; taraf olanlarla karşı çıkanlar arasında oylanmaya tabi tutuldu. Oylama sonucu, öneriye destek verenlerin üstünlüğüyle nihayete erince bana da alınan karara uyma görevi düştü.
Hemen orada çıkarıverdim ayağımdan, beyaz yün çoraplarımla birinin arkası yırtık olan siyah Ankara lastiklerimi. Hep birlikte sakladık, çevresi meşe ağaçlarıyla kaplı kocaman bir taşın altına. Sonra da o yaşa, yağmura, çamura aldırmadan yalın ayak bayram yerine gittim, arkadaşlarımla birlikte.
Mezramızdan giden öğrencilerin dışındaki öğrencilerin yalın ayak olduğumun farkına varmamaları için hep gerilerde durmayı tercih ettim. Hatta şiir okuma sırası bana geldiğinde:
—Hastayım, okuyamıyorum deyip öğretmenime yalan söyleyerek kürsüye çıkmadım.
Öğrencilerden daha fazla köylülerin bulunduğu bayram yerinde; bir yandan kurulan kazanlarda etli pilavlar, horozlar, tavuklar, kuzular pişirilirken, öte yandan da kutlama programı kapsamında şiirler okunuyor, skeçler yapılıyor, çalınan sazlar eşliğinde şarkılar-türküler söyleniyor, davul-zurna eşliğinde halaylar çekilip oyunlar oynanıyor ve yarışmalar yapılıyordu.
Ben hariç bayram yerindeki herkesin neşesi yerindeydi, keyiflerine diyecek yoktu. Gönlünce eğlenip gülüyordu, herkes. Uzun süre devam eden kutlama etkinlikleri sırasında hep çamurların içinde, ıslak zeminde yalın ayak kaldığım için sancılanmaya başlamıştım yavaş yavaş. Törenin bir an önce sona ermesini bekliyordum, büyük bir sabırsızlıkla.
Nihayet beklediğim an gelmişti. Kutlamalar sona ermiş, sıra kazanlarda pişirilen yemeklerin, öğrenci masalarının yan yana getirilmesiyle oluşturulan sofralarda yenmesine gelmişti. Başta konuk köylüler ve öğrenci velileri olmak üzere herkes oturmuştu sofraların başına. Afiyetle yenildi yemekler. Ardından da bir sonraki 23 NİSAN’da buluşmak üzere vedalaşan konuklar, ayrıldılar bayram yerinden üçer beşer kişilik gruplar halinde.
Eh! Konuklar gittiklerine göre bayram yerinden ayrılma sırası biz öğrencilere gelmişti, artık. Bizler de masa ve sıraları içeri taşıdıktan sonra vedalaşarak ayrıldık bayram yerinden. Giderek dozunu arttıran sancılarımı dindirmek ve soğuktan moraran ayaklarımın morartılarını gidermek üzere hemen çıktık yola. Hızlı adımlarla ilerliyoruz “Tütün Deresi”nin kırmızı topraklı tarlasına doğru. Nihayet bir süre sonra ulaştık hedefe. Hep birlikte vardık, yünden örülme beyaz çoraplarımla, birinin arkası yırtık olan siyah Ankara lastiklerimi sakladığımız çevresi meşe ağaçlarıyla çevrili büyükçe taşın yanına. Kaldırdık kocaman taşı. Gördüğümüz manzara karşısında şaşkına döndük. Çünkü kaldırdığımız kocaman taşın altında ne yünden örülme beyaz çoraplarım vardı, ne de birinin arkası yırtık olan siyah Ankara lastiklerim… Bıraktık kocaman taşı yerine. Sonra dağıldık, kırmızı topraklı tarlanın dört bir yanına. O taş senin bu taş benim derken kaldırdık, kırmızı topraklı tarlanın bütün taşlarının birer birer. Ama nafile. Yoktu lastiklerim.
Hüsranla sonuçlanmıştı aramalarımız. Bir türlü bulunamadı lastiklerim. Yer yarılmış da içine girmişti sanki. Giderek dozunu arttıran sancılarım dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı artık. Ama buna rağmen umursamıyorum, beni kıvrım kıvrım kıvrandıran sancılarımı. Çünkü Çapanoğlu geride duruyor daha. Babamdan korkuyorum. Ama lastiklerimi kaybettiğim için değil, onun bunun sözüyle hareket ettiğim için korkuyorum ondan. Gerçeği öğrenirse canıma okur benim. Bunlar aklıma geldikçe başlıyorum ağlamaya. Yürüyoruz köye doğru. Oylama sırasında benden yana olanlar:
—Çok iyi oldu. Onun bunun sözüyle lastik saklarsın ha? Yırtık lastiğinden utanıyor beyefendi. Utanılacak ne varsa? Onlar ayaklarındaki çarıklardan utanmıyorlar da sen mi utanıyorsun lastiklerinden? diyerek sitem ediyorlar bana.
Taraftarlarım bana kızıyor, karşıtlarım benimle alay ediyorlar. İki arada bir derede kaldım. Her iki taraf da haklılar kendilerince. Ama ne yapacaksın, olan oldu bir kere. Çare bulunur mu olanla ölene? Bulunmaz. Öyleyse sinene çekeceksin olanları, diyorum kendi kendime.
Günün son demlerini yaşayan Güneş, ufuktaki tepelerin arkasına gizlenmeye yelteniyordu, ben, kan çanağına dönüşen gözlerim ve moraran ayaklarımla evimizin kapısından içeri girdiğimde.
Bir yanında mindere uzanan babam, öte yanında bir sonraki kışa hazırlık olsun diye yün çorap ören annem duruyordu, gümbür gümbür yanan odun sobasının. Benim halimi görünce oldukları yerden hemen kalkan annemle babam:
—Bu halin ne yavrum? N’oldu sana, neden ağlıyorsun? Birileri mi dövdü seni? Bu ayakların neden morarmış? Lastiklerin nerede senin? diyerek bir yandan peş peşe sorular yöneltirlerken bana, bir yandan da soğuk suyla moraran ayaklarımı ve ellerimi ovmaya başladılar.
Ben, hem üzerimdeki baba korkusunu atlattıktan hem de birazcık olsun kendime geldikten sonra:
—Beni döven falan olmadı. Ayaklarım üşüdü, sancılandım onun için ağlıyorum, dedim.
—Lastiklerin nerede? dedi babam.
—Komderesi taşmıştı. Derenin üzerinden atlamak için lastiklerimi çıkarıp elime aldım. Tam derenin üzerinden atlarken elimden suya düştü. Sel aldı götürdü, diyerek gerçeği uzun zaman gizli tuttum babamdan.
—Canın sağ olsun oğlum. Sana bir şey olmamış ya. Giden lastik olsun. Zaten birinin arkası yırtıktı. Yenisini alırım sen hiç üzülme dedi, babam.
Evet, babam verdiği sözü tuttu. Yeni bir çift siyah Ankara lastiği aldı bana. Lastiklerim alınana kadar ben de sefasını sürdüm, çamur tutmayan çarıkların. Lastiklerim alınana değin babamın, sığır derisinden diktiği çarıkları giyindim ayağıma.
Olaydan bir zaman sonra öğrendik, kayıp lastiklerimin akıbetini. Babasıyla birlikte davar güden bir kız tarafından alınmış sakladığımız yerden.
 
Hiç Şeker Yemedik
Bektaşi babası meyhanede oturmuş kafa çekiyormuş. Hemen yanı başındaki masada oturup kafa çeken iki sarhoş her nedense kavgaya tutuşmuşlar. Onlar kavgaya tutuşunca Bektaşi babası bunları ayırmak için araya girmiş. Aracılık yaptığı sırada kavgaya tutuşan iki sarhoştan biri tarafından fırlatılan kadeh, başına isabet ederek yaralar Bektaşi babasını.
Hengâmeyi izleyen bir genç yanaşır Bektaşi babasına:
—Kafana bir şey oldu mu erenler? diye sorar.
Bektaşi babası:
—Bende kafa ne arar evlat! Kafam olsaydı iki sarhoşun arasına girer miydim hiç? der.
Evet. Bektaşi’nin dediği gibi bende de kafa olsaydı Haydar’la yol arkadaşlığı yapar mıydım hiç?
Dördüncü sınıfındayım, ilkokulun. Yaklaşık bir aylık bir zaman geçmişti okulların açılışının üzerinden. Hazanın en sıcak günleri yaşanıyordu yöremizde. Her zaman olduğu gibi o gün de erkenden kalkmıştık. Malûm okul ırak, yol uzundu. Kahvaltımızı yaptık. Sonra mezramızdaki öğrencilerle birlikte düştük okul yoluna. Güle oynaya vardık okula. Okulumuzun tek öğretmeni olan Hıdır Erdoğan, ahırdan bozma, taş duvarlı, tek katlı okul binasının kapısının dış tarafına koyduğu bir ayağının yarısı kırık ahşap sandalyede oturuyordu. Canı sıkkındı o gün Hıdır öğretmenin. Canının sıkkınlığı durmadan sigara tüttürmesinden belliydi. Oturduğu yerde başını önüne doğru eğmiş, gözlerini bir noktaya dikmiş düşünüyordu derin derin. Bir ara kaldırdı başını, bakındı çevresine. Gözü bize takılınca eliyle işaret ederek beni ve Haydar Demir adındaki beşinci sınıf öğrencisini çağırdı yanına. Haydar ile ikimiz elle dikilme beyaz bezden çantalarımızı, yanımızda bulunan arkadaşlarımıza bırakarak vardık, Hıdır öğretmenin yanına. Karşısında hazır ol vaziyetine geçerek selam verdik. Ardından da:
—Buyurun öğretmenin, dedik.
—Sizi bir yere göndersem gider misiniz? dedi
—Nereye öğretmenim?
—Ağzunik köyüne…
—Gideriz öğretmenim…
—Yolu biliyor musunuz?
—Ben biliyorum öğretmenim, dedim.
—Daha önce hiç gittin mi?
—Hem de kaç kere… Hüseyin Amca’mlar oturuyorlar orada. Çok gidip geldim onlara. Onun da bir oğlu var, sizin gibi öğretmen, dedim.
—Adı ne öğretmenin?
—Mehmet Meriç…
—Çok iyi tanırım kendisini. Madem köyün yolunu biliyorsunuz bana bir şeyler lazım, onları alır gelir misiniz? dedi.
—Gideriz öğretmenim, dedik.
Bunun üzerine hemen kalktı oturduğu sandalyeden, girdi içeri. Vardı masasının başına. Oradan aldığı küçük bir kâğıda bir şeyler yazdı, sonra dışarı çıktı. Önce bir şeyler yazdığı kâğıdı, ardından da cebinden çıkardığı parayı bize verdi. Sonra:
—Haydi, aslanlarım göreyim sizi. Bir çırpıda alın gelin bu kâğıtta yazılı olanları, dedi.
Haydar’la ikimiz elinden para ile listeyi aldığımız öğretmenimizin elini öptükten sonra ayrıldık oradan. Ağzunik köyüne doğru çıktık yola. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından vardık Ağzunik’e. Oraya varır varmaz doğruca Hüseyin Amcamların evine gittik. Orada oturup dinlendik biraz. Ardından öğlen yemeğini yedik. Sonra Hüseyin Amca’mla birlikte vardık köyün bakkalına. Öğretmenimiz tarafından bize verilen listede yazılı olan 10 kg. küp şeker, 100’er gramlık 3 paket çay ve 10 paket sigara alıp parasını ödedik bakkala. Okula doğru yola çıkmak üzere bakkaldan ayrıldık. Bizi köyün çıkışına kadar yolcu eden Hüseyin Amca’mla vedalaştıktan sonra okula doğru yola koyulduk.
Köyün çıkışından itibaren başlayan dik bir yokuş vardı. Yokuş oldukça uzun, hava sıcak, yükümüz ağırdı. 10 kg.lık şekerin tamamı bir torbanın içinde olduğu için Haydar’la ikimiz dönüşümlü olarak taşıyoruz bakkaldan aldıklarımızı. Sırtımızdan ter aka aka tepeye çıktık nihayet. Yokuşun bitimindeki tepeye vardığımızda ben, biraz dinlenelim istedim. Ancak Haydar; “yürüyelim” deyince dinlenmeden yaklaşık yarım saat daha yürüdükten sonra vardık, güzergâhımızdaki Naala Ali Guri (Kel Ali Deresi) denilen mıntıkada bulunan pınarın başına. Buz gibi bir suyu vardı, yanı başında kocaman bir ahlat ağacı bulunan pınarın. Yükümüzü bıraktık, kocaman ahlat ağacının koyu gölgesine. Sonra vardık pınarın başına. Susuzluktan ve yorgunluktan kurumuş dilimiz, damağımız. Yapış yapış olmuş dudaklarımız. Güçlük çekiyoruz konuşmakta. Ama buna rağmen; “bizi rahatsız eder” diye hemen su içmiyoruz. Yalnızca elimizi, yüzümüzü yıkayıp ağzımızı çalkaladık. Ardından soluklanmak üzere oturduk, pınarın yanı başındaki ahlat ağacının gölgesine. Yüzükoyun yatmış dinleniyorduk. Bir ara:
—Dinlen, iyi dinlen ki birazdan sana bir ziyafet çekeceğim dedi, Haydar.
—Ne ziyafeti?
—Şekerli su ziyafeti…
—Şekerli suyu nerden bulacaksın ki bana ziyafet çekesin? dedim.
—Ben bulurum…
—Nasıl bulacaksın? dedim.
Haydar:
—(Sağ elinin işaret parmağıyla öğretmenimize aldığımız şeker torbasını göstererek) A ha şeker (ardından da pınarın suyunu göstererek) A ha da su, dedi.
Evet. Haydar arkadaşım öğretmenimize aldığımız şekere göz koymuştu. O şekerden birer ikişer ağzımıza alacağız. Sonra da bir yudum su içeceğiz üstüne. O su ile ağzımızdaki şekeri eritip tatlandırdıktan sonra içeceğiz. Ardından su içemez duruma gelene değin tekrarlayıp duracağız aynı şeyi. Haydar’ın düşündüğü şekilde yaparsak asgari bir- bir buçuk kg. şeker yememiz gerekir. Bunu içime sindiremediğim için:
—Olmaz, diyerek karşı çıktım.
—Neden? diye sordu, Haydar.
—Senin düşündüğün gibi yaparsak en azından bir- bir buçuk kg. şeker yemiş oluruz, dedim.
—Olabilir dedi, Haydar.
—Bu kadar şeker yersek öğretmenimiz farkına varmaz mı?
—Varırsa varsın…
—Ayıp olmaz mı?
—Neden ayıp oluyormuş ki, kendisine şekeri taşıdığımızda iyi oluyor da yediğimiz zaman mı ayıp oluyor? Babasının hamalı mı var? Mecbur muyuz ta oradan oraya şeker taşımaya?
—Öğretmenimiz değil mi O, Haydar? Onun emeği var üzerimizde. Neden böyle konuşuyorsun? dedim.
—Ne bileyim yahu, öylesine söyledim işte. Yoksa bir düşmanlığım yok ya kendisine…
—Haydar…
—Ne var?
—Gel beni dinle vaz geç bu sevdadan…
—Git lan, belli ki sen korkuyorsun öğretmenden…
—Ben öğretmenden korkmuyorum Haydar. Öğretmen üç-beş şeker için canımı alacak değil ya. Çok çok bir-iki tokat atar…
—Neden karşı çıkıyorsun öyle ise?
—Güvenini boşa çıkarmayalım öğretmenimizin. O güvendiği için bizi gönderdi. Ben, bana güvenen adama nasıl yaparım bunu? Utanırım. Utanacağım şeyi ne diye yapayım ki?
—Sen öğretmeni bana bırak. “Evet” de yeter. Gerisini ben hallederim, dedi Haydar.
Neticede “tamam” deyip uydum Haydar’a. Doğrusunu söylemek gerekirse benim de canım çekmiyor değildi. Aslında başlangıçta böyle bir şey hiç yoktu aklımda. Ama Haydar sözünü edince benim de iştahım kabardı. Ama yukarıda da söylediğim gibi öğretmenimiz farkına varırsa ayıp olur kendisine. Utancımdan yerin dibine batarım, ben. Karşı çıkışım ondandı.
Sonra Haydar’la birlikte kalktık ayağa. Yürüdük, koyu gölgesinde serinlendiğimiz ahlat ağacından pınara doğru. Oturduk başına buz gibi suyun. Açtık, aramıza koyduğumuz şeker torbasının ağzını. Aldık ağzımıza, şekerleri birer birer. Ardından pınarın buz gibi suyundan bir yudum alıyoruz ağzımıza. Ağzımızdaki suyu çalkaladıkça şeker eriyip su tatlanmaya başlıyor. Tatlanan suyu hemen yudumluyoruz. Sonra bir daha, bir daha derken su içemez duruma gelene değin defalarca tekrarlayıp durduk aynı işlemi. Döne döne tekrarladığımız bu işlemin sonucunda yaklaşık bir-bir buçuk kg. şeker yedik dersem mübalağa olmaz sanırım.
Eh! İşimiz bitmiş, muradımıza ermiştik. Yapacak başka bir şey kalmamıştı. Yola çıkmanın zamanı gelmişti, artık. Kalktık ayağa. Bağladık şeker torbasının ağzını, aldık sırtımıza. Okula doğru çıktık yola. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından okula vardık, nihayet. Teneffüs saatiydi, okula vardığımızda. Ahırdan bozma, toprak damlı, tek katlı, küçücük iki penceresi bulunan okulun önündeki küçücük toprak alanda oyun oynayan arkadaşlarımızdan bir bölümü bizi görünce:
—Yaşasın geliyorlar! diye bağrışarak koştular bize doğru.
Bize doğru koşarak yanımıza gelen arkadaşlarımızla birlikte vardık, okul kapısının girişine koyduğu, bir ayağının yarısı kırık ahşap sandalyede oturup sigarasını tüttüren öğretmenimizin yanına.
—Hoş geldiniz çocuklar, dedi öğretmenimiz.
—Hoş bulduk, diyerek öptük öğretmenimizin elini.
—Nerede kaldınız yahu? Merakta bıraktınız beni. Bir şey mi geldi başlarına diye çok korktum. Dokuz doğuruyordum neredeyse, dedi.
—Öğle zamanı Hüseyin Amcamlara gidip yemek yedik, dinlendik biraz. Gecikmemiz ondan öğretmenim, dedik.
—Neyse sağ-salim geldiniz ya gerisi önemli değil, dedi.
Haydar’la ikimiz, Ağzunik köyünden getirdiklerimizi ve paranın üstünü teslim ettik öğretmenimize.
—Sağ olun çocuklar. Sizi de yordum kusura bakmayın, dedi.
Kendisine teslim ettiklerimizi alan Hıdır öğretmen, kalktı oturduğu, bir ayağının yarısı kırık olan ahşap sandalyeden. Yöneldi içeriye doğru. Ayağının birini eşikten içeriye atmıştı ki, Haydar:
—Öğretmenim vallahi biz hiç şeker yemedik dedi.
Elindeki şeker torbasını şöyle bir göz ucuyla süzdükten sonra gülümseyen Hıdır öğretmen:
—Yavrum, ben, şeker yemeyeceğinizi bildiğim için sizi gönderdim, diyerek içeri girdi.
Öğretmenimiz elindekilerle içeriye girerken Haydar :
—Sana işin o yanını bana bırak. Ben, onu hallederim dememiş miydim? “Bak öğretmeni nasıl kandırdım” dercesine bakıp bakıp güldü yüzüme.
 
Şehre İlk Gidiş
Çobanlık yaparak geçimini sağlamaya çalışan Hasan adında bir Alevi vatandaş, yaşamında ilk kez gitmiş şehre. Şehre gittiği güne değin ne cami görmüş, ne de ezan sesi duymuş.
Bindiği eşeğinin üzerinde şehre girdiği sırada ezan okunmaya başlamış. Ezanın ne olduğunu bilmeyen Hasan, kendini, namaz için camiye koşuşturan kalabalığın içinde bulmuş. Çobanlık yaptığı köyde gördüğü her insana selam vermeye alışık olan Hasan, şehirde aynı alışkanlığını devam ettirmiş ve önüne gelen herkese selam vermeye başlamış. Ama ne selamını alan var, ne de eden…
Şehirde işini bitirdikten sonra köyüne dönen Hasan’a:
—Şehirde ne var ne yok Hasan? Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat bize der, köylüleri.
Hasan:
—Vallahi erenler şehir çok karışıktı. Adamın biri oldukça uzun bir damın üzerine çıkıp eli kulağında bir makam tutturup bağırmaya başlayınca herkes sokağa döküldü birden. Millet öyle bir telaş içindeydi ki benim selam verdiğim insanlar, selamımı bile almadılar. Şehirdeki insanlar göçüyorlardı herhalde, der.
xxx
Ben de tıpkı Hasan gibi ilk kez gidiyordum şehre. İlkokulun beşinci sınıfındaydım, şehre ilk gittiğimde. Okulların yaz tatiline girmesine bir-iki hafta kalmıştı, sadece. İlkokuldan mezun olacağım için diploma tanzim edilecekti. Ancak diplomanın tanzim edilebilmesi için nüfus cüzdanına ve fotoğrafa gereksinim vardı. Onlar için gitmiştik şehre.
Güzel bir mayıs günüydü, babamla birlikte Tunceli’ye gitmek üzere yola çıktığımız gün. Köyümüzden Tunceli’ye gitmek öyle kolay değildi o zamanlar. Yol yoktu, taşıt çalışmıyordu. Biniti olanlar onlara binerek, olmayanlar da yürüyerek düşerlerdi yola. Bizim bir kara katırımız vardı o zamanlar. Babamla ikimiz, seherin
alaca karanlığında bindik ona, çıktık yola. Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından arkamızda kilometrelerce yol, onlarca köy bırakarak nihayet vardık, köylerin en büyüğü, şehirlerin en küçüğü Şirin Tunceli’ye.
Bu küçük ve şirin Anadolu kentini tam ortasından ikiye ayırarak usul usul akan Munzur Suyu’nun üzerinde, karşıdan karşıya geçişi sağlayan, çelik halatlarla tutturulmuş, tahtadan yapılma bir asma köprü vardı. Usta bir dansöz kıvraklığıyla bir o yana bir bu yana narin narin sallanıp duran bu asma köprüden korka korka geçtik şehir merkezine. Birinde hayvanların, ötekinde iki katlı tahta ranzalarda yatan insanların bulunduğu iki bölümden oluşan ve adına “han” denilen bir mekândı, bu küçücük şehirdeki ilk uğrak yerimiz. Hayvanlaraait bölümün boş yerlerinden birine bağladığı kara katırımızın başına, yem dolu torbasını geçiren babamla birlikte ilerliyoruz, şehir merkezine doğru. Yukarıda da söylediğim gibi bu, şehre ilk gidişimdi benim. Müthiş bir heyecan sarmıştı, küçücük bedenimi. Yalnız şehri değil, şehirdekileri de ilk görüşümdü benim. Tunceli’nin üstü kubbeli tek camiini de, hemen yanı başında gökyüzüne doğru tırmanan minaresini de, kocaman kamyonları da, burunlu otobüsleri de ilk kez görüyordum. Sadece bunlar değildi ilk kez gördüklerim. Sıra sıra dükkânlar, fırınlar, üzeri çatılı üç-dört katlı binalar, karşısına geçip poz verdiğim fotoğraf makinesi de ilk kez gördüğüm şeylerdendi.
—Neden burada gördüklerimin hiç biri yok köyümüzde? diye soruyorum kendime. Düşünüyorum, danışıyorum aklıma, beynime. Muhakeme ediyorum belleğimde. Bir yanıt bulmaya çalışıyorum kendimce. Sonra:
—Demek ki şehir olmanın gerekleridir, bunlar. Şehiri şehir yapan bunlardır herhalde. Bunlar olmazsa burası şehir olmazdı, diyorum içimden.
Babamla birlikte adım adım yürüyoruz şehrin içine doğru. Sonunda babam önde ben arkada girdik bir kapıdan içeri. “Kent Lokantası” yazıyordu, üzerindeki levhada. Masa, sandalye doluydu içerisi. Oturduk, sıra sıra dizilen masalardan birine.
—Burası lokantadır, diyor babam
—Ne işe yarar? diye soruyorum babama.
Babam:
—Yemekler yapılır burada. Karnı aç olanlar burada doyururlar karınlarını. Tıpkı bizim gibi, diyor.
—Biz şimdi burada yemek mi yiyeceğiz? diyorum
—Evet, diyor babam.
Ama ben, bir anlam veremiyorum gördüklerime. Garibime gidiyor gördüklerim. Burada gördüklerim, bizim köyde gördüklerimin tam tersiydi çünkü. Yemek yapanlar da, yemekleri masalara taşıyanlar da, bulaşıkları yıkayanlar da erkeklerdi. Oysa bizim köyde kadınlar yaparlardı bu işleri. Ayıpsanırdı, erkeklerin yemek yapmaları, bulaşık yıkamaları. Herhalde bu da şehirli olmanın gerekleridir diyorum içimden. İlk kez orada erkeklerin yaptığı yemekten yiyerek doyurdum karnımı. Ama erkeklerin yaptığı yemeklerin, bizim köyde kadınların yaptığı yemeklerden daha güzel olduğunu da söylemem gerekir. Yemeğimizi yiyip karnımızı doyurduktan sonra kalkıyoruz oturduğumuz masadan yürüyoruz kapıya doğru. Ben kapıdan çıkıp gideceğimizi sanıyordum. Ama öyle olmadı. Babam, kapının çıkışındaki masada oturan adama yediklerimizin parasını ödedi. Oysa bizim köyde yoktu böyle bir şey. Size misafir olarak gelen birinden yedirdiğiniz yemeklerin parasını almak ha? Adamın kuyruğuna teneke bağlarlar vallahi. Demek ki bu da şehirli olmanın bir gereğidir diyorum içimden. Lokantadan çıktık nihayet. Lokantanın hemen az ilerisinde, üzerinde “Foto Selim” yazılı bir levha bulunan bir kapıdan girdik içeri. Yine babamdan öğreniyorum buranın fotoğrafçı dükkânı olduğunu. Burada fotoğraf çektirmemiz gerekiyor. Orada karşısına geçip poz verdim, ilk kez gördüğüm fotoğraf makinesine.
Çok kısa sürdü oradaki işimiz. Oradaki işimizi bitirdikten sonra babam önde, ben arkasında sağa sola bakına bakına vardık, üzerindeki levhada “TUNCELİ VALİLİĞİ” yazısı bulunan kocaman binanın kapısına. Koridorları lâbirente benzeyen kocaman binanın kapısından girdik içeri. İlerledik, sayılamayacak kadar çok kapının açıldığı lâbirente benzeyen koridorlarından. O lâbirente benzeyen koridorlara açılan onlarca kapıdan birine vardık. Üzerinde “NÜFUS MÜDÜRLÜĞÜ” yazılı olan bu kapıdan girdik içeri. Babam, bir şeyler söyledi orada çalışanlardan birine. Kara kaplı kocaman kocaman defterler çıkardılar, insan boyundan daha uzun olan çelik dolaplardan. Bu kara kaplı kocaman defterlere bakarak yaptıkları birtakım işlemlerden sonra nüfus cüzdanımı verdiler babama. Nüfus cüzdanımı aldıktan sora yine aynı koridorlardan geçerek çıktık, kocaman binanın dışına.
Şehir turu vardı sırada. Babam, şehrin geri kalan bölümlerini gösterecekti bana. Tur dediysem öyle arabayla, faytonla yapılacak turlardan falan değil. Zaten buna da gerek yoktu. Zira çok büyük değildi, köylerin en büyüğü, şehirlerin en küçüğü şirin Tunceli. Bir-iki caddesi, birkaç da sokağı vardı, o zamanlar. Bana şehir turu attıran babam, gezdiğimiz yerler hakkında bilgilendiriyor beni. Bir süre gezindik babamla birlikte. Sabahın alaca karanlığından beri hep ayakta olduğumuz için bir ara yorgun hissettik kendimizi. Yorgunluğumuzu gidermek amacıyla oturduk, kapısının üzerindeki levhada “Köylü Kıraathanesi” yazısı bulunan bir yere. Burada da sahnede olanlar yine erkeklerdi. Çayı demleyenler de, demlenen çayları dağıtanlar da, boş çay bardaklarını yıkayanlar da onlardı. Bu işleri de kadınlar yapardı bizim köyde. Hiç utanmadan, içtiğimiz iki çayın parasını bile aldılar babamdan. Bu da yoktu, bizim köyde. İster iki, isterse on iki çay iç, para alan olmaz senden. Yerin dibine batırırlar vallahi adamı. Para mı alınırmış çaydan? diye. Şehirli olmanın bir başka gereğini daha öğreniyorum böylece.
Yapacak işimiz kalmamıştı şehirde. Güneş batıp gün akşam olmadan köye dönmek için yola çıkmanın zamanı gelmişti artık. Varıp fotoğrafçıdan fotoğraflarımı aldık, önce. Ardından “fırın” denilen yerden birkaç ekmek aldı babam. Şehrin ekmekleri bile farklıydı bizim köyün ekmeklerinden. Aynı tablo burada da çıktı karşıma. Çünkü yine erkekler vardı, sahnede. Bir şey söylediklerinde: “Elinin hamuruyla erkek işine karışma” diye azarlanırlar, bizim köylü kadınlar. Oysa burada eli hamurlu olup işe karışmaması gerekenler erkeklerdi.
—Yahu bunlar da hepten ayaklar altına almışlar erkeklik onurunu. Bu kadarı da olmaz ki? diyorum içimden.
Ama her ne kadar gördüklerimi; “Erkeklik onurunu ayaklar altına almışlar. Bu kadarı da olmaz ki?” diyerek yadırgasam da şehirde gördüklerimin tamamının bizim köydekinden daha üstün olduğunu kabul ediyorum içimden. Onay veriyorum, orada gördüklerimin daha iyi, daha güzel ve daha üstün olduğuna.
Babamla birlikte handa bağlı duran kara katırımızı alarak yine bir dansöz gibi bir o yana bir bu yana sallanan asma köprüden geçerek köyümüze doğru yol almaya başladık. Birkaç saatlik yolculuğun ardından vardık köyümüze. Köye vardığımızda güneş batmak üzereydi. Eve vardık biraz dinlendik. Eve vardıktan kısa bir süre sonra arkadaşlarım beni dışarıya çağırdılar. Gittim yanlarına.
-“Şehir nasıl bir yerdir. Neler gördün bize anlatır mısın?” dediler.
Ben, başladım şehirde gördüklerimi bir bir anlatmaya. Be anlattıkça beni dinleyen arkadaşlarım hayretlerini dile getiriyorlar. Böyle şehir mi olurmuş? diyerek tepkilerini dile getirmek istiyorlardı. Anlattıklarım bitince herkes kalkıp evine gitti.
İlk kez gittiğim şehirden aldığım nüfus cüzdanımı ve çektirdiğim vesikalık fotoğraflarımı öğretmenimize verdikten birkaç gün sonra okullar tatile girdi. Ardından bir hafta süreyle devam eden “İlkokulu Bitirme Sınavları” başladı. Okulumuzda görev yapan öğretmenin de vekil olmasından ötürü, komşu “Doluküp İlkokulu”na giderek oradaki beşinci sınıf öğrencileriyle birlikte katıldık, “İlkokul Bitirme Sınavları”na. Bu sınavların neticesinde beş yıl süreyle okuduğum Başakçı Köyü İlkokulu’ndan mezun oldum.


    Öğretmenlerime;
Şimdilerde kar, tipi, fırtına ve sel gibi yaşamı olumsuz kılan koşullar gündeme geldikçe ben dalarım hayal âlemine. Yolculuğa çıkarım çocukluk günlerime doğru. Yeni baştan yaşarım o günleri.
İlkokulun birinci sınıfından beşinci sınıfına değin beş yıl süreyle bulunduğumuz köyden yaklaşık bir saat uzaklıktaki bir başka köydeki okula gittim. Başakçı Köyü İlkokulu’ydu, beş yıl süreyle gittiğim toprak damlı bu okulun adı. Gerek bizim köydeki, gerekse çevre köylerdeki öteki öğrenciler gibi benim de yokluklar, güçlükler ve çilelerle dolu dolu geçti beş yıllık ilkokul yaşamım.
Yaşamı çekilmez kılıyordu, Doğu coğrafyasının karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışları. Durmadan yağan karlardan ötürü günlerce kapalı kalırdı yollar. Engel olurdu yaşamımıza, geçit vermeyen şiddetli tipiler. Can alıyordu dondurucu soğuklar. Yaşam koşullarının bu yoğunluğundan ötürü ya günlerce ayrı kalırdık okuldan, ya da her gün ayrı birimizin babasının, amcasının veya ağabeyinin gözetiminde gider gelirdik okula. Ama her zaman onların gözetiminde okula gidip gelecek kadar şanslı olmazdık. Doğa bu şansı tanımazdı bize. Fırtınalar, tipiler kimi zaman okulda yakalardı bizi. İşte o zaman zor günlerin adamı çıkardı ortaya.
-Kimdi bu adam bilir misiniz?
-Kim olabilirdi canını bizim için siper eden öğretmenden başka.
Hemen önderlik yapardı, yol gösterirdi, yardımcı olurdu bize. Göndermezdi bizi köylerimize. Kendi elleriyle teslim ederdi, okulun bulunduğu köydeki evlere. Taksim ederdi üçer beşer. Sonra ya köyden birini gönderir, ya da kendisi çıkardı yüksekçe bir tepeye. İlkel dönemlerdeki gibi bu yüksekçe tepeden bağırarak iletişim kurardı, köylülerimizle. Haber verirdi onlara: “Çocuklar emniyettedir. Merak etmeyin.” diye
Gel de öpme bu insanın elini. Gel de saygı duyma, şükran sunma bu insana. Mümkün mü bu?
Yüceliğin simgesi değil mi, kendisi mum gibi eriyip yok olurken yeni filizler yeşerten öğretmen?
Resmin çizgilerinden daha derin değil mi öğretmenin belleğimizde çizdikleri?
Öğretmenin öğrettiği her harften daha mı engin, denizin enginliği?
Öğretmenin saçtığı ilim ışığından daha mı parlak, güneşin parlaklığı?
Öğretmenin yetiştirdiği fidandan daha mı evladır, bahçevanın gül fidanı?
Var mı öğretmenin çizdiği yaşam yolundan daha kutsal yol?
Öğretmenin önümüze koyduğu gelecekten daha mı kutsaldır, fosilleşmiş din bezirgânlarının sundukları sahte cennetler?
29 kere 40 yıl kölesi olunacak öğretmenin alın terinden daha mı kutsaldır, Arap’ın zemzem suyu?
Çıkarcıların çamuruna saplanmış dünü karanlık, emeli kirli, sapık fikirli satılık softaların karşısına dikilip geçit vermeyen aşılmaz bir engeldir, ışığı karanlığa egemen kılan öğretmen.
Yoksa boşuna mıydı Kubilay’ın katledilmesi?
Korkulu bir düşten uyanırken yeniden umut dolu bir rüyaya yatmak gibidir, öğretmene ulaşabilmek.
Fırtınalı bir denizde can alıcı hırçın dalgalarla boğuşurken bir anda kendini huzurlu bir rıhtımda bulmak gibidir, öğretmenin yanında olmak.
Dimağları köhne örümcek ağıyla örülü olmadığından bağnazlığa geçit yoktur, onun felsefesinde.
Kavgadan ve savaştan değil, tüm engellemelere rağmen uğruna kan döküp can vererek yaşatmaya çalıştığı barıştan yanadır, benim öğretmenim.
İlim deryasının sönmez feneridir, özü ilim irfanla yoğrulu olan öğretmenimin.
Sevgiyi öğreten onlar…
Saygıyı öğreten onlar…
Emeğiyle değer yaratan onlar…
 Onlar ki özünü işleyip şekil verdikleri yeni nesillere kanadın geren…
Onlar ki o neslin üstüne titreyen…
Onlar ki halkın özgürlük davasını kendi davası sayan…
Onlar ki sevgide önder…
Onlar ki barışta önder…
Onlar ki yolcu ile yoldaş…
Onlar ki sırrı bölüşen sırdaş…
 
Evet, yaşamın sırrını çözen de onlar, yaşamı sevmeyi öğreten de…
Güzellik diye bize sunulanların çirkin yüzlerini gösteren de onlar… İçimizdeki ilim meşalesini yakanlar da…
Sevgileri kalbimizde çiçek çiçek dal verecek de onlar… Diline diller kattığı halkın sorunlarına ortak olan da…
Ne onlarsız olur yaşam…
Ne de yaşam olur onlarsız…
xxx
Tüm insanların yaşamlarının bir ağaç gibi; tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine olması için savaşım verendir, benim öğretmenim. Bal almasını bilendir, arı olan her çocuktan. Onların öz yuvasıdır, kovan gibi işleyen her okul. Lal-ü gevherdir yükü, alıcısı insan olan öğretmenimin.
Ufkumuzu karartan kelplere geçit vermez, ellerinde celpler, bileklerinde kelepçeler, ayaklarında prangalar eksik olmayan öğretmenimin. Demir zincir vurulsa bile kalem düşmez onun elinden.
O kalem ki kılıçtan daha keskin…
O kalem ki düşmanın yüreğine korku salan.
 
Yaşam dikenli bir yoldur. Çıyanlar, engerekler, akrepler kol gezinir o yolda. Bu engeller aşıldığı oranda mutlu olunur yaşamda. İşte bize bu engelleri birer birer aşmayı öğreten de sen. Mutlu yaşamın kapılarını aralayan da… Karanlıklarla savaşan birer nefer olmayı da, barış içinde özgürce yaşamayı hedef gösteren de sensin, öğretmenim.
“İnan yarınların aydınlığına. Dün bulamadığın şeyleri yarınlarda bulmaya çalış” diyerek hep aydınlık yarınları hedef gösterdin bize. Dünün yarım kalmış sevdalarının, umutlarının devamı için... Aradık onları, isli bir lambanın loş ışığında. Buluyorduk… Bulduk… Ama olmadı. Tam da onları yakalamak üzereyken darağacının yağlı kemendi geçti boynumuza. Demir kelepçenin halkaları sıktı bileklerimizi. Prangalar takıldı ayaklarımıza.
Yarının aydınlığını engellemek için siyah bantlar takıldı gözlerimize. Kör arının yuvasına çomak sokmuş gibiydik, aydınlık yarınlardan söz ederken. Biz, aydınlık yarınlar dedikçe kafalarında dünün köhne karanlıkları yuvalanan beyler, homurdayarak üşüştü başımıza. Isırdılar bizi birer birer…
Aman Allah’ım ne tehlikeli bir sözmüş şu “aydınlık yarınlar” ? Bu kadar mı tehlikeli, bu kadar mı ürkütücüydü şu “aydınlık yarınlar” sözcükleri? Bu kadar tehlikeli olduğunu bildiğin halde neden öğrettin onu bize? Neydi bize kastın öğretmenim?
Ama varsın olsun. Fosilleşmiş din bezirgânlarının bize sunduğu sahte cennetlerden daha güzeldir, yaşanılası aydınlık yarınlar. Dünün kuytu karanlığındaki sahte cennetlerde yaşamaktan daha evlâdır, aydınlık yarınlar uğruna can vermek.
Siz bakmayın benim sitemlerime. Ben memnunum halimden. Şikâyetim yoktur benim. Benimki sadece bir dost sitemi. Bilirsiniz dost dosta sitem eder kimi zaman. Siz benim biricik dostumsunuz sevgili öğretmenim. Ben de sizin.... Yeter ki bir olsun gönüllerimiz. Çünkü bir olunca gönüller, çözülmeyecek müşkül kalmaz karşımızda. Çözeriz müşkülün hepisini. Boğarız karanlıkları... Yırtarız üstümüze giydirilmeye çalışılan kefeni... Birer birer doğarız sancılı yarınların aydınlık şafağında.
Siz gönlünüzü ferah tutun benim sevgili öğretmenim.
Siz benim gönlümün nadide çiçeği, gonca gülüsünüz.
Siz olmazsanız hazan yelleri açar benim gönül bahçemde.
Baharın gülüne hasret kalır yüreğim.
Karanlık olur her yer.
Silinir gökyüzünde güneşin izi.
Siz olmazsanız tane tane döker başaklar, umutlarımı kıraç topraklara.
Siz su’sun kök salan umutlarımı yeşertecek.
Siz olmazsanız gülümseme sadece bir maske gibi asılı kalır yüzümde.
Acılar gömülür yüreğime sevginin yerine.
Sizsiz yaşayamam, ben.
xxx
Selâm olsun yapıtının hammaddesi insan olan öğretmenime…
Selâm olsun çevresini aydınlatmak için mum gibi yanıp yok olanlara…
Selâm size ey gönül dostları…
 
    Ben Bir Öğretmenim
 
Yeni neslin dünyasıyım
 Çünkü ben bir öğretmenim.
Halkın ilim deryasıyım
Çünkü ben bir öğretmenim.
 
Bülbül ile gülde öttüm
 Arı ile bala gittim
Uzak menzile ben yettim
Çünkü ben bir öğretmenim.
 
Hayranî ilm veren benim
Cehle karşı duran benim
Yarınları gören benim
Çünkü ben bir öğretmenim.
 
                                                     Sefil Hayranî
                                                     (Mehmet Korkmaz)
 
Bir İlke Atılan İmza
Tunceli Ortaokulu’na kayıt yaptırdığım zaman tam bir yıl geçmişti, ilkokuldan mezun oluşumun üzerinden. Benim, Tunceli Ortaokulu’na kayıt yaptırdığım tarihe değin köyümüzde ilkokulu bitiren hiçbir çocuk ortaokula kayıt yaptırmamıştı. Yani çocuğunu ortaokula gönderen ilk kişi babam, ortaokula giden ilk öğrenci de ben oldum, köyümüzde. Böylece bir “ilk”e imza atmıştık, ailemle birlikte. Yani babam, yeni bir çığır koymuştu köy gençliğinin önüne.
Ben, bir de bir sorumluluk yüklenmiştim altına imza attığım bu ilkle birlikte. Eğer yüklendiğim bu sorumluluğu gereği gibi yerine getirebilirsem örnek olacaktım, kendimden sonraki köy gençliği için.
Farkındaydım, bana yüklenilen bu yükümlülüğün. Bunu bildiğim için de önüme çıkan o kadar güçlüğe rağmen yılmadan savaşım verdim. Engel tanımadım, saptadığım hedefe ulaşmak için. Çıktığım bu yoldan ilerledim adım, adım. Yılmadım. Azimliydim. Hedefime ulaştım sonunda.
Ben, saptadığım hedefe ulaşmayı başarınca bir eğitim-öğretim yarışı başladı, köyümüz gençlerinin arasında. Hem de kız-erkek ayrımı yapılmaksızın. Sevinçliydim bundan ötürü. Dünyanın en mutlu insanı addediyordum kendimi, böyle bir yarışa katkıda bulunduğum için. Çünkü öyle sıradan bir yarış değildi, bu yarış. Sıradan bir yarış olmadığı için de anneler, babalar, oğullar ve kızlar isteyerek ve severek katıldılar bu yarışa. Omuz verdiler yarınlara. Yüreklerini koydular ortaya.
Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı yokluklar ve yoksulluklar içinde kıvranan ve yaşamlarını idame ettirmekte güçlük çeken emekçi köylümüz, ondan bundan aldıkları borç paralarla oğullarını-kızlarını okutarak yatırım yaparlar mıydı yarınlara?
Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı şimdilerde lise mezunu olur muydu köyümüz gençlerinin en az okuyanı?
Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı eğer, sayıları her geçen gün katlanarak artan oğullarımız-kızlarımız içeri girebilirler miydi üniversite yerleşkelerinden?
Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı eğer, bugün çeşitli üniversitelerin değişik fakültelerinden mezun olup halkına hizmet sunan onlarca gencimiz olabilir miydi acaba?
—Peki, ben olmasaydım bütün bunlar olmayacak mıydı?
—Olacaktı elbette.
Ben, sadece bir ateşleyici oldum. Fitili biraz daha erkenden ateşledim. Hepsi o kadar. Eh! Böyle olunca da doğal olarak erken çıkılan yolda kattedilen mesafe daha fazla oldu. Yoksa aydınlık yarınlardan yana tavır koyan köylümüz, değişen çağa ayak uydurmakta ne geç kalırdı, ne de engel tanırdı önünde.
Yukarıda belirtmiştim, ilkokuldan mezun olduktan bir yıl sonra Tunceli Ortaokulu’na kayıt yaptırdığımı. Kayıt yaptırdım yaptırmasına ama iş, kayıt yaptırmakla bitmiyordu. Çünkü okula başlayabilmem için mutlaka çözülmesi gereken bir sorun vardı ortada. Bu sorunu çözmeden benim ortaokula başlamam olanaklı görünmüyordu. Sorun, okurken nerede, nasıl ve kimin yanında kalacağım sorunuydu. O zamanlar cumartesi günleri de okul olduğu için haftanın altı günü köyden Tunceli’ye gidip gelmem olanaksızdı. Çünkü hem köyümüzün Tunceli’ye olan uzaklığı, hem de yolun olmaması ve herhangi bir taşıtın bulunmaması buna engeldi. Hergün köyden kalkıp Tunceli’ye okumaya gidemeyeceğim için iki seçenek kalıyordu geriye. Ya bir ev kiralanacaktı -ki; henüz on iki, on üç yaşlarındayım o zamanlar. O yaştaki bir çocuğun tek başına ya da yaşıtlarıyla birlikte kiralık bir evde kalabilmesi mümkün değildi- ya da birilerinin yanında kalarak okuyacaktım.
Bilmeyenimiz yoktur:”İnşaata girmek yasak ve tehlikelidir” sözünün yazılı olduğu tabelaları. Her inşaatta rastlamak mümkündür bu tür tabelalara. Benim okul işim de tıpkı bu tabelada yazılı olanlara döndü. Seçeneğin biri yasak, öteki tehlikeli olunca kala kala bir seçenek kaldı geriye. O da yanında kalabileceğim birilerini bulmaktı.
Babam, bu soruna bir çözüm bulabilmek için Tunceli’ye gittiğinde, okulların açılmasına birkaç gün kalmıştı sadece. Tunceli’de saygıdeğer kirvem Musa Yaşar’ın öğretmen olan büyük oğlu Haydar Yaşar otururdu, o dönemde. Haydar Yaşar’ın evine giden babam, beni yanlarına alması için ricada bulunur kendisinden. Sağ olsun o da babamı kırmaz ve talebini kabul eder. Beni yanına alacağına dair söz verir babama.
Bu muştulu haberle köye dönen babamla birlikte okulların açılışından bir gün önce Tunceli’ye gitmek için çıktık yola. Nüfus cüzdanımı çıkarmak ve fotoğraf çektirmek için yaklaşık bir buçuk yıl önce gittiğimiz yoldan yürüyerek vardık Tunceli’ye. Yatağımı yüklediğimiz kara katırımızı çektik, Sn. Haydar Yaşar’ın kapısının önüne. Kara katırımızın sırtından indirdiğimiz yatakları taşıdık içeri. Gereksinimlerimi karşılaması gereken babam da o gün misafir olarak kaldı orada. Ertesi gün giyecek, kitap ve kırtasiye gereksinimlerimi karşılayan babam, oradan ayrılarak köye döndü.
Sn. Haydar Yaşar’ın yanında benden başka bir kişi daha vardı, ortaokula giden. O da Sn. Haydar Yaşar’ın kardeşiydi. Bedri’ydi adı. Ortaokulun ikinci sınıfına gidiyordu. Okulun ilk gününde onunla birlikte gittik okula. İki katlı olan okul binası sadece birkaç derslikten oluşuyordu. İhtiyacı tam karşılayamadığı için aynı zamanda lise olarak da kullanılan okul binasında sabahları ortaokul öğrencileri, öğleden sonraları da lise öğrencileri öğrenim görüyordu. Okulun açılışının ilk gününde düzenlenen törenin ardından ders işlenmediği için sınıf ve şubelerimizi öğrendiğimiz Bedri’yle birlikte eve döndük.
O günden itibaren hafta içi her gün sabahın erinden kalkar, kahvaltımızı yapar, ardından ilk kez sahip olduğum takım elbisemi, ayakkabılarımı giyinir, ayyıldızlı okul şapkasını başıma takar, Bedri’yle birlikte okula giderdik. Okul dönüşünde de Bedri’yle ikimize ayrılan odada okul kıyafetlerimizi çıkardıktan sonra ilk kez sahip olduğum çizgili takım pijamalarımı giyinir, ardından da başlardık ders çalışmaya.
Yaklaşık üç hafta geçmişti, okulların açılışının üzerinden. Güneş batmış gün akşam olmuştu artık. Odamızı aydınlatan titrek alevli beş numara gaz lambasının loş ışığı egemen olmuştu, gün ışığına. Tek katlı ahşap ranzaların üzerine serili olan yataklarımıza uzanmış ders çalışıyorduk, Bedri’yle ikimiz. Odamızın kapısı açıldı usulca. Sn. Haydar Yaşar’ın ilkokul üçüncü sınıfa giden büyük oğlu Muzaffer girdi içeri:
—Amca… diye seslendi.
—Ne var, n’oldu yine? dedi Bedri
—Babam çağırıyor…
—Kimi?
—İkinizi de, dedi Muzaffer.
—Tamam, sen git. Biz geliriz, dedi.
Muzaffer yine kapıyı usulca kapatıp çıktı dışarı. O çıkar çıkmaz Bedri’yle ikimiz hemen kalktık, üzerine uzandığımız yataklarımızdan. Düzelttik üstümüzü, başımızı. Sonra vardık, Sn Haydar Yaşar’ın çantalı radyosundan akşam ajansını dinlediği odasının kapısına. Tıklayıp kapıyı girdik içeri.
—Bizi çağırmışsın ağabey, dedi Bedri.
Akşam ajansını dinlemekte olduğu bataryalı kocaman, çantalı radyosunun düğmesini büküp sesini kısan Sn. Haydar Yaşar:
—Kulağınızı açın, iyi dinleyin beni. Bundan böyle tatil günleri de dâhil olmak üzere her gün yanınıza baltayı, tahrayı alarak ormana gidecek, oradan eve odun taşıyacaksınız. Aslan gibi iki delikanlı evde otururken gidip oduna para verecek değiliz herhalde. Ayıp olur değil mi? dedi.
—Evet diyorum ben.
“Evet” dediğim için yanı başımda duran Bedri bir çimdik atıyor, gizlice. “Evet” demesem bizi göndermeyecekmiş sanki.
—Ha… Şunu da unutmayın sakın diyor ve ekliyor: “Odundan eve döndükten sonra hiçbir yere çıkmak yok. Oturup derslerinizi çalışacaksınız.
—Ormandan ancak karanlık çökünce dönebiliriz eve. O saatten sonra da yorgun-argın çıkıp dışarılarda fink atacak değiliz herhalde diye homurdanıyor, Bedri.
—Ne diyorsun, ne konuşuyorsun kendi kendine, diyor ağabeyi.
—Yok, bir şey ağabey diyor, Bedri.
—Birinci dönemin sonunda karnesinde kırığı olan ikinci dönemde adım atamaz bu evden içeri, bunu da bilesiniz. Anlaşıldı mı? diyor Sn. Haydar Yaşar.
—Tamam efendim…
—Şimdi çıkabilirsiniz…
Bedri’yle ikimiz usulca kapattık kapıyı çıktık odadan dışarı. Çekildik odamıza, uzandık yataklarımıza.
—Okumaya mı geldik, odun taşımaya mı? Belli değil. Hem sana da kızgınım diyor Bedri, bana.
Ben:
—Evet” demesem bizi oduna göndermeyecek mi sanki? diyerek kendimi savunuyorum.  
—Eve odun getirin ama karneye zayıf getirmeyin, diyor. Bu nasıl olacaksa? Akşama kadar orman yolunda ter döken biri nasıl ders çalışacaksa? Karneye zayıf getirmemek için çalışmak; çalışmak için de zaman gerekir bize. Sen bu zamanı alacaksın elimizden, karnede zayıf da istemiyorum diyeceksin. Peki, biz, sırtımızda odun taşırken mi ders çalışacağız? diye söyleniyor Bedri.
Bedri söylendi diyorum. Çünkü içindekini açık bir şeklide dışa vuran o oldu.
 —Peki, ben odun taşımak istiyor muydum?
—Hayır. Ben de istemiyordum.
Ama buna rağmen ben, söylenmedim, söylenmek de istemedim. Çünkü okumak için zar-zor bir fırsat yakalamışken ondan yoksun kalmak istemiyordum. Bunun için de odun taşımaya da razıydım, taş taşımaya da… 
Bedri’yle ikimiz her ne kadar başlangıçta söylendiysek de neticede itaat ettik emre ve bir sonraki günden başlayarak sömestr tatili hariç o öğretim yılının sonuna kadar her gün ormandan eve odun taşıdık, durduk.
Sıcak-soğuk demeden, yağmur-çamur dinlemeden, kara-kışa aldırmadan hemen her gün yaklaşık bir buçuk-iki saat gâhî çamurlu, gâhî karlı yollarda yürüyerek varırdık ormana. Gözümüze kestirdiğimiz koca koca meşe ağaçlarına indirirdik balta darbelerini. Sonra da doğrayarak yüklenirdik sırtımıza, tutardık evin yolunu. Gâhî ter döke döke, gâhî titreye titreye…
Özellikle kışın kısa günlerinde ormandan eve dönene değin son demlerini yaşayan Güneş, yerini çoktan terk ederdi titrek alevli gaz lambasının loş ışığına. Eve varınca hemen değişirdik üstümüzü, yerdik akşam yemeğimizi. Sonra da odamıza çekilip ders çalışmaya başlardık. Tabi yorgun-argın çalışabilirsen çalış. Ama bu çalışmamız bile fazla uzun sürmezdi. Çünkü beş numara gaz lambası fazla gaz yakmasın diye erkenden söndürür, girerdik yatağımıza. Çalışamadığımız dersleri ya da yapamadığımız ödevleri de sabahları şafak söküp ortalık ağarmaya başlayınca kalkar yapardık.
Böylece; atalarımızın deyimiyle: “Okuyup adam olmak adına” bir öğretim yılı boyunca tıpkı Taptuk Emre Dergâhı’na kırk yıl odun taşıyan Yunus misali dağdan odun taşıdım, kaldığım eve.
Ama Yunus: “Odunun eğrisi dahi yakışmaz bu kapıya” diyerek kırk yıl boyunca hep odunun düzgün olanını taşımasına karşın ben, seçmeden taşıdım odunu; eğrisiyle, doğrusuyla.
Neticede neşesiyle, sevinciyle, kederiyle, tasasıyla dolu dolu geçen bir öğretim yılının sonuna gelmiştik nihayet. Yılsonunda karnemi alıp doğrudan sınıf geçtiğimi gördüğüm zaman çekilen o güçlükler, unutuldu gitti birer birer. Hiçbir şeyin gölgeleyemediği bu sevincimi, köyümüzde bir ilke imza atan ailemle paylaşmak, sevdiklerimle özlem gidermek, mis kokulu havasını soluyup ciğerlerime bayram yaptırmak için hemen koştum köyüme.
Çünkü
 Ayrılığımın bu ilk yılında kardeşlerimi, annemi, babamı, kardeşlikleri ve dostlukları özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında annemin sıcacık bazlamalarını, buz gibi yayık ayranını, tadına doyamadığım yağlı ekmeğini özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında nasırlı elleri öpülesice babamla birlikte güttüğümüz davarları, malları götürdüğümüz Elma Deresi’ni, Düldül Tepesi’ni, Komderesi’ni, kengerleriyle meşhur Yazı’sını, enginleri seyretmek için çıkıp oturduğum Dalik Tepesi’ni özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında köyümüzün hemen her tarlasında biten ve deste deste toplayıp köy çeşmesinin buz gibi sularında evire çevire yıkadıktan sonra tuza bana bana yemeye doyamadığım yemlikleri özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında; bahar gelende “Rastakoru”, “Tirkevan” ve “Komdere” mevkileri başta olmak üzere köyümüzün hemen her yöresinde topraktan öbek öbek fışkıran ve toplayıp tuzladıktan sonra közde pişirip annemin günlük sıcacık mayalı ekmeklerinin arasına koyup yoğurtla yemeye bayıldığım mantarlarını özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında hazan gelince canımızı yakan ısırgan otlarının arasında sürüne sürüne geçerek gizli gizli toplayıp tenhalarda yediğimiz cevizleriyle ve kayalıkların arasından süzüle süzüle gelen buz gibi sularıyla meşhur Hırsız Pınarı’nı özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında köyümüzün babacan tavırlı sevecen insanını, yani insan gibi insanını özlemiştim.
 
Bagaj Parası 
Sıcak bir Ağustos günüydü. Güneş batmış, gün akşam olmuştu. Gütmekte olduğum kuzuları yabandan eve getiriyordum. Köyün hemen girişinde o gün Tunceli’den dönen ve aynı zamanda büyük teyzemin kocası da olan Alişan Amca’yla karşılaştım.
Alişan Amca:
—Mehmet, Haydar Yaşar’la tesadüfen karşılaştım: “Bir hafta içinde gelsin yataklarını alsın” diyordu, dedi.
—Neden? diye sordum.
—Tayini bir başka yere çıkmış, bir hafta sonra göçünü yükleyip gidecekmiş, Tunceli’den.
Duyduğum bu haberden ötürü dünya başıma yıkıldı. Çünkü ortaokulda okumak için bir yıl yanında kaldığım Sn. Haydar Yaşar’ın dışında tanıdığımız bir başka yakınımız yoktu Tunceli’de. Onun gitmesi demek, öğrenim yaşamımın sona ermesi demekti. Öğrenim yaşamımın tehlikede olduğunu düşündüğüm için ağlamaya başladım. Ve ağlaya ağlaya eve gittim.
Benim iki gözü iki çeşme ağladığımı gören babam:
—N’oldu oğlum, neden ağlıyorsun? diye sordu.
—Sn. Haydar Yaşar, Alişan Amca’mla: “Gelsin yataklarını alsınlar” diye haber yollamış, dedim.
 —Neden?
—Bir başka yere atanmış. Bir hafta sonra göçünü yükleyip gidecekmiş, Tunceli’den…
Babam gülümseyerek:
—Yolu açık olsun oğlum, güle güle gitsinler. Sen, şimdi bunun için mi ağlıyorsun? dedi.
—Nasıl ağlamayayım baba? Benim okulum n’olacak? O, giderse ben kimin yanında kalacağım? dedim.
Babam:
—Canını sıkmana, üzülme hiç gerek yok oğlum. Ölüm değil ya çaresi bulunmayacak. Bulunur bir çaresi elbet. Bir kapıyı kapatan Mevla, bir başka kapı açar. Hele sabret biraz. Gün doğmadan neler doğar, dedi.
Bu sözlerle beni sakinleştirmeye çalışan babam, köydeki işlerini bitirdikten sonra günün birinde Elazığ’a, küçük yaştan itibaren köyden ayrılıp yerleştiği Elazığ’da terzilik yapan Haydar Amcamlara gitti. Onlarda iki gece misafir olarak kalan babam, beni yanlarına alması için ricada bulunur kendilerinden. Sağolsunlar onlar da ricasını kabul etmiş ve beni yanlarına alacaklarına dair söz vermişler babama. Babam, Elazığ’a gittikten iki gün sonra bu muştulu haberle döndü köye.
Babam, bu muştulu haberle köye döndüğünde okulların açılmasına bir hafta kalmıştı. Babamın köye dönmesiyle sevinci de hüznü de bir arada yaşadım. Sevinçliydim, çünkü okul yaşamım kesintiye uğramadan devam edecekti. Hüzünlüydüm, çünkü okullar açılacak ve ben yine sevenlerimden ayrılacaktım.
Okullar açılmadan üç gün önce köye ve köydekilerle vedalaşarak babamla birlikte Tunceli’ye hareket ettik. Birkaç saatlik yaya yolculuğun ardından Tunceli’e vardık. Kayıtlı bulunduğum Tunceli Ortaokulu’na giderek tasdiknamemi aldık okuldan. Aynı gün Elazığ’a gitmek üzere öğle vakti dönemin meşhur “Chevrolet” marka burunlu otobüslerinden birine bindik. Burunlu otobüsün yanı sıra daha başka birkaç taşıtla ilk tanışmışlığım yaklaşık iki buçuk yıl öncesine rastlıyordu. İlkokul beşinci sınıfta iken diploma için fotoğraf çektirmek ve nüfus cüzdanı çıkartmak amacıyla Tunceli’ye ilk kez gittiğimde görmüştüm onları. Ama binmişliğim yoktu o zamana kadar. İlk kez biniyordum bir taşıta. Sevinci ve heyecanı bir arada yaşıyorum. Tuhaf ama güzel bir duyguydu bu. Nasıl anlatılır bilmem ama çok güzel bir duygu olduğu kesindi. En az, 20 Temmuz 1969 tarihinde “Apollo 11” adlı uzay aracıyla Ay’ın “Sessizlik Denizi” adı verilen bölgesine iniş yapan astronot Neil A. Armstrong kadar heyecanlıydım. Çünkü ilk kez binmiştim bir taşıta. Burunlu otobüsün içinde yer alan her ayrıntıyı gözden geçiriyorum, inceden inceye. Beni adeta büyülemişti, burunlu otobüs. Neredeyse bizim tek odalı evimiz kadardı büyüklüğü. Ama bizim evden daha lüks olduğu kesindi. Bizim tek odalı evimizde üzerine oturulacak ahşap bir sandalye bile yokken, içi sıra sıra koltuklarla döşeliydi, burunlu otobüsün. Bizim evin küçücük iki penceresine karşın onun iki tarafı boydan boya pencereyle kaplıydı. Otobüsün iki tarafı pencereler boyunca koltuklarla kaplıydı. Boş olanı yoktu, hepsi de doluydu bu koltukların. O koltuklara oturup arkalarına yaslanan yolcuları gördüğüm zaman:
—Meret nence de adam alıyormuş, diyorum içimden.
Otobüsün, üstü başı yağ içinde olan muavini:
—Elazığ yolcusu kalmasın aşağıda, diye bağırdı.
Onun bağırmasına gerek kalmamıştı, herkes binmişti zaten. Üzerindeki yağlı tulumu çıkaran muavin, otobüsün içine girerek koltukları kontrol etti tek tek. Elindeki listeye göre kontrol işlemini bitiren muavin:
—Yolcular tamam kaptan, diyerek burunlu otobüsün şoförüne tekmil verdi.
Kaptan hemen bindi otobüse. Önce koltuğunu düzeltti, ardından aynasını… Sonra oturdu koltuğuna, açtı kontağı, çalıştırdı otobüsü.
Elazığ’a doğru çıktık yola. Çalışmaya başlayan burunlu otobüs ilerlemeye başladı yavaş yavaş. Tunceli’den yola çıktıktan yaklaşık bir saat sonra kendimizi; derin, dik ve kocaman bir vadinin tam tepesinde bulduk. Bu vadinin ta dibinde kıvrıla kıvrıla akıp giden Murat Nehri’nin hemen yanı başında yer alan Pertek ilçesinden geçecek olan burunlu otobüs, takriben yüzde 70–80 meyile sahip vadinin Batı yakasından aşağıya doğru ilerliyordu ağır ağır. Aslında yürüyordu dersek daha doğru olur. Çünkü her adımı dönemeçlerden oluşuyordu, kattettiğimiz yolun. Daha dönemecin birini bitiremeden ötekine giriyordu, burunlu otobüs. Babamdan öğreniyorum buranın; “Mercimek Virajları” olduğunu. Bir türlü bitmek bilmiyordu dönemeçler. Dolaş ha dolaş. Otobüs döndükçe başı dönüyor insanın.
İçimden:
—İyi ki burunlu otobüsün başı dönmüyor. Yoksa çoktan boylamıştık koca vadinin dibinde kıvrıla kıvrıla akıp giden Murat Nehri’nin sularını, diyorum.
Nihayet sonunda:
—Oh beee… diyerek rahat bir nefes alıyorum.
Çünkü yaklaşık yarım saatten beri devam eden zorlu dönemeç yolculuğumuz sona ermiş ve biz kocaman vadinin ta dibinde kıvrıla kıvrıla akıp giden Murat Nehri’nin kıyısına varmıştık, nihayet. Hemen yanı başında usul usul akıp giden Murat Nehri’nin kıyısındaki Pertek ilçesine vardık sonuçta. Dört yanı üzüm bağlarıyla, meyve bahçeleriyle kuşanmıştı, Pertek’in. Yeşiller giyinmiş gibiydi. Şirin bir yerdi. Hem de türkülere konu olacak kadar. İşte o türkülerden birinden bir dörtlük:
“Başında pırlanta Süpürgeç Dağı
Önünde kahraman Murat ayağı
Bir uçtan bir uca bahçesi, bağı
İnan ki cennetten güzelsin Pertek.”
Evet, yeşil Pertek’in içinden süzüle süzüle ilerleyen burunlu otobüsümüz, koca Murat Nehri’nin üzerinde bulunan tarihî köprüden geçip gitti karşı tarafa. Babamdan öğreniyorum, üzerinden geçip gittiğimiz Nehrin adının Murat olduğunu. Ülkemizin önemli akarsularından biri olan Fırat’ın bir kolu olan Murat Nehri, aynı zamanda Tunceli-Elazığ sınırını oluşturuyor. Yani biz, koca ırmağın üzerindeki büyükçe tarihî köprüden karşıya geçerken, aynı zamanda Tunceli topraklarından Elazığ topraklarına girmiş oluyorduk. Bu, bundan sonra yapacağımız yolculuğun, Elazığ topraklarında geçeceği anlamına geliyordu.
Bir süre sonra Murat Nehri’nin güney yakasını izleyerek ilerleyen burunlu otobüsümüz, yeni ayak bastığımız Elazığ topraklarından yol alıyordu ağır ağır. Bu ilerleyiş sırasında bir köy göründü gözümüze. Bozkırın tam orta yerine konuşlanmış evleri toprak damlı, kerpiç duvarlı bir köydü burası. Görünürde tek bir ağaç bile yoktu, köyün çevresindeki yeşilliğin dışında. Murat’ın az ilerisindeki çorak topraklara kurulmuştu. Hemen yanı başından geçiyordu Tunceli-Elazığ karayolu. Bu yolda seyreden aracımız, bozkırın ortasında yer alan, çevresi yeşilliklerle kaplı köye yaklaştıkça yol kenarında bekleyen bir kişinin varlığını fark ettik. Bozkırın orta yerinde kıvrıla kıvrıla giden yolun kenarında bekleyen kişi kendisine yaklaşan burunlu otobüse el kaldırdı. Gittikçe yavaşlamaya başlayan burunlu otobüs, nihayet durdu, el kaldıran adamın yanına varınca. Uzun boylu, iri-yarı yapılı, yaşlı bir adamdı, otobüsün hemen yanı başında durduğu adam. Kocaman beyaz bir torbası vardı sırtında. İçinde ne olduğunu bilmiyorum. Ama ağzına kadar doluydu yaşlı adamın sırtındaki beyaz torba. Yanı başında duran burunlu otobüse binen yaşlı adam, sırtındaki beyaz torbayı indirmedi. Boş yer yoktu otobüste. Koltukların tamamı doluydu. Kısa bir süre ayakta kalmak zorunda kaldı yaşlı adam. Onun ayakta kaldığını gören genç yolculardan biri:
- Ayakta kalma amca gel otur, diyerek yerini verdi ona.
- Sağ ol, dedi yaşlı adam.
Kendisine yerini veren genç yolcuya memnuniyetini dile getiren yaşlı adam, sırtındaki beyaz, büyük torbasıyla oturdu, genç yolcudan boşalan koltuğa.
 Bir süre sonra, bozkırın ortasında kıvrıla kıvrıla giden yolda süzülerek ilerleyen burunlu otobüsün genç muavini vardı, yeni binen yaşlı adamın yanına. Yol ücreti istedi kendisinden. Hiç itirazda bulunmayan yaşlı adam, yamalı ceketinin koyun cebinden çıkardığı bezden dikilme para kesesinin içinden çıkardığı parayı verdi, yanıbaşında dikilen muavine. Yaşlı adamın kendisine verdiği parayı alan genç muavin, yaşlı adamın, sırtındaki torbayı çıkarmadan koltuğa oturduğunu fark edince:
—Şu sırtındaki torbayı yere indirsene amca, dedi.
Yaşlı adam sert bir tavırla:
—Neden, rahatsız mı oldun? dedi.
Genç muavin:
—Ben mi? dedi.
—He ya, dedi yaşlı adam.
—Ben ne diye rahatsız olayım ki. Sen rahatsız olmayasın, rahat edesin diye söyledim, dedi.
—Yok, rahatsız olmam. Böyle rahatım ben…
—Peki, sen bilirsin, dedi muavin.
Yaşlı adamı ikna edemeyeceğini anlayan otobüsün genç muavini, daha fazla ısrar etmedi. Hoş etse de bir şey olacağı yoktu ya. Vazgeçti ısrarından, ayrıldı yaşlı adamın yanından.
Muavin oradan ayrılınca babam:
—Muavin doğru söylüyor amca. İndir sırtındaki şu torbayı, koy yanına, rahat otur koltuğa dedi.
Yaşlı adam gülümseyerek, babama:
—Sen bilmezsin bunları oğul. Ben sırtımdaki torbayı indiririm indirmesine, ama torbayı indirir indirmez muavin leş kargası gibi üşüşür başıma. Bagaj parası ister benden. Enayi miyim ben, bunlara bagaj parası vereyim, dedi.
 
Gördüğüm İkinci Şehir: Elazığ
Köylerinin yanı başından akıp giden derenin kıyısında küçücük bir tarlası vardır, Elazığlı köylü yurttaşın. Kavak fidanı diker oraya. Yeni yeni kök salmış, yeşermiş o ilkbaharda diktiği kavak fidanları. Etrafı çevrili olmadığı için günün birinde komşusunun eşeği dalar kavakların içine. Kiminin gövdesini sıyırır, kiminin ucundan kırpar derken, kavakların büyük bir bölümüne zarar verir, komşuları Hösük (Hüseyin)’ün kara eşeği.
Bu durumu gören kavak sahibinin karısı hemen koşar, harmanda döven koşan kocasının yanına:
—Sakalım yok sözüm para etmedi, söylediydim emme söz dinletemedim saan, der kocasına.
—N’oldu kadın gene? diye sorar kocası.
Karısı:
—Hösük’ün gara eşeği senın diktiğin gavakları yerle bir etmiş, der.
—Vallaha de.
—Vallaha da billaha da. İnanmazsan gendin get de gör.
Dövene koştuğu öküzleri harmanda bırakan köylü vatandaş, koşar dere boyundaki tarlasına diktiği kavakların yanına. Bir sağına bakar, bir soluna bakar durur. Baktıkça siniri tepesine çıkar. Zira ele gelir yanı kalmamış kavakların. Hemen hepsine zarar vermiştir, komşuları Hösük’ün kara eşeği. Kavakları öyle görünce kan sıçrar beynine. Kaybeder kendini. Kavaklarını yerle bir eden eşeğin, kavaklığın hemen ötesindeki çimenlikte otladığını gören köylü, kavakların içinden eline geçirdiği sopayı alıp eşeğin yanına varır. Sonra elindeki sopayı indirir eşeğin başına. Sopa darbeleriyle yere yıkılan eşek, hemen oracıkta can verir.
Bunun üzerine büyük bir kavga yaşanır iki komşu arasında. Durum mahkemeye intikal eder.
Belirlenen duruşma gününde hâkim:
—Anlat bakalım. Nasıl öldürdün eşeği? der.
Köylü vatandaş:
—Hâkim beg Hösük’ün gara eşeği gavaklarımı harap etmişti. Gavakların elle tutulur yanı kalmamıştı. Onları öyle görünce gan sıçradı beynime. Gaybettim gendimi. Baktım ki Hösük’ün gara eşeği, senin kimi öyle duriydi orada…
Köylünün bu sözüne sinirlenen hakim:
—Atın şunu içeri. Konuşmayı öğrensin de öyle gelsin, der.
Hâkime hakaret etmekten nezarete alınır. Nezarette 4–5 saat kadar tutulur. Sonra hakimin talimatıyla tekrar duruşma salonuna alınarak hâkimin karşısına çıkarılır.
Duruşmaya yeni baştan başlayan hâkim:
—Kimseye hakaret etmeden, olayı baştan anlat, der.
Kavak sahibi:
—Hâkim beg sen gomisin ki annadağ. İt kimin adamı ısırisin, der.
 
*
Babamla bindiğimiz burunlu otobüs, Elazığ’a yaklaşıyordu yavaş yavaş. İlk kez gidiyordum Elazığ’a. Yani yaşamımda gördüğüm ilk kent olan Tunceli’den sonra göreceğim ikini kent olacaktı, Elazığ. Çok heyecanlıyım. Merak ediyorum, Elazığ’ın nasıl bir kent olduğunu. Derken Elazığ görünür olmaya başladı yavaş yavaş. Yaklaşık iki buçuk saat önce Tunceli’den hareket eden otobüs, Elazığ’ın kuzeyinde yer alan ve kente egemen olan Gülmez Tepesi’ne gelmişti, nihayet. Gülmez Tepesi’nden baktığınız zaman tepenin güneyindeki ovaya konuşlanan kent, ayaklarınızın altında gibiydi adeta. Gülmez Tepesi’nden ağır ağır ilerleyen burunlu otobüs, sonunda vardı Elazığ garajına.
Tunceli’den sonra gördüğüm şehirlerin ikincisiydi, Elazığ. Güzel bir kentti, Tunceli’den kat be kat büyük olan Elazığ. Geniş ve koca caddeleri, Tunceli’de gördüğüm binalardan daha yüksek binaları, düzenli sokakları, Tunceli’dekilerle kıyaslanamayacak kadar çok taşıtları vardı ilk kez gördüğüm Elazığ’ın. Kimine tek, kimine çift at koşulan faytonları da ilk kez orada görmüştüm. Orada ilk kez gördüğüm başka bir şey daha vardı. O da heybetli duruşuyla ve azametiyle beni büyüleyen Kara Tren’di.
Bu güzel kentin garajlarına varınca ilk işimiz, bindiğimiz burunlu otobüsten inmek oldu. Kent bir hayli kalabalıktı. Öylesine kalabalıktı ki toprak atsan yere düşmezdi. Her yanı insan kaynıyordu, adeta. Çevremdeki insanlara, sıra sıra dükkânlara, peş peşe sıralanan taşıtlara, faytonlara bakmaktan alamıyorum kendimi. Elazığ, her şeyiyle faklı gelmişti bana. Babamla birlikte, yürümekte zorlandığım o mahşeri kalabalığın içinden sağa sola bakına bakına vardık, Haydar Amca’mın dükkânına. Orada bir süre oturduk. Sonra onunla birlikte vardık, evlerine.
Kerpiçten örülme, toprak damlı, iki katlı bir evleri vardı, Haydar Amcamların. Birinci katında kiracıların oturduğu bu evlerinin ikinci katında da kendileri oturuyordu. Evlerinin önünde elma, erik, kayısı, dut, üzüm gibi meyve ağaçlarının bulunduğu ve çeşitli sebzelerin ekildiği bir de bahçe vardı.
Elazığ Karayollarında çalışan bir oğlu, biri lise ikide, öteki ortaokul üçüncü sınıfta okuyan iki de kızı vardı, amca’mın. Daha önce hiç görüşmüşlüğümüz yoktu, ilk kez tanışıyorduk, onlarla.
Onlarla tanıştığımız bu ilk gecenin sabahında benim velim olacak Haydar Amca’mla Elazığ Atatürk Ortaokulu’na giderek kayıt yaptırdık.
Kayıt işleminin ardından Haydar Amca’m iş yerine giderken, babamla ikimiz daldık Elazığ’ın koca çarşısına. Başladık alış-verişe. Başta okul ihtiyaçlarım olmak üzere gereksinimlerimi karşılayan babamla birlikte bir de faytonla şehir turu yaptık. İlk kez biniyordum faytona. Daha sonraları tek başına binmişliğim çok oldu. Faytonun hoşıma giden yanı atların ritmik bir tempoyla çıkardığı dıgıdık dıgıdık sesleriydi. Özellikle yağmurlu havalarda faytona binmek büyük bir haz veriyordu bana.
Gereksinimlerimi karşılayan babam birkaç gün sonra köye döndü. Onun Elazığ’dan ayrılışından bir gün sonra da okullar açıldı. Amcamların evlerinden bir hayli uzaktı, okul. Bu günkü gibi toplu taşıma araçları da yoktu, o dönemde Elazığ’da. Yürüyerek gider gelirdim okula. Evden okula gitmek ya da okuldan eve dönmek için yarım saatten fazla yürüyordum.
 
Yürürken de:
Elazığ…
Küçücük bir kentten geldim sana.
Bak huzurundayım işte.
Boşa çıkarma umutlarımı…
Hoşgörü kapını aralıklı bırak bana.
Darda kalırsam belki…
Direnmemin sana karşı olmadığını bilesin.
Bana ters düşen sen değilsin…
Yalvarıyorum...
N’olur…
Benim sevdiklerimden kopmak istemememi yadırgama…
Bana kol, kanat ger bu gurbet elde…
Kendinden bil, beni…
Benim gördüğüm ikinci şehirsin…
Sen, ikinci vatanımsın benim,
Elazığ…”
Diyordum içimden.
 
Elazığ’da bulunduğum için sevinçliydim. Sevinçten de öte mutluydum. Hem de gökyüzünün mavi derinliklerinde özgürce kanat çırparak uçan kuşlar kadar. Zira kesintiye uğrayacağını düşündüğüm okul yaşamım devam ediyordu. Bu benim için çekilen ve çekilecek her güçlüğe bedeldi. Hayallerim vardı çünkü. Bu hayallerimi gerçekleştirmenin ön koşuldu okumak. İşte bu nedenle çok mutluydum.
Elazığ’da bulunmamın üzücü yanı da vardı. Üzgündüm çünkü tek başıma ve yapayalnızdım, tanımadığım koca bir şehirde. Çok acı geliyordu bana, o küçücük yaşımda yabancısı olduğum koca bir şehirde yalnız başıma olmak. Yalnız insanların yabancısı değil, aynı zamanda mekânların da… Kent yabancı, kenttekiler yabancı. Okul yabancı, okuldakiler yabancı. Sınıf yabancı, sınıftakiler yabancı. Yol yabancı, yoldakiler yabancı. Velhasıl adımımı attığım her mekân ve mekândakilerin yabancısıydım.
Özellikle ailesinden gizlice kaçıp büyük kentleri sığınak olarak gören çocukların, kötü yollara neden düştüklerini çok iyi anlıyorum. Bilmediğiniz bir kentte, tanımadığınız kötü emelli insanların size biraz yapmacık şefkat göstermesi, size yakınlaşmasına yeter de artar da. Gerçek sanırsınız, onların o yapmacık hareketlerini. Hemen kanarsınız sahte gülüşlerine. Koşarsınız size açılan tüm kollara. Bu kollar ahtapotun kolları da olsa. Çünkü hayalini kurduğunuz o küçük dünyanızda yaşattığınız birer dost gibi görürsünüz, herkesi. Herkesi dost olarak gördüğünüz için de sizin dost olarak gördüğünüz insan kılığındaki o zavallıların sahte gülüşlerine kanarsınız hemen.
Evet, üzgündüm, henüz üç günlük bir yaşamışlığım olan Elazığ’da olmaktan. Ama alışmalıydım orada yaşamaya, daha doğrusu alışmak zorundaydım. Bu belki zordu, ama imkânsız değildi. Yaşamda önemli olan da zoru başarmak değil miydi?  Savaşım vermeden bir şeyi elde etmektense, savaşım verdiğin o şeyin uğruna can vermek daha kutsal değil mi? Kutsaldır elbette. Kutsal da olmalıdır.  İşte emeğin kutsal sayılması bundandır. Evet, Elazığ’da yaşamaya alışmalıydım. Eskilerin deyimiyle okuyup adam olmak için başka çarem yoktu çünkü. Sanki okuyan herkes adammış da okuyamayan adam değilmiş gibi. Aslında ben, ta o zamandan beri biliyordum; başka bazı klişe sözler gibi bu sözün de saçma olduğunu ve adam olmak için okumanın temel koşul olmadığını. Çünkü okuyan nice cahil vardı ki okumayandan daha çok cahil. Okumayan nice kâmil vardı ki okuyandan daha çok kâmil. Okunan, öğrenilen şeyler tek başına yetmiyordu, adam olmak için. Aslolan okunanı ya da öğrenileni yaşama geçirmektir. Çünkü iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, eğri ile doğrunun birbirinden ayırt edilebildiği oranda adam olunabileceğini biliyordum. Okumuş bir birey olarak bunları yapmadığınız zaman okumanın bir anlamı olur mu sizce?
Derviş Yunus bir dörtlüğünde şöyle demiyor muydu?
                              
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Ya sen kendin bilmezsen
Bu nice okumaktır.”
 
Neticede Elazığ’a alışmam, oradaki yaşama ayak uydurmam belki geç oldu ama güç olmadı. Daha doğrusu imkânsız değildi. Suyu akarına bırakınca su mecrasında yol almaya başladı yavaş yavaş. Bir başka deyişle bu işi zamana bıraktım. Çünkü çok iyi biliyordum ki her derdin en iyi ilacıdır, zaman. Güçlüklerin üstesinden gelebilmek için zamana ihtiyacımın olduğunu anladım sonunda. Onun için her şeyi oluruna bıraktım. Yukarıda da söylediğim gibi suyu akarına bırakırsan su, mecrasında yol almaya başlar neticede. Bu olumsuzlukların üstesinden gelmek kolay olmadı. Ama kolay olmasa da sonunda kârlı çıkan ben oldum. Çünkü güçlükleri yenmeyi başarmıştım. İnsana bir başka haz veriyor, insanın kendisinin başarılı olduğunu görmesi.
 
İlk ve Son Kopya 
Bektaşi’nin biri Mevlevi’nin birine:
—Sizin hırkalarınızın yenleri neden bu kadar geniş olur? diye sorar.
Mevlevi:
—Başkalarında gördüğümüz kusurları örtmek için, der.
Bu kez de Mevlevi:
—Peki, sizin hırkalarınızın yenleri neden bu kadar dar olur? diye sorar, Bektaşi’ye.
Bektaşi:
—Biz hiç kimsede kusur görmeyiz de ondan, der.
xxx
Evet, biz hiç kimsede kusur aramasak da, var olan kusurlarını hoşgörüyle karşılayıp görmezlikten gelsek de başkalarının bizde kusur arama yarışına girdiklerine maalesef tanık oluyoruz. Hem de sayısız örneklerle…
“Herkes dinî inançlarında özgürdür” der Anayasa’mızın 24. maddesi. Ancak bugüne kadar görülen o ki bu hüküm, kâğıt üzerine yazılmaktan öteye geçememiştir, bir türlü uygulamaya konulamamıştır. Çünkü geçmiş yıllarda “Din Dersleri”; günümüzde de “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” adıyla anılan ve konularının tamamı Sünni-Hanifi mezhebinin inançları doğrultusunda hazırlanan bu ders, ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu kılınmıştır.
—Peki, ben Hanifi mezhebinden değil de Şafii ya da Alevi isem o zaman n’olacak?
—Sen ne olursan ol bunu okumak zorundasın diyorsun.
— Öyleyse neden “Herkes dinî inançlarında özgürdür” ibaresini Anayasa’nıza koyuyorsunuz?
Sen Anayasa’na bu ibareyi koyacaksın, ama uygulamada bunun tersi bir tutum izleyeceksin. Sonra da kalkıp özgürlükten dem vuracaksın. Özgürlük bunun neresinde?
Anayasa’mızın 24. maddesinde ve ilgili öteki yasalarda belirtilen açık hükümlere rağmen egemen mezhebin inancı doğrultusunda hazırlanan bu ders kitabında yer alan konular, öteki mezhep ve inançlarda olan insanlara bir zorunluluk olarak dayatılmıştır. Hem de lâik olduğu savunulan bir ülkede.
—Lâik bir ülkeye yakışır mı bu? diye sorarlar adama. Nasıl bir yanıt vereceksiniz o zaman? Doğrusu bu yanıtınızı şimdiden merak ediyorum.
Ben namaz kılmıyorum, kılmak da istemiyorum. Oruç tutmuyorum, tutmak da istemiyorum. Bu ülkede yaşamam için bunları ille de yapmak, yerine getirmek zorunda mıyım ben? Anayasa’ya koyduğunuz hükme göre “Hayır”, yaptığınız uygulamaya göre “Evet” diyorsunuz. Bunun hangisi doğru? Din, birey ile Tanrı arasındaki bir konu değil mi? Neden üçüncü kişiler giriyor araya? Neden siz Tanrı adına konuşuyorsunuz? Siz avukatı mısınız onun? Her şeye muktedir olarak gördüğünüz o Tanrı, kendisini savunmaktan ve kendisine haksızlık yapan insanlardan hesap sormaktan o kadar güçsüz ve aciz midir ki siz onun avukatlığına soyunuyorsunuz? Bunu anlamış değilim. Madem Anayasa’da ve ilgili öteki yasalarda yer alan açık hükümlere rağmen bir dayatma yapıyorsunuz. O zaman çıkarın Anayasa’nızdaki ve ilgili öteki yasalardaki hükümleri. Neden dürüst davranmıyorsunuz? Madem bu dayatmayı yapıyorsunuz o zaman “Cum-huriyetle yönetiliyoruz”,  “Lâik”iz demeyin bari.
Softaların ağızları her açıldığında: “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz” diye söylenir dururlar. Ben ne Allah’tan korkarım, ne de kuldan utanırım. Ben sizin gibi, insanların canına, malına, namusuna hor gözle bakmıyorsam, çalıp çırpmıyorsam, yalan söylemiyorsam, kimsenin hakkını gasp etmiyorsam neden korkayım Allah’tan, neden utanayım kuldan?
Bütün bu dayatmaları yerine getirmek gibi bir zorunluluğum yoktur, benim. Ama camiye, kiliseye, havraya gidene de, oruç tutup namaz kılana da, kendi inançlarına göre ibadetlerini yapana da karşı değilim. Tam tersine saygı duyuyorum onların inançlarına. Ben, yalnızca başkalarının inançlarına gösterdiğim saygının aynısının başkalarınca bana gösterilmesini istiyor ve diliyorum. Hepsi bu kadar. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Bunları istemek ve beklemek benim hakkım değil mi?
Ama maalesef bu mümkün değil ülkemizde. Mümkün olmadığı da delillerle sabittir.
—Nasıl mı?
—Anlatayım.
Siz, İslamiyet tarihi boyunca oruç tuttuğu, camiye gittiği, namaz kıldığı için horlanan, dışlanan, ezilen, dövülen, işkenceye tabi tutulan, katledilen birini duydunuz ya da gördünüz mü hiç?
—Hayır. Günümüze değin ne bu tür bir olaya tanık olunmuş, ne de böyle bir olay söz konusu olmuştur. Tarihte böyle bir olaya rastlamak mümkün değildir.
—Peki, bunun aksi olmuş mudur?
—Evet. Hem de binlerce kez…
Örneğin Maraş’ta; Elazığ’da, Çorum’da, Malatya’da… Van 100. Yıl Üniversitesi’nde, Bolu İzzet Baysal Üniversitesi’nde… Örneğin İstanbul Gazi Mahallesi’nde… Ve 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas- Madımak Oteli’nde ateşe verilerek diri diri yakılan 37 canın katledilmesi olayında görüldüğü üzere kendileri gibi düşünmediği, kendisi gibi inanmadığı, kendisi gibi camiye gidip namaz kılmadığı ve oruç tutmadığı için horlanan, dışlanan, ezilen, dövülen, işkenceye tabi tutulan ve katledilen insanların sayısı yüz binlerle telaffuz edilecek noktaya ulaşmıştır. Hem de devlet adına, devlet eliyle. Hem de padişahların fermanları, kadıların müftülerin fetvalarıyla. Hem de Müslümanlık adına. Bu mudur Müslümanlığınız? Bu mudur insanlığınız?
Bu tür katliamlarla doludur, tarih sayfaları. Hem de devlet tarafından tutulan vakanivüsler tarafından kaleme alınan tarihlerde yazılıdır, bütün bunlar. Nesimi’nin yüzülüşünü silebilir misiniz tarih sayfalarından? Perdeleyebilir misiniz Bedreddin’in asılışını, Pir Sultan’ın dara çekilişini?  Hallaç’ın boynuna yağlı kement geçirmedik, Kerbelâ Vakası diye bir olay yaşanmadı, bilmiyoruz diyebilir misiniz? Sivas-Madımak Oteli’ni ateşe verip 37 kişiyi diri diri yakmadık diyebilir misiniz?
—Diyemezsiniz. Çünkü gücünüz yetmez buna. Çünkü tarihlerinizde yazılıdır. Çünkü her konuda olduğu gibi bu konuda da kırıklarla doludur, karneniz.
Teoride “özgürsünüz” diyorsunuz, uygulamada set çekiyorsunuz önümüze. Ben inanışımda özgür bir birey isem eğer bırakın beni, sizin gibi değil kendim gibi yaşayayım. Şart mı sizin gibi, kula kul olmak? Benim birey olarak yaşamak hakkım yok mu? Benim birey olarak yaşamak istiyor olmam neden zor geliyor size?
*
 
Din dersi öğretmeni yazılı sınavında öğrencilerine:
—Müslümanlığın şartı kaçtır ve hangileridir? diye sorar.
Sınıfın Alevi kökenli öğrencisi Hüseyin, öğretmenin sorduğu sorunun yanıtını, öğretmenin istediği şekilde bilmesine rağmen yanıtı kendisince eksik bulduğu için:
“Her ne kadar Müslümanlığın şartı beş ise de eline, diline, beline sahip olmazsa günde beş yerine on kez namaz kılsa da; kırk kez Hacca gitse de; binlerce kez “Kelime-i şahadet” getirse de; bir ay yerine beş ay oruç tutsa da; kazancının kırkta birini değil yarısını zekât olarak dağıtsa da boştur. Kişi her şeyden önce eline, diline, beline sahip olmalıdır.” Şeklinde yanıtlar.
—Hüseyin bu yazılı sınavında nasıl bir not alır biliyor musunuz?
—Zayıf.
*
Bırakın kardeşim herkesi tek tip kalıba sokmayı. Vazgeçin bu çağ dışı sevdanızdan. Herkes kendi seçtiği kalıp içinde yaşasın. Sizin yıllardan beri üstüme biçmeye çalıştığınız elbise dar geliyor bana. Bırakın artık benimle uğraşmayı. Neden bunu duymak istemiyorsunuz?
Elazığ Atatürk Ortaokulu’nda ikinci ve üçüncü sınıflarında okurken iki yıl süreyle dersimize giren bir din dersi öğretmenimiz vardı. Bu öğretmenimizin her yazılı sınavında mutlaka sorduğu bir demirbaş sorusu vardı. Bu soru; “Surelerden her hangi birinin kitaptaki şekliyle yazılması”ndan ibaretti.
Doğru dürüst Türkçe bilmeyen biri nereden bilsin elin Arapçasını ki sorulan sûreyi Arapça-Türkçe şekliyle yazsın. Ben bu soruya yanıt veremezdim bir türlü. Ama sınıf geçme uğruna dayatmacı bir zihniyetin ürünü olan bu uygulamaya boyun eğer ve çok iyi çalışırdım bu dersi. Ama bu demirbaş sorudan ötürü o kadar çok çalışmama rağmen bu dersin yazılı sınavlarından “8”den yukarı not alamazdım bir türlü.
Din dersinin olduğu günlerden biriydi. O gün yazılı olacaktık. O gün yapılacak olan sınavda “10” almayı koymuştum kafama. Hatta sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’la bahse bile girdik, o gün yapılacak yazılıdan “10” alacağıma dair.
Sıra arkadaşım Ercan:
—10 alamazsın, dedi bana.
—Neden? diye sordum.
—Sûreleri doğru yazamıyorsun çünkü…
—Kopya çekerim…
—Kusura bakma ama onu hiç yapamazsın, dedi
—Neden? dedim.
Ercan:
—Kopya çekmek her babayiğidin kârı değil de ondan. Elin ayağın dolanır birbirine. Bu işi yapamazsın, boşuna yorma kendini. Bir de yakalanırsan “0”ı alır oturursun kıçının üstüne. O zaman daha kötü olur. Yol yakınken gel vazgeç bu sevdadan, dedi bana.
Ercan’la aramızda bu konuşma yaşanırken ders zili çaldı. Yazılı olacağımız önceden bize haber verildiği için zil çalar çalmaz herkes yerine oturup kâğıdını, kalemini hazırladı. Başladık öğretmeni beklemeye. Gelmesini beklediğimiz öğretmen sınıfa girer girmez zaman yitirmeden soruları sormaya başladı. Demirbaş sorumuz “Kevser Sûresiydi” bu kez.
Soruların sorulması bitmiş, sıra yanıtlanmasına gelmişti. En iyi bildiğim sorulardan başlayarak yanıtlamaya koyuldum. Bir süre sonra “demirbaş soru” hariç soruların tamamını yanıtladım. Sırada “Kevser Sûresi”nin yazılmasına gelmişti. Sûreyi ezbere okumayı çok iyi bilmeme rağmen yazarken hatalar yapıyor ve eksiklerim oluyordu. İşte o eksiklerimi tamamlamak ve hatalarımı gidermek için başladım kopya çekmeye. Daha doğrusu kopyaya teşebbüs etmeye. Öğrencilik yaşamım boyuna ilk kez böyle bir yola başvuruyordum. Neyin nasıl yapılacağını bilmiyordum. Acemisiydim işin. Sağ elimi yazı yazıyormuş gibi sürekli hareket halinde tutarken, sol elimle de masanın gözündeki çantamın içinden Din Dersi kitabımı çıkarmaya çalışıyordum. Ama olmuyor, kitabı çantamın içinden çıkaramıyorum bir türlü. Sıra arkadaşım Ercan’ın dediği gibi elim ayağım birbirine dolanmaya başladı. Yüzümün kızardığını fark ediyorum. Bedenim alev alev yanıyor, soğuk soğuk terler döküyorum. Ama buna rağmen bir türlü vazgeçmek istemiyorum kopya çekme girişiminden. Moral vermeye çalışıyorum kendi kendime. Hâlâ kopya çekebileceğimi kanıtlamaya çalışıyorum sıra arkadaşım Ercan’a. Ama olmuyor, edemiyorum bir türlü. Sanki on kişi engelliyormuş gibi kitap çıkmıyor çantamdan. Daha doğrusu çıkaramıyorum.
Benim kopya çekmeye çalıştığımı fark eden öğretmen kalktı oturduğu sandalyeden. Doğruca geldi yanıma. Aldı elimden yazılı kâğıdımı. Sonra:
—Senin iyi bir öğrenci olduğunu bilmesem kopya muamelesi yapar, sıfırı basardım sana. Ama…
—Ben kopya çekmiyordum hocam, silgimi çıkarmaya çalışıyordum çantamdan, dedim.
—Hadi canım sende. Bal gibi kopya çekmeye çabalıyordun. Ama beceremedin o ayrı mesele. Gel beni dinle yol yakınken vazgeç bu sevdadan. Söz ver bana bir daha kopya çekmeyeceğine dair. Yoksa kopya muamelesi yaparım. Zararlı çıkan sen olursun, dedi öğretmenimiz.
—“Tamam, hocam” diyerek bir daha kopya çekmeyeceğime dair söz verdim hocamıza. Hoş söz vermesem de bu işi bir daha yapamazdım ya…
Böylece bu ilk kopya çekme girişimim, aynı zamanda öğrencilik yaşamımın da son kopyası oldu.
 
Bıçaklanıyorum
Elazığ Atatürk Ortaokulu’nun ikinci sınıfında okuyorum. Okulların kapanmasına yaklaşık bir aylık bir zaman kalmıştı. Eğitim-öğretim yılının son yazılıları başlamıştı artık.
Tabiat Bilgisi dersinin son yazılısı vardı o gün. Öğlenci olmama rağmen o gün erkenden kalktım kahvaltımı yaptım. Yazılı sınavına hazırlanmam gerekiyordu çünkü. Kahvaltı sonrasında giyindim üstümü başımı. Aldım elime Tabiat Bilgisi ders kitabı ile defterimi. Çıktım, amcamların evinden az ilerideki kırlara doğru.
O gün her zamankinden daha berraktı, mavi derinlikleri daha belirgin çizgilerle çizilmişti gökyüzünün. Yalnız gökyüzü değil, altın sarısı ışıklarıyla gezegenimizi aydınlatan Güneş de bir başka gülümsüyordu o gün Tabiat Ana’ya.
Acaba: “Bundan önce de her gün böyle idi de ben mi sorunlarıma gömüldüğüm için hiçbir şeyin farkında değildim? Yoksa gerçekten bu günü öteki günlerden farklı kılan başka bir şey mi vardı?” diyorum kendi kendime. Bunu bilmiyorum. Ama çok iyi bildiğim bir şey vardı. O da; o gün her şeyin gözüme bir başka görünür olmasıydı.
Amcamların evlerinden kırlara doğru adım adım ilerlerken kendimi öylesine kaptırmışım ki derse şehir evlerinin çoktan sona erdiğini, kırların başladığını çok sonradan fark edebildim ancak. Papatyalar, gelincikler, kır çiçekleri; canlanan börtü-böcek; havada özgürce uçuşan kelebekler; cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar ayrı bir güzellik katıyordu, yeşilin açıklı-koyulu tonlarıyla bezenen Tabiat Ana’ya.
Akıp giden bir çeşme duruyordu, baharın coşkulu sularının biraz daha derinleştirdiği açıkça görülen küçük bir derenin öte yanında, ortasında bir havuz bulunan bahçenin hemen yanı başında. Kavak ağaçlarıyla çevrelenmişti, havuzun dört bir yanı. Çitle örülmüş gibiydi etrafı. Ağır ağır ilerliyorum beni büyüleyen o manzaranın ortasından. Geçiyorum küçük dereyi. Sonra birkaç adım daha yürüyorum ve sonunda varıyorum çeşmenin başına. Buz gibiydi, çeşmenin şarıl şarıl akan suları. Elimi yüzümü yıkıyorum önce. Ardından da kana kana içiyorum, çeşmenin buz gibi suyundan. Sonra da oturuyorum çeşmenin az ötesindeki tümseğimsi yere.
Oturduğum o tümsekçe yerden içi yosun tutmuş beton havuzun suyunda yüzmek, onunla koyun koyuna olmak, beden bedene sarılmak, kimseciklerin bilmediği bir dilde dertleşmek, ona şiirler okumak, ondan bildiği ve yaşadığı tüm aşk öykülerini bana anlatmasını istiyorum. Ama bu mümkün olmuyor. Çünkü engel var arada. Önce o engeli kaldırmam gerekir aradan. Malum yazılı var o gün. “Yazılıya hazırlanmam lazım” diyerek özür diliyorum havuzun suyundan. Söz veriyorum kendisine bir başka zaman gelip kendisiyle dertleşeceğime.
Ama onun sularında:
—Vırak… vırak… diye bağrışan kurbağaları;
O havuzun, ortasında yer aldığı bahçenin içindeki kavak ve meyve ağaçlarının zümrüt yeşili yapraklarıyla bezenen dallarında:
—Cikkk… Cikkk… diye ötüşerek daldan dala zıplayan serçeleri;
Çeşmenin hemen kuzeyinden başlayarak basamak basamak yükselen kırları desen desen dokuyan, renk renk bezeyen öbek öbek kır çiçeklerinin birinden ötekine konarak:
—Vızzz… Vızzz… diye uçuşan bal arılarını;
Çeşmeden dört bir yana doğru uzanan tarlalardaki gelinciklerin, papatyaların, kır çiçeklerinin incecik dallarına konan renga renk kelebekleri, çiçekten çiçeğe dolaşan böcekleri, katar katar dizilen karıncaları doyasıya izleyerek çalıştım, Tabiat Bilgisi dersini.
Ne güzel bir duygudur, bir bilseniz tadına doyum olmayan tabiatın tam orta yerinde Tabiat Bilgisi dersini çalışmak.
Aradan bir hayli zaman geçmişti. Okul saatinin yaklaşıp yaklaşmadığını öğrenmek için ilk sahip olduğum “NACAR” marka kol saatime bakıyorum. Kol saatim bir hafta- on günlüktü henüz. Amcamlar almışlardı bana.
Mahallelerinde şehir suyu şebekesi bulunmadığı için evlerinin yakınındaki bir çeşmeden para karşılığında kendilerinin su ihtiyacını karşılayan Saka Ali Dayı’nın işine son veren amcamlar, bu işi bana havale ettiler. Okulların açılışının üzerinden yaklaşık bir aylık bir zaman geçmişti amcamlar, bu işi bana havale ettiklerinde. Neyse ki fazla uzun sürmedi. Okulların kapanmasına yaklaşık bir ay kala mahalleye şehir suyu şebekesi döşenip evlere su verilmeye başlanır olunca bana tevdi edilen görev sona erdi.
Böylece altı ay boyunca her günün seherinde sıcak-soğuk demeden, yağmura-çamura aldırmadan, kar- yağmur dinlemeden yaklaşık 100 m. uzaklıktaki çeşmeden su taşıdım amcamlara.
Her gün:
—Simitçi… Taze simit geldi… Simitler gevrek gevrek… Kazan gevreği geldiii…
Diyerek seherin sessizliğini bozan simitçi çocukların sesiyle uyanırdım. Uyanırken de mışıl mışıl uyuyan ev halkını rahatsız etmemek için büyük bir sessizlik içinde giyinirdim üstümü, başımı. Sonra Saka Ali Dayı’dan miras kalan omuzluğu omzuma, helkeleri de elime alarak çıkardım evden dışarı. Seherin alaca karanlığında çeşmeye koşar, sıraya girerdim. Bazen birinci olurdum, bazen ellinci… Hiç belli olmuyordu. Çoğu zaman kargaşalar, hatta kavgalar yaşanırdı sıraya uyulmadığı için. Sıra bana gelince doldururdum helkelerimi, koyardım bir tarafa. Helkelerimin tamamını doldurduktan sonra da onları ikişer ikişer taşırdım eve.
İşte amcamlar, kendilerine verdiğim bu hizmetten ötürü “NACAR” marka bir kol saati almışlardı bana. 
Amcamlar tarafından bana alınan bu kol saatime baktığımda zamanın bir hayli ilerlediğini ve okul vaktinin yaklaştığını gördüm. Bu, seyrine doyamadığım o büyüleyici tabiattan ayrılma zamanının geldiğini gösteriyordu bana.
Kapattım, kitabımı, defterimi. Hemen kalktım oturduğum tümseğimsi yerden. Bir daha elimi- yüzümü yıkadığım çeşmenin buz gibi suyundan içtim kana kana. Aldım kitabımı defterimi elime. Ayrıldım, bir daha geleceğime dair kendisine söz verdiğim havuzdan. Bir yandan okuduklarımı tekrar edip ağır adımlarla yürürken, öte yandan da kırların çiçek kokulu havasını, Tabiat Ana’nın bahar armağanı olarak soluyup bayram ettiriyorum ciğerlerime.
Bahar yağmurlarından oluşan coşkulu sellerle biraz daha aşınarak derinleşen dereden geçerek gidiyorum karşı tarafa. Yürüyorum kırlarla kucaklaşan evlere. Tam da bu sırada:
—Biraz bekler misin? dedi biri bana.
—Neden? diye sordum.
—Buranın yabancısıyım ben. Akrabalarım var burada. Onlara gitmek istiyorum ama ne yol biliyorum ne de yolak, dedi.
—Nerede oturuyor akrabaların? dedim.
—Yeni Mahalle’de, dedi.
—Ben de bilmiyorum orayı…
—N’olur yalvarıyorum yardımcı ol bana…
—Gel, şu karşıki evlerden sorar öğreniriz mahallenin yerini, diyorum.
—Beni bekle o zaman…
—Tamam. Bekliyorum gel, diyorum.
Ben, derenin batısındaki tepede bulunuyordum. Burası, bize en yakın evlere yaklaşık 150 m. uzaklıktaydı. Orada durup benden yaklaşık 30–35 m. uzaklıktaki yabancının yanıma gelmesini bekledim.
Kendisini beklediğim yabancı, adım adım yaklaşıyordu bana. Yaklaştıkça 25–30 yaşlarında iri-yarı yapılı bir genç olduğu, saçı-sakalı birbirine karıştığı ve korkunç bir yapısı bulunduğu çıkıyordu ortaya. Yanıma gelince hiçbir şey demeden bir eliyle kolumdan sıkı sıkıya tutarken, öteki eliyle de tuttuğu bıçağı rastgele saplamaya başladı bedenime. Kanlar akmaya başladı, bıçağın saplandığı yerlerden.
Ben, kanı görünce bir yandan:
—İmdat! Kurtarın beni diyerek avazımın çıktığı kadar bağırırken öte yandan da kendimi, rastgele bedenime bıçak saplayan yabancının elinden kurtarmaya çalışıyorum. Ama nafile. Ne ben kendimi kurtarabildim o zalimin elinden, ne de o insafa gelip bıçaklamaktan vazgeçti beni.
Bulunduğumuz yerden yaklaşık 150 m. kadar uzaklıktaki evlerin önünde kulaklarıyla çığlıklarıma, gözleriyle de durumuma tanıklık eden kadınlar bir yandan:
—Çabuk yetişin! Çocuğu kurtarın o zalimin elinden, diyerek çığlık çığlığa bağrışırlarken, öte yandan da son sürat koşuyorlardı bize doğru.
Bu arada ben, kendimden geçip yere yığılınca beni öldü sanan o zalim yabancı, mahalleli kadınlar henüz bize ulaşamadan kaçarak uzaklaşır oradan.
Neticede imdadıma yetişen mahalleli kadınlar tanırlar beni. İçlerinden biri Haydar Amcamlara haber vermeye giderken, ötekiler de benim, yakınımızda bulunan hastaneye kaldırılmama yardımcı olurlar.
Kendime gelip gözlerimi açtığımda iki yataklı bir hastane odasında buldum kendimi. Ne gömlek vardı üzerimde, ne de atlet… Yarı çıplak bir şekilde yatıyordum yatağın birinde. Serum takılmıştı sağ koluma. Biri sol elimde, ikisi sol kolumda, üçü de göğsümün sol üst kısmında olmak üzere sargı vardı, bedenimin altı yerinde. Evet, biri kalbime yakın, göğsümün sol üst kısmındaki iki tanesi ciddi olmak üzere altı bıçak darbesi almıştım, bu talihsiz olaydan.
Bir yanımda Haydar Amca’m, öteki yanımda yengem duruyordu. İkisinin de gözleri kızarmıştı, ağlamaktan. Akan gözyaşlarının izi duruyordu, yanaklarında. Ben gözlerimi açmaya başlayınca tekrar buğulanmaya başladı, ikisinin gözleri. Onları o halde görünce benim de göz pınarlarımdan boncuk boncuk yaşlar akmaya başladı, yanaklarımdan aşağı.
—Ağlama yavrum korkulacak bir şeyin yokmuş, ucuz atlatmışsın olayı. Birkaç saat müşahede altında tutacaklar hepsi o kadar. Sonra taburcu edecekler, evimize gideceğiz dedi, Haydar Amca’m.
Benim hastaneye kaldırılmama yardımcı olan mahalleli kadınlar da duruyorlardı, orada. Onların da gözleri yaşlıydı. Hepsi birlikte:
—Geçmiş olsun oğlum. Kimdi o canavar, tanıyor musun, ne diye bıçakladı seni? dediler.
Başladım olayı anlatmaya. Ben anlattıkça oradakilerin hepsi ağlamaya başladılar. Ben, son sözlerimi söylüyordum ki iki polis girdi içeri. Bu kez de onlar:
—Tanıyor musun seni bıçaklayanı? Daha önce hiç görmüş müydün kendisini? Ne dedi sana, neden bıçakladı seni? Tahminen kaç yaşlarındaydı? Boyu uzun muydu, kısa mıydı? Gözlerinin rengi, saçlarının biçimi nasıldı? Ten rengi nasıldı? Sarışın mıydı, esmer miydi? Şalvar mı vardı üzerinde, pantolon mu giyinmişti? Ayağında ayakkabı mı vardı, lastik mi? Türünden pek çok soru sordular bana. Anımsayabildiğim kadarıyla yanıtladım sorularını, polislerin. Yazdıkları tutanağı imzalattılar bana. Sonra da çıkıp gittiler odamdan.
Yirmi dört saat müşahede altında tutulduktan sonra amcamın talebi üzerine bana bir haftalık istirahat raporu düzenleyen doktorlar, sonunda taburcu ettiler beni. Ardından da Haydar Amca’ma:
—Beklenmedik herhangi bir durum söz konusu olursa zaman yitirmeden hemen hastaneye getirin, diye tembihte bulundular.
Doktorlar tarafından düzenlenen istirahat raporunu, reçeteyi ve taburcu belgesini alan Haydar Amca’m ve yengemle birlikte hastane önünde bekleyen faytonlardan birine binerek vardık eve. Biz eve vardığımızda güneş batıp gün akşam olmuştu. Bizim eve vardığımızı haber alan komşularımız; “geçmiş olsun” dileklerini iletmek üzere doluştular, amcamların evine. Ertesi günün sabahında Haydar Amca’m, bir haftalık istirahat raporunu okul idaresine iletmek üzere okula giderken, yengemle ikimiz de bindik faytona, vardık hastaneye. Dikişler alınana değin yengemle ikimiz, her gün pansuman için hastaneye gidip geldik.
Resmi makamlarca yürütülen tahkikat sonucu hakkında herhangi bir bilgi verilmedi, bize. Ancak sağdan soldan duyduklarımıza bakılırsa beni bıçaklayan o canavar, sürekli oraya gelip esrar içenlerden biriymiş ve benden önce de birkaç kişiyi bıçaklamıştır.
 
Kara Tren 
 
Tarih, 1960’ların ilk yarısıydı. Ortaokulun son sınıfına geçmiştim. Köyümde sevdiklerimle birlikte geçirdiğim bir yaz tatilinin sonuna gelmiştim. Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Köyden ayrılmam gerekiyordu artık. Bir sonbahar gününün sabahında köydekilerle vedalaştıktan sonra Elazığ’a gitmek üzere babamla birlikte yola çıktık. Tunceli’den Elazığ’a gidecek sabah otobüsünü kaçırmamak için yürüyoruz hızlı hızlı. Yaklaşık iki saatlik yolu bir buçuk saatte kattettik. Ama Tunceli-Elazığ karayolu güzergâhına geldiğimiz zaman ilk otobüsü kaçırdığımızı öğrendik. Günde sadece iki otobüs çalışıyordu o zamanlar Tunceli’den Elazığ’a. İlk otobüsü kaçırdığımız için öğlen vakti kalkacak ikinci otobüsü beklememiz gerekiyordu. Beklerdik beklemesine ama onda da yer bulamama korkusu vardı içimizde. Bu durumda ya yolculuğu bir sonraki güne erteleyip köye geri dönmemiz ya da o zamanlar otobüs ücretinin yarısına yolcu taşımacılığı yapan brandasız kamyonla yolculuk yapmamız gerekiyordu.
Babam:
-“Köye geri döneceğimize brandasız kamyonla gidelim” dedi.
-Sen bilirsin, dedim.
-Bir daha aynı yolu teperek köye dönmenin bir anlamı yok, dedi babam.
 Babamın bu kararından sonra brandasız kamyonu beklemeye koyulduk. Bir süre bekledikten sonra brandasız kamyon uzaktan belirmeye başladı. Babamla ikimiz de orada bekleyenlerle birlikte yanıbaşımızda duran brandasız kamyona bindik. Sayıları kırkı bulan insanın yanı sıra biri inek, ikisi dana, dokuzu da koyun olmak üzere toplam on iki de hayvan vardı, bindiğimiz kamyonun içinde.
Bu sayı, kamyon ilerledikçe daha da artmaya başladı.
Brandası dahi bulunmayan bir kamyonla yaklaşık iki saatlik bir yolculuğa imza atmak akıllı insanın yapacağı bir şey değildi aslında. Hele hele korkudan içinizin dışınıza çıktığı yüzde seksen meyile sahip “Mercimek Virajları”nın biri bitmeden ötekinin başladığı keskin dönemeçlerinde aşağıya doğru yol almak korkuların en büyüğüydü. Ama ne yazık ki o dönemlerde halkımız zorunlu kılınmıştı, bu çile dolu yaşama.
Bir yandan tepemizde yumurta pişiren kızgın güneşin yakıcı ışınları, öte yandan yolların tozunu üzerimizden, hayvanların sidik ve dışkı kokularını burnumuzdan eksik etmeyen rüzgâr, bizi halsiz bırakmış ve hepimizi perişan etmişti. Elazığ’a, Haydar Amcamlara varıp hemen duş aldıktan ve bir gün dinlendikten sonra ancak kendimize gelebildik.
Okul için gerekli olan ihtiyaçlarımı karşılayan babamı Elazığ’dan köye yolcu ettikten birkaç gün sonra okullar açıldı. Neşem yerindeydi o yıl. Zira hem evde samimi bir ortamın oluşması, hem de okuldaki ilişkilerimin gelişmesinden ötürü zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile değildim. Bunların yanı sıra bir de yürekten sevdalandığım bir sevgili bulunca kendime diyecek kalmadı keyfime. Bütün dünya benim olurdu onunla birlikte olduğum zaman. Esir almıştı beni. Ondan başka hiçbir şey görünmezdi gözüme. Hayallerimi de düşlerimi de süsleyendi, O. Yalnız benim değil, aynı zamanda milyonların da sevgilisiydi, O. Kimi zaman sevginin en yücesine değer görülürken, kimi zaman da nefretin ve hakaretin en ağırına maruz kalırdı. Ama hemen herkes en az nefret ettiği kadar da baş tacı ederdi onu. O, kimi zaman bir kavuşturucu, kimi zaman da bir ayırıcıydı milyonların gözünde. Kimi zaman dört gözle yolu beklenirken, kimi zaman da bir an önce gitmesi istenirdi onun.
—Kimdi bu denli bir öneme sahip olan bu sevgili?
—Kara Tren’di…
—Hayır, hayır yanlış duymadınız. Adı,“Kara Tren”di bu sevgilinin. Ona sevdalanmıştım, ben. Gönlümü çalan sevgili oydu. Hem de ilk görüşte tutulmuştum ona.
—Nasıl çalmıştı gönlümü?
Üçüncü sınıfında okuduğum Elazığ Atatürk Ortaokulu’nun bahçesinden yaklaşık 150 m.kadar uzaktaydı Elazığ Garı. Okulumuzun Gar’a yakınlığından ötürü hemen her fırsatta dizi dizi vagonlardan oluşan Kara Tren’i izlemek üzere koşardım, Gar’a. Çünkü yolculardan kiminin binmek, kiminin inmek için oradan oraya koşuşturmalarını izlemek doyumsuz bir haz veriyordu bana. Bizim bir köylümüz vardı. Oldukça saftı kendisi. Müslim’di adı. Benim Kara Tren hakkında düşündüklerimin aksini düşünürdü o. Kardeşi Hasan’ı Elazığ Garı’nda Kara Tren’e bindirerek askere yolculayan Müslim: “Kardeşimi benden ayırdı götürdü” diyerek kızardı “ayırıcı” gözüyle baktığı Kara Tren’e. Ama ben, bir “ayırıcı” değil bir “kavuşturucu” olarak görürdüm onu. Ona sevdalanmam da bundandı. Küçük yaşta sılamdan ayrı yaşadığım için Kara Tren’in, günün birinde beni de sılama ve yarenlerime götüreceğini, onlarla buluşturacağı hayaliyle sevdalandım ona. Bu hasret, sevdaya dönüştü. Ve ben sevdalanmıştım Kara Tren’e. Bu öylesine onulmaz bir sevdaydı ki onun uzun uzun düdüğünü öttürmesi, çufff… çufff… çufff… diye sesler çıkarması alır götürürdü beni benden.
Zaman zaman Gar’a girişi ya da Gar’dan ayrılışı çakışırdı bizim teneffüs saatlerimizle. Hemen koşardım Gar’a. İzler dururdum onu dakikalarca. Öylesine dalardım ki onu izlemeye, izlerken ilişkim kesilirdi dış dünyayla. Dalardım hayal âlemine. Gözlerim görüntü görmezdi, onun görüntüsünden başka. Kulaklarım ses duymazdı, onun sesinden başka. Bundan ötürü okulumuzun derse giriş zilini duymazdım çoğu zaman. Geç kalırdım derslere. Geç kaldığım için defalarca çarptırıldığım “Tek Ayak Üzerinde Bekleme Cezası”nı unutmam mümkün değil.
Yine o bildik günlerden biriydi. Teneffüse çıkış zili çalmış ve biz okul bahçesine çıkıyorduk. Tam o sırada çufff… çufff… çufff… seslerini duydum Kara Tren’in. Başladım, müsabakaya katılan bir atlet hızıyla Gar’a doğru koşmaya. Oraya varınca oturdum her zamanki yerime. Başladım o bildik manzaraları izlemeye. Öylesine dalmışım ki Kara Tren’i izlemeye. Dış dünya ile ilişkim kesilmiş ve ben, çalan giriş zilini duymamıştım yine. Aklım başıma gelip oturduğum yerden kalktığım zaman ders zili çalmış, herkes çoktan sınıflara girmişti. Kapı nöbetçisinin dışında kimse yoktu okulun bahçesinde. Mevsim sonbahardı. Kasım ayının son günleriydi. Havalar oldukça soğumuş. Karın eli kulağındaydı. Ha yağdı, ha yağacak… Üşümesin diye iki elimi pantolonumun yan ceplerine koyarak koşmaya başladım okula doğru. Bahçe kapısından içeri girdiğimde ayağım takıldı bahçe kapısının alt demirine. Ve ben, sağ kolum bedenimin altında kalacak şekilde yere düştüm. O anda dayanılmaz bir acı ve şiddetli bir ağrı hissettim sağ kolumda. Kalkamaz oldum düştüğüm yerden. Ayağa kalkmama yardımcı olan dış kapı nöbetçisinin haber vermesi üzerine yanıma gelen nöbetçi müdür yardımcısı tarafından Elazığ Devlet Hastanesi’ne götürüldüm. Orada çekilen röntgen filmi neticesinde sağ kol dirsek kemiğimin çatladığı anlaşıldı. Acı ve ağrılarımı dindirecek bir iğne yapılıp ilaç verildi bana. Hemen ardından sağ kolum alçıya alındıktan ve reçetem yazıldıktan sonra, beni hastaneye götüren müdür yardımcısı ile birlikte döndük okula.
Uzun zaman alçıda kalan sağ kolum ne okula gitmeme engel oldu, ne de ders çalışmama… Bundan ötürü ne okuldan ayrı kaldım, ne de tutkulu olduğum biricik sevdam Kara Tren’den… Sadece yazı yazmakta güçlük çekiyordum biraz. Sağ olsunlar o konuda da yardım edenlerim vardı benim. Okulda sıra arkadaşım Kebanlı Ercan, evde amcakızları… Hatta sol elimle bile yazı yazar duruma geldim.
Biri alçı alınırken, öteki de daha sonradan olmak üzere iki kez hastaneye kontrole gittim. Son kontrole gittiğimde doktorlar: “Bu durumda Beden Eğitimi derslerine katılman tehlikeli olur” dediler. Bundan ötürü isteğim üzerine öğretim yılı boyunca Beden Eğitimi derslerine katılmamam gerektiğine dair bir “rapor” verildi bana. Raporu götürüp okul idaresine verdim. Okul idaresi de Beden Eğitimi dersi hocamızı bilgilendirir bu konuda. Okul idaresi tarafından bilgilendirilen Beden Eğitimi dersi öğretmenimiz, bir Beden Eğitimi dersi öncesinde beni yanına çağırarak:
—Bak yavrum, idareden rapor aldığını söylediler bana. Ama bu, senin Beden Eğitimi derslerine katılmayacağın anlamına gelmez. Beden Eğitimi derslerinin tümüne katılacaksın. Sadece etkinliklere iştirak etmeyeceksin haberin olsun dedi, bana.
-Olur hocam, diyerek yanından ayrıldım.
Perşembe günlerinin son iki saatiydi, tamamı okulun spor salonunda yapılan Beden Eğitimi dersimiz. İki ders saati boyunca sınıf arkadaşlarım, spor salonunda kasa-minder hareketleri ve öteki etkinlikleri yaparlarken ben, kazık gibi dikilir dururdum orada.
Rapor aldıktan birkaç hafta sonraydı. Bir Beden Eğitimi dersi öncesinde sıra arkadaşım Kebanlı Ercan:
—Sen enayi misin oğlum? dedi bana.
—Neden?
—Nedeni var mı oğlum? Hem raporun var, hem de iki ders saati boyunca öyle kazık gibi dikilip duruyorsun orada…
—Ne yapayım?
—Ne bileyim. Çık git, gez, dolaş…
—Gidemem…
—Neden?
—Yok yazılırım da ondan…
—Canım sana kaçak git diyen mi var sanki?
—Nasıl olacak peki?
—Her hafta ayrı bir yalan söyler, öğretmenden izin alır, gider, gezer, dolaşırsın keyfince.
—Olur mu?
—Neden olmasın ki?
Aramızda geçen bu konuşmanın sonrasında uydum, sıra arkadaşım muzip Ercan’ın aklına. Hemen bir yalan planladım. Planladığım bu yalanı yaşama geçirmek üzere harekete geçtim. Av bekleyen avcı gibi önezeye çekilip tetikte beklemeye başladım.
Günlerden perşembeydi. Her Perşembe olduğu gibi o günün de son iki saati sınıfımızın Beden Eğitimi dersiydi. Dersten bir önceki teneffüs saatiydi. Sınıf arkadaşlarım derse hazırlanmak üzere spor salonunun soyunma odalarına giderlerken, ben de Öğretmenler Odası’na gittim doğruca. Tıkladım kapıyı, girdim içeri. Oturmuş masada çay içiyordu, Beden Eğitimi dersi hocamız. Hemen vardım yanına. Önce hazır ol vaziyetine geçip selam verdim. Ardından da esas duruşumu bozmadan eğilerek kulağına:
—Bana bu son iki ders saati için izin verebilir misiniz? diye fısıldadım.
—Ne yapacaksın?
—Hocam bir süre önce İstanbul’dan misafirliğe gelen amcamlar, bugün trenle İstanbul’a dönecekler. Onları yolcu etmeye gideceğim, dedim.
—Sınıfa çık beni bekle, geliyorum, dedi.
—Baş üstüne deyip tekrar selam verdikten sonra Öğretmenler Odası’ndan dışarı çıkıp sınıfa geçtim.
Bir süre sonra ders zili çaldı. Öğrenciler sınıflara girmeye başladılar. Koridorlarda oluşan sessizliğin ardından sınıfa giren Beden Eğitimi hocamız yanıma geldi:
—Amcanlar nereye gidiyorlardı senin? diye sordu.
—İstanbul’a efendim…
—Bugün mü?
—Evet …
—Neyle gidecekler?
—Trenle efendim…
—Demek ki amcanlar bugün trenle İstanbul’a gidecekler, sen de onları yolcu etmek üzere izin istiyorsun benden, öyle mi?
—Evet efendim…
Bu sırada tokatlar art arda patlamaya başladı suratımda. Neye uğradığımı şaşırıp kaldım. Cin çarpmışa döndüm. Art arda suratıma inen tokatlardan ötürü şimşekler çakar oldu gözlerimden.
Bir ara durur gibi yapan hocamız:
-Demek ki amcanlar bugün trenle İstanbul’a gidecekler? diyerek aynı soruyu bir daha sordu bana.
Ama bende jeton düşmüş değil hâlâ.
—Evet, efendim...
Tokatlar bir daha inmeye başladı suratıma. Hocamız bir yandan var gücüyle bana tokat atmaya devam ederken, öte yandan da:
—Yalan söyleme bana, diyerek uyarıyor beni.
Ama ben:
—Yalan söylemiyorum, diyerek hâlâ yalan söylemekte ısrar ediyorum.
Sonunda tokat atmaktan vazgeçen hocamız:
—Bildiğim şeyi bana yutturmaya çalışıyorsun oğlum. Bir başka yalan söyleseydin belki inanırdım, dedi.
Erkek adam döner mi sözünden, Bektaşi misali. Ben hâlâ söylediğim yalanda ayak diretip duruyorum.
xxx
Günün birinde Bektaşi’ye:
—Kaç yaşındasın Baba Erenler? diye sorarlar.
—Kırk beş der, Bektaşi.
O sırada kendisini tanıyanlardan biri dayanamayıp:
—Baba sen yirmi yıl önce de kırk beş yaşındayım demiştin. Nasıl olur bu? diye sorar.
Hazır cevap Bektaşi hemen yapıştırır cevabı:
—Ne yani sözümden mi döneyim, der.
xxx
Ben de Bektaşi misali sözümden dönmüyor ve hâlâ:
—Yalan söylemiyorum hocam, deyip diretiyorum yalan söylemekte.
Hocamız:
—Bak yavrum ben İstanbulluyum. Trenle sık sık gider gelirim İstanbul’a. Ama Perşembe günleri değil. Çünkü tren İstanbul’a sadece pazartesi, çarşamba ve cumartesi günleri gider buradan. Bu da senin yalan söylediğinin kanıtıdır, dedi.
Yapacak bir şey kalmamıştı artık. Foyam ortaya çıkmıştı. Hocamızın bu sözleri üzerine yalanımı sürdüremeyeceğimi anladım. Ve:
—Özür dilerim hocam…
diyerek yalan söylediğimi kabul ettim ve gerçeği olduğu gibi anlattım kendisine.
Bunun üzerine gözlerimden öperek gönlümü almaya çalışan hocamız:
—Bunları baştan söyleseydin bütün bunlar olmayacaktı, diyerek pişmanlığını dile getirdi.
—İzin vermezsiniz diye doğruyu söylemedim dedim
—Böyle daha mı iyi oldu yani?
—Böyle olacağını hiç düşünmemiştim, dedim.
—Tamam, anlaştık gidebilirsin şimdi. Ama bir daha bu yola başvurma. Canın sıkıldı mı yanıma gel, kulağıma fısılda yeter. Şimdi gidebilirsin dedi.
Aramızda geçen bu konuşmanın ardından hocamızla birlikte sınıftan çıkıp indik merdivenlerden aşağı. O, spor salonuna doğru yönelirken, ben de kapıdan dışarı çıkarak uzaklaştım okuldan.
xxx
Hâlbuki Elazığ Garı’na her gün, sevdalısı olduğum o kadar çok Kara Tren gelir giderdi ki sayısını bilmek olanaklı değildi. Her gün o kadar çok tren gelip gidince ben de öyle zannederdim ki otobüs gibi tren de her gün her yere gidiyor. Meğer işin aslı öyle değilmiş. Ama ben nereden bilebilirdim Kara Tren’in İstanbul’a sadece pazartesi, Çarşamba, cumartesi günleri çalıştığını. Hele hele hocamızın İstanbullu olacağı hiç yoktu hesapta.
Böylece ben, sevdalısı olduğum Kara Tren’in yüzünden defalarca “Tek Ayak Üzerinde Bekleme Cezası”na çarptırıldım. Sol kol dirsek kemiğimi çatlattım. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de dayak yedim. Hem de sayısını bilmediğim kadar. Ama doğrusunu söylemek gerekirse suçlu olan Kara Tren değildi…
Nene lazım senin. Ne deyi beceremediğin işleri yapmaya kalkışırsın ki. Beceremeyeceğin işleri yapmaya kalkışırsan işte böyle yüzüne gözüne bulaştırırsın. Ne doğru dürüst âşık olmayı becerebildim, ne de yalan söylemeyi…
Ama bu olaydan çok önemli bir ders çıkardım.
—Neydi bu ders?
—Anlatayım…
Öğretmenimiz bana: “yalan söylüyorsun” dediği zaman ben, ne hocamızın İstanbullu olduğu için trenle sık sık İstanbul’a gidip geldiğini biliyordum, ne de Kara Tren’in İstanbul’a sadece pazartesi, çarşamba ve cumartesi günleri çalıştığını…
Bundan ötürü hocamız, bana: “yalan söylüyorsun” dediği zaman bütün bu gerçekleri göz ardı ederek hemen suçlu aramaya koyuldum. İçimden: Öğretmenimiz yalan söylediğimi nerden biliyordu ki bana: “yalan söylüyorsun” diyordu. Benim yalan söyleyeceğimi yalnızca sıra arkadaşım Kebanlı Ercan biliyor, diyorum.
Eee... “Bunu kesin Ercan deyyusu gidip söylemiştir. O gammazlamıştır beni.” diyerek hemen suçlamaya başladım onu.
—Ben bunun hesabını sormaz mıyım sana? diyerek diş bilemeye başladım, sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’a.
Öğretmenimizin gerçeği açıklamasından sonra anlaşıldı ki durum benim düşündüğüm gibi değilmiş. Utanç duydum kendimden. Kendimi suçladım. Sormadan, etmeden, gerçeği öğrenmeden Ercan’ı suçlu kıldığım için. Nefret ettirdi, tiksindirdi beni benden bu önyargı, bu yargısız infaz.
Bu olaydan sonra: “ Bir daha asla önyargıyla hareket etmeyeceğime ve yargısız infaz yapmayacağıma” dair söz verdim kendime.
Ertesi gün ilk işim, olayı ayrıntılarıyla kendisine anlattığım sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’dan özür dilemek oldu.
 
Öğretmenliğe Atılan İlk Adım
Her mevsimde olduğu gibi hazan mevsiminde de yapılacak işi çoktur, Anadolu köylüsünün. Bu işlerden biri de karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun kış mevsimi boyunca sofraların başyemeği olan pilavın temel maddesi olan bulgurun kaynatılması işidir. Her hazan olduğu gibi o hazan mevsiminde de büyük bir kalabalık, güzel bir şenlik, tatlı bir telaş vardı, köylünün birkaçının yıllık bulgurunu kaynatmak üzere kollarını sıvayıp koca koca kazanları kurduğu köy çeşmesinde. Köyün çeşmesinde bulgur kaynatanlar arasında bizimkiler de vardı.
Babamla ikimiz ambardan boşalttığımız buğdayları çuval çuval taşıyorduk, çeşmeye. Annem, babamla ikimizin çeşmeye taşıdığı buğdayları, köy çeşmesinin buz gibi sularında yıkadıktan sonra doldururdu, altında yanan koca meşe kütüklerinden ejderhanın dili gibi uzayan alevlerinin sıcaklığıyla fokur fokur kaynayan koca koca kazanlara. Bu kazanlarda pişen ve adına “hedik” denilen haşlanmış buğdayları, suları süzülsün diye sepetlere koyardık. Babamla ikimiz, sepetlerde suları süzülen bu hedikleri sepetlerle taşıdığımız harmanda, erken kurusun diye sererdik ince ince.
Babamla ikimiz, köy çeşmesinden harmana sepet sepet taşıdığımız hedikleri harmana yaydığımız sırada:
—Mehmet! diye seslendi Elazığ’dan yeni gelen köylümüz Haydar Yılmaz Ağabey.
—Efendim, diye yanıt verdim kendisine.
—Bir emanetin var gel de al onu, dedi.
Hemen koşarak yanına gittiğim Haydar Ağabey:
—Bir mektubun var, Haydar Amca’n gönderdi diyerek kapalı bir zarf verdi bana. 
Merak ettim doğrusu, kapalı zarfın içinde neyin olduğunu. Çünkü beklediğim hiçbir şey yoktu. Kendisine teşekkür ederek aldığım ağzı kapalı zarfı hemen orada açtım. Bir “Sınav Sonuç Belgesi” ile bir “Çağrı Yazısı” çıktı, ağzı kapalı zarfın içinden. Ortaokul Bitirme Sınavları öncesinde katıldığım “Öğretmen Okulları Giriş Sınavı”nı kazandığıma dair bir belge ile bir mülakata çağrı yazısıydı bunlar. Yazılı sınavı kazandığıdan mülakata çağırıyorlardı.
Mülakat Tunceli Öğretmen Okulu’nda yapılacağı için babamla birlikte mülakat tarihinden bir önceki gün Tunceli’ye vardık. Mahşeri bir kalabalık vardı, Tunceli’de. Tunceli, Tunceli olalı böyle mahşeri bir kalabalığı ilk kez görüyordu, galiba. Çünkü Tunceli’nin yanı sıra Elazığ, Bingöl ve Muş illerinden de mülakata katılmak üzere yüzlerce öğrenci yakınlarıyla birlikte akın etmişlerdi Tunceli’ye.
Mülakat; biri “Leyli (yatılı)”, öteki “Nehari (gündüzlü)” alınacak öğrenciler için olmak üzere iki bölümden oluşuyordu. Kazanamadığım birinci mülakatın sonrasında katıldığım ikinci mülakatı kazandım.
Diyecek yoktu keyfime. Çok mutluydum, kazandığım için. Sevinçten uçuyordum adeta. Çünkü Ulu Önder Mustafa Kemal’in: “Yeni Nesil Sizin Eseriniz Olacaktır” diyerek kutsal bir görev yüklediği “Muallimleri” yetiştiren Muallim Mektebi’nin öğrencisiydim artık.
Mülakattan bir süre sonra kayıtlar yapıldı. Okullar açıldığında kiralık bir ev ve birlikte kalabileceğimiz bir arkadaş grubu aramak oldu, ilk işim. Aramalarım fazla uzun sürmedi. Okulun açıldığı ilk haftanın sonunda hem birlikte kalabilecek bir arkadaş grubu, hem de kiralık bir ev buldum. Kiraladığımız ev; iki oda ve ön tarafı tamamen açık olan bir girişten oluşuyordu. Toprak damlı, çamur sıvalı, taştan örülme olan bu evin her odası sadece küçük birer pencereyle aydınlanıyordu. Ne suyu vardı, ne de elektriği… İlk kiracılarıydık, tabanı da damı gibi toprak olan bu evin. Zira öğrencilere kiralanmak amacıyla henüz o yıl yapılmıştı. Yaklaşık 15–20 m. uzağındaydı, Tunceli’yi ortadan ikiye bölen Munzur Irmağı’nın. Odaların birinde ben, Yusuf Çilek, Hıdır Kılıç ve Mustafa Temel; ötekinde de Zeynel Cengiz, Güzel Doğan, Yusuf Aslan ve Dedali Çelik kalıyorduk. Hepimiz de Tunceli İlk Öğretmen Okulu’nun öğrencileriydik.
Halı, kilim gibi bir yaygımız olmadığı için yataklarımızı doğrudan toprak tabanına serdiğimiz bu evin bir tarafı tamamen açık olan giriş bölümünü, mutfak olarak kullanıyorduk. Bu bölümde bulunan ocakta pişirirdik yemeklerimizi. Ne üstünde oturacak bir sandalyemiz vardı, ne de üzerinde yazı yazabileceğimiz bir masamız… Elektriğimiz olmadığı için ödevlerimizi yaparken de, derslerimizi çalışırken de titrek alevli gaz lambasının loş ışığından yararlanırdık. Çamaşırlarımızı yunarken de, banyomuzu yaparken de, yemeğimizi pişirirken de, bulaşığımızı yıkarken de hep yanı başımızdan akıp giden Munzur’un suyundan kullanırdık. Hatta içme suyumuzu bile… Munzur’un suyu bulanık aktığı zaman da helkelere doldurarak dinlendirdiğimiz sulardan içerdik. Çünkü ne bir pınar ne bir çeşme bulunuyordu yakını-mızda. Ne de şehir suyu vardı evimizde.
“Çilehane” adını vermiştik, bu evimize. Çünkü evden ziyade bir çilehaneyi andırıyordu, burası. Biz, oraya okumaya değil de Hindu çileciler gibi çile çekmeye gitmiştik, adeta. Doğu coğrafyasının karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışının egemen olduğu Munzur Vadisi’nde derinden derine uğuldayarak esen rüzgârdan, geçit vermeyen tipilerden, can alan soğuklardan korunmak için birilerinden ödünç aldığımız eski ve kırık odun sobasıyla ısıtmaya çalışırdık, çilehane adını verdiğimiz bu evi. Ama bilirsiniz boş soba ısıtmaz tek başına. Odun gereklidir, çevresini ısıtabilmesi için. O da bizde bulunmuyordu. Odun alacak paramız yoktu, çünkü. Eee… Doğu coğrafyasının karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışında ısınmamız mutlak bir ihtiyaç olduğuna göre bizim, bir şekilde bu eski ve kırık sobada yakacak odun bulmamız kaçınılmazdı.
Bu mutlak gereksinimimizi karşılayabilmek amacıyla hem orman sahiplerine, hem de orman muhafaza memurlarına yakalanmamak için kovadan boşanırcasına yağan yağmura, lapa lapa yağan kara, geçit vermeyen tipiye, uğuldayarak esen rüzgâra ve dondurucu soğuğa inat gecenin zifiri karanlığında yanımızda baltalar, tahralar, ellerimizde pilli el fenerleriyle dalardık, Munzur kıyısındaki ormanlık alana. Varırdık, ormandaki ağaçların en irisinin başına. Birkaç balta darbesiyle kökünden keser devirirdik yere koca meşe ağaçlarını. Sonra da leş kargaları gibi üşüşürdük başına. Her birimiz, doğradığımız parçalardan birini alırdık sırtımıza ve tutardık evin yolunu. Nefes nefese varırdık çilehanenin kapısına. Terimiz soğumadan, getirdiğimiz kütükleri hemen sobaya sığacak büyüklükte doğrardık. Kimimiz odun doğrarken, kimimiz de doğranan o odunları taşırdı içeriye. Sonra sobaya doldurarak yakmaya çalışırdık. En zor işlerden biriydi, soba yakmak. Çünkü odunlar yaştı, tutuşmazdı bir türlü. Ama tutuşmaya başlayınca da yanardı gümbür gümbür. Fırına dönerdi; taş duvarlı, toprak damlı çilehanemiz. Mayışır kalırdık, her birimiz bir yanda.
En can sıkıcı olan şey de doğrudan toprağın üzerine serdiğimiz yataklarımızın üzerine şıpır şıpır damlayan kar ve yağmur sularıydı. Günlerce devam ederdi yağmurlar, karlar. Toprak damlı çilehanemizin üzerine yağan kar ve yağmur suları, toprak damdan içeriye sızıp akardı, damla damla. Bazen ders çalışırken üstümüze damlardı, bazen de doğrudan toprağa sererek içinde mışıl mışıl uyuduğumuz yatakların üstüne… Gündüzleri evde olmazdık zaten. Damlardı, damladığı kadar. Ama geceleri; doğrudan, içinde yattığımız yataklarımızın üstüne düşen damlalar, resmen cehennem azabı çektiriyordu bize. Ardı arkası kesilmezdi, doğrudan toprağa serdiğimiz yataklarımıza düşen damlaların. Gecenin zifiri karanlığında çıkardık, toprak damlı çilehanemizin tepesine. Başlardık damı loğlamaya. Ta ki damlalar dinene kadar.
Yemeğimizi kendimiz yapar, çamaşırımızı kendimiz yıkardık. Bulaşığımızı kendimiz yıkar, temizliğimizi kendimiz yapardık. Banyomuz olmadığı için kimseler görmesin diye gecenin zifiri karanlığında dışarıda yıkanırdık. Hem de sıcak-soğuk, kar-kış demeden. Dişlerimiz titrerdi zangır zangır, bedenimiz morarırdı, soğuktan.
“Çilehane” adını verdiğimiz o çamur sıvalı, toprak damlı evde bir öğretim yılı boyunca çektiğimiz o cefalar, o içler acısı halimiz aradan geçen bunca zamana rağmen gitmiyor, gözlerimin önünden. O günkü tazeliğini hâlâ koruyor belleğimde. Unutamıyorum, unutmak istememe rağmen. Yaşamımın, “Çilehane” adını verdiğimiz toprak damlı, çamur sıvalı, taştan örülme o evden geçen kesitinin her anı, ayrı bir dramatik filme konu olacak kadar hazindir.
xxx
Müslüman olan adamın biri, günün birinde Hıristiyan olmaya karar verir. Hıristiyanlığı seçtikten kısa bir zaman sonra da yaşamını yitirir. Cenaze töreni sırasında oğluna ağıtlar yakan annesi:
—Ah! Ortada kalan oğlum, diye ağlarmış.
Komşuları:
—O gitti kurtuldu. Ortada kalan sen oldun. Ona ağlayacağına kendi haline ağla derler, yaslı anneye.
Gözü yaşlı, sinesi dağlı, yaslı anne:
—Yok, komşular yok. Oğlum Muhammed’i küstürdü, İsa’nın da daha haberi yok kendisinden, der.
xxx
Tıpkı bizim gibi. Yaşam yüz çevirmişti bize. Ailelerimizin haberi yoktu bizim yaşadıklarımızdan.
 Evet, biz ortada kalmıştık.
Bir yandan bu sorunlar yumağıyla mecalleşirken, öte yandan da bizim asli görevimiz olan öğrenciliğin gereklerini yerine getirmeye çaba gösteriyoruz. Tabi bu koşullarda ne kadar yapılabiliniyorsa. Okulların açılışının üzerinden epey bir zaman geçmişti. Muallim Mektebi’nin bu ilk yılının ilk yazılıları başlamıştı, artık. Kompozisyon dersinin yazılısı, bu yılın ilk yazılısıydı. Aynı zamanda Edebiyat hocamız da olan İsmail İkican geliyordu, Kompozisyon dersimize.
Bir telgraf örneğinin yazılması istenmişti bizden, Kompozisyon dersinin bu ilk yazılısında. Herkes bildiğini aktardı kâğıda. Tabi ders Kompozisyon olunca bilgi tek başına yetmiyordu. Yazım kuralları da büyük bir öneme sahipti. Onları yerine göre kullanmak, ya da kullanamamak verilen nota büyük etki yapıyordu.
Birkaç gün sonra açıklanan yazılı sonuçlarından anlaşıldı ki durum hiç de iç açıcı değildi. O zaman yürürlükte olan “10”luk not sistemine göre “6”dan yukarı not alan olmamıştı, sınıfta. Aralarında, daha sonraları Ankara-Çankaya Belediye Başkanlığı görevini yürüten Doğan Taşdelen’in de bulunduğu üç-beş kişi “6”, gerisi de “5” ve “5”ten daha düşük not almıştı, yaklaşık 50 kişilik sınıfta. Bu ilk yazılıda “6” alanlardan biri de ben idim. Hem “6” alanlardan biri olmam, hem de yazımın çok güzel olması hocamızın dikkatini çekmişti. Bundan ötürü hocamız ile aramızda bir yakınlaşma başladı. Hocamızın, beni, hem her 16 Mart günü kutlanan “Öğretmen Okulları Günü”nde sahne alan “Şiir Korosu”na seçmesi hem de Edebiyat Kolu tarafından çıkarılan Okul Gazetesi’nin yazmanlığına getirmesi, zaten edebiyata karşı var olan ilgimi daha da arttırdı.
Aynı zamanda edebiyat öğretmeni de olan Eğitim Şefimiz Gıyasettin Aydın, bizim edebiyat hocamız İsmail İkican’ın önerisi üzerine iki yıl süreyle devam eden bir görev verdi, yazısı, benim yazımdan daha güzel olan sınıf arkadaşım Seyfi Karadeniz ile ikimize. Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü’ne gönderilecek olan “Diploma Defterleri” ile “Sınıf Geçme Defterleri”ni yazıyorduk, Seyfi’yle ikimiz.
 
Kartal Yuvasında Yaşam 
 
Muallim Mektebi’nin ikinci sınıfındayım. Bu yıl okulumuz başlarken daha sakindik. Telaşlı değildik, bir önceki yıl kadar. Okulun açılışının hemen ilk gününde, birlikte eve çıkacağımız arkadaşlarımızı belirledik. Bu arkadaşlarla bir önceki yıldan tanışıyorduk. Çünkü onlarla bir önceki yıl da aynı evi paylaşmıştık. Birlikte kalmayı kararlaştırdığımız Zeynel Cengiz ve Güzel Doğan adlarındaki bu arkadaşlarla okulların açılışının hemen ilk haftasında bulup taşındığımız yeni evimiz, bir önceki yıl kaldığımız eve göre saray yavrusu gibi görünüyordu, gözümüze.
Eski Çarşı denilen semtte, mahalle içindeydi, tek katlı, tek odalı, çatılı olan bu yeni evimiz. Tek katlı olmasına rağmen iki katlıymış gibi görünen yeni evimiz, dubleks tipi bir evi andırıyordu. Çok yüksek ve heybetli bir görünüme sahip olmasından ötürü “Kartal Yuvası” adını vermişlerdi, arkadaşlarımız. Mahallenin ekmek gereksinimini karşılayan pide fırınıyla duvar duvaraydı. Sıcacıktı içerisi. Ne sobaya gerek vardı, ne de oduna… Mevcut olan tek odası, yüksekliği ortadan ikiye bölünerek iki katlı bir duruma getirilmişti. İçeriden ahşap bir merdivenle çıkılırdı, tahtalarla bölünen ikinci katına. Yataklarımız ve giysilerimiz o bölümdeydi. Orada yatar, orada kalkardık. Derslerimizi orada çalışır, ödevlerimizi orada yapardık. Hafta sonları evimize doluşan arkadaşlarımızı orada ağırlardık.
Giriş bölümünü mutfak olarak kullanırdık. Yemeğimizi, aynı zamanda kiler olarak da kullandığımız bu bölümde pişirir, burada yerdik. Elektrik ve suyunun yanı sıra lavabosu ve banyosu da vardı. Banyomuzu yaparken de, çamaşırlarımızı yıkarken de güçlük çekmezdik, bir önceki yıl kadar.
Tunceli’nin Hozat ilçesindendi, iyi kalpli, hüsnüniyetli, yardımsever, dost ve arkadaş canlısıydı, ev arkadaşlarımdan biri olan Zeynel Cengiz. Sevecendi, sempatikti, güler yüzlüydü, bir o kadar da muzip. Çok güzel bağlama çalardı. Ben de söylerdim, onun çok güzel çaldığı bağlamanın eşliğinde. Güzel bir ikili oluşturmuştuk. Öğretmen okulunun son sınıfını aynı şubede okuduğumuz Zeynel’le iki aylık köy stajında da birlikteydik.
Ev arkadaşımın ikincisi de Güzel Doğan’dı. O da; uzun yıllar sonra Belediye Başkanlığı’nı yaptığı Hozat’tandı. Olgun, saygın ve saygılı biriydi. Olaylara anında tepki göstermesine ve hemen parlayıvermesine rağmen birkaç dakika sonra bütün kırgınlıkları unutan, olumsuzlukları bir yana iten, tatlı-sert mizaçlı bir kişiliğe sahipti. Onunla da son sınıfta aynı şubede okuduk, iki aylık köy stajında aynı köye gittik.
Sabahları Zeynel’le ikimizden daha erken kalkardı, Güzel Doğan arkadaşımız. Uyanır uyanmaz hemen mutfak olarak kullandığımız birinci kata inen Güzel Doğan arkadaşımız, gazocağını yakıp çayı demledikten ve kahvaltısını yaptıktan sonra okuldaki sabah etüdüne katılmak üzere ayrılırdı evden. O evden ayrıldıktan bir süre sonra da Zeynel’le ikimiz kalkardık, uykudan. Kahvaltımızı yapar, üstümüzü giyinir ardından da okula gitmek üzere birlikte ayrılırdık evden.
Daha sonra kayınbabası olan bir amcası vardı, Güzel Doğan’ın. Bir bakkaliyesi vardı, amcasının. Ona yardımcı olmak amacıyla hep orada geçirirdi, okul dışındaki zamanlarını. Okul çıkışında o, amcasının bakkaliyesine giderken Zeynel’le ikimiz de eve varırdık. Üstümüzü değişir, gazocağımızı yakar yemeğimizi yapardık. Yemek olana değin yataklarımıza uzanır, dinlenirdik. Yorgunluğumuz geçince soframızı kurar, yemeğimizi yer, hemen ardından da bulaşıklarımızı yıkardık, birlikte. Zeynel’le ikimiz, akşamları geç saatlerde gelen Güzel Doğan eve gelene değin oturur ders çalışırdık. O gelip sayıyı üçledik mi “saz-söz faslı”yla başlayıp, “gırgır faslı”yla sonlandırırdık, günümüzü.
Zeynel arkadaşımız, “saz-söz faslı”nda alırdı eline çok güzel çaldığı bağlamasını. Dokunurdu teline dertli dertli. Ben de onun çaldığı bağlama eşliğinde yanık sesimle başlardım; deyişler, duazlar, koşmalar okumaya. Güzel Doğan bu fasılda iyi bir dinleyici olarak katılırdı, bize.
“Saz-söz faslı”nın hemen ardından “gırgır faslı” alırdı sırayı. Benim kahkahalarla katıldığım bu fasılda baş aktör yine Zeynel’di. Bu fasılda Zeynel’in muzip kişiliği çıkardı öne. Ne yapar eder Güzel Doğan’ı kızdıracak bir şeyler bulurdu mutlaka. Varırdı, üstüne üstüne. Sinir küpüne dönerdi, Güzel Doğan. Hırçınlaşırdı. Başlardı küfretmeye. Onun küfretmesinden, hırçınlaşmasından zevk alırdı, Zeynel. Onun kızgınlığının doruk noktasına ulaştığını gören Zeynel, hemen 360 derecelik bir dönüş yapardı. Bu kez damardan girerdi adeta. Hem de öylesine bir giriş yapardı ki Güzel, hemen yumuşayıverirdi, anında.
—“Kurbanın olayım Piro(dede, yol gösterici). Bütün bunları zaman geçirmek için yaptığımı sen de biliyorsun. Ne diye kızıp kendin harap ediyorsun ki? Senin üzülmene gönlüm razı olmaz. Ver elini, öpeyim, barışalım seninle” deyip sarılırdı ellerine.
Hemen gevşeyiveren Güzel Doğan:
—Tamam, oğlum tamam barıştık işte, derdi.
Böylece hiçbir şey olmamış gibi aracıya gerek kalmaksızın barışırlardı hemen.
Günün birinde yine erkenden kalkıp kahvaltısını yaptıktan sonra okul yolunu tutan Güzel’in sabah kahvaltısında neler yediğini merak eden Zeynel, bir anahtar uydurur, Güzel’in, içinde kahvaltılıklarını sakladığı asma kilitli bavuluna. Açar, Güzel’in bavulunu. İnanamaz gördüklerine. Fal taşı gibi açılır gözleri. Çünkü takriben 2 kg. kadar tulum peyniri, 2 kg. kadar taze tereyağı ve 1,5 kg. kadar da kara kovan balıyla karşılaşır, Güzel’in ahşaptan yapılma bavulundan. Kurduğu kahvaltı sofrasını, Güzel’in bavulundan çıkan kahvaltılıklarla süsleyen Zeynel, hemen ardından duvar duvara olduğumuz pide fırınından sıcacık pideleri aldıktan sonra, aşağıdan:
—Kalk oğlum geç kaldık, diye seslendi bana
Zeynel’in çağrısı üzerine hemen kalktım yatağımdan. Topladım yatağımı, yorganımı. Giyindim üstümü, indim aşağı. Gözlerim kamaştı, sofranın güzelliği karşısında.
—Nereden buldun bunları? diye sordum.
—Üzümü ye bağını sorma, dedi Zeynel.
Tamam deyip birlikte oturduk sofraya. Kendimi bildim bileli ilk kez görüyorum, böyle mükellef bir kahvaltı sofrasını. Hepsinden ayrı ayrı yiyerek doyurduk, karnımızı. Kahvaltımızı yapıp soframızı kaldırdıktan sonra okula gitmek üzere evden ayrıldık. Okula doğru yürüyoruz hızlı adımlarla. Yürüyoruz yürümesine ama kahvaltıda yediklerimizin kaynağı, kurcalıyor zihnimi. Merak ediyorum menşeini. Merakımı yenemiyorum bir türlü. Dayanamıyorum gene soruyorum Zeynel’e:
—Doğru söyle nerede buldun o kahvaltıdakilerini? diye.
—Amma da meraklısın ha…
—Huyum batsın öyleyimdir, diyorum.
—Fazla merak iyi değil. Adamın başına ne gelirse fazla meraktan gelir. Biliyorsun değil mi? diyor, Zeynel.
—Araya laf sokuşturup durma oğlum. Sorduğum sorunun yanıtını versene, diyorum.
—Güzel’in bavulundan…
—İnanmıyorum…
—İnansan iyi olur…
—Desene resmen hırsızlık yapmışsın. Ayıp değil mi? Adam arkadaşına nasıl yapar bunu? Utanmıyor musun bunu yapmaya? diyerek sert tepkide bulunuyorum.
Zeynel:
—(Gülümseyerek) Sofuya bak sofuya, dedi, bana.
—Ne ilgisi var bunun sofulukla? Kendine ait olmayan bir şeyi nasıl kullanırsın sen? Bunun adı, hırsızlık değilse nedir? diyorum.
—Sen yemezsen yeme oğlum, ben yerim. Hem de bitene kadar...
—İyi ne halin varsa gör, diyorum.
Ve dediğini yaptı, Zeynel. Eksik etmedi sofrasından, Güzel’in bavulundan gizli gizli çıkardığı kahvaltılıkları. Sonuçta, başlangıçta karşı çıkıp yemesine engel olmaya çalışmama rağmen ilerleyen günlerde ben de uydum Zeynel’e. Suç ortaklığı yaptım onunla. Birlikte yedik, kahvaltılıkların geri kalan bölümünü. İşin ilginç yanı; Güzel’in, bir türlü yapılanların farkına varmamasıydı. Güzel’den, asma kilitli ahşap bavulundaki gıda maddelerinin gün be gün azalmasına rağmen hâlâ ses seda çıkmayınca merak ettik doğrusu. Anlaşılan o ki henüz hiçbir şeyin farkında değildi, Güzel. Ama Zeynel, Güzel’in olanlar karşısında nasıl bir tavır sergileyeceğini merakla bekliyordu. Neticede Güzel’den beklediği tepkiyi alamayan Zeynel, dayanamayıp bir tatil gününün sabahında her şeyi kendisi anlattı, Güzel’e.
Zeynel’in anlattıklarını büyük bir sükûnet içinde soğukkanlı bir şekilde dinleyen Güzel:
—Oğlum ben şüphelenmedim değil. Aslında şüphelendim şüphelenmesine ama ne bavulun kendisinde bir hasar var, ne de kilidinde… Onun için kimsenin günahını almak istemedim, diyerek ilk anda bizim beklediğimiz tepkiyi vermedi.
Bunun üzerine Zeynel:
—Neyse kardeş kardeş yedik hep birlikte. Helal et olsun bitsin, dedi.
Zeynel’in bu sözleri üzerine kıyamet kopmaya başladı. O zamana değin tepki vermeyen Güzel, parlayıverdi birden.
—Peki, sen nasıl uydun bu şerefsize? Bu şerefsiz, sonunda seni de kendisine benzetti. Öyle mi? Tüh yazıklar olsun sana, diyerek önce beni hedef aldı.
Ben, susmayı tercih ettim. Hiçbir şey demedim, dinledim sadece. Haklıydı çünkü. Ben de olsam aynı tepkiyi verirdim. Ben, susmayı tercih edince Zeynel’e dönen Güzel:
—Ulan şerefsiz, sen ne hakla açarsın benim kilitli bavulumu? Bir de kalkmış; kardeş kardeş yedik birlikte diyor. Sen nerden kardeşim oluyorsun, benim? Mal ortağım mısın benim? Yoksa aynı babadan mı geliyoruz? dedi. Sonra açtı ağzını, yumdu gözünü. Küfrün bini bir para.
Zeynel altında kalır mı bunların? O da başladı:
—Ulan arkadaş değil miyiz burada? Biz, her gün keçi bokuna (siyah zeytin) talim ederken, sen; yağ, bal, peynirle besleneceksin. Allah’a reva mı bu? diyerek karşı atağa geçti.
—Ben hastayım oğlum. Gastritim var. Bunu ikiniz de biliyorsunuz. Keyfimden mi yiyorum onları sanki? Amcamın bakkaliyesinden parasıyla aldım. Üstelik parası da verilmiş değil henüz. Ama ikiniz oturmuş zıkkımlanmışsınız. Zehir zıkkım olsun dedi, ayağa kalktı, kapıyı çarpıp evden çıktı, gitti.
—Beğendin mi yaptığını? dedim Zeynel’e.
—Sen karışma, ben akşama hallederim o işi, dedi.
Bir tatil günü sona ermiş ve güneş batıp gün akşam olmuştu. Zeynel’le birlikte akşam yemeğimizi yemiş dersimizi çalışıyorduk. İkimiz de sabırsızlıkla Güzel’in bir an önce eve dönmesini bekliyoruz. Çünkü küskünlüğün ve kırgınlığın uzamasını istemiyoruz. Bir an önce onunla barışmak, gönlünü alıp kendimizi affettirmek istiyoruz. Gecenin ilerleyen saatlerinde kapı açıldı ve Güzel, suratı asık bir şekilde girdi içeri. Konuşmuyor bizimle. İyi akşamlar demeden çıkardı üstünü, giyindi pijamalarını. Açtı yatağını. İçine girmeye çalışırken, Zeynel:
—Kurbanın olayım Piro. Olan oldu bir kere. Sinirlenip kendini harap etme. Böyle yaparsan gastritin iyice azar. Kıvranır durursun sabaha kadar. Ben, yanımda sabaha kadar mide ağrısından kıvranıp duran bir arkadaşımın çektiği ızdıraba dayanamam. Gel affet bizi. Ver şu elini öpeyim de barışalım dedi ve başladı Güzel’in elini öpmeye.
Hemen gevşeyiveren Güzel:
—Tamam, oğlum tamam barıştık. Ama bir daha da böyle bir halt işleme, dedi.
Böylece iş, her zamanki gibi yine tatlıya bağlanmıştı.
 
Habersiz Gelen Aşk Mektubu 
Biri Alevi, öteki Sünni iki arkadaş konuşuyorlarmış.
Alevi olan yanındaki Sünni arkadaşına:
—Cennete gittiğiniz zaman nasıl ödüllendirileceksiniz, acaba? diye sorar.
Sünni:
—Güllük, gülistanlık bahçe içerisinde kırk huri, kırk zemzem pınarı, envai çeşit meyveler! diyerek yanıtlar.
Sonra da Sünni olan Alevi olana dönerek:
—Peki, olmaz ya! diyelim ki oldu ve sen de cennete gittin. Sen umuyorsun orada? diye sorar.
Alevi:
—Üzüm bağları. Birbirinden nefis envai çeşit şaraplar… diye yanıtlar.
Alevi’nin bu sözlerine öfkelenen Sünni:
—Orası meyhane mi kardeşim? diye sorar.
Alevi sakin bir ifadeyle:
—Peki, kerhane mi orası? der.
*
İkinci sınıfındayım, Tunceli Öğretmen Okulu’nun. 1968 yılının ilk günleriydi. Yani 1967 yılını uğurlamış, 1968 yılına yeni merhaba demiştik. O günün ikinci dersinin giriş zili çalmıştı. Hocamızın sınıfa gelmesini beklerden sınıfımızın kapısına gelen idare nöbetçisi öğrenci arkadaşımız:
—Mehmet Korkmaz kim? diye sordu.
—Benim, dedim.
—Eğitim Şefi istiyor seni, dedi.
—Teneffüste gelirim, dedim.
—Hayır, hemen şimdi istiyor, dedi.
Kalktım, oturduğum sıradan. Vardım nöbetçinin yanına. Birlikte sınıftan çıkarak, idare katındaki Eğitim Şefi bürosunun kapısına vardık.
Nöbetçi:
—Sen burada bekle dedi bana.
Ben kapının dışında beklerken, Eğitim Şefimizin makam odasına girdikten birkaç saniye sonra geri çıkan nöbetçi öğrenci:
—Seni bekliyor dedi, bana.
Tıkladım kapıyı girdim içeri:
—Beni emretmişsiniz hocam, dedim.
Oldukça gergindi. Yüzü asık, kaşları çatılmıştı Eğitim Şefimiz Gıyasettin Aydın’ın. Kızgın olduğu her halinden belliydi. Başı önüne eğikti. Yüzüme bile bakmadan:
—Evet, adıyla sanıyla ünlü Mehmet Korkmaz ben çağırttım seni, dedi kızgın bir ifadeyle.
Onu bu kadar kızgın ve öfkeli görmemiştim asla. Ama kızgınlığının nedenini bilmiyordum. Kendisini öyle görünce şaşırdım doğrusu. Gizleyemedim şaşkınlığımı. Kendisine:
—Sizi bu kadar öfkelendirecek ne yaptım hocam?
—Sen bilirsin diye yanıtladı, sorumu.
—Benim bildiğim bir şey yok hocam. Ama bilmeden sizi kıracak bir şey yaptıysam özür dilerim, dedim.
—Bu öyle özürle geçiştirilecek bir şey değil, dedi.
—Suçum nedir hocam? Bari onu öğreneyim, dedim.
Kendisine yönelttiğim bu soru üzerine masasının çekmecesindeki bir zarfın içinden çıkardığı bir “Yeni yıl Kutlama Kartı” ile bir mektubu bana gösteren Eğitim Şefimiz:
—İşte belgelerin, dedi.
—Neyin belgesi onlar hocam?
—Senin suç belgelerin…
—Siz hangi suçtan, hangi belgeden söz ediyorsunuz hocam? diye soruyorum kendisine.
—Bu bir aşk mektubudur. Sana gelmiş. Şimdi soruyorum sana: “ Eğitim-öğretim yuvası mı yoksa aşk yuvası mı burası? Disipline verip okuldan attırayım da aklın başına gelsin” dedi.
—Siz hangi aşk mektubundan bahsediyorsunuz? Bunlar nedir, kimden gelmiş? dedim.
—Buradan, Tunceli’den postaya verilmiş. Ancak rumuz kullandığı için kim tarafından gönderildiği belli değil, dedi.
—İster inanın, ister inanmayın hocam, bunların hiç birinden haberim yok benim. Daha da ötesi benim hiç kimseyle böyle bir ilişkim yok. Hem böyle bir ilişkim olsa ben okul adresini verecek kadar aptal mıyım? Tanıdık bir sürü esnaf var burada. Verirdim onlardan birinin adresini, mektuplarım oraya gelirdi, dedim.
Elindekilerini göstererek:
—Bu ne peki? diye sordu.
—Ben nerden bileyim hocam? Bu bir komplo ya da şaka olamaz mı yani? Böyle bir şeyden ötürü nasıl yargılarsınız beni? Ama yine de vicdanınız rahatlayacaksa varın disipline verin beni dedim ve kapıya yöneldim. Çıkmak için kapıyı açacaktım ki:
—Mehmet… diye seslendi arkamdan.
—Efendim hocam, dedim.
—Senin bu olaydan habersiz olduğuna inanıyorum. Dinlemeden etmeden seni suçladığım için üzgünüm, dedi.
—Önemli değil hocam dedim ve çıktım odasından.
Mektup gönderen kişi aylar sonra çıktı ortaya. Söz konusu mektup, bana platonik bir aşkla sevdalanan Kız Meslek Lisesi öğrencisi bir kız tarafından gönderilmişti.
Bu olayın yaklaşık beş buçuk ay sonrasıydı. Tarih 19 Mayıs 1967 ya da 1968. Tunceli Öğretmen Okulu ile Malatya- Akçadağ Öğretmen Okulu arasında futbol müsabakasının yapılacağı gündü, bu gün. Bu müsabaka için bir otobüs dolusu Tunceli Öğretmen Okulu öğretmen ve öğrencisi, sevgi gösterileri arasında yolcu edildi, Malatya’ya doğru. Otobüsün hareketinden birkaç saat sonra yas yerine dönüştü, Tunceli Öğretmen Okulu. Acı vardı, feryat vardı, figan vardı orada. Çünkü Tunceli Öğretmen Okulu’nun öğretmen ve öğrencilerini taşıyan o otobüs, Elazığ-Malatya karayolunun Kömürhan Mevkii’nde kaza yapmış ve 20’nin üzerinde kişi yaşamını yitirmişti. Sayısı 20’yi geçen bu gencecik insanın yaşamını yitirdiği haberini alan Tunceli Öğretmen Okulu’ndaki herkes ağladı… Ağladı… Ağladı…
Bu elim kazada yaşamını yitirenlerin cenazeleri okulda yapılan hazin cenaze töreninin ardından memleketlerine gönderilirdi. Söz konusu bu kazada ağır yaralı olarak kurtulan edebiyat öğretmenimiz İsmail İkican sakat kalırken, Eğitim Şefimiz Gıyasettin Aydın da yaşamını yitirmişti. Hepsini saygı ile yâd ediyor, toprakları bol, mekânları cennet olsun diyorum.
 
Mozart’ın Kıyağı 
 
Tunceli Öğretmen Okulu’nda okuduğumda iki öğretmen olmasına rağmen üç yıl boyunca hep Yüksel Özbaş adındaki hocamız girdi müzik derslerimize. Ama biz, “Mozart” lakabını takmıştık ona. Antepliydi, kendisi. Öğretmenlikten çok ticaretle uğraşırdı, bu hocamız. Yanlış bir meslek seçtiği gün gibi aşikârdı. Ticaret, ruhuna öylesine işlemişti ki öğrencilerini değerlendirirken bile ticareti hep ön planda tutardı.
Tunceli Öğretmen Okulu’nun ikinci sınıfındayım. Artık öğretim yılının sonlarına gelmiştik. Derslerimizin son yazılı ve sözlüleri sona ermek üzereydi.
Öteki derslerimizde olduğu gibi, müzik dersimizde yılın son notu veriliyordu. Müzik derslerimizin tamamı “Müzik Odası”nda işlenirdi. Burası, Mozart lakaplı müzik hocamızın da ticarethanesiydi aynı zamanda. Çünkü hocamız, mandolinin yanı sıra biri yerli, öteki Avrupa olmak üzere iki çeşit mandolin teli, akort düdüğü ve pena satardı, burada.
Ticaret ruhlu müzik hocamız, her müzik dersinde olduğu üzere o derste de oturmuştu piyanonun başına. Açtığı not defterini koymuştu, piyanonun üstüne. Mandolinle “Metot” adı verilen büyükçe müzik kitabından parçalar çaldırır, solfej yaptırır ve piyanodan çaldığı notaların adlarını söyletirdi, numara sırasına göre kaldırıp notla değerlendirdiği öğrencilere. Ve bu şekilde veriyordu, yılın son notunu. Öğrenci için bir ölüm kalım notu olan bu not, yıl içinde alınan öteki notlara pek benzemezdi. Çünkü bu not, sınıf geçmeye ya da sınıfta kalmaya doğrudan etki ettiği için çok önemliydi, bizim için. Her zaman olduğu gibi bu değerlendirmede de adil davranmıyordu, bizim Mozart. Çünkü sorulanlara çok güzel yanıtlar vermesine rağmen kırık not alan olduğu gibi hiç hak etmediği halde yüksek not alan da oldu.
Sıra bana gelmişti. Ortalarda bir yerdeydim. 176’ydı okul numaram. Beni kaldıran Mozart, önce mandolinle metottan bir parça çaldırdı. Bu bölümde özellikle notaların zamanlarında ufak tefek kimi hatalarım oldu. Çok başarılı olduğum solfej bölümünün ardından piyanodan çaldığı notaların adlarını ve zamanlarını sordu, onları da yanıtladım. Verdiğim yanıtlara göre yedi ve üzeri bir not bekliyorum. Ama Mozart, sükûtu hayale uğrattı beni. Üç verdi bana. Mozart, notumu üç olarak açıkladığı zaman arkadaşlarım:
—Yaaa! diyerek şaşkınlıklarını dile getirdiler.
Ama ne gam. Mozart vermişti kafasındaki notu. Bir bildiği vardı elbet. Onu değiştirecek değildik ya. Ve verilen bu son notla benim müzik dersinden bütünlemeye kalmam kesinleşti. Ama bu durumda olan tek kişi ben değildim. Sınıfta onun üzerindeydi benim durumumda olan arkadaşlarımın sayısı.
O günkü iki saatlik müzik dersimiz sona ermişti. Okulun üçüncü katında bulunan Müzik Odası’ndan çıkmış, ikinci kattaki sınıfımıza gidiyorduk. Moralim çok bozulmuştu. Merdivenlerden aşağıya inerken Yusuf Aslan adındaki sınıf arkadaşım, koluma girerek kenara çekti beni.
—Müzikten sınıf geçmek ister misin? diye sordu bana.
—Sen istemez miydin? dedim
—Bana bir “Yeni Harman” sigarası alırsan sınıf geçirtirim sana dedi, Yusuf.
- Nasıl yapacaksın?
- Sen karışma. Sınıfı geçemezsen ben sana alacağım, dedi
—Bir değil iki tane bile alırım. Yeter ki sen bu işi yap, dedim.
—Yok, bir tane yeter bana dedi, Yusuf.
—Feda olsun kardeşime. Bir sigaranın lafı mı olur? dedim.
Yusuf:
—Kulaklarını aç beni iyi dinle, dedi.
—Tamam… Dinliyorum, kulağım sende, dedim.
—Yarın ilk işin Mozart’a gitmek olsun. Gideceksin Müzik Odası’na. Alacaksın bir-iki takım mandolin teli, bir akort düdüğü, birkaç tane de pena, dedi.
—Ya sonra?
—Sonrasına karışma sen. Arkası gelir çorap söküğü gibi…
—Tamam, bakacağız göreceğiz dedim.
Okuldan eve gittim. Gün boyunca düşündüm sakin bir kafayla. Yusuf’un söylediklerini yapsam mı, yapmasam mı? diye. Sonunda; Onun söylediklerini yerine getirirsem birkaç liranın dışında bana bir zararı olmaz, bu da bütünlemeye kalmaktan daha iyidir, diyorum kendi kendime. Bundan ötürü karar verdim, Yusuf’un söylediklerini yaşama geçirmeye.
Ertesi günün ikinci teneffüsünde tırmandım, Müzik Odası’nın bulunduğu üçüncü katın merdivenlerine. Vardım Müzik Odası’nın kapısına. Tıkladım kapıyı, girdim içeri. Piyanonun başında oturan Mozart:
—Ne istiyorsun yavrum? dedi.
—Bir şeyler almak istiyorum hocam, dedim.
—Ne alacaksın?
—İki takım mandolin teli, bir akort düdüğü ve birkaç pena…
—Okullar tatile girecekken mi aklına geldi bunları almak?
—Ne yapayım hocam? Bütünlemeye kaldım. Yaz tatilinde çalışmak için alıyorum, dedim.
—Nerelisin?
—Tunceliliyim…
—İçinden mi?
—Hayır köylerinden…
—Köylü çocuğusun yani?
—Evet…
—Babana yardımcı oluyor musun yaz tatillerinde?
—Olmaz olur muyum hocam?
—Yazık! Çok severim köylüleri. Saygı duyulacak insanlardır, onlar. Babam da köylüdür, ordan bilirim…
—Maalesef hocam. Babam da dâhil olmak üzere acınacak durumdadır, köylünün büyük çoğunluğu…
—Madem köylü çocuğusun bir kıyak yapayım sana. Bu istediklerini almana da gerek yok. Evde adam akıllı bir çalış. Yarın teneffüsün birinde yanıma gel. Seni bir daha sözlüye tabi tutayım, dedi.
—Sağ olun hocam deyip ayrıldım, Müzik Odası’ndan.
Okulun günlük eğitim-öğretim süresinin sonrasında eve vardık ev arkadaşım Zeynel Cengiz’le birlikte. Önce yemeğimizi yedik. Sonra başladık hummalı bir şekilde ders çalışmaya. Ama müzik dersini değil. Mandolini elime bile almadım. İstesem de alamazdım. Çünkü iki ayrı dersten yazılı sınavımız vardı, ertesi gün. Ancak onlara hazırlanabildik. Ertesi günün sabahında vardık okula. Yazılı sınavların bir sonrasındaki teneffüste mandolini elime alarak üçüncü kattaki Müzik Odası’nın kapısına gittim. Tıkladım kapıyı girdim içeri:
—İyi hazırlandın mı bari? dedi bana.
—Evet hocam. Dünden beri çalışıyorum, dedim.
—Güzel…
Ardından metottaki bir parçayı mandolinle çaldırdı bana. Sonra solfej… Daha sonra da piyanodan notalar ve zamanları…
—Güzel çalışmışsın. Yeter ki insan çalışmaya azmetsin. Azmedince başaramayacağı bir şey olmaz demek ki. Aferin kutluyorum seni dedi ve on verdi bana.
—Teşekkür ederim hocam deyip ayrıldım yanından.
Müzik Odası’ndan çıkıp sınıfa giderken karşılaştığım ilk kişi, beni bu yola sevk eden Yusuf Aslan oldu. Çünkü sonucu merak eden Yusuf, Müzik Odası’nın kapısının önünde bekliyordu, beni. Ben içerden çıkınca:
—N’oldu? diye sordu.
—On verdi, hem de hiçbir şey aldırmadan, dedim.
—Tel, akort düdüğü, pena falan almadın mı yani?
—Hayır. Aldırmadı…
—İnanmıyorum…
—İster inan, ister inanma…
Mozart’tan bir şey almadım ama Yusuf arkadaşıma söz verdiğim sigarayı hemen o gün aldım.
 
Stajyer Öğretmen Oluyorum 
Ramak kalmıştı, öğretmenliğe. Muallim Mektebi’nin son sınıfındayım artık. Okullar açılır açılmaz iki yıldan beri aynı evi paylaştığım Zeynel Cengiz ve Güzel Doğan adlarındaki arkadaşlarımla birlikte kalmaya karar kıldık. Bu yıl, staj yılımız olduğu için iki ay süreyle bir köy okulunda staj görmemiz gerekiyordu. Bu iki aylık “Köy Stajı” döneminde fazladan kira ödemeyelim diye ev kiralamadık. Munzur’un kıyısındaki Vali Konağı’nın hemen yanı başında, eskiden pansiyon olarak kullanılan viran bir binanın harabeye dönüşen odalarından birine yerleştik. Birkaç odası daha vardı, viraneye dönüşen bu pansiyon binasının. Odaların tamamında, bizim gibi hali-vakti iyi olmayan yoksul köylü çocukları kalıyordu. Ev kirası ödeyebilecek paraları olmayan öğrencilerdi, bunlar. Kapıları kırık, pencerelerinin hiçbirinde cam yoktu, bu pansiyon odalarının. Cam yerine naylon geçirmiştik, pencerelerinin tamamına.
Uygulama ağırlıklıydı, Muallim Mektebi’nin son sınıfı. Birinci ve ikinci sınıflarda öğrenilen bilgiler, uygulamaya dönüştürülüyordu bu sınıfta. Bizim, nazari bilgilerimizi pratiğe dönüştürecek uygulama alanlarımızdı, son sınıfın iki ayını geçirdiğimiz köy ilkokulları ile yıl boyunca gideceğimiz şehir ilkokulları. İki bölümden oluşuyordu, bu stajyerlik. Birincisi; iki ay süreyle köy ilkokullarında yapılan “Köy İlkokulları Stajı”, öteki de iki aylık “Köy İlkokulları Stajı”nın dışındaki eğitim-öğretim yılının arta kalan zamanın tamamını kapsayan “Şehir İlkokulları Stajı”ydı.
Son sınıfta gerçekleştirilen bu stajların her ikisi de; gittiğimiz okullardaki sınıf öğretmenlerinin gözetiminde ve Uygulama Dersi hocalarımızın denetiminde gerçekleştirilirdi. Stajyer olarak gittiğimiz şehir ve köy ilkokullarında girdiğimiz sınıflardaki sınıf öğretmenlerinin verdikleri dersleri izleyen biz stajyerler, daha sonra ders vermeye başlardık. Sırasıyla önce günde bir ders, sonra iki, üç ve dört. Ardından da tam gün verirdik dersleri. Verilen her dersin ardından da kimsenin kişiliğini yıpratmadan uygarca eleştiriler yöneltirdik, ders veren arkadaşlarımıza. Tabi bu arkadaşlarımızın eksik ve hatalı yanlarının yanı sıra olumlu yanlarını da koyardık ortaya. Bir sonraki dersi verdiğimizde arkadaşlarımız tarafından bize yöneltilen eksik ve hatalarımızı yinelememeye özel bir özen gösterirdik. Hataların ve eksiklerin tekrarı durumunda eleştirinin dozu biraz daha sertleşirdi. Ama kırıcı olmazdı asla. Bizim, birbirimizi eleştirmemiz sadece bizimle sınırlı değildi. Ders verdiğimiz sınıfların sınıf öğretmenleriyle Uygulama Dersi hocalarımızın eleştirileri de olurdu. Bu eleştiriler, daha büyük bir önem taşırdı bizim için. İşte öğretmenliğe bu şekilde hazırlanırdık.
Heyecanlı bir bekleyiş vardı, okulların açılışının üçüncü haftasında. Zira okul idaresi tarafından “Köy İlkokulları Stajı”na gönderilecek şubelerin ve öğrenci gruplarının adları açıklanacaktı, o hafta. Hangi öğrenci gruplarının hangi köylere gönderileceği bekleniyordu sabırsızlıkla. Nihayet okul idaresi, okulların açılışının üçüncü haftasının hemen başında beklenen açıklamayı yaptı. Buna göre bizim şubemiz, bu yılın ilk “Köy İlkokulları Stajı”na gidecek şubeler arasında yer alıyordu. Bizim; ben, Zeynel Cengiz, Güzel Doğan, Rıza Gündüz, Mehmet İnce, Kazım Gül, Düzgün Gül ve adlarını şu an anımsayamadığım iki arkadaş olmak üzere dokuz kişiden oluşan grubumuz, Yolkonak Köyü İlkokulu’na gidecekti.
Beklenen gün gelip çatmıştı nihayet. O gün, büyük gündü bizim için. Okul idaresince belirlenen şubelerdeki öğrenciler, gruplar halinde staj köylerine gideceklerdi. Sabahın erken saatlerinden itibaren, öğrenci gruplarının eşyalarını staj köylerine götürecek olan kamyonlar, doldurdu okulun bahçesini. Tatlı bir telaş, hummalı bir çalışma vardı, okul bahçesinde. Gözlerinin içi gülüyordu adeta, kendilerini staj köylerine götürmek üzere okulun bahçesini dolduran kamyonlara yatak, yorgan, masa, sandalye, giyecek ve gıda maddelerini yükleyen öğretmen adaylarının.
Yükleme işi tamamlanan kamyonlar, dizildiler art arda. Birbirine karışan klakson sesleriyle alkış sesleri arasında çıktılar, okul bahçesinden birer birer. Yola koyuldular, gidecekleri köylere doğru. Bizim grubun, eşyalarını yükleyerek bindiği kamyon da yol almaya başladı, o dönemin Tunceli-Elazığ karayolu güzergâhında bulunan Yolkonak köyüne doğru. Kamyonla yaptığımız kısa bir yolculuğun ardından nihayet vardık, Tunceli’ye 20 km. uzaklıktaki Yolkonak Köyü İlkokulu’nun bahçesine. Sevincimiz de tıpkı heyecanımız gibi doruk noktasına ulaşmıştı. Tir tir titriyordu, her yanımız. Bahçeye varınca orada oyun oynayan minik yavruların ateşli alkışları arasında indik, kamyondan. Orada aynı zamanda okul müdürü de olan öğretmen Hıdır Yıldırım ve öğretmen Necmettin Sahir Güner’le tanıştık önce. Hemen ardından da yarınlarımızın umutları olan minik yavrularımızla kucaklaştık, birer birer.
 Okul müdürü Hıdır Yıldırım’la birlikte kamyona binerek vardık, Tunceli Öğretmen Okulu idaresince bizim için orada kiralanan evin kapısının önüne. Yeni evimize yerleştirdik, kamyondan indirdiğimiz eşyaları birer ikişer. Kısa süre içinde, bize “Hocam” diye hitap eden köylülerin akınına uğradı evimiz. Hem  “Hoş Geldiniz” demek, hem de varsa eksiklerimizi gidermek için.
Eşyalarımızı yerleştirene değin güneş batıp gün akşam olmuştu. Eşyalarımızın yerleştirilmesi işi bitince de akşam yemeğini yemek üzere davetlisi olduğumuz ve o zamana kadar yanımızda kalıp bize yardımcı olan öğretmen Hıdır Yıldırım’ın evine gittik. Orada yenilen akşam yemeğinin ve içilen “Hoş Geldiniz” çayının ardından evimize geri döndük.
Eve döner dönmez ilk işimiz, ertesi günden itibaren nöbetçi olacak arkadaşlarımızın adlarını gösteren bir “Nöbet Çizelgesi” hazırlamak ve nöbetçi olacak kişinin görevlerini saptamak oldu.
Yeni bir güne ve yeni bir göreve merhaba demek üzere ertesi günün ilk ışıklarıyla uyandık hep birlikte. Adı, akşamdan hazırlanan nöbet çizelgesinin birinci sırasında yer alan arkadaşımız tarafından hazırlanan kahvaltı sofrasında hep birlikte kahvaltı yaptıktan sonra okula gitmek üzere evden ayrıldık. Günlük nöbetçi arkadaşımızın dışında kalan sekiz kişilik grubumuzun tamamında büyük bir heyecan vardı. Öylesine bir heyecan ki okula doğru her adım atışta doruğa tırmanan. Öyle bir heyecan ki bedenlerimizi esir alan. Evet, bedenlerimiz yenik düşmüştü ona. Titriyorduk, iliklerimize soğuk işlemişçesine. Kendimizde değildik, uçuyorduk adeta. Ta uzaklardan bile görülebilen, tarifi mümkün olmayan bir mutluluk vardı gözlerimizde. Çünkü o güne kadar hep öğrenci olarak girdiğimiz o sınıflara artık öğretmen olarak girecektik. Böylesi bir mutluluk ancak yaşanır, tarifi mümkün değil.
Okul bahçesinde oyun oynayan çocukların, köyün semalarında yankı bulan cıvıl cıvıl sesleri, insanı büyülüyordu adeta. Okulun bahçe kapısının hemen girişinde tek sıralı saf halinde dizildiler, bizi gördüklerinde. Onların, başlarını hafifçe öne eğilip dizlerini hafif bir şekilde kırarak: “Günaydın öğretmenim!” sözcükleriyle girdik okul bahçesine. Bahçeye girdikten kısa bir zaman sonra çalan ilk ders ziliyle birlikte girdiğimiz sınıflarda tanıştık, onlarla birer birer.
Sınıf öğretmenlerinin verdikleri dersleri izlemek, ilk günden itibaren bizim öncelikli görevimiz oldu. Derse nasıl giriş yapılacağını, dersleri anlatırken öğrencilerin dikkatlerinin nasıl çekileceğini, öğrencinin derse nasıl motive edileceğini, hangi yöntemlerden ne zaman ve nasıl yararlanılacağını hep onlardan öğrendik. Sorular sorduk onlara. Yanıtlar aldık onlardan. Daha sonraki günlerde de öğretmenlik mesleğine dair öğrendiğimiz nazari bilgileri, yaşama geçirmek üzere birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar tüm sınıflarda dersler verdik.
İlk günden başlayarak her sınıfta verdiğimiz bu derslerin hemen sonrasında hepimiz bir araya toplanır, ders veren arkadaşımızın, bir daha tekrarlanmasını istemediğimiz hata ve eksikliklerini sıralardık birer birer. Ama kırmamaya, incitmemeye özen göstererek. Ne eksikliklerini örtbas eder, ne de başarılı yanlarını söylemeyi ihmal ederdik. Arkadaşlarımızın başarılarını da başarısızlıkları gibi ön plana çıkararak yüreklendirirdik onları.
Bütün bunları aynı zamanda okul müdürü de olan öğretmen Hıdır Yıldırım’ın önderliğinde ve denetiminde gerçekleştirirdik. Kişiliğine, mesleki bilgi ve engin deneyimine derin saygı duyduğum sınırlı sayıdaki kişilerin başında gelir, öğretmen Hıdır Yıldırım. Yaşamın hemen her alanında hep örnek aldığım biridir, O. Ondan öğrendim mesleğin inceliklerini. Uygulama hocamız Sn. Cavit Gürsoy tarafından sınıf sınıf gezdirilerek örnek gösterilen ve plan, program, yasa, yönetmelik, okulda tutulması gereken defter ve dosyalara ilişkin tüm bilgileri kapsayan “Staj Dosyası”nı da yine onun engin bilgi ve deneyiminden yararlanarak hazırladım. Görev yaptığım yerlerdeki dillere destan çalışmalarım da meslekte hep ön sıralarda yer almam el üstünde tutulmam da onun eseridir. Çünkü beni esinlendiren tek kişidir Hıdır öğretmen.
 “Orta Bir Öğretmen Söyler; İyi Bir Öğretmen Öğretir; Üstün Bir Öğretmen Esinlendirir” diye bir klişe sözümüz vardır. İşte Hıdır Yıldırım, üstün öğretmen grubuna giriyor. Çünkü esinlendiriyor, insanı.
Kısaca öğretmen Hıdır Yıldırım’ın engin deneyimi sayesinde o stajyerlik dönemi sonrasındaki yaşamım boyunca öğrencilerime öğretmenlik, halkıma öğrencilik yapabilecek bilgi ve becerilerle donandık, bu iki aylık “Köy Stajı” döneminde.
Yolkonak’taki öğretmen, öğrenci ve halkla aramızda oluşan bu sıcak ve samimi ilişkiler ve derin dostluk duyguları sayesinde iki aylık staj döneminin nasıl sonuna geldiğimizin farkına bile varmadık.
Her şeyde olduğu gibi bu işin de bir sonu da olacaktı elbette. Biz istesek de istemesek de o kaçınılmaz sona yaklaşmıştık. Bir başka ifadeyle iki aylık “Köy Stajı”nın sonuna gelmiştik artık.
Takvim yaprağındaki tarihler; Aralık 1968 ayının sonlarını gösteriyordu. Karlı bir kış günüydü, dönüş için okul idaresince gönderilen kamyon kapımıza dayandığında. Karlar lapa lapa yağıyordu üstümüze, bizi uğurlamak üzere tam kadro evimizin önünde toplanan Yolkonak Köyü İlkokulu öğretmen ve öğrencilerinin yanı sıra çok sayıdaki köylü ile birlikte eşyalarımızı kamyona yüklerken. Ama o karlar zerre kadar etkilemiyordu bizi. Aramızda oluşan derin dostluk bağlarının sıcaklığına dayanamadığı için hemen eriyip gidiveriyordu.
Evet, iki aylık staj dönemi sona ermiş ve görev tamamlanmıştı artık. Ayrılığın vakti gelmişti yani. Öyle ise bu görevi yerine getirmek gerekiyordu. Vakti gelen ayrılığı daha fazla ertelemenin ne faydası vardı, ne de mümkünü… Başta öğretmenler olmak üzere öğrenci ve köylülerle birer birer vedalaşarak bindik, okul idaresince gönderilen minibüse. İlerledik ağır ağır. Gözden kayboluncaya değin eller havada sallanıp durdu, bir sağa bir sola.
Hem mesleki hem de insani açıdan umduğumuzdan daha fazlasını bulduğumuz bu iki aylık öğretmenliğe elveda, öğrenciliğe yeniden merhaba demek üzere ayrıldık Yolkonak’tan.
 
Bekçi Battal 
İki ay süreyle devam eden bir “Köy İlkokulları Stajı”nın hemen sonrasında Tunceli’nin karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun karakışının tam ortasında geri döndük baraka tipi virane pansiyonun harabe odasına. Isıtmak oldukça zordu burayı. Hayırseverin birinden aldığımız eski bir sobayı yakarak viraneye dönüşen pansiyonun harabe odasını ısıtmak için odun lazımdı, bize. Ama ne odunumuz vardı, ne de odun almak için paramız… Bu durumun önüne geçmek için bir an önce bir çözüm bulmak gerekiyordu. Hani “Kul sıkışmayınca Hızır Yetişmez” derler ya. Biz de kara kara düşünürken beğenmesek de birden aklımıza takıldı bir çözüm yolu. Parlak fikirleriyle meşhur bir arkadaşımız vardı:
—Arkadaşlar ne güne duruyor viraneye dönüşen pansiyon binasının bahçesindeki koca koca akasya ağaçları? Kesip ısınabiliriz onlarla, dedi.
Arkadaşın biri:
-Olmaz, dedi.
Bir başka arkadaş:
—Zemherinin soğuğunda donacak değiliz herhalde. Canımızdan daha mı kıymetli onlar? Bir an önce kesmeye başlayalım, dedi.
Her defasında yazıktır deyip acısak da, sonuçta viraneye dönüşen pansiyonun öteki odalarında kalan öğrencilerle birlikte kendi yaşamımızın idamesi için kıyardık onların yaşamına. Alırdık baltaları elimize yanaşırdık gövdelerine. İndirirdik balta darbelerini, koca akasya ağaçlarının köküne. Balta darbelerine daha fazla direnemeyen koca akasya ağaçları, yürek burkan bir cayırtı ile sere serpe uzanırdı yere. Soba boyuna göre keserek odun haline getirdiğimiz o koca akasya ağaçlarıyla ısıtırdık kaldığımız pansiyon odalarını. Hatta daha fazla akasyanın yaşamına son vermemek için çok soğuk zamanlarda harabeye dönüşen pansiyon odalarının tamamını mesken edinen öğrencilerle büyük odalardan birine toplanır, hep birlikte orada kalırdık günlerce.
Hep birlikte günlerce kaldığımız pansiyonun o büyük odasında herkes sırasıyla anlatırdı anılarını, üzeri küllenmiş bostan hırsızlıklarını, aşklarını. Sonra da gülerdik dakikalarca. Hele bir eğlence faslımız vardı ki doyum olmazdı tadına. Bağlamalar çalınır, deyişler okunur, türküler söylenir, oyunlar oynanırdı dakikalarca. Bu şekilde sabahladığımız gecelerin sayısı bir hayli kabarıktı.
Tatil günlerinde, yatılı olarak okuyan pek çok öğrenci arkadaşımızın da katılımıyla iki katına çıkardı, harabeye dönüşen baraka tipi pansiyonun viraneyi andıran odalarında barınan 25–30 kişilik öğrenci grubumuzun sayısı. İki de müdavimimiz vardı, bu arkadaşlarımızın dışında.
Mahallemizin, Battal adlı ve Keko Dayı lakaplı gece bekçileriydi bunlar. Otuz yılı aşkın bir hizmeti olan Keko Dayı’nın yaşı kemale ermişti artık. Battal adlı olanı ise göreve yeni başlamış ve gencecikti henüz. Her gece biri nöbetçi olurdu, bunların.
Munzur Vadisi’nde uğuldayarak esen rüzgâra, lapa lapa yağan karlara, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurlara ve ayazlı gecelerin can alan dondurucu soğuklarına daha fazla direnemeyen Battal ile Keko Dayı, bizim ikametgâh olarak kullandığımız viranelik baraka tipi pansiyonun harabe odalarında alırlardı soluğu. Soba ateşinde pişirdiğimiz çaylarımızı içer, sohbetlerimize katılırlardı zaman zaman. Soğuğun içine kadar işlediği kemikleri birazcık ısınınca da mayışır kalırlardı. Yığılırlardı oldukları yere. Uzanır yatarlardı yataklardan birine.
Saat başı onları denetlemeye gelen nöbetçi polis ekipleri düdüklerini öttürmeye başladıklarında; o gece nöbetçi olmasına rağmen bizlerden birinin yatağına uzanıp uyuyan bekçi hemen uyanıp dışarı çıkardı. Düdüklerini öttürerek: “Biz buradayız” diye yanıt verirlerdi, kendilerini denetlemeye gelen polis ekibine. Görüşürlerdi onlarla. Görüştükleri polis ekibini uğurladıktan sonra mahalleyi şöyle bir kolaçan ettikten sonra hemen dönerlerdi yanımıza. Sonra tekrar uzanırlardı yatağa, başlarlardı uyumaya. Kimi zaman öylesine derin uykuya dalarlardı ki, kendilerini denetlemeye gelen polis ekiplerince çalınan düdük seslerini duymazlardı bile. Acırdık onlara. Kendilerine bir zarar gelsin istemezdik. Bundan ötürü böyle zamanlarda biz girerdik devreye. Görevlerinin gereklerini yerine getirsinler, işlerinden olmasınlar diye kendilerini hemen uyandırır, gönderirdik dışarıya.
Kontrol için gelen nöbetçi polis ekibini gönderdikten sonra tekrar dönerlerdi yuvaya.
Yine o bildik manzaraların yaşandığı soğuk kış gecelerinden biriydi. Nöbetçi bekçi, Battal’dı o gece. Kar vardı yerde. Hava ayazdı. Soğuk, insanın iliklerine işleyecek, kanını donduracak derecede etkiliydi. Munzur Vadisi’nin uğuldayarak esen sert rüzgârının etkisiyle bir kat daha artmıştı, ayazlı gecenin can alan dondurucu soğuğu. Mahallede birkaç tur atan Bekçi Battal, dondurucu soğuğa daha fazla direnemeyince soluğu bizim virane pansiyonun odasında almıştı. Geldiğinde eli ayağı buz kesmiş, dudakları morarmıştı, konuşamaz durumdaydı Bekçi Battal. Hemen oturttuk, gümbür gümbür yanan sobaya yakın ranzalardan birine. Soğuk suyla yıkadık yüzlerini, ovduk ellerini. Ardından birkaç bardak sıcacık çay içirdiğimiz Bekçi Battal, bir zaman sonra kendine gelebildi nihayet. Hemen uzandı, üzerine oturduğu ranzaya. Uzanış o uzanış. Üstüne çöken rehavetin etkisiyle hemen daldı uykuya. Uyandırmaya çalıştık ama nafile. Bekçi Battal uykuya değil, ölüme yatmıştı sanki. Uyandıramadık bir türlü.
Bekçi Battal uyanmamakta direnir olunca; “Buna bir oyun oynayalım” şeklinde bir düşünce atıldı ortaya. Başta muzipliğiyle bir numara olan Zeynel Cengiz ve Tunceli Lisesi son sınıf öğrencilerinden Ovacıklı İbrahim Ayata olmak üzere herkes, Bekçi Battal’a oynanacak oyun hakkında senaryolar üretmeye başladı. Sonuçta üretilen senaryoların birinde karar kılındı. Üzerinde mutabakata varılan ve hemen uygulamaya konan bu senaryo gereği oyunun baş aktörü olarak seçilen İbrahim Ayata, hâlâ uyumakta olan Bekçi Battal’ın düdüğünü ve belindeki tabancasını alarak dışarı çıktı. Biz, içerdekiler de ışığı söndürüp cam yerine naylon takılmış pencerelerden birini açıp araladıktan sonra girdik yataklarımıza. Çektik yorganları kafalarımıza. Tam bu sırada, dışarı çıkan İbrahim Ayata başladı düdüğü öttürmeye. Düdük öttürülmeye başlanınca içerdeki arkadaşlarımızdan biri:
—“Battal kalk. Ekip geldi düdüğünü öttürüp duruyor” diyerek Battal’ı uyandırmaya çalıştı. Güç de olsa sonunda düdüğün sesine  uyandı Bekçi Battal. Yarı uykulu bir şekilde kalktı, yattığı ranzadan. Karanlığa gömülen koca odada sağa sola çarpa çarpa çıktı dışarıya. Bu arada dışarıda bulunan İbrahim Ayata ha bire öttürüp duruyor düdüğü. Dışarı çıkan Bekçi Battal, ekip zannettiği İbrahim Ayata tarafından durmadan öttürülen düdüğe yanıt vermek için elini atar düdüğüne. Ama düdük yok yerinde. Düdüğünü bulamayan Bekçi Battal, hiç zaman yitirmeden gerisin geri döndü içeriye. Doğruca vardı, uyuduğu ranzanın başına. Kayıp düdüğünü aramaya başladı, söylene söylene. Bulamadı tabi. Tekrar yöneldi kapıya doğru. Çıktı dışarıya. O dışarıya çıkarken İbrahim Ayata, aralanan pencereden içeri girdi.
Dışarıda birkaç dakika dolanan Bekçi Battal, tabancasının da olmadığının farkına varır. Hemen geri döndü içeri. Yaktı ışığı. Koştu, yattığı ranzanın başına. Başladı aranmaya. Bulamadı aradığını. Başladı çocuk gibi ağlamaya.
—N’oldu Battal, neden ağlıyorsun? dedi İbrahim Ayata.
—Hemi düdügüm, hemi de tabancam kayıp abey, dedi.
Bu arada uyanmış numarası yapan bizler de hiçbir şeyden haberimiz yokmuş gibi kalkıp oturduk yataklarımıza,
—İyi düşün, evde ya da başka bir yerde unutmuş olmayasın dedi, Rıza Gündüz.
—Yok, abey üzerimdeydi dedi Battal.
—Mahallede ya da gezip dolaştığın yerlerde düşürmeyesin…
—Bakındım, arandım ama bulamadım oralarda…
—İşin kötü o zaman senin, dedim.
—Hemi de nasıl kötü abey…
—Yapman gereken tek şey var o zaman…
—Neymiş o abey? dedi Battal.
—Karakola git, durumu olduğu gibi anlat kendilerine dedi Zeynel Cengiz.
—Ya sonrası abey?
—N’olacak sonrası Battal? Canını alacak değiller ya bir tabanca için. Yapacakları tek şey var. Görev mahalline gelip bir tutanak tutarlar. Bizi şahit gösterirsin. Yardımcı oluruz sana. Olur, biter dedi Mehmet İnce.
—Yoh abey yoh, bu iş bitti artık. Sonum geldi benim. Hemi görevden alırlar, hemi de kodese tıkarlar beni. Çoluk-çocuğuma bakacak kimim kimsem de yoh. Onlar dışarıda açlıktan ölürler, ben de içerde kahrımdan… dedi hıçkıra hıçkıra.
 
Tam da bu sırada düdük sesleri gelmeye başladı, dışarıdan. Polis ekibinin düdük sesleriydi bu. Battal’ı denetlemeye gelmişlerdi.
—A ha! İşte şimdi bittim ben, dedi Battal.
Çözüldü dizlerinin bağı. Tutuldu dili. Sararıp solmaya başladı yüzü. Dolandı eli ayağı birbirine. Ne hareket edecek hali kaldı Battal’ın ne de konuşacak mecali…
İş ciddiye binmişti artık. Adam ölüp ölüp diriliyor. O kalpten gidecek, biz vicdan azabından… Bu durumda şakayı daha fazla uzatmanın hiç bir anlamı yoktu. Her şeyi tadında bırakmak gerek diyerek şakayı sonlandırarak verdik tabancasını, düdüğünü. Yolladık dışarıya.
Diyecek yoktu keyfine, ağzı kulaklarına varıyordu, kendisini denetlemeye gelen polis ekibini uğurladıktan sonra pansiyon odasına gelen Bekçi Battal’ın. Gözlerinin içi gülüyordu adeta. Yeniden doğmuş gibiydi sanki. Sarıldı boynumuza birer birer. Öptü hepimizi, teşekkür ederek.
 
Mezuniyet Gecesi
İki aylık Köy Stajı’ndan döndükten sonra öğrencilik ağır geldi bize. Biz, her ne kadar iki aylık köy öğretmenliğinin sonrasında yeniden başladığımız öğrenciliği, sırtımızda bir kambur gibi görsek de Köy Stajı’nın sonrasındaki birkaç aylık zamanımızın; baraka tipi pansiyon binasının viraneye dönüşen odası, Öğretmen Okulu ve minik yavrularımızın cıvıl cıvıl sesleriyle çınlayan şehir ilkokulları üçgeni arasında mekik dokuyarak geçeceği bir gerçekti. Bu gerçeği yok saymak mümkün değildi. Hendeği geçmeden karşı tarafa varmak olanaksızdı. Karşı tarafa geçmek için hendeği geçmeliydik, mutlaka.
Öğretim yılının sona eren birinci döneminin sonrasında başlayan ikinci döneminde; haftanın son iş günü olan her Cuma, hep merkez ilkokullarında kalırdık. Oralarda geçerdi tüm günümüz. Önceleri dinleyici olarak girdiğimiz sınıflara daha sonraları öğretmen olarak girmeye başladık. Anlayacağınız biz öğretmenliğe, öğretmenlik de bize alışır olmaya başlamıştı artık. Bir bütünün iki parçası gibiydik adeta. Sırtımızda kambur olarak gördüğümüz öğrencilikten kurtulmak için gün sayıyoruz artık. Derken bir de baktık ki ikinci yarıyılın sonuna gelmişiz. Ara sınıflar tatile girmiş ve bir ay sürecek olan “Bitirme Sınavları”na başlanmıştı. Sıra, bir aylık Bitirme Sınavları Dönemi’nin sonrasındaki Mezuniyet Gecesi’ne gelmişti.
İçinde çeşitli aktiviteleri barındıran Mezuniyet Gecesi; Vali ve Vali Yardımcıları başta olmak üzere ildeki tüm daire ve okul müdürleri ile öğrenci velilerinden bir bölümünün katılımıyla tam bir şölen havasına dönüşmüş durumdaydı.
Gece; “İğne atsan yere düşmez” atasözünü kanıtlar gibiydi adeta. Sanılandan daha kalabalıktı. Adım atılacak yer yoktu. Gönlünce eğleniyordu herkes. Diyecek yoktu keyiflerine.
—Ya biz öğrenciler?
 Diken üstündeydik biz. Hop oturuyor hop kalkıyorduk. Bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyordu, eğlence. Bizi ilgilendiren tek şey mezun olup olmadığımızdı. Çünkü bir ay süreyle devam eden “Bitirme Sınavı”nın sonuçları açıklanmamıştı. Bunun için de sonuçların bir an önce açıklanmasını, diplomaların verilmeye başlanmasını bekliyorduk büyük bir sabırsızlıkla. Çünkü diploması verilen öğrenci mezun, verilmeyen de mezun olmamış olurdu. Diploma törenine geçilmesini istememiz ondandı.
Çeşitli etkinliklerle eğlencenin doruk noktasına ulaştığı gece, bir hayli ilerlemişti; diplomalar verilmeye başlandığında. A Şubesi’nden başlanarak veriliyordu, diplomalar. Kürsüden önce genç öğretmenlerin, ardından da diplomayı verecek olan davetlilerin adları okunuyordu.
Sıra bizim “B Şubesi”ndeki arkadaşlarımızın adlarının okunmasına gelmişti. Adımın mikrofondan anonsuna geldiğinde heyecanın esiri olmuştu bedenim. Elim ayağım birbirine dolanır olmaya başlamıştı. Dilim damağım kurumuş, bedenim zangır zangır titriyordu. Bu ruh hali içinde çıktım kürsüye. Çıktım çıkmasına ama oraya nasıl gittiğimi, diplomayı kimin elinden aldığımı ve erime nasıl döndüğümü hiç mi hiç hatırlamıyorum. Belki bir sürpriz olmuştu ya da hazırlıksız yakalanmıştım ondandı heyecanım. Ama öyle ya da böyle hiç fark etmez. Ben diplomayı elime almış ve öğretmen olmuştum artık. Benim, ya da bizim için önemli olan bu değil miydi? Amacımıza ulaşmıştık sonuçta.
Etkinliklerin sona ermesini beklemeden benim gibi diplomalarını alan üç yıllık ev arkadaşlarım Zeynel Cengiz ve Güzel Doğan’la birlikte ayrıldık, Mezuniyet Gecesi’nden. Vardık, mesken tuttuğumuz baraka tipi pansiyon binasının harabeye dönüşen odasına. Biriktirdiğimiz harçlıklarımızla hemen yanı başımızdaki büfeden aldığımız şarap ve mezelerle kurduk çilingir sofrasını. Oturduk başına. Başladık saz çalıp türküler söylemeye. Eğlendik gönlümüzce sabaha değin.
Hiç uyumadan sabahladığımız gecenin sabahında, mezuniyetimizi belgeleyip atanma talebinde bulunmak için Nüfus Cüzdan sureti, ikametgâh ve fotoğrafların da aralarında yer aldığı birçok belgeyi tanzim edip idareye vermek üzere okula gittik. Söz konusu belgeleri tanzim edip okul idaresine teslim edene değin gün akşam oldu. Eve dönünce uyku vaktini bile beklemeden girdik yataklarımıza, ilk akşamdan.
Öğrencilik yaşamım boyunca ilk kez deliksiz bir uyku uyuduğum bu gecenin sabahında çalınan kapı sesiyle uyandım:
—Kim o? diye seslendim.
—Benim, dedi babam.
—Kapıya en yakın yatak benim olduğu için kapıya ilk koşan ben oldum. Açtım kapıyı. Aldım babamı içeri.
—Hoş geldin, diyerek öptüm elini.
Babam:
—Hoş bulduk, deyip bağrına basarak gözlerimden öptü beni.
İkimiz hal-hatır sorarken uyanarak yataklarından kalkan ev arkadaşlarım Zeynel Cengiz ile Güzel Doğan da:
—Hoş geldin amca, diyerek hatırını sordular babamın.
—İmtihanlarınız n’oldu? diye sordu babam.
—Bitti…
—Netice belli oldu mu?
—Oldu, dedi Zeynel.
 —İyi mi bari?
—İyi, iyi hem de çok iyi. Üçümüz de “İYİ” derece ile mezun olduk. Hatta diplomalarımızı alıp tayin dilekçelerimizi bile verdik, dedi Güzel Doğan.
—Haydi, gözünüz aydın. Muvaffakiyetler diliyorum dedi.
Ardından, ev arkadaşlarım Zeynel Cengiz ile Güzel Doğan’ın gözlerinden öperek onları kutlayan babam:
—Senin de gözün aydın oğlum, dedi.
Bir yandan kollarıyla sıkı sıkıya beni bağrına basan babam, öte yandan da yanaklarından aşağıya doğru süzülen gözyaşlarına engel olmaya çalışıyordu. Ama nafile. Engel olmaya çalıştıkça yanaklarından boncuk boncuk süzülen yaşlar daha da hızlandı.
Babamın, gözlerimle tanığı olduğum gözlerindeki o sevinci, buruş buruş olmuş yüzlerindeki o anlamlı mutluluğu şu an dile getirmeye sözcükler kifayet etmez. O anı öğrenmek için anlatmak değil, yaşamak lazımdır. Tarifi mümkün olmayan bir duygu yaşadık orada. 
O anı sözcüklere dökemem, dökmem de mümkün değil. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: “Köyünde, çocuğunu okutarak bir ilke imza atan babam yaşamayacaksa kim yaşayacak bu duyguları? Bu duyguları yaşamak onun en doğal hakkı değil miydi? Herkese örnek olsun diye bir fidan dikmişti bahçesine. Yaz-kış, sıcak-soğuk demeden, durup dinlenmeden, bıkıp usanmadan baktı, emek verdi o fidana. Suyunu gübresini eksik etmedi kökünden. Özenle beslediği o fidanı meyve verecek çağa getirmişti. Hem de sayılamayacak kadar çok zorluğa rağmen.
Ateşleyeni oydu, içimdeki fitilin. Duygularım onun sayesinde birer birer dönüşüyordu söze. Sevginin, fedakârlık olduğunu ondan öğrenmiştim. Sevginin, sevene karşı saygı duymak olduğunu; sevginin, acı çekmek olduğunu; sevginin, özlemin kıskacında tutuşup yanmak olduğunu o öğretmişti bana. Ondan öğrendiğim bu duygularla sarıldım kendisine. Sarıldıkça sarılasım geliyordu, yekvücut olmak istiyordum onunla. Başka ne yapabilirdim ki? Ona teşekkür etmenin en doğal yolu bu değil miydi? Öptüm nasırlı ellerini. Tac ettim başıma.
Hepimiz etkilenmiştik bu duygu yüklü dakikalardan. Sildik akan gözyaşlarımızı. Vakti gelmişti, artık ayrılığın. Ayrılığın öncesinde üç yıllık ev arkadaşlarımla son bir kez daha oturduk, kahvaltı sofrasına.
Kahvaltının sonrasında babamla birlikte; daha önce denk haline getirdiğim yataklarımı, paketlediğim eşyalarımı ve mevcut birkaç giysimi emektar kara katırımıza yükleyerek yola koyulduk köye doğru. Yola koyulmadan önce aramızda sevgiye, saygıya ve hoşgörüye dayalı bir dostluk bağının oluştuğu üç yıllık mekandaşlarım Zeynel Cengiz ve Güzel Doğan’la vedalaştık. Ardından şehirlerin en küçüğü ve en şirini olan Tunceli’ye elveda diyerek düştük köyümüzün tozlu yollarına. Birkaç saatlik yaya yolculuğun sonrasında vardık köye. Köyümüze vardığımızda sevincim iki katına ulaştı. Çünkü yol geliyordu köyümüze. Makineler harıl harıl çalışıyorlardı, köyü bir an önce yola kavuşturmak için. Hem sevinçli, hem de gururluydu ilk öğretmenine ve yoluna kavuşan köylümüz.
Aydınlık demekti, uygarlık demekti yol. Bundan böyle aydınlığa doğru koşacak, uygarlığa doğru kucak açacaktı köylümüz. Artık, Tunceli’ye ne yürüyerek gidecekti, ne de at sırtında… Bundan böyle çeşit çeşit taşıtlarla tanışacak onlarla kucaklaşacaktı, köyümüz. Hayvan seslerinin yanı sıra klakson sesleriyle de tanışacaktı, bebelerimiz. Can alıcı dondurucu soğukların, geçit vermeyen amansız tipilerin egemen olduğu karakışta hasta düşen Fidan Teyzeler, Hatice Nineler, doğum sancısı çeken Sultan Gelinler bundan böyle ne insanların sırtında taşınacaktı, hastanelere ne de kızak üzerinde…
Köyümüz ve köylümüz artık kapılarını sonuna değin açık tutacaktı çağdaşlıktan, bilimden, fenden yana.
Çünkü artık yol geliyordu köyümüze.
Ama Sabahattin Ali’nin; “Asfalt Yol” adlı öyküsüne konu olan bir yol değil, emekçinin yolu olacaktı, köyümüzün yolu.
Sabahattin Ali’nin “Asfalt Yol” adlı öyküsünde anlatıldığına göre başta köylüye önderlik eden köy öğretmeni Sabahattin Ali olmak üzere tüm köy halkının ve çevre köylerdeki insanların çeşitli defalar çeşitli makamlara sık sık gitmeleri, oradaki yetkilileri usandırmaları ve haklarını sonuna kadar savunmaları neticesinde yol yapılır, Sabahattin Ali’nin öğretmenlik yaptığı köye. Köye yol geldiği için sevinçlidir, yetkilileri dize getiren köylüler. Sabahattin Ali’ye minnettardır herkes, köylerine yolun gelmesinde kendilerine önderlik ettiği için. Köylü vatandaş kağnısıyla, arabasıyla o yoldan gider kasabaya. Tarlasındaki ekinini kağnısıyla o yoldan taşır harmana. Ama köylü vatandaşın kağnısıyla, at arabasıyla kasabaya gittiği, ekinini kağnısıyla harmanına götürdüğü bu yolda zaman içerisinde çukurlar, kavisler oluşur. Yolda kavislerin, çukurların oluşması, kelli-felli beylerin “Chevrolet” marka özel taksilerinin hız yapmasına engel teşkil eder. Şikâyette bulunurlar bu tuzu kuru kelli-felli beyler. Yollarda oluşan çukurlardan ötürü hız yapamıyoruz, ya da hız yaparken araçlarımız zarar görüyor diye. Valilik bu şikâyet üzerine bir karar alır. Bundan böyle bu asfalt yoldan kağnı, at arabası ve traktörlerin çalışması yasaklanır. Yasağa uymayan büyük para cezaları ile cezalandırılır. Ama köylü de yolun köye gelmesinde kendilerine önder olan öğretmen Sabahattin Ali’ye düşman kesilir. Sen olmasaydın bu yol gelmezdi ve biz şimdi kelli-felli beylerin özel arabalarıyla fink attığı bu yol için ceza ödemezdik. Neden bize önderlik ettin de asfalt yol getirdin köyümüze? diye.
Sonuçta köy muhtarının uyarısı üzerine naklini başka bir yere aldıran Sabahattin Ali, zor kurtarır canını.
 
 
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ÖĞRETMENLİK YILLARIM
 
İlk Görev Yerim: SEYİTLİ
Yıl 1969.
Aylardan Temmuz’du. Bir akşamüzeriydi. Gölge basmış, kızgın yaz güneşinin kara sıcağı etkisini yitirmişti biraz. Birkaç arkadaşımla birlikte geziniyorduk, Tunceli’nin Palavra Meydanı denilen yerdeki ünlü caddesinde. Burası, Tunceli’nin tek caddesiydi o zamanlar. Herkes burada tur atar dururdu. Olmayacak işler konuşulurdu, çoğu kez burada. Kimi hükümet kurar, kimi devirirdi. Kimi kurulu düzenin savunuculuğunu yapar, kimi devrim yapardı. “Palavra” adı da ordan gelmedir, zaten. Ben, benim gibi atama bekleyen birkaç arkadaşımla bu Palavra Meydanı’nda gezinirken, yanımıza gelen 15–16 yaşlarındaki delikanlı:
—Mehmet Korkmaz hanginiz? diye sordu.
—Benim, dedim.
—Cavit Hoca’m sizi çağırıyor, dedi.
- Nerede kendileri?
—Hemen şurada, bizim bakkaliyede oturuyor, dedi.
Kendilerinden izin istediğim arkadaşlarımdan ayrılıp beni çağırmaya gelen delikanlı ile birlikte bakkaliyeye vardık. Kasada oturuyordu, bizim Uygulama hocamız Cavit Gürsoy.
—İyi günler hocam diyerek elini öpmek istedim.
Sağol diyerek elini öpmeme izin vermeyen Cavit Hocam:
—İyi günler Korkmaz, hoş geldin dedi.
—Hoş bulduk hocam. Nasılsınız? dedim.
—Teşekkür ederim. Sen nasılsın? .
—İyiyim. Sizi gördüm daha iyi oldum, dedim.
—Sağol, sağ ol dedi.
—Beni emretmişsiniz…
—Evet. Bir işimiz var okulda, onun için çağırttım, dedi.
—Nasıl bir iş hocam?
—Yazı işi. Atamalarınız gelmiş. Onları bildireceğiz arkadaşlarınıza. Bu arada gözün aydın senin ataman da Tunceli’ye yapılmış, dedi.
—Teşekkür ederim hocam, dedim.
—(Gülerek) öyle bir teşekkürle geçiştiremezsin, dedi.
—Canınız sağ olsun hocam, ilk maaşımla bir yemek yediririm size, dedim.
—Teşekkür ederim, şaka ettim, dedi.
—Yarın hangi saatte okula geleyim? dedim.
—Sabah erkenden. İşimiz oldukça çok. Uzun zaman alır. Yarın bitirmemiz için erkenden başlamamız gerekir. Ama yalnız başına gelme. Birkaç kişi daha bulunsun yanında, dedi.
—Kaç kişi mesela?
—5–6 kişi yeter…
—Tamam, hocam biz erkenden geliriz okula…
—Bekliyorum…
— Tamam hocam geliriz. İyi akşamlar…
—Sana da…
Böylece iyi akşamlar diledikten sonra ayrıldım bakkaliyeden. Vardım, Palavra Meydanı’nda turlayan arkadaşlarımın yanına.
—Ne diye çağırtmış Cavit Hoca?
—Yapılması gereken bir iş varmış okulda. Yardımcı olmam için ricada bulundu, dedim.
—Ne işiymiş?
—Atamalar…
—Ciddi misin?
—Evet, gözünüz aydın beyler. Atamalar yapılmış sonuçlar okula gelmiş. Hep birlikte okula gidiyoruz, yarın sabah…
—Okulda ne yapacakmışız?
—Bakanlıktan gelen atama sonuçlarını mezun arkadaşlarımızın adreslerine göndereceğiz…
—Olur, gideriz dediler.
Ertesi gün erkenden toplandık, akşamdan belirlediğimiz yerde. Birlikte vardık okula. Çıktık, aynı zamanda Eğitim Şefi de olan Uygulama hocamız Cavit Gürsoy’un makamına. Biz gittiğimizde bir kişi daha vardı, Cavit Hoca’nın odasında. Sonradan öğrendik ki odadaki o kişi, Cavit Hoca’nın talebi üzerine teksir işinde bize yardımcı olmak amacıyla Milli Eğitim Müdürlüğü’nce gönderilen bir memurmuş. İkram edilen çayları içtikten sonra hep birlikte, okulun zemin katında bulunan ve içi kitaplarla dolu kocaman bir salondan oluşan Okul Kütüphanesi’ne gittik. Burada, Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gelen memur, Bakanlıkça ataması yapılan yaklaşık üç yüz yeni öğretmenin adresine gönderilecek form yazıyı teksir ederken, bizim altı kişilik ekibimizden üçü teksirle çoğaltılan form yazının boş yerlerini, Bakanlıkça gönderilen Atama Kararnameleri’ne göre doldurma işiyle geriye kalan üç kişi de; form yazıyı içlerine koydukları zarfların üzerine arkadaşlarımızın adreslerini yazmakla görevlendirildi. Hummalı bir şekilde gerçekleştirilen çalışma neticesinde, üstlendiğimiz görevi, mesai bitiminde tamamladık.
Bu hummalı çalışmanın yaklaşık 15 gün sonrasında Tunceli İl Milli Eğitim Müdürlüğü, il içi atamaları gerçekleştirdi. Kuralar çekildi. Gerçekleştirilen kura neticesinde Tunceli-Çemişgezek-Ulukale Köyü İlkokulu’na atandım.
Adını daha önce duymuşluğum vardı, ancak görmüşlüğüm yoktu Ulukale’yi. Halk arasında, dutlarının meşhurluğuyla tanınan Ulukale, belde konumunda bir yerdi.
Görev yerimin belirlenmesinin hemen sonrasında yanı başımda duran ve Çemişgezekli olduğunu söyleyen bir arkadaş:
—Becayiş (Karşılıklı yer değiştirme) yapmak ister misiniz benimle? dedi.
—Siz nereye atandınız? diye sordum.
—Mazgirt-Elmalık Köyü İlkokulu’na dedi.
Birlikte vardık, koridordaki Tunceli İl Haritası’nın başına. Haritada bulduk köylerin yerlerini. Biz haritada köylerin yerlerini ararken bizim gibi haritada yer arayan bir Mazgirtli öğretmenle tanıştık. Eski adı Seyitli olan Elmalık köyünün merkezi bir yerde olduğunu, Tunceli-Elazığ sınırında bulunduğunu ve Elazığ’a günlük çalışan arabalarının mevcut olduğunu öğrendim ondan. Mazgirt ilçesinin de Tunceli merkeze en yakın ilçelerden biri olduğunu biliyordum zaten. Edindiğim bu bilgilerden yola çıkarak Elmalık’ın yaşam koşullarının, Ulukale’nin yaşam koşullarına göre çok daha iyi olduğu kanısına vardım. Bundan ötürü:
—Olur diyerek kabul ettim, meslektaşımın önerisini. Atamalarımız; karşılıklı yazdığımız becayiş dilekçeleri vasıtasıyla başvuruda bulunduğumuz Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından taleplerimiz doğrultusunda gerçekleştirildi. Böylece Tunceli-Mazgirt-Elmalık Köyü İlkokulu, benim ilk görev yerim olarak geçti kayıtlara.
Atamamın gerçekleştirilmesinin iki gün sonrasında Tunceli İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden elden aldığım “Atama Kararnamesi”yle birlikte Mazgirt İlköğretim Müdürlüğü’ne gittim. Hoş bir sürprizle karşılaştım orada. Tanıdık bir sima vardı, İlköğretim Müdürlüğü koltuğunda. Hasan Yabasun’du adı. Aynı zamanda yakın köylümüz de olan Hasan Yabasun, Tunceli Ortaokul birinci sınıfında bizim coğrafya derslerimize gelen bir hocamızdı.
Kendimi tanıtmanın yanı sıra tanışıklığımız konusunda da kendilerini bilgilendirdiğim Hasan Yabasun, sıcak bir yakınlık gösterdi bana. Orada Sn. Hasan Yabasun’un da yardımlarıyla gerekli işlemleri tamamladığım 29 Temmuz 1969 tarihinde resmen öğretmenlik görevime başladım. Göreve başladıktan iki gün sonra yani 1 Ağustos 1969 tarihinde ilk maşımı aldım.
475 liralık ilk maaşımı alır almaz hemen köyüme döndüm. Ve bu paranın 200 lirasını babama verdim. Ama az bulduğu için kabul etmeyerek bana geri iade etti. Ben parayı, annem aracılığıyla tekrar kendisine vermeme rağmen küstü, konuşmadı benimle. Görev yerine gitmek üzere köyden ayrılırken ne yaptıysam konuşmadı benimle. Küs ayrıldık birbirimizden. Ben ayrılığa alışıktım, ama küslüğe asla… Hele hele küs ayrıldığım kişinin babam olması beni daha da kahretti.
Ancak burada bir konunun altını özellikle çizmek gerekir. Bütün bunları babama yaptıran bir tek şey vardı. O da yoksulluktu. Yoksa onun paraya karşı hiçbir zaafı yoktu. Eğer böyle bir vasfa sahip biri olsaydı, baştan beri hiç okutmazdı beni. Ama yokluk ve yoksulluk onun elini kolunu bağlamış ve onu çaresiz duruma getirmişti. Çünkü beni okuturken bir hayli borçlanmıştı. Hatta son sınıfta iken aldığım hiçbir şeyin parasını ödeyememişti. O ödeyemeyince bütün bunlar benim borç haneme yazılmıştı. Ben hem bu borçları ödeyecektim, hem de tanımadığım, bilmediğim yabancı bir yerde bir yaşama başlayacaktım. Bu yeni yaşamda bana mutlaka lazım olacak gereksinimleri alacaktım. İlk maaşımın yarıdan fazlasını almam da ondandı. Evet, bütün bunları babama yaptıran o kahrolası yokluktu. Yoksa babam ne kendisi yaşardı, ne de bana yaşatırdı böyle bir hüznü.
Yaklaşık bir buçuk ay sonra ta oradan kalkıp görev yerime geliverdi, günün birinde. Gönlü razı gelmemişti küs ayrılmamıza. Sarıldık gurbet elde birbirimize. Baba-oğul öpüşüp koklaştık doyasıya. Böylece hem hasret giderdik, hem de küslüğü kaldırdık aradan.
Gönlü küs ayrılmamıza razı olmayan babamın hasret gidermek için geldiği yer, benim ilk görev yerim olan Elmalık köyü idi. Yaklaşık 70–80 haneden oluşuyordu, halk arasındaki adı Seyitli olan Elmalık. Çevresi üzüm bağlarıyla kuşatılmış durumdaydı, evlerinin tamamı kerpiçten örülme, toprak damlı olan Seyitli’nin. Meyve bahçeleri ile sebze tarlaları daha çok Peri Suyu’nun kıyısında ve kaynak sularının bulunduğu yerlere öbeklenmişti. Tahıl ürünlerinin yanı sıra şekerpancarı ve tütün de önemli bir yer tutuyordu, köyün tarımında. Tunceli-Elazığ il sınırını oluşturan Peri Suyu’nun aktığı vadinin kuzey yakasında yer alan Seyitli, daha sonra Keban Baraj Gölü nedeniyle değiştirilen yeni Tunceli-Elazığ karayolunun güzergâhında bulunuyordu. Tunceli’ye 50 km. Elazığ’a 90 km. uzaklığı bulunan Seyitli’den günün her saatinde her iki merkeze de ulaşmak mümkündü.
Yüzü güleç, tavırları sevecen, dostlukları gönülden olan insanların otağıydı, Seyitli. Bir Musa Yıldız Dede vardı burada; toprak gibi turap, su gibi aziz… Bir Mehmet Ali Polat vardı burada; onurlu yaşamın canlı simgesi… Bir İbrahim Yıldız Dede vardı burada; dostluğu yürekten, sevgisi gönülden… Bir Süleyman Yıldız vardı burada; muhterem bir dost, değerli bir insan… Bir Abdullah Yıldız vardı burada; nüktedanlığıyla Nasrettin Hoca’yı aratmayan, kişiliğiyle gönüllere taht kuran… Bir Hüseyin Yalçınkaya vardı burada; tatlı diliyle, gülen yüzüyle, ince esprili kişiliğiyle gönüllerde yer edinen… Bir Düzgün Baba vardı burada; dünyayı parmağında sallayan, çocukla çocuk büyükle büyük olan… Bir Seyyid Kekil vardı burada; engin hoşgörüsü, dostane tavırlarıyla gönüller fetheden… Bir Mustafa Küçük vardı burada; gönüller sultanı… Bir Deli Hüseyin vardı burada; kendi küçük dünyasında dürüstlüğü egemen kılan… Bir Butto(Zülfü Kaya) vardı burada; dili dolaşık, nüktesi bol, gözü tok… Bir Rıza Özcan vardı burada; dürüstlük abidesi…
Sizler de takdir edersiniz ki yaklaşık 80 haneden oluşan koca bir köyün tüm insanlarını bu şekilde birer birer tanıtmak-isimlerini sayamadığım dostlarımın affına sığınarak- onlarla yaşanılan anıları dile getirmek olanaksız olmadığı gibi kolay da değildir. Çünkü bu dostlarımın tamamından söz etmeye bir değil, birkaç kitap ancak yeter. Ama bu güzel insanlardan bahsetmeden de yapamam. Onun için diyorum ki bu güzel insanlardan tek tek söz etmek yerine hepsinin o güzel ortak özelliklerinden söz etmek daha evladır.
İçten ve samimiydi, Seyitli’nin insanı… Aralarında örümcek beyinliler bulunmadığı için bağnazlığa geçit yoktu onların felsefesinde… Dünün köhne karanlığına değil, yarınların aydınlığına gönül vermişlerdi onlar… Dosttan ve dostluklardan yana çalınmıştı mayaları… Güzellikleri hep baş tacı etmişlerdi, çirkinliklere yüz çeviren bu insanlar… İyinin yanında, kötünün karşısındaydılar daima… Dürüstlüğü ilke edinmişlerdi, eğriliğe bayrak açan bu insanlar… Gönülden sevdalıydılar insanlığa… Sevgi dinleri, insan da kıblesiydi onların…
İşte bundan ötürüdür ki ben, hem mutlulukların en büyüğünü, hem de acıların en ağırını yaşadığım bu köyün erdem sahibi güzel insanlarını unutmadım… Unutamam da…
29 Temmuz 1969 tarihinden 9 Ekim 1978 tarihine değin geçen 9 yıl, 3 ay, 10 günlük süre içinde dokuz ayrı öğretmenle çalıştığım Seyitli köyünde, 4 Nisan 1970 tarihinde evlenerek dünya evine girdim. Bu mutluluğun ürünleri olan Edebiyat öğretmeni kızım Zeynep Enhar; Yüksek Makine Mühendisi olan oğlum Murat Ender ve Yüksek Biyolog olan kızım Ezhar burada merhaba dediler yaşama.
Ama sadece mutlulukların en büyüğünü değil, acıların en ağırını da yine burada yaşadım. Yaşamın soğuk yüzüyle ilk kez burada tanıştım. Çünkü henüz ömrünün baharında iken 9 Temmuz 1977 tarihinde yaşama veda eden 24 yaşındaki kardeşim Ahmet’in acı haberini de burada aldım.
İkinci bir acı daha vardı, burada yaşadığım. Evlat acısı… Evet, ilk evlat acısını da yine burada yaşadım. 26 Haziran 1977 tarihinde burada doğan kızım Eylem Esengül; 27 Ekim 1977 tarihinde burada veda etti yaşama.
 
Davetsiz Misafir 
 
Mevsim sonbahar, aylardan Ekim’di. Yarı soyunuk duruma gelmişti, Tabiat Ana. Ağaçların, altın sarısına dönüşen zümrüt yeşili yapraklarının büyük bölümü toprakla kucaklaşır duruma gelmiş ve soğuklar kapıyı aralar olmuştu, artık. Meyve ağaçları ile üzüm bağlarının dışında hemen hiçbir ağacın bulunmadığı Seyitli köyünde bir akşamüzeriydi. Tabiattaki varlıkların gölgesi, çoktan aşmıştı kendi boylarının iki katını. İğde ağaçlarıyla çevirdiğimiz okul bahçesinin, köyün başıboş hayvanlarına göz kırpan, gel gel eden yeşil otları, kaplamıştı toprağın üzerini. Mevsim gereği çevredeki otların artık yavaş yavaş sararıp kurumaya başlaması üzerine etrafı çevrili olan okul bahçesinin bakir yeşilliği, köyün başıboş koyunlarının iştahını kabartıyordu. O gün öğrenciler tarafından açık bırakılan bahçe kapısından okul bahçesine giren köyün başıboş koyunlarından birkaçı, iki derslikli okul binasının arka tarafındaki çimenlikte otluyordu.
Okulun arka kısmında pencere seviyesine erişen yükseklikte bulunan bu çimenlikte otlayan koyunların içinde bir de koç vardı. Haşin bakışlı, kıvrım kıvrım boynuzlu olan bu koç, ikide bir başını kaldırıyor kendi görüntüsünü gördüğü dersliğin penceresinin camına bakıp bakıp duruyordu. Başka bir koç sandığı camdaki görüntüsüne toslamak için arada bir gerisin geriye gidiyor, ardından hızla ilerliyordu cama doğru. Sonra pişman olurdu, vazgeçerdi toslamaktan. Bu vazgeçişin sonrasında hemen başını önüne eğer, otlamaya devam ederdi. Aklına geldikçe tekrarlar dururdu aynı hareketleri.
Gün sona ermek üzereydi. Güneş, son demlerini yaşıyordu artık. Bizler günün son dersine yoğunlaşmışken büyük bir gürültü koptu sınıfta. İrkildik hepimiz. Neye uğradığımızı şaşırdık, bomba gibi bir ses veren bu gürültüyle. Öğrencilerin büyük bir bölümü, özellikle de birinci sınıf öğrencileri korkudan ağlaşıp bağrışmaya başladılar. Benim sırtım dönüktü o an koyunların otladığı yöndeki pencerelere. Hemen döndüm cam şangırtısının geldiği yöne. İnanamadım gözlerime. Uzun zamandan beri dışarıda, dersliğin pencere camındaki görüntüsüne horozlanıp duran o kıvrım kıvrım boynuzlu, haşin duruşlu koç, sınıfın tam orta yerinde duruyordu.
Birkaç saniye kıpırdamadan durdu, olduğu yerde. Şok geçirmişti besbelli. Kendine gelemedi, yerinden kalkamadı bir türlü. Hemen yanına vardım, ellerimle kapadım gözlerini. Bir süre sonra kendine gelmeye başladı.
—Kimindir bu koç biliyor musunuz? diye sordum
—Bizimdir dedi, Hüsniye.
Köy muhtarı Düzgün Baba’nın kızıydı, ikinci sınıf öğrencisi Hüsniye. Köy muhtarının koçu tecavüz etmişti hanemize.
Ben gülerek:
—Bu koç, bizim hanemize tecavüz etmiştir. Buna bir ceza verelim mi çocuklar? dedim.
—Koçun nesine ceza keselim öğretmenim? dedi çocuklar.
—Ne yapalım peki?
—Cezayı, koçun sahibine keselim öğretmenim, dedi üçüncü sınıf öğrencisi Ahmet.
—Olmaz ki, dedi Yusuf.
—Neden? diye sordum.
—Sahibi muhtar, öğretmenim. Muhtara ceza kesilir mi hiç? dedi Gülşen.
—Belki okuma-yazma öğrenmeye gelmiştir. Okuma-yazma öğrenmek suç mu? dedi Gülbahar.
—Neden suç olsun ki? dedi Gülşen.
—Ama defteri kalemi yok yanında. Hiç deftersiz, kalemsiz okuma-yazma öğrenmeye gelinir mi?
—Unutmuştur. Bir dahakine getirir dedi, Gülşen.
—Öğretmeni kim olsun?
—Gülşen olsun öğretmenim, dedi sınıfın çoğunluğu.
—Benden başka kimse yok mu sınıfta? Ben avukatlığını yapıyorum, bir başkası da öğretmenliğini yapsın, dedi Gülşen. Tıpkı Bektaşi’nin dediği gibi.
xxx
Bektaşi’nin biri günün birinde bir eve konuk olarak gider. Ev sahibi genç oğluna seslenir:
—Oğlum Mehmet! Baba erenlerin çubuğunu ateşle, der.
Bektaşi hemen kalkar oturduğu yerden. Çocuğun boynuna sarılarak salât-ü selâm getirir. Ardından da evin sahibine dönerek:
—Peygamberimizin adı zikredilince hemen salâvatlarım, der.
Ev sahibi, bir müddet sonra çember sakallı uşağına seslenir:
—Mehmet! Baba erenlere kahve getir, der.
Baba erenler hiç oralı olmaz. Ev sahibi bir süre sonra yine çember sakallı uşağına:
—Mehmet! Baba erenlerin fincanını al, der.
Bektaşi babası bu kez de kımıldamaz yerinden. Ev sahibi merakla sorar:
—Baba erenler! Bu sakallının adı da Mehmet’tir. Neden hiç oralı olmadın? Hani Peygamber Efendimizin adını duyunca salâvatlıyordun? der.
Ev sahibinin Mehmet adındaki çember sakallı uşağından hoşlanmayan Bektaşi:
—Hazreti Muhammed’in sevgili ümmeti sadece ben değilim ya. Onu da başkası salâvatlasın, der.
xxx
Sınıfımıza gelen bu davetsiz misafirin öğle vaktinden beri hep kendisinin camdaki görüntüsüne horozlanıp durması dikkatimi çekmişti benim. Ama pencereden sınıfa gireceğini aklımın köşesinden bile geçirmemiştim.
Eeee… Olacak o kadar. Yanındaki onca koyunun tek koçuydu. Egemenliğini, camdaki koça kaptıracak değildi ya. Onun için bir hayat memat meselesiydi bu. Onca koyunun arasında gururunu ayaklar altına alan camdaki koça pabuç bırakacak değildi herhalde. Onurunu koruması için camdaki rakibini ortadan kaldırması, yok etmesi gerekiyordu. Hem onun yapacağı şey ne tecavüze girerdi, ne de saldırıya… Nefsi müdafaaydı sadece. Bunu da yapmak zorundaydı. Düşündü, taşındı… Sonunda verdi kararını. Toslayacaktı, kendisine öğleden beri meydan okuyan camdaki koça.
Tıpkı ta başında hep yapmaya çalıştığı ancak vazgeçtiği gibi gerile gerile gider gerisin geriye. Sonra toplar tüm gücünü. Hızlı adımlarla ilerler cama doğru. Toslayıverir, kendisine meydan okuyan camdaki koça. Ve tosladığı pencere camının parçalarıyla sınıfta alır soluğu. Kala kaldı düştüğü yerde. Kendine gelemedi bir türlü. Belli ki şok geçirmişti, incinmişti bir tarafları. Ama olsun rakibini kaldırmıştı ya ortadan. Gerisi hiç mi hiç önemli değildi.
Açtık sınıfın kapısını. Çıktı, penceresinden içeriye girdiği sınıfın kapısından. Yalpalaya yalpalaya vardı, zafer kazanmış komutan edasıyla koyunların yanına.
  
Deli Hüseyin
Hüseyin Yıldırım’dı adı. Biraz asabi olduğu için “Deli Hüseyin” derlerdi, komşuları ona. Tam bir dürüstlük abidesiydi, Deli Hüseyin. Dürüstlüğünden asla ödün vermeyen bu adamın bir lakabı da “Çerçi Hüseyin”di. Bu lakap; yıllar önce eşeğine incik-boncuk yükleyip köy köy dolaşarak çerçilik yapmasından ötürü takılmıştır kendisine. Son yıllarda çerçiliği bırakan Deli Hüseyin; iki katlı, kerpiçten örülme, toprak damlı evinin birinci katındaki küçücük bir odasında bakkallığa başlamıştı artık.
Köyün, “Komdere” adı verilen mevkiindeki kıraç tarlasında gün boyu çalışır dururdu. Etrafını, tarladan çıkardığı taşlarla ördüğü bu tarlaya üzüm omcası dikmişti. Anlayacağınız bağ yetiştiriyordu burada. Zamanının büyük bölümünü hep burada geçirdiği için sürekli açık tutmazdı, sınırlı sayıdaki malların, içinde yer aldığı bakkaliyesini. Hoş evde bulunduğu zamanlarda da açık tutmazdı ya bakkaliyeyi. Bakkaliyeden bir şey almak isteyen biri varır kapısının önüne seslenirdi kendisine. Evde ise eğer iner satışını yapar, sonra geri evine çıkardı. Ama bu şekildeki satış bile günün her saatinde geçerli değildi. Çünkü belli kuralları vardı, Deli Hüseyin’in. Bu kurallara uymayanlara satış yapmazdı asla.
Veresiye satmazdı asla. Peşin alır peşin satardı malları. Bundan ötürü ancak parası olan alış veriş yapmak üzere giderdi Deli Hüseyin’e. İkinci ve en önemli kuralı da günün belirli zamanlarında satış yapmasıydı. Örneğin sabah güneş doğmadan ve akşam güneş battıktan sonra satış yapmazdı asla.
Yıl 1971…
Yağmurlu bir bahar akşamıydı. O günün sabahından itibaren bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayan yağmur, günün sona ermesine rağmen şiddetini kaybetmemişti hâlâ. Bir şimşek çakardı, gözleri kamaştırırcasına. Bir gök gürlerdi, yeri-göğü titretircesine. Halk arasında “Leylek Yuvası” olarak adlandırılan ve köye hâkim bir tepenin üstüne konuşlandırılan okul lojmanında oturuyordum. Yaklaşık 50 metrekarelik Leylek Yuvası’nın minnacık odalarını on dört numara gaz lambasının loş ışığıyla aydınlatıyorduk. Elektrik diye bir şey yoktu zaten ö dönemlerde. Büyük kızım Zeynep Enhar henüz birkaç aylıktı. İkamet ettiğimiz Leylek Yuvası’nın küçücük odalarını loş ışığıyla aydınlatan on dört numara gaz lambalarının şişeleri peş peşe kırıldı.
 Şişelerin söz birliği etmişçesine peş peşe kırılmaya başlamasıyla karanlığa gömüldük. Lamba şişesi alana değin, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla birlikte çakıp duran şimşek ışığından yararlanmak amacıyla pencere kepenklerini açarak evi aydınlattık.
Hem camların kırılmasını önlemek hem de geceleri rüzgârın etkisiyle birbirine çarparak uykumuzu kaçırdığı için çıkardığı seslerin önüne geçmek amacıyla akşamdan kapattığımız pencere kepenklerini açtım. Evin bu şekilde aydınlanmasını sağladıktan hemen sonra lamba şişesini almak üzere, 6 Mayıs 1972 tarihinde darağacına çekilen üç özgürlük şehidinden biri olan Deniz Gezmiş tarafından da giyilen o dönemin ünlü giysisi parkamı giyindim sırtıma, iki pilli el fenerimi ve şemsiyemi elime alıp dışarı çıktım. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla birlikte esen şiddetli rüzgârın zarar vermemesi için açtığım şemsiyemi özenle koruyarak çamurlu yoldan ilerledim hızlı adımlarla. Okulun en yakınındaki bakkaliyede bulunan iki tane on dört numara gaz lambası şişesini alarak hemen eve döndüm. Ancak onların ikisi de peş peşe kırılması üzerine kalakaldık ortada. Ya yağmurlu gecenin bir türlü bitmek bilmeyen şimşeklerinin aydınlığıyla yetinecektik -ki bu mümkün değildi. Çünkü henüz birkaç aylık olan kızım Zeynep Enhar vardı ortada. Onun altının değişmesi, gazocağında pişirilen mamasının verilerek karnının doyurulması gerekiyordu. Eh! Bütün bunlar yağmurlu gecenin zifiri karanlığını aralıklarla aydınlatan şimşek ışığında yapılmayacağına göre lamba şişesinin mutlaka alınması gerekiyordu- ya da bir umut diyerek köyün ikinci bakkalı olan ve güneş battıktan sonra satış yapmayan Deli Hüseyin’in bakkaliyesine gidecektim. Eh! Birincisi pek mümkün olmayan bu iki seçenekten ikincisini yapmam gerekiyordu. Öyle ise gece daha fazla ilerleyip kimseler uyumadan, gün batımından sonra satış yapmayan Deli Hüseyin’in bakkaliyesine gitmem gerekiyordu.
Umutlu olmasam da bu seçeneği mutlaka denemem gerekiyordu. Yine tebdili kıyafetle çıktım Deli Hüseyin’in bakkaliyesine doğru. Evinin köyün alt tarafında olmasından ötürü köyün içinden geçmem gerekiyordu, Deli Hüseyin’in bakkaliyesine gidebilmem için. Köyün azgın birkaç köpeğinden korunmak için yanıma bir de sopa alarak korka korka ilerliyorum. Korkum, köyün azgın köpeklerinden değil, Deli Hüseyin’in bakkaliyeyi açıp açmamasından kaynaklanıyordu.
Neticede vardım evlerinin kapısına. Vurdum kapılarını:
—Kim o? diye seslendi eşi.
—Benim yenge, Mehmet öğretmen. Kapıyı açar mısın? dedim.
Hemen kapıyı açan eşi beni karşısında görünce şaşırdı. Çünkü henüz hiç uğramışlığım yoktu, bakkaliyelerine.
Telaşlanmaya başlayan eşi:
—Hayırdır ağabey gecenin bu saatinde, bu yağmurda ne işin var? dedi.
—Önemli bir şey yok yenge. 14 numara lamba şişesi almaya geldim. Sizde bulunur mu acaba? dedim.
—Var ağabey var, dedi ve içeri girdi.
O içeri girdikten kısa bir süre sonra eşiyle birlikte dışarı çıktı. Eşi Deli Hüseyin’den habersiz bana; ne derse desin sen sus işareti yapan karısı, anahtarı ona verdikten sonra içeri girip kapıyı kapattı.
Yüzüme hiç bakmadan, başı önüne eğik, yüzü asık, kızgın bir ifadeyle; “Ne deyi beni rahatsız edersin? Ben, gecenin bu saatinde sana kapı açmak zorunda mıyım?” vb. sözler söyleyerek ikinci kattaki evlerinin merdivenlerinden inen Deli Hüseyin’i izleyerek iniyorum aşağı. Ancak ben; “Eşi olaydan haberdardır. Deli Hüseyin vermese bile eşi iner verir” diye korkmuyorum artık. Ama buna rağmen yine de N’olur n’olmaz bakarsın inat eder şişe vermez korkusuyla hiçbir şey söyleyemiyorum. Merdivenlerden indi sonra vardık bakkaliyenin kapısına. Deli Hüseyin açtı, kapının kilidini geçti çıtalarla oluşturduğu setin öte yanına. Üç lamba şişesi kalmıştı bakkaliyede. Üçünü de alacağımı söyledim kendisine. Bunun üzerine bakkaliyedeki şişelerin üçünü de alarak kasaya geldi. Hemen parasını bıraktım masanın üzerine. Verdiğim paradan lamba parasını kestikten sonra paranın üstünü bana uzatan Deli Hüseyin’le göz göze geldik. Karşısındaki kişinin ben olduğunun farkına varınca gözleri fal taşı gibi açıldı. Yüzünün rengi ve şekli değişen Deli Hüseyin, şaşkın bir ifadeyle:
—Sen misin muallim beg? dedi.
—Evet, benim Hüseyin Amca, dedim.
—Neden başta söylemedin sen olduğunu? dedi.
—Ne fark eder?
—Fark etmez olur mu muallim beg. Sen olduğunu bilmediğim için sabahtan beridir deli gibi söylenip duruyorum. Yoksa söyler miyim ben o sözleri? N’olur kusuruma bakma dedi.
—Önemli değil Hüseyin Amca. Asıl siz benim kusuruma bakmayın, gecenin bu saatinde sizi rahatsız ettiğim için, dedim.
Büyük bir suç işlemişçesine mahcup bir şekilde yarı beline kadar eğilip ellerimi tutarak:
—N’olursun kusuruma bakma muallim beg. Başta ağzıma sahip olamadım, şimdi söylediklerimden utanıyorum, dedi.
—Hiç önemli değil Hüseyin Amca. Utanacak ne söyledin ki? Hem ben, senin söylediklerini duymadım bile, dedim.
Sakinleştirmeye çalışıyorum ama nafile. Sakinleşmiyor bir türlü. Ha bire yalvarıp duruyor, af diliyor benden. Neticede birlikte çıktık bakkaliyeden. Kilitledi bakkaliyenin kapısını. O kapıyı kilitlemeye çalışırken ben;
—İyi akşamlar, Hüseyin Amca. Ben zaman kaybetmeden eve gideyim. Evdekiler merak eder şimdi, dedim.
—Dur beni bekle, dedi.
—Neden? diye sordum.
—Ben de geleceğim seninle…
—Ben giderim Hüseyin Amca, senin gelmene gerek yok…
—Olmaz… Hiç olmazsa köyün köpeklerinden geçireyim…
—Sağol Hüseyin Amca. Zaten yağmur yağıyor, boşuna ıslanma sen, dedim.
—Yağsın önemli değil. Nasıl olsa suçluyum. Böylece suçumun cezasını da çekmiş olurum, dedi.
Anlaşılan o ki Hüseyin Amca beni yolcu etmeye kesin kararlı. Onu bu kararından vazgeçiremeyeceğime göre varsın gelsin dedim, kendi kendime.
Birlikte okula doğru yürümeye başladık, yağmurlu gecenin zifiri karanlığını aydınlatan şimşeklerin ışığında. Yürüyoruz hızlı adımlarla. Yağmur hâlâ devam ediyor olanca şiddetiyle. Islanmasın diye şemsiyeyi ortak kullanmak istiyorum. Ancak; “ben suçluyum, cezamı çekerim” diyerek önerimi reddeden Deli Hüseyin, şemsiyenin dışında, yağmurun altında yürüyor. O koşullarda köyün çıkışına kadar yürüdük birlikte. Orada döne döne benden af dileyen Deli Hüseyin’i geri gönderdikten sonra ben de eve vardım.
 
Ayşe Nine’nin Bozuk Saati 
Yokluğun ve yoksulluğun, belini büküp iki kat ederek bastonla yürümeye mahkûm ettiği bir Kaya Dede vardı, Seyitli’de. Gözleri çukura gömülmüş, şakakları çökmüş, yüzü kırış kırış olmuştu, yaşamı boyunca sefaletin pençesinde kıvranan Kaya Dede’nin. Yaşam koşullarına yenik düşmüştü. Benzi solmuş, iş görme gücünü yitirmişti artık. Hamuru çile ile yoğrulmuş binlerce Anadolu insanından biriydi, Kaya Dede.
Yalnız onun değil, beslediği cuk cukların (hindi) peşinden koşuşturan eşi Ayşe Nine’nin de belini iki büklüm emişti, yokluk.
Köylülerince sıkça anlatılan bir anıları vardı, bu yaşlı çiftin.
Vakti zamanında görülmekte olan bir davası vardır, Kaya Dede’nin. Davanın duruşmaları, bağlı bulunduğu Mazgirt ilçesi mahkemelerinde görülmektedir. İlçeye ne yol vardır, ne de taşıt çalışır o dönemlerde. Duruşma günleri, en az 4–5 saat yaya yürümesi gerekmektedir, Kaya Dede’nin. Kimi zamanlar duruşmalara geç kaldığı da olurmuş. Geç kalınca da ya hâkim tarafından azarlanırmış, ya da davası ertelenirmiş. Bu konuma bir daha düşmek istemediği için duruşma gününün bir gün öncesinden yola çıkan Kaya Dede, geceyi, ilçeye yakın köylerin birinde misafir olarak geçirdikten sonra ertesi günün sabahında duruşmaya katılırmış. Böylece hem fazla yorulmazmış, hem de duruşmaya zamanında katılırmış.
Yine bir duruşma günü öncesidir. Mevsim sonbahar, aylardan Eylül’dür. 4–5 saatlik uzun ve yorucu bir yolculuğu göze alamayan Kaya Dede, her zaman olduğu gibi geceyi, ilçeye yakın köylerin birinde geçirmek üzere o günden hazırlanıp yola çıkmak ister.
Ancak eşi Ayşe Nine:
—Bugünden yola çıkmana hiç gerek yoktur. Sabah erkenden kalkar gidersin, diyerek kendisini o günden yola çıkmaktan vazgeçirmeye çalışır.
Kaya Dede:
—Olmaz… Sabaha kalırsam hem daha uzun yol yürüyeceğim için yorulurum hem de duruşmaya geç kalabilirim. N’olur n’olmaz işi sağlama almak lazım. Bugünden yola çıkarsam daha iyi olur, der.
—Yetişirsin yetişirsin der, eşi Ayşe Nine.
—Ya geç kalırsam?
—Kalmazsın merak etme. Ben erkenden kaldırır gönderirim seni, der eşi Ayşe Nine.
Kaya Dede:
—Saat mi var bizim evde? Neye göre erkenden kaldırıp göndereceksin, diye sorar.
—Benim saatim var, sen meraklanma…
—Benden gizli saat mi aldın yoksa?
—Yok, canım ne saati? Onu da nereden çıkardın?
-“Benim saati var” diyen sen değil misin bre kadın? Bilmeyen de bizim evde saat var zanneder, der Kaya Dede.
Ayşe Nine:
—Yok, canım saat dediysem öyle bildiğin o sahici saatlerden değil.
—Ya nasıl bir saat?
Kaya Dede’nin bu sorusu üzerine eşi Ayşe Nine başlar anlatmaya ne demek istediğini:
—Yıllardan beridir ben, her gece sabaha karşı idrara sıkışınca kalkar tuvalete giderim. Bu durum, zamanla bende bir alışkanlık haline geldi. Bundan ötürü her gün hep aynı saatte uyanırım. Nasıl olsa bu gece de aynı saatte uyanırım zahir. Uyanınca seni kaldırır gönderirim, diyerek eşinin bir gün öncesinden yola çıkmasına engel olur.
Mevsim hazan, zaman kavun-karpuz zamanıdır. O gün; Seyitli’nin hemen yanı başında sessiz sedasız akıp giden Peri Suyu’nun kuzey yakasındaki tarlalarından birine ektiği kavun-karpuzun ilk ürününü toplamıştır, Ayşe Nine. Bostandan ilk ürün olarak topladığı kavun-karpuzu eşeğinin sırtına vurduğu çuvallarla taşır evine. Akşam olunca da eşi Kaya Dede ile birlikte otururlar, kavun-karpuz çuvalının başına. Deyim yerindeyse doyasıya yer dururlar kavun-karpuzu.
Doyasıya yedikleri kavun-karpuzun ardından, sabahın erinden uyanmak üzere girerler yatağa, dalarlar uykuya. Yatağa yattıktan bir zaman sonra, akşamdan fazlaca yedikleri kavun-karpuz gösteriverir etkisini. İlk akşamdan idrara sıkışır Ayşe Nine. Uyanır, derin uykusundan. Çıkar tuvalete. Ardından her zamanki vaktinde uyandığını zannederek:
—Uyan herif… Gecikmeden kalk, yola çık, diyerek eşi Kaya Dede’yi uyandırır, derin uykusundan.
Kalkar, Kaya Dede yatağından. Giyinir üstünü başını. Yıkar elini yüzünü. Ardından da eşi Ayşe Nine’nin hazırladığı azığı yanına alarak düşer yola. Hızlı adımlarla yürür, ilçeye doğru.
Her zamanki vaktinde uyandığını zannederek kocası Kaya Dede’yi ilçeye yolculayan Ayşe Nine doldurur, yoğurdunu yayığına. Başlar yaymaya. Yaymasına yayar ama işin içinde bir gariplik olduğunun da farkına varır. Çünkü her zaman kendisiyle aynı saatte ayran yaymaya başlayan öteki köylü kadınların, hiçbiri bu gece yoktur görünürde. Buna rağmen ayranını yaymaya devam eder. Bir süre sonra bitirir işini. Burada da bir gariplik fark eder. Her zaman ayran yayma işi, güneşin doğuşuyla çakışmasına rağmen o gece ayran yayma işini bitirmesine rağmen güneş hâlâ belirmemiştir ufukta. Güneşin doğması bir yana, şafak bile sökmemiştir henüz. Tam da bu sırada dank eder Ayşe Nine’nin kafası. Yaptığı hatanın farkına varmıştır nihayet. Ama iş işten geçmiştir. Atı alan çoktan geçmiştir Üsküdar’ı.
Öte yandan karısı Ayşe Nine tarafından ilk akşamdan kaldırılarak yollara düşürülen Kaya Dede, gecenin zifiri karanlığını gündüze çeviren dolunayın ışığında yol alır, ilçeye doğru. 4–5 saatlik uzun ve yorucu bir yaya yolculuğun sonrasında ilçeye varır nihayet. İlçeye varır varmasına ama şafak bile henüz sökmemiştir. İn cin top oynuyor, seherin sessizliğinin egemen olduğu ilçe sokaklarında. Kapıları hâlâ kilidiyle duruyor, erkenden açılması gereken kahvehanelerin. Varır hâlâ kilidiyle duran kahvehanelerden birinin kapısına. Oturur, akşamdan üst üste istif edilmiş onlarca sandalyeden birine. Koyar başını masaya. Birazcık dinlenmek ister. Ama yorgunluğun ve uykusuzluğun etkisiyle hemen uyur oracıkta. Güzel bir uykuya yatan Kaya Dede’nin bu tatlı uykusu, kahvehanenin temizliğini yapmak ve günün ilk çayını demlemek üzere sabahın seherinde kahvehaneye gelen kahvehane sahibinin gürültüsüyle bölünür.
Bu gürültüyle uyanan Kaya Dede kalkar yerinden. Gider lavaboya. Yıkar elini yüzünü. Çıkarır, eşi Ayşe Nine tarafından hazırlanarak kendisine verilen azığı, koyar masaya. Sonra da kahvaltısını yapar, günün ilk çayı ile birlikte. Doyurur karnını, giderir açlığını. Ardından içtiği çayların parasını verir ve dışarı çıkar.
Yürür, duruşmanın yapılacağı mahkeme salonuna doğru. Beklemeye başlar orada. Duruşma sırası kendisine gelince duruşmaya katılan Kaya Dede, duruşmanın sonrasında köyüne dönmek üzere yola çıkar.
4–5 saatlik uzun ve yorucu bir yaya yolculuğun sonrasında köyüne varan Kaya Dede’nin, aradan onca zaman geçmesine rağmen öfkesi dinmemiştir hâlâ. Kararlıdır, kendisini ilk akşamdan yollara düşüren eşi Ayşe Nine’den hesap sormaya. Bundan ötürü eve varır varmaz:
—Ne deyi beni ilk akşamdan düşürdün yollara? diyerek sorguya çeker eşini.
Suçlu olduğunu bilen eşi Ayşe Nine, onu daha fazla öfkelendirecek bir şey söylememeye dikkat ederek:
—Kusura bakma, bilmeden oldu der.
—Hani saatin vardı senin? Hep aynı saatte uyandırırdı seni? N’oldu da saatin yalan söyledi sana? diye peş peşe sıralar soruları.
—Akşamdan o kadar kavun-karpuz yemeseydik bütün bunlar olmayacaktı, der Ayşe Nine.
Kaya Dede:
—Ne yani kavun-karpuz mu suçlu oldu şimdi? Ulan senin saatin bozulmuş, saatin. Bozuk saate kavun-karpuz neylesin? diyerek eşini dövmeye başlar.
 
Zararına Satsın
Halk arasında “Leylek Yuvası” olarak adlandırılan okul lojmanına yakın olan üç-beş evin birinde oturan muhterem bir komşumuz vardı, Seyitli köyünde. Adı, İbrahim Yıldız Dede’ydi. Feleğin sillesini her an ensesinde hissetmiş, acı kadar yokluğun ve yoksulluğun da tadına varmış on binlerce Anadolu insanıyla aynı yazgıyı paylaşanlardan biriydi, yetmişine merdiven dayayan İbrahim Dede. Nurlu bir yüzü vardı, uzattığı sakalına karların yağdığı İbrahim Dede’nin.
Gözleri dolu dolu olurdu, Ağrı Dağı İsyanı sırasındaki askerlik anılarını ve acı dolu kıtlık yıllarını anlatırken. Yetmişine merdiven dayamasına rağmen hâlâ tuttuğuna koparabilen bir azme sahipti. Acılar içinde kıvranarak erişmişti olgunluğa. İçi kan ağlasa da yüzü güleçti daima. İçtendi dostluğu. Dost bildiği insanların evinde kuru soğan yese bile orada et yemiş gibi kürdanla dişlerini kurcalar gibi yaparak açığa vurmazdı dostunun sırrını. Gönüldendi sevdası. Yaşadığı onca çileye gördüğü onca yokluğa ve yoksulluğa karşın asla bir şey yitirmemişti saygın kişiliğinden.
Kazım adındaki büyük oğlu 1960’ların ikinci yarısında “Tarih Değiştiren Göç” kervanına katılarak Almanya’da soluğu alırken, kısa süren bir devlet memurluğu sonrasında açığa alınan ortanca oğlu Doğan da küçücük, toprak damlı bir köy odasında ufacık bir iş yeri açmıştı. Bir yanı bakkaliye, öte yanı küçücük üç-beş masa ve on-on iki sandalye ile donatılmış bir kahvehane olarak işlev görüyordu, bu küçücük iş yerinin. Her zaman dolu dolu olurdu burası. Köylüler toplaşırlardı, gün boyu içilen sigara dumanıyla katman katman zehirli bulutçukların oluştuğu küçücük kahvehaneye. Biz öğretmenler de ders saatleri dışındaki zamanımızın büyük bölümünü orada geçirirdik. Yani o küçücük kahvehanenin müdavimleri arasında biz öğretmenler de vardık
 Becerikli ve atılgan biriydi, İbrahim Dede’nin ortanca oğlu Doğan. Bir yandan bakkaliyeyi çekip çevirirken, öte yandan da semaverde pişirerek demlediği çayları kahvehanedeki müşterilerinin hizmetine sunardı. İlerleyen zaman içinde Almanya’da çalışan ağabeyinin de desteğiyle köy ile Elazığ arasında yolcu taşımacılığı yapan bir minibüs aldı. Pazar hariç haftanın her günü minibüsçülük yapan Doğan, kahvehane ile bakkaliye işini de okuma-yazması olmayan ve ticaretten anlamayan babası İbrahim Dede’ye bırakır oldu. Kendisi de her ne kadar arada bir uğrayıp babasına yardımcı olmaya çalışsa da işin asıl
ağırlığı babasının omuzlarına binmişti. İş başa düşmüştü artık. İbrahim Dede istese de istemese de işin tam ortasında bulmuştu, kendini. İşin ilk günlerinde hata üstüne hata yapan İbrahim Dede, bakkaliyedeki malları, oğlu Doğan’ın sattığı fiyatların üzerindeki bir rakama satar, müşterilerden birkaçına. Durumdan haberdar edilen oğul Doğan, babasının bu hatalarından ötürü özür dilediği komşularına paralarının üstünü iade eder.
İşte yapılması muhtemel bu küçük hataların konuşulduğu günlerden biriydi. Mevsim kış, günlerden pazardı. O gün, İbrahim Dede’nin yerine, pazar olması nedeniyle Elazığ’a yolcu taşımacılığı yapmayan oğul Doğan açmıştı iş yerini. Oturuyorduk, Doğan’ın toprak damlı küçücük kahvehanesinde. Karemizi kurmuş, “hoşkin” adlı kâğıt oyununu oynuyorduk. Karemizde yer alanlardan biri de; o dönemlerde Pakistan Devlet Başkanı olan Zülfikar Ali Butto ile isim benzerliğinden ötürü köylülerce kendisine “Butto” lakabı verilen Zülfikar’dı. Köylülerince kendisine “Butto” lakabı verilen Zülfikar’ın bu lakabı; öylesine tutuldu ki asıl adı olan Zülfikar adı onun gölgesinde kaldı.
Patavatsız konuşmalarıyla, değişik yorumlara yol açabilecek devrik cümleleriyle ve kendine özgü üslubuyla bizim neşe kaynağımızdı, Butto.
Oyun oynarken karede bulunan ve kahvehanenin müdavimlerinden biri olan Butto; bir ara elindeki iskambil kâğıtlarını masanın üzerine bırakıp iki elini belinin iki tarafına koydu. Adeta bir horoz gibi kabararak kahvehane sahibi Doğan’a:
—Oğlum Doğan…
Doğan:
—Efendim Butto, dedi.
—Bir şey söyleyecem sana…
—Buyur söyle…
—Ya bu dükkânı sat, ya da arabayı, dedi Butto.
Doğan şaşkın bir ifadeyle:
—Hayırdır Butto. Bu da nereden çıktı. Neden dükkânı ya da arabayı satacakmışım? dedi.
—İki koltuğa bir karpuz sığmaz da ondan…
Butto’nun bu sözü üzerine kahvehanedekilerin hepsi kahkahalarla gülmeye başladı.
Doğan:
—Dilini eşek arısı ısırasıca öyle demezler ona, dedi.
—Ya nasıl derler? diye sordu Butto.
—“Bir koltuğa iki karpuz sığmaz”dır onun aslı…
Butto:
—Her ne zıkkım ise, dedi.
Doğan:
—Eee… Devam et, ne yumurtlayacaksın bakalım, dedi.
Butto:
—Nerde kalmıştık? diye sordu.
Karedeki oyunculardan biri:
—Karpuz kabuğunda kalmıştın, dedi.
—Durun arkadaşlar! Karpuz kabuğu düşürmeyin adamın aklına, dedi Doğan.
Kahkahalar… Gülüşmeler…
Butto:
—Ben eşek miyim oğlum, aklıma karpuz kabuğu düşsün…
Sair zamanlarda da sık sık Butto’ya takılan Mustafa Küçük adlı köylü:
—Haşa eşekten oğlum, dedi.
Yine kahkahalar ve gülüşmeler…
—Çıkar şu dilinin altındaki baklayı da derdini öğrenelim, dedi Doğan.
Butto:
—Sizin bu bakkaliyedeki malların fiyatı, satan kişiye göre değişiyor mu? diye sordu.
Doğan:
—Olur mu öyle şey? dedi.
—Oluyor beyefendi oluyor, dedi Butto.
Doğan:
—Nasıl oluyormuş? Anlat biz de öğrenelim, dedi.
Butto:
—Oğlum! Aynı malı sen ayrı fiyata satıyorsun baban ayrı fiyata… İkinizin fiyatı birbirini tutmuyor, dedi.
Doğan:
—Bu muydu söyleyeceğin? Bunun için mi sattırıyordun bana arabayı? Bunu baştan söyleseydin olmaz mıydı? Neden dağ bayır dolanıp kendini yordun ki? dedi.
Mustafa Küçük:
—Yahu Butto’nun aklı karpuz kabuğuna takıldı. Adam bir türlü uzaklaşamıyor karpuz kabuğundan. Dağ bayır dolanması ondandır, dedi.
Butto:
—Vallahi bir karpuz olsa fena olmaz, dedi.
Kahkahalar… Gülüşmeler.
—Ben söylüyorum siz inanmıyorsunuz. Baksanıza adam takmış kafayı karpuz kabuğuna. Vaz geçemiyor ondan bir türlü, dedi Mustafa Küçük.
—Doğan, yarın Elazığ’dan bir karpuz getirsene Butto’ya. Baksana adam aşeriyor sanki. Zemheri ayında canı karpuz istiyor, dedi Fevzi öğretmen.
—Söz. Yarın sabah Elazığ’a varır varmaz ilk işim karpuz aramak olacak. Bulursam getireceğim, dedi Doğan.
—Oğlum ne dansöz gibi kıvırıp duruyorsun. Bir soru sordum, onun cevabını versen bana, dedi Butto.
Doğan:
—Bak Butto, babamın okur-yazar olmadığını bilmeyenimiz yoktur. Adam birkaç kez hata yapmış ve kimi malları fiyatının üstündeki bir rakama satmış. Bunlar benim kulağıma gelince çağırdığım o komşularımızdan hem özür diledim, hem de paralarının üstünü verdim kendilerine. Olay kapandı, gitti dedi.
Butto:
—Oğlum, “Babam hata yapmış” diyorsun. Madem hata yapmış neden hep fazlaya satmış malları? Bir de zararına satsın ki ben onun hata yaptığına inanayım, dedi.
Mustafa Küçük:
—Maç sona ermiştir beyler. Sonucu açıklıyorum: Butto 1- Doğan 0(sıfır), dedi
Kahkahalar karıştı birbirine…
 
Kardeşimin Bana Yazdırdıkları 
Hayalleri vardı, gerçekleşemeyen…
Düşleri vardı, yarım kalan…
Sevdası vardı, yaşanmayan…
Aşkları vardı, bilinmeyen…
Umutları vardı, kendisiyle toprağa gömülen…
Özlemleri vardı, giderilemeyen…
Gizleri vardı, kalbinde saklı kalan…
Hedefleri vardı, ulaşılamayan…
Hüznü vardı, paylaşılamayan…
Dertleri vardı, dermanı bulunmayan…
Acısı vardı, yürekler dağlayan…
Sevgisi vardı, kora dönüşen gönüllerde…
Kim bilebilirdi?
Onun acısının yürekler dağlayacağını…
Kim bilebilirdi?
Onun sevdasının yarım kalacağını…
Kim bilebilirdi?
Yarınlara dair umutlarının gerçekleşemeyeceğini…
Kim bilebilirdi?
Akdeniz’in sularının onun yaşamına son vereceğini…
 
Evet tarih;
9 Temmuz 1977. Günlerden cumartesi.
Saatler 16.40’ı gösteriyordu…
 
Ve O,
Ömrü kısa…Umutları yarım…Sevdası gizli…Derdi dermansız…
Bir şekilde… Veda etti yaşama…
Bir daha…
Ve bir daha da görüşmemek üzere ayrıldı
Aramızdan…
Yüreklerimizi dağladı onun yok oluşu…
Yangın yerine dönüştürdü
Döşümüzü…
Baykuş öttürdü hanemizde…
Viraneye çevirdi ocağımızı…
Göremeyecektik artık o
Bir tanemizi…
O çıkmıştı artık dönüşü olmayan
YOLA…
Acısı ilk günkü kadar bağrımızı yakıyor
HÂLÂ…
Uğur ola kardeş sana uğur
OLA…
 
 Birkaç aydan beri yakalandığı ağır bir hastalığın pençesinde kıvranan annem, Elazığ Devlet Hastanesi’ne yatırılmıştı. Babam da annemin gereksinimlerini karşılamak üzere orada kalmış, köye dönmedi bu süre içinde. Annem hastanede, babam onun yanında kalmaya zorunlu olunca ben, aramızda üç yaş farkı bulunan kardeşim Ahmet ve henüz 4–5 aylık bir bebek olan kız kardeşim Güler, özlerden daha öz olan üvey babaannemin şefkatli kolları arasında bulmuştuk kendimizi.
 
Yıl 1956.
Mevsim yaz…
Aylardan Temmuz…
 
Temmuz güneşinin kara sıcağıyla kavrulan bir günün akşamıydı. Henüz 4–5 aylık bir bebek olan kız kardeşim Güler, uyuyordu beşiğinde. Ben, keçi ve koyunlarımızı sağmakta olan babaannemle birlikte ağılda bulunuyordum. Kardeşim Ahmet kapının önünde oyun oynuyordu, tek başına. Keçi ve koyunlarımızı sağan babaannem, süzüp kaynattığı sütü mayalama işini bitirmişti. Sırada akşam yemeği vardı. Hazırladığı nevaleyi koydu yer sofrasına. Tam sofraya oturacaktık ki, az önce kapının önünde oyun oynayan kardeşim Ahmet’in olmadığını fark ettik. Aradık evimizin yanını yöresini. Sorduk, kapı komşuya birer birer. Ama kardeşim Ahmet yoktu, ortalarda. Yer yarılmış da içine girmişti adeta. Komşularımız, hemen erkeğiyle kadınıyla birlikte koştular yardımımıza. Onlarla birlikte en kuytu yerleri de içinde olmak üzere köyümüzün her tarafını aradık didik didik. Ama nafile. Hiçbir yerde izine rastlanamadı, kardeşim Ahmet’in. Uzun aramalarımıza rağmen izine rastlanamayan kardeşim Ahmet bulunamayınca yardımımıza koşan komşularımızla birlikte doluştuk, titrek alevli idare lambasının loş ışığıyla aydınlanan tek odalı evimizin mutfağına. Herkes ağlıyor… Ağlıyor… Ağlıyordu…
Bizi teselli etmeye çalışan komşularımız da en az bizim kadar üzüntülü ve kaygılıydılar. Kimileri bizimle birlikte hıçkıra hıçkıra ağlarken, kimileri de daha da ileri giderek ağıtlar yakmaya başlamıştı. Adeta bir yas yerine dönmüştü, evimiz.
Gece bir hayli ilerlemiş ve orada bulunan herkes helak olmuştu ağlamaktan. Öyle bir an geldi ki ses seda çıkmaz oldu kimseden. Matem yerine dönüşen evimizde bulunan komşularımız, çömeldikleri yerde başlarını iki elinin arasına almış ve gözlerini bir noktaya odaklamış düşünüyordu kara kara.
Ortalık ölüm sessizliğine bürünmüştü adeta. Yataklarımızın üst üste yığılı olduğu yerde ayakta duran, gelinlik çağındaki Hanım Abla:
—Burada birileri var galiba, dedi.
—Nerede? diye sordular.
—Yatakların arasında… dedi Hanım Abla.
—Sana öyle geliyor. Kim olabilir üst üste istif edilmiş yatakların arasında? dediler.
Komşumuz Hasan Dede’nin kızı Hanım Abla:
—Vallahi de billahi de birileri var, bu yatakların arasında. İnanmayan gelsin dinlesin nefes alıp vermelerini, dedi.
Bunun üzerine komşularımızdan biri kalktı, oturduğu yerden. Vardı Hanım Abla’nın yanına. Dayadı kulağını, üst üste istif edilen yataklara.
Sonra:
—Hanım doğru söylüyor. Bir ses geliyor yatakların arasında. Hem de nefes alır-verir şekilde bir ses, dedi.
Komşularımızdan bir başkası vardı yatakların yanına. Araladı, yatakların en üst kısmında bulunan yorganın bir katını. Yorgan aralanır aralanmaz gerçek tüm çıplaklığıyla çıktı ortaya. Akşamdan beri tüm komşularımızla birlikte aradığımız üç yaşındaki kardeşim Ahmet, aralanan yorganın içinde uyuyordu mışıl mışıl. Olanlar karşısında şaşkına dönen komşularımız, engel olamadılar sevinç gözyaşlarına. Ben hemen kucakladığım kardeşim Ahmet’e sıkı sıkıya sarılırken, başta babaannem ve büyük teyzem olmak üzere hüzünlenerek hüngür hüngür ağlayan komşularımız, bağırlarına basarak öptüler bizi.
Olay, mutlu bir şekilde sona erdiğinde vakit, gece yarısını çoktan geçmişti. Yardım ve desteklerini bizden esirgemeyen komşularımız bize; “iyi geceler” dileyerek evimizden ayrıldılar birer, ikişer… 
Her yaz tatilinde olduğu üzere o yaz tatilinde de; kardeşim Ahmet’in asker olmasından ötürü bana her zamankinden daha çok ihtiyaçları olan babamlara yardımcı olmak üzere köyümüze gitmiştim. Ben de ekin biçmek üzere sabah erkenden kalkan herkes gibi erkenden kalkmıştım.
 
Günlerden 20 Temmuz 1974.
Saatler, sabahın 06.00’sını gösteriyordu. 
Her sabah olduğu üzere o gün de kalktığımda ilk olarak babamların “DELTA” marka pilli radyosunu açmak oldu. Her zaman şen şakrak türkülerin söylendiği radyoda o gün marşlar çalınıyordu. Şaşırmıştım doğal olarak. Acaba yine darbe mi oldu? diye. Ancak birkaç saniye sonra haberler verildiğinde anlaşıldı ki, darbeden ötürü değil, o gün başlatılan Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan ötürü çalınıyormuş marşlar.
Daha üç yaşındayken kaybolan kardeşim Ahmet, henüz dokuz aylık bir askerdi; “Karaoğlan” lakabıyla bilinen Başbakan Bülent Ecevit’in “Kıbrıs Barış Harekâtı”nı başlattığı 20 Temmuz 1974 günü. Sınıfı muhabereydi, Edirne-İpsala’da askerliğini ifa eden kardeşim Ahmet’in.
Harekâtın başlatıldığı 20 Temmuz sabahında ayrılmıyoruz, her 15 dakikada bir savaş haberlerinin verildiği pilli “DELTA” marka çantalı radyonun başından. Bir telaş, bir korku havası egemen oldu ailemizde. Annem durmadan ağlıyordu. Ben ikna etmeye, moral vermeye çalışıyorum ona. “Ağlama!” diye yalvarıyorum kendisine. Ama nafile. O durmadan ağlıyor. Çünkü oğlu savaşın tam ortasında… Yunan’ın hemen sınırında. Nasıl ağlamasın ki kadıncağız?
Günlerce devam eden “Birinci Barış Harekâtı”nın ardından yürürlüğe konan ateşkesin hemen sonrasında 14 Ağustos 1974 günü başlatılan ikinci harekât, savaşın; Türkiye-Yunanistan arasında yaşanacağına dair var olan endişeleri, korkuları daha da arttırdı.
Ama sonuçta akla gelen başa gelmemiş ve savaş birkaç gün sonra sona ermişti. Böylece asker kardeşim Ahmet, burada yaşam savaşını kazanmış ve ölüme galebe çalmıştı. Zamanı gelince de sağ-salim dönmüştü sılasına. On sekiz aylık askerlik süresince hiç izin kullanmadığı için Mayıs 1975 tarihinde terhis olan kardeşim Ahmet’in askerlik dönüşünde uğradığı ilk kişi ben olmuştum. Öğretmenlik yaptığım Tunceli-Mazgirt-Seyitli köyünde soluğu almıştı. Sarıldık iki kardeş birbirimize. Kucaklaşıp öpüştük dakikalarca. Hasret giderdik baş başa. Bende bir gece misafir kaldıktan sonra ertesi gün bir taksi ile baba ocağına gittik birlikte. Annem; “Dünya gözüyle oğlumu gördüm” diye mutluluktan uçuyordu adeta.
Vatan borcu da bitmişti böylece. Tığ gibi delikanlıydı. İşsiz güçsüz duramazdı köyde. Avare dolaşamazdı ortalıkta. Sadece birkaç ay kalabildi köyde. Alışmıştı artık gurbete. Gel gel ediyordu gurbet kendisine. Günün birinde vedalaştığı annesinin ve babasının elini öptükten sonra terk etti sılasını, tuttu gurbetin yolunu. Kısa süre içinde İskenderun’da bulduğu bir şirket işinde çalışmaya başladı. Ancak fazla sürmedi oradaki işi. Çünkü o zamanlar inşaatına yeni başlanan Ceyhan-BOTAŞ Tesisleri inşaatında elektrik teknisyeni olarak işe başlamıştı.
 
Tarih;
26 Mayıs 1977.
Aynı zamanda sılasına en son gelişi de olan bu tarih, Ceyhan-BOTAŞ Tesisleri inşaatında elektrik teknisyeni olarak çalışan kardeşim Ahmet’in on beş günlük bir izin alarak sılasına vardığı gündü. Sılasına en son vardığı bu tarihte yine ilk geldiği kişi ben olmuştum. Bir gece misafirim olmuştu ki bu misafirlik, aynı zamanda bana geldiği son misafirliği de olmuştu, bahtsız kardeşimin. 27 Mayıs 1977 günü baba ocağına gitmek üzere ikimiz birlikte Tunceli’ye vardık. Tesadüf bu ya o gün sevgili babam da gelmişti Tunceli’ye. Gurbetteki iki oğluyla aynı anda buluşması hüzünlendirmişti onu. Engel olamadı gözyaşlarına. Bastı ikimizi bağrına. Köyümüze gitmek üzere birlikte, kiraladığımız bir taksiye binerek yola çıkmıştık. Ancak yolun çamurlu olmasından ötürü o gün ertelediğimiz köy ziyaretini bir sonraki gün ancak gerçekleştirebilmiştik. Baba ocağında birlikte birkaç gece kaldıktan sonra –ki bu aynı zamanda son görüşmemiz ve son beraberliğimiz oldu- ben görev yerime geri dönmüştüm. Birkaç gün sonra da o dönmüştü, işinin başına. Ancak ne o biliyordu bütün bu beraberliklerin son olacağını, ne de biz… Bu tarihten yaklaşık bir ay sonra onun ölüm haberiyle sarsılacağımız hiç birimizin aklına gelmemişti, gelemezdi de… 
Benim ilk kardeşim, ailemizin de ikinci çocuğuydu o. Onun ölüm haberini alarak yaşamın soğuk yüzüyle tanışacağım hiç yoktu hesapta. Gencecik bir fidandı. Yirmi dört yaşındaydı henüz. Ona damatlıklar yerine kefen giydirmek çok ama çok acı gelmişti bize. Tabutunu güllerle donattık, gelin arabasının yerine.
 
Tarih; 10 Temmuz 1977.
Yer; Seyitli köyü.
Günlerden pazardı. Temmuz güneşinin kara sıcağının egemen olduğu bir yaz günüydü. Okulların tatile girişinin üzerinden yaklaşık iki aylık bir zaman geçmişti. Ama buna rağmen ben, henüz ayrılmış değildim görev yerimden. Her zaman olduğu gibi o gün de Seyitli Köprüsü olarak bilinen yerdeki köy kahvehanelerinden birine gitmiştim. Oranın müdavimleri arasındaydım. Her gün kahvaltımı yaptıktan sonra oraya gider, akşama doğru da eve dönerdim. Hemen yanı başında Peri Suyu geçen kahvehanenin yanındaki kavakların gölgesinde oturmuş, arkadaşlarla sohbet ediyorduk.
Vakit öğleni çoktan geçmişti. O anda motosikletli biri belirdi uzaktan. Bir süre sonra yanımıza geldi. PTT görevlisiydi, yanımıza gelen kişi. Görev yaptığım Seyitli köyünün bağlı bulunduğu Akpazar bucağındaki PTT şubesinde çalışıyordu. Köye sık sık gelip giderdi. Bundan ötürü tanışıklığımız daha önceye dayanıyordu. Ama hep hafta içi gelirdi köye. Pazar günleri hiç görmediğimiz için bir anda yanımızda tebdili kıyafetle görünce endişelendik doğal olarak. Ağzını bıçak açmıyordu, her zamanki şen şakrak adamın.
—İyi günler Mehmet Hoca’m, dedi.
—İyi günler. Hoş geldin, dedim.
Yanından hiç eksik etmediği posta çantasını çıkardı, motosikletinin selesinden. Açtı, çantanın fermuarını. Çıkardı içinden kara kaplı küçük defterini. Bu defterin içinden çıkardığı bir kâğıdı bana uzatarak:
 —Buyurun hocam bu telgraf sizin, dedi.
Önce kara kaplı küçük defterin ilgili bölümünü imzaladım. Ardından PTT görevlisi tarafından bana uzatılan telgrafı aldım. İşte tam o anda bir kor düştü ki içime, hiç sormayın.
Yakmaya başladı bedenimi.
Hem de ne yakış…
Tarifi mümkün değil.
 Onu ancak bir ben bilirim, bir yaşayanlar…
Alev alev yanıyor yüreğim…
Belli ki telgraf çok önemliydi…
Yoksa PTT görevlisinin bu tatil gününde ne işi vardı burada?
Ellerim titreye titreye açtım telgrafı.
Telgraf bir gün öncesinden çekilmişti.


   
 Yani
 9 Temmuz 1977 Cumartesi günü.
 
Üzerinde; hepsi de Tuncelili olan ve tamamını tanıdığım birkaç kişinin adı bulunan telgraf; Ceyhan-BOTAŞ Tesisleri İnşaatı’nda çalışan kardeşim Ahmet’in iş arkadaşlarından geliyordu.
Güçlükle tutabiliyorum telgrafı. Bir hüzün sardı ki bedenimi sormayın. Ellerim titremeye, dişlerim zangırdamaya; damağım kurumaya, dilim dolanmaya başlamıştı. Konuşamaz hale gelmiştim… Telgrafın içindeki; “Kardeşin iş kazası geçirdi. Hastanede tedavi altına alındı. Seni görmek istiyor. Acilen gel…” cümlelerini okuduğumda.
Telgraf, “Yıldırım Telgraf”tı. Arkadaşları tarafından çekilmişti. Öyle ise kardeşim ya ağır yaralı, ya da ölmüş olmalıydı. Ama ben, her şeye rağmen “ölüm”ü aklıma getirmek bir yana düşünmek bile istemiyorum. Ölümü yakıştıramıyorum ona. O’nun adını “ölüm”le bir arada anmak tüylerimi ürpertiyordu, azap veriyordu bana çünkü. Ömrünün baharındaydı, 24 yaşında körpecik bir fidandı henüz. Daha damatlıklarını bile giyinmemişti. Al kınalar yakılmamıştı, ak ellerine. Kefene sarınmak yakışır mıydı ona, damatlıklarını giyinmeden? Bunun için umutlarımı yitirmek, onun adını ölümle yan yana anmak istemiyordum.
Kalkmak istiyorum ama olmuyor, kalkamıyorum bir türlü. Ayaklarım dolanıyor birbirine. Dizlerimin bağı çözüldü. Ben bende değildim artık. Bir başka “ben” belirmeye başladı, içimde. Aklını yitiren, şuurunu kaybeden, kor ateşlerde cayır cayır yanan bir “ben” vardı artık... Ama bu böyle yürümez, yürümemesi gerekiyordu. İçimdeki o bir başka “ben”i yenmem, ona galebe çalmam lazımdı. Yoksa nasıl yetişebilirdim, biricik kardeşimin carına? Dizgin vurdum duygularıma. Bir yana bıraktım duygusallığı. Kalktım oturduğum yerden. Orada bulunan arkadaşlardan birinin yardımıyla vardım evime. Evden eşimi, büyük kızım Zeynep Enhar’ı, oğlum Murat Ender’i ve henüz birkaç günlük bir bebek olan kızım Eylem Esengül’ü de yanıma alarak Elazığ’a doğru yola çıktım. Güneş batmış, gün akşam olmuştu Elazığ’a vardığımızda. Orada, eşimi ve çocuklarımı aynı zamanda kayınbabam da olan Haydar Amcamlara bıraktım. Elazığ otogarına gitmek üzere evden çıkıyordum ki olaydan haberdar olan Haydar Amca’m geldi eve. Tek başıma gitmeme gönlü razı olmadı, Haydar Amca’mın. “Bekle birlikte gidelim” dedi. Bekledim… Onunla birlikte vardık, Elazığ otogarına. Orada Adana’ya giden ilk otobüsle yola çıktık hemen.
Kardeşimin kaza geçirdiğini duyup üzülmesinler diye babamları, Tunceli’deki amcamları ve kardeşlerimi bile haberdar etmedim. Gidip durumunu gözlerimle gördükten sonra onlara haber ederim diye düşündüm. Meğer benim, burnunun kanamasına bile razı olmadığım kardeşim bizi boynu bükük, bağrı yaralı bırakıp gitmişti. Haydar Amca’mla birlikte Adana’ya doğru yol almakta olan otobüsle yolculuk yaparken, ölümü en uzak olasılık olarak düşünüyorum. Hatta aklıma hiç getirmiyorum.
Çünkü onun adını ölümle aynı cümlede kullanmak bile kahrediyor beni…
Çünkü ölümü yakıştıramıyorum ona…
Çünkü O, 24 yaşında gencecik bir fidandı henüz…
Çünkü onun yaşamasını istiyorum, ölümünü değil…
Haykırıyorum sessiz çığlıklarla…
Yalvarıyorum Mevla’ya:
“Kardeşime yardım eyle. Benden önce sen yetiş onun carına” diye.
Dedim ya haber bile vermedim anneme, babama, emmime, dayıma, dostuma, yarenime. Onlar kaza geçirdiğini duyup üzülmesinler, ağlamasınlar diye…
 Ben ağlıyorum onların yerine…
Ama hıçkıra hıçkıra değil, gözyaşlarımı içime akıtarak… Yeni bir güne başlarken dayanılmaz büyük acıların bana kucak açacağını nereden bilebilirdim, ben.
Gecenin zifiri karanlığında hızla ilerleyen otobüste yan yana oturduğumuz Haydar Amca’m her yarım saatte bir:
—Mehmet!
—Efendim amca…
—Üzülme… Belki de senin düşündüğün gibi değil… Belki de ihtiyacı var bizim dualarımıza… Dua edelim ona…
—Tamam amca… Dualarımız onunla osun… diyorum.
Ve otobüs ilerliyor, Adana’ya doğru…
Sessiz gecede karanlıkların arasından süzüle süzüle…
Gecenin zifiri karanlığında kardeşimi arıyor, gözlerim…
Kulaklarım sesini duymak istiyor, onun…
Kalbim onunla kucaklaşmak…
Kollarım ona sıkı sıkıya sarılmak…
Ama nafile…
Kabul görmüyor dileklerimin hiçbiri…
Biri, bana bu yaşadıklarımın bir rüya olduğunu söylesin istiyorum. Söylesin ki içime akıttığım yaşlar, sevinç gözyaşları olsun.
Olsun ki ben, acıdan değil, sevinçten ağlıyor olayım…
Kanat takıp uçayım sılama doğru…
Müjdeli haberi vereyim anneme, babama…
Ama nafile…
Kimse söylemiyor bana, bunun bir rüya olduğunu…
Ufuklar güneşi doğurmadan ben, karanlığın sancısından kurtulmak istiyorum… Umut besliyorum yarına…
Ama nafile…
Meğer yarınlar dünden daha sancılıymış…
Bir çağlayan olup akmasını istiyorum umutlarımın… Kötülüklerin ve acıların tümünü önüne katıp götürecek bir sel olmasını istiyorum onların…
Ama nafile…
Olmuyor…
Kabul görmüyor dileklerim…
Ve karanlık gecenin sessizliğini yara yara yol alan otobüsün içinde yan yana oturduğumuz Haydar Amca’m bir daha yineliyor:
—Mehmet!
—Efendim amca…
—Üzülme… Belki de senin düşündüğün gibi değil… Belki de ihtiyacı var bizim dualarımıza… Dua edelim ona…
—Tamam amca… Dualarımız onunla olsun…
Ve otobüs ilerliyor Adana’ya doğru…
Sessiz gecede karanlıkların arasından süzüle süzüle…
Gözlerin yaş, gönlüm hüzün dolu…
Hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden…
Yüreğim yanıyor alev alev…
İksirli bir su içmek istiyor canım…
Alev alev yanan yüreğimin korlarını söndürecek, acılarıma son verecek bir su…
Ve nihayet sessiz gecede karanlıkların arasında süzüle süzüle yol alan otobüs duruyor, Adana-Ceyhan yol kavşağında.
Ve otobüsün, uykusuzluktan helak olan muavini yalpalaya yalpalaya yanımıza gelerek:
—Abey… Burada ineceksiniz… De ha taksiler duruyor orada… Onlardan birine binin Ceyhan’a götürür sizi… Zaten yakındır, Ceyhan… Birkaç dakikada ulaştırır sizi oraya…
Hemen duran otobüsten iniyoruz, Haydar Amca’mla birlikte. İndiğimiz yerden ışıkları görünüyordu, Ceyhan’ın. Ufuklar, umutla beklediğim güneşi doğurmamıştı henüz. Ama yarınların müjdecisi olan şafak sökmüştü artık. Şafağın alaca karanlığında yürüyoruz, indiğimiz noktadan yaklaşık 50. m. uzaklıkta bulunan taksilere doğru. Varıyoruz, birinci sırada bekleyen taksinin yanına. Şoför:
—Buyurun ağabey, diyor.
—BOTAŞ inşaatına gideceğiz…
Koltuğunda oturan şoför, aşağı inip öte yanına dolandığı taksinin kapısını açarak:
—Buyurun… Binin…
Biniyoruz taksiye. İlerliyoruz Ceyhan’a doğru. Birkaç dakika içinde vardık Ceyhan’a. Taksi şoförü:
—Ağabey belli ki garibansınız. İsterseniz ben sizi burada, yarım saat sonra BOTAŞ inşaatına gidecek olan servisin kalktığı noktaya bırakayım. Onunla gidersiniz, boşuna para vermeyin taksiye, diyor.
—Sağ olun… Bekleyecek zamanımız yok. Bir an önce oraya gitmek istiyoruz. Siz, bizi taksiyle bırakın oraya diyorum.
—Siz nasıl isterseniz, diyor taksici.
Taksi yol alıyor, BOTAŞ’a doğru. Tozlu ve topraklı yolda yürürcesine ilerleyen taksinin içinde birlikte oturduğumuz Haydar Amca’m:
—Mehmet!
—Efendim, amca…
—Belki de düşündüğümüz gibi değil… Belki de ihtiyacı vardır dualarımıza… Dua edelim, diyor.
—Tamam, amca dualarımız onunla olsun…
Ve ufuklar doğuruyor güneşi…
Hem güneş sancılı, hem de güneşi doğuran ufuklar…
Ve güneş umutsuz…
Ve ufukların sancılı doğurduğu umutsuz güneşin ilk ışıklarıyla birlikte giriyoruz BOTAŞ inşaat alanına.
Dur! dediler bize.
İzin vermediler girişimize.
Olaydan haberdar olan taksici, kaza geçiren kişinin bizim yakınımız olduğunu anlamış olmalı ki taksiden inip içeriye girişimize izin vermeyen görevlinin kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra tekrar direksiyona geçip görevlinin açtığı kapıdan girdi içeri.
Bizi doğruca inşaatın baraka tipi idare merkezine götüren taksici, yine orada görevli olan birinin kulağına bir şeyler fısıldadı, sonra parasını alarak ayrıldı oradan. Biz oraya vardığımızda mesai başlamamıştı. Yetkililer, henüz gelmiş değillerdi, idare binasına. Kapılar açık olmadığı için bizi, dışarıda bulunan banklara oturtup “Hoş geldiniz” dedikten sonra bize bir çay ısmarlayan ve taksici tarafından kulağına bir şeyler fısıldanan görevli, hemen yetkililere haber vermeye gitti. Durumdan haberdar edilen görevli, kısa bir süre sonra yanımıza geldi.
—Hoş geldiniz, deyip kendini tanıttı.
Biz de:
—Hoş bulduk dedik ve kendimizi tanıttık.
Mesai saatinin başlamasına yarım saatten fazla bir zaman olmasına rağmen kapıyı açtıran yetkili:
—İçeri buyurmaz mısınız? dedi.
Biz, “Olur” anlamında başımızı hafif eğdik.
Birlikte girdik, yetkilinin makam odasına. Bir çay daha ısmarlandı. Onu da içtik. Çaylar bir daha tazelenmek istenince, ben:
—Beyefendi biz buraya çay içmeye gelmedik. Kardeşimin durumunu merak ediyoruz. Hangi hastanede olduğunu söyleyin de bir an önce gidip kendisiyle görüşelim, diyerek müdahalede bulundum.
Yetkili:
—Kardeşinizin hastanede olduğunu kim söyledi size? dedi.
—Bize gönderilen telgrafta yazıyordu…
—Kardeşiniz hastanede değil beyefendi, dedi yetkili.
—Nerede?
—Şey… Efendim…
—Öldü mü yoksa? diye sordum.
—Maalesef… Kaybettik onu… Çok üzgünüm… Başınız sağ olsun…
Duyduğum bu acı haberle yıkıldım…
Dünyanın enkazı altında kalmış gibi hissettim kendimi…
Yerini onulmaz acılara bıraktı, umutlarım…
Hıçkırıklara dönüştü duygularım…
Soğuk bir ter boşandı bedenimden… 
Bir kor düştü ki içime dayanılacak gibi değil…
Ciğerimi yakan ateş sardı bedenimin tamamını…
Yangın yerine dönüştü, vücudum…
Kaybettim kendimi…
Ben bende değildim artık…
Umutları tükenmiş bir “ben” vardı içimde…
Ayılttılar beni…
Su verdiler bana…
Kolonya döktüler tenime…
Ama ben ayılmak istemiyorum. O acı haberin silinmesi lazım belleğimden. Onun için hep baygın kalmak istiyorum. Bir daha duymak istemiyorum; “Başınız sağ olsun” söyleminin arkasında gizlenen “ölüm” sözcüğünü… Birilerinin, bana, bunun yalan olduğunu söylemesini bekliyorum.
Ama nafile…
Duyduklarım, bir düş değil gerçeğin ta kendisiydi. Biricik kardeşim yaşamıyordu artık. Bir daha göremeyecektim onu… Oturup baş başa sohbet edemeyecektik… Görüşemeyecektim bir daha onunla… Ne yazık ki benim ona yakıştıramadığım ölümü, kahpe felek reva görmüştü ona. Damatlıklar yerine ecel gömleği giydirilmişti üstüne, onun…
Gözlerimi açıyorum. Kendime geliyorum yavaş yavaş… Yanı başımda duran yetkiliye:
—Cesedi hangi hastanede? diye soruyorum.
Yetkili:
—Hastanede değil, diyor yutkuna yutkuna.
—Ya nerede?
—Bulunamadı henüz…
—Nasıl yani? Ceset nerede ki bulunamadı?
—Denizde, diyor yetkili.
 
Dayanamıyor bedenim…
Bana ağır geliyor kardeş acısı…
Bir daha kaybediyorum kendimi…
Ruhumu kabzeden karanlıktan kurtulmak istedikçe hüzün sarıyor bedenimi…
Kor düşüyor içime…
Yanıyorum alev alev…
Ben unutmaya çalıştıkça acılar geliyor aklıma…
Ruhum fırtınalı bir deniz gibiydi…
Dalgalandıkça arşa yükseliyor feryadım…
Umutlarım, o fırtınalı denizde yüzen, kâğıttan bir gemiye dönüşmüştü…
Bedenim, acımasız kayalarla haşin dalgalar arasında parçalanmaya mahkûm edilmişti…
Ben, gerçeğin aralanmış kapısında acılar denizinin mutsuz kaptanı gibiydim adeta…
Onulmaz bir yaraydı kardeşimin yokluğu…
Ani sağanaklarla taştan bedenime kazınan…
Acı veriyordu, yokluğu bana…
Kendime geliyorum…
Açıyorum gözlerimi…
Yine su veriyorlar bana… Kolonya döküyorlar tenime… Ayıltıyorlar beni…
Ama ben ayılmak istemiyorum… O acı haberin silinmesi lazım artık belleğimden…
Çünkü ben, “Başınız sağ olsun” söyleminin arkasında gizlenen “ölüm” sözcüğünü duymak istemiyorum artık…
Çünkü ben, ölümü yakıştıramıyorum ona…
Başucumda gözü yaşlı bekleyen Haydar Amca’m:
—Mehmet! diyor.
—Yok, amca dua etmeyeceğim artık. Çünkü onun ihtiyacı yok artık dualarımıza…
—Tamam… Haklısın…
Yanı başımda onlarca insan var, ağlayan gözlerle bekleyen…
Kardeşimin iş arkadaşlarıydı bunlar…
 Birkaçını tanıyorum onların…
Sarılıyorlar bana… 
Kardeşimin kokusunu alıyorum onlardan…
Ağlıyoruz hep birlikte…
İçimize akıyor gözyaşlarımız…
 
Ben bir daha kaybediyorum kendimi. Ama bu kez bir başka yerde, Ceyhan Devlet Hastanesi’nde açıyorum gözlerimi. Sakinleştirici yapılmış bana. Yapılan sakinleştiricinin etkisiyle bir süre uyumuşum. Birkaç saatlik uykunun ardından kendime geldim yine. Ama doğrusunu söylemek gerekirse ben artık uyanmak, kendime gelmek istemiyorum. Çünkü her kendime gelişte bir başka acıyla sarsılıyorum. Hele hele kardeşimin cesedinin hâlâ bulunamamış olması benim acımı daha da katmerleştirmişti. Cesedinin bulunamaması, ayda yılda da olsa ziyaret ederek kendimizi avutabileceğimiz bir mezarının bile olmaması demekti.
İşte bu acıların en katmerlisiydi…
En dermansızıydı…
En zalimiydi…
Sakinleştiricinin etkisiyle birazcık da olsa kendime gelince kazanın nerede ve nasıl meydana geldiğini sordum iş arkadaşlarına. Onların bana anlattıklarına göre; kardeşimin elektrik teknisyeni olarak çalıştığı TEKFEN adlı şirketin oradaki işleri, 8 Temmuz 1977 Cuma günü mesai bitiminde sona ermiştir. Kardeşim, aynı şirketin bir başka şantiyesinde çalışmak üzere 11 Temmuz 1977 Pazartesi günü oradan ayrılacakmış.
Ancak 9 Temmuz 1977 Cumartesi günü bir elektrik arızası meydana gelir, iskelede. Bunun üzerine oradan iki gün sonra ayrılacak olan kardeşim, arızayı gidermek üzere bindiği araçla arıza yerine, yani iskeleye varır. İskenderun Körfezi’nde, Yumurtalık yakasında yaklaşık 300 m. kadar denizin içine doğru uzanan betonarme iskelenin korkuluk demirleri yapılmamıştır henüz. İskelenin tam üzerinde taşıttan inerek kenara çekilen kardeşim, dönüş yapmak isteyen aracın manevra alanını genişletmek amacıyla bir dalgınlık sonucu arkasına bakınmadan gerisin geriye gider. İşte tam bu sırada olanlar olur. İskelenin uç kısmına geldiğinin farkında olmadan geriye doğru attığı adımı boşa çıkınca dengesini kaybeden kardeşim, korkuluğu bulunmayan iskeleden aşağıya düşer. Düşerken başını, iskelenin birkaç metre aşağısında bulunan betona çarpar. Ve sonra gömülür Akdeniz’in sularına.
Düşüş o düşüş…
Bir daha da görünmez olur, kardeşimin cansız bedeni…
 
İşte bu elim kazanın yaşandığı tarih:
9 Temmuz 1977…
Günlerden cumartesi…
Saatler 16.40’ı gösteriyor…
Ve 24 yaşındaki kardeşim Ahmet, veda eder yaşama…
 
Haydar Amca’mla birlikte olay yerine vardığımızda; 11 Temmuz 1977 Pazartesi gününü gösteriyordu, takvim yaprağındaki tarih. Olayın üzerinden iki koca gün geçmişti. Ama buna rağmen ne bir çalışma yapılmış, ne de bir çaba gösterilmişti, cesedin bulunması için…
Rahatsızlığımdan ötürü kaldırıldığım Ceyhan Devlet Hastanesi’nde yapılan sakinleştiricinin etkisiyle kendimi biraz toparlayınca cesedin bir an önce aranmaya başlanması için başta Ceyhan Cumhuriyet Savcılığı olmak üzere TEKFEN Şirketi Genel Merkezi’ne ve kardeşimin üyesi bulunduğu TÜRK-İŞ Adana Şubesi’ne yazılı müracaatta bulundum. Yardım talebinde bulundum kendilerinden. Girişimlerim neticesinde TEKFEN Şirketi İskenderun ve Antalya’dan dalgıçlar getirtirken, TÜRK-İŞ de bir keşif uçağı kiralayıp hemen ceset arama çalışmalarına başladı. Ama ne yazık ki umutlar boşa çıkmış ve aramalar sonuçsuz kalmıştı. 
Aramalardan istenilen sonuç elde edilemeyince bir elektrik mühendisi girdi devreye. Adını şu an anımsayamıyorum. Ama Sivaslı olduğunu ve kardeşimle birlikte çalıştığını çok iyi hatırlıyorum. Bizimle yakından ilgilenen bu mühendis:
“Ceset, büyük bir olasılıkla denizin içindeki inşaat atıklarının arasına gömülmüştür. Üzeri kum ve mille örtülmüştür. Böylece su yüzeyine çıkması olanaksız hale gelmiştir. Bu durumda bulunan bir cesedin su yüzeyine çıkması için olay mahallinden büyük tonajlı bir yük gemisinin süratle geçirilmesi gerekir. Ceset, eğer köpek balıkları tarafından yenilmedi veya dip akıntının etkisiyle bir başka tarafa sürüklenmediyse hemen yanı başından süratle geçecek olan geminin rüzgârının etkisiyle üzerini kapatan atıklar ve mil, sağa sola savrulur. Bu şekilde üzeri açılan ceset, suyun üstüne çıkar.” Şeklinde bir fikir attı ortaya.
Fikir denenmeye değer görüldü. Son bir umuttu bizim için. Karar verildi, denenmeye. Ama güneş batıp gün akşam olmuştu. Bu, umutların bir sonraki güne ertelenmesi anlamına geliyordu.
Edebiyat öğretmeni olan kızım Zeynep Enhar, bir şiirinde şöyle diyor:
“Geleceksin ki hazan gülleri
Açmış bahçemde.
Silmişim güneşi gökyüzünden,
Her yer karanlık.
Tane tane dökmüş başaklar
Umutlarımı, Kıraç toprağa…”
 
Evet, umut bir sonraki güne ertelendi. Ama bu umut, bir başkaydı. Bu ne biçim yaşamdı? Daha yirmi dört saat önce gecenin zifiri karanlığını yara yara Adana’ya doğru yol alan otobüste yanında bulunan Haydar Amca’m:
—“Mehmet!
—Efendim amca…
—Üzülme… Belki de düşündüğümüz gibi değil… Belki de ihtiyacı vardır dualarımıza… Dua edelim…
—Tamam amca… Dualarımız onunla olsun.”
 
Diyerek kardeşimin yaşaması için dua edip yarına umut beslerken, yirmi dört saat sonra onun ölümünü kabulleniyor ve cesedinin bulunması için dua edip umut besliyorum yarına.
—Mümkün mü bu yaşama ayak uydurmak?
Ama ne yazık ki; çakıllı ve dikenli bir yola benzeyen ve içinde yılanları, çıyanları, akrepleri barındıran yaşamın gerçek yüzü böyle. Buna yaşamın soğuk yüzü dersek daha doğru olur aslında.
—Ne acı değil mi?
—Acı… Ama gerçek…
Ömür denen şu var oluş sürecinin bir anı bir anına uymuyor. Her anı başka başka hengâmelerle, çeşit çeşit garipliklerle doludur. Bir dakika sonra başına nelerin geleceğini bilmek ya da neler yaşanacağını önceden kestirmek mümkün değil…
Belki size garip gelecek ama ben: “Acılar bölüşüldükçe azalır” söyleminin doğruluğuna inanmıyorum.
 
Ünlü şairlerimizden Özdemir Asaf Arun:
 
         “Yalnızlık bölüşülmez.
         Bölüşülseydi yalnızlık olmazdı.”
                                                 diyor.
 
Ben de diyorum ki:
 
         “Acılar bölüşülmez;
         Bölüşülseydi acı olmazdı.”
 
Sağ olsunlar kardeşimin arkadaşları bir an bile yalnız bırakmadılar bizi, acımızı bölüşmek adına. Onlar da çok acı çekiyor ve çok üzülüyorlardı mutlaka. Ama ne acılarım azalıyordu, ne de kimse acı çekiyordu, benim kadar. Ateş düştüğü yeri yakıyordu çünkü…
Hem de ne yakış…
Yangın yerine dönmüştü yüreğim…
Yanıyordum cayır cayır…
 
Tarih; 11 Temmuz 1977...
Günlerden Pazartesi…
Bir günüm daha geçiyor kardeşsiz…
Güneş batmış gün akşam olmuştu artık…
Kardeşimin çalışma arkadaşlarıyla birlikte oturuyorduk, şantiye yatakhanesinin önünde…
Zaman ilerledikçe azalıyordu, yanımızdaki insanların sayısı…
Uyumaya gidiyorlardı birer ikişer…
Ertesi gün iş başı yapacaklardı çünkü…
Yanımızdan ayrılan her kişi: “Yol yorgunusunuz, biraz uyuyup dinlenin.” diyordu, Haydar Amca’mla ikimize…
Bizim uykumuzun gelmeyeceğini, yorgunluğumuzun da asla söz konusu olamayacağını bilmiyorlardı…
Biz nasıl uyuyabilirdik? Kardeşimin cesedi dahi ortada yok iken… Yarınlara dair hiçbir umudumun kalmamasına rağmen hep dua edip duruyorum: “Hiç olmazsa kardeşimin cesedi bulunsun, hiç olmazsa arada bir ziyaret edip kendimizi avutabilecek bir mezarı olsun” diye…
Sancılıydı gece…
Gebeydi yarına…
Belirsizdi yarın neler doğuracağı…
Yakındı şafak sökme vakti…
Takvimlerdeki tarih; 12 Temmuz 1977’yi;
Saatler o günün 03.00’ünü gösteriyordu…
Aniden Hasan Amca’m belirdi yanımızda. Haberi duyar duymaz büyük teyzemin oğlu ve aynı zamanda kardeşimin yaşıtı Hüseyin Karadağ ve köylümüz Bedri Öztürk’le birlikte taksiye atlayıp gelmişlerdi. Sarıldık birbirimize…
Ağladık dakikalar boyunca…
Hıçkırıklara boğula boğula…
Bizi yalnız bırakmayan candan dost kişiler de gözyaşlarıyla katıldı bize…
Hep birlikte feryat ederek sabahladık ömrümüzün en uzun ve en acılı gecesini…
Benim sağlığımdan endişe ediyorlar Haydar Amca’mla Hasan Amca’m. Sürekli teskin etmeye çalışıyorlar beni. Bir an bile ayrılmıyorlar başımdan.
Ama ben duramıyorum yerimde…
Dayanamıyorum acıya…
Acı yakıyor beni…
Sona eren gece, yerini yeni başlayan güne bırakıyor. Ufuklar, sancılı da olsa doğuruyorlar güneşi. Ama umutları yanında yok güneşin.
Umutsuz doğuyor güneş.
Evet, güneş doğmuş ama ben hâlâ karanlığın sancısındayım.
Yakıyor, güneş beni…
Sızılıyor yaralarım…
Güneş bana yardımcı olmaktan uzak…
Güneşin kara sıcağı yüreğimi yakıyor, bozkırın yerine…
 
 
Edebiyat öğretmeni kızım Zeynep Enhar, 22 Mayıs 1996 Çarşamba günü saat 16.15’te kaleme bir şiirinin ilk dörtlüğünde şöyle diyor:
 
                         “Boğazımda bir şeyler düğüm düğüm
                          Her şey çözümsüz, dolaşık, kördüğüm
                          Delice solurken bir zamanlar hayatı,
                          Şimdilerde yalnız düşünü gördüğüm.”
 
Evet, yalnız bir şeyler değil her şey düğüm düğüm olmuştu benim boğazımda. Hem düğüm ne ki? Kördüğüm olmuştu kördüğüm.
Düş kuruyorum, serseri mayın gibi dönüp duran zihnimde.
Sarılmak istiyorum kardeşime…
Ağlamak istiyorum doyasıya…
Ama olmuyor… 
Bulamıyorum onu bir türlü…
Buğulu gözlerim dalıp dalıp gidiyor, belli belirsiz karanlıklara doğru…
Ağlıyorum…
Hıçkıra hıçkıra…
Kuruyor göz pınarlarım…
Damla yaş akmıyor gözlerimden…
Arkadaşlarının arasında onu arıyor gözlerim…
Ama nafile…
Bulamıyorum bir türlü…
Gömüyorum acısını yüreğime…
Umut bekleyecek yarınlarım bile kalmadı…
Birer yudum zehir olmuş umutlar…
 
Tarih; 12 Temmuz 1977.
Günlerden; Salı.
 
Umutsuz doğan güneşin ilk ışıklarıyla varıyoruz, olay yerine en yakın noktaya. Dikiyoruz, gözlerimizi Akdeniz’in enginliklerine. Bekliyoruz saatlerce… Birden bir gemi beliriyor ufuktan. Birkaç dakika sonra gittikçe yaklaşıyor bize. Sivaslı elektrik mühendisi tarafından ortaya atılan ve denenmeye değer görülen fikrin yaşama geçirilmesi için İskenderun’dan getirtilmiş bir yük gemisiydi, gittikçe bize yaklaşan bu gemi. Daha doğrusu “Umut Gemisi”. Kardeşimin cansız bedenini bulup getirecekti bize.
Umut gemisi henüz yaklaşmamıştı ki olay yerine, birden babam göründü gözüme, bir yanında Hüseyin Amca’m, öteki yanında köylümüz Hıdır Öztürk’le birlikte.
Takati yoktu yürüyecek…
Dermanı kalmamıştı konuşacak…
Vardım yanına…
Oğlum! diye kucakladı, sardı kollarıyla, bağrına bastı beni. Ama bir tarafı boş kalmıştı kucağının…
O yanını da oğlu Ahmet’e bırakmıştı anlaşılan…
Ama bulamadı onu…
Bulamazdı artık…
O yanı hep boş kalacaktı bundan sonra…
Çünkü artık yaşamıyordu oğlu Ahmet…
Bu hazin drama dayanır mı yürek?
Gören gözler nemlendi, buğulandı, damla damla aktı…
Herkes ağladı… Ağladı… Ağladı…
Doruk noktasına erişti feryad-ü figanlar…
Sel olup aktı gözyaşları…
 
Tarih; 12 Temmuz 1977…
Günlerden Salı…
Saatler 11.00’i gösteriyordu…
Beklenen Umut Gemisi olay yerine vardığında…
Son sürat geçti koca yük gemisi, biricik kardeşimin denize düştüğü noktadan. Herkes o tarafa yönelmiş, tüm gözler o noktaya odaklanmıştı. Sonuç bekleniyordu sabırsızlıkla; “Ceset çıkacak mı çıkmayacak mı?” diye. Herkes dua ediyordu, cesedin çıkması için. Peki, insanlar duayı ne zaman ve niçin yaparlar? Bilinmeyen gizli bir gücün, kendilerini, içinde bulundukları durumdan kurtarması, ya da bir dileklerinin gerçekleşmesi için dua etmiyorlar mı? Dilekleri yerine gelince de sevinmiyorlar mı? Hatta adak adayıp kurban kesenler bile olmuyor mu?
Evet…
Bunların hepsi de oluyor. Peki, ceset çıkarsa sevinecek miyiz? Yoksa…Bir insan, kendisiyle aynı kanı taşıyan bir insanın yaşaması için yaklaşık 48 saat önce dua ederken, ne değişti de 48 saat sonra onun ölümünü kabullenip bu kez de cesedinin bulunması için dua eder duruma geliyor? Ceset çıkarsa herkes sevinecek sanki. Bu mümkün değil tabi. Ama yaşananlar onun doğruluğunu kanıtlar gibiydi adeta. İşte bunlar; adına “ömür” denen yaşamın ta kendisidir.
O yaşam ki; temmuz sıcağını gören kar gibi…

 
Tarih; 12 Temmuz 1977…
Günlerden Salı…
Saat 11.00 sularıydı…
Ve nihayet sevgili kardeşimin cansız bedeni, olayın meydana gelişinden 67 saat sonra olay yerinden süratle geçen devasa yük gemisinin hemen ardından çıktı deniz yüzeyine. Deniz yüzeyine çıkan naaş, hazır bekletilen dalgıçlar tarafından denizden alınarak kıyıya getirildi. Orada hazır bekletilen özel bir tabuta yerleştirilen naaş, ambülânsa konularak Ceyhan’a doğru yola çıkarıldı. Ağlayan, inleyen, feryat eden çok büyük bir kalabalık vardı, ağır ağır ilerleyen ambülânsın arkasından. Bir zaman sonra vardığımız Ceyhan Devlet Hastanesi’nde otopsiye alınan kardeşimin naşının bulunduğu cenaze konvoyu, düzenlenen otopsi raporu ve defin belgesinin bize verilmesinin sonrasında çeşitli işçi kuruluşlarının, sendikaların, iş arkadaşlarının ve halktan insanların katılımıyla gerçekleştirilen törenin ardından şehir çıkışına kadar uğurlandı.
Hazin bir ayrılığın sonrasında yola çıkan yaklaşık 10–15 araçtan oluşan cenaze konvoyu; Tunceli’ye doğru yol almaya başladı ağır ağır.
Ufukların sancılı doğurduğu umutsuz güneş, Gizemler ülkesine doğru yola çıkmış ve gün kararmaya başlamıştı…
Zifiri karanlığa gömülmüştü,
Gökyüzünün koyu mavisi…
Bir yıldız kaymıştı, yalnızlığımın karanlığında…
Ruhum,
Yalnızlık mabedinin taş duvarına toslamıştı…
Umutlarım yitip gitmişti, sancılı geçen günün bitişi gibi…
Koşuyorum, bana doğru kucak açan acılara…
Dinmek bilmiyordu, yüreğimin sızısı…
Yangın yerine dönmüştü direncini yitiren bedenim…
Yanıyordu cayır cayır…
Yeni dostlar edinmiştim…
Yalnızlıklardı…
Bu yeni dostlarım…
Yıldızlar parlamıyor…
Gülümsemiyor, gecenin kuytu karanlığını aydınlatan Dolunay…
Ben yaşama, yaşam bana dargın…
Usul usul süzülüp akıyor gözyaşlarım, uzaklara dalıp dalıp giden gözlerimden…
Zar zor duruyordu ayakta, heybetli bir çınarı andıran babam…
Yerinde yeller esiyordu,
Bedeni kurumuş, yaprakları solmuş, dalı budağı kırılmış o zavallı koca çınarın…
Bundan sonra kardeşim gelecek diye,
Ne gözlerim yolda kalacak, ne de kulaklarım seste…
 
Taze bir fidanı dönüşü mümkün olmayan yola uğurlayan cenaze konvoyu, her geçen dakika daha da kalabalıklaşıyordu. Olay yerine gelmek üzere Tunceli’den yola çıkan ve kendileriyle Bahçe’de, Maraş’ta, Pazarcık’ta, Gölbaşı’nda, Sürgü’de ve Malatya’da karşılaştığımız Alişan Karadağ Amca, Hasan Sönmez Amca, Davut Sönmez Ağabey, Haydar Yılmaz Ağabey, Hüseyin Demir ve öteki vefakâr köylülerimiz tarafından kiralanan taksilerin de katılımıyla daha da kalabalıklaşan cenaze konvoyu; gecenin karanlığına galebe çalan şafağın ilk ışıklarıyla Elazığ’a; ufuktan sancılı doğan umutsuz güneşin ilk ışıklarıyla birlikte de baba ocağına vardı.
Cenaze konvoyunda bulunanların yanı sıra acı olaydan haberdar olan dostların, akrabaların, arkadaşların, tanıdıkların ve komşu köylerimizden gelen yüzlerce insanın katılımıyla mahşeri bir kalabalık oluştu köyümüzde.
Son anda haberdar ediliyor acı olaydan, annem.
Daha önce söylenmemiş, söylenememiş kendisine…
Haberdar edilmemiş.
Acı gerçek gizlenmiş kendisinden.
Sevgili oğlunun kendisinden ebedi olarak ayrıldığını; cenaze konvoyu evinin kapısına varınca öğreniyordu.
Yaklaşık bir ay önce birlikte olduğu oğlunun acı haberini alınca yoldu saçını başını, dövdü döşünü…
En son bir ay önce sarılmıştı ona…
Bağrına basmıştı onu…
Nerden bilebilirdi bir daha onunla kucaklaşamayacağını…
Onu bağrına basamayacağını…
Feryadı yürekler dağlıyordu…
Gurbete gidişine bile gönlü razı değilken yokluğuna nasıl katlanabilirdi onun…
Sarıldı döne döne gencecik oğlunun tabutuna…
Ağladı… Ağladı… Ağladı…
Ve…
Ağlattı… Ağlattı… Ağlattı…
Ağıtları, feryatları, figanları köyümüzün semalarında yankı bulan mahşeri kalabalığı oluşturan yediden yetmişe yüzlerce insanın sele dönüşen gözyaşları arasında taze fidanımızı toprağa, onun kora dönüşen acısını da sinemize gömdük.
Böylece kısa süren bir yaşam sona ermiş.
Ve…
24 yaşında körpecik bir fidan yok olup gitmişti.
Kim bilir nice umutları vardı yarınlara dair…
Ama sona ermişti ömrü,
Onların hiçbirini gerçekleştiremeden…
Bundan sonra kendi acısıyla yanıp tutuşan gönüllerde yaşayacaktı hep…
 
 Ceyhan-BOTAŞ tesisleri inşaatında elektrikçi olarak çalışırken 9 Temmuz 1977 cumartesi günü saat 16.40’da geçirdiği iş kazası neticesinde yaşamını yitiren 24 yaşındaki kardeşim Ahmet’in anısına…
 
Sene tam bin dokuz yüz yetmiş yedi
Gitme kardeş gitme vakit çok erken
Gelen dostlar başın sağ olsun dedi
Gitme kardeş gitme vakit çok erken
 
Dokuz temmuz, günlerden cumartesi
Bir kara haber aldım neyin nesi
Derinden dağladı acın herkesi
Gitme kardeş gitme vakit çok erken
 
Denize düşmüştün ağırdı yaran
Orda kimsen yoktu yaranı saran
Felek hanemizi eyledi viran
Gitme kardeş gitme vakit çok erken
 
Taze fidandın yirmi dört yaşında
Onulmaz yaralar açtın döşümde
Kalk bak nice ağlayan var peşinde
Gitme kardeş gitme vakit çok erken
 
Ecel seni can evinden vurmuştu
Bedenin kabzetmiş, ruhun sarmıştı
Tüm dostlar seni sormaya gelmişti
Gitme kardeş gitme vakit çok erken
 
Bilmem ki amca, hala, teyze, dayı
Nasıl saralar bu derin yarayı
Daha eline yakmadın al kınayı
Gitme kardeş gitme vakit çok erken.
 
Dört erkek kardeşi, üç de bacısı
İşlemiş ciğere çıkmaz sancısı
Gitme ben çekemem kardeş acısı
Gitme kardeş gitme vakit çok erken.
 
Kahpe felek beni döşümden vurdu
Her bir parçamı bir yana savurdu
Acın yüreğimi yaktı kavurdu
Gitme kardeş gitme vakit çok erken.
 
Konu komşu hep mezarda buluştu
Orda hayli feryat figan oluştu
Sağ olsun dostlar acımız bölüştü
Gitme kardeş gitme vakit çok erken.
 
Ey kardeşim sana uğurlar olsun
Git ki anan, bacın saçını yolsun
Kul Hayranî seni nerede bulsun
Gitme kardeş gitme vakit çok erken
 
Terör Olayları
Tarih; 1970’lerin ikinci yarısı.
Elin gâvuru” olarak nitelendirdiğimiz Amerika ve ileri Batı toplumları fink atıyorlardı fezada. Onlar fezayı zapta çalışırlarken “Büyük Türkiye” olarak lanse edilen ülkemiz terör belasıyla mecalleşiyordu. Bu yüzden uykular kaçmış ve huzur kalmamıştı ülkede. Yurt çapında devam eden kanlı terör olayları; “Bana, sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyen Süleyman Demirel’in başkanlık ettiği ve 1 Ağustos 1977 tarihinde kurulup 31 Aralık 1977 tarihinde gensoru ile düşürülen-Cumhuriyet tarihinde gensoru ile düşürülen ilk hükümettir- II. MC (Milliyetçi Cephe) Hükümeti’nin ardından iktidara gelen Bülent Ecevit Hükümeti süresi boyunca hem miktar hem de nicelik açısından hızlı bir tırmanışa geçti.
Başlangıçta perde arkasından, daha sonraları aleni bir şekilde devletin kimi kurumlarınca, yaptıklarına göz yumulan ve hatta desteklenen eli kanlı sağ kökenli terör gruplarına, 1978 yılından itibaren sol görüşü benimsemiş olan kimi grupların da savunma amacına yönelik de olsa terörü esas alan bir anlayışa uygun davranışlarının eklenir olması da bu süreçte etkin rol oynadı.
İlk zamanlar büyük kentlerde başlayan terör olayları, zaman içerisinde tüm yurt sathına yayılma eğilimi gösterdi. Ülke çapındaki il ve ilçelere, politik düşünce ayrılıklarından, dinsel inanç farklılığını ve hatta aşiret kavgalarını da kapsayacak bir şekilde genişlemeye başladı. Artık hedef gözetilmeksizin toplulukların üzerine ateş açılır, öğrencilerin üzerine bomba atılır ve içleri halktan kişilerle dolu obüs ve trenlere sabotaj yapılır duruma gelindi.
Bu gelişmeler; 16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesi’nde toplu kırıma değin vardırıldı. 16 Mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesi merkez binasından polis nezaretinde dışarıya çıkan sol görüşe sahip öğrencilerin üzerine bomba atıldı. İlk anda 5 olan ölü sayısı, sonra yaşamını yitiren iki kişiyle birlikte 7’ye yükseldi. 47 öğrencinin de yara aldığı bu olayın ardından İÜ süresiz olarak kapatıldı. 17 Mart 1978 tarihinde binlerce öğrenci can güvenliği ve öğrenim serbestîsi için bir gösteri gerçekleştirdi. Bu gösterinin ardından DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) 20 Mart 1978 tarihinde; İÜ’nde öğrencilerin toplu bir şekilde katledilmesini protesto etmek amacıyla “Faşizme Uyarı Eylemi”ne teşebbüs etti. DİSK’in bu daveti üzerine işçiler, ülke sathında “2 Saatlik İş Bırakma Eylemi”ni gerçekleştirdiler. Bu eylemden ötürü büyük kentlerde ulaşım durdu ve yaşam kesintiye maruz kaldı. Bu eylemin düzenleyicisi olmasından ötürü DİSK yönetimi; eyleme iştirak etmelerinden ötürü de pek çok sendikacı ve aydın hakkında soruşturma açıldı.
28 Mart 1978 günü Ankara’da bir süre önce sağ görüşlü öğrencilerin kalmış oldukları “Site Öğrenci Yurdu”nda arama yaptıran Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz, arama yaptırdığı gerekçesiyle evinin önünde arabasına binerken yaylım ateşine tutularak öldürüldü.
—Peki, Savcı Doğan Öz neden öldürüldü?
—İşte yanıtı…
Turizm Ticaret Yüksek Okulu öğrencisi sol görüşlü Levent Özyürek cinayetini soruşturan Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz; cinayetin, ülkücü görüşe sahip sağ terör örgütü tarafından üs haline getirilen Site Öğrenci Yurdu’nun önünde işlenmiş olması ve katilin yurda sığınmış olması üzerine, o zamana kadar güvenlik güçlerinin dahi giremediği Site Öğrenci Yurdu için mahkemeden arama kararı çıkartır. Gerçekleştirilen aramalar neticesinde cinayetin işlendiği silahları bulur. Olaya ilişkin olarak 60 ülkücüyü gözaltına alır ve katil Naci Üner için tutuklama kararı çıkartır.
Yürekli savcı Doğan Öz, bu soruşturmayı genişlettikçe devletin içinde yapılanan “Cinayet Şebekesi”nin izlerine ulaşıyordu. Gecenin birinde eşi Sezer Öz’e şöyle diyor:
—“Bildiğin gibi değil… Olaylar inanılmaz boyutlara ulaşıyor. Daha da büyüyecek. İlk kez korkuyorum. Ama birisi bunların üzerine gitmeli, bir şeyler yapmalı…”
Site Öğrenci Yurdu olayları sırasında MHP, Meclis’te soru önergeleri vererek yürekli savcı Doğan Öz’ü hedef göstermişti.
Savcı Doğan Öz, 12 Eylül öncesinin “Yaygın terör” diye tanımlanan topografyasını şöyle tanımlıyordu:
“İlk bakışta can ve mal güvenliğini tehdit eder gibi görünen şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelenecek kadar basit değildir. (Amacı) Ülkemizde demokrasinin işlerlik kazanacağı yolundaki umutları yok etmek, onun yerine faşist düzeni bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Bize göre bu sonuca ulaşmada istihbarat örgütleri, kontrgerilla gibi gizli örgütler yönlendirici rol oynamakta olup bu örgütler; I. ve II. MC Hükümetleri’yle devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar etmeyi amaçlamaktadırlar.”
Yürekli savcı Doğan Öz tarafından hazırlanan raporda şu bilgilere de yer veriliyor:
“Bütün bu çalışmalar içinde askeri ve sivil güvenlik güçleri vardır. Sivil güvenlik güçleri, MİT elemanları ve I. Şube görevlileri kullanılmaktadır. Bütün bu çalışmalar siyasal planda MHP ve onun kadrolarınca yönetilmektedir.”
Evet, yürekli savcı Doğan Öz, Site Öğrenci Yurdu’ndan topladığı bu bilgiler ışığında ulaştığı sonuçları bir rapor halinde dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e ulaştırmak için dosya haline getirmesinden ötürü MHP’nin tetikçilerinden İbrahim Çiftçi tarafından 24 Mart 1978 günü saat 08.15’te katledildi.
Aradan geçen uzun yıllar sonrasında eşi Sezer Öz’ün; Susurluk’la açığa çıkan kirli ilişkiler yumağının ucunu ta 1978 yılında yakaladığı için öldürüldüğünü söylüyordu.
İş, yürekli savcı Doğan Öz’ün katledilmesiyle sona erecek gibi görünmüyordu. Zira Öz’ün katledilişinin üzerinden henüz on beş gün geçmemişti ki 7 Nisan 1978 tarihinde namlular, bu kez İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi ilerici bilim adamı Dr. Server Tanilli’ye doğrulmuş ve taranan Tanilli ağır şekilde yaralanmış ve omuriliğine saplanmış olan bir kurşun neticesinde felç olmuştu.
Böylece toplumda ilerici, devrimci, demokrat aydınlara yönelik fiziki ortadan kaldırma eylemleri başlamış oldu. Bu durum, izleyen dönemlerde giderek yoğunluk kazandı.
Ve büyük kentlerde bir yandan öğrenciler ve aydınlar üzerinde terör estirilirken, öte yandan gecekondu semtlerinde nüfuz bölgeleri belirlenmeye ve karşı tarafa baskınlar düzenleyerek toplu kırım girişimlerinde bulunulmaya başlandı. Devletin desteğini arkasına alan eli kanlı katiller bununla yetinmeyince bu kez ağırlık Anadolu’ya, özellikle de dinsel görüş ayrılıklarının mevcut olduğu, daha açık bir ifadeyle Alevilerin yoğun olarak yaşandığı kentlere verilir olmaya başlandı.
—Örnek mi?
—İşte Malatya… İşte Elazığ… İşte Maraş… İşte Çorum… İşte Sivas olayları…
 
Malatya Olayları
Doğu Anadolu Bölgesi’nin batı yanında yer alan Malatya; Adıyaman’la Güneydoğu Anadolu, Kahramanmaraş’la Akdeniz ve Sivas’la İç Anadolu Bölgesi’ne komşu olan bir ilimizdir. 1990 yılında yapılan Genel Nüfus Sayımı’na göre 300.000’e yaklaşan nüfusuyla Türkiye’nin 14.; Doğu Anadolu Bölgesi’nin de en büyük kenti olan Malatya; Osmanlı döneminde olduğu gibi günümüzde de Alevi nüfusun küçümsenemez olduğu illerimizde biridir.
Başlangıçta Hititlerce kurulan ve sırayla Asurlar, Urartular, Persler, Selefkiler, Parthlar, Romalılar, Sasaniler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar vb. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Malatya da her Anadolu kenti gibi tam bir kültürler mozaiğidir.
M.S. I. yy.da Parthlardan Romalılara geçen ve İmparator Titus Flavius Vespasianus(M.S. 39-M.S.81) döneminde (M.S.81) Roma lejyonlarının konaklama yeri olan ve İmparator Marcus Ulpius Traianus (M.S. 53–117) döneminde (M.S. 98–117) gelişerek kent konumuna gelen Malatya (Melita) İmparator DİOCLETİANUS (Caius Aurelius Valerius Diocles) [M.S. 245–313] döneminde (M.S. 284–305) bir ticaret merkezi olarak önem kazandı.
Abbasiler Dönemi (Bağdat Abbasileri 750–1258; Mısır Abbasileri 1261–1517)’nde Araplarla Bizanslılar arasında bir çekişme alanı olarak kalan ve yıkıma uğramasıyla meydana gelen göçler neticesinde nüfusunu önemli ölçüde yitiren ve 1178 yılında Selçuklular (XI. yy.-XIII. yy.’ın başı)’ın topraklarına katılan Malatya, Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyasettin Keyhüsrev II (1222–1246)’nin döneminde (1237–1246) yapılan Kösedağ Savaşı (1243)’nda yenilgiye maruz kalmasının sonrasında Moğollar (XIII. yy)’ca kuşatıldı. Yüklü miktarda haraç ödeyerek yağmalanmaktan kurtulan kent, Selçuklu İmparatorluğuna son veren İlhanlılar (1256–1353)’ın egemenliğinde bulunduğu sırada Memluklar (Kölemenler)[1250–1517] ordusunun istilasına maruz kalarak (1316) büyük kent olma vasfını kaybeden ve1521 yılında Osmanlı yönetimine katılması sonrasında Maraş eyaletinin sancak merkezlerinden biri olan Malatya, XVI.-XVII. yy.’larda meydana gelen Celali İsyanları sırasında eşkıyanın, özellikle bunlardan Bölükbaşı Kara Ahmet’in soygunlarına maruz kalarak büyük zarar görmüştür.
Geçmişinde pek çok olayla çalkalanan Malatya, yakın geçmişteki kanlı olaylardan da kendisine düşen acıları ziyadesiyle yaşayan illerimizden biridir, hatta ilkidir diyebiliriz. Zira 17 Nisan 1978 günü MHP kökenli Malatya Bağımsız Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu (Hamido), PTT kanalıyla kendisine gönderilen paket bombanın patlaması neticesinde gelini ve iki torunuyla birlikte yaşamını yitirdi.
Daha sonraları sağcı terör gruplarının bir tezgâhı olduğu ortaya çıkan bu kanlı olaydan kısa bir süre sonra Malatya, çok şiddetli ve kanlı olaylara sahne oldu. “Yeşil Malatya” olarak tarihe geçen kent kızıla boyanır olmuştu. Merkezinde ejderhanın dili gibi kızıl kızıl alevlerin gökyüzüne doğru tırmandığı ve semalarında gerici-faşist güruhun emeli gibi kirli, yüzü gibi kapkara dumanların eksik olmadığı Malatya’da tam bir savaş görüntüsü egemendi. Çünkü sağcı militan grubun öncülük edip kışkırtarak sokağa dökme başarısını elde ettiği ortaçağ özlemcisi, beyni küflü gerici yobazlar, ellerindeki sopalarla Alevilere ait ev, işyeri ve araçları tahrip ederek, kundaklayarak, yağmalayarak maddi zarar verirken, öte yandan da ellerindeki silahlarla kadın-erkek, yaşlı-genç, büyük-küçük ayrımı yapmaksızın rast gele taramaya başladılar, Alevileri. Kanlı baskınlar neticesinde sayıları onlarla ifade edilen Alevi yurttaş yaşamını yitirirken, çok büyük bir bölümü de yaralandı. Katliama dönüşen olay neticesinde yaşamını yitiren onlarca canın al kanlarıyla kızıla boyanan Yeşil Malatya’da Alevilerin ikamet ettiği semt ve mahalleler bir muhasara altındaydı.
Kızıla boyanan Yeşil Malatya’da Alevilerin ikamet ettiği mahalle ve semtlerdeki tedirgin bekleyiş sürerken bu kez de kent sularının zehirlendiği haberi bir bomba gibi düştü gündeme. Bu nedenlerden yurttaşlardan birçoğunun hastanelere başvurmak zorunda kaldığı kentin suyu, korkudan günlerce içilmedi, hatta kullanılmadı. Kızıla boyanmış Yeşil Malatya’da devletin desteğini arkasına alan eli kanlı sağcı grupların başlatmış olduğu katliamı, güvenlik güçleri ve kolluk kuvvetleri önlemekte yetersiz kalınca çevre illerden askeri birlikler gönderildi. Bununla birlikte sokağa çıkma yasağı ilan edilerek okullarda eğitim-öğretime ara verildi. Böylece günlerce devam eden kanlı olaylar, yavaş yavaş kontrol altına alınmaya başlandı. Ama Yeşil Malatya kızıla boyandıktan sonra.
 
Elazığ Olayları
Eski adı “Harput” olan Elazığ, günümüzde Doğu Anadolu Bölgesi’nin üçüncü büyük kentidir. M.Ö. XVIII. yy.da yerinde Harputaş adlı Hitit kenti bulunan Harput, Hititler sonrasında Urartular, Persler, Parthlar, Bizanslar, Araplar, Akkoyunlular, Selçuklular ve Osmanlılar gibi farklı kültürlerin pek çoğuna ev sahipliği yapmış, Anadolu kentlerinden biridir.
Tarihin hemen her döneminde olduğu üzere 1978 yılının ikinci yarısında Elazığ’da zulüm, baskı ve terör olayları artık 24 saat sınırını aşar duruma gelmişti. Önü alınmaz duruma gelen olaylar, artık değişik kentlerde birbirinin ardı sıra günlerce süren çatışmalar haline dönüşür oldu. Büyük kentlerde bir yandan öğrenciler ve devrimci-demokrat aydınlar üzerinde büyük bir terör estirilirken, öte yandan da merkezden uzak gecekondu semtlerinde nüfuz bölgeleri belirlenmeye ve karşı gruplara baskın düzenlenerek toplu kırım girişimlerinde bulunulmaya başlandı. Devletin desteğini arkasına alan eli kanlı katiller, bununla iktifa etmediler. Bunun üzerine bu kez de Anadolu’ya ve özellikle de dinsel görüş farklılıklarının mevcut olduğu, daha açık bir ifadeyle Alevi yurttaşların yoğun olarak yaşadığı kentlere ağırlık verilir olmaya başlandı.
Nitekim 17 Nisan 1978 tarihinde fitili ateşlenen Malatya olaylarının ardından 12 Eylül 1978 tarihinde bu kez de özellikle merkezinde Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Elazığ, toplumsal olaylarla çalkalanır olmaya başladı. Kentte kimsenin sokağa çıkmamasına ve esnafın işyerlerini açmamasına karşın her gün olaylar oluyor ve yurttaşlar öldürülüyorlardı.
Devrimci-demokrat Sünni aydınlar bilirler ki Aleviler, hangi dinden ya da mezhepten olursa olsun herkesin inancına hoşgörülü davranırlar. Sünni’ye ve onun ibadet yeri olan camiye de; Hıristiyan’a ve onun ibadet yeri olan kiliseye de, Yahudi’ye ve onun ibadet yeri olan sinagoga da hep saygılı davranmış ve hâlâ da davranmaktadır. Ama ne yazık ki aynı saygı ve hoşgörüyü görememektedir. Aynı hoşgörüyü görmek bir yana üstüne üstlük inancından ötürü aşağılanmakta ve dışlanmaktadır. Aynı saygı ve hoşgörüyü görseydi eğer bugüne değin namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve camiye gittiği için horlanan, ezilen, dışlanan, dövülen, sövülen ve öldürülen hiçbir kimsenin olmamasına karşın, camiye gitmediği, oruç tutmadığı, namaz kılmadığı için aşağılanan, dışlanan, - hem de devlet desteğiyle- baskı ve zulme uğrayan, toplu halde kırılan milyonlarca Alevi olabilir miydi?
12 Eylül 1978 günü başlayan kanlı olaylar sırasında Elazığ’da yeni yeni hizmet vermeye başlayan ve o dönemde kentin en büyük camii olma ayrıcalığını elinde bulunduran İzzetpaşa Camii’nde ikindi namazını kılmakta olan cami cemaatine: “Komünist Kızılbaşlar Cuma günü bu camiye bomba koyarak Cuma namazını kılmakta olanlarla birlikte camii havaya uçuracaklar” gibi gerçekle yakından uzaktan hiçbir ilgisi bulunmayan yalan ve iftiralarla, softa cami cemaatini sokağa dökerler. Cami cemaati: “Din elden gidiyor” yalanıyla sokaklara dökülür olmaya başlayınca kirli emellerine ulaşan dünü karanlık senaryo hazırlayıcıları ortaya çıkarak üç telli yobaz sürüsünü yönlendirmeye başlarlar.
“Müslüman Türkiye”, “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın”, “Komünistler Moskova’ya” vb. sloganlarla şehir turu atarak sayılarını arttıran eli sopalı-silahlı güruh, Elazığ’ın “Hozat Garajı” olarak bilinen semtteki Alevi yurttaşlara ait işyerlerini ve araçlarını tahrip ederek, rast gele ateş açarak, kahvehaneleri tarayarak, kan dökerek, kin kusarak, ölüm saçarak Alevileri sindirmeye ve yok etmeye çalıştılar. Bu olay sırasında ben de taranan kahvehanelerin birinde bulunuyordum.
Fevzi Çakmak Mahallesi başta olmak üzere Yıldız Bağları, Yukarı Mezra, Beyazpınar vb. Alevi nüfusun yoğun olarak bulunduğu semt ve mahallelere özellikle gece baskınları düzenleyerek, ev ve işyerlerini kundaklamaya, yakıp-yıkmaya, başta gençler olmak üzere rastgele halkın üzerine ateş açmaya, kan dökmeye, can almaya başlar oldular.
Bütün bu olaylar karşısında güvenlik güçlerinin sessiz ve seyirci kalması, müdahalede bulunmaması ve hatta gerici faşist güruha destek vermesi üzerine Alevilerin yoğun bir şekilde yaşadıkları semt ve mahallelerdeki Alevi gençlik, gerici-faşist güruhun zulmüne karşı hem kendisinin hem de mahallelilerinin can ve mal güvenliğini korumak üzere mahallelerin giriş ve çıkış noktalarına barikatlar kurarak gruplar halinde sabahlara kadar nöbet tutar oldular.
Aralık–1978 ayı ile birlikte yurdun değişik kentlerinde devletin desteğini arkasına alan gerici-faşist güruhun öncülüğünde geniş çaplı terör olayları yeniden alev almaya başlar oldu. 4 Aralık 1978 günü eli kanlı katillerin Elazığ’da başlatmış oldukları zulüm, baskı ve terör sonucunda 10 kişi yaşamını yitirirken 50 civarında kişi de yaralanır.
Gerginliğin had safhaya ulaştığı kentteki güvenlik güçleri asayişi sağlamakta yetersiz kalınca Malatya’dan mavi bereli komandolar getirtildi. Ancak buna karşın devlet desteğini arkasına almış olan gerici-faşist güruhun devam eden saldırıları neticesinde 6 Aralık 1978 günü çıkan çatışmada 2 kişi daha yaşamını yitirir. Bunun üzerine sokağa çıkma yasağı konarak ve okullar kapatılarak eğitim-öğretime ara verildi.
 

Kahramanmaraş Olayları
29 Temmuz 1969 tarihinde göreve başladığım Seyitli köyünde 9 yıl, 3 ay ve 10 gün çalıştıktan sonra 9 Ekim 1978 günü ayrılarak isteğim üzerine atandığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’nda 12 Ekim 1978 tarihinde göreve başladım. Burada yaklaşık üç ay öğretmen olarak görev yaptıktan sonra 28 Aralık 1978 tarihinde aynı okula müdür yardımcısı olarak atandım. Bu atamanın yaklaşık iki ay sonrasında da okul müdürünün başka bir göreve atanması üzerine müdür yardımcılığının yanı sıra uzun zaman okul müdür vekilliği görevini de yürütmeye başladım.
Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’nda göreve başladığım tarihin üzerinden yaklaşık iki buçuk aylık bir zaman geçmişti.
Takvimler; 24 Aralık 1978 tarihini gösteriyordu… Tam anlamıyla bir vahşet yaşanıyordu Kahramanmaraş’ta, bu tarihte. Alevi toplumuna karşı düzenlenen bir soykırım girişimiydi bu vahşet…
Kahramanmaraş’ta, 19 Aralık 1978 gecesi bir film oynatılır, Çiçek Sineması’nda. Adı, Güneş Ne Zaman Doğacak’tır filmin. Filmin oynatılışının dördüncü günüdür. Birkaç ay öncesinde kurulan Kahramanmaraş ÜGD (Ülkücü Gençlik Derneği) tarafından getirtilen bu film, sağ görüşün konu edindiği bir filmdi. ÜGD’nin üye ve yandaşlarınca yapılan denetim altında oynatılan filmin gösterimi süresince; “Müslüman Türkiye”, “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın” gibi sağ görüşü yansıtan sloganlar haykırılır. ÜGD’liler bir yandan kendi düşüncelerini yansıtan dergiler satarken, öte yandan da sinema girişinde sıkı bir arama yaparak içeri alırlar yandaşlarını.
 
Tarih; 19 Aralık 1978 gecesi.
Yer; Kahramanmaraş Çiçek Sineması salonu…
 “Güneş Ne Zaman Doğacak” adlı sağ görüşü yansıtan filmin oynatılışının dördüncü günüdür. Ara verilmiştir filmin yarısında. Bir patlayıcı madde atılır sinemanın salonuna. “Basınç tesirli” ama “etkinlik gücü az”. Hem de o kadar sıkı önlemler alınmasına ve içeri alınan herkesin üstünün didik didik aranmasına rağmen.
—Peki, eğer iddia edildiği gibi bu eylemi gerçekleştirenler sol bir örgüte mensup olsalardı ve amaçları da eli kanlı gerici-faşist güruha zarar vermek ya da onlardan birkaçını öldürmek olsaydı neden “basınç tesiri az, tahrip gücü yüksek” bir patlayıcı değil de “basınç tesiri yüksek, etkinlik gücü az” olan bir patlayıcı kullansınlar ki?
-Neden filmin gösterimi sırasında ve asıl gösterimin yapıldığı salonda değil de filme ara verildiği sırada bir alt salonda patlatılıyor?
—Peki, o kadar sıkı bir aramaya rağmen hangi babayiğit bu patlayıcıyı nasıl sokmuş içeriye? Hem de tüm pencereler kapalı iken ve olay öncesinde hiçbir kırık cam bulunmazken?
Bu soruları daha da çoğaltmak mümkündür. Ama önemli olan soruların çoğaltılmış olması değil. Önemli olan sorulara mantıklı yanıtların verilmiş olmasıdır. Onu da hak getire… Ama ne yazık ki bu mümkün değil. Çünkü iddia edildiği gibi olay bir saldırı değil. Tam tersine bir tezgâh olduğu tüm yalınlığıyla duruyor ortada.
Bu tezgâhın planlayıcıları da bizatihi Ülkücü Gençlik Derneği’nin üye ve yandaşlarının ta kendileridir. Bu, yapılan soruşturma neticesinde ortaya çıkmıştır. Patlatılan dinamitin hemen sonrasında sinemadakiler, orada bulunan militan grubun tahrik ve teşvikiyle: “Müslüman Türkiye”, “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın” vb sağ görüşe mensup sloganlar haykırırlar. Bu vb. sloganlar attıktan hemen sonra kente dağılmak suretiyle CHP il merkezi, PTT ve TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) binalarına saldırıda bulunularak tahrip edilir. Hemen akabinde bilinçli ve amaçlı olarak Kahramanmaraş’ın sağcı mahallelerine gerçeği yansıtmayan haberler uçurulmaya başlanır: “Komünistler, sinemadaki Müslüman halkın üzerine bomba atarak 8 kişiyi öldürdüler.” diye.
Oysa öyle bir saldırının varlığı söz konusu değildi, kendileri tarafından planlanan bir tezgâhtı. Gerçekle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktu. Çünkü değil sekiz ölü, sekiz yaralı bile yoktu ortada. Ama olsun. Bu bir oyundu ve kuralına göre oynanması lazımdı. Oynandı da… 20 Aralık 1978 günü akşamüzeri eli kanlı gerici-faşistler güya bir gün önceden sinemaya atılan ve 8 kişinin ölümüne neden olan bombalı olayın intikamını almak amacıyla sol görüşe mensup iki öğretmeni sokak ortasında silahla tarayarak öldürdüler. Önceden hazırlanan senaryo böyleydi çünkü.
 
Tarih; 21 Aralık 1978.
“Hükümetin düşmesi belki yarından da yakındır” diyen MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in start verdiği gündü, bu tarih. Başbuğun verdiği bu start üzerine geçmişi karanlık yobaz cami cemaati ve eli kanlı katiller; önce 20 Aralık 1978 günü sokak ortasında silahla taranarak katledilen sol düşünceye sahip iki öğretmenin cenaze törenine engel oldular. Hemen sonrasında da Alevilere ait ev, işyeri ve otomobillere saldırdılar. Böylece emelleri gerçekleşmiş oluyordu, emeli kirlilerin. Ve böylece engellenemeyen, daha doğrusu engel olunmak istenmeyen büyük ve kanlı olaylar başlamış ve soykırım yaşanmıştı.
 Alevilere ait olduğu önceden saptanan ev, işyeri ve otomobillerin yakılmasıyla başlayan kanlı olaylar, Alevilerin yoğunluklu olarak oturdukları mahallelere yayılarak tam anlamıyla bir soykırıma dönüştü. Evler, işyerleri, otomobiller kundaklandı, yakıldı, yıkıldı, yağmalandı. Kadın-erkek, yaşlı-genç, büyük-küçük demeden kurşuna dizildi insanlar. Bıçaklanarak öldürüldüler. Süngülerle deşildi hamile kadınların karınları. Ocaklar söndürüldü… Anasız, babasız kaldı çocuklar… Analar-babalar evlat acısıyla kıvranır oldular… Genç kızlar gelinlikten, delikanlılar damatlıktan yoksun bırakıldılar… Al kınalar yerine kızıl kana boyandı elleri, gencecik insanların… Bebeler anasız, gelinler kocasız, yürekler yaralı, gözler yaşlı bırakıldı. Evler yakıldı, umutlar yıkıldı, yarınlar yok edildi. Öfkeler kine, sevgiler düşmanlığa dönüştü. Kanlı tohumlar ektiler, yarınlarda açacak çiçekleri kanlı olsun diye.
K.(Kanlı dersek daha doğru olur) Maraş’ta meydana gelen bu planlı ve kanlı soykırımın aldığı boyut karşısında kentteki mevcut güvenlik güçleri etkin olamayınca Gaziantep’ten Jandarma ve Kayseri’den Hava İndirme Birliği çağrıldı. Jetlerin kent üzerinde alçak uçuş yapmasına rağmen olayların dizginlenmesi olanaklı olmadı. Bundan ötürü Ecevit Hükümeti tarafından kentte gece-gündüz sokağa çıkma yasağı uygulanmaya başlandı.
Çarşı Karakolu’nun ateşe verilerek yakıldığı 24 Aralık 1978 günü kolluk kuvvetleri, vilayeti ele geçirmek üzere harekete geçen güruhu, ancak üzerine ateş açarak durdurabildi. Karakol baskınında bir kolluk kuvveti görevlisi öldürüldü. Bu süreçte güvenlik içinde bulunmayan kimi semt ve mahallelerden boşaltılan halk çadırlara yerleştirildi ve çevreleri kolluk kuvvetleri tarafından çembere alındı.
Ama 111 kişi yaşamını yitirdikten, 1000’i aşkın insan yaralandıktan, 917 ev, işyeri, kamu kuruluşuna ait yapı, otomobil ve eşyanın yakılıp yok edilmesinden ve dönemin değerlerine göre 150 milyon liralık bir maddi zarara yol açtıktan sonra. Tabi bütün bunlar devletin resmi kurumlarınca açıklanan rakamlardır. Oysa gerçek rakamlar, bunların çok çok üzerindedir. Ama bunlar bile insanı dehşete düşürmeye yeter de artar da.
Yani anlayacağınız 20 Temmuz 1974 tarihinde gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında iki saat içinde Kıbrıs’a giren devlet, K (Kanlı) Maraş’a ancak üç gün sonra ancak girebilmiştir.
Öte yandan ülkenin farklı bölgelerinde, K. (Kanlı) Maraş’ta meydana gelen soykırımı protesto etmek üzere çeşitli gösteriler düzenleniyor ve okullar boykot ediliyordu. Bunun üzerine Ankara ve İstanbul’da hem orta dereceli okullar hem de yükseköğretim kurumları kapatılıyordu.
—Peki, sonuç ne oldu?
—Kocaman bir hiç… Yapanın yanına kâr kaldı her şey.
Güya olayın sorumluları oldukları öne sürülen kimi yaratıklar (onlara insan demeye dilim varmıyor) yakalandı. Yapılan yargılama neticesinde idam cezasına çarptırılan 22 kişiden 9’unun cezası Yargıtay’ca bozulurken geriye kalan 13 kişi de 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Yasası (Tosuncuklara Müjde Yasası) uyarınca serbest kaldı.
K. (Kanlı) Maraş’ta meydana gelen bu soykırımı protesto etmek amacıyla ülkenin değişik bölgelerinde çeşitli gösteriler yapıldı, boykotlar ilan edildi okullarda. Bu kapsamda Tunceli’de de Maraş’ta yaşanan soykırımı protesto etmek amacıyla çok büyük bir katılımın sağlandığı bir protesto mitingi gerçekleştirildi. Öğretmen ve öğrenciler okulları boykot ederek, esnaf kepenk kapatarak destek verdi bu mitinge. Katılımcılarla güvenlik güçleri arasında gergin ve sıcak saatler yaşandı. Soykırımın gerçekleştirildiği K. Maraş’ta seyirci kalan güvenlik güçleri, Tunceli’de kuşun yağdırıyordu, soykırımı protesto edenlerin üzerine.
 
Gözaltına Alınıyoruz
Ülke sokaklarında kol gezen terör, her gün ayrı bir ilde ayrı bir ortamda gösteriyordu soğuk yüzünü. Sokakta emekçi halkın, okullarda devrimci-demokrat öğretmenlerin, yerleşkelerde ilerici öğrencilerin üzerine ateş açılıyordu. Bunun sonucu olarak da her gün ilerici, devrimci, demokrat insanların üçü-beşi yaşamını yitiriyordu.
Tarih; 24 Aralık 1979. Bu tarih, eli kanlı katillerce Alevilere karşı uygulanan Kahramanmaraş Soykırımı’nın I. yıldönümüydü. Devlet destekli tosuncuklar tarafından hunharca katledilen onlarca Alevi, devrimci, demokrat insanın katledilişinin üzerinden tam bir yıl geçmişti. Bütün yurtta olduğu gibi o tarihte görev yaptığım Tunceli’de de; bir yıl öncesinde K. Maraş’ta yaşanan soykırımı lanetlemek üzere o gün okulları boykot eden öğretmen ve öğrenciler, kepenk indiren esnaflar, sivil halk ve devrimci gençlik dökülüverdi sokağa. Bu protesto olayları sırasında oldukça büyük gerginlikler yaşandı. Çünkü bir yıl öncesinde K. Maraş’ta eli kanlı gerici-faşistlerce gerçekleştirilen soykırım sırasında seyirci kalan güvenlik güçleri, bir yıl sonra o soykırımı lanetlemek üzere protesto eylemine katılanların üzerine göz yaşartıcı bomba atmaktan, tekme-tokat girişmekten, cop-dipçik kullanmaktan ve hatta rastgele ateş etmekten kaçınmadı.
Tunceli’de bu protesto eylemi sırasında gözaltına alınanların, kaşı patlayanların, gözü moraranların, alnı yarılanların, bedeninin her yeri yara bere içinde olanların sayıları oldukça kabarıktı. Gözaltına alınanlar, işkence tezgâhlarında işkencelerden geçirildikten sonra çıkarıldıkları savcılıkça suçsuz bulunarak serbest bırakılıyorlardı. Suçsuz oldukları halde bu kadar işkenceye maruz kaldıklarına göre suçlu olsalardı kim bilir n’olurdu halleri?
1979’un 24 Aralık’ında Tunceli sokaklarında bunlar yaşanıyorken, okullarda da sokaklardaki kadar olmasa da pek çok gerginlik yaşandı. Eylem günü öncesinde bir karar bildirildi, biz merkezde bulunan okul yöneticilerine. Ama sözü edilen bu karar, resmi makamlardan değil devrimci-demokrat örgüt ve derneklerden gelmişti. Bu karar uyarınca biz okul yöneticileri, eylem günü olan 24 Aralık’ta okula gidecektik. Ancak gelen telefonlara yanıt vermeyecek ve resmi yazışma yapmayacaktık. Okulda bulunmamızın nedeni de okulu açık bulundurarak okula gelecek olan öğretmen ve öğrencilere engel olmamak ve onların derslere giriş-çıkışlarına yardımcı olmaktı. Böylece demokratik bir ortam içerisinde herkes istediği gibi hareket etme serbestîsine sahip olacaktı. Kimse kimseye etki edemeyecek ve kimse kimsenin üzerinde tahakküm kuramayacaktı.
Bu protesto eyleminin yaşandığı 24 Aralık 1979 tarihinde Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’nun hem müdür yardımcısı, hem de müdür vekili olarak görev yapıyordum. O günün sabahında evden ayrılmadan önce her zamankinden daha kalın ve daha sıkı giyindim üstümü. Olağanüstü bir gündü çünkü. N’olur n’olmaz diyerek her ihtimale karşı tedbiri elden bırakmadım. Yanıma ilaç almayı da ihmal etmedim. Gastritim vardı o dönemlerde. O dönemin gözde giyeceklerinden olan parkamı sırtıma geçirdikten sonra okula gitmek üzere evden ayrıldım. Sokağa çıktığımda o günün olağanüstü olaylara gebe kalacağını sezinledim. Zira bunu bilmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Görülen köy kılavuz istemezdi. Okula, yaklaşık 500 m. uzaklıktaki evimden okula giderken hem sokaktaki polis sayısının fazlalığı, hem de kent merkezi olmasına rağmen askerin de sokaklarda boy göstermesi bunun bir kanıtıydı. Hava çok soğuktu. Öylesine soğuktu ki kalın giyinmeme ve yürüdüğüm mesafenin kısalığına rağmen soğuk iliklerime işlemişti. Hava buz gibi soğuk, ortam kurşun kadar ağırdı, o gün.
Yürüye yürüye okulun bulunduğu noktaya geldim. Ancak okul bahçesine girebilmem için önce Nizamiye Kapısı’ndan geçmem gerekiyordu. Biliyorum siz şimdi içinizden; “Nizamiye Kapısı’yla okulun ne ilgisi vardır?” diyorsunuz. Ama bu bir gerçekti maalesef… Çünkü görevli bulunduğum Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu; zamanında, benim de mezun olduğum Tunceli Öğretmen Okulu’nun uygulama ilkokulu olarak inşa edildiği için aynı bahçeyi paylaşıyorlardı. Adı geçen olayın kısa bir süre öncesinde Tunceli Öğretmen Okulu, askeriyeye devredilince adı geçen okul, tarihe karışmıştı. Batı toplumlarında kışlalar okula dönüştürülürken, bizde tam tersi oluyordu. Okullar kışlaya dönüştürülüyordu. Tarihe karışan Tunceli Öğretmen Okulu’nun yerine askeri birlik konuşlanınca görevli olduğum Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu da askeri birliğin sınırları içinde kalmıştı. Bundan ötürü okulumuzun bahçe kapısı da Nizamiye Kapısı’na dönüşüvermişti.
Sözü edilen askeri birlik tarafından Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’nda görevli tüm öğretmen ve yardımcı personele fotoğraflı bir giriş belgesi verilmişti. Bir zamanlar okul kapısı olan Nizamiye Kapısı’ndan içeri girdiğimizde o kartı takma zorunluluğumuz vardı. Süreç içerisinde bizi tanımalarına rağmen o kartı takmadan içeri girmemize izin verilmezdi asla. Bu durumdan ötürü okulumuz öğretmenlerinden Düzgün Aşkın; “Hürriyeti Elinden Alınmış Hürriyet İlkokulu Öğretmenleri” derdi bize.
24 Aralık 1979 gününün sabahı bu nizamiye kapısından içeri girerken beni tanımalarına ve yaka kartımın takılı olmasına rağmen üst aramasına tabi tuttular beni. Bir okul müdürü kendi okuluna üst aramasız giremedi o gün. Bu durum, iliklerime kadar işleyen soğuk havadan daha kötü işledi iliklerime. Ama yapabileceğim bir şey yoktu. Güç onlarda, söz onlarındı. Söz söylenemezdi onların sözünün üstüne.
Gerçekleştirilen üst aramasının sonrasında okula vardım. İn cin top oynuyordu okulda. Bomboştu, her gün öğrencilerin cıvıl cıvıl sesleriyle inleyen okulun derslikleri. Ne öğretmenler vardı görünürde, ne de öğrenciler… Hıdır Kılıç ve Hasan Öncü adlarındaki iki hizmetlinin dışında kimse yoktu okulda. Onlar da geçip oturmuşlardı gümbür gümbür yanan kömür sobasının karşısına. Benim makam odamda oturuyorlardı ikisi de. Ben de varınca üçlendi, okuldakilerin sayısı. Onlara; “Günaydın!” deyip içeri girdikten sonra sırtımdaki parkayı çıkarıp vestiyere asarak koltuğuma oturdum. Sürekli masamın üzerinde dura “SİERA” marka küçük el radyosunun düğmesini açtım hemen. Bir yandan radyo aracılığıyla yurttaki gelişmelerden haberdar olmaya çalışırken, öte taraftan da iki hizmetli ile birlikte o gün Tunceli’de yaşanabilecek olaylar hakkında konuşuyorduk. Birbirimizin moralini bozmamak için pek dışa vurmasak da bir endişe vardı içimizde. İyi şeyler düşünmüyorduk. Karamsardık doğrusu.
Bu arada Kimse bizi rahatsız etmesin diye ha bire zırrr… zırrr… diye ötmeye başlayan telefonumuzu meşgule düşürdük. Nasıl olsa çalışmayacak ve yanıt vermeyecektik o gün gelen telefonlara.
Saat 08.30 sularıydı. Pencereden bir ekip arabasının okulun giriş kapısına doğru yöneldiğini gördük. Kısa bir süre sonra ekip otosundan inip odama gelen üç polis memuru:
—Günaydın müdürüm! dediler.
—Günaydın… Hoş geldiniz, dedim.
İçlerinden en yaşlı olanı:
—Müdürüm listeyi almaya geldik, dedi.
—Ne listesi?
—Göreve gelmeyen öğretmen ve personelin isim listesi…
—Veremem…
—Neden?
—Ben de olayı protesto edenlerdenim. Çalışmıyorum bugün. Onun için listeyi veremem dedim.
—Vali Bey’in emridir…
—Kimin emri olursa olsun…
Şimdilerde dönüp geri baktığımda bunun bir meydan okuma olduğunu daha rahat görebiliyorum.
—Peki, kime ya da neye güvenerek?
—Doğrusunu söylemek gerekirse hiçbir güvencem yoktu. Görevden alınsaydım çocuklarımın geçimini idame edebilmek için yapabileceğim ne bir dayanağım vardı, ne mali açıdan bir desteğim… Ama devrimci sözü vermiştik, protesto eylemine katılacağımıza dair. Desteklenmesi gerekiyordu çünkü. Bir insanlık suçu vardı ortada. Onun ya yanında ya da karşısında olmak gerekirdi. Mantıken ve vicdanen yanında yer almamız mümkün olamayacağına göre karşısında olmamız lazımdı. Biz de öyle yaptık. Destek verdik protesto eylemine karşısında olduk vahşetin. Hep birlikte protesto eylemine destek verirsek hem gerici-faşistlerin karşısında önemli bir güç olduğumuzu kanıtlayacak ve meydanın boş olmadığını onlara gösterecektik, hem de kimsenin bizi görevden alamayacağını varsayıyorduk. Kendimize göre haklı gerekçelerimiz olduğu için bu eyleme destek verdik. Bundan ötürü benden liste isteyen polis ekibine eyleme katılan öğretmenlerin listesini vermedim. Benden istedikleri listeyi alamayan polis ekibinin okuldan ayrılışının birkaç dakika sonrasında bu kez de biri yüzbaşı, ikisi astsubay olmak üzere üç kişiden oluşan askeri ekip geldi okula. Onlar da liste almaya gelmişlerdi. Onlara da aynı gerekçeleri ileri sürerek liste vermedim. Böylece onlar da bir önceki ekip gibi eli boş çıktılar okuldan.
Saatler 09.00’u gösterdiğinde ikinci bir polis ekip otosu dayandı okulun kapısına. Bu kez gelen üç kişilik ekibin içinde benim kapı komşum Bolulu polis memuru Ahmet Özer de vardı.
—İyi günler, dedi kapı komşum polis Ahmet.
—İyi günler… Hoş geldiniz, dedim.
—Müdürüm listeyi almaya geldik…
—Ahmet Bey sizden yarım saat kadar önce bir başka ekip de liste almak için okula geldi. Ben kendilerine liste vermedim, dedim.
—Biliyorum, haberim var…
—Onlara vermediğim listeyi size vermemi beklemiyorsunuz herhalde…
—Neden? diye sordu komşum Ahmet.
—Yarım saat içinde fikir değiştirenlerden değilim de ondan dedim.
Kapı komşum polis memuru Ahmet:
—Sayın müdürüm buraya gelmeden önce gittiğimiz okulların tümünde okul müdürleri hiçbir itirazda bulunmadan listeyi verdiler bize, dedi.
—O onların sorunudur Ahmet Bey. Ben onlardan değil kendimden sorumluyum, dedim.
—Ben sizi çok iyi anlıyorum. Katılıyorum dediklerinize. Ama neyi halledebilirsiniz tek başınıza?
—Belki halletmeyebilirim. Ama çıktığım yoldan geri dönmem de mümkün değil, dedim.
—Bu mu son sözünüz?
—Evet…
—Kusura bakmayın o zaman. Ben verilen emri yerine getirmek zorundayım…
—Siz görevinizin gereğini yapın, dedim.
Polis memuru Ahmet Bey; kapı komşusunu böyle bir olay için derdest edip götürmenin verdiği bir eziklik içinde:
—Üzgünüm ama Vali Bey’in talimatı gereği bizimle merkeze kadar gelmeniz gerekir, dedi.
—Buyurun gidelim…
Giyindim parkamı. Bindim ekip otosuna. Onlarla birlikte vardım Emniyet Müdürlüğü’ne. İçeri girdiğimde tanıdık iki simayla karşılaştım orada. Bunlardan biri Öğretmen Lisesi Müdürü İbrahim Oğuz, öteki de Atatürk Ortaokulu Müdürü Ramazan Topbaş’tı. Onlar da istenilen listeyi vermedikleri için getirilmişlerdi oraya. Üçümüzün dışında hiçbir okul yöneticisi yoktu orda. Çünkü üçümüzün dışındaki okul yöneticilerinin tamamı, verilen söze ve alınan karara rağmen hiçbir itirazda bulunmadan istenilen listeyi vermişlerdi, görevlilere.
Yaklaşık yarım saat kadar kaldık orada. Bu süre içinde yanımıza gelen bir emniyet amiri:
—Beyler sizin de gördüğünüz gibi sizin dışınızda kalan tüm okul yöneticileri istenilen listeyi vermişler görevlerle. Gelin uğraştırmayın bizi. Veriverin şu listeleri. Hem siz kurtulun hem de biz, dedi.
Biz; “Hayır” diyerek bu davete icabet etmedik.
Yanıtımız “Hayır” olunca üçümüz bir ekip otosuna bindirilerek biz zamanlar Öğretmen Okulu olarak hizmet veren, ama o dönemde askeriyenin emrine sunulan binanın spor salonuna götürüldük. Oraya varınca gözlerimiz bağlandıktan sonra indirildik ekip otosundan. Refakatçi olarak askerler girmişlerdi kollarımıza. Onların refakatinde iniyoruz, hücrelere dönüştürülen spor salonunun merdivenlerinden aşağıya. Merdivenlerden aşağıya inerken komutan olduğu anlaşılan biri:
—“Çocuklar! Bu O… çocukları; bugün meydana gelen olaylarda arkadaşlarınızı yaralayan O… çocuklarının arkadaşlarıdır” diyerek bizi hedef gösteriyordu.
Komutan olduğunu tahmin ettiğimiz kişinin bu sözlerinden hemen sonra bizlere ağza alınmayacak galiz küfürler savuran erlerin tekme-tokat ve dipçik darbelerine maruz kaldık. Bu hengâmeyle girdik spor salonunun kapısından içeri. Gözlerimiz bağlı olduğu için içeri girdiğimizi kulağımıza gelen inilti ve bağırtılardan anlıyoruz. Bu inilti ve bağırtı seslerinin arasından yürüdükten kısa bir süre sonra bir hücrede açıldı gözlerimiz. Ramazan Öğretmen yoktu aramızda. Hücrede İbrahim Öğretmenle ikimiz bulunuyorduk. Kapımızı kilitleyen erler oradan ayrıldılar. Küçücük bir odacıktı konulduğumuz yer. Üzerinde oturabileceğimiz ne bir sandalye vardı, ne de bir ranza… Gerçi olsa bile oturmamız mümkün değildi. Ayakta beklemek zorundaydık. Çünkü etkisi iliklerimize işleyen dondurucu bir soğuk vardı. Tir tir titriyoruz İbrahim Öğretmenle ikimiz. Duramıyoruz yerimizde. Ayaklarımızın birini indirip ötekini kaldırmak suretiyle hareket ederek ısınmaya ve böylece dondurucu soğuğun etkisinden korunmaya çalışıyoruz.
“Çocuklar! Bu O… çocukları, bugün meydana gelen olaylarda arkadaşlarınızı yaralayan O… çocuklarının arkadaşlarıdır” şeklindeki sözlerle erleri kışkırtıp üstümüze saldırtan komutanın söyledikleri doğruysa eğer büyük olaylar yaşanmıştır. Askerlerden yaralananlar olduğuna göre halktan insanlardan ölenler bile olabilir” diyerek yorum yapıyoruz İbrahim’le ikimiz.
İkimizin de gastriti vardı. Zaman ilerledikçe açlığımız giderek belirginleşiyor, hücre büyüklüğündeki küçücük yerde. Açlığımızın belirginleşmesi gastritimizin azmasına yol açıyordu. İkimiz de sancılanmaya başlamıştık adeta. Neyse ki işin bu boyuta varabileceğini hesaba katarak önlemimizi almıştık. Ben, o dönemde kullandığım “TALCİD” adındaki çiğneme tabletimi yanıma almıştım. İbrahim benden de akıllı davranmış ve ceplerini leblebi ile doldurmuştu. Önce leblebileri yiyoruz, ardından da “Talcid” çiğneme tabletini ağzımıza alıp çiğniyoruz. Ama bulunduğumuz yerde uzun süre kalabilme olasılığını da göz önünde bulundurarak leblebilerin tamamını aynı anda kullanmıyoruz. Böylece kısa bir süreliğine de olsa açlığımızı yatıştırmayı başarıyoruz. Ama soğukla baş edemiyoruz bir türlü. Her geçen dakika dozunu daha da arttırıyor kuru soğuk. Zangır zangır ediyor dişlerimiz. Tir tir titriyor bedenimiz. Bulunduğumuz küçücük yerde sürekli hareket halinde olmamıza ve çok kalın giyinmemize rağmen ısınamıyoruz bir türlü. Soğuk iliklerimize kadar işlemişti çünkü.
Güneş batmış, gün akşam olmuştu. Göz gözü görmüyordu. Zifiri bir karanlık egemendi. Böylece soğukla boğuşarak günümüzü akşam etmiştik. Hiç söndürmeden arka arkaya yaktığımız sigaraların aydınlığından yararlanarak saate bakıyoruz. Saatler 21.00’i gösteriyordu. Hücredeki zamanımız on iki saati bulmuştu ki hücremizin kapısı açıldı. Koridordan sızan loş ışıkla birlikte ellerinde göz bantlarıyla iki astsubay girdi içeri. Kapının dış tarafında da birkaç er bekliyordu. Gözlerimiz bağlandı. Çıkarıldık odadan. Girdiler kollarımıza. Kollarımıza girenlerin refakatinde ilerliyoruz iniltilerle, bağrışmalarla yankılanan koridordan. Dışarıya çıkartıp bir araca oturttular bizi. Ekip otosuymuş bindirildiğimiz bu araç. Gözlerimiz açıldı. Ayrı bir hücreye konan Ramazan Öğretmen de vardı aynı aracın içinde. Kent merkezine doğru ilerlerken bindirildiğimiz ekip otosunun içinde derin bir sessizlik egemendi.
İbrahim Öğretmen:
—İşkenceye götürülüyoruz diye fısıldadı, kulağıma.
—Vız gelir onların işkenceleri bize, diyorum.
 Ama bir süre sonra ikimizde yanıldığımızı anladık. Çünkü işkenceye değil, bizatihi Emniyet Müdürü’nün makam odasına götürülmüştük. Soba gümbür gümbür yanıyordu. Sımsıcaktı içerisi. Ama bizi makam odasının kapısında bekleyen Emniyet Müdürü’nün tavırları, odanın sıcaklığından daha da sıcaktı.
Üçümüzün de ayrı ayrı elini sıkan yaşlı, babacan Emniyet Müdürü:
—Hoş geldiniz… Geçmiş olsun, dedi bize.
—Teşekkür ederiz efendim diyerek yanıtladık kendisini.
—Buyurun şöyle oturun, diyerek gümbür gümbür yanan sobanın çevresine koydurduğu koltuklara oturttu bizi.
Makam koltuğuna oturan babacan Emniyet Müdürü:
—“Sayın hocalarım talihsiz bir olay yaşadınız bugün. Aslında benim hiç tasvip etmediğim bir olaydı. Bundan ötürü affınıza sığınıyorum. Sizler de takdir edersiniz ki biz, Vali Bey’in emirleri doğrultusunda hareket ettik. Sizlerle böyle bir ortamda tanışmak istemezdim asla. Ama ne yazık ki buna mecbur edildik” dedi.
Biz de:
—Sayın müdürüm bu yakın ilginizden ötürü zat-ı âlinize müteşekkürüz, dedik.
Bizler, Emniyet Müdürü tarafından art arda ısmarlanan sıcacık çayları yudumlayarak buz tutan içimizi ısıtmaya çalışırken, haberdar edilen İl Milli Eğitim Müdürü Cafer Birkan da çıkageldi yanımıza.
“Geçmiş olsun” dileklerini iletip üzgün olduğunu belirten Milli Eğitim Müdürü Cafer Birkan:
—Arkadaşlar! Vali Bey bizi bekliyor. Çaylarımızı bir an önce için makamına çıkalım, dedi.
Son bir kez ısmarlanan çaylarımızı yudumladıktan sonra kendisine teşekkür ederek ayrıldık Emniyet Müdürü’nün makamından. Başta Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan olmak üzere ben, Öğretmen Lisesi Müdürü İbrahim Oğuz ve Atatürk Ortaokulu Müdürü Ramazan Topbaş vardık valinin makamına. Dördümüz de ayakta bekletiliyoruz. Tıpkı ilkokul çocukları gibi. Oturacak bir yer gösterilmedi bize. Hadi biz okul müdürlerini bir yana bırakalım. Aramızda bulunan Milli Eğitim Müdürü bile buyur edilip bir yer gösterilmedi kendisine. Huzuruna çıktığımız dönemin Tunceli Valisi Sn. Ümmet Önalan, ne “Hoş geldiniz” dedi. Ne de “Geçmiş olsun” dileğinde bulundu.
—Neden göreve gelmeyen öğretmen ve personelin isim listesini okula gelen görevlilere vermediniz? diye sordu.
Ben:
—Efendim bu katliamı, bu insanlık dışı vahşeti kınayanlara destek vermek için listeyi vermedim, dedim.
Bunun üzerine hiddete kapılan vali Sn. Ümmet Önalan:
—O listenin hemen şimdi, burada düzenlenip bana verilmesini emrediyorum, dedi.
—Benim, o listeyi hemen şimdi zatı âlinize takdim etmem mümkün değil efendim dedim.
Vali Sn. Ümmet Önalan kızgın bir ifadeyle:
—Vermeyeni açığa alırım, dedi.
—Bırakın açığa almayı görevden alsanız bile o listeyi zat-ı âlinize hemen şimdi takdim etmem olanaklı değil, dedim.
—Neden?
—Efendim ben sabahın dokuzundan itibaren gözaltına alındım. Gözaltında tutulduğum bu süre içinde kimin okula gelip kimin gelmediğini nereden bilebilirim? dedim.
O ana değin suskunluğunu koruyan Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan:
—Sayın Valim izin verirseniz okul müdürlerimizle birlikte Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gidip listeleri orada hazırladıktan sonra ben sonucu zat-ı âlinize iletirim dedi.
Vali Sn. Ümmet Önalan:
—Olur… Ama fazla gecikmeyin, dedi.
—Baş üstüne dedi Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan.
Valilik makamından ayrıldıktan hemen sonra makam otosuna bindiğimiz Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan ile birlikte vardık, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne.
Milli Eğitim Müdürlüğü’ne vardığımızda saat 22.30’u gösteriyordu. Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan’ın makamına vardık. Ama sinirler gergin, bedenler yorgun. Hepimiz burnumuzdan soluyoruz. Çaylar ısmarlandı. Sigaralar üst üste içildi. Hâlâ sabah kahvaltısıyla duruyoruz. Lokantadan getirtilen yemekler yendi. Bir zaman sonra nihayet kendimize gelebildik. Sıra listelerin hazırlanmasına geldi. Ben, liste vermemekte direniyorum. Ben, liste vermemekte ısrarlı olunca Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan, benden habersiz kendisini kıramayacağımı bildiği değerli dostum, mümtaz insan İlköğretim Müfettişi Sn. Hasan Aslan’ı getirtti, bulunduğumuz Milli Eğitim Müdürlüğü’ne.
Beni ikna etmesi için Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan tarafından Milli Eğitim Müdürlüğü’ne getirtilen İlköğretim Müfettişi Sn. Hasan Aslan’la bir süre baş başa görüştük. Hasan Aslan Bey, bu baş başa görüşme sırasında bana:
—Sayın hocam herkes, sizin liste vermediğiniz için gün boyu gözetim altında tutulduğunuzu biliyor. Bundan ötürü sizin liste vermenizde her hangi bir sakınca yoktur. Bunu uygun bulmuyorsanız vereceğiniz listeye tanzim saatini yazınız. Böylece bu listenin, mesai saatlerinin içinde verilmediği anlaşılmış olur, dedi.
Bana mantıklı gelmişti, değerli dostum Edirneli İlköğretim Müfettişi Sn. Hasan Aslan’ın bu önerisi. Başta kendim olmak üzere aralarında subay, astsubay ve polis eşleri de bulunan okulumuzdaki tüm öğretmenlerin adlarını yazdığım listenin sol alt tarafına da: “Bu liste 24 Aralık 1979 günü saat 23.25’te düzenlenmiştir” ibaresini yazdıktan sonra listeyi, elden Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan’a sundum.
Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan, bizden aldığı listelerle Valiliğe giderken, bizler de Milli Eğitim Müdürlüğü’ne ait araçlarla evlerimize bırakıldık.
 
Teftiş Kurulu Başkanı İle Restleşme
24 Aralık 1978 günü Kahramanmaraş’ta yaşanan soykırımın birinci yıl dönümü olan 24 Aralık 1979 tarihinde gerçekleştirilen Protesto Eylemi’ne katılan, destek veren tüm öğretmen, işçi ve memurlar hakkında biri idarî, öteki adlî olmak üzere iki soruşturma başlatıldı.
Benim hem Müdür Vekili, hem de Müdür Yardımcısı olarak görev yaptığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’ndaki idarî soruşturmayı yürütmekle görevli kılınarak okula gönderilen üç kişilik soruşturma ekibi; Tunceli Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Sn. Hasan Çelik, Tunceli Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Sn. Mustafa Gültekin ve Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez’den oluşuyordu.
Okulumuza gelen soruşturma ekibinde görevli olan bu üçlü, okula geldiklerinde sabahçı öğretmenlerin sadece 40 dakikalık bir ders saati kalmıştı. Okula gelir gelmez hemen sabahçı devrenin son teneffüsünde okulda görevli tüm sabahçı öğretmenlerle kısa bir toplantı yaptılar. Bu toplantı sırasında söz alan Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez:
—Arkadaşlar! Biz şimdi Atatürk Ortaokulu’na gideceğiz. Orada, eyleme katılanların yazılı savunmalarını aldıktan hemen sonra buraya döneceğiz. Ancak oradaki personel sayısının kabarıklığından ötürü soruşturma uzun sürebilir ve biz gecikebiliriz. Ola ki gecikirsek biz gelene değin kimse okuldan ayrılmasın, dedi.
Söz alan öğretmen Mehmet Tunç:
—Sayın Hocam, bilindiği üzere bizim sadece bir ders saatimiz kaldı. Ders sonrasında kimse kalmaz burada. Hani diyorum ki buraya gelmişken bizim savunmalarımızı alıp sonra oraya gitseniz daha iyi olmaz mı? dedi.
Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez:
—Hayır, önce oraya gideceğiz, dedi.
Öğretmen Mehmet Tunç:
—Oraya giderseniz çok gecikirsiniz, o saate kadar kimse beklemez burada, dedi.
 Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez çocuk azarlarcasına:
—Biz gelene değin kimse ayrılmayacak buradan, bekleyeceksiniz, dedi.
Teftiş Kurulu Başkanı’nın bu sözleri üzerine sinirlenen öğretmen Mehmet Tunç:
—Ben beklemem hocam. Dersim bitti mi çeker giderim, dedi.
Teftiş Kurulu Başkanı:
—Beklemek zorundasın, dedi.
Öğretmen Mehmet Tunç:
—Kimse mecburi değil sizi burada beklemeye. Ben şahsen beklemem. Hiçbir güç beni burada tutamaz. Dersim bitti mi çeker giderim, dedi.
Gergin bir atmosferin egemen olduğu bu karşılıklı restleşmenin hemen sonrasında öğretmenler son ders saatlerini işlemek üzere sınıflarına giderlerken ben de toplantının yapıldığı Toplantı Salonu’nun hemen bitişiğindeki odama gittim. Biz toplantı salonundan ayrıldıktan sonra tek başlarına kalan üçlü soruşturma ekibi, okulumuzdan yaklaşık 100 m. uzaklıktaki Atatürk Ortaokulu’na gitmek üzere okulumuzdan ayrıldılar.
Ben, odama geçtikten kısa bir süre sonra odama gelen okul hizmetlilerinden Hıdır Kılıç, okulumuzdan ayrılırken kendisiyle restleşen öğretmen Mehmet Tunç için; “Bu ukaladan öğretmen değil, olsa olsa soytarı olur” diyen Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez’in bu çirkin sözlerini iletti bana.
Sinirlerim gerilmeye, elim ayağım titremeye başladı. Hem hicap duydum, hem de kırıldım. Her kim olursa olsun hiç kimsenin bir öğretmen hakkında böyle çirkin sözler söylemeye ne yetkisi var, ne de hakkı… Bu beyefendinin, bir hakarete maruz kalmışsa –Kaldı ki kendisine hakaret eden olmadı- yapması gereken iki şey vardı. Ya o kişi hakkında idarî soruşturma başlatması, ya da savcılığa suç duyurusunda bulunması gerekirdi. Ama bu zat-ı muhterem bunları yapmak yerine daha kolay olanı seçti ve öğretmene hakaret etti. Nasıl olsa kendisi öğretmenden bir üst makamda görev yapıyordu. Bundan ötürü de öğretmenin kendisine karşılık veremeyeceğini düşündü. Ama yanıldı. Çaldığı maya tutmadı. Kendisine anında yanıt verildi.
Okulumuzdan ayrıldıktan yaklaşık 15 dakika sonra ani bir kararla tekrar okulumuza geri dönen bu üçlü odama geldi.
Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez:
—Müdür Bey öğretmenlerinize haber verin, Öğretmenler Odası’nda toplansınlar. Savunmalarını alacağız, dedi.
Ben:
—Sayın hocam öğretmenlerimizi çağırmadan önce ben size bir şey sormak istiyorum, dedim.
—Buyurun sorun dedi, Teftiş Kurulu Başkanı.
—Sayın hocam! Siz az önce okulumuzdan ayrılırken öğretmen Mehmet Tunç için: “Bu ukaladan öğretmen değil olsa olsa soytarı olur” diye bir cümle kullandınız mı? diye sordum.
Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez kızgın bir ifadeyle:
—Evet… Söyledim… N’olacakmış? dedi.
—Sayın hocam! Bu sözler bir öğretmen için kullanılacak türden sözler değil. Hem bu sözleri size de yakıştıramıyorum. Sizden ricam bu sözlerinizi geri alınız, dedim.
Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez sert bir ses tonuyla:
—Almazsam n’olacak? dedi.
—Sözünüzü geri alırsanız sizin için daha iyi olur, dedim.
Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez:
—Ben tükürdüğümü yalamam. Sözlerimi de geri almam dedi.
—Siz geri almazsanız ben o sözlerinizi size iade ederim. Hem de ziyadesiyle… Siz bir öğretmen hakkında bunları söyleme hakkına sahip değilsiniz, dedim.
 Başından beri gergin olan ipler tamamen koptu. Gergin durumdaki ortam iyiden iyiye gerildi. Sinirler boşaldı. Öfke had safhaya tırmandı. Araya giren Milli Eğitim Müdür Yardımcıları Sn. Mustafa Gültekin ile Sn. Hasan Çelik, gergin ortamı yatıştırmaya, bizleri sakinleştirme çabasına giriştiler. Ama nafile…
Kendi söylediklerinin kendisine iade edileceğini hiç beklemeyen Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez, hemen yanında taşıdığı çantasından kâğıt çıkararak kendi el yazısıyla tutanak tutmaya başladı. Beraberindeki Milli Eğitim Müdür Yardımcılarından Sn. Mustafa Gültekin ile Sn Hasan Çelik’i de tanık olarak gösteriyordu.
Kendi el yazısıyla yazdığı tutanağı imzalamaları için onlara uzattı. Ancak onlar:
—Sn. Hocam, burada hakarette bulunan ve dolayısıyla haksız olan sizsiniz. Bundan ötürü biz ne tanıklık ederiz, ne de tutanağı imzalarız, dediler.
İki Milli Eğitim Müdür Yardımcısı’nın bu tutumları karşısında süt dökmüş kediye dönen Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Ali Söylemez, yazdığı bu tutanağı yırtarak gümbür gümbür yanan sobaya atmak zorunda kaldı.
Neticede Kahramanmaraş Katliamı’nın birinci yıl dönümü olan 24 Aralık 1979 günü gerçekleştirilen Protesto Eylemi’ne katılan ve destek veren herkes gibi bana da idarî olarak “Kınama Cezası” verilirken, adlî olarak da Sıkıyönetim Komutanlığı Elazığ Askerî Mahkemesi tarafından; “2 ay hapis, 2 ay görevden uzaklaştırma ve 1500 TL. ağır para cezası” verildi. Ancak adlî cezalar tecil edildiği için uygulanmadı.
 
Erzurum’a Sürgün Ediliyorum…
Tarih: Nisan 1980.
Haftanın hemen her gününde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından: “Görülen Lüzum Üzerine” gerekçeli çarşaf çarşaf listeler geliyordu Tunceli’ye. Sürgün listeleriydi bunlar. Öğretmenlerin adları yazılıydı bu listelerde. Öğretmenler birer birer yerlerinden yurtlarından ediliyorlardı. Böylece öğretmenler; bir yandan ayrılık hasreti çekmeye zorlanırken, öte yandan da ölüm tehdidiyle yüz yüze getiriliyorlardı. Demokrat ve devrimci olan Tuncelili öğretmenler, Erzurum, Yozgat, Çorum, Çankırı başta olmak üzere gerici ve faşist hareketin yoğun olarak yaşandığı illere sürgüne gönderiliyorlardı. Bu türdeki illerden herhangi birine sürgüne gönderilen Tuncelili öğretmen, çoğu zaman can korkusuyla yaşamamak üzere –Çünkü gönderildikleri bu illerde hakarete maruz kalıyorlardı ve hatta öldürülüyorlardı- istifa ederek gitmezdi sürgün edildiği bu illere. Ama bu kez de geçim sıkıntısı çıkıyordu karşısına. Gitse bir dert, gitmese bir dert.
Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’nda Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyorum. Her zaman olduğu üzere o hafta başında da yeni sürgün listelerinden söz ediliyordu. İşte yeni sürgün listelerinden söz edilen bir haftanın ilk günü bir telefon geldi bana. Arayan Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Sn. Hasan Çelik’ti. Bir konu hakkında bilgi alış verişinde bulunmak üzere beni makamına davet ediyordu.
Okuldaki acil işlerimi yaptıktan sonra vardım, Sn. Hasan Çelik’in makamına. Makamına vardığımda beni ayakta karşılayan Sn. Hasan Çelik’in gösterdiği koltuğa oturdum.
Adet olduğu üzere önce hal-hatır sorup hasbi hal eyledik. Hemen ardından ısmarlanan çaylar yudumlandı, ikram edilen sigaralar içildi.
—Sn. Müdürüm beni buraya çağırttığınıza göre bir emriniz olmalı herhalde? dedim.
Gözleri buğulanmaya başlayan Sn. Hasan Çelik:
—Estağfurullah hocam emir değil, ancak ricam olur sizden dedi.
—Hayrola Sn. Müdürüm bu duygusallık da neyin nesi? Yoksa kötü bir haberiniz mi var bana? diye sordum.
—Kötü haber duymadığımız gün mü var a benim sevgili hocam?
—Sizi bu kadar derinden bu kötü haberi ben de öğrenebilir miyim acaba?
—Aslında dilim varmıyor söylemeye. Ama nasıl olsa bugün yarın duyacaksın. Başkasından duyacağına benden duy, dedi.
—Meraklandım doğrusu. Bir an önce duymak isterim o haberi…
—Son gelen sürgün listesinde sizin adınız da var, dedi.
—Olabilir. Bu doğaldır, sayın müdürüm. Bunda üzülecek ne var ki? Herkesin başına gelen benim de başıma gelecek demektir. Benim, giden arkadaşlardan bir ayrıcalığım mı var sanki? Herkesin geçtiği köprüden biz de geçeriz. Bu iş, bu gün olmasa yarın olacaktır. Ha bir gün önce ha bir gün sonra. Ne fark eder ki? Yarın gelecek olan listeden sizin adınızın olmayacağını bana garanti edebilir misiniz? dedim.
—Sen de haklısın…
—Nereye sürülmüşüm?
—Dadaş diyarına…
—Erzurum’a yani?
—Evet…
 
Bu karşılıklı konuşmanın sonrasında masasının çekmecesinden çıkardığı “Atama Kararnamesi”ni uzattı bana. Elinden aldım, okudum Milli Eğitim Bakanlığı’ndan gönderilen “Görülen Lüzum Üzerine” gerekçeli Atama Kararnamesi’ni. Benim lehime olan bir hata gözlemledim, okuduğum bu kararnamede. Hatayı fark edince güldüm.
—Yoksa seviniyor musun bizden ayrılıyorsun diye?
—Hem de nasıl…
—Sen bir âlemsin vallahi…
—Neden?
—Nedeni var mı yahu? Bu durumda başka biri olsaydı kalkamazdı yerinden. Ama sen gülüyorsun. Pes doğrusu…
—Evet, Sn. Müdürüm gülüyorum. Gülüyorum çünkü benim lehime olan bir hata var kararnamede. Gülüşüm ondan, dedim.
—Ciddi olamazsın…
—Gayet ciddiyim…
—Neymiş hata?
—İsimde bir hata var…
—Nasıl yani?
—Kararnamedeki isim “Mehmet Erdem Korkmaz”dır. Oysa benim adım sadece “Mehmet Korkmaz”dır. “Erdem”i fazladır, yani…
—Senin adına sevindim…
Sonu sevinçle biten bu muhabbetin bir zaman sonrasında Erzurum Valiliği (Milli Eğitim Müdürlüğü)’nden yapılan il içi atamayı gösteren kararname geldi okula. Milli Eğitim kanalıyla okula gelen bu kararnameye göre ben, Karayazı ilçesinin bir köyüne atanmıştım.
Prosedür gereği görevli bulunduğum Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu Müdürlüğü’nce bana tebliğ edilmek istenen Atama Kararnamesi’ni: “Sözü edilen Atama Kararnamesi bana değil, Mehmet Erdem Korkmaz adındaki kişiye aittir. Zira benim adım Mehmet Erdem Korkmaz değil, Mehmet Korkmaz’dır. Bundan ötürü söz konusu olan Atama Kararnamesi’ni tebellüğ etmem mümkün değildir” gerekçesiyle tebellüğ etmedim. Bunun yanı sıra gereğinin yapılması için bir de itiraz dilekçesi verdim okul müdürlüğüne. Okul müdürlüğü dilekçemi bir üst yazıyla Tunceli Milli Eğitim Müdürlüğü’ne, orası da Milli Eğitim Bakanlığı’na bildirdi.
Ancak bakanlıktan 11 Eylül 1980 tarihine kadar olumlu ya da olumsuz herhangi bir yanıt gelmedi. Sözü edilen tarihin bir gün sonrasında gerçekleştirilen 12 Eylül Darbesi’yle yönetime el koyan askeri cunta, o güne değin yapıldığı halde tebliğ edilmeyen Atama Kararnameleri’nin tamamını iptal edince ben, Erzurum’a sürgün edilmekten kıl payı kurtuldum.
 
Sürgünler Protesto Ediliyor…
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesinde yaşayanlar çok iyi bilirler ki olumsuzluklar sadece 24 Aralık 1980 tarihinde meydana gelen Kahramanmaraş Olayları’yla sınırlı değildi. Zira yurt sathındaki terör olayları her geçen gün daha da artarak devam ediyordu. Buna paralel olarak yaralama ve öldürme olaylarında da artış gözleniyordu. Özellikle 1978’in ikinci yarısında olaylar, artık 24 saat sınırını aşmış ve değişik kentlerde birbiri ardı sıra günlerce devam eden çatışmalar haline dönüşmüştü artık.
Büyük kentlerde bir yandan üniversiteli gençlerin ve aydınların üzerinde terör estirilirken, öte yandan da varoşlarda nüfuz bölgeleri oluşturulmaya ve karşı tarafa baskınlar düzenlemek suretiyle toplu kırım girişimlerinde bulunulmaya başlanmıştı. Ama süreç içerisinde ağırlık, Anadolu’ya, özellikle de dinsel görüş farklılıklarının, daha doğru bir ifadeyle Alevilerin yoğun bir şekilde bulunduğu kentlere verilmeye başlandı. Örnek mi? İşte 17 Nisan 1978 tarihinde yaşanan Malatya olayları… İşte 12 Eylül 1978 tarihinde yaşanan Elazığ Olayları… İşte 19–24 Aralık 1978 tarihleri arasında yaşanan Kahramanmaraş Olayları… İşte 28–29 Mayıs 1978 tarihinde yaşanan Çorum Olayları… İşte 20 Ağustos- 5 Eylül 1978 ve 1–2 Temmuz 1980 tarihlerinde yaşanan Sivas Olayları… vb.
Özellikle bu kentlerde gerçekleştirilen toplu can kırımları neticesinde onlarca Alevi, devrimci, demokrat insan yaşamını yitirirken, yüzlercesi de yaralanmıştı. Evleri, iş yerleri ve araçları ateşe verilmek suretiyle yakılmış, yıkılmıştı. Sorunlar bununla da bitmiyordu. Emekçiler bu sorunlarını bertaraf edip kendi yaralarını kendisi sarmaya çalışırken, bunlara bir de sürgünler ve kıyımlar eklenir olmaya başlandı. Emekçi halk, devrimci öğretmen, ilerici memur göz açamaz, nefes alamaz duruma getirildi. Acılar, ızdıraplar çekilmez hal almaya başladı. Terör olaylarının meydana gelmediği, insanların öldürülmediği, sürgün listelerinin gelmediği gün yoktu, ülkemizde.
Sürgün olaylarının en yoğun olarak yaşandığı kentlerin başında hiç kuşkusuz ki Tunceli geliyordu. Her emekçi gibi Tuncelili de payına düşeni alıyordu, bu kampanyadan. Aydın olup başı çekmesinden ötürü de payın ziyadesi Tunceliliye düşüyordu, doğal olarak.
Odacısından memuruna, şoföründen öğretmenine kadar hemen her kademeden memur kendi isteği dışında herhangi bir ilde yaşamaya zorlanıyordu. Hiç kuşkusuz ki sürgünü en yoğun şekilde yaşayan kesimlerin başında öğretmenler geliyordu.
Hemen her gün Milli Eğitim Bakanlığı’ndan onlarca öğretmenin adının yer aldığı çarşaf çarşaf sürgün listeleri geliyordu Tunceli’ye. Sayıları yüzlerle ifade edilen Tuncelili aydın öğretmen birer ikişer sürgüne gönderilmeye zorunlu hale getirilirken, bu öğretmenlerin görev yaptıkları okulların kapılarına da kilit vuruluyordu. Böylece hem öğretmen aileleri parçalanmaya mahkûm ediliyordu, hem de öğrencilerin öğrenim hakları alınıyordu ellerinden. Daha da kötüsü öğretmenlerin can güvenceleri yoktu, yaşamları tehlikedeydi sürgüne gönderildikleri yerlerde. Çünkü Alevi, devrimci, demokrat olan Tuncelili öğretmenler özellikle de gerici yobazların ve kafatasçı faşistlerin yoğun olarak yaşadığı Erzurum, Gümüşhane, Kastamonu, Çankırı, Çorum, Tokat, Yozgat, Niğde, Nevşehir, Konya vb. illere sürgün olarak gönderiliyordu. Bu tür yerlere sürgüne zorlanan kimi öğretmenler, yaşam kaygısı taşıyordu doğal olarak. Can korkusundan sürgün edildikleri yere gidip göreve başlayamıyorlardı. Görevlerinden ayrılarak işsizler ordusuna katılıyorlardı birer ikişer.
Öğretmenler bu sıkıntıları yaşarlarken, öğrenciler ve öğrenci aileleri daha onulmaz sıkıntıların içine itiliyorlardı. Çünkü özellikle sürgüne gönderilen tek öğretmenli köy okullarında görev yapan öğretmenlerin yerine öğretmen ataması yapılmıyor ve okulların kapılarına kilit vuruluyordu, Tuncelili çocuklar, gençler okumasın, aydınlanmasın, içinde yaşadıkları topluma gerçekleri anlatmasın, önderlik yapmasın diye. Ortaokul ve liselerde sürgüne gönderilen öğretmenlerin yerine yeni öğretmenler atanmadığı için dersler boş geçiyordu. Böylece öğrencilerin öğrenim hakları alınıyordu ellerinden. Bunun yanı sıra öğretmensiz geçen sınıflarda boş geçen derslerde öğrenciler başıboş bırakılıyor, eğitimden yararlanamıyorlardı gereği gibi. Bilinçli olarak kargaşa yaşatılıyordu, davetiye çıkarılıyordu kaosa.
Emekçi halk gibi aydın, ilerici, devrimci ve demokrat öğretmen ve memurlar da muzdaripti bu durumdan. Aklıselim düşünen hiçbir insanın arzu etmediği, onamadığı olaylardı bunlar. Öğretmenlerin yaşam, öğrencilerin de öğrenim hakları verilmeliydi kendilerine. Son bulmalıydı tasvip edilmeyen bu tür olaylar. Dur denmeliydi yaralama ve öldürme olaylarına.
Bütün bu olumsuzlukların bir arada yaşandığı bir kaos ortamında terör olaylarını, yaralama ve suçsuz, günahsız insanları öldürme olaylarını, sürgün ve kıyımları “lanetlemek” ve “dur” diyebilmek adına bir boykot düzenlendi, Tunceli’de. 29/30 Nisan 1980 tarihlerinde gerçekleştirilen iki günlük bir boykot eylemiydi bu. Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu Müdür Yardımcısı olarak görev yaptığım o dönemde, “Kambersiz düğün olmaz” diyerek ben de katıldım bu iki günlük eyleme.
24 Aralık 1979 günü gerçekleştirilen “Kahramanmaraş Olaylarını Protesto Eylemi”nde olduğu üzere bu eyleme katılanlar hakkında da hem idarî soruşturma başlatıldı, hem de adlî dava açıldı. Gerçekleştirilen idarî soruşturma neticesinde aralarında benim de bulunduğum tüm katılımcılara “4 Ay Kısa Süreli Kıdem Durdurma Cezası” verildi.
Eyleme iştirak eden herkes gibi bana da verilen ve Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde çıkarılan bir afla yürürlükten kaldırılan bu ceza gereğince her yıl dört ay gecikmeli terfi ediyordum.
Aynı olayla ilgili olarak Elazığ Sıkıyönetim Komutanlığı Askerî Mahkemesi’nde açılan adlî davanın 14 Nisan 1981 tarihli sonuç kararına göre de “2 Ay Hapis, 2 Ay Memuriyetten Men ve 1500 TL. Ağır Para Cezası”yla cezalandırıldık.
İdarî cezanın hemen uygulamaya konmasına karşın, adlî ceza tecil edildiği için yaşama geçirilmedi.
 
Çorum Olayları…
Kılıç Arslan II’nin 1175 yılında Anadolu Selçuklu İmparatorluğu topraklarına kattığı ve Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkılışına değin süren dönemde kentte yaşanan en önemli olay, “Baba İshak Ayaklanması”dır. 1240 yılında patlak veren ve “Babaî İsyanı” olarak da anılan bu ayaklanma kenti derinden sarstı.
1243 yılında meydana gelen Kösedağ Savaşı’nın sonrasında İlhanlıların egemenliğine giren ve XV. yy.dan başlayarak değişik aralıklarla XVII. yy.a değin devam eden Celalî Ayaklanmaları’nın geniş ölçüde zararlara yol açtığı Çorum, Osmanlı topraklarına ilk katılışında “Eyalet-i Rum” adı verilen ve merkezi Sivas olan eyaletin sancak merkezlerinden biriydi.
M.Ö. 5000–3000 yılları arasında süren Bakırtaş Dönemi’nden başlayarak bir yerleşim merkezi olan ve M.Ö. XIX- M.Ö. XVIII. yy.’larda Asurlar tarafından bir ticaret kolonisi kurulan Çorum da birçok Anadolu kenti gibi çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır.
Günümüzde olduğu üzere Osmanlı’da da Sivas, Tokat, Amasya illeri gibi bir Alevi yatağı olmasından ötürü devlet güçlerince sürekli baskı ve denetim altında tutulan Çorum’da, günümüzde de sürdürülen baskılar geçmişi aratmayacak bir şekilde devam ediyor.
27 Mayıs 1980 tarihinde Ankara’da MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ın öldürülmesinin hemen sonrasında MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in: “Ülkede iç savaş çıkması isteniyor” şeklindeki açıklamasından sonra bütün yurtta olduğu gibi Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Çorum’da da 28/29 Mayıs 1980 tarihlerinde çok büyük olaylar yaşandı.
10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) tarihinde, eski belgelerde adı Ninova olarak geçen Kerbela’da, Hz. Muhammed’in sevgili torunu ve Hz. Ali’nin ciğerparesi Hz. Hüseyin ve 72 aile efradını hunharca şehit ederek, Hz. Hüseyin’in başını kestiren büyük büyük babaları Yezid’in izinden yürüyen devlet destekli, beyni örümcek ağıyla örülü, çağdışı zihniyetli gerici yobazlar ve kafatasçı faşistler, Kerbelâ Katliamı’ndan tam 1600 yıl sonra Çorum’da Alevi yurttaşların toplu bir şekilde ikamet ettikleri semt ve mahallelere gece baskınları düzenleyerek evlerini, iş yerlerini ve araçlarını yaktılar, yıktılar ve yağmaladılar.
Tam bir soykırıma dönüşen bu katliam sırasında sıcacık yataklarında mışıl mışıl uyuyan, ellerindeki al kınaları hâlâ solmayan gelinler, civan gibi delikanlılar, masum bebeler katledildiler birer birer.
Sayıları onlarla ifade edilen masum canın katledildiği kanlı olaylar, kentte sokağa çıkma yasağı konmasına rağmen kontrol altına alınamayınca çevre illerden askeri birlikler gönderildi Çorum’a.
Bu soykırım, sadece Çorum merkezinde değil, Çorum’un ilçe ve köylerinin yanı sıra Amasya’nın Merzifon ilçesinde de başlatıldı. Tek suçları “Alevi olmak” olan onlarca suçsuz, günahsız masum insan birer birer katledildi. Evleri, işyerleri, araçları kundaklandı, yağmalandı, yakıldı, yıkıldı. Bu kanlı olaylar üzerine Amasya’nın Merzifon ilçesinde de sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
30 Mayıs 1980 günü sokağa çıkma yasağına uyulmayan Çorum merkezinde barikatlar kuran taraflar arasında yaşanan şiddetli çatışmalar neticesinde çok sayıda yurttaşın yaralandığı sonradan ortaya çıktı. Otomatik silahların kullanıldığı şiddetli çatışmaların yanı sıra kent merkezinin pek çok semtinde, Alevi yurttaşlara ait olduğu önceden saptanan birçok ev, işyeri ve araç tahrip edildi, kundaklandı, yağmalandı. Kent merkezinin yanı sıra merkeze bağlı 57 pare köyün giriş ve çıkışına barikat kuran halk, elde silah gece-gündüz nöbet tutmaya başladı. Çorum Çimento Fabrikası’nda işçiler işbaşı yapmadı. Katliamın devam ettiği kentte bir yandan Alevi nüfusun yoğun olarak bulunduğu semtlere göç yaşanırken, öte yandan da Çorum’dan başka kentlere yoğun göç başladı.
Yaraların derinden derine kanadığı, suların bir türlü durulmak bilmediği Çorum’da Temmuz 1980’le birlikte olaylar yeniden tırmanmaya, küllenen korlar alevlenmeye başladı. 1 Temmuz’u 2 Temmuz’a bağlayan gece sabaha değin devam eden kanlı çatışmalar neticesinde 3 kişi yaşamını yitirirken, 11 kişi de yaralandı. Kanlı çatışmalar sonrasında dışarı çıkmanın mümkün olmadığı, çatışmalarda yara alan insanların hastanelere bile götürülemediği bir ortamda gıda maddesi bulmanın bir sorun haline geldiği Çorum’da güvenlik güçlerinden umut kesen insanlar, gruplar halinde kendi bölgesine, çevresinde bulduğu birkaç şeyle barikatlar oluşturmaya çalışarak kendi can ve mal güvenliklerini sağlamaya başladılar.
İçin için kaynayan Çorum’da bir türlü dinmek bilmeyen ve gün geçtikçe daha da tırmanan olaylar, mevcut güvenlik güçlerince önlenemeyince düzenin sağlanması amacıyla çevre illerden kente askeri birlikler gönderilmeye başlandı. 1 Temmuz 1980 tarihinde ilan edilen sokağa çıkma yasağının devam ettiği bir ortamda 3 Temmuz 1980 tarihinde Vilayet Konağı tarandı. Bu olayın bir gün sonrasında yani 4 Temmuz 1980 günü alev alev yanan Çorum’un semalarını kara kara dumanlar kaplamıştı. Çünkü Alevilere ait pek çok işyeri, ev ve araç kundaklanmış, yağmalanmıştı.
Ta Emevilerden bu yana süre gelen “Din elden gidiyor” teraneleri ne yazık ki hâlâ devam ediyor günümüzde. Bu nedenledir ki tüm ülkede olduğu gibi Çorum’da da Aleviler, yine bildik bir komployla karşı karşıyaydılar. Çünkü 4 Temmuz 1980 günü, önceden planlanan senaryo gereğince görevlendirilen sağ görüşlü militan gencin, Cuma namazının büyük bir kalabalık tarafından kılındığı Ulu Cami’ye giderek orada bulunan cami cemaatine aslı astarı olmayan, gerçekle yakından uzaktan bir ilgisi bulunmayan: “Kızılbaş komünistler Alaattin Camii’ni yaktılar” yalanını söylemesiyle sokağa dökülen eli sopalı, silahlı gerici, faşist güruh, gruplar halinde kentin değişik yerlerine dağılarak Alevilere ait olduğu önceden saptanan ne kadar ev, işyeri ve araç varsa kundakladılar, yağmaladılar.
5 Temmuz 1980 günü bir taraftan gergin bir bekleyiş sürerken, öte yandan da sokağa çıkma yasağının bulunmasına rağmen ölü sayısının 15’e yükselmesiyle kentteki mevcut gerginlik bir kat daha arttı. Çünkü eli kanlı katiller tarafından katledilen ve Alevi olmaktan başka hiçbir suçu bulunmayan 7 kişinin cesedi bir çukurun içinde bulunmuştu. Böylece bu tüyler ürpertici katliamla kentteki ölü sayısının her geçen dakika daha da artacağından endişe duyuluyordu. Çünkü endişe duymayı gerektiren haklı nedenler vardı ortada.
—Peki, sokağa çıkma yasağına rağmen bir çukurda cesetleri bulunan yedi kişiyi eli kanlı yobaz ve kafatasçı faşistler tek başlarına mı katledip atmışlardı oraya?
—Hayır. İşbirlikçileriyle beraber yapmışlardı bu işi.
—Kimlerdi bu eli kanlı katillerin işbirlikçileri?
 
Bu soruya, bu olaydan yaklaşık iki buçuk yıl önce 24 Mart 1978 günü saat 16.00’da evinin önünde eli kanlı katiller tarafından katledilerek yaşamına son verilen yürekli savcı Doğan Öz’ün yanıtı aynen şöyledir:
“Bütün bu çalışmaların içinde askerî ve sivil güvenlik güçleri vardır. Sivil güvenlik güçleri, MİT elemanları ve 1. Şube görevlileri kullanılmaktadır. Bütün bu çalışmalar, siyasal planda MHP ve onun kadrolarınca yönetilmektedir.”
Çorum’da eli kanlı gerici yobaz ve kafatasçı faşistlerin devlet içindeki işbirlikçileriyle birlikte işledikleri katliamlar neticesinde yeni yeni cesetlere ulaşılırken, Alevi yurttaşlar kendi güvenliklerini tehlikeye atmamak için kurdukları barikatların dışına çıkamıyorlardı.
7 Temmuz 1980 günü Çorum’da daha önce ilan edilen sokağa çıkma yasağının kaldırılmasına karşın barikatlar yerlerinden kaldırılmadıkları gibi bu barikatların arkasında bulunan Alevi yurttaşlar da çok zor durumda kalmadıkça ve zorunlu olmadıkça kendi mahallelerinin dışına çıkmamaya özel bir itina gösteriyorlardı. Yaşanan bu katliam üzerine Çorum’da 8 Temmuz 1980 tarihinde göç olayı daha yoğun olarak yaşanmaya başlandı.
Soykırıma dönüşen bu olayların yavaş yavaş kontrol altına alınabildiği 10 Temmuz 1980 tarihine gelindiğinde 26 kişinin yaşamını yitirdiği ve 150 dolayında kişinin de yaralandığı ortaya çıktı. Bu can kaybının yanı sıra Alevilere ait çok sayıda ev, işyeri ve araç kundaklanmış ve yağmalanmıştı.
Bir soykırıma dönüşen bu kanlı olayların hemen sonrasında tedirgin bekleyişin had safhaya ulaştığı Çorum’dan yaklaşık 600 Alevi aile başka kentlere göç etmek zorunda kalmıştı.
 
Sivas Olayları…
Tarih öncesi dönemden beri bir yerleşim bölgesi olan Sivas, yüzölçümü bakımından Konya ve Ankara’dan sonra ülkemizin üçüncü büyük kentidir. Coğrafik sınırları içinde çeşitli inançta insanların bulunduğu Sivas, Alevi ve Sünnilerin bu kadar yoğun olarak iç içe yaşamış olduğu birkaç Anadolu kentinin başında yer almaktadır. Ancak bu karmaşa; 1980 öncesinden başlayan ve sonraki yıllarda da giderek yoğun hale gelen göçlerle kent merkezinde Alevi nüfusun giderek azaldığı Sivas için yeni değil. Sivas’ın tarihi, tam anlamıyla bir göçler ve istilalar tarihidir. Tarihi boyunca dinlerin, ırkların ve kavimlerin; ya savaşmak, ya da bir arada yaşamaya çaba göstermek suretiyle, kimi zaman da bu işi gerçekten başarmak suretiyle var oldukları bir belde ve aynı zamanda ünlü Kral Yolu üzerinde oldukça büyük bir önem taşıyan bir konaklama yeri olan Sivas, hem Hititler hem de Frigyalılar zamanında sadece bir yerleşim birimi olmakla yetinmeyip bir merkez haline gelmiştir.
Hem Roma, hem de Bizans İmparatorlukları’nın hâkimiyeti altındayken de yıldızı parlak bir kent olarak ilginin odağı durumuna gelen Sivas, özellikle de Bizans ve Selçuklu İmparatorlukları zamanında Hıristiyan, Rum ve Ermenilerle Müslüman Türklerin bir arada yaşamalarına karşın bu dönemlerde “Tarihe geçmeye değer” ne bir din kavgası, ne de bir ırk savaşı yaşanmıştır. Böyle olmasına rağmen Yıldırım Bayezıt tarafından 1398 tarihinde Osmanlı’nın egemenliği altına girdikten kısa bir süre sonra başlayan mezhep çatışmalarının “kördüğüm” haline geldiği bir kent konumuna dönüştü. Doğu’dan (İran’da Şah İsmail) gelmiş olan “Şii” faktörler ile Batı’dan (Osmanlı İmparatorluğu’ndan) gelmiş olan “Sünni” faktörlerin “Sivas-Erzincan-Malatya” üçgeninde kesişmesi üzerine mevcut karmaşa ortamı savaşa dönüştü. Böylece 1473 yılında yapılan Otlukbeli Savaşı sırasında 80 bin civarında Alevi katledilmiştir. Bu Alevilerin katledilmesi için müftü Hamza Efendi’den; “Kızılbaşların kâfir ve dinsiz oldukları için bunları kırıp topluluklarını dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Tövbe ve pişmanlıklarına inanmamalı. Bu topluluk hem kâfir, hem imansız, hem de kötülük yapıcı olduklarından öldürülmeleri gerekir” şeklinde verilen fetvayı almasına karşın bununla yetinmeyip İbn-i Kemal’e; “Kızılbaşların malının helal, nikâhının geçersiz ve Kızılbaş öldürmenin caiz olduğunu” savunan “Fi Tetviri’r Revafız” adındaki risaleyi kaleme alması için emir veren Yavuz Selim’in Şii dağılımını kesin bir şekilde durdurması belki siyasî barışı belirli bir zaman için sağlayabildi. Ancak öte yandan başlatmış olduğu mezhep çatışmalarını, Osmanlı tarafından uygulanan yoğun iskân siyaseti neticesinde bölgede bulunan Sünni nüfusun Alevi nüfus aleyhine arttırılması daha da körükleyici hale getirildi.
Anadolu’yu kasıp kavuran Celali İsyanları sırasında hep önemli görevler üstlenen Sivas, Sünni Osmanlı Devleti’nce bir “fesat yuvası”, Alevilerce de “Sünni Osmanlı Devleti’nin despotizmine karşı başkaldırının sembolü”ydü. İnsanlar, Alevi-Sünni şeklinde iki farklı cepheye ayrılmış, ayrılmaya sıcak bakmayanlar da buna zorlanmıştır. Mezhep çatışmaları da böylece hızlı bir şekilde önemli bir yol kat etmeye başlamıştır. Bunun yanı sıra Sünni Osmanlı Devleti de hem gücünü, hem de ağırlığını softa Sünnilerden yana kullanır olunca Alevilere yapacak tek şey kalmıştı. Direnmek… İşte bu direniş bilinci ve zorunluluğu Pir Sultan’ın doğmasına neden olmuştu.
Günümüzde sadece edebiyat tarihçileri ile folklor araştırıcıları tarafından ilgi gösterilen bir halk ozanı olmaktan çok daha öteye giden bir anlam, önem ve ağırlığa sahip olan Pir Sultan, Anadolu’da zulme ve haksızlığa karşı başkaldırının bir simgesi konumuna gelmiştir.
 
 “Kaçıncı ölmem bu hain
   Pir Sultan ölür, dirilir”
 
Kendisi için kurulan darağacına alnı temiz, başı dik bir şekilde yürüyen Pir Sultan tarafından diler getirilen bu şiir 400 yıllık Sivas tarihinin bir yanını gün ışığına çıkarıyor.
Bu katliamların, Osmanlı dönemiyle sınırlı kalacağını sananlar yanıldılar. Çünkü ne yazık ki Cumhuriyet Dönemi’ne de damgasını vurmaktan geri kalmadı. Zira Osmanlı’daki gibi büyük ve şiddetli olmasa da yakın tarihimizde de can kırımları yaşanır oldu Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas’ta.
Tarih; 1967. Sivas-Kayseri maçı sırasında patlak veren olaylar neticesinde 44 kişi yaşamını yitirdi.
1978’in 17 Nisan’ında Malatya Bağımsız Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu (Hamido)’nun, PTT kanalıyla evine gönderilen bir bombalı paketin patlaması neticesinde yaşamını yitirmesinden birkaç ay sonra Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas’a da sirayet eden olaylar, 20 Ağustos 1978 tarihinde başlayıp Eylül ayı boyunca sürüp gitti.
Tarih: 3 Eylül 1978. Alibaba Mahallesi’nde iki çocuğun kavgasıyla ateş alıyor olayın fitili. Bunun hemen sonrasında sergilemiş oldukları çirkinlikleri savunacak cesaretleri bulunmasından ve tanınmaktan korkmalarından ötürü maskelerle yüzlerini gizleyen geçmişi karanlık, sicili kirli faşistler, önce kavgaya tutuşan iki çocuğu ayırmaya çalışan yaşlı bir Alevi’yi caniyane bir şekilde hırpaladıktan sonra; “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın”, “Müslüman Türkiye”, “Komünistler Moskova’ya”, “Milli Devlet Güçlü İktidar” vb. sloganlar böğürmek suretiyle saldırıya geçerler. Önceden planlanan saldırı için hazırlıklar yapılmış ve hatta Sivas dışından şehre güç getirtilmişti.
Olay, yine her zaman olduğu üzere senaristler tarafından hazırlanan senaryo gereğince: “Aleviler Alibaba Camii’ne bomba atarak yaktılar” yalan ve karalaması kısa süre içinde şehrin dört bir yanına ulaştırıldı. Bunun üzerine:
 
 “Hepsi birer yılan gibi zehirli
  İçi kinle dolu, emeli kirli
  Örümcek beyinli, sapık fikirli”
 
Olan cami cemaatinin sokağa dökülmesi üzerine yine o bildik manzaralar yaşanır olmaya başlar.
Başta Alibaba Mahallesi olmak üzere Alevilerin yoğun olarak yaşadıkları Gökçebostan, Altıntabak ve 4 Eylül mahallelerinin yanı sıra daha önceden gizlice işaretlenmiş Alevi ev, işyerleri ve araçları her zamanki gibi yine ağzı salyalı yobazların ve kafatasçı faşistlerin saldırılarına maruz kalır. Bu olaylarda Alevilerin yoğun olarak ikamet ettikleri Alibaba Mahallesi’nde bulunan Alibaba Camii’nin Aleviler tarafından bombalandığını haber alan Nakşibendî ve Kadiri tarikatlarının örümcek beyinli önde gelenleri, hiç tereddüt etmeden ve olayın doğruluğunu araştırmaya bile gerek görmeden hemen Alevilere karşı “cihat” ilan ettiler.
Oysa cami bombalanması haberi karşısında “toplumsal cinnet” geçiren bu ağzı köpüklü yobaz güruh bilmiyordu camiye adını veren Ali Baba ile Pir Sultan’ın “musahip” yani can kardeşi olduklarını. Bundan ötürü de Aleviler tarafından kutsal sayıldığını ve bunun için de adı geçen caminin Alevilerce bombalanmayacağını anlamıyorlardı. Hatta Alevilerin yalnızca Sünnilerin camilerine değil, Yahudilerin havralarına, Hıristiyanların kiliselerine karşı da saygıda kusur etmediklerini ve onlara hoşgörüyle yaklaştıklarını düşünmemişlerdi. Bu yalan ve bühtan üzerine önceden hazırlıklı oldukları gözden kaçmayan bu softa cami cemaati, ellerindeki sopa ve silahlarla gruplar halinde kente dağılmaya başladılar. Önlerine gelen ve Alevilere ait olduğu önceden gizlice saptanan ev, işyeri ve araçlar tahrip edilmeye, yakılmaya ve yıkılmaya başlandı. Yüce ozan Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas semalarını ağzı salyalı yobaz sürüsünün emelleri kadar kirli, yüzleri gibi kara kara dumanlar kaplamıştı.
Günlerce devam eden bu kanlı çatışmalar karşısında kentin güvenlik güçlerinin olayları önlemekte yetersiz kalması üzerine çevre illerden askeri birliklerin getirtilmesine ve bir dizi yasağın konmasına rağmen olaylar güçlükle kontrol altına alınabildi. Tedirgin bekleyişin egemen olduğu ve ecele faydası olmayan korkunun had safhaya ulaştığı Kanlı Sivas’ta meydana gelen olaylarda bilânço oldukça ağırdı: 9 ölü, 100’ü aşkın yaralı... Faşistlerce benzin dökülerek yakılan onlarca ev, işyeri ve araç…
Kin kusulan, kan akıtılan 1978 olaylarından yaklaşık iki yıl sonra yine bitmek tükenmek bilmeyen senaryolar yazılır olmaya başlandı. Yeniden yazılarak sahneye konan senaryo gereği Temmuz 1980’le birlikte Sivas’ta üzeri küllenmeye başlayan korlar tekrar alev almaya başladı. Zira Kanlı Sivas’ta bundan önce olduğu gibi bundan sonra da kin kusulacağa, kan akıtılacağa benziyordu. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan belliydi.
Takvim yaprağındaki tarih; 1 Temmuz 1980’i gösteriyordu. Sol görüşe mensup bir grup ile polisler arasında bir çatışma yaşanır. Bu çatışma sırasında bir Alevi yurttaş yaşamını yitirirken, 1’i polis olmak üzere toplam 7 kişi de yaralanmıştır. Bunun üzerine harekete geçen ağzı salyalı ortaçağ özlemcileri ile kafatasçı faşistler, Alevilere ait ev, işyeri ve araçları tahrip etmeye, yakıp yıkmaya başlarlar. Ortam bir hayli gergindir, Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas’ta. Sokağa çıkma yasağı uygulamaya kondu. 2 Temmuz 1980 günü ülkenin bu duruma gelmesinde büyük pay sahibi olan ve “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” diyen ünlü devlet adamı ve zamane Başbakanı Süleyman Demirel başkanlığındaki hükümet, 214’e karşı 227 oyla güven tazelerken Kanlı Sivas’ta gene can kırımı yaşanıyordu… Gene kan kokuyordu… Gene kin kusuluyordu… Gene feryadü figan yükseliyordu… Gene gözyaşı akıyordu… Gene matem yaşanıyordu…
Alevilerin ikamet ettiği Alibaba Mahallesi’nde bulunan bir polis karakolunun basılarak bir bekçinin öldürülmesi olayının Alevilere mal edilmeye çalışılmasından ötürü Alevi halk üzerindeki baskı, zulüm, kıyım ve kırım giderek yoğunlaşıyordu. Tam bir can pazarı yaşanıyordu, semalarında kara kara bulutların dolaşmaya başladığı Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas’ta. Yaralıların bile hastanelere götürülemediği bir ortamda Alevilerin yoğun olarak yaşandığı Alibaba Mahallesi’nde ve Alevilerin ikamet ettiği öteki mahallelerde yiyecek bulmak ciddi bir sorun haline gelmişti. Onlarca insanın yaşamını yitirdiği, yüzlercesinin yaralandığı bu olaylar sırasında Adana, Ankara, İstanbul başta olmak üzere yurdun dört bir yanına göçler başladı, Sivas’tan. İşte Sivas’tan daha çok Sivaslının İstanbul’da yaşaması bundandır. Bundan ötürüdür ki Sivas’tan daha çok Sivaslı Adana’da, Ankara’da yaşıyor. Ve bundan ötürüdür ki zalimin zulmüne karşı başkaldırının simgesi haline gelen Pir Sultan diyarı Kanlı Sivas, artık “Âşıklar şehri” ve “Alevi yuvası” imajını karanlığa gömmüştür.
Burada sırası gelmişken bir noktanın altını kalın çizgilerle belirtmekte yarar vardır. Sünnilerin tamamını, ağzı salyalı yobaz güruh ve kafatasçı faşistlerle aynı potaya koymak affedilemez bir hata, büyük bir haksızlık, hatta gaflet olur. Bu böyle biline.
“Alevi yuvası” ve “Ozanlar kenti” imajını yitiren Sivas, militan haline dönüşen radikal dinci hareketin kendine üs olarak seçtiği ve at oynattığı birkaç merkezden biridir artık.
2 Temmuz 1993 günü “Gazanız mübarek olsun Müslüman kardeşlerim” diyerek “Pir Sultan Kültür Etkinlikleri Şöleni”ne katılmak üzere Sivas’a gelen Pir Sultan dostlarının kaldığı Madımak Oteli’ni ateşe vererek 37 canı diri diri yakan geçmişi karanlık, emeli kirli yobaz güruhu kutlayan Temel Karamollaoğlu’nun 1989 seçimlerinde Belediye Başkanı olarak seçilmesiyle birlikte radikal dinci gelişimin gittikçe hız kazanmaya başladığı bilinen bir gerçektir. Hiç çekinmeden yerel iktidarın olanaklarının tamamını aleni bir şekilde kendi karanlık emelleri doğrultusunda kullanmakta olan Sivas Belediyesi, İslami grupların tamamının gelişmesinde etken bir görev üstlenmiştir. Vakıflar ve yurtlar aracılığıyla kentin hassas noktalarına yerleştirilmiş olan üç telli yobazlar, yuvalanmış bulundukları bu yerleri birer vurucu güç yetiştirme merkezi haline dönüştürdüler. Ortaokul çağında olan çocuklardan üniversite öğrencisi gençlere değin sayıları yüzlerle ifade edilen öğrenci, resmi rakamlara göre sayıları 93 olan bu yurtlarda hem teorik, hem de pratik eğitime tabi tutulmuşlardır. 2 Temmuz 1993 Katliamı sırasında, bu katliamı gerçekleştirenler arasında bulunan ve vurucu güç olarak kullanılanların bu yurtlarda barınan ve eğitilen öğrenciler ile belediye çalışanları olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
İş bu kadarıyla bitmiyor. Bütün bunların yanı sıra Arap ve İran sermayesi tarafından desteklenerek parasal kaynak sağlanan ve radikal dinciler tarafından örgütlenme aracı olarak kullanılan vakıflardan ve Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesinde bulunan şeriatçı faktörlerin yarar sağladıkları gerçeğini, bizim sözde laik yöneticilerimizin dışındaki hemen herkes, hatta Mısır’daki sağır sultan bile duymuştur.
Günümüzde kentte akıllara durgunluk veren bir hareket serbestîsi ve örgütlenme kolaylığı içinde boş meydanda at koşturup cirit oynayan Sünni menşeli tarikatlar, “dinsiz” ve “kâfir” olarak niteledikleri Alevilere karşı fütursuzca “cihat” ilan etme konusunda önemli bir görev üstlenerek kilit işlevini görüyorlar. Pir Sultan Abdal Heykeli olarak tanımladıkları “Ozanlar Anıtı”nın 2 Temmuz 1993 can kırımı sırasında kaidesinden sökülüp koparılan kafasının “tükürün” çağrılarıyla geçmişi karanlık, ağzı salyalı yobaz güruhun arasında elden ele dolaştırılması bunun bir kanıtı değil miydi?
 
Korsan 1 Mayıs’ta Can Pazarı
Terör olayları gittikçe tırmanıyor, yaralama ve öldürme olayları hızla artıyor, sürgün ve kıyımlar çığ gibi büyüyordu. Bütün bunlara “Dur” diyebilmek için 29/30 Nisan 1980 tarihlerinde gerçekleştirilen iki günlük “Protesto Eylemi”nin hemen ertesi günü, yani 1 Mayıs 1980 tarihinde Tunceli’de sıkıyönetim ilan edildi. Böylece daha önce sıkıyönetim ilan edilen iller kapsamına Tunceli de alınmış oldu.
Bilindiği üzere 1 Mayıs, tüm dünyada çeşitli etkinliklerle kutlanan “İşçi Bayramı”dır. Dünyada büyük bir öneme sahip olan bu günün Tunceli’de de kutlanması için önceden yasal izin alınmış ve çeşitli aktiviteler için yürütülen çalışmalar tamamlanmıştı. Ancak hiç beklenmedik bir anda her şey tersine dönüverdi. 30 Nisan 1980’i 1 Mayıs 1980’e bağlayan gecenin saat 01.00’inden itibaren Tunceli’de sıkıyönetim ilan edilmişti. Tunceli Sıkıyönetim Komutanlığı’nın ilk işi, “1 Mayıs” için daha önceden alınmış olan yasal kutlama iznini iptal etmek oldu.
Yasal iznin Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından iptal edilmesi üzerine Tertip Komitesi, 1 Mayıs’ın korsan gösterilerle kutlanmasını kararlaştırdı. Böylece itilaf baştan doğmuş oldu. Tunceli Sıkıyönetim Komutanlığı gösteriye kesinlikle müsamaha gösterilmeyeceğini, buna karşın Tertip Komitesi de “1 Mayıs İşçi Bayramı”nı korsan gösterilerle kutlamaya kesin kararlı olduklarını duyuruyorlardı. Böylece sıkıyönetimin ilanıyla zaten gergin olan ortam daha da gergin hale geldi. Çünkü her iki taraf da kesin kararlı olduklarını deklare ediyordu. Ama biri yapmaya kararlı, öteki yaptırmamaya… Vatandaş iki arada bir derede kalmıştı. Gösteriye katılsa bir dert katılmasa ayrı bir dert… Biri gösteriye katılacak olanı vatan hainliğiyle itham ediyor, öteki katılmayanı döneklikle, korkaklıkla suçluyordu.
Asker, polis kaynıyordu küçücük bir kasabayı andıran kentin dört bir yanı. Güvenlik güçleri üç kişiyi bile bir arada yürütmüyor. Üç kişi bir arada yürüdü mü hemen müdahale ediyordu. “Dağılın” diye uyarıyorlardı. Uyarıya riayet etmeyenler hemen karakollara götürülüyordu. Ortam oldukça gergindi. Deyim yerindeyse hava kurşun kadar ağırdı. O güzelim günlük güneşlik “1 Mayıs”ı karartmaya hevesli olanlar vardı, iki taraftan da.
Tertip Komitesi tarafından alınan karar dilden dile dolaşıyordu. Bu karar gereğince “1 Mayıs”, Tunceli Merkez Yeni Mahalle semtinde saat 14.00’te yapılacak korsan gösterilerle kutlanacaktı. Toplu halde yürümek yasaklandığı için gösteri mahalline birer ikişer gidiliyordu. Günün erken saatlerinden itibaren gösterinin yapılacağı semte akın akın giden göstericiler, gösteri saatine kadar o semtte bulunan evlere yerleşiyorlardı.
Evli olan büyük kız kardeşim, gösterinin yapılacağı semtte ikamet ediyordu. Aydın Ağırcan adındaki öğretmenle birlikte kız kardeşime gittik. Gösterinin başlangıç saatine kadar onlarda kaldık. Gösterinin başlamasına birkaç dakika kala gösteri alanına gittik. Asker ve polis araçlarının olay yerine kolayca ulaşmasını engellemek amacıyla olay mahalline gelen yolların çeşitli bölümlerinde barikatlar oluşturuldu. Megafonlarla yapılan duyurular neticesinde beklenilen kalabalık oluşunca korsan gösteri başladı. Konuşmalar henüz bitip gösteri sona ermeden çevremiz polis ve askeri birlikler tarafından kuşatıldı. Böylece çevremizdeki çember giderek daralmaya başladı. Kapana kısılmak üzereydik. Karşılıklı kullanılan silahlardan çıkan mermiler havada uçuşuyordu. Çember iyice daralınca gösteri sona erdirildi. Herkes daralan çemberin dışına çıkma yollarını aramaya koyuldu. Aydın’la ikimiz güya güvenli olarak gördüğümüz yoldan ilerleyerek çemberin dışına çıkmaya çalışıyoruz. Olay yerinden bir an önce uzaklaşma telaşı içindeyiz. Ancak daha fazla uzaklaşamadan pusuya yatan bir er tarafından durdurulduk. Bizi durduran er:
—Ne yapıyorsunuz müdürüm? dedi.
“Müdürüm” deyince tanıyan biri olmalı diye düşündüğüm için:
—Kaçmaya çalışıyoruz, dedim.
—Geçemezsiniz bu yoldan…
—Neden? diye sordum.
—Asker yol boyu pusuda bekliyor, keklik gibi avlarlar sizi dedi.
—O zaman bize güvenli bir yol söyle, dedim.
Bunun üzerine geçebileceğimiz güvenli bir yol tarif eden erin gösterdiği yoldan ilerleyerek çemberin dışına çıkmayı başardık. Böylece mutlak bir tutuklanmadan, günlerce devam edebilecek bir işkenceden ve aylarca sorgusuz sualsiz içeride kalmaktan kurtarıyoruz paçamızı.
—Kimdi bu kadirşinas er?
Müdür yardımcısı olarak görev yaptığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu ile aynı bahçeyi paylaşan Tunceli Öğretmen Okulu’nun binalarına yerleşen Jandarma Komando Alayı’nda vatani görevini yapmakta olan bu er, kimi zaman birkaç arkadaşıyla birlikte bir yolunu bulup okulumuza gelenlerden biriydi. Okula geldiğinde Adıyaman’daki ailesiyle telefon görüşmesi yapardı. Telefon parasını almadığımız bu er ve onun durumunda olan öteki erlerden çay, kahve ve sigaramızı da esirgemezdik asla.
İşte bu kadirşinas er, kendisine yaptığımız bu insanlığın karşılığını bu yolla ödedi bize.

Yüzbaşı Okulun Suyunu Kesiyor…
Tarih: Haziran 1980.
Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’nda Müdür Yardımcılığı görevinin yanı sıra müdür vekilliğini de yürütüyorum. Bir öğle vaktiydi. Oturuyordum, okuldaki odamda. Tam bu sırada odama gelen okul hizmetlilerinden Hıdır Kılıç:
—Müdürüm yüzbaşı sizi dış kapıda bekliyor, dedi.
—Ne işi varmış benimle?
—Bilmiyorum. Ama yanında elleri kazmalı, kürekli birkaç tane de er var, dedi.
Kalktım, oturduğum yerden. Hizmetliyle birlikte çıktık dışarı. Yüzbaşı okulun hemen giriş kapısında bekliyordu. Kendisi yaklaşık bir ay önce yani 1 Mayıs 1980 tarihinde Tunceli’de ilan edilen Sıkıyönetimin Tunceli’deki yetkilisi olarak görev yapan bu yüzbaşı, aynı zamanda, aynı bahçeyi paylaştığımız Tunceli Öğretmen Okulu binalarına konuşlanan Jandarma Komando Alay Komutanlığı Komutan Vekilliği görevini de yürütüyordu. Yanına vardım:
—Hoş geldiniz komutanım, dedim.
—Hoş bulduk, dedi istemeye istemeye.
—Okulu yıkmaya mı geldiniz? diye takıldım kendisine.
—Okulu yıkmaya değil ama suyunuzu kesmeye geldik, dedi.
—Şaka yapıyorsunuz herhalde…
—Yoook. Gayet ciddiyim, dedi.
—Bir arıza falan var. Onu gidermek için mi kesiyorsunuz? 
—Hayır. Arıza falan yok, dedi.
—Ne diye kesiyorsunuz o halde? 
 —Okulunuzun suyu alaydan gelmiyor mu? Alayın suyu ile aynı su değil mi okulun suyu? dedi.
—Evet… 
—Biz suyumuzu kimseyle bölüşmek istemiyoruz…
—Yüzbaşım, burası bir eğitim-öğretim yuvasıdır. Devlete ait bir kurumdur. Sizin “kimse” dediğiniz o yavrular da burada öğrenim
gören çocuklardır. Onlar bu ülkenin geleceğidir. Siz nasıl kesersiniz onların suyunu? dedim.
—Onlar sizin yarınlarınız, bizim değil, dedi.
—Bizim yarınlarımız olduğu için mi sularını kesiyorsunuz?
—Evet…
—Buyurun kesin o zaman…
 
Elleri kazmalı-kürekli 5–6 er, yüzbaşının emriyle önce ellerindeki kazma ve küreklerle okul binasının girişindeki toprağı kazarak su borusunu açığa çıkardılar. Ardından da yanlarında getirdikleri demir testereyle, açığa çıkarılan demir su borusunu kesip kör tıpa ile tıkadılar ağzını. Sonra da kazıdıkları toprağı tekrar borunun üzerine yığarak okuldan ayrıldılar.
Böylece okul, yüzlerce öğrencisiyle birlikte susuzluğa mahkûm edilmiş oldu.
Durumu, hemen anında telefonla İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne ve resmi yazı ile Milli Eğitim kanalıyla Valiliğe bildirmeme rağmen okulun suyunu açtıramadık bir türlü. Okulumuz, yaklaşık dört ay boyunca susuz kaldı. Bu dört aylık süre içinde Tunceli Belediyesi’nin su tankerleriyle getirttiğimiz sularla karşılamaya çalıştık, mini mini bebelerin su gereksinimini.
—Kimdi bu yüzbaşı?
—Adını şu an hatırlamıyorum. Hatırlamak da istemiyorum. Ama bu yaptığıyla bana dedesi Yezit’i hatırlattığını pekâlâ söyleyebilirim.
—Yezit kimdi?
—Emevi hanedanından biridir, Yezit. 680 yılındaki icraatıyla bilinir, tanınır. Yukarıda sözünü ettiğim bu yüzbaşının dedesidir. Dedesidir diyorum, çünkü ikisi de benzer icraatlar icra etmişlerdi. Yüzbaşının icraatını yukarıda anlattım. İsterseniz bir de Yezit’in icraatına göz atalım.
—Yezit’in, 680 yılında gerçekleştirdiği bu icraat neydi bilir misiniz? İnanıyorum ki çoğunuz biliyorsunuz. Ama yine de tekrar etmekte yarar görüyorum.
—Yezit tarafından 680 yılında icra edilen bu icraat, acısı, asırlar boyu unutulamayan, lanet ve nefretle anılan Kerbelâ Vakası’dır.
—Ne yapılmıştı Kerbela’da?
—Emevi hükümdarı ve aynı zamanda Emevi hanedanının kurucusu olan Muaviye’nin oğlu ve dönemin Şam Valisi ve aynı zamanda Emevilerin veliahdı olan Yezit, Kendisine biat etmeyen Hz. Hüseyin’in başını kestirerek yanında bulunan aile efradıyla birlikte katlettirir. Başlangıçta 72 bin taraftarıyla Küfe’ye doğru yola çıkan, ama 72 aile efradıyla yarı yolda bırakılan ve aynı zamanda Peygamber’in torunu ve IV. Halife Hz. Ali’nin oğlu olan Hz. Hüseyin’in yolu, büyük bir Emevi ordusu tarafından Kerbelâ (Ninova)’da, Fırat kıyısında kesilir. Hz. Hüseyin ve yanında bulunan 72 aile bireyi önce yanı başlarından akıp giden koca Fırat’ın suyundan mahrum bırakılarak susuzluğa mahkûm edildiler. Hemen sonrasında da Hz. Hüseyin’in başı kılıçla kesilmek suretiyle bedeninden ayrılırken yanında bulunan 72 aile bireyi de vahşiyane bir biçimde katledildiler.
Müslümanlıkta yüzyıllar boyunca onanmayan derin yaralar açan, düşmanlıkların oluşmasına, kin ve nefret tohumlarının ekilmesine neden teşkil eden Kerbelâ Vakası’nın baş mimarı Yezit’in torunu olan bu yüzbaşı da dedesinin izinden yürüyerek Kerbelâ Vakası’ndan tam 1300 yıl sonra okulumuzun suyunu keserek bin civarındaki öğrenciyi yaklaşık dört ay süreyle susuzluğa mahkûm etti.
12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilen askeri darbenin hemen sonrasında hem Jandarma Komando Alayı Komutanı, hem de Tunceli Sıkıyönetim Komutanı olarak atanan değerli komutan, mümtaz insan Kurmay Albay Sn. Salih ACAREL’in göreve başlamasıyla okulun susuzluğa mahkûmiyeti sona erdi.
Bu değerli komutan ve eşsiz insan göreve başladıktan kısa bir süre sonra okulumuzu ziyarete geldi. Ziyaretinin amacı hem aynı bahçeyi paylaşan biz Hürriyet İlkokulu personeliyle tanışmak, hem de ikinci sınıf öğrencisi olan kızı Ebru’nun kaydını yaptırmaktı. Bu vesileyle kendisiyle tanıştığımız bu değerli komutanın okulumuzu ziyaret etmesi, aslında utandırmıştı bizi. Çünkü göreve başlayalı birkaç gün olmasına ve aynı bahçe içinde bulunmamıza rağmen henüz “Hoş Geldiniz” demeye gidememiştik, kendilerine.
Ziyareti sırasında tüm öğretmenlerimizle tek tek tanışan, çayımızı kahvemizi içen değerli komutan Kurmay Albay Sn. Salih Acarel, yaklaşık yarım saat süren ziyaretinin sonlarında:
—Sayın müdürüm size her zaman kapımız açıktır. Bizim yapabileceğimiz ya da bizden bir isteğiniz varsa çekinmeden söyleyebilirsiniz. Her zaman emrinize amadeyiz, dedi.
—Sayın komutanım zahmet buyurup buraya kadar geldiğiniz için zat-ı âlinize müteşekkürüz. Aslında biz, öğretmenlerimizle birlikte zat-ı âlinizi ziyarete gelmeyi düşünüyorduk. Ancak zat-ı âliniz bizden daha erken davranarak bizleri utandırdınız, dedim.
Gülerek:
—Olsun… Olsun… Yine de sizleri çay içmeye beklerim, dedi.
—Bir gün rahatsız ederiz inşallah, dedim.
—Rahatsızlık da ne kelime. Bilakis memnun olurum, dedi.
—Efendim, hazır zat-ı âlinizi bulmuşken affınıza sığınarak bir maruzatımızı iletmek istiyorum. Bu konuda bizlere yardımcı olursanız zat-ı âlinize minnettar kalırız, dedim.
—Sorun nedir, sayın müdürüm? dedi.
—Efendim, okulumuzun suyu kesik. Şu an okulumuzda su yok. Bu konuda yardımlarınıza ihtiyacımız vardır, dedim.
—Kaç günden beri akmıyor suyunuz? 
—Dört ay oldu, efendim…
—Dört aydan beri okulun suyu kesik mi?
—Evet efendim…
—Arızayı bildirmediniz mi belediyeye?
—Belediyelik bir işimiz yok efendim...
—Kiminle ilgili peki?
—Problem Alay’dan kaynaklanıyor efendim…
—Bizim Alay’dan mı?
—Evet efendim… Suyumuz Alay tarafından kesildi...
—Kim kesti?
—Zat-ı âlinizden önce bu görevi vekâleten yürüten yüzbaşı tarafından kesildi efendim…
—Gerekçesi neymiş?
—Bilmiyoruz…
—Bir yüzbaşı nasıl keser okulun suyunu? Okul da, Alay da, su da kamunun malıdır. Kimsenin babasının tapulu malı değil. Her kim olursa olsun, hiç kimse keyfi hareket etme özgürlüğüne sahip değil…
—Doğrudur efendim…
 —Okulun su ihtiyacını nasıl karşılıyorsunuz peki?
—Belediyenin su tankerleriyle getirttiğimiz sularla karşılamaya çalışıyoruz efendim.
Bu karşılıklı konuşmanın hemen sonrasında bu değerli asker, mümtaz insan, kendisine refakat eden üsteğmene:
—“Adı geçen yüzbaşıya haber verin. Yanına birkaç er alıp hemen okula gelsin. Yanlarında kazma, kürek getirmeyi de unutmasınlar” diye emir verdi.
Üsteğmenin, durumu telsizle bildirmesinden birkaç dakika sonra adı geçen yüzbaşı yanına aldığı birkaç erle birlikte okula geldi. Hemen albayın karşısında esas duruşa geçti. Ve:
—Emret komutanım, dedi.
—Okulun suyunu sen mi kestin?
—Evet komutanım…
—Neden?
—Şey komutanım…
—Bırak gevelemeyi. Hangi yetkine dayanarak kestin okulun suyunu? Kim verdi sana bu hakkı? Hiç vicdanın sızlamadı mı bu el kadar bebeleri susuz bırakırken? Hemen şimdi gidin suyu açın diye emir verdi.
—Baş üstüne komutanım…
Bu konuşmanın hemen sonrasında, okulumuzun dört ay süreyle susuz kalmasına sebep olan o yüzbaşı, yanındaki erlerin başında durmak suretiyle suyu açtırdı. Böylece aylarca susuzluğa mahkûm bırakılan okulumuz, aynı zamanda Tunceli Sıkıyönetim Komutanı da olan Jandarma Komando Alayı Komutanı Kurmay Albay Sn. Salih Acarel’in sayesinde tekrar suya kavuştu.
 
Askeri Darbenin Ayak Sesleri…
ABD Senatosu’nun 29 Mart 1980 tarihli komisyon raporunda, Türkiye’nin, askerî bir girişimin başlangıç noktasında olduğuna vurgu yapılıyordu. Bu tespit, 12 Eylül 1980 tarihindeki olaylar tarafından onandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat Celasun’dan teşkil olunan “Milli Birlik Konseyi”, 12 Eylül 1980 tarihinde, 1935 yılında yasa haline getirilen “Ordu Dâhilî Hizmet Kanunu”nun 34. maddesindeki: “Ordunun vazifesi, Türk yurdunu ve Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa) Kanunu ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” ibaresini dayanak yapmak suretiyle TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) adına parlamento ve hükümeti dağıtmak suretiyle idareyi ele aldığını, tüm ülkede sokağa çıkma yasağı ve sıkıyönetim ilan edildiğini ilanen duyurdu.
13 Eylül 1980 tarihinde MGK (Milli Güvenlik Konseyi) Başkanı Org. Kenan Evren, Devlet Başkanlığı görevini üstlenirken, AP (Adalet Partisi) Genel Başkanı Süleyman Demirel, CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) Genel Başkanı Bülent Ecevit ve MSP (Milli Selamet Partisi) Genel Başkanı Necmettin Erbakan gözaltına alındılar. Hangi adreste bulunduğu tespit edilemeyen MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in, askerî makamlara teslim olması için de süre tanındı.
MGK üyeleri, 18 Eylül 1980 tarihinde TBMM salonunda: “Atatürk ilkeleri, adalet, hukuk ve insan hakları ilkeleri gereğince demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine dayalı yeni bir Anayasa düzenlenmesine çalışılacağına dair” yemin ettiler. Bununla birlikte MGK’nde yeni alınan bir karar gereğince siyasi parti Genel Başkanları ve yönetici kadrosu başta olmak üzere CHP’den 45; AP’den 13, MSP’den 8, MHP’den 16 ve bağımsızlardan 2 parlamenter gözaltına alındı.
Sendika ve derneklerin aktivitelerine son verilerek, kimi sendika ve derneklerin işyeri temsilcisi seviyesinden başlayarak idarecilerinin Sıkıyönetim Komutanlıkları’na teslim olmaları çağrısında bulunuldu. İşçi ücretlerinin belirlenmesinde uygulana gelen Toplu Sözleşme düzeninin yerine YHK (Yüksek Hakem Kurulu) yetkili kılındı. Ülke genelinde uygulanan sıkıyönetim uygulaması, 8 Komutanlığa bağlı duruma getirildi. Deniz Kuvvetleri eski komutanı Oramiral Bülend Ulusu, 18 Eylül 1980 tarihinde hükümeti kurmakla görevlendirilince MGK, yürütme erkini hükümete devreder oldu.
12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilen askerî darbeyle birlikte ülke genelinde yaygın hale getirilen sıkıyönetim, öteki kolluk güçlerinin de iştirak etmesiyle yoğun bir şekilde operasyonlara başladı. Tutuklamalar kitlesel boyutlara ulaştı. Bunların kitlesel boyutlara ulaştığı 4 Ekim 1980 tarihinde, yani askerî darbenin 23 gün sonrasında 4 Sıkıyönetim bölgesinde 12 Eylül–4 Ekim 1980 tarihleri arasındaki 23 günlük süre içinde 2379 kişinin gözaltına alındığının açıklanmasıyla da doğruluk kazandı.
7 Ekim 1980 tarihinde “Balgat Katliamı [Yedi TİP(Türkiye İşçi Partisi)’linin kurşuna dizilmesi]” sanığı MHP’li Mustafa Pehlivanoğlu ile “Telsizler Katliamı” sanığı sol görüşlü Necdet Adalı asılarak askerî cunta döneminin ilk idamları infaz edildi. 12 Eylül Askerî Cunta Dönemi süresince hem ülkede hem de ülkelerarası seviyede rejimin karşısına çıkan iki önemli sorun vardı. Bunlardan biri idamlar, öteki de yaygın hale getirilen işkence uygulamalarıydı. Nitekim Kasım 1980 tarihinde Askerî Savcılıklar tarafından soruşturma açılmak durumunda kalınan şüpheli ölüm sayısı 10’u bulmuştu. Aynı süreç içinde 10 Kasım 1980 günü kolluk güçleri tarafından iki gün önce gözaltına alınan sol görüşlü yayıncı İlhan Erdost, askeri araçla Mamak-Ankara Ceza ve Tutukevi’ne götürüldüğü sırada bir erin başına vurması neticesinde yaşamını yitirdiği gibi açıklamalara da şahit olunuyordu.
Ülke genelinde olduğu üzere Tunceli’de de 12 Eylül 1980 tarihinde askeri cuntanın yönetime el koyması ve sıkıyönetimin ilanıyla yaşam resmen işkenceye dönmüştü. Her gün ayrı bir yere keyfi baskınlar düzenleniyordu. Bu baskınlar sırasında özellikle gençler, sudan bahanelerle tutuklanıp aylarca devam eden işkencelerden geçiriliyordu.
12 Eylül demek; ilerici, devrimci, demokrat insanlar için zulüm, baskı ve kıyım demekti. Daha doğrusu yaşamın her alanında dayatmacı bir anlayış egemen kılındı. İstediğin bir kitabı, sevdiğin bir kaseti alamazdın, taşıyamazdın açıkta. Alsan bile bulunduramazdın evinde. Bir yerlere saklamak zorundaydın onları. Bu tür yayın ve kasetleri bulundurmak en büyük suçtu. Bunları bulunduranlar da “suçlu”ydu. Onları buldular mı evinden alıp götürürlerdi seni. Sorgusuz sualsiz içerde tutarlardı aylarca. Gördüğün işkenceler de işin cabasıydı. Tabi içerden sakat olarak çıkmakta var, ölü olarak çıkmak da…
Hal böyle olunca da herkes evindeki sıradan klasik romanları, kasetleri, bilimsel ve sol içerikli kitapları ve hatta ansiklopedileri evinin dışına taşıyordu korkusundan. Yazı-yabanda toprağın altında, ağaç kovuklarında saklanılırdı. Aylarca, hatta yıllarca yaşta, yağmurda, karda, kışta ıslanan, küflenen, çürüyen on binlerce kitap, kaset yok olup giderdi. Tabi yok olup giden on binlerce kitabın ve kasetin yanı sıra bir de koca bir servet heba oluyordu.
Tunceli’nin tam orta yerinde sessiz sedasız akıp giden Munzur Irmağı’nın üzerindeki köprüde kurulan kontrol noktasında yapılan kimlik kontrolleri ve üst baş araması tam anlamıyla bir cehennem azabına dönüşmüştü. Bir kişi günde on kez de geçse o köprüden, her geçişinde dakikalarca tutulurdu o kontrol noktasında. Üst aramasına tabi tutulur ve kimlik kontrolünden geçirilirdi. Sıkça yapılan mahalle baskınları, ilerleyen zaman içerisinde daha da genişletilerek köyleri de kapsamına alır duruma gelmişti.
Köylü ayak altında ezilir duruma gelmişti. İnsan hiç kendi ülkesinin güvenlik güçlerinden, askerinden korkar mı? Korkmaz. Korkmaması gerekirdi. Ama korku içindeydi fakir fukara. Silah arama adına köylü vatandaşın ambarındaki buğdaylar, mercimekler, unlar birbirine karıştırılıyordu. Yastığı, yorganı, döşeği süngülerle delik deşik ediliyordu. Sıradan insanlar, militan muamelesi görür olmuştu. Günlerce işkenceye tabi tutulurdu, suçsuz günahsız insanlar. Bir hiç uğruna aylarca tutuklu kalırdı içerde. Çiftine, çubuğuna gidemez olmuştu köylü yurttaş. Sahip çıkamaz olmuştu keçisine, koyununa.
Yan yana oturan, yürüyen üç kişi gördüler mi “Komünizm propagandası yapıyorsunuz” diyerek hemen atarlardı cemselere. Ağzından burnundan getirirlerdi analarından emdikleri sütler. Buna örnek bir olay yaşanır köyümüzde. 12 Eylül Darbesi’nin ilk günleridir. Köylülerimiz yaz mevsiminin yorgunluğunu, stresini üzerlerinden atmak üzere toplanırlar köyümüzün orta yerindeki ağaçların altında. Orada konuşup sohbet ederler. Tam bu sırada alçaktan uçan bir askeri helikopter belirir köyümüzün semalarında. Yukarıdan, bir arada oturup sohbet eden köylülerimizi görünce hemen iniverir yanı başlarına. Köylülerimiz şaşkındır. Yaşamlarında ilk kez böyle bir olaya tanık oluyorlar. O zamana kadar kamyon, cip, dolmuş, cemse görmüşlerdi köylerinde, ama helikopteri ilk kez görüyorlardı köylerinde. Köyü toza dumana boğan helikopterden inenler, orada toplu halde oturup sohbet eden 15–20 kişilik köy halkı tarafından karşılanmak istenir. Ama onlar “Yere yatın!” komutunu verirler. Bu duruma şaşıran köylülerimiz emre itaat ederek toprağın üzerine yatarlar boylu boyunca. Üstleri başları aranır. Tabi suç unsuru oluşturabilecek hiçbir şey bulunmaz üstlerinde. Sonra ayakta tek sıra halinde dizilmeleri emredilir. Buna itirazda bulunmak isteyen yaşlılardan kimi azarlanır, kimi tartaklanır. Sonunda tek sıra halinde dizilen köylülerimiz sorguya çekilirler birer birer: “Burada neden toplandınız? Neler konuşuyordunuz? Hangi hain planlar kuruyordunuz?” diye.
Sorguya çekilen yaşlı köylülerimizden biri:
—Komutan Beg, bizim köyümüzde kahvehane yok, disko yok, sinema yok, tiyatora yok. Bizim tiyatoramız da, sinemamız da, kahvehanemiz de a ha burasıdır. Biz her daim kötü havalarda herhangi bir komşumuzun evinde, böyle güzel havalarda da gördüğünüz kimi burada bir araya gelir, konuşur, sohbet ederiz der.
Komutan sert bir tavırla:
—Toplu halde bulunmanın suç olduğunu bilmiyor musunuz? der.
Köylü vatandaş:
—Bura köylük yerdir Komutan Beg. Senin o dediğin şeherde olur..
Komutan:
—Kes sesini lan. Dilin fazla uzun senin, der.
Yaşlı köylü:
— O kelimeyi sana hiç yakıştıramadım Komutan Beg, der.
Çığırdan çıkan komutan:
—Dağıtın lan bu o… çocuklarını, emrini verir erlere.
Ağır hakaretlere, galiz küfürlere maruz kalan köylüler, dipçiklerle dağıtılıp evlerine gönderildikten sonra helikopter, havalanarak gözden kaybolur.
Köylü vatandaş haraca bağlanmıştı adeta. Köy muhtarlarına akla gelmedik baskılar uygulanıyordu. Her köy muhtarı, kendi köyündeki hane sayısı kadar silah teslim etmekle sorumlu tutuluyordu. Böylece yiyecek ekmek bulmakta bile güçlük çeken köylü vatandaş, hakaretten, aşağılanmaktan ve işkenceden kurtulmak için sattığı koyunundan, keçisinden aldığı paralarla silah satın alarak teslim ederdi köy muhtarına. Teslim edilen silah sayısı, köydeki hane sayısından bir eksik oldu mu hem muhtarın, hem de silahı teslim etmeyen köylünün canına okurlardı. Tutuklanırlardı hemen. İçeride tutulurlardı aylarca. Gördükleri işkenceler, maruz kaldıkları hakaretler de işin cabasıydı. Sözde halkın can güvenliğini teminat altına almak için geldiklerini deklare edenler, kendileri halkın canına okuyorlardı.
O dönemde dramatik bir olay yaşanmıştı, Tunceli-Pertek ilçesinin bir köyünde. Yaşlı bir karı-koca yaşamaktadır o köydeki evlerin birinde. Ne silahları var teslim edecek, ne de paraları var verip silah alacak. Komşusunun durumunu bildiği için bir şey diyemiyor köy muhtarı. Kendisine verilen on beş günlük sürenin son günüdür, muhtarın. Biri hariç, köylünün tamamında silahları toplamıştır. Dört gözle bekliyor, kendisine on beş günlük süre tanıyan yüzbaşının yolunu. Kuşluk vakti gelince cemseler görülmeye başlanır köy yolunda. Silahları teslim almak için doğruca muhtarın evine varırlar. Bilirsiniz Anadolu köylüsü, kendisine zulmedeni bile baş tacı eder, evine misafir gelende. Köyün muhtarı da kapısının önüne gelen yüzbaşıyı içeri alıp oturtur, evinin başköşesine.
İzzet ikramdı derken sıra köylüden toplanan silahların teslimatına gelir. Birer birer sayılmaya başlanır silahlar. Bir eksik çıkar yapılan sayım sonunda. Sorguya çekilir muhtar:
—Neden bir eksik? Silah teslim etmeyen köylü kim? diye.
Muhtar söyler, silah teslim etmeyen komşusunun adını. Hem de silahı teslim etmemesinin gerekçesini de açıklayarak. Yüzbaşı silahı almakta kararlıdır. Gerekçe dinlemez. Emir verir erlere; “silah vermeyen köylüyü alın getirin” diye. Emir kuludur asker. Komutanının emrini yerine getirmek zorundadır. Gider, köylüyü bulur, alır getirir huzura.
Yüzbaşı, getirilen yaşlı köylüye sert bir ses tonuyla:
—Silahını neden teslim etmedin? diye sorar.
Ayakta zar-zor durabilen yaşlı köylü:
—Silahım yok komutan beg, der.
—Yalan söyleme...
—Ne deyi yalan söyleyim komutanım. Silahım milahım yok benim. Evde bir ben bir de Köroğlu( karısı için kullanır bu sıfatı) var. İkimiz de yaşlıyız. Ekmeği zor buluyoruz. Silahı hangi parayla alayım? Hem silah benim neyime? der yaşlı köylü.
Yüzbaşı:
—Onu bunu bilmem. Sana yarım saatlik bir süre veriyorum. Yarım saatin içinde silahını al, gel der.
—Yarım saat değil, yarım gün de versen ben silah getiremem. Çünkü silahım yok komutanım, der yaşlı köylü.
Yaşlı köylünün bu sözleri üzerine yüzbaşı tekme-tokat girişir yaşlı köylüye. Acımasızdır yüzbaşı. Aldırmaz ağzı kanlar içinde yerde yatan yaşlı köylünün çaresiz bakışlarına. Hâlâ kafasına kafasına vurmaktadır, fotinleriyle.
Zalim yüzbaşının hakaret ve işkencelerine daha fazla dayanamayan yaşlı köylü:
—Durun, komutanım. Dövmeyin beni. Gidip silahı getireyim der.
—Dayağı yiyince aklın başına geldi değil mi? Sana yarım saat mühlet veriyorum. Git silahını al gel der yüzbaşı.
Orada bulunan komşularının yardımlarıyla zar-zor ayağa kalkıp evine giden yaşlı köylü 10–15 dakika sonra döner muhtarın evine. Girer içeri. Oradakilerin şaşkın bakışları arasında yamalı ceketinin sol koyun cebinden çıkardığı “Reşat” altını uzatır yüzbaşıya:
—Buyurun komutan beg, der.
—O ne? diye sorar yüzbaşı.
—Altın…
—Altın olduğunu ben de görüyorum. Ben altın mı istedim senden? der yüzbaşı.
—Yooo… Silah istedin benden, der yaşlı köylü.
—Bunu ne diye getirdin peki?
—Silahım yok komutan beg. Yalnız silahım değil param da yok. Bu altından başka para edecek malım da… Bu altın da rahmetlik kaynanamın karıma yadigârıdır. Bunu götürün satın, parasıyla silah alın, der yaşlı köylü.
Yüzbaşı:
—Al altınını defol git. Gözüm görmesin seni der.
Onca dayağa ve hakarete rağmen yaşlı köylü:
—Sağol komutan beg. Allah razı olsun senden diyerek ayrılır oradan.
Daha sonraki dönemlerde ortam iyiden iyiye gerilmeye başladı. Şehre giden köylü vatandaş akşam köye döndüğünde evine üç-beş kilo meyve-sebze götürmek istediği zaman olmadık güçlüklerle karşılaşıyordu. Şehirden aldığı bu üç-beş kiloluk meyve ya da sebzeyi köyüne götürebilmesi için Jandarma Karakolu’ndan belge almakla zorunlu kılınmıştı. O belge olmadan Munzur Irmağı üzerindeki köprüde oluşturulan kontrol noktasından geçmesi olanaklı değildi.
Bu durumdan haberdar olmayan köylü vatandaşın biri gittiği Tunceli’den köyüne dönerken 2 kg. domates, 1 kg. biber, 1 kg. da salatalık alır evine. Biner köyüne giden dolmuşa. Köye gitmek üzere hareket eden dolmuş kontrol noktasında durdurulur. Önce durdurulan dolmuşta bulunanların kimlik kontrolleri ve üst baş araması yapılır. Ardından dolmuştakilerin evlerine aldıkları sebze ve meyveler için alınması zorunlu olan belgenin kontrolü yapılır. Herkes, kendisine ait olan gıda maddesi ve Jandarma Karakolu’ndan aldığı belge ile kontrolden geçirilir birer birer. Sıra bu uygulamadan habersiz olan köylü vatandaşa gelir. Kontrol noktasındaki askeri yetkili:
—Belgen nerede dayı? diye sorar.
—Ne belgesi? der köylü vatandaş.
—Aldığın bu sebzelerin belgesi?
Cebinden çıkardığı fişi yetkiliye uzatan köylü vatandaş:
—Komutan beg bana bunu verdiler, der.
Askeri yetkili:
—Bu, senin bu sebzelere ne kadar para verdiğini gösteren fiştir. Bizim istediğimiz bu değil. Biz, karakoldan alman gereken belgeyi istiyoruz, der.
—Yooo… Öyle bir belgem yok, der köylü.
Askeri yetkili:
—Bak dayı, aldığın bu sebzeler için Jandarma Karakolu’na gidip bir belge alacaksın. O belgeyi almadan bu aldıklarını götüremezsin der.
—Vallah komutan beg belgeden melgeden habarım yoktur. Bu seferlik beni idare et. Bir dahakine alırım, der köylü vatandaş.
—Olmaz dayı. Bunlara mutlaka belge alman lazım…
—Yani ben şimdi tekrar şehere dönecem, karakola gidip belge alacam, sonra da siz bunları bana vereceksiniz. Öyle mi?
—Aynen öyle dayı, der yetkili.
—Yani siz bu sebzelerin geçişi için pasaport istiyorsunuz bizden? Doğru mu? der köylü vatandaş.
—Doğrudur, der askeri yetkili.
—Niye burası sınır kapısı mı? Yoksam biz ecnebi bir devlete mi gidiyoruz? der köylü.
—Dayı bize verilen emir böyle. Biz emir kuluyuz, ancak verilen emri yerine getirebiliriz. Yapacağımız başka bir şey yoktur, der askeri yetkili.
Bu duruma bir hayli sinirlenen köylü vatandaş, elindeki 2 kg. domatesi, 1 kg. biberi ve 1 kg. salatalığı önce yere koyar. Sonra ayaklarıyla üzerine çıkarak sebzelerin tamamını ezer. Ardından da:
—Ne sebze yerim, ne de belge alırım, diyerek tepkisini koyar ortaya.
 
 
Hasan Öncü’nün Şikâyeti…
—Kimdir Hasan Öncü?
Ailesiyle, hatta kendisiyle bile barışık olmayan Hasan Öncü, Müdür Yardımcısı ve aynı zamanda Müdür Vekili olarak görev yaptığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’nun hizmetlilerinden biriydi.
Okulumuzdaki bayan öğretmenler başta olmak üzere ben ve benimle birlikte o dönem görev yapan öğretmenler de dâhil olmak kaydıyla o güne değin, adı geçen okulda görev yapan tüm öğretmen ve idarecilerle hep kavgalı yaşamıştır. Hatta okulda göreve başlamadan önce görevli olduğu İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nde kavgalara neden olmasından ötürü okulumuza atanmıştır. Çevresindekilerle barışık olmayı becerememiştir bir türlü. Belki de barışık olmayı hiç denememiştir. Zira kendisiyle barışık olmayan biri başkalarıyla nasıl barışık olabilir? Bizden öncekiler gibi, bizim dönemde görev yapanlar hakkında sağda solda asılsız dedikodular yapmaktan, ithamlarda bulunmaktan çekinmemiştir asla. Bayan öğretmenleri biraz daha güçsüz ve savunmasız görmesinden ötürü onlara karşı daha acımasız davranırdı.
Günün birinde bir bayan öğretmen arkadaşımızın Öğretmenler Odası’nda hüngür hüngür ağladığını öğrendim. Gencecik, ağırbaşlı, saygılı bir öğretmen arkadaşımızdı, Öğretmenler Odası’nda hüngür hüngür ağladığını öğrendiğim Yıldız Öğretmen. İzinli olmasına rağmen tüm izinlerin, 12 Eylül 1980 tarihinde ülkenin yönetimine el koyan askersel cunta tarafından kaldırmasından ötürü evliliğinin ikinci gününde göreve gelmek zorunda kalmıştı.
Okulumuzun üç hizmetlisinden biri olan Hasan Öncü, evlilik sonrasındaki ilk gününde Öğretmenler Odası’nda tek başına oturan Yıldız Öğretmen’in yanına varır. Önce kutlayıp mutluluklar diler ardından da eline aldığı bir kâğıda yazdığı şiiri uzatır Yıldız Öğretmen’e:
—Hoca Hanım bir şiir yazdım. Bir okuyun bakalım beğenecek misiniz? diyerek.
Yıldız Öğretmen, babası yaşındaki Hasan Öncü tarafından okuması için kendisine uzatılan şiiri okumaya başlar. O, şiiri okumaya başlayınca Hasan Öncü dışarı çıkar. Şiiri okumaya başlayan Yıldız Öğretmen okuduklarına inanamıyor. Çünkü şiir, kendisine hakaret içeren sözcüklerle doludur. Bunun üzerine sinirine hâkim olamayan Yıldız Öğretmen başlar hüngür hüngür ağlamaya.
Öğretmenler Odası’nda tek başına oturan Yıldız Öğretmen’in ağladığını gören okulumuz hizmetlilerinden Hıdır Kılıç odama gelerek:
—Müdürüm Yıldız Hoca Hanım’ın nesi var acaba? dedi.
—Bir şey mi oldu? diye sordum.
—Öğretmenler Odası’nda tek başına oturmuş ağlıyor, dedi.
—Neden?
—Bilmiyorum…
—Bir sorup öğrenelim. Belki bir yardımımız olur, dedim.
Okulumuzun en genç hizmetlisi olan Hıdır Kılıç ile birlikte Öğretmenler Odası’na gittik. Yıldız Öğretmen hâlâ ağlıyordu.
—Hayrola Yıldız Hanım neden ağlıyorsunuz? Bilmediğimiz bir şey mi var? diye sordum.
—Yok, bir şey hocam dedi.
—Bir şeyiniz yoksa neden ağlıyorsunuz?
Elindeki kâğıdı göstererek:
—Hasan Öncü… dedi.
—N’olmuş Hasan Öncü’ye?
—Bana hakaretler dolusu bir şiir yazmış, diyerek kâğıdı uzattı bana.
Bana uzatılan kâğıdı aldım ve:
—Siz ağlamayın, ben onun dersini veririm dedim.
—Benim yüzümden olay çıksın istemiyorum. N’olursunuz sesinizi çıkarmayın dedi.
Kan sıçramıştı beynime. Tüylerim diken diken olmuştu, Yıldız Öğretmen’in söylediklerini duyunca. Çünkü hepimiz yaşına hürmeten “Hasan Amca” diyerek hitap ediyoruz kendisine. Kırmamaya özen, yormamaya çaba gösteriyoruz. Ama o bildiğinden şaşmıyor. Hiç bir sebep olmadan önüne gelen herkese hakaretler yağdırmaya, sağda solda dedikodular yapmaya devam ediyordu. Yıldız Öğretmen’e yazdığı hakaret dolusu şiir de bardağı taşıran son damla olmuştu.
Odama çağırttım kendisini. Olayın doğru olup olmadığını sordum kendisine. Lakayt bir üslupla doğru olduğunu söylemesi çileden çıkarmıştı beni. Açtım ağzımı, yumdum gözümü. Dağarcığımdaki kötü sözcüklerden aklıma ilk gelenleri sıraladım peş peşe. Şok geçirmişti Hasan Öncü. Çünkü o güne değin hiç karşılaşmamıştı bu kadar sert bir tepkiyle. Hele hele benden hiç beklemiyordu, böyle bir şey.
Bu olayın sonrasında bana büyük bir kin duymaya başlayan Hasan Öncü, sıkıyönetimin varlığından da yararlanarak Valilik Makamı başta olmak üzere Sıkıyönetim Komutanlığı’na, Emniyet Müdürlüğü’ne ve MİT’e itham dolu birer ihbar dilekçesi gönderir.
Tunceli Valiliği, Hasan Öncü tarafından verilen isimsiz, imzasız ihbar dilekçesinde söz konusu edilen suçlamaların doğruluğunu soruşturmak üzere dönemin Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Musa Çakır’ı görevlendirir. Çocuklarının eğitiminden ötürü eşini ve çocuklarını İstanbul’da bırakan Sn. Musa Çakır, İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nce, Milli Eğitim Müdürlüğü binasında kendisine tahsis edilen bir odada yatıp kalkıyordu.
1981 yılının baharıydı. Günlerden bir gün Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Musa Çakır’dan bir telefon geldi bana. Mesai bitiminden hemen sonra kendisine tahsis edilen odasında benimle görüşmek istediğini iletti bana. Davete icabet ederek mesai saatinin bitiminden hemen sonra vardım Sn. Musa Çakır’ın odasına.
Adet olduğu üzere hoş-beş edip hal-hatır sorduktan, birer çay içtikten ve birer sigara tüttürdükten sonra Sn. Musa Çakır:
—Sayın hocam, sizi buraya çağırmamın nedeni bir şikâyettir, dedi.
 —Benimle mi ilgili? diye sordum.
—Evet… Hem de Valilik Makamı başta olmak üzere Emniyet Müdürlüğü, Sıkıyönetim Komutanlığı ve MİT gibi birkaç makama birden verilmiş bir şikâyet dilekçesi, dedi.
—Soruşturmayı yürütme görevi size mi verilmiş? dedim.
—Evet. Bana verilmiş. Haftaya okula geleceğim. Ama suçlamalar oldukça ağır, dedi.
—Şikâyetçinin kim olduğunu öğrenebilir miyim?
—Hayır… Bu mümkün değil, dedi.
—Neden? 
—Çünkü dilekçe isimsizdir, dedi.
—Bana isnat edilen suçlamaları öğrenebilir miyim?
—Tabi… Neden olmasın? dedi.
Bunun üzerine çantasından çıkardığı şikâyet dilekçesini okumam için bana verdi. “Bir Vatandaş” rumuzuyla verilen dilekçe el yazısıyla yazılmış ve imzasızdı. Dilekçedeki el yazısını görünce:
—Şikâyetçiyi tanıyorum hocam, dedim.
—Kim olduğunu nerden biliyorsunuz? diye sordu bana.
—El yazısından…
—Tanıdık mı?
—Evet…
—Kimdir?
—Okulumuz hizmetlilerinden Hasan Öncü’dür dedim.
—Emin misiniz?
—Elbette… Yazısını görseniz siz de hak verirsiniz bana, dedim.
—Derdi neymiş?
Okulda yaşanan olayı olduğu gibi anlattım kendisine.
—Her şey beklenir bu tip insanlardan. Dikkatli olun, dedi.
Sol alt kısmına: “Bana ya da ailemden herhangi birine bir şey olursa sorumlusu Mehmet Korkmaz’dır” notu düşülen şikâyet dilekçesinde bana isnat edilen 12 maddelik bir suçlama vardı. Bu suçlamaların kimi gülünç ve saçma şeylerdi. Ama kimisi de beni yıllarca hapislerde süründürecek derecede ağırdı. Çünkü ben, bir örgüt lideri konumunda gösteriliyordum. Meğer ben neymişim, benim benden haberim yokmuş.
Adı geçen şikâyet dilekçesinde bana isnat edilen 12 maddelik suçlamadan birkaçı şöyledir: 
*24 Aralık 1979 tarihinde gerçekleştirilen ‘Kahramanmaraş Olaylarını Protesto Eylemi’ öncesinde tüm öğretmenleri okula gelmemeleri için tehdit etmişim( Yürütülen soruşturma sırasında tanıklıklarına başvurulan subay, astsubay ve polis eşleri olan bayan öğretmenler başta olmak üzere okulumuzdaki öğretmenlerin tamamı verdikleri yazılı ifadelerinde böyle bir şeyin söz konusu olmadığını kesin bir dille yalanladılar). 
*-“Öğretmen Kıyım ve Sürgünleri”ni kınamak amacıyla 29/30 Nisan 1980 tarihlerinde gerçekleştirilen 2 günlük “Protesto Eylemi” tarafımdan yürütülmüştür (Bu suçlama da eyleme katılan öğretmenlerin yazılı ifadeleriyle yalanlandı).
*-Hasan Öncü’yü sürekli ölümle tehdit ediyormuşum. Hatta bir keresinde kendisini öldürmek üzere ellerinde uzun menzilli silahlar bulunan beş kişiyle birlikte evine gece baskın düzenlemişiz. Ancak Hasan Öncü, av tüfeğiyle bize karşı koyunca biz kaçmak zorunda kalmışız (Ellerinde uzun menzilli silahlar bulunan beş kişi, nasıl olur da av tüfekli birinden kaçar? Onu sizlerin takdirine bırakıyorum).
*-Nisan 1980 tarihinde Erzurum’a sürgün edilmeme ve aradan aylar geçmesine rağmen ben hâlâ görev yerimden ayrılmıyormuşum. Daha doğrusu kimse beni yerimden ayıramıyormuş. Çünkü ben, yöneticileri tehdit ediyormuşum (Oysa sayfa 237’de de söylediğim gibi, sürgün kararnamesindeki kişinin adı Mehmet Erdem Korkmaz, benim adımın ise sadece Mehmet Korkmaz olduğunu, bundan ötürü bu kararnamenin bana ait olamayacağına itirazda bulundum. Bunun üzerine durum, Milli Eğitim Müdürlüğü’nce bir üst yazıyla Bakanlığa bildirildi. Ancak Bakanlıktan olumlu ya da olumsuz herhangi bir yanıt gelmeden önce 12 Eylül Darbesi gerçekleştirilince, atamaların tamamı durduruldu ve ben bu şekilde sürgün edilmekten son anda kurtuldum. Bu açıklamayı verdiğim yazılı savunmamda da belgelerle kanıtladım). 
*-Öğrencilere baskı uygulamak suretiyle okula getirtilen yemekleri öğretmenlere ziyafet çekiyormuşum (Okulumuzun bünyesinde ikisi sabahçı, ikisi öğlenci olmak üzere dört öğretmeni, 100 civarında da öğrencisi bulunan bir anasınıfımız vardı. Türkiye’nin her yerinde mevcut olan bir uygulama gereğince anasınıfında çocuğu bulunan veliler, her gün sırasıyla pasta, kek, poğaça vb. yiyecekler getirirlerdi okula. Veliler tarafından getirilen bu yiyecekleri, kurdukları sofralarda öğrencilerine yediren anasınıfı öğretmenleri de doğal olarak bu yiyeceklerden tadarlardı. Bu uygulama Hasan Öncü’ye göre öğretmenlere çekilen bir ziyafetmiş ve ben buna göz yumuyormuşum). 
*- Seylan Kılıç adındaki anasınıfı öğretmenini sürekli koruyup kendisine izin vererek öğrencilerin mağduriyetine neden oluyormuşum (Adı geçen bu bayan öğretmen arkadaşımız o dönemde doğum yapmıştı. Üç haftası doğum öncesi, altı haftası doğum sonrası olmak üzere toplam dokuz haftalık yasal doğum iznini kullanan bu öğretmen, göreve başladıktan sonra da günlük yasal süt iznini kullanıyordu. Bundan bir önceki maddede de belirtildiği üzere her devrede aynı sınıfa giren iki anasınıfı öğretmeni vardı. Adı geçen öğretmen hiç sınıfa girmese bile sınıfın öğretmensiz kalması söz konusu değildi. Çünkü o sınıfa giren ikinci bir öğretmen daha vardı. Bundan ötürü öğrencilerin mağduriyeti söz konusu değildi). 
*-Ben, kendisini sürekli okulda tuttuğum halde okulumuzda görev yapan öteki iki hizmetliye hep izin veriyormuşum   (Hizmetlilere izin verdiğim doğruydu. Ancak onun iddia ettiği gibi sadece öteki iki hizmetliye değil kendisine de izin veriyordum. Bilindiği gibi eğitim-öğretimin olmadığı yaz aylarında okulda yapılacak pek fazla iş bulunmadığı için ben, yasal yıllık izinlerinin dışında her hafta birini okulda tutar, öteki ikisine de idari izin verirdim. İdari izinli sayıldıkları zamanlarda Hasan Öncü, kahvehanelerde pişpirik oynarken, Hasan Sezgin ve Hıdır Kılıç adlarındaki öteki iki hizmetli inşaat vb. işlerde çalışarak kendi aile bütçelerine katkıda bulunurlardı. İşte Hasan Öncü’nün bir türlü hazmedemediği olay da buydu. Onların para kazanmalarını istemiyordu). 
*-Ben, kayırdığım için kendilerine görev yaptırmadığım fikirdaşım Hıdır Kılıç ile akrabam Hasan Sezgin adlarındaki hizmetlilerin işlerini de Hasan Öncü’ye yaptırıyormuşum (Oysa idari bölümler de dâhil olmak üzere okuldaki tüm sınıflar, koridorlar ve tuvaletler eşit üç bölüme ayrılmış ve her bölümü bir hizmetliye verilmişti. Her hizmetli kendisine verilen bu bölümlerin temizliğini yapmakla ve kış aylarında sobalarını yakmakla sorumluydu. Bu iş bölümünü gösteren görev yeri çizelgesi kendilerine imzalatılarak koridorlardaki panolara asılmıştı. Öğretmenler, kendi sınıfının temizliğinden ve sobasının yakılmasından hangi hizmetlinin sorumlu olduğunu biliyordu. Soruşturma sırasında bu çizelgeye uygun hareket edildiği öğretmenlerin tanıklıklarıyla kanıtlandı).
Hakkımda verilen şikâyet dilekçesinde bana isnat edilen suçlamaların doğru olup olmadığını soruşturmakla göreli kılınan Teftiş Kurulu Sn Musa Çakır, soruşturma için okula geldiğinde benim yazılı savunmamın yanı sıra aralarında subay eşi olan Gülek Akarsel, astsubay eşi olan Ayfer Ala, emniyet amiri eşi olan Nazmiye Doğanay’ın da bulunduğu okulumuz öğretmenleri ile Hasan Öncü’nün dışındaki öteki iki hizmetlinin de yazılı ifadelerini aldı.
Hasan Öncü’nün dışındaki diyorum, çünkü hafta başından itibaren bir haftalık istirahat raporu alan Hasan Öncü, soruşturma sırasında okulda bulunmuyordu. Bu şu demekti: Hasan Öncü’yü, verdiği şikâyet dilekçesinin akıbetinden haberdar eden birileri vardı Milli Eğitim Müdürlüğü’nde. Zira Hasan Öncü, soruşturmayı yürütmekle görevli kılınan Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Musa Çakır’ın soruşturmayı ne zaman yürüteceğinden haberdar edilmeseydi, soruşturmanın yürütüleceği hafta başından itibaren bir haftalık istirahat raporu alabilir miydi? Ayrıca istirahat raporunu alabilmesi için sevk yaptırması ve bu sevkin de okul tarafından yapılması gerekirken, söz konusu sevk işleminin Milli Eğitim Müdürlüğü’nce yapılması bir başka soru işareti yaratıyordu kafalarda.
Teftiş Kurulu Başkanı Sn. Musa Çakır tarafından yürütülen soruşturma neticesinde verilen şikâyet dilekçesinde bana isnat edilen suçlamaların gerçekdışı olduğu belgeler ve öğretmenlerin yazılı ifadelerinde elde edilen bilgilerle kanıtlanınca kovuşturmanın takibine gerek görülmedi ve olay böylece kapandı. 
Öte yandan almış olduğu bir haftalık istirahat raporu sona eren Hasan Öncü’nün, okulda göreve başlaması gerekirken okulu devre dışı bırakarak Milli Eğitim Müdürlüğü’nde göreve başlaması dalaşı konusu oldu.
Göreve başlar başlamaz Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bir dilekçeyle başvurarak bir başka okula nakil isteyen Hasan Öncü, akşam saatlerinde okula geldi. Okula geldiğinde biz, onun dilekçe verip nakil talebinde bulunduğunu bilmiyorduk. Ta ki Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan ondan bir süre sonra okula gelene değin. Günün son teneffüsünde okula gelen Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan’ın isteği üzerine okulun tüm personeliyle bir toplantı yapıldı, Öğretmenler Odası’nda. Hasan Öncü’nün bir başka okula nakil istediği konusunda olduğu gibi toplantı hususunda da bilgi sahibi değildik.
Milli Eğitim Müdürü’nden kısa bir süre önce okula gelen Hasan Öncü de dâhil olmak üzere tüm okul personelinin Öğretmenler Odası’nda toplanmasının hemen ardından Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan, Hasan Öncü’ye:
—Hasan Efendi, henüz elime geçmedi ancak öğrendiğim kadarıyla bugün bir dilekçe vererek başka bir okula tayin istemişsin. Doğru mu?
—Doğrudur efendim…
—Neden bir başka okul?
—Huzurum kaçtı. Burada duramam artık…
—Huzursuzluğunun nedenini öğrenebilir miyim?
—Efendim, güya ben, Mehmet Korkmaz Bey’i şikâyet etmişim…
—Kendisi mi söyledi, senin şikâyet ettiğini?
—Hayır efendim…
—Peki, kim söyledi?
—Başkasından duydum…
—Kimdir o başkası?
—Söyleyemem, efendim.
—Peki, söz konusu olan şikâyet dilekçesi sana ait değil mi?
—Hayır, efendim bana ait değil. Kendisi evliya gibi adamdır. Ben ne deyi şikâyet edeyim kendisini? Bölüşmeyecek malımız mı var sanki?
—Tamam, inanıyoruz senin yapmadığına. Peki, yer değiştirme konusunda kesin kararlı mısın?
—Evet… Burada çalışmak istemiyorum artık…
—Milli Eğitim Müdürlüğü’ne alayım mı seni? İster misin?
—Beni buran alın da nereye verirseniz verin efendim…
Bunun üzerine Hasan Öncü’nün eline kâğıt kalem tutuşturan Milli Eğitim Müdürü:
—Madem yer değiştirmek istiyorsun hemen şimdi Milli Eğitim Müdürlüğü’nde çalışmak istediğine dair bir dilekçe yaz ver bana. Yarın sabah gel orada işe başla, dedi.
—Baş üstüne efendim, dedi Hasan Öncü.
 
Milli Eğitim Müdürü tarafından kendisine verilen kâğıda el yazısıyla Milli Eğitim Müdürlüğü’nde çalışmak istediğine dair dilekçe yazıp altını imzalayan Hasan Öncü, dilekçesini Milli Eğitim Müdürü’ne verdi.
Hasan Öncü’den aldığı nakil isteme dilekçesini, yanında taşıdığı isimsiz, imzasız şikâyet dilekçesi ile yan yana tutan Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan:
—Arkadaşlar! Bu iki dilekçedeki el yazılarına dikkatlice bakınız. İkisinin arasındaki tıpa tıp benzerliği gözlerinizle görün. Hasan Efendi kabul etse de etmese de bu iki dilekçedeki el yazısı tıpa tıp aynıdır. Bire bir benzerlik var arada. Hem de tartışmasız. Bu da; verilen şikâyet dilekçesinin Hasan Efendi’ye ait olduğunun kanıtıdır. Utanmıyor musun sen? Senin, başkasının hayatıyla oynamaya ne hakkın var. Bu yaptığın düpedüz suçtur. Seni görevden alayım mı? Bunu mu istiyorsun? dedi.
Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan’ın sözlerinden sonra yüzü renkten renge giren Hasan Öncü:
—Siz bana komplo kurdunuz. Madem olayı bu boyuta getirdiniz. Ben üstüme benzin döker kendimi yakarım. Sorumlusu da sizsiniz, dedi.
Hasan Öncü’nün bu sözleri üzerine aynı zamanda subay eşi olan öğretmen Gülek Akarsel:
—Sen gazyağını dök üstüne, kibriti de ben çakarım. Böylece başkasının hayatıyla oynayan bir şerefsiz eksilmiş olur bu toplumdan, dedi.
 
Milli Eğitim Bakanı Sn. Hasan Sağlam Sınıfımda…
12 Ekim 1978 tarihinde göreve başladığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’ndaki yöneticilik görevim yaklaşık üç yıl sürdü. Kendi isteğimle 29 Haziran 1981 tarihinde yöneticilikten istifa ederek aynı okulda öğretmenliğe geri döndüm.
Hasan Öncü gibi kafasında kuyrukları birbirine değmeyen kırk tilkinin dolaştığı insancıklarla uğraşmaktansa; annesinin, babasının: “Eti sizin kemiği bizim” diyerek bana teslim ettiği o masum bebelerin uğruna eriyip yok olmak daha mantıklı gelmişti bana. O masum yavruların hamurunun mimarı olmak zor da olsa haz veriyordu insana. Bundan ötürü yöneticiliği bırakıp öğretmenliğe geri döndüm.
Öğretmenliğe dönüş yaptığım zaman bana birinci sınıf verildi. Onlarla uğraşmak belki biraz zordur ama bir o kadar da zevklidir. Onların içinde saklı olan cevheri bulup açığa çıkarmak, o açığa çıkarılan cevheri işleyip ona şekil vermek mutlulukların en büyüğüdür, öğretmen için. Onlarla gülüp onlarla ağlamak, onlarla oturup onlarla kalkmak tarifi mümkün olmayan bir duygudur.
40 kadardı, sınıfımdaki öğrenci sayısı. Onlarla birlikte durmadan, dinlenmeden çalıştık durduk. Öğretim yılının sömestr tatiline gelindiğinde 3–5 tanesi hariç geriye kalanının tamamı okuma-yazmayı öğrenmişti artık. Güçlükler aşılmış, müşküller çözülmüştü. Onlar okudukça, yazdıkça yüzlerindeki mutluluğu, sevinci görmek haz veriyordu bana. Onlar sevindikçe dünyalar benim oluyordu. Hani Hz. Ali diyor ya: “Her kap içine bir şey konulunca daralır, bilgi kabı ise dolduruldukça genişler”. İşte tıpkı bunun gibi sen bilgi doldurdukça onların o küçücük dimağları genişledikçe genişliyordu. Onlar aldıkça insanın doldurası geliyordu. Çünkü onların aldıklarını hemen hazmetmesi benim işimi kolay kılıyordu.
1982 Mart’ının başlarıydı, okulumuzda hummalı bir çalışma başladığında. Duvarlar, masalar, sıralar yağlı boyalarla boyanıyor, yerler döne döne deterjanlı sularla yıkanıyordu. Milli Eğitim Müdürlüğü’ndeki yetkililerin biri gider, biri gelirdi. Okula karargâh kurmuşlardı adeta.
—Bir nedeni mi vardı bunların? diye sorduğunuzu duyar gibi oluyorum.
—Elbette. Nedensiz bir şey olur mu Türkiye’de?
—Neydi bu neden?
—Bakan geliyordu…
—Hangi bakan?
—Dönemin asker kökenli Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam… 
—Evet… Tunceli, Tunceli olalı ikinci kez bir Milli Eğitim Bakanı görüyordu. Tunceli’nin bu tarihten yaklaşık sekiz yıl önce ilk kez gördüğü Milli Eğitim Bakanı; 1974 yılındaki CHP-MSP Koalisyon Hükümeti’nin Milli Eğitim Bakanı Sn. Mustafa Üstündağ’dı.
Evet… Sn. Hasan Sağlam Tunceli’ye geldiğinde, yaklaşık bir yıl kadar önce tarihe gömülen Tunceli İlköğretmen Okulu yerleşkesine konuşlanan Jandarma Komando Alayı’nı ziyaret edecekmiş. Aynı bahçeyi paylaşmamızdan ötürü orayı ziyaret ederken bizim okula da uğrayacakmış. Telaşımız ondandı.
Nihayet geceli-gündüzlü çalışmalar tamamlanmış ve Sn. Bakan teşrif buyurmuştu ilimize. İlk uğrağı Valilik olmuştu, Sn. Bakan’ın. Valiliğin hemen sonrasında aynı bahçeyi paylaştığımız Jandarma Komando Alayı’nı ziyaret eden Milli Eğitim Bakanı Sn. Hasan Sağlam, beraberindeki erkânla birlikte bir teneffüs vakti okulumuza da uğradı. Hem de günlerce provası yapılan davullu zurnalı karşılama törenine bile fırsat vermeden. Oysa bu karşılama törenini eksiksiz bir şekilde yerine getirmek için günlerce emek harcanmış, prova yapılmıştı. Anlayacağınız o kadar emek harcayan öğrencilerin hevesi kursağında kalmıştı.
Okulumuza teşrifleri bir teneffüs saatine denk gelen Milli Eğitim Bakanı Sn. Hasan Sağlam ve beraberindekiler; öğrencilerimin tamamı henüz sınıfa girmemişken benim sınıfıma alındılar. Sn. Bakanla birlikte, asker kökenli Valimiz Sn. Hakkı Borataş ve Vali Muavinleri Sn. Ali Özel ve Sn. Ayhan Kozağaçlı başta olmak üzere aynı zamanda Tunceli Sıkıyönetim Komutanı da olan Jandarma Alay Komutanı Kurmay Albay Sn. Salih Acarel, İl Jandarma Alay Komutanı Binbaşı Sn. Kazım Baturalp, Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan, Emniyet Müdürü, öteki daire müdürleri, basın mensupları, foto muhabirleri, kameramanlar ve uzun menzilli silahlarla donatılmış koruma görevlileri de sınıfımıza gelmişlerdi.
Sınıf gereğinden fazla kalabalıktı. Adım atılacak yer kalmamıştı. Herkes sıkış sıkış olmuştu.
Kalabalıkta güçlükle kendilerine ulaştığım Sn. Bakan’a:
—Hoş geldiniz Sn. Bakanım, deyip kendimi tanıttım.
Ardından Sn. Bakanı öğrencilerimle baş başa bırakarak bir kenara çekildim.
Başına geçtiği karatahtaya kendi adını ve soyadını yazan Sn. Bakan, öğrencilerden birini kaldırarak:
—Tahtadaki yazıyı okuyabilir misin? dedi.
Öğrenci:
—Okurum, dedi.
—Oku bakalım, dedi Sn. Bakan.
Öğrenci:
—Hasan Sağlam, dedi.
Sn. Bakan:
—Hasan Sağlam’ı tanıyor musun? diye sordu.
Öğrenci:
—Tanırım efendim, dedi.
—Kimdir? dedi Sn. Bakan.
 Sağ elinin işaret parmağını kendisine doğru uzatan öğrenci:
—Sensin öğretmenim… dedi.
Sınıfta gülüşmeler…
—Aferin… deyip öğrenciyi alnından öptü.
Ardından öğrencilerden kimine kitaptan parça okutarak, kimine cümleler yazdırarak, kimine işlemler yaptırarak ama daha çok Atatürk’ün yaşamına, ilke ve inkılâplarına ve cumhuriyete ilişkin sorular sorarak onları yoklamaya çalıştı.
Kulakları Sn. Bakan’ın sorularında, gözleri koruma ordusunun ellerindeki uzun menzilli silahlarda olan öğrenciler, verdikleri eksiksiz yanıtlarla Sn. Bakan’ı etkilemeyi başardılar. Art arda patlayan flaşların göz kamaştırıcı ışıkları altında ve silahların gölgesinde sorulan soruları yanıtlayan öğrencilerden aldığı doğru yanıtlar karşısında memnuniyetini gizlemeyen Sn. Bakan:
—Öğrencileriniz çok iyi Sn. Hocam. Onlara verdiğiniz emekten ötürü sizi kutluyorum deyip beni tebrik ettikten sonra sınıfımdan ayrıldı.
Valilikte düzenlenen brifingin ardından da Tunceli’den ayrılan Sn. Bakanı yolcu eden Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan da beni telefonla arayarak kutladı.
Sn. Bakanın ilimizden ayrılışının üzerinden yaklaşık bir buçuk aylık bir zaman geçmişti. Tunceli Milli Eğitim Müdürlüğü, muhterem dostum, değerli eğitimci Sn. Mazlum Kaya’dan boşalan Tunceli Merkez İlköğretim Müdürlüğü’ne atama yapmak üzere bir yazılı duyuru göndermişti, il dâhilindeki tüm ilkokul müdürlüklerine. İsteklilerin başvuruda bulunmaları için.
Başvuru için verilen sürenin iki gün sonrasında sınıfımda ders işlerken, sınıfıma gelen Müdür Yardımcısı Ali Cançöte, yaptığı el işaretiyle telefonda çağrıldığımı söyledi bana.
Vardım telefonun başına. Aldım ahizeyi elime:
—Alo… diye seslendim.
—İyi günler Mehmet Bey. Ben, Cafer Birkan dedi.
—İyi günler Sn Müdürüm. Hoş geldiniz (Danışma Meclisi üyeliğine müracaatta bulunmak üzere gittiği Ankara’dan yeni dönmüştü) dedim.
—Hoş bulduk hocam… Bir şey soracaktım, dedi.
—Buyurun sorun Sn. Müdürüm, dedim.
—Merkez İlköğretim Müdürlüğü için müracaatta bulundunuz mu?
—Hayır…
—Neden?
—Ben, yönetici değil öğretmen olarak çalışmak istiyorum. Onun için…
—Ben sizin gibi düşünmüyorum ama. Sizin yönetici olarak çalışmanızdan yanayım…
—Teşekkür ederim efendim. Ama ben…
—Kesinlikle itiraz istemiyorum. Hemen dilekçenizi yazıp getirin bana…
—Efendim, ben, istesem bile müracaatta bulunamam…
—Neden?
—Müracaat süresi iki gün önce sona erdi…
—Ben, Vali Muavini Ayhan Kozağaçlı Beyefendi’yle görüşür durumu iletirim kendilerine. Dilekçenizin geçmiş tarihle havale edilmesini sağlarım. Siz dilekçenizi Ayhan Kozağaçlı Beyefendi’ye götürün. Gerisine karışmayın, dedi.
—Siz nasıl uygun görürseniz…
—Bekliyorum…
—Tamam efendim…
—İyi günler…
—İyi günler efendim…
Ders çıkışında İlköğretim Müdürlüğü’nden alarak doldurduğum form dilekçeyi, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne havale etmesi için Vali Muavini Sn. Ayhan Kozağaçlı’ya götürdüm. Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan tarafından önceden haberdar edilen Vali Muavini Sn. Ayhan Kozağaçlı tarafından geçmiş tarihle havale edilen başvuru dilekçemi, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne götürerek Sn. Cafer Birkan’ın kendilerine elden verdim.
Tabi Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan’ın benden yana tavır koyması tek başına yeterli değildi, o zamanki Atama Yönetmeliği’ne göre. Müracaatta bulunan öğretmenler arasında puanlama yapılması gerekiyordu. Müracaatta bulunan öğretmenlerin daha önceki çalışmalarıyla ilişkili olan puanlama neticesinde ilk üç kişi arasında yer alabilirsem Milli Eğitim Müdürü’nün benden yana tercih belirlemesi mümkün olabilirdi. Aksi takdirde Milli Eğitim Müdürü’nün benden yana tercih kullanması olanaklı değildi.
Neticede müracaatların tamamı değerlendirmeye tabi tutulur. Puanlar bir bir belirlenir ve en yüksek puan alan üç kişinin ismi saptanır. Bu ilk üç arasında yer alanlardan biri de ben olurum. Benim ilk üç arasında yer almam, beni müracaatta bulunmaya zorlayan Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan’ın işini kolaylaştırır. Tercihini benden yana kullanan Milli Eğitim Müdürü, hazırlattığı Atama Kararnamesi’ni onay için Valiliğe gönderir. Ancak kararname, Valilikten onay almadan Milli Eğitim Müdürlüğü’ne geri gönderilir.
Bilindiği üzere dönem, askeri cunta dönemi. Gerçeği yansıtmasa da, gerçeği yansıtmadığı için takipsizlik kararı verilse de yaklaşık bir yıl önce yardımcı hizmetler kadrosunda Milli Eğitim Müdürlüğü’ne nakledilen okulumuz hizmetlilerinden Hasan Öncü tarafından aleyhime verilen şikâyet dilekçesi duruyordu ortada. Böyle bir şikâyet söz konusu iken MİT ve Sıkıyönetim Komutanlığı gibi ilin önde gelen iki kurumunun onay vermesini beklemek gaflet olur. Bu şikâyet dilekçesinden ötürü atamamın yapılmadığını, daha sonradan Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişliği’ne atanan Tunceli eski Milli Eğitim Müdürü Sn. Cafer Birkan’dan öğreniyorum.
 
Kastamonu’ya Sürülüyorum…
Ekim 1982 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı’ndan: “Görülen Lüzum Üzerine” gerekçeli iki ayrı sürgün kararnamesi geldi, öğretmen olarak çalıştığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’na. Kararnamelerin ikisi de bana aitti. Sadece beş gün vardı, iki kararnamenin çıkış tarihleri arasında. Biri 13 Eylül 1982, öteki 18 Eylül 1982 tarihli olmak üzere beş gün arayla; “Görülen Lüzum Üzerine” gerekçesiyle iki ayrı ile atamışlardı beni. Belki yılda bir-iki kez sürgün edilen olmuştur. Ancak böylesi hiç görülmemiştir, Cumhuriyet tarihinde. Böylece bir “ilk”e imza atıyorum. Gines’e konu olabilecek, bir rekordur bu.
Sonradan edindiğim bilgiye göre rekor kıracak olan bu iki atamanın, biri Tunceli Sıkıyönetim Komutanlığı’nın, öteki de MİT’in önerisi üzerine gerçekleştirilmiştir.
Evet, ben iki ayrı ile atanmıştım. Milli Eğitim Bakanlığı’nın 13 Eylül 1982 tarihli Atama Kararnamesi’yle Kastamonu’ya; 18 Eylül 1982 tarihli Atama Kararnamesi’yle de Ordu’ya atanmıştım.
Ne garip değil mi, beş gün arayla iki ayrı ile atanmak? Bedenimin bir yarısını bir ile, öteki yarısını da ayrı bir ile göndermeyi düşünüyorlardı herhalde. Daha doğru bir ifadeyle başımı bedenimden ayırmayı… Aradan uzun bir zaman geçse mantık kabul eder belki. Ama arada sadece beş gün var. Beş gün arayla yapılması ister istemez düşündürüyor insanı. Bu ne demektir bilir misiniz? Bu, kimsenin kimseden haberdar olmadığının, o makamın koltuklarını işgal edenlerin ehil insanlar olmadığının bir kanıtı değil mi sizce?
—Peki, bu kadar lakayt bir yönetim, bu denli laçka bir bakanlık olur mu?
—Söz konusu ülke Türkiye ise neden olmasın ki?
Günün birinde ünü, ülke sınırlarını aşan büyük üstat Aziz Nesin’inle tanışmak, onunla görüşüp konuşmak, kendisinden ilham almak isteyen bir Alman yazar, gelir Türkiye’ye.
Bu Alman yazar, Aziz Nesin’le tanıştığı ilk zamanlar ona hep “üstat” diye hitap edermiş. Aradan bir zaman geçtikten sonra “üstat” demekten vazgeçen Alman yazar, bu kez de “Aziz Bey” diye hitap etmeye başlar, ünlü yazara. Günün birinde bu hitaptan da vaz geçen Alman yazar, bu kez sadece “Aziz” diye hitap eder, Aziz Nesin’e.
Bunun farkında olan büyük üstat Aziz Nesin, aradan zaman geçtikçe kendisine farklı unvanlarla hitap eden Alman yazara:
—Ben bir tuhaflık görüyorum sizde, der.
—Nasıl bir tuhaflık? diye sorar Alman yazar.
Büyük üstat Aziz Nesin:
—Yahu sen önceleri hep “üstat” diye hitap ederdin bana. Aradan bir zaman geçince bu hitabından vazgeçtin ve bana “Aziz Bey” diye hitap etmeye başladın. Şimdi de “Aziz” diye hitap ediyorsun bana. Bunun nedenini öğrenebilir miyim? der.
Alman yazar:
—Beyefendi, ben, önceleri böyle büyük bir yazar olmanın kerametinin sizde olduğunu zannederdim. Bunun içindir ki sizinle tanışmak, görüşüp konuşmak ve sizden ilham almak için ta Almanya’dan kalkıp buralara geldim. Uzun zamandan beridir de buradayım. Ama burada yaşamaya başlayınca gördüm ki siz, sadece gördüklerinizi yazıyorsunuz. Yani sizin, yapıtlarınızda ele aldığınız “güldürürken düşündüren” o garipliklerin kaynağının, sizin üstün dehanız olduğunu sanıyordum. Oysa burada yaşadıkça gördüm ki o garipliklerin kaynağı, sizin edebî dehanız değil, ülkenizdir. Çünkü ülkenizde o kadar çok gariplik yaşanıyor ki bunların tamamını sizin bile dile getirmekte yetersiz kaldığınızı görüyorum, der.
Bu beyefendinin Aziz Nesin için söylediklerine katılmak ne kadar abesle iştigal ise, ülkemiz için söylediklerine katılmamak da o kadar abesle iştigaldir.
Eğer onun Aziz Nesin için söyledikleri doğru olsaydı, o zaman ülkedeki tüm yazarların birer Aziz Nesin olması gerekirdi. Ama yaşanan o kadar garipliklere rağmen ülkemizde sadece bir tane Aziz Nesin var. Bu da, Alman yazarın, Aziz Nesin hakkında söylediklerinin doğru olmadığını gösteriyor.
Biz öyle duyarsız bir toplumuz ki yaşanan garipliklere, çevrilen dolaplara kızmadığımız, hatta alkışladığımız halde o gariplikleri yazanlara da hakaret ediyoruz, saldırıyoruz hatta öldürüyoruz. Yazarlarımızın büyük bölümü, güneşi balçıkla sıvamaya çalışırlarken, Aziz Nesin; “Kral Çıplaktır” diyor. Aziz Nesin’i Aziz Nesin yapan da onun bu korkusuzluğu, bu cesareti değil mi? Gerçeği yazmaktan, söylemekten korkmak bir yana tam tersine üstüne üstüne gidiyordu, Aziz Nesin. Aziz Nesin demek; gördüğü, duyduğu gariplikleri korkusuzca kaleme almak, dile getirmek demektir. Bütün gerçekler gün gibi ortada dururken, kimilerine yaranmak, hoş görünmek, suya sabuna dokunmamak adına yaşadığı, gördüğü, duyduğu gariplikleri, haksızlıkları, yolsuzlukları görmezden gelip üstünü küllemeyi görev sayan yazarları Aziz Nesin’le aynı kefeye koymak, Aziz Nesin’e yapılacak en büyük haksızlıktır.
Aziz Nesin’lik bir ülkede yaşayan hemen herkesin başına çeşitli garipliklerin gelmesi son derece doğaldır. Eh! Böyle bir ülkede yaşadığıma göre yadsınacak bir yanı yoktur, beş gün arayla iki ayrı vilayete sürgün edilmemin.
Ekim 1982’nin ikinci yarısıydı, art arda iki ayrı sürgün kararnamesi okula geldiğinde. Biri Kastamonu’ya, öteki Ordu’ya gitmemi isteyen iki ayrı sürgün kararnamesi duruyordu ortada. Hangisini imzalayıp, hangisini imzalamayacağımı bilen yoktu. Kara kara düşünüyorlardı yöneticiler. Sonunda Bakanlıktan görüş istenmesine karar verildi. Ama ne fark eder öyle ya da böyle Tunceli’den gitmeme karar verilmişti. Yani idamıma karar verilmişti bir kere. Geri dönüşü olmazdı bu işin. Tunceli’den ya sürülecektim, ya sürülecektim…
Onlar, bunu yapmakla beni ve benim gibi düşünenleri sindireceklerini, yıldıracaklarını ve bu yolla zulme boyun eğdireceklerini sanıyorlardı. Ama yanılıyorlardı. Unuttukları, hesaba katmadıkları bir şey vardı, bu beylerin. Bilmiyorlardı ki Tunceli’deki emekçi halka ve onların gariban çocuklarına hizmet veren Mehmet Korkmazlar, aynı hizmeti bu kez de Kastamonu’daki ya da Ordu’daki halka ve onların çocuklarına vereceğini… Mehmet Korkmazlar için görev aynı görev,  hizmet aynı hizmet, halk aynı emekçi halk olduğuna göre mekânın Tunceli, Kastamonu ya da Ordu olmasının hiçbir şey değiştirmeyeceğini hesaplayamamışlardı anlaşılan.
Tunceli’deki görevimin sona ermesi demek, bir başka yerde, bir başka ortamda yeniden göreve başlamam demekti. Ancak aynı anda iki ayrı yerde görev yapmam mümkün olmayacağına göre bu iki ilden her hangi birinde göreve başlamam gerekirdi. Bu ister Kastamonu olsun, ister Ordu… Hiç fark etmezdi benim için. Ama bu ikisi arasında tercih yapma hakkını bile bana vermediler. Kastamonu’ya gitmemi emir buyurdular, fermanıma imza atanlar… Bunun üzerine Kastamonu-Araç ilçesi Recepbey Köyü İlkokulu’nda göreve başlamak üzere 1 Kasım 1982 tarihinde, 13 Eylül 1982 tarihli Atama Kararnamesi’ni imzalayarak dört yıldan beri öğretmen ve yönetici olarak görev yaptığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’ndan ayrıldım.
 16 Kasım 1982 tarihinde göreve başladığım Kastamonu-Araç ilçesi Recepbey Köyü İlkokulu, tek öğretmenli olup merkezden uzak bir noktada bulunuyordu. Büyük çocuğum olan kızım Zeynep Enhar, ortaokul öğrencisiydi, Recepbey Köyü İlkokulu’na atandığımda. Kızım ortaokul öğrencisi olmasına rağmen, atandığım Kastamonu-Araç-Recepbey Köyü’nde ortaokul bulunmamasından ve ortaokulu bulunan merkezlerden çok uzak bir noktada bulunmasından ötürü ailemi ikamet etmekte olduğum Tunceli merkezde bırakarak tek başıma düştüm yollara.
Kastamonu’ya vardığımda ortaokulda okuyan kızımın öğreniminin idamesi için ortaokulu bulunan bir yere, ya da ortaokulu bulunan bir merkeze yakın bir yere atanmam için Kastamonu Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bir dilekçe verdim.
Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne dilekçe verdikten sonra 16 Kasım 1982 tarihinde Kastamonu’dan Araç ilçesine geçtim. İlçeye gittiğimde ilk uğradığım kişi, aslen Tuncelili olup Kastamonu Nüfus Müdürlüğü yapan Sadık Koçer’in selamını götürdüğüm Araç Nüfus Müdürü Nihat Kütükoğlu oldu. Kendisi, atandığım Recepbey Köyü’ne komşu Karcılar Köyü’nden olan Nihat Kütükoğlu ile Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne uğrayıp göreve başladıktan sonra köyümün bağlı olduğu İğdir bucağına gittik. Araç-Karabük karayolu güzergâhında bulunan İğdir’de, birlikte gittiğimiz Nihat Kütükoğlu’nun aracılığıyla Kara Bayram lakaplı Recepbeyli Bayram Bekoğlu ile tanıştım. Arazili araçların dışında dolmuş, minibüs, midibüs vb. hiçbir aracın bulunmadığı İğdir’den köylere yolcu taşımacılığı yaptığı arazili bir cipi varmış Kara Bayram’ın.
İğdir’e vardığımızda gün, akşam olmak üzereydi. Ben, yiyecek bir şeyler aldıktan sonra yanımda götürdüğüm valizlerle birlikte Kara Bayram’ın arazili cipine binerek köye doğru yol almaya başlarken, birlikte İğdir’e gittiğimiz Araç Nüfus Müdürü Nihat Kütükoğlu da ilçeye geri döndü.
Yaklaşık yarım saat süren yolculuğumuz süresince cip, hep yukarı yukarı tırmandı. Harikulade bir manzaranın içinden geçen kısa bir yolculuğun sonrasında nihayet vardık, Recepbey köyüne. Güzel Anadolu’nun kuş konmaz, kervan geçmez on binlerce köyünden biriydi, yeşilin bütün tonlarıyla bezenmiş bir renk cümbüşünün tam ortasında yer alan Recepbey. Çam, köknar, kayın, gürgen ve ladin ağaçlarının süslediği dağın kuzey yamacına sırtını dayayan Recepbey, ta yücelerden bakardı, İğdir Ovası’nda yer alan onlarca köye. Havası hoş, doğası harikaydı Recepbey’in. Buz gibiydi, çamların arasında adım başı fokurdayarak akan pınarlarının suları. Tatlı dilli, hoş sohbetti insanları. Doyum olmazdı, içi kan ağlarken bile yüzünde gülümseme eksik olmayan insanına. Herkes ayrı bir dünya kurmuştu, kendisine. Dünyaya açtıkları küçük pencerelerinden umut ışıkları, yüreklerinden sevgi, gözlerinden parıltılar, yüzlerinden gülücükler eksilmezdi Recepbeyli’nin. Anlayacağınız merkeze ve merkezi yerlere belki uzaklardı, ama insana ve insanlığa çok yakınlardı, Recepbeyli’ler.
Muhteşem bir doğanın arasında kıvrılarak hep yukarı doğru tırmanan güzel bir yolda arazili ciple yaptığımız yolculuğun ardından Recepbey’e varınca Kara Bayram, elini kornasından kaldırmadığı cipini, doğruca muhtarın kapısının önüne sürdü. Kara Bayram’la ikimiz indik cipten aşağı. Köyün tüm evleri gibi muhtarın evi de ahşaptan yapılma, iki katlı, kiremit çatılı bir binaydı.
Kara Bayram:
—Mıstııık… diye seslendi aşağıdan yukarıya.
Açtığı pencereden başını dışarı çıkaran genç adam:
—Ne var yine Kara Bayram, diye yanıt verdi.
—Bak kimi getirdim sana…
—Kimmiş getirdiğin?
—Muallimi getirdim oğlum muallimi, dedi Kara Bayram.
—Eyi etmişsin Kara Bayram. Sağol. Hemen aşağı iniyorum dedi, Muhtar Mıstık.
Birkaç dakika sonra aşağı inip yanımıza gelen Muhtar Mıstık:
—Hoş geldin… Safalar getirdin… A benim gözel hocam diyerek tüm içtenliğiyle sarıldı bana, kırk yıllık dost gibi.
—Hoş bulduk sayın muhtarım. Ben, öğretmen Mehmet Korkmaz diyerek tanıttım kendimi.
—Ben de muhtar Mustafa Bekoğlu, dedi.
—Memnun oldum, dedim.
—Ben de…
Eve çıkıp okulun anahtarlarını alan Muhtar Mıstık’ı da yanımıza alarak vardık okulun bahçe kapısına. Çevresi “germeç” adı verilen çam ağacı yarmalarıyla çevrili okul bahçesi, yem yeşil çimenlerle kaplıydı. Kara Bayram tarafından cipten indirilen valizleri, yatağı ve yiyecek kolilerini hep birlikte lojmana yerleştirdikten sonra muhtarın evine döndük.
Köylerine atanan yeni öğretmenin köye geldiğini haber alan köylüler, doluşmaya başladı Muhtar Mıstık’ın evine. Sağ ellerini, göğüslerinin sol üst kısmına koyup yarı beline kadar eğilen köylüler:
—Hoş geldiniz… Safalar getirdiniz… deyip bağırlarına bastılar beni.
 
Sen Neymişsin Be Hasan Hüseyin…
Sürgün olarak gönderildiğim Kastamonu-Araç-Recepbey Köyü İlkokulu’nda göreve başlayalı yaklaşık altı ay olmuştu. Kastamonu’da göreve başlarken atamamın, ortaokulda okuyan kızımın öğreniminin idamesi için ortaokulu bulunan bir merkeze ya da ortaokulu bulunan bir merkeze yakın bir yere yapılması için dilekçe vermiştim. Ancak aradan altı ay geçmesine rağmen ne atamam yapılmış, ne de dilekçemin akıbeti hakkında bana bilgi verilmişti. Ailem parçalanmış durumdaydı. Ben, Kastamonu’da dağ başındaki bir köyde, eşim ve çocuklarım da Tunceli merkezde sefalete mahkûm edilmiştik. Bir şey yapamamanın çaresizliği içinde kıvranıp duruyordum. Bir başınaydım Recepbey’de. Çocuklarımın hasreti tütüyordu gözlerimde. Firak sinemi dağlıyordu.
—Suçum neydi peki? Masum insanları mı kurşuna dizmiştim? Yoksa banka soyarak ülkeyi mi dolandırmıştım, kendileri gibi?
—Hayır, bunların hiç birini yapmamıştım. Eğer bunları yapmış olsaydım, ya da bunları yapanların yanında yer almış olsaydım beni yerimden yurdumdan etmezlerdi, el üstünde tutarlardı zaten.
—Peki, suçum yok muydu?
—Vardı elbette…
—Neydi suçum?
—Kendilerinden olmadığım, kendileri gibi düşünmediğim için sürmüşlerdi beni. Hem de “Görülen Lüzum Üzerine” bahanesine sığınarak. Yani sol düşünceye sahip olmak, güneşe karşı çiş etmekti benim tek suçum. Bu, onlar için en büyük suçtu.
—Hadi ben güneşe karşı çiş ettiğim için beni kurban seçtiniz diyelim. Ya çocuklarımdan ne istediniz? Onların suçu neydi? Neden ayırdınız onları benden? Yoksa onlar da mı güneşe karşı çiş etmişlerdi?
Keyfilikler yüzünden ben, dağ başında bulunan bir köyde yarı aç, yarı tok yatarken, kurumuş, küflenmiş bir haftalık ekmeğe talim ederken, maddi ve manevi güçlükler çekerek zor koşullar altında yaşam sürdürmeye çalışırken, benden ötürü cezalandırılan çocuklarım da Tunceli’de aynı güçlükleri yaşamaya duçar edilmişlerdi.
Nisan 1983 başlarında, Mersin’de ikamet eden baldızımdan bir mektup geldi bana. Ankara’ya gitmemi istiyordu benden. Ankara Trafik Şube Müdürlüğü’nde komiser olarak görev yapan Filiz adındaki liseden arkadaşından il dışı atama konusunda bana yardımcı olması için ricada bulunmuş. O da yardımcı olabileceğini söylemiş, kendisine. Bundan ötürü baldızım, Ankara’ya Filiz Hanım’ın yanına gitmemi istiyordu.
“Umut, fakirin ekmeğidir” derler ya… Ben de ufukta beliren bu umuda doğru yola çıktım. Sonu hüsranla bitse de önüme çıkan her fırsattan yararlanmaya çalışıyorum. Baldızımdan gelen mektup üzerine hiç zaman yitirmeden hemen ilçeye gidip izin aldıktan sonra ilk otobüsle Ankara’ya gittim. Otobüsten iner inmez hemen Ankara eski Şehirlerarası Otogarı civarında yer alan Ankara Trafik Şube Müdürlüğü’ne gittim.
Danışmadan, çalıştığı büroyu öğrenerek odasına gittiğim Filiz Hanım’la tanıştım.
—Hoş geldiniz, deyip yer gösterdi bana.
Teşekkür ederek oturdum gösterilen yere. Hal-hatır sorup hasbi hal olduk. Çay sigara ikramında bulundu. Ben ikram edilen çayı içerken, Filiz Hanım:
—İzninizle bir yere uğrayıp geleceğim dedi.
—Siz buyurun işinize bakın, dedim.
Yanımdan ayrıldıktan kısa süre sonra elinde bir kartvizitle odasına geri dönen Filiz Hanım:
—Hocam bu kartviziti Kastamonu Emniyet Müdürü’ne götürün. Kart, üstünde ismi de yazılı olduğu üzere Ankara Trafik Şube Müdürü’müz Hasan Hüseyin Bey’e aittir. Van’da birlikte çalıştıkları için yakinen tanışırlar kendileri. O, il dışı nakil isteme dilekçenizi Bakanlığa gönderme konusunda size yardımcı olacaktır. Dilekçeniz, Bakanlığa gelir gelmez de Hasan Hüseyin Bey devreye girip gerekeni yapacaktır, dedi.
Kendilerine teşekkür ederek odasından ayrıldığım Filiz Hanım tarafından bana verilen ve ön yüzünde Hasan Hüseyin Bey’in adı, görevi ve telefonlarının yazılı bulunduğu kartvizitin arka yüzünde de: “Sayın müdürüm, bu kartı getiren hocamızın sorunuyla yakından ilgileneceğinizi umar, saygılar sunarım” ibaresi yer alıyordu.
Kartviziti alır almaz hemen otogara giderek ilk otobüsle Kastamonu’ya geçtim. Oradan Emniyet müdürlüğüne gittim. Müdür Bey’in kendisi valilikte toplantıda olduğu için yoktu makamında. Alındığım bekleme salonunda bir süre oturduktan sonra içeri giren polis memuru:
-Müdür Bey geldiler efendim, dedi.
Hemen kalkıp Müdür Bey’in makamına gittim. Kendimi tanıttım. Sonra Ankara’dan getirdiğim kartviziti verdim kendisine.
-Buyurun, oturun diyerek yer gösterdi bana.
Oturdum gösterilen yere.
-Hoş geldiniz hocam, dedi.
-Hoş bulduk efendim, dedim.
Kendisine verdiğim kartvizitin arka yüzündeki: “Sayın müdürüm, bu kartı getiren hocamızın sorunuyla yakından ilgileneceğinizi umar, saygılar sunarım” ibareyi okuyan Müdür Bey:
-Sorununuz nedir hocam, nasıl yardımcı olabilirim size? dedi.
-Efendim ben, yaklaşık altı ay kadar önce Tunceli’den buraya sürgün geldim….
-Tuncelili misiniz?
-Evet efendim.
- Buyurun devam edin…
-Halen Araç ilçesi Recepbey Köyü İlkokulu’nda görev yapıyorum. Çocuklarım Tunceli’de ben buradayım. Ailem parçalanmış durumda dedim.
-Çocuklarınızı neden getirmediniz?
-Kızım ortaokul öğrencisi. Bulunduğum köyde de ortaokul yok. Onun öğrenimini kesintiye uğratmamak için eşimi ve çocuklarımı orada bırakmak zorunda kaldım.
-Zorunluluktan yani?
-Evet efendim.
-Milli Eğitim Müdürü’nün bu durumdan haberi var mı?
-Var efendim. Gerekli belgelerin de ekli olduğu bir dilekçe vererek atamamın ortaokulu bulunan bir yapılması talebinde bulundum.
-Ne diyor?
-Olmaz, diyor.
-Neden olmazmış?
-Tunceliliyim diye…
-Olur mu öyle şey?
-Yüzüme karşı söyledi efendim…
-Ne söylüyor?
-“Hem Tuncelilisiniz, hem sürgün gelmişsiniz hem de benden tayin istiyorsunuz. Bu olmaz, diyor.” dedim.
-Peki, ben, size nasıl yardımcı olabilirim?
-Efendim il dışı nakil dilekçemi Bakanlığa gönderilmesi hususunda zat-ı âlinizin yardımına ihtiyacım var. Bu konuda bana yardımcı olursanız minnettar kalırım, dedim.
-Peki diyelim ki ben burada yardımcı oldum, dilekçenizi bakanlığa gönderdim. Orada kim size yardımcı olacak?
-Hasan Hüseyin Bey ilgilenecek efendim.
-Hasan Hüseyin Bey’i nerden tanıyorsunuz?
-Ben, kendilerini tanımıyorum efendim.
-Bu kartı nasıl aldınız?
-Efendim baldızımın liseden bir sınıf arkadaşı olan bir komiser var Ankara Trafik Şube Müdürlüğü’nde. Kartı onun aracılığıyla aldım, dedim.
-Hocam yanlış söylüyorsam bağışlayın beni. Anladığım kadarıyla siz hem Alevi hem de solcusunuz. Yanılmıyorum değil mi?
-Söyledikleriniz doğrudur efendim.
-Hasan Hüseyin Bey ile belki hemşeri sayılabilirsiniz. Malatyalıdır kendisi. Ancak bunun dışında ortak bir yanınızın olduğunu sanmıyorum. Çünkü Hasan Hüseyin Sünni’dir…
-Benim için Sünni ya da Alevi olmasından ziyade insan olması önemlidir, dedim.
-Ama bir tek bu değil ki, düşünce yapınız da taban tabana zıt. Hasan Hüseyin sağcı siz solcusunuz. Ben yardımcı olup dilekçenizi bakanlığa göndertsem bile Hasan Hüseyin’in Ankara’da size yardımcı olacağınızı hiç sanmıyorum, dedi.
-Neden efendim?
-Nedeni çok basit. Benim bildiğim ve tanıdığım Hasan Hüseyin sizin Tuncelili ve sol görüşlü olduğunuzu öğrenirse yarardan çok zararı dokunur size. Kastamonu’dan daha kötü bir yere –mesela bir Çankırı, bir Yozgat, bir Çorum Kastamonu’dan daha iyi değil herhalde- atayabilir sizi. Ama buna rağmen hâlâ istiyorsanız ben yardımcı olmaya çalışırım, dedi.
-O zaman bu işin peşine düşmenin hiçbir anlamı yoktur efendim. Anlamı olmayan bir şey için çaba harcamak da akıl kârı değil, dedim.
-Karar sizindir.
-Bana zaman ayırdığınız için teşekkür ederim zat-ı âlinize. Ben izninizi istirham edeyim…
-Güle güle hocam…
 
Bayram Benim Neyime
Ölüm kadar olmasa da yaşamın soğuk yüzlerinden biridir ayrılık. Ama başa gelince soğuk da olsa yaşamak zorunda kalıyor insan. Acılarını gömersin içine sonra bir gülümseme maskesi asarsın yüzüne. Herkes seni mutlu zanneder. Oysa içine gömdüğün o acılar depreştikçe sen kıvranırsın usul usul. Yakar o acıların kor ateşi yüreğini. Tutuşur yüreğin, yangın yerine dönüşür. Sen o yangını içine akıttığın gözyaşlarınla söndürmeye çalışırsın. Bir karanlık sarar ruhunu. Sen, senin ruhunu saran o karanlıktan kurtuluş yollarını aramaya başlarsın. Güneşe sarılmak istersin. Ama sen güneşe sarılmak istedikçe zifiri karanlıklar sarar bedenini. Yüzünü güldürmeye çabaladıkça farkında olmadan kalbini ağlatırsın hep. Hani Fransız yazar Montaigne; “Papatyalara koşarken ezilen çiçeklerin farkına varamıyoruz” diyor ya. İşte tıpkı onun gibi bir şey. Bir şeyi elde etmek için neleri kaybettiğinin farkında değil insanoğlu.
Acımasızdır yaşam. Sert kayalarla haşin dalgalar arasında parçalamaya mahkûm eder seni. Ellerine kelepçe, ayaklarına pranga takar senin. Pembelerle donanmış ruhundaki hayalî mutlu dünyanı esarete mahkûm eder. Düş kuramazsın, umut besleyemezsin yarınlara dair. Acılar denizi senin tek adresin olur. Sen orada mutsuz bir kaptan olursun ancak. Tıpkı benim gibi.
Sürgün gittiğim Kastamonu-Araç-Recepbey Köyü İlkokulu’nda üçüncü yılımı çalışıyorum. Tek başınayım orada. Çocuklarım Tunceli’de ben Kastamonu’da duçar edilmişiz ayrılığa. Onlarla birlikte yaşamın sert kayaları ile hırçın denizin haşin dalgaları arasında parçalanmaya mahkûm edilmişiz. Şimdi edebiyat öğretmeni olan büyük çocuğum ortaokul talebesiydi o zamanlar. Bulunduğum yerde ortaokul olmadığı için bir türlü aldıramıyorum yanıma çocuklarımı. Ayrı ayrı diyarlarda yaşıyorduk. Onlar sılada ben gurbet elde. Onlar bana hasret ben onlara… Bayramlarda seyranlarda ancak görüşüp hasret giderebiliyoruz. Hatta kimi zaman o bile mümkün olmuyordu. Çünkü mali sıkıntılar içinde kıvranıyordum. Maaşım, tek gelirimizdi. O da yetmiyordu bize. Böyle olunca da bayramla seyranla pek işimiz olmazdı bizim…
Gittikçe yaklaşan bir dinsel bayram nedeniyle dokuz günlük bir bayram tatili vardı gündemde. Bu tatilin gelmesini dört gözle bekleyenler bu tatili nerede ve nasıl geçireceklerinin hayallerini kurarken ben kara kara düşünmekten öte bir şey yapamıyordum. Tatil istemeyen bir insan olur mu hiç? Ben istemiyordum. Çünkü dokuz günlük uzun bir tatili çocuklarımdan uzak tek başıma nasıl geçireceğimi düşünmek azap veriyordu bana. Yakıyordu içimi. Yangın yerine çeviriyordu kora dönüşen yüreğimi. Sevinemiyorum tatilin gelişine. Sevinmek bir yana üzülüyorum. Üzüntüden kahroluyordum. Çünkü dokuz günlük uzun bir tatilde dahi Tunceli’deki çocuklarımı ziyarete gidemiyordum. Çünkü ne onlara küçücük bir hediye bile alacak kadar para var cebimde. Ne de onların yüzüne bakabilecek direnci bulabiliyordum kendimde. Yitip yok olmuştu umutlarım. Düşlerimin güneşi geleceğin kör ufkunda sönüp kaybolmuştu. Kara bir perde çekilmişti yaşamla aramıza. Bir sonraki bahara kalmıştı benim gibilerinin ekmeği olan umut.
Eli boş nasıl gidebilirdim çocuklarımın yanına. Hangi yüzle çıkabilirdim onların karşısına. Onlarla kucaklaşmak, koklaşmak, onları bağrıma basmak arzuların en büyüğüydü benim için. Ama onların karşısına eli boş çıkmak azap veriyordu bana. Bu azabı hem yaşatmamak hem de yaşamamak adına kelepçe vurdum arzularıma, gem taktım duygularıma, dizginledim sevincimi. Çünkü mecburdum bunları yapmaya. İşte bundan ötürü karar verdim bayramda hiçbir yere gitmemeye.
Peki, çocuklarıma küçük birer hediye alabilecek kadar bir para bulamaz mıydım birilerinden? Bulunurdu elbet. Hem de istediğimden daha fazlasını bulabilirdim. Sorun bulmakta değil, geri ödemekteydi. Çünkü birilerinden borç alacağım parayı geri ödemekte zorlanacaktım. Kendimi zaten gereğinden fazla sıkıyordum. Daha çok sıkıntıya girmek ve çocuklarımın boğazından daha fazla kısmak istemiyordum. Çocuklarıma harcadığım para miktarı zaten kısıtlıydı. Onu daha da kısmaya gönlüm razı olmadı. Geri ödemekte zorluk çekeceğim bir parayı almanın hiçbir anlamı yoktu. İşte bu nedenle kimselerden borç para almak istemedim.
Nihayet beklenen gün gelmişti. Dokuz günlük bayram tatilinin arifesinde herkes sevdiklerine kavuşmak için yollara düşerken ben efkâr dağıtmak adına Kastamonu-Karabük karayolu güzergâhında bulunan İğdir kasabasına gitmek üzere yola çıktım. Orada biraz oyalanıp ferahladıktan sonra akşamüzeri köyüme dönecektim. Yürüyorum ağır ağır adımlarla kasabaya doğru. ‘Keşke şimdi sılaya doğru yol alan bir otobüsün içinde olsaydım’ diyorum içimden. ‘Keşke kasaba yerine evime, çocuklarımın yanına gidebilseydim’ diyorum.
Bir ahhh çekiyorum ki derinden.
Ciğerlerim sökülüp geliyor yerinden.
Çakıllarla kaplı, dikenlerle bezeli bir yola benzeyen yaşamda çıyanların, engereklerin, akreplerin hepsi her zaman benim önüme çıkmak zorundalar mıydı? Hiç çıkmasalar olmaz mıydı? Ya da hiç olmazsa arada bir çıksalar n’olurdu sanki? Yakarıyorum ya önüme çıkmasınlar ya da arkamdan gelmesinler diye. Ama nafile. Olmuyor. Ne duyan var beni ne de dinleyen… Yalnızlığın kör karanlığında yaşıyorum adeta. Kasabaya inene değin o yalnızlığımın kör karanlığında o kadar çok yıldız kaydı ki hayatımdan bilmiyorum sayısını.
İşte bu duygular içinde indiğim kasabada, ilk olarak komşu köyümüz Kıyıdibi’nin öğretmeni Halil Demir ile karşılaştım. Artvin’in Şavşat ilçesindendi kendisi. O da sürgün gelmişti, benim gibi. Aynı yıl ve aynı günlerde başlamıştık göreve. Çocukları henüz ilkokul çağında olduğu için orada göreve başladığının ikinci yılında yanına getirmişti onları. Köylerimiz çok yakın olduğu için özellikle hafta sonları sık sık gider gelirdik birbirimize.
Dokuz günlük bayram tatilinin arifesinde beni karşısında gören değerli dost, eşsiz insan Halil Öğretmen:
- Hayrola Mehmet Bey ne arıyorsun buralarda? Memlekete henüz gitmedin mi? dedi.
-Gitmedim… Gitmeyeceğim de, dedim.
-Neden?
-Öyle gerekiyor sayın hocam, dedim.
-Parasal sıkıntı yüzünden mi yoksa?
-Eh! Ona benzer bir şey.
Aramızda geçen bu kısa konuşmanın hemen ardından koluma giren Halil Öğretmen, beni tenha bir köşeye çekti. İtirazda bulunmama ve almamaya çalışmama rağmen cüzdanından çıkardığı bir miktar parayı kendi elleriyle paltomun cebine koydu. Sonra da:
-Hemen biletinizi alıyor ve memleketinize gidiyorsunuz. Bayramı çoluk-çocuğunuzla birlikte geçiriyorsunuz, dedi.
-Hocam teşekkür ederim bu inceliğiniz için. Ama benim bu parayı almam mümkün değil, dedim.
-Neden?
-Hocam bu parayı alıp memlekete gidecek olursam eğer bütün hesaplarım alt-üst olur. Zaten zar-zor yaşama tutunmaya çalışıyorum. Bu parayı da alırsam dengem hepten bozulur. Ben isteseydim sizden ya da köylülerin birinden para alabilirdim. Ama bu işin sonrası var. Benim, bu parayı mutlaka bir şeklide geri ödemem lazım. Benim gününde ödeyemeyeceğim ya da ödemede güçlük çekeceğim bir parayı almamın hiçbir anlamı olmaz. Onun için bu parayı alamam. N’olur mazur görün beni, dedim.
-Hocam, sizin böyle uzun bir tatili burada tek başınıza, çocuklarınızdan ayrı bir şekilde geçirmenize gönlüm razı olmaz. Memleketinize mutlaka gidecek ve bayramı çocuklarınızla birlikte geçireceksiniz, itiraz istemiyorum. Parayı geri ödeme konusuna gelince, işin o yanını hiç düşünmeyin. Eliniz ne zaman genişe çıkarsa o zaman ödersiniz. Hatta ödeyecek durumunuz olmazsa parayı ödemezsiniz. Annenizin sütü gibi helal olsun, dedi.
Duygulandım, gözlerim yaşardı. Halil Öğretmen ile sarıldık birbirimize. Israrı üzerine parayı almak zorunda kaldım. ‘Hoşça kal’ deyip ‘iyi bayramlar’ dileğinde bulunduktan sonra ayrıldım oradan. Köyüme döndüm. Valizi hazırladım. Köyün sosyal demokratlarından biri olan Girinti (İçgüveyi) Fikret’in Hüseyin adındaki oğlunun traktörüyle kasabaya gittim. Kasabaya vardığımda gün akşam olmak üzereydi. Güneş, günün son demlerini yaşıyordu. Mevsim kış olduğu için hava birazcık sertti. Kasabada kısa bir süre bekledikten sonra Kastamonu-Karabük arasında çalışan dolmuşlardan birine binerek Karabük’e doğru yola çıktım. Oradan da Ankara’ya geçecektim. Ama zihnim son derece karışık. Gitmekle-gitmemek arasında bocalayıp duruyorum. Karar veremiyorum bir türlü. Mantığımla duygularım çelişiyor birbiriyle. Duygularım, bayramı çocuklarımla birlikte geçirmemden yana. Ancak mantığım buna karşı çıkıyordu, ‘Gitme’ diyordu bana. Duygularımdan yana karar verirsem bütün hesaplarım alt-üst olacak ve çektiğim sıkıntılar iki katına çıkacaktı. Mantığımdan yana karar verirsem kaybım maddi değil manevi olacaktı. ‘Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor’ misali olayı zihninde tartışıp duruyorum. Nihayet, çocuklarından uzakta, onların hasretiyle yanıp tutuşan bir baba için çok zor olanı seçtim. Ve mantığımdan yana karar kılarak memlekete gitmekten vazgeçtim. İçinde yolculuk yaptığım seyir halindeki dolmuş henüz Karabük’e varmadan şoförüne:
-Kaptan valizimin birini İğdir’de unutmuşum. Geri dönmem gerekir. Beni uygun bir yerde indirir misiniz? dedim.
-Olur efendim…
Ben, valizimi alarak kaptanın, yolun sağ yanına çektiği dolmuştan indim. İndiğim dolmuş Karabük’e doğru yola devam ederken ben, bir süre sonra karşı yönden gelen dolmuşa binerek Araç ilçesine geçtim. Halil Öğretmen benim memlekete gitmediğimden haberdar olmasın diye dokuz günlük tatil süresi boyunca Araç ilçe merkezinde ev kiralayan bekâr öğretmen arkadaşların yanında kaldım. Bayramı onlarla birlikte geçirdim. Bayram tatili süresince iki kez Tunceli’deki komşularımızdan birinin evinde bulunan telefon aracılığıyla eşim ve çocuklarımla görüşerek hasret gidermeye çalıştım.
Neticede dokuz günlük bayram tatili sona erdi ve ben görev yerime geri döndüm. Dokuz günlük bayram tatili süresince kimselere görünmemek için hep ilçe merkezinde kalmam nedeniyle köylülerim de tıpkı Halil Öğretmen gibi benim tatilde memlekete gittiğimi sanıyorlardı.
Kendisinden aldığım parayı geri vermek üzere tatil sonrasındaki ilk hafta sonunda Halil Öğretmen’in yanına gittim. Birlikte oturup hoşça vakit geçirdik gün boyunca. Tabi bu arada aldığım parayı iade ettim. Ama parayı kendisine verdiğim Halil Öğretmen:
-Bu parayı şimdi alacağımı düşünmüyorsun herhalde. Para kalsın sende. Şimdilik lazım değil bana. Hem, ben, hemen geri veresin diye de vermedim. Elin ne zaman genişe çıkarsa o zaman verirsin diyerek parayı almak istemedi.
Ancak ben:
-‘Memlekete gittiğimde babam biraz para yardımında bulundu. Onun için şimdilik sıkıntım yok. Siz paranızı alın. İleride gerekirse yine isterim’ diyerek parayı verdim kendisine.

Hakkıbeyli Yolunda 
 
Köylüler perşembe günleri kasabada kurulan pazardan döndükleri zaman bana yakınlarımdan gelen mektupları getirirlerdi. Ben, yakınlarımdan gelen mektupları okurken kendimi onlarla görüşüyor gibi kabul ettiğim için Perşembe günlerini kendi görüş günüm olarak görüyordum. İşte bu görüş günlerimden biriydi. Okulların açılışının üzerinden yaklaşık bir aylık bir zaman geçmişti. Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden çalıştığım Recepbey Köyü İlkokulu’na kapalı bir zarf içinde bir yazı geldi. Zarfı açtım. İçindeki yazıyı okudum. Yazıyı okuyunca ne kadar sevindiğimi şimdi sözcüklerle anlatmama olanak yoktur. Zira ben, ortaokulu bulunan Cide-Hakkıbeyli Köyü İlkokulu’na atanmıştım.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 13 Eylül 1982 tarihli Atama Kararnamesi ile sürgün edildiğim Kastamonu’da görev yapan Defterdar Sn. Ali Güçlü’nün Tuncelili, hem de komşu köylümüz Demirkapı’dan olduğunu öğrenmiştim. Bu nedenle Kastamonu’da göreve başlamak üzere Tunceli’den ayrıldığım zaman Sn. Ali Güçlü’nün kardeşinden, kendisine hitaben yazılan bir mektup aldım. Kastamonu’da göreve başlarken bu mektup vesilesiyle kendileriyle tanıştım. Bu tanışma sırasında, büyük çocuğumun ortaokul talebesi olduğunu, bu nedenle atamamın ortaokulu bulunan bir yere yapılması hususunda bana yardımcı olması talebinde bulundum.
Bu görüşme sırasında elinden geleni yapacağına dair bana söz veren Defterdar Sn. Ali Güçlü, ortaokulda okuyan kızımın öğrenimini idame ettirebilmem ve ailemi parçalanmışlıktan kurtarabilmem amacıyla naklimin ortaokulu bulunan bir yere yapılması için Milli Eğitim Müdürü M. Necmi Yazıcıoğlu’a ricada bulunur. Defterdarı kıramayan Milli Eğitim Müdürü, Kastamonu’da göreve başladığımın ikinci yılında atamamı, Cide-Hakkıbeyli Köyü İlkokulu’na yapar.
Atamamın Cide-Hakkıbeyli Köyü İlkokulu’na yapıldığı bilgisi ulaşınca kar-kış bastırmadan çocuklarımı yanıma aldırmak amacıyla adı geçen köyde ev kiralamak üzere bağlı bulunduğum Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden üç günlük izin aldım.
İlçeden, yeni görev yerime, biri Karabük-Safranbolu-Bartın-Kurucaşile- Cide; öteki Kastamonu-Küre-İnebolu-Cide olmak üzere iki yoldan gidilebileceğini ve birinci güzergâhın daha yakın olduğunu öğrendim. Hemen ilçeden dolmuşa binerek Karabük’e, oradan da Safranbolu üzerinden Bartın’a geçtim. Bartın’a vardığımda gün akşam olmuştu. Otogar çalışanlarından Cide’ye nasıl gidebileceğimi sordum. Onlar, Kurucaşile’ye sadece günde bir kez sabahları çalışan bir posta arabasının bulunduğunu, bu posta arabasıyla Kurucaşile’ye oradan da Cide’ye gidebileceğimi söylediler bana. O gün Kurucaşile’ye gitmemin olanaklı olmadığını öğrenince posta arabasının yarın hangi saatte nerede kalkacağını sordum. 
-Sabahın altısında buraya gelirseniz size yardımcı oluruz, dediler.
Dolmuşlardan birine binerek otogardan kent merkezine gittim. Dolmuştan indiğim durağa yakın olan bir lokantada akşam yemeğini yedikten sonra geceyi geçirmek amacıyla bana tavsiye edilen Emniyet Oteli’ne gittim. Ayırttığım tek kişilik bir odanın ücretini ödeyip sabah saat beşte beni uyandırmaları için resepsiyona not bıraktıktan sonra odama çıkıp duş aldım. Yatağıma girerek uyumaya çalıştım, ama nafile. Uyumak mümkün değil. Bir sağa bir sola döndüm durdum yatakta. Derken derin bir uykuya dalmışım ki tam o sırada telefon;
-Zırrr… Zırrr… diye çalmaya başladı.
Ahizeyi kulağıma götürdüm. Arayan resepsiyon görevlisiymiş.
-Günaydın efendim.
-Günaydın…
-Saat beş, bilginiz olsun efendim.
-Teşekkür ederim.
-Önemli değil efendim.
Ahizeyi kapattım. Kalktım hazırlandım. Sonra dışarı çıktım. Dışarısı çok karanlıktı. Tan yeri ağarmamıştı henüz. Toplu taşıma araçlarının saat 06.30’da çalışmaya başlayacaklarını öğrendiğim için hemen otelin yanı başındaki taksi durağında bir taksiye atlayarak otogara gittim. İn cin top oynuyor otogarda. Sadece birkaç görevli vardı. Onlar da oturdukları sandalyelerin üzerinde uyukluyorlardı. Akşamdan, bana, Kurucaşile’ye gidecek posta arabasının kalkacağını söyledikleri yere vardım. Ama ne araba vardı görünürde ne de yolcu… Hemen otogar görevlilerinin bulunduğu kulübeye gittim. Oturduğu sandalyede uyuklayan görevlilerden birine:
-Günaydın beyefendi, dedim.
-Günaydın efendim.
-Kurucaşile’ye gidecek posta arabası ne zaman gelecek? diye sordum.
-O gideli çok oldu ağabey, dedi.
-Akşam, sabahın altısında hareket edeceklerini söylemişlerdi bana…
-Yolcusu tamam olduğu için altıyı beklemeden gitti, dedi.
-Peki, Kurucaşile’ye nasıl gidebilirim?
-Ağabey ya özel taksi tutar gidersiniz ya da yarını beklersiniz. Bunun dışında başka bir seçeneğiniz yok, dedi.
Evet. Otogar görevlisi böyle diyordu. Ama benim ne özel taksi tutacak kadar param vardı cebimde ne de yarını bekleyecek kadar zamanım… Daha fazla zaman yitirmeden Cide’ye gidebilmem için gerisin geri dönerek Kastamonu üzerinden İnebolu’ya geçtim. İnebolu’da iner inmez hemen Öğretmenler Lokali’ne gittim. Lokalde bulunan öğretmenlerden birine Hakkıbeyli’ye nasıl gidebileceğimi sordum. Yabancı olduğumu öğrenince bana çay ısmarlayan öğretmen:
-Sayın hocam Hakkıbeyli’ye değil ama oraya çok yakın olan İlyasbey kasabasına çalışan bir dolmuş var. İsterseniz o dolmuşla gidebilirsiniz, dedi.
-Başka seçenek yoksa zorunlu olarak oraya gideceğim dedim.
Çayımı içtim. Sonra çay ısmarlayıp bana yardımcı olan öğretmenin refakatinde İlyasbey kasabasına gidecek olan dolmuşun kalkacağı yere gittim. Vakit akşamüzeriydi. Dolmuş hareket etmek üzereydi. Yolcular dolmuşa binmiş durumdaydı. Ben de, bana rehberlik eden öğretmene teşekkür ettikten sonra dolmuşun boş olan birkaç koltuğundan birine oturdum. Dolmuşun hareket saati gelince dışarıda sigara içenlerden biri gelip yanıma oturdu. Bir süre sonra hareket eden dolmuş hep sahili izleyerek batıya doğru yol almaya başladı. Dolmuş ileriye doğru yol alırken aynı koltuğu paylaştığımız kişi ile tanışıyoruz. O da öğretmen imiş. Gaziantepliymiş kendisi. Birkaç yıldan beri İlyasbey kasabasında çalışıyormuş. Benim Tuncelili olduğumu ve Hakkıbeyli’ye atandığımı öğrenince:
-Sizin orada görev yapmanız mümkün değil hocam, dedi.
-Neden? diye sordum
-Hakkıbeyli deyip geçmeyin hocam. Türkiye’de Ülkücü Gençlik Derneği’nin bulunduğu tek köydür Hakkıbeyli. Köyün yediden yetmişine herkes MHP’lidir. Sizin Tuncelili olduğunuzu öğrenirlerse rahatlık vermezler size. Başınızı belaya sokabilirler. Beni dinlerseniz Hakkıbeyli köyüne hiç gitmeyin. Bu gece misafirim olun. Yarın Kastamonu’ya geri döner atamanızı durdurursunuz, dedi.
-Sayın hocam, bilgilendirdiğiniz için size teşekkür ederim, ama buraya gelmişken köye uğramadan geri dönmek olmaz. Bir gidip durumu yerinde göreyim kararımı öyle veririm, dedim.
-Takdir sizindir sayın hocam. Nasıl isterseniz öyle yaparsınız, dedi Gaziantepli öğretmen.
Hep, yanımdaki öğretmenle sohbet ettiğimiz için nasıl geçtiğinin farkına bile varmadığımız uzun bir yolculuğun ardından İlyasbey kasabasına varmıştık nihayet. Dolmuşun son durağıydı burası. Oradan öteye gitmediği için indik dolmuştan. Hırçın dalgalı Karadeniz’in koyu mavi sularıyla yeşilin farklı tonlarıyla bezenen Tabiat Ana’nın kucaklaştığı bir yerdeydi, İlyasbey. Seyrine doyum olmayan muhteşem bir doğası vardı.
Dolmuştan inince Hakkıbeyli’nin yolunu tarif eden Gaziantepli öğretmenle vedalaşıp ‘Hoşça kal’ dedikten sonra İlyasbey’den ayrıldım. Ondan ayrıldıktan hemen sonra yönümü Karadeniz’e çevirdim. Birkaç dakika yürüdüm. Sonra kıyıya vardım. Kıyıda duran ve dalgaların çarptığı taşlardan birinin üzerine oturdum. Güneş, günün son demlerini yaşıyordu. Güneş, Karadeniz’de bir başka batarmış meğer. Karadeniz’in hırçın dalgaları tarafından sürekli dövülen taşın üzerinden güneşin batışını izliyorum. Tıpkı kızıl bir tepsi benzeri suyun bir metre yükseğinde duran koca güneşin bu kadar küçüldüğünü ilk kez burada görüyorum. Güneşin, denizin büyüklüğü içinde eriyişine de burada tanık oluyorum. Kısa bir süre sonra, köylü kızlarının yanında ayırmadıkları bir cep aynası kadar küçülen güneş gözden kaybolunca geriye kalan kızıl kuşak kaplıyor hırçın Karadeniz’in semalarını.
Deniz kıyısındaki taşın üzerinde uzun bir süre oturdum. Kıyıya vuran hırçın dalgaları izliyorum. Dalgalara bakarak derin hülyalara dalıyorum. Asker safları gibi arka arkaya dizilen dalgalar, kıyıya doğru atağa geçiyorlardı. Önce küçük küçük dalgalar, hemen sonrasında kocaman dalgalar ulaşıyor kıyıya, amansızca dövüyor taşları. Şaha kalkar gibi metrelerce havaya yükselen Karadeniz’in buz gibi suları, büyük bir süratle gerisin geriye çekilerek masmavi rengine geri dönüyor. Bu gel-git durmadan, yorulmadan devam ediyordu.
Bu hırçın dalgaların, günde kaç kez kıyıda bulunan taşlara saldırdığını kim bilebilirdi. Kıyıdaki taşlar ise tam inadına direniyordu bu hırçın dalgalara. Yüzyıllar boyu devam edegelen bu savaşta yumuşacık dalgalar, haşin kayaları oymuş onlara harikulade bir görünüm kazandırmıştı. Oturmuşum muhteşem bir doğanın tam orta yerine. Bir yanımda koyu mavi sularıyla haşin dalgalı hırçın Karadeniz, öteki yanımda bakir bir doğa. Manzara harikulade ama zihnim de bir o kadar karışık. Gaziantepli öğretmenin anlattıklarından sonra nasıl olmasın ki. Buraya gelsem mi gelmesem mi? Atamamı durdursam mı durdurmasam mı? Buraya gelirsem çocuklarıma herhangi bir zeval gelebilir mi? gibi sorular dolaşıp duruyor zihnimde. Yaklaşık 15-20 dakika bir yan üstüne oturduğum taşın üzerinde dinlendim. Sonra doğrulup kalktım ayağa. Yanımda, içinde geceliklerimin bulunduğu çantayı alarak yola koyuldum. Gün akşam olmuştu artık. Köye yaklaştıkça gittikçe artan kızıllık kapladı ortalığı.
Köyün biraz dışında hemen girişte bulunan birkaç evin önüne geldiğimde güzel bir ekmek kokusu geldi burnuma. Biraz daha yaklaştıkça üzerinde yufka pişirilen bir ocak ve çevresinde yalın ayak dolaşan çocuklar belirmeye başladı.
Köyün içine doğru yürüdükçe sokakta henüz evlerini bulamamış birkaç dana kuyruklarını kalçalarına vura vura böğürüyorlardı. Ama öyle sıradan bir böğürüş değildi bu böğürüş. Uzunca bir düşünmenin sonunda söylenmiş manidar bir söz gibiydi adeta.
Loş ışıklı sokak lambalarının ışığında köye doğru yürürken, önünde 3-5 kişinin bulunduğu kahvehane gibi bir yer göründü gözüme. Yöneldim oraya doğru. Kalabalığın büyük çoğunluğu içerideymiş. Dışarıda sadece 3-5 yaşlı vardı. Onların da her biri ayrı bir masada oturuyordu. Beni görünce yerlerinden bile kımıldamadan öylece baktılar. Selam vererek birinin yanına vardım.
-İyi akşamlar amca bey…
-Eyi akşamlar evlat, dedi.
-Ben, okul müdürüyle görüşmek istiyordum nasıl bulabilirim kendisini? dedim.
-Muallim misin yoksa?
-Evet…
-Okul müdürü zabah inan Cide’ye gittiydi, daha dönmedi.
Bana “buyurun oturun” bile demeyen yaşlı:
-Yabancısın herhalde, buralıya benzemeyan pek, dedi.
-Evet. Buralı değilim…
- Nerelisin?
-Tunceliliyim…
-Doğu’dan yani…
-Evet.
-Kurt (Kürt) devletini ne zaman kuracahsınız?
-Devlet kurmak devlet adamlarının görevidir. Ben devlet adamı değil devlet memuruyum. Onu, gidin devlet kuracaklardan sorun. Hem sen bu soruyu sormadan önce; “Hoş geldin.” deyip oturacak bir yer gösterseydin daha iyi olmaz mıydı? Bir yabancı böyle mi karşılanır sizin burada? Âdetiniz böyle mi sizin? diyerek tepki gösterdiğim yaşlı konuşmak yerine susmayı tercih etti. 
Tam bu sırada kahvehaneden dışarı çıkarak yanıma gelen bir genç:
-Birini mi sordunuz beyim?
-Okul müdürünü sormuştum da…
-Öğretmen misiniz?
-Evet…
-Hoş geldiniz hocam. Ben okulun hizmetlisiyim. Buyurun bize gidelim, dedi.
Birlikte vardık hizmetlinin evine. Hoş-beş edip hal-hatır sorduktan sonra kurulan yer sofrasına oturarak akşam yemeğimizi yedik. Sonra çay demlendi. Demlenen çayı içmek üzereydik ki bir kişi geldi yanımıza. Okul müdürüymüş. Cide’den dönünce, okula yeni atanan bir öğretmenin köye geldiğini ve hizmetlinin evinde misafir kaldığını haber alır- almaz hemen gelivermişti yanımıza.
Ben, ona o da bana “Hoş geldiniz” deyip tanıştık. Bu arada çaylarımız geldi. Hem çaylarımızı içiyor hem de sohbet ediyoruz. O kısaca kendi geçmişini bana anlattı, ben ona… Benden çok sonra başlamıştı göreve. Bunu öğrenir öğrenmez bana “ağabey” diye hitap etmeye başladı. Sohbet sırasında:
-Kiralık ev bulabilir miyiz sayın hocam? diye sordum.
-İşin o yanını hiç merak etmeyin ağabey. Gönül rahatlığıyla oturabileceğiniz boş ev çok köyde. Sabah muhtarı da yanımıza alır, birlikte dolaşır görürüz boş evleri. Hangisi hoşunuza giderse onu kiralayıveririz size, dedi.
Gece bir hayli ilerlemişti. Çaylarımızı içtikten sonra okul müdürü, “Yarın görüşmek üzere hoşça kalın.” diyerek oradan ayrıldı. O yanımızdan ayrılınca biz de serilen yer yataklarına girerek uyumaya çalıştık. Ama uyuyamadım bir türlü. Bir sağa bir sola döndüm durdum sabaha kadar. Bir yandan Gaziantepli öğretmenin söyledikleri, bir yandan yaşlı köylünün nahoş tavırları öte yandan hizmetlinin ve okul müdürünün cana yakın tavırları canlanıyor gözlerimin önünde. Zihnim karışık. Ne yapacağımı, neye karar vereceğimi bilemiyorum bir türlü. Ortada bir yerde duruyorum. Muhakeme etmeye yorumlamaya çalışıyorum olanları ve olacakları.
Sabah erkenden uyandık. Kahvaltımızı yaptık. Sonra hizmetli ile birlikte okula vardık. Biz okula vardığımızda köy muhtarı da oradaydı. Okul müdürü çağırtmış kendisini. Tanıştık kendisiyle.
-İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş, dedim.
-Nasıl yani? dedi muhtar.
-Biz de sizinle görüşmek istiyorduk. Buraya gelmeniz tesadüf olmuş dedim.
-Ben çağırttım, dedi okul müdürü.
-Evet, müdür bey çağırttı ama niçin çağırttığını daha söylemedi, dedi muhtar.
-Niye çağırttığımı hocam söylesin, dedi okul müdürü.
-Kiralık ev bakacaktık. Üçümüz birlikte bakalım dedik. Hem köyünüzü gezmiş, görmüş oluruz, hem de kiralık ev bakmış oluruz, dedim.
-Bakalım bakmasına ama biraz zor, dedi muhtar.
-Zor olan ne muhtarım? dedim.
- Köyde kiralık ev yok da…
-Müdür Bey ile ikinizin söyledikleri birbiriyle çelişiyor, dedim.
-Nasıl yani, dedi muhtar.
-Akşam Müdür Bey ile konuşurken köyde kiralık ev çok diyordu. Sen köyde kiralık ev yok diyorsun. Hanginize inanalım şimdi?
Okul Müdürü, köyden birkaç kişinin adını arka arkaya sıraladıktan sonra:
-“Bunların evleri boş değil miydi muhtar? Ne çabuk verdiler kiraya? Hem kiracıları nereden buldular? Yoksa gece köye göç geldi de bizim mi haberimiz yok?” diye sıraladı soruları.
Okul müdürünün tepkisi üzerine yelkenleri suya indiren muhtar:
-Boş evler var. Ama kiraya vermek istemiyorlar, dedi.
-Sen nereden biliyorsun kiraya vermeyeceklerini? dedi okul müdürü.
Muhtar:
-Buraya gelirken kendileriyle görüştüm, dedi.
-Yoksa evlerini kiraya vermesinler diye tehdit mi ettin onları? diye sordu okul müdürü.
Muhtar alenen yalan söylüyordu. Tuncelili olduğumu öğrenince, okul müdürünün de dediği gibi gidip ev sahiplerini tehdit etmişti galiba. Kıvırıp durmasının nedeni benim Tuncelili olduğumu öğrenmiş olmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Doğrusunu söylemek gerekirse muhtarın bu tavrı işime geliyordu. Muhtarın yalanlarını gerekçe gösterip atamamı durdurabilirdim. Ben, henüz gelmeden dolaplar çevirmeye başlayan muhtar, geldikten sonra kim bilir neler yapardı.
-Madem öyle, köyde kiralık ev bulunmadığına dair onaylı bir belge vereceksin bana, dedim.
-Benim aklım ermez belgeye melgeye, dedi muhtar.
-Başka şeylere aklın eriyor ama, dedi okul müdürü.
Söylediği yalanlara inanmadığımızı anlayan muhtar:
-Siz, o dediğinizi yazın ben imzalar mühürlerim, dedi.
Hemen okul müdüründen bir kâğıt aldım ve istediğim şekilde bir belge düzenledim. Sonra muhtara imzalatıp onaylatarak çantama koydum.
Okul müdürünün bu olanlardan hiç hoşnut kalmadığı her halinden belliydi. Ama daha fazla diretemedi. Anlaşılan o ki ya muhtardan çekiniyor, ya da köylülerden…
Ben, daha fazla zaman geçirmeden okul müdürüne ve beni bir gece evinde misafir eden hizmetliye teşekkür edip “Hoşça kalın” diyerek İlyasbey kasabasına doğru yola çıktım. Yaklaşık 45 dakika yürüdükten sonra vardığım İlyasbey’den, benim gideceğim yöne doğru giden bir öğretmenin arabasıyla Doğankent beldesine gittim. Doğankent’ten, kestane taşıyan kamyonlardan birine binerek İnebolu’ya, oradan da otobüsle Küre üzerinden Kastamonu’ya geçtim.
Kastamonu’ya vardığımda gün çoktan akşam olmuş, lambaların loş ışığı güneş ışığına galebe çalmıştı. Geceyi, her uğradığımda kaldığım otelde geçirdim. Sabah olur olmaz hemen Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. Atamamın durdurulması için yazdığım dilekçeyi, Hakkıbeyli köyü muhtarından aldığım belgeyi de ekleyerek Milli Eğitim Müdürü’nün bizatihi kendisine verdim.
-Bu nedir? diye sordu Milli Eğitim Müdürü.
-Dilekçe, efendim…
-Ne dilekçesi?
--Tayin durdurma dilekçesi…
Dilekçemi okumadan hiddetlenmeye başlayan Milli Eğitim Müdürü M. Necmi Yazıcıoğlu:
-Tayin yaptırmak için devreye adam sokuyorsunuz. Tayininiz yapılıyor. Sonra siz kalkıp ‘ben oraya gitmem tayinimi iptal edin’ diyerek dilekçe veriyorsunuz bana. Olmaz böyle şey. Gidip orada göreve başlayacaksınız, dedi.  
-Efendim atamamı yaptığınız için zat-i âlinize teşekkür ederim. Ben, ‘oraya gitmeyeceğim’ demiyorum. Ben, Hakkıbeyli’den akşam döndüm. İki gün önce ev kiralamak için oraya gittim. Bir gece orada kaldım. Okul müdürü ve köy muhtarıyla görüştüm. Ama köy muhtarı; ‘köyümüzde kiralık ev yok’ deyip ev vermedi bana. Bunu doğrulamak için de muhtardan bir belge aldım. Belge dilekçemin ekindedir, okuyabilirsiniz, dedim.
Milli Eğitim Müdürü:
-Ev vermeyeceklerse neden öğretmen istiyorlar?
- Orasını bilemem efendim…
Milli Eğitim Müdürü, önce dilekçemi ve ekindeki belgeyi okudu. Sonra bana dönüp sakin bir sesle:
-Tamam hocam. Ben, atamanızı iptal ederim. Siz eski görev yerinize gidin görevinize devam edin, dedi.
 
Açığa Alınıyorum… 
Kastamonu-Araç-Recepbey Köyü İlkokulu’nda görev yapıyordum. Üçüncü öğretim yılı bitmek üzereydi. Okulların tatile girmesine az bir zaman kalmıştı. Onun için çok sevinçliydim. Çünkü çocuklarımdan ayrı yaşamaya mecbur bırakılmıştım. Üç yıldan beri onlardan ayrı yaşamak zorunda bırakıldığım için duman gibi tütüyor çocuklarım, gözlerimde. Çocuklarım bana hasret, ben onlara… Firak döşümü yakıyordu. Yüreğim yangın yeri gibiydi.
Tarih Nisan 1985. Malum, telefon günümüzdeki kadar yaygın değildi o zamanlar. Cep telefonları zaten yoktu piyasada. Normal ev telefonları bile lüks sayılıyordu o dönemler. Bu nedenle çocuklarımla ancak mektupla haberleşebiliyorduk. O da posta engeline takılırdı kimi zaman. Bundan ötürü bazen ayda bir ancak haberleşirdik.
Her perşembe günü gözlerim yolda kalırdı. Çünkü perşembe günleri, benim köyümün de bağlı bulunduğu İğdir kasabasının pazarıydı. Perşembeleri köyde kalan çok az olurdu. Öğrencilerin ve birkaç yaşlının dışında kalan herkes pazarda alırdı soluğu. Pazar dönüşünde de mektuplarımı getirerek beni sevindirirlerdi. Ben kendimi yarı açık ceza evinde hissederdim. Bundan ötürü perşembe günleri bir nevi görüş günü olurdu benim için. O gün, çocuklarımdan ve yakınlarımdan gelen mektupları okuyarak teselli buluyordum. Mektupları okurken onlarla görüşmüş gibi hissederdim kendimi.
Nisan 1985’in başlarıydı. Yine bir görüş günümdü. Yani günlerden perşembeydi. Öğrencilerimin ve birkaç yaşlının dışında kimse yoktu köyde. Herkes pazarda almıştı soluğu. Akşamüzeriydi. Köylüler birer ikişer pazardan dönmeye başlamışlardı. Bunların arasında muhtar Mıstık da vardı.
 Pazar dönüşü okula uğrayan muhtar Mıstık bu kez Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gelen resmi bir yazı getirmişti bana. Açtım zarfı, okudum içindeki yazıyı. Okuduğum yazıda 1 Mayıs 1985 tarihinden itibaren 2 ay süreyle görevden uzaklaştırılacağım yazılıydı.
Şaşkına dönmüştüm adeta. Neden 2 ay süreyle görevden uzaklaştırılacağımı bilmiyordum. Durum hakkında bilgi almak için ertesi gün ilçede aldım soluğu. Hemen İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. 2 ay görevden uzaklaştırılacağımın nedenini sordum Milli Eğitim Müdürü’ne. İlçe Milli Eğitim Müdürü Özgen Tanrıöver:
-Hocam, yazı İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden geldiği için biz konu hakkında sağlıklı bilgiye sahip değiliz. Siz, Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne giderseniz daha iyi olur, dedi.
Bunun üzerine hemen Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. Müdürün makamına çıktım. Yerinde yoktu, Milli Eğitim Müdürü İshak Güner. Özlük Bürosu’na gittim. Özlük Şefi Hakkı Demirci ile görüştüm. Milli Eğitim Müdürü’nün ilçelere gittiği için geç gelebileceğini söyleyen Özlük Büro şefi, adını verdiği Müdür Yardımcısı ile görüşmemi önerdi. Adı verilen Müdür Yardımcısı’nın makamına gittim. Kendimi tanıttım ve konuyu anlatarak, konu hakkında bilgilenmek istediğimi arz ettim kendilerine. O da:
-Hocam, siz 29/30 Nisan 1980 tarihlerinde iki günlük bir boykot eylemine katılmışsınız. Adı geçen bu eylemden ötürü Elazığ Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından hakkınızda açılan dava neticesinde verilen karar gereğince siz; “2 ay hapis, 2 ay görevden uzaklaştırılma ve 1500 TL ağır para cezası”na çarptırılmışsınız. Bu karar hükmü gereğince siz, 2 ay süreyle görevden uzaklaştırılacaksınız, konu bundan ibarettir, dedi.
-Efendim, adı geçen mahkeme tarafından sözü edilen cezaya çarptırıldığım doğrudur. Ancak o zaman verilen cezalar tecil edildi. Yasa uyarınca ancak beş yıl içinde aynı suçu ikinci defa işlemem durumunda cezam infaz edilebilir. Oysa böyle bir durum söz konusu değil. Aynı suçu ikinci kez işlemediğime göre kararın, makamınızca infaz edilmesi yasalara aykırı değil mi? dedim.
Müdür Yardımcısı:
-Hocam, “2 Ay Görevden Uzaklaştırma Cezası” idaremizin tasarrufundadır. İdare, yasanın kendisine verdiği bu yetkiye dayanarak sizi 2 ay görevden uzaklaştırma kararı almıştır, dedi.
Ben, konu hakkında fazla bir bilgi sahibi olmadığım için başta Kastamonu Hukuk İşleri Müdürlüğü olmak üzere birkaç hukukçuyla görüştüm.
Görüştüğüm hukukçular:
-Bu konuda idarî soruşturma geçirdiniz mi? diye sordular.
-Evet, geçirdim dedim.
-Soruşturma neticesinde ne tür bir ceza aldınız?
-“4 Ay Kısa Süreli Kıdem Durdurma Cezası” aldım. Aldığım bu idarî ceza halen uygulanmaktadır, dedim.
-Bu durumda idarenin tasarruf yetkisi olamaz…
-Nasıl yani?
-Hukukta “Bir suça iki ceza verilemez” ilkesi vardır. İdare, “4 Ay Kısa Süreli Kıdem Durdurma Cezası” vererek kendi tasarruf yetkisini kullanmıştır zaten. Bu yetkiyi kullanan idarenin aynı suç için ikinci kez “2 Ay Görevden Uzaklaştırma Cezası” verme yetkisi yoktur. Böyle bir ceza vermesi durumunda hukuk ihlali yapmış sayılır ki bu da her halükarda adlî makamlarca iptal edilmeye mahkûmdur, dediler.
-Bu durumda ne yapmam gerekir? diye sordum.
Onlar da:
-İdarenin bu cezayı hemen yaşama geçirmesi durumunda sizin yapmanız gereken iki şey vardır. Birincisi, hemen İl Milli Eğitim Müdürlüğü kanalıyla Bakanlığa bir itiraz dilekçesi vermek, ikincisi de Bölge İdare Mahkemesi’ne dava açmaktır. Ancak, Bölge İdare Mahkemesi’ne dava açabilmeniz için kararı tebellüğ etmeniz gerekir. Yani kararı tebellüğ ettikten sonra ancak dava açabilirsiniz. Aksi takdirde dava açmanız mümkün değil, dediler.
Hukukçulardan aldığım bilgiler ışığında Milli Eğitim Bakanlığı’na hitaben durumu anlatan bir itiraz dilekçesi yazarak İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne verdim. Dilekçemi okuyan ilgili Müdür Yardımcısı:
-Hocam, biz, dilekçenizi bir üst yazıyla Bakanlığa göndereceğiz. Bakanlıktan gelecek sonuçtan da sizi haberdar ederiz, dedi.
-Bakanlıktan yanıt gelene değin işlem yapmazsınız her halde, dedim.
-Hayır. Bu mümkün değil hocam. Karar belirtilen tarihte size tebellüğ ettirilecektir, dedi Müdür Yardımcısı.
Müdür Yardımcısı’nın bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere hukukta mevcut olan “Aynı suça iki ceza verilemez” ilkesine rağmen Kastamonu Milli Eğitim Müdürlüğü, beni, mutlaka açığa almayı koymuştu kafasına. Kural mural dinleyen yoktu. Beyler isterlerse bir suça değil iki ceza, on iki ceza bile verirlerdi. Amaçları üzüm yemek değil bağcıyı dövmekti, onların. Kendileri gibi düşünmeyen ilerici, devrimci- demokrat insanları yıldırmak, sindirmek ve hatta yaşam hakkı tanımamaktı.
Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne verdiğim itiraz dilekçesinin tarih ve sayısın aldıktan sonra görev yerime dönerek açığa alınacağım 1 Mayıs 1985 tarihini beklemeye başladım.
1 Mayıs 1985 günü görev yerim olan Recepbey köyünden Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. Orada ilgili yazıyı tebellüğ ettim. Böylece 2 ay görevden uzaklaştırıldım. Yazıyı tebellüğ ettikten sonra Ankara’ya, oradan da Tunceli’ye geçtim.
Tunceli’de gerekli belgeleri tamamladıktan sonra Kastamonu Milli Eğitim Müdürlüğü hakkında Kastamonu’nun da bağlı bulunduğu Zonguldak Bölge İdare Mahkemesi’ne başvuruda bulunarak dava açtım.
Tunceli’de iki aylık görevden uzaklaştırılma cezasının sona ermesini bekliyordum. Üç yıldan beri çocuklarımdan ayrı yaşadığım için zaten mali güçlükler içinde kıvranıyordum. Bu iki aylık görevden uzaklaştırılmadan ötürü maaş alamadığım için de daha güç duruma düştüm. Görevden uzaklaştırılma süresinin sona ermesine kısa bir zaman kalmıştı ki Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden bir havale ihbarnamesi ve bir telgraf geldi Tunceli’deki adresime. Gelen telgrafta Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nü aramam isteniyordu benden. Hemen telefon açarak Araç İlçe Milli Eğitim Müdürü Sn. Özgen Tanrıöver ile görüştüm. Kendileri bana:
-Hocam gözünüz aydın. Bakanlığa vermiş olduğunuz itiraz dilekçesinin cevabi yazısı üzerine İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün açığa alma kararı iptal edildi ve siz göreve geri döndürüldünüz. Bundan ötürü iki aylık maaşınızı posta havalesiyle gönderdim, haberiniz olsun dedi.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın uyarısı üzerine Kastamonu Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından alınan karar iptal olayının yaklaşık iki buçuk ay sonrasında da Zonguldak Bölge İdare Mahkemesi’nin “Yürütmeyi Durdurma Kararı” sonucu tarafıma bildirildi.
Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, verdiğim itiraz dilekçesine gelen cevabi yazı üzerine Kastamonu Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından alınan iptal onayının içeriği şöyleydi:
T.C.
KASTAMONU İLİ
Milli Eğitim Gençlik ve Spor Müdürlüğü
 
Sayı: Per. Hiz. İlköz. Şb. 243/18651                  25.6.1985
Konu: Öğ. Mehmet Korkmaz.
 
İL MAKAMINA
 
Araç ilçesi Recepbey Köyü İlkokulu öğretmeni Mehmet Korkmaz’ın Elazığ Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nin 2 ay süreyle memuriyetten men cezasının verilmesiyle 17.4.1985 tarih ve 11907 sayılı olurlarınızla 2 ay memuriyetten men cezasının uygulamaya konulmasına izin verilmiştir.
Ancak öğretmenin cezasının tecil edilmesi nedeniyle, uygulanmamasını istemesi üzerine durum Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı’na sorulmuş, Bakanlığın ilişik olarak sunulan emirlerinde cezaların tecil edilmiş olduğundan T.C. Kanunu’nun 95. maddesine göre 5 yıllık deneme süresi sonuna kadar hakkında herhangi bir işlem yapılmaması bildirilmiştir.
Buna göre ilgilinin 2 ay memuriyetten men cezasının uygulama onayının iptaline müsaadelerinizi arz ederim.
 
Aslı gibidir.                                               OLUR.                                                      (İMZA)                                                  25.6.1985
27.6.1985                                           İshak GÜNER
Hakkı Demirci (Şef)             Milli Eğitim Gençlik ve Spor Müdürü            
                                                      Vali                                                               
                    Kamil DEMİRCİOĞLU
 
                         Aslının aynıdır.
                            16.7.1985
                        Özgen Tanrıöver
    İlçe Milli Eğit. Genç. Ve Spor Müdürü
                             (İmza-mühür)
 
 
Elektri                      
 
Kastamonu’ya sürüldüğümün dördüncü yılıydı. Araç ilçesine bağlı Recepbey (köylüler Ercepbey derlerdi) Köyü’nde çalışıyorum. Perşembe günleri çalıştığım köyün bağlı bulunduğu İğdir nahiyesinin pazarıydı. Aynı zamanda benim de görüş günlerimdi, perşembeler. Muhtar Mıstık ve öteki köylüler, perşembeleri pazar dönüşü, ayrı yaşamak zorunda bırakıldığım çocuklarımdan ve yakınlarımdan gelen mektupları getirirlerdi bana. O gün çocuklarımdan ve yakınlarımdan gelen mektupları okuyarak teselli buluyordum. Mektuplarını okurken onlarla görüşmüş gibi hissederdim kendimi. Onun için perşembeler, bir anlamda görüş günlerimdi benim. Daha doğrusu ben olayı öyle kabul ediyordum.
Perşembeleri geldi mi kimse kalmazdı köyde. Köylünün hemen tamamına yakını pazarda alırdı soluğu. Kimi ibisini (hindi), kimi yumurtasını, kimi meyvesini, kimi sebzesini alırdı yanına, tutardı pazarın yolunu. Traktörlere, ciplere binip gidenler de olurdu, traktöre, cipe para vermesinler diye atına, eşeğine binerek gidenler de ...
Ülkemizin genelinde, özellikle de Karadeniz bölgesinde olduğu üzere burada da işin ağırlığı kadınların omuzlarındaydı yine. Pazara elettiği (götürdüğü) ürünleri satıp onlardan kazandığı paralarla pazardan gereksinimi olan şeyleri alan köylü kadınlar akşama yorgun argın dönerlerdi evlerine.
—Erkekler gitmezler miydi pazara?
Gitmez olurlar mı hiç. Giderlerdi gitmesine ama kadınlara bir faydası olmazdı onların. Onlarınki dostlar alış-verişte görsün misali… Keyif için giderlerdi pazara. Kendi köylüleri Çakır’ın pazaryerindeki kahvehanesinde pişpirik oynayıp çayını içtikten ve videodan müstehcen filmler izledikten sonra yine kendi köylüleri olan Hasibe Teyze’nin oğlu Mehmet’in lokantasında yemeğini yiyip karnını doyururlardı. Sonra çıkarlardı pazaryerine. Gezinip dururlardı orada. Piyasadan haberdar olmak adına dikizlemeye
başlarlardı, güzel kadınları, kızları. Bu yaptıklarını da bir araya geldikleri zaman anlatırlardı birer birer. Öyle ballandıra ballandıra anlatırlardı ki ağızlarının suyu akardı adeta.
Yine günlerden perşembeydi. Pazarıydı köyün bağlı bulunduğu İğdir kabasının. Her Perşembe olduğu üzere o Perşembe de ben, öğrencilerim ve bir-iki yaşlı hariç köylünün hemen hepsi ya ırah-matlık Kara Cemel (Cemal)’in oğlu Kara Hasan’ın kırmızı renkli Massei Fergison marka traktörüne, ya ırahmatlık Tomac’ın oğlu Hop Hop Bahri’nin Ford marka mavi traktörüne, ya ırahmatlık Kara Eziz (Aziz)’in oğlu Eli (Ali)’nin sarı turuncu renkli traktörüne, ya Kara Bayram’ın arazili cipine, ya da Muhtar Mıstık’ın kardeşi Sarı İsmail’in arazili cipine binerek gitmişlerdi, pazara. Tabi bu araçları tercih etmeyip atına, eşeğine binerek pazara gidenler de yok değildi.
O gün erkenden döndüler pazardan. Anlaşılan erken bitirmişlerdi işlerini. Köyün muhtarı Mıstık (Mustafa Bekoğlu) okula geldiğinde vakit ikindiydi. Her Perşembe olduğu üzere siparişlerimi ve mektuplarımı getirmişti pazardan. Okula geldiğinde yüzünde güller açmış gibiydi Muhtar Mıstık’ın. Ağzı kulaklarına varıyordu sevinçten. Diyecek yoktu keyfine. Dört köşe olmuştu zevkten. Hiç bu kadar sevinçli görmemiştim onu.
—Bakıyorum neşen yerinde muhtarım, dedim.
O anda bana sıkı sıkıya sarılan Muhtar Mıstık:
—Sen koyümüze uğurlu geldin a benim gözel hocam, dedi.
—Niye? N’oldu ki?
—Daha n’olsun a benim gözel hocam. Sen koyümüze geldikten keri (sonra) önce yolumuz yapıldı, kumlandı, koyümüz, koylümüz çamurdan kurtuldu. Şimdi de elektrik geliyo… dedi.
—Haydi, gözünüz aydın karanlıktan kurtuluyorsunuz artık, dedim.
—Sağol gözel hocam sağ ol. Bunlar hep senin sayende oldu, dedi.
—Ben ne yaptım ki muhtarım?
—Öyle deme a benim gözel hocam. Daha ne yapacaksın? O gözel yazınla az mı istida (dilekçe) yazdın oralara, buralara? Az mı yol gösterdin bana? dedi.
Bu konuştuklarımızın üzerinden henüz 15–20 gün geçmişti ki elektrik malzemesi yüklü damperli koca koca kamyonlar peş peşe gelmeye başladı Recepbey Köyü’ne. Hemen ardından çukurlar kazıldı, direkler dikildi birer, birer. Teller bağlandı. Fincanlar takıldı. Derken birkaç aylık hummalı bir çalışmanın sonrasında çalışmalar sona ermiş, işler tamamlanmıştı nihayet. O büyük gün gelip çatmıştı artık.
Karanlıklara galebe çalarak insanlığa büyük bir hizmet sunmuştu, Amerikalı mucitThomas Alva EDİSON. Ampulü bularak elektriğin kullanışına ön ayak olmuştu, bu büyük insan. Bu büyük insanın 1879yılında insanlığın hizmetine sunduğu elektriğin, Kastamonu–Araç ilçesinin Ercepbey (Recepbey) Köyü’ne geliş tarihi Ocak 1986’ydı.
Evet, Edison’un elektriği bularak insanlığın hizmetine sunduğu tarih:1879
 Bu büyük insanın, insanlığın hizmetine sunduğu elektriğin Ercepbey Köyü’ne geliş tarihi ise; Ocak 1986’dır. Tamı tamına 107 yıl geçmiştir aradan. Yuvarlak hesapla tam bir “asır” var iki tarih arasında.
—Bu ne demektir biliyor musunuz?
Bu, bizim çağdaş Batı toplumlarından bir asır geride olduğumuzun bir ifadesidir.
Bu, çağdaş Batı toplumunun yüzyıl önce yararlandığı hizmetlerden ve yeniliklerden bizim, ancak yüzyıl sonra yararlanabileceğimizin bir göstergesidir.
Bu, çağdaş Batı toplumlarının çağdaşlığa doğru bir jet hızıyla ilerlemelerine karşın bizim, onları ancak kaplumbağa yürüyüşüyle izlediğimizin bir ifadesidir.
Ama olsun. Buna bile razıydı, kendisine insan gibi değer verilmesinden yana olan emekçi insanımız. Ama olsun buna da razıydı, çağ atlayan Türkiye’nin hendeği dahi geçemeyen insanı. Çünkü hizmet götürüyordu Devlet Babası onlara. Devletin mafyalaşan kadrolarından artan parayla ancak bu hizmet götürülebiliyordu, kendilerine. Yine de mutluydu onlar. Ya hiç götürmeseler n’olurdu? Nasıl olsa çoğunluğun hakkını arama gibi bir düşüncesi yoktu. Hakkını arayan azınlığa da hemen ya terörist ya da komünist damgası basılıyordu.
Evet, heyecanlı bir bekleyiş, mutluluğun muştusunun verdiği bir sevinç vardı Ercebo köyünde. Bir şenlik vardı, bir bayram havası egemendi Ercepbey’de, 1986 Ocak’ında.
İnsanoğlu tarafından yeryüzünde yaratılan çirkinliklerin tamamını gizleyen beyaz bir örtü duruyordu, ortada. Havada bir pus vardı. Derinden derine uğuldaya uğuldaya esen rüzgârla dans edercesine bir o yana bir bu yana kıvrıla, kıvrıla yere iniyordu kar taneleri.
Havada uçuşan kar tanelerine, uğuldaya uğuldaya esen rüzgâra ve burunları havuç gibi kızartan soğuğa rağmen yediden yetmişe Recepbey’in tüm insanı dökülüvermişti sokaklara. Ne üşüyen vardı, ne de şikâyetçi olan. Herkes memnundu halinden. Çünkü pelte pelte yağan karlar hemen eriyiveriyor, uğuldaya uğuldaya esen rüzgâr hemen ısınıveriyordu. Dayanamıyordu Recepbeyli’nin davranışlarındaki heyecana. Çünkü yenik düşüyordu Recepbeyli’nin yüzündeki sevince, gözlerindeki parıltıya, duygularındaki sıcaklığa…
Evet… Karlı bir kış günüydü. Yediden yetmişe tüm Ercebo Köyü insanının yağan karın altında bekleşirken tempoyla birbirlerine vurdukları ellerinden çıkan Şak… Şak… Şak… Sesleri dalga dalga yayılıyordu, Ercebo Köyü’nün semalarında.
Vakit öğlendi. Saatler 13.00’ü gösteriyordu.
—“Yaşasın işte geldi!” çığlıkları pelte pelte yağan kar tanelerini bir o yana bir bu yana savuran rüzgârla birlikte yankı buluyordu, Ercebo Köyü semalarında…
Evet… Soğuk ve karlı bir kış günüydü. Vakit öğlen, saatler 13.00’ü gösteriyordu; Ercebo Köyü’nde birer birer dikilen direklere takılan lambalar bir yanıp bir sönmeye başladığında. Ve böylece Anadolu’nun ışıksız, karanlığa gömülmüş on binlerce köyünden biri olan Ercebo Köyü artık elektriğe, aydınlığa ve çağdaşlığa kavuşuyordu, alkışlar arasında.
Büyük insan, ünlü mucit Edison’un ampulü icadından 107 sonra da olsa bu günü gördükleri için : “Ne mutlu ki bize insan olmuşuz” der gibiydi, aydınlık yarınlara göz kırpan Ercebo Köyü’nün insanı.
—Eeee…
—Eee’si var mı?
Büyük insan, ünlü mucit Edison’un elektriği insanlığın hizmetine sunmasından 107 yıl sonra da olsa Ercebo Köyü’ne elektrik gelir de boş durur mu insanı Ercepbey’in? Boş durur mu ırahmatlık Kara Cemel’in yüzünde gülücükler eksik olmayan oğlu Kara Hasan’ı; şamatacı Kara Bayram’ı; ırahmatlık Kara Eziz (Aziz)’in oğlu Kara Eli (Ali)’si; Ercebo Köyü’nün Fikri Ağabeyi; girinti(içgüveyi) Fikret’i; Kara Asım’ı; Muhtar Mıstık’ı; Muhtar Mıstık’ın kardeşi Sarı İsmail’i; Tomac’ın Hop Hop Bahri’si; Kasnak Şakir’in babası Eziz Abca (amca); Çöp Seyin (Hüseyin)’in Kara Zeki’si; köyün eski emektar sosyal demokrat imamı Abdullah Abca; Kör Çavuş’u; Hacı Osman’ı; Telâşe Kadın’ı; Eşekçinin Mehmet’i ve ötekileri…
Eeee… Edison’un elektriği insanlığın hizmetine sunmasından 107 yıl sonra bile olsa Ercepbey’e elektrik gelir de boş durur mu Ercepbeyliler? Mümkün müydü boş durmaları onların? Durmazlardı, duramazlardı, onlar. Çünkü yapacakları o kadar çok işleri vardı ki onların…
Elektriğin gelişiyle birlikte Ercepbey’de tatlı bir telaş ve hummalı bir çalışma başladı. Daha doğrusu bir yarış başladı köyde.
Çünkü herkes bir an önce kurtulmak istiyordu, loş ışığıyla evini aydınlatmak adına yıllardır isli kokusuna katlandığı titrek alevli gaz lambasından.
Çünkü herkes bir an önce kavuşmak istiyordu, sadece ses veren radyonun yerine bazen çarşafa bürüneni, bazen bikini ile gezineni hem sesiyle hem de görüntüsüyle birlikte veren televizyona.
Çünkü Anşa (Ayşe) Nine, Emine Ana, Fatma Teyze, Satı Bacı, Elif Gelin, Sumru Aba (abla) ve Telâşe Kadın bir an önce kavuşmak istiyordu, düğmesine basılınca kendiliğinden çalışan ayran makinesine.
Hızla ilerleyen zamana paralel olarak Ercepbey’deki elektriksiz ev sayısı azalırken, elektrik ışığıyla gündüze dönüşen evlerin sayısı da artar oldu gün geçtikçe. Böylece elektriğin gelişiyle birlikte önce sokaklar ve evler, ardından da Sarıkız’ın ahırı, Kınalı Kuzu’nun gümelesi, Karabaş’ın kulübesi aydınlanır oldu. Geceler gündüze dönüştü. Gündüzler aktardı aydınlığını yarınlara. Aydınlıklar gelince yok oluverdi köhne karanlıklar.
Her yanı pırıl pırıl aydınlanmaya başladı Ercepbey’in. Ama ne yazık ki Hacı Osman ve onun gibilerinin beyinlerini kabzeden ortaçağ karanlığını aydınlığa dönüştürmek olanaklı değildi.
Çünkü onların küçücük beyinlerini kabzeden ortaçağ karanlığı Edison’un icat ettiği elektriğin aydınlığıyla yok edilecek türden bir karanlık değildi.
Çünkü o kafalarda “Enel-Hak” diyen Mansur’u; “Şah” diyen Pir Sultan’ı; “Yârin yanağından gayrısı halkın ortak malıdır” diyen Bedrettin’i dara çeken o gerici zihniyet hüküm sürüyordu hâlâ.
Çünkü o kafalarda Nesimi’nin derisini yüzdüren o çağ dışı zihniyet egemendi hâlâ.
Çünkü o kafalarda 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ın Madımak Oteli’nde ateşe verdiği 37 aydını tekbir getirip diri diri yakan o barbar zihniyet egemendi hâlâ.
Çünkü o kafalarda 1400 yıl öncesinin Cahiliye Devri’nin bağnazlığı egemendi hâlâ.
Çünkü o kafalardaki karanlık dimağların penceresi hâlâ kapalıydı, aydınlıklara.
Çünkü aydınlık, alerji yapıyordu o kafalarda.
İşte bütün bunlardan ötürü gerici, bağnaz, çağdışı zihniyetli, örümcek beyinli, ağzı salyalı o insancıkların kafalarındaki karanlıkları yok etmek olanaklı değildi şimdilik.
Mart 1986’nın ortalarıydı. Yaklaşık on beş günden beri kayıplara karışan Ercepbey’in Hacı Osman’ı, nihayet köyün sokaklarında boy göstermeye başladı. Köyün camiine ve imamevine elektrik malzemesi temin etmek üzere İstanbul’a gitmişmiş meğer. Orada bulunan köylülerinin, dost ve ahbaplarının yardımlarıyla aldığı elektrik malzemesiyle dönüvermişti köye.
Eh! Malzeme geldiğine göre sıra cami ve imamevinin elektrik tesisatını döşeyecek ustanın aranmasına gelmişti. Hint kumaşı değil ya bulunmayacak. Aranan usta hemen bulunuverdi çabucak. Fiyat konusunda anlaşma sağlanınca hemen başlandı tesisatın döşenmesine. Cami ve imamevinin elektrik tesisatının döşendiği süre boyunca her gün ders bitiminden sonra ben de varırdım, tesisatı döşeyen ustaların yanlarına. Köylüler zaten gün boyu orada toplaşırlardı. Sohbet eder, hoşça vakit geçirirdik hep birlikte.
Tesisatın döşenmesinin sonlarına doğru tesisatı döşeyen usta, tesisat için gerekli malzemeyi İstanbul’dan getiren Hacı Osman’a:
—Osman Abca (amca) burayı döşeyip bitirdikten sonra arta kalan malzemeyle de okulun elektrik tesisatını döşeyelim. Ben işçilik parası almam. Böylece okulu da çıkarıveririz aradan. Ne dersin? diye sordu.
—O malzeme anca buraya yeter ustam, dedi Hacı Osman.
—O işi bana bırak. Ben bu malzemeyle iki cami, iki de okul döşerim. Hem eksik kalırsa ben tamamlarım, geri kalanını. Onu bahane etme sen, dedi.
—Olmaz ustam. Bu malzeme okul için değil, cami için alındı. Cami için kullanılacak sadece. Hem okuldan köye ne? diyen Hacı Osman böylece okullara ve çağdaş eğitime karşı beslediği kini ve nefreti kustu bir anda.
Elektrik ustası:
—Ne demek okuldan köye ne? Bu okul sizin köyün okulu değil mi?
—Hayır, dedi Hacı Osman.
—Ya kimindir?
—Devletindir. Okulu oraya diken devlet gelsin elektriğini de kendi çeksin, dedi Hacı Osman.
Hacı Osman’ın bu can sıkıcı konuşmasına daha fazla tahammül edemeyen ve evi okul lojmanının hemen bitişiğinde olan sosyal demokrat Muhsin Amca:
—Sen o tatlı nefesini boşa harcama ustam. Osman’a ağız eğmene değer mi? Okul binasında gündüz ders yapıldığı için şimdilik elektriğe gerek olmaz. Sayın hocam isterse okul lojmanına da kendi evimden seyyar kabloyla elektrik vermeye hazırım, dedi.
Ben:
—Muhsin Amca, bu önerin için sana teşekkür ederim.Çünkü 14 numara gaz lambasının loş ışığı bana yeter de artar da. Gergef mi dokuyorum sanki elektriğe ihtiyacım olsun, diyerek tepkimi ortaya koydum.
Böylece köyün camii ve imamevi başta olmak üzere Ercepbey’in tüm evleri, sokakları, Sarıkız’ın ahırı, Kınalı Kuzu’nun gümelesi, Çil Horoz’un kümesi ve Karabaş’ın kulübesi karanlıklara galebe çalan elektriğin aydınlığıyla aydınlanırken, köydeki mekânın biri hâlâ titrek alevli gaz lambasının loş ışığına mahkûm edilmişti.
Ne yazık ki titrek alevli gaz lambasının loş ışığına mahkûm edilen bu mekân, bilinçli bir şekilde karanlığa gömülmek istenen çağdaş eğitim yuvası olan okulun ta kendisiydi. Aslında okulun kendisi zaten güçlü bir ışık kaynağıydı. O, bulunduğu yerde çevresine saçtığı ışıkla yurdun tüm karanlıklarını aydınlığa dönüştürüyordu. İşte Hacı Osman ve onun gibi küçük beyinleri örümcek ağıyla örülü bulunan bağnazların okula karşı zehir kusmalarının nedeni de bundandı zaten.
Hacı Osman’ın okula ve çağdaş eğitime karşı kinini kustuğu günün üzerinden yaklaşık bir buçuk aylık bir zaman geçmişti. Her dört yılda bir yenilenen emlâk beyannamelerinin 31 Mayıs 1986 tarihine değin doldurulup ilçeye teslim edilmesi gerekiyordu. Boş emlâk beyannamesi defterlerini ilçeden alan köyün muhtarı Mıstık, oldukça güç durumdaydı. Söz konusu olan bu beyannameler köylerin tamamında köy öğretmenleri tarafından dolduruluyordu. Hem de hiçbir ücret talep edilmeden. Ama beyanname süresinin sonuna yaklaşılmasına rağmen beyannamelere hiç el sürülmediği için sıkıntıda olan Muhtar Mıstık, benim Hacı Osman’ın okula ilişkin sözlerinden rahatsızlık duyduğum ve kırgın olduğum için beyannameleri doldurmayacağımı bildiği için bana hiçbir şey diyemiyordu.
Dört yıldan beri çalıştığım Ercepbey (Recepbey) Köyü’nde kahvehane yoktu. Bundan ötürü karlı ve yağmurlu günlerde köylüler, herhangi bir köylünün evinde bir araya toplanır ve orada boş zamanlarını geçirirlerdi. Ders saati dışındaki boş zamanlarımda bu bir aradalığa ben de katılırdım. Hoş sohbetler edilip zaman aşımına uğrayan suçların itiraf edildiği bu toplantılarda dama başta olmak üzere çeşitli kâğıt oyunları da oynanıp hoşça vakit geçirilirdi. Karlı ve yağmurlu günlerin dışındaki tüm zamanlarda köylünün hemen hemen tamamının her gün mutlaka birkaç kez uğrayıp sohbet ettiği bir mekân daha vardı. Adı, Aşağı Harmanlardı bu mekânın. Köy samanlıklarının hemen yanı başında yemyeşil çimenlerle kaplı bir açık alandı, Aşağı Harmanlar. Oraya vardık mı sere serpe uzanırdık çimenlerin üzerine. Konuşur, eğleşir hoşça vakit geçirirdik orada.
1986 yılının ilkbaharıydı. Günlük-güneşlik bir cumartesi günüydü. Köylünün tamamına yakınıyla birlikte oturuyoruz, Aşağı Harmanlarda. Serpilmiştik yemyeşil çimenlerin üzerine. Herkes bir şey söylüyordu, gülüşüp eğleniyorduk. Suskunluğun egemen olduğu bir sırada:
—Hocam be… diye sesleniverdi Hacı Osman.
—Efendim Osman Ağa, dedim.
      —Öteki köylerin öğretmenleri yazmış bitirmişler. Biz ne zaman dolduracağız hayırlısıynan? 
—Neyi?
—Beyannameleri canım!
—Sizin ne zaman dolduracağınızı ben nerden bileyim.
—Niye sen doldurmayacak mısın?
—Ben ne diye dolduruyormuşum?
—Sen, bu köyün öğretmeni değil misin?
—Hayır…
—Ya nerenin?
—Ben, devletin öğretmeniyim, dedim.
—Olur, mu canım? dedi Hacı Osman
—Neden olmasın ki? “Okul, köyün değil devletindir. Okulu oraya diken devlet gelsin elektriğini de çeksin” diyerek okula elektrik tesisatını döşetmeyen sen değil miydin? O zaman oluyordu da şimdi ne diye olmuyor? dedim.
Benim bu sözlerimden ötürü yüzü renkten renge giren Hacı Osman kalktı, uzandığı çimenlerin üzerinden. Hiçbir şey demeden uzaklaştı, Aşağı Harmanlardan. Hem de bir kez bile olsun dönüp arkasına bakmadan.
—Aldın mı alacağını Osman Ağa? Kaçma gel cevap ver. Böyle sustururlar adamı. Dut yemiş bülbüle döndün, konuş da göreyim seni, dedi Girinti (içgüveyi) Fikret.
Köyün sosyal demokrat Fikri Abisi:
—“Keser döner sap döner, gün olur hesap döner” sözünü hiç duymadın mı sen Osman Ağa? diye sordu
Muhtar Mıstık:
—Kazdığın kuyuya kendin düştün. Rüzgâr ektin şimdi fırtına biçiyorsun, dedi.
Yeğeni Kara Bayram:
—Yürüüü! Anca gidersin, diye bağırdı ardından.
Ama burnundan soluyordu Hacı Osman. Ciğerden almıştı yarayı. Dönüp onlara cevap verecek mecali kalmamıştı.
Hacı Osman’la aramızda esen bu soğuk rüzgârdan ötürü benden tamamen umudunu kesen Muhtar Mıstık, günün birinde komşu köyümüz Kıyıdibi’nin Artvin –Şavşatlı öğretmeni Halil Demir’in yanına gider. Ve:
—Ücret karşılığında köyün emlâk beyannamelerini doldurabilir misiniz? ricasında bulunur.
Hacı Osman’ın söylediklerinden haberdar olup rahatsızlık duyan Halil Öğretmen:
—Ben yazamam, der.
Halil Öğretmen’den bu olumsuz yanıtı alan Muhtar Mıstık, aynı öneriyle yine komşu köyümüz olan Karcıların, aslen Bolulu olan öğretmeni Muhittin Gül’e gider. Hacı Osman’ın söylediklerinden haberdar olup rahatsızlık duyan Muhittin Öğretmen de olumsuz yanıt verir Muhtar Mıstık’a. Çaresiz kalan Muhtar Mıstık, döndü dolaştı bana geldi, günün birinde.
—Bir ricam olacak senden a benım gözel hocam, dedi.
—Nasıl yardımcı olabilirim sana muhtarım?
—Hocam birkaç gün önce hem Halil Öğretmen’e hem de Muhittin Öğretmen’e gittim. Ücret karşılığında bizim beyannamelerimizi doldursunlar diye ricada bulundum. Ancak ikisi de önerimi kabul etmedi. Sen de biliyorsun ki sürenin bitmesine sadece birkaç gün kaldı. Ancak bizim beyannamelerimiz hâlâ doldurulmayı bekliyor. N’olur yardımcı ol bana, dedi.
—Nasıl bir yardım istiyorsun benden?
—Birlikte Muhittin Öğretmen’e gidelim. Bir de sen söyle kendine, parasıyla yazsın. Kırmaz seni. Kurtar beni bu meretten n’olursun, dedi.
—Olur… Gidelim, dedim.
Muhtar Mıstık’la vardık, Karcılar Köyü öğretmeni Muhittin Bey’in evine. Hoş-beş edip hal-hatır sorduk. Demlenen çayları içerken gidiş nedenimizi anlatarak yardımcı olmasını rica ettim. Sağ olsun kırmadı beni. Hemen ertesi gün köye gelip işe başlayan Muhittin Öğretmen, birkaç gün içinde işi bitirip ücretini aldı gitti. Sürenin bitmesine bir-iki gün kala beyannameleri ilçeye teslim eden Muhtar Mıstık, yakayı sıyırdı bu işten.
Böylece bir eğitim-öğretim yılının daha sonuna gelmiştik. Dört yıl olmuştu Ercepbey (Recepbey)’de göreve başlayalı. Tayin-Atama Yönetmeliği’ne göre bulunduğum yerde üç takvim yılını doldurduğum için il dışı nakil isteme hakkım doğmuştu. Bundan ötürü süresi içinde dilekçe vererek il dışı nakil talebinde bulundum. Köylüler de bu durumdan haberdardı. Dilekçemin akıbeti henüz belli olmamasına rağmen, ben de dâhil herkes atamamın kesin yapılacağından emindi.
Okullar tatile girmişti. Bir sonraki gün görev yerimden ayrılıp Tunceli’ye gidecektim. Köylülerin deyimiyle Ercepbey’deki son gecemdi artık. Köylünün tamamıyla evin birinde toplanmıştık. Dört yıldan beri birlikte yaşadığımız anılarımızı yâd ediyorduk, birlikteliğimizin bu son gecesinde.
Muhtar Mıstık, Hacı Osman’a:
-“Osman Abca(Amca) senin yüzünden ben, hocama karşı suçlu hissediyorum kendimi. Köyümüzün ahırlarında bile elektrik varken senin inadın yüzünden okulumuz karanlıklar içinde. Bu yakışır mı bize? Hem sevgili hocamızın kalbini kırdık, hem de beyannameler için bir sürü para çıktı cebimizden. Biz, hem maddi hem de manevi olarak zarardayız.
Yarın, bir gün kaymakam beni çağırıp dese ki: “Muhtar en kısa zamanda okulunuza elektrik aldıracaksınız.” Ben:
—Hayır diyebilir miyim?
—Diyemem…
—Eeee…”Hayır”diyemeyeceğime göre ne yapmam lazım? Kaymakamın emrini kuzu kuzu yerine getirmem gerekir.
—Peki, bunu baştan yapsaydık olmaz mıydı?
—Olurdu, elbette. Hem de birbirimizi kırmadan etmeden… Ne güzel olurdu o zaman, değil mi?
Ama iş işten geçti artık. Ben, hem bu hatamızdan dolayı sevgili hocamızdan özür diliyorum, hem de dört yıldan beri çocuklarımıza verdiği hizmetten ve köyümüze, köylümüze yaptığı yardımlarından ötürü kendisine teşekkür eder, sağlık ve mutluluklar dilerim” dedi. 
 
Ciğerlerim Alev Alev… 
 
Kastamonu’da bulunuşumun dördüncü yılıydı. Araç ilçesi Recepbey köyünde çalışıyordum. Çocuklarımdan birinin lisede, ötekinin ortaokulda okuyor olmalarından ve bulunduğum yerde hem ortaokulun hem de lisenin bulunmayışından ötürü dört yıldan beri çocuklarımdan ayrı yaşıyordum. Çocuklarım Tunceli’de ben Kastamonu’da hasrete duçar edilmiştik.
Üç takvim yılını aşkın bir süreden beri Kastamonu’da çalışmam nedeniyle yönetmelik gereğince il dışı nakil isteme hakkım doğmuştu. Bu haktan yararlanarak nakil döneminde il dışı nakil isteme talebinde bulundum. Dilekçemde sırasıyla Mersin, Hatay ve Adana olmak üzere üç il tercihinde bulunmuştum.
Bu arada 1985-1986 eğitim öğretim yılı da sona ermiş ve okullar tatile girmişti. Okulların tatile girmesi nedeniyle Mayıs 1986 tarihinde memleketime gitmek üzere Karabük üzerinden Ankara’ya geçtim. Orada, atamaların yapıldığını öğrenince bakanlığa gittim. Atama listelerinin birinde Adana’ya atandığımı gördüm. Sevincim had safhadaydı. Çünkü bundan böyle hasret sona erecek ve ben çocuklarımla birlikte olacaktım. Bu sevinci çocuklarımla paylaşmak için hemen o akşam yola çıktım. Ertesi günün sabahında Tunceli’ye vardım. Orada birkaç gün kalıp hasret giderdikten sonra çocuklarımla birlikte baba yurduna, Tunceli merkeze bağlı köyümüze gittik.
Köyde kaldığım süre içinde, görevi gereği köye gelen bir yüzbaşıyla tanıştım. Adana’dan Tunceli’ye geldiğini öğrenince kendisine Adana’ya atandığımı söyledim. Bunun üzerine yüzbaşı:
- Hocam, Adana’da iyi bir yere atanmanız için birilerini devreye soktunuz mu? diye sordu.
-Hayır. Henüz Adana’ya bile gitmedim. Hem gitmeyi de düşünmüyorum. Çünkü Türkiye’nin en iyi illerinden biridir Adana. Nasıl olsa her yeri gidilebilir durumdadır. Bunun için devreye birilerini koymayı düşünmüyorum. Atamam nereye yapılırsa gider başlarım, dedim.
Yüzbaşı tebessümle:
-Yanılıyorsunuz. Adana’nın Feke’si, Saimbeyli’si, Tufanbeyli’si Tunceli’den çok daha kötü durumdadır. Ben oraları da gördüm burayı da… Oralara göre cennettir burası, dedi.
Yüzbaşı bir süre sonra köyden ayrıldı. Ayrıldı ayrılmasına ama içime bir kuşku düşürdü öyle ayrıldı. Ben, “Eğer yüzbaşının dediği gibi kuş konmaz kervan geçmez bir yere verirlerse ne yaparım. Dört yıldan beri çocuklarımdan ayrı yaşadığım yetmezmiş gibi bir de bu çıktı başıma” diyorum kendi kendime. Sonra da, “Yok canım bu kadarı da olmaz. Yirmi yıllık öğretmeni tutup dağ köyüne verecek değiller ya” diyerek kendimi avutmaya çalışıyorum. Ama mantıklı düşününce her ne kadar “olmaz” desem de hâlâ çocuklarımdan ayrı kalma riskim var. Çünkü burası Türkiye. Her an her şey olabilir.
Bu olumsuzluğun önüne geçmek için çocuklarımın okuduğu okullardan öğrenci belgesi alarak bir dilekçe ekinde İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne vermek üzere Adana’ya gitmeye hazırlanıyordum ki olmadı. Gidemedim, gitmeye fırsat bulamadım. Çünkü üç yaşındaki ikinci oğlum ve dördüncü çocuğum olan Emre aniden rahatsızlandı. Hemen Tunceli’deki Sağlık Eğitim Merkezi’ne götürdüm. Soğuk algınlığı teşhisi kondu ve ilaç yazıldı. İlaçlar alınıp kullanılmaya başlandı. Ama aradan yaklaşık bir hafta geçmesine ve ilaçların düzenli kullanılmasına rağmen oğlumun sağlığında herhangi bir ilerleme kaydedilmedi. İlerleme bir yana tam tersine ciğerparem sararıp solmaya, günden güne erimeye başladı. Yavrucak bir türlü kendine gelemeyince bu kez de Hasan Hüseyin Haşhaş adındaki çocuk mütehassısına götürdüm. Muayene neticesinde doktordan aldığım yanıt dünyamı karartmaya yetti de arttı. Çünkü “ileri derecede bağırsak düğümlenmesi” teşhisi kondu. Zaman yitirilmeden ameliyata alınması gerekiyormuş. Hemen Tunceli Devlet Hastanesi cerrahı ile görüşen Dr. H. Hüseyin Haşhaş, beni odasına çağırttı. Çağrı üzerine odasına girdiğim Dr. H. Hüseyin Haşhaş’ın yanında ameliyatı gerçekleştirecek olan cerrah da vardı.
İçeri girer girmez cerrah bana:
- Çocuğunuzun durumu son derece ciddi. Hayatî tehlike yaşıyor. Ameliyata alınması gerekir. Hem de hiç zaman yitirilmeden, dedi.
- Neyi bekliyorsunuz o zaman? Hemen ameliyata alsanıza, dedim.
-İki önerimiz var size, dedi.
-Nedir önerileriniz?
-Birincisi burada ameliyata almak…
-İkincisi?
-İkincisi, bizden daha donanımlı olan Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne sevk ederek ameliyatın orada gerçekleştirilmesini sağlamak, dedi.
-Sizce hangi seçenek daha az riskli? diye sordum.
-Her iki seçenekte de risk yüzde doksanın üzerinde.
-Nelerdir bu riskler?
-Buradaki risk ameliyat esnasında kullanılacak olan araç-gereçten, Diyarbakır’a göndermemiz halindeki risk ise zamandan kaynaklanıyor, dedi.
-Biraz daha açar mısınız? dedim.
-Bizim hastanemizdeki ameliyat araç-gereci büyüklerin ameliyatına uygun olan araç-gereçlerdir. Çocukların ameliyatına uygun hiçbir araç- gereç yoktur elimizde. Biz buradaki ameliyatı bu araç-gereçlerle gerçekleştirmek durumundayız. Bu da büyük risk taşımaktadır. Buna karşın bize en yakın ve en donanımlı hastane olan Diyarbakır Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne sevk ettiğimizde de zamandan kaynaklanan bir risk çıkar karşımıza. Zira çocuğunuzun durumu çok acil. Diyarbakır’a gidene kadar yaşayıp yaşamayacağı meçhul. Bu konuda size garanti veremeyiz, dedi.
Ben de çaresizlik içinde:
- Oğlumun Diyarbakır’a götürülecek kadar yaşayacak zamanı yoksa burada ameliyata alın, dedim.
Benim, Tunceli’de ameliyata alınmasından yana karar kılmam üzerine hemen harekete geçen doktorlar hiç zaman yitirmeden oğlumu ameliyata aldılar. Oğlumuz, ameliyathanede bıçak altında ölümle kalım arasındaki o ince çizgide gidip gelirken, annesi ile ikimiz ameliyathane kapısının önünde ecel terleri döküyorduk.
*
Dört bir yanımız duvar.
Nefes alamaz duruma gelmişti umutlarımız.
Küsmüştü yaşam bize.
Yüreğim küllenmiş bir kor gibi yanıyor için için.
İçim, suya hasret çöller gibi…
Amansız bir kasırga kopuyor içimde.
Rüzgârın önüne kattığı kuru bir yaprak gibiydim adeta.
Savruluyorum oradan oraya.
Yaslanacak bir omuz, tutunacak bir el, sarılacak bir dal, beni kollarına alacak sıcak bir beden arıyorum.
Bir bilmece gibi geliyor yaşam bana.
Yanıyor yüreğim.
Tutuşmuş alev alev.
Kar yağıyor umut dağlarıma.
Enkaza dönüşmüş gibi umutlarım.
Sessiz bir çığlık kopuyor içimden.
İçimde çağlayan olsun istiyorum umutlar.
Yakarıyorum Mevla’ya, içime bir umut güneşi doğursun diye…
Ama olmuyor.
Çünkü ben hâlâ karanlığın sancısındayım.
Görmezlik perdesi inmiş gözlerime.
Yüreğimin derinliklerine akıtıyorum gözyaşlarımı…
*
Dört saat geçmişti oğlumun ameliyata alınışının üzerinden. Dört saat boyunca öldük öldük dirildik ameliyathane kapısının önünde. Dört saatin sonunda aralanan ameliyathane kapısının aralığında ameliyata giren cerrah görünmeye başlayınca:
-N’oldu doktor bey, ameliyat nasıl geçti? diye sordum.
-Gözünüz aydın hocam. Ameliyat bitti. Oğlunuz kurtuldu. Ameliyat sandığımızdan da başarılı geçti, dedi.
-Teşekkür ederim, ellerinize sağlık, dedim.
Hekimle aramızda geçen bu kısa konuşmanın hemen sonrasında ameliyathaneden çıkarılan oğlum, servis odasına alındı. Eşimle birlikte biz de onun götürüldüğü servis odasına çıktık. Kapalıydı, gönlüme ışık saçan gözleri. Narkozun etkisinden kurtulamamıştı. Kendinde değildi henüz. Burnundan oksijen tüpüne, kolundan serum şişesine bağlı incecik hortumlar vardı. Yatağa hareketsizce uzanmıştı minik bedeni. Onu o halde görünce engel olamadım yanaklarımdan aşağıya süzülen gözyaşlarıma. Dünyalar benim olmuştu, narkozun etkisinden kurtulan oğlum gözlerini açıp yüzüme güldüğünde.
Zaman geçtikçe durumu daha da iyiye doğru giden oğlumun neşesi yerine gelmeye, yüzünde gülücükler saçmaya, bizimle konuşmaya ve hatta yürümeye başladı. Taburcu olmasını beklerken bir anda her şey tersine döndü. Beklentilerimiz boşa çıktı. Aniden rahatsızlandı yavrum. Bir yandan yüksek ateşler içinde kıvranmaya başlarken öte yandan da kabuk bağlayan dikiş yerleri açılmaya ve buradan akıntılar gelmeye başladı. Bu beklenmedik ani durum karşısında, bana umut vermesi gereken doktorlar benden umut bekler oldular. Onlar umut kesmişlerdi yavrumun yaşayacağından. Ya ben? Ben hâlâ umutluyum. Mucizeler bekliyorum. Çünkü ben babayım. Onu öyle kolay ecele terk etmeyeceğimi düşünüyorum. Ama gerçek farklıydı. Meğer her geçen saat ebedî ayrılık vaktini daha da yaklaştırıyormuş ben farkında değilmişim. Hangi baba isteyebilirdi bunu? Zaman geçtikçe oğlumun yüzü farklılaşmaya başlıyordu. Israrlarıma dayanamayan doktorlar, oğlumu Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne sevk etmek zorunda kaldılar.
Hastanenin tek olan ambulansı da arızalıymış, onarılmayı bekliyormuş. Ambulans olmayınca iş başa düştü. Hemen bir dolmuş kiraladık. O durumdaki bir hasta dolmuşla gider mi hiç? Gitmezdi gitmesine ama bizim başka yapacak bir şeyimiz yoktu. Çaresizdik. Var olan olanaklardan yararlanmak zorundaydık. Hüseyin Amca’m, kuzenim Kenan ve eşimle birlikte oğlumu alarak Diyarbakır’a doğru çıktık yola. Gerekli işlemlerin hemen sonrasında çocuk bölümündeki odaların birine yatırılan oğlum orada bir-iki gün kaldı. Ancak durumu daha da ağırlaşan oğlum tek kişilik steril bir odaya alındı. O tek kişilik odaya alındıktan sonra doktorlar adeta nöbet bekler duruma geldiler. Biri gider biri gelir oldu, doktorların. Ama ne yazık ki bu olağanüstü çabaları, oğlumu yaşama döndürmeye yetmedi.
Açılan dikiş yerlerinde oluşan yaralardan sızan akıntılar, kanını zehirlemişti yavrumun. Günlerce yüksek ateş içinde kıvranan talihsiz oğlumun küçük bedeni, annesiyle ikimizin gözleri önünde yenik düştü ölüme. Sinemde onulmaz yaralar açarak veda etti yaşama.
Tarih 10 Ağustos 1986.
Sevgili oğlum Emre yaşama veda ettiğinde saatler gecenin 01.00’ini gösteriyordu.O yaşamıyordu artık. Bundan sonra aramızda olmayacaktı artık.
Gecenin o saatinde çıkış işlemlerini yaptıktan hemen sonra oğlumun cansız bedenini kucağıma alarak eşimle birlikte kiraladığım bir taksiyle Tunceli’ye doğru yola çıktık. 10 Ağustos 1986 sabahında günün ilk ışıklarıyla birlikte Tunceli’ye vardık. Sonra köyümüze geçtik. Orada son bir kez alnının tam orta yerinden öperek bağrıma bastığım ciğerparemin cansız bedenini, kendi ellerimle teslim kara toprağa. Hem de 18. 10. 1982 tarihinde doğup 26. 08. 1983 tarihinde yaşama veda eden ağabeyi Muharrem Önder’in ve kendisinden 9 yıl önce 9 Temmuz 1977 tarihinde henüz 24 yaşında taze bir fidan iken aramızdan ayrılan Ahmet Amcası’nın hemen yanı başında…
Böylece onulmaz bir yara daha aldım döşümden. Bir yarısı, 9 Temmuz 1977 tarihinde yanmaya başlayan yüreğimin öteki yarısı da 10 Ağustos 1986 tarihinde alev almaya başladı.
Yangın yerine dönüşmüştü yüreğim.
Yanıyordum alev alev.
Kolay değildi bu iki acıya katlanmak.
Dolu dolu gözlerim…
Dalıp dalıp gidiyor uzaklara.
Usul usul süzülüp akıyor gözyaşlarım.
Göz pınarlarımdan aşağıya doğru.
Bir acı yaşıyor içimde.
Ebedî ayrılığın, yok olmuşluğun acısıydı bu.
İsyanlardayım…
Hıçkırıklara boğuluyorum.
Kalbim lime lime olmuş ebedi ayrılığın acısıyla.
Yanıyor yüreğim…
Sızlıyor ciğerim…
Acı acı soluyorum.
Ağlıyorum… Ağlıyorum… Ağlıyorum…
İki acı yaşıyor yüreğimin derinliklerinde…
Biri kardeş… 
Öteki evlat acısı…
Yoktu…
Bulunmuyordu…
Beni benden alan bu iki büyük acının ilacı.
Kaybetmişim kendimi.
Ben bende değildim artık.
Bir başka ben vardı benim içimde.
Sessiz… 
Hüzünlü…
Yıllardır içimde taşıyorum gizli bir biçimde.
Daha da taşıyacağım.
Hem de yok olana kadar…
Hâlâ ilk günkü kadar taze duruyor.
Kora dönüşen yüreğimin tam orta yerinde.
Yaşamın her gizli köşesinde onlar çıkar karşıma.
Onları yaşatıyorum kalbimin derinliklerinde.
Onlarla yaşıyorum…
Onlarla yaşayacağım…
Çünkü onlarla varım…
Onlarsız bir hiçim ben…
 
Oğula Hasret 
Bağırsak dolamasından ötürü geçirdiği ameliyat sonrası Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’nde 10 Ağustos 1986 Pazartesi günü saat 01.00’de aramızdan ayrılan sevgili oğlum Emre’nin anısına…
  
Hasret kaldım oğul sana
Ben bende değilem bugün
Dayanamam bu hicrana
Ben bende değilem bugün
 
Emre koymuştuk adını
Cihan duydu feryadımı
Felek kırdı kanadımı
Ben bende değilem bugün.
 
Akıttım didemden yaşım
Belâdan kurtulmaz başım
Zehir oldu ekmek aşım
Ben bende değilem bugün.
 
Bugün bana yarın sana
Kim dayanır bu figana
N’olur kucak aç gel bana
Ben bende değilem bugün.
 
Ölüm gerçek dünya yalan
Yerim yurdum oldu talan
Bak ağlıyor amcan, halan
Ben bende değilem bugün.
 
Bugün yine girdim dara
N’olur yakma beni nâra
Hasret kaldım gül didâra
Ben bende değilem bugün.
 
Daha yaşın küçük senin
Sırtına giydin kefenin
Toprak çürütür bedenin
Ben bende değilem bugün.
 
Kırılsın dünyanın çarkı
Viran etti evi barkı
Sefil Hayranî’yem der ki
Ben bende değilem bugün.
 
Bir Atama Öyküsü ve Sonrası
Sürgün edildiğim Kastamonu’da dört yıl çalıştım. Dört yılın sonunda talebim doğrultusunda Adana’ya atandım. Adana’da gerçekleştirilen geçici atama neticesinde Merkez İnkılâp İlkokulu depo (geçici) öğretmenliğine atandığımı öğrendim. Bunun üzerine Kastamonu’ya gittim. Oradan 21.08.1986 tarihinde ilişkimi keserek Adana’ya geçtim. Adana’da 27.08.1986 tarihinde göreve başladım. Orada göreve başladıktan sonra karşılaştığım ilk tanıdık sima, aynı zamanda Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’nda birlikte görev yaptığımız Öğretmen Okulu’ndan sınıf arkadaşım Timur Masyan oldu. O, benden birkaç yıl önce orada göreve başlamıştı. Adana’yı daha iyi tanıdığı için kendisine:
- Bana, atama konusunda yardımcı olabilecek birilerini tanıyor musun? diye sordum.
O da:
- Var… Sen de tanırsın, dedi.
-Kimdir?
-Ali Bey.
-Hangi Ali Bey?
-Ali Özel Bey… Vali muavini…
-Adana’da mı?
-Evet.
-Ali Bey’in burada olması iyi ama benim tanışmışlığım yok ki kendisiyle…
-Olsun. Önemli değil. Makamına uğra, ben Tunceliliyim de yeter. O gerekeni yapar. Kendisine giden Tuncelililerin hiçbirinden yardımını esirgememiş, dedi.
Nihayet Tuncelilileri anlayan biri çıkmıştı. Kendisi Edirneliydi. Ne bir hemşerilik, ne bir akrabalık ne de bir arkadaşlık bağı vardı aramızda. Bir araya gelmişliğimiz, tanışmış, konuşmuşluğumuz da yoktu. Sadece Tunceli’de birkaç yıl vali muavinliği yapmıştı. Hepsi o kadar. Başkaca da hiçbir bağı yoktu Tuncelililerle. Ama olsun Tuncelilileri tanımaya bu birkaç yıl yetmişti, bu mümtaz insana.
Timur ile görüştüğümüzün ertesi günü, Valilik Makamı’na bir dilekçe yazdım. Çocuklarından birinin lisede birinin ortaokulda okuduğuna dair öğrenci belgelerini eklediğim dilekçemi yanıma alarak Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi’nin makamına vardım. Sekreterine:
-Muavin Bey ile görüşmek istiyorum, dedim.
-Randevunuz var mı? diye sordu sekreter.
-Hayır.
-Randevunuz yoksa görüştüremem…
Ben:
-Bakın hanımefendi ben öğretmenim. Atama konusuna ilişkin bir mevzuu konuşacaktım kendileriyle, dedim.
-Boşuna ısrar etmeyin beyefendi. Ben, buraya her geleni muavin beyle görüştüremem, dedi sekreter hanım.
-‘Hanımefendi, siz, Tuncelili bir öğretmen gelmiş sizinle görüşmek istiyor’ deyin. Kabul buyururlarsa görüşürüm, yoksa çeker giderim. Makamına zorla girecek değilim, dedim.
Sekreter Hanım bu önerimi mantıklı bulmuş olmalı ki hemen telefon açtı Muavin Bey’e:
-Efendim sizinle görüşmek isteyen Tuncelili bir öğretmen var yanımda. İçeriye alayım mı? diye sordu.
İçeriden olumlu yanıt gelmiş olmalı ki sekreter hanım:
-Buyurun beyefendi, Muavin Bey sizi bekliyor, dedi.
Sekreter hanımla birlikte girdik içeri. Sekreter hanım:
-Beyefendi sizinle görüşmek istiyor efendim, dedi.
-Tamam, çıkabilirsin kızım…
Sekreter hanım dışarı çıkınca ben makama biraz daha yaklaştım ve:
-‘Efendim, ben Tuncelili öğretmen Mehmet Korkmaz’ diyerek kendimi tanıttım.
-Buyurun oturun hocam, dedi.
Beyefendinin eliyle işaret ettiği makam masasının hemen önündeki koltuğa oturdum.
-Hoş geldiniz hocam. Buyurun sizi dinliyorum, dedi.
- Efendim, ben öncelikle zat-ı âlinizi rahatsız ettiğim için af diliyorum, dedi.
-Gerekirse rahatsız edeceksin hocam. Biz bunun için buradayız…
-Efendim ben Tunceliliyim. Kastamonu’dan buraya atandım. Halen İnkılâp İlkokulu’nda depo öğretmeni olarak görev yapıyorum. Çocuklarımdan biri lisede, öteki ortaokulda okuyor. Onların öğrenimlerini idame ettirebilmem için atamamın ortaokulu ve lisesi bulunan bir yere yapılması hususunda zat-ı âlinizin yardımlarına ihtiyacım var. Yardımlarınızı esirgemeyeceğinizi umarak zat-ı âlinize geldim, dedim.
-Okuduklarına dair belge var mı yanınızda?
-Var efendim, diyerek dilekçemi ve ekindeki belgeleri sundun kendilerine.
Dilekçemi ve ekindeki belgeleri şöyle bir gözden geçirdi. Sonra:
-Milli Eğitim Müdürlüğü’nü bağlar mısın kızım? diyerek telefonla emir verdi sekreterine.
Telefon hemen bağlandı. Ahizeyi kulağına alan Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi:
- İyi günler müdürüm. Nasılsınız?
-?
-Teşekkür ederim.
-?
-Bir öğretmen var yanımda. Kastamonu’dan buraya atanmış. Halen İnkılâp İlkokulu’nda depo öğretmeni olarak çalışıyormuş. Çocuklarından biri ortaokul, öteki lisede okuyormuş. Çocuklarının öğrenci olduklarına ilişki belgelerin ekli bulunduğu dilekçesini size havale ediyor ve hocamı yanınıza gönderiyorum. Bu hocamızın atamasını Hadırlı’ya –Adana merkezle sınırdaş büyükçe bir köy- yapalım lütfen, diyerek telefonu kapattı.
Sonra bana dönerek:
-Hocam, dilekçenizi götürün bizatihi müdür beyin kendisine verin, kendinizi tanıtın ve benim gönderdiğimi söyleyin. O gerekeni yapacaktır. Haaa… Sonuçtan mutlaka haberim olsun, dedi.
-Teşekkür ederim efendim, diyerek makamından ayrıldım.
Oradan ayrılır ayrılmaz hemen Milli Eğitim Müdürü’nün makamına gittim. Makamında, daha sonra Bakanlık Müfettişi olduğunu öğrendiğim bir beyefendi vardı. Kendimi tanıtıp Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi’nin gönderdiğini söyledim ve dilekçemi sundum kendisine.
-Buyurun oturun, diyerek yer gösterdi.
-Teşekkür ederim, diyerek oturdum gösterilen yere.
Dilekçemi okudu. Sonra:
-Hocam, biz, siz sayın hocalarımıza yardımcı olmak için buradayız. Sn. Vali muavinine gitmenize hiç gerek yoktu. Doğrudan bana gelseydiniz yeterliydi. Ama önemli değil. Bizim, gereken yardımı yapacağımızdan kuşkunuz olmasın. İl içi atamalar yapıldığında mazeretinizi dikkate alarak Sn. Vali Muavini’nin emir buyurduğu Hadırlı’-ya yaparız atamanızı, dedi.
Kendisine teşekkür edip makamından ayrılarak görevli olduğum İnkılâp İlkokulu’na gittim. Burada çalıştığım günlerin birinde il içi atamaların yapıldığını haber aldım. Görevli olduğum okul Vilayet Konağı’na çok yakın olduğu için benim gibi atama bekleyen birkaç öğretmenle birlikte hemen vilayete geçtik. Vilayetin ikinci katındaki Milli Eğitim koridorları çarşaf çarşaf listelerle süslenmişti. Başladık isimlerimizi aramaya. Nihayet listenin birinde adımı buldum. Ama gözlerime inanamadım. Çünkü atamam söz verilen yere değil Kadirli ilçesinin bir dağ köyüne yapılmıştı. Soluğu Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi’nin sekreterliğinde aldım. Sekreter hanım artık tanıdığı için güçlük çıkarmadan beni, Sn. Ali Özel Beyefendi’yle görüştürdü. Hemen makamına çıktım.
-Hoş geldiniz, dedi.
-Hoş bulduk efendim…
-Atamalardan bir haber var mı?
-Yapılmış efendim…
-Hadi gözünün aydın…
Ben üzgün bir şeklide:
-Teşekkür ederim efendim, dedim.
-Pek sevinmişe benzemiyorsunuz?
-Nesine sevineyim efendim…
-Hadırlı güzel bir yer ama…
-Hadırlı’ya yapılmamış ki.
-Nereye yapılmış peki?
-Kadirli ilçesinin Aşağı Çiçeklidere Köyü İlkokulu’na yapılmış. Öğrendiğim kadarıyla orası da bir dağ köyü imiş. Ne ortaokulu ne de lisesi varmış. Ayrıca merkezi yerden de uzakta olan bir köymüş, dedim.
-Nasıl olur?
-Bilemem efendim.
-Kızım, Milli Eğitim Müdürü’nü bağlar mısın? diyerek telefonla emir verdi sekreterine.
Bağlantı hemen sağlandı. Telefonun zili çalınca ahizeyi kulağına alan Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi:
-Müdür Bey iyi günler…
-?
-Hadırlı’ya atanmasını istediğim Mehmet Korkmaz adında bir öğretmen vardı. Hatırladınız mı?
-?
-O öğretmenimizin ataması Hadırlı yerine Kadirli ilçesinin Aşağı Çiçeklidere Köyü İlkokulu’na yapılmış…
-?
-Nasıl olur?
-?
-Merkezi yerden uzak bir yermiş. Ne ortaokulu varmış ne de lisesi…
-?
-Peki, bu öğretmenimiz çocuklarını nerede ve nasıl okutacak?
-?
-Hadi bakalım…
-?
-İyi günler…
Telefonu kapattı. Sonra bana döndü ve:
-Hocam, müdür bey bir yanlışlık yapıldığını söylüyor. ‘Hocamız gitsin orada göreve başlasın. Kısa bir süre içinde yapacağımız ikinci bir atamayla Hadırlı’ya aldırırız’ dedi.
-Sağ olun efendim. Teşekkür ederim…
Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi’nin makamından ayrıldım. Bir sonraki gün ilişkimi kesmek üzere depo öğretmeni olarak çalıştığım Adana Merkez İnkılâp İlkokulu’na gittim. Gerekli işlemler yapıldıktan sonra oradan ilişkimi kestim. Hazırlanan belgelerle yolluğumu almak üzere Okullar Saymanlığı’na gittim. Evraklarımı Sayman Yener Ertürk’e sundum. Evraklarımı inceleyen sayman Yener Ertürk:
-Hocam bu ödemeyi yapmam mümkün değil, dedi.
-Neden? diye sordum.
-Siz Kastamonu’dan buraya geldiğinizde harcırah unsurlarından biri olan Kat Yevmiye’yi almışsınız. Bunun ikinci kez ödenmesi söz konusu dahi edilemez, dedi.
-Beyefendi o aldığım Kat Yevmiye, Kastamonu’dan Adana Merkez İnkılâp İlkokulu’na kadar olan bölümüydü. Ama şimdiki atamam ondan bağımsız ve ayrı bir atamadır. Ben, Adana Merkez İnkılâp İlkokulu ile Kadirli Aşağı Çiçeklidere Köyü İlkokulu arasındaki Kat Yevmiye’yi almak istiyorum, dedim.
-Öyle de olsa bu ödemeyi yapmam, dedi sayman.
-Nedenini öğrenebilir miyim?
-Türkiye’de hali hazırda böyle bir uygulama yok da ondan…
-Bir yanlışlık olmasın beyefendi?
-Benim görevimi bana mı öğreteceksiniz?
-Estağfurullah beyefendi…
-O zaman yapılacak bir şey yok…
-Ben, böyle bir uygulamanın mevcut olduğunu kanıtlarım.
-Olmayan şeyin nesini kanıtlayacaksınız?
Saymanın bu sözü üzerine adı geçen uygulamanın bir buçuk yıldan beri yürürlükte olduğuna dair 31 Mayıs 1985 tarih ve 18770 sayılı Sayıştay Kararı’nın bir fotokopisini kendisine verdim.
Kendisine verdiğim Sayıştay Kararı’nı birkaç kez evirip çeviren, orasına burasına bakan Sayman Yener Ertürk:
-Ben tükürdüğümü yalamam, bu ödemeyi yapmam dedi.
-Beyefendi bu ülkede yasalar mı geçerli keyfilikler mi?
-Orasını bilmem ama bu ödemeyi yapmayacağımdan emin olabilirsiniz…
- Siz de benim bu işin peşini bırakmayacağımdan emin olabilirsiniz, dedim.
-Ben burada olduğum sürece sizin bu harcırahı almanız mümkün değil, dedi.
-Görüşeceğiz…
Bu restleşmenin ardından oradan ayrıldım. Hemen bir kırtasiyeciye giderek iki çizgisiz kâğıt alarak biri Valilik Makamına, öteki Adana Defterdarlığına olmak üzere iki dilekçe yazdım. İlgili Sayıştay Kararı’nı ekledim. Önce Valilik Makamına verip tarih ve sayısını aldım. Sonra Defterdarlığa gittim. Dilekçemi ekindeki Sayıştay Kararı’yla birlikte Defterdarın bizatihi kendisine verdim. Dilekçemi ve ekindeki Sayıştay Kararı’nı okuyan Defterdar:
-Hocam, ben dilekçenizi ilgili bölüme havale edeyim. Ama bundan bir sonuç alacağınızı pek sanmıyorum. Çünkü ülkemizde mekanizma çok ağır işliyor. Bunu siz de biliyorsunuz. Böyle olunca da vatandaş mağdur oluyor. Ben, sizi mağdur etmeyecek daha kısa ve daha kesin bir yol önereyim, dedi.
-Sağ olun efendim. Çok iyi olur…
-Bu elinizdeki Sayıştay Kararı’nın bir suretini ekleyerek “Bütçe Mali Kontrol Genel Müdürlüğü/ANKARA” adresine, maruzatınızı dile getiren bir dilekçe ile başvurun. Ancak bu yolla kısa zaman içinde sonuca ulaşabilirsiniz, dedi.
-Sağ olun efendim…
-Güle güle…
Defterdar Bey’in makamından ayrıldım. Adı geçen makama hitaben bir dilekçe yazdım. Sayıştay Kararı’nın bir suretini de ekleyerek APS ile ilgili makama gönderdim. 
Ben, atandığım Kadirli-Aşağı Çiçeklidere Köyü İlkokulu’na giderek 29 Eylül 1986 tarihinde göreve başladım. Günün birinde, adıma, kapalı bir zarf içinde bir resmi yazı geldi görev yerime. Yazı, Bütçe Mali Kontrol Genel Müdürlüğü’nden geliyordu. Adıma gönderilen yazıda “İlgili saymanlığa giderek harcırahınızı alın” deniyordu. Yazının elime geçtiği günün ertesi gününde gerekli evraklarımı da alarak Adana Okullar Saymanlığı’na gitmek üzere yola çıktım. Birkaç saat sonra Adana’ya vardım. İlgili makama çıktım. Beni görünce yüz ifadesi değişen sayman Yener Ertürk:
-Hoş geldiniz hocam, dedi.
-Hoş bulduk, dedim.
Hemen, Bütçe Mali Kontrol Genel Müdürlüğü’nden adıma gelen yazıyı çantamdan çıkararak saymana uzattım.-
Sayman:
-Gerek yok hocam. Aynı yazının bir sureti de bize geldi, diyerek kendisine uzattığım yazıyı almadı.
Bu kez de ilgili evraklarımı uzattım kendisine. Onu da almak istemedi.
-Neden almıyorsunuz? diye sordum.
-Hocam merak etmeyin ödemenizi yapacağım. Ama şimdi değil…
-Ne zaman yapmayı düşünüyorsunuz?
-Yılbaşına 3-5 gün kala gelin ödemeyi yaparım dedi.
-Neden şimdi değil de yılbaşından 3-5 gün önce?
-Hocam sizin durumunuzda olan çok öğretmen var. Ben şimdi size ödeme yaparsam duyan buraya koşar, dedi.
-Beyefendi bu para cebinizden mi çıkıyor? Yoksa siz sadaka mı veriyorsunuz? Hakkı olan herkes hakkını almaya gelecektir elbette. Siz de onu vermek zorundasınız. Bana gelince ben, bu parayı bugün almadan şuradan şuraya gitmem ve durumu basına da bildireceğim dedim.
Yener Ertürk bu konuşmamdan sora:
-Tamam, hocam evraklarınızı verin ödemeyi yapalım…
Elimdeki evraklarımı hemen kendisine verdim. İlgili işlemlerden sonra paramı aldım. Paramı aldıktan sonra saymana:
-Beyefendi, “Tükürdüğümü yalamam. Ben burada olduğum sürece siz bu harcırahı alamazsınız” dediğinizi hatırlıyor musunuz?
-Evet…
-Şimdi n’oldu?
-Siz haklısınız…
 
 
Çiçeklidere’ye Doğru
Bilirsiniz dünyaca ünlü yazarımız Yaşar Kemal’in 1955-1987 tarihleri arasında kaleme aldığı “İnce Memed” adlı dört ciltlik ölümsüz bir yapıtı vardır.
Cumhuriyet’in 10. yıl dönümünün hemen arifesinde başlayarak dört yıl devam eden olayları içeren ve ünlü İngiliz oyuncu-yönetmen Peter Ustinov tarafından 1984 yılında Memed My Hawk” adıyla sinemaya uyarlanan; toplumsal sorunlar, umut, korku, tutku vb. konularda ruh analizleri ve doğaya yönelik detaylı betimlemeleriyle dikkati çeken romanın başkahramanı Memed’in mekân tuttuğu bir yerdi Çiçeklidere.
İşte ben, bu Çiçeklidere’ye atanmıştım. 29 Eylül 1986 günü göreve başlamak üzere Kadirli’ye gittim. Daha önce hiç gitmişliğim yoktu, ilk kez gidiyordum Kadirli’ye. Yabancısıydım oranın. Çiçeklidere’ye gidecek araba var mıydı? Varsa nerede ve ne zaman köye hareket edecek? Orasını bilmiyordum. Ama ne fark eder, sora sora Bağdat bile bulunurmuş. Koca Bağdat bulunur da Çiçeklidere’ye gidecek dolmuşların kalkış yeri mi bulunmaz? Bulunur elbette. Ben de sora sora buldum orayı. Köye çalışan iki dolmuş varmış. Onlardan birinin şoförü oradaymış. Tanıştık kendisiyle. Lütfi’ymiş adı. Ama daha sonra gördüm ki köylüleri Nutku diyorlardı ona. Yetmişine merdiven dayayan Cemel (Cemal) Emmi’nin oğluymuş. Yaşı henüz genç olmasına rağmen olgun, hoşsohbet, tatlı dilli, güler yüzlü, saygıda kusur etmeyen biriydi Nutku. Birlikte köy garajının hemen yanı başındaki kahvehaneye vardık. Orada, köye çalışan ikinci dolmuşun şoförüyle tanıştırdı beni. Aynı zamanda köyün de muhtarıymış. Kendini beğenmiş biriydi. Küçük dağları kendisi yaratmış gibi davranıyor olması pek hoşuma gitmedi, benim.
Vakit ikindiye geliyordu. Bu, dolmuşun hareket etme zamanının geldiğinin işaretiymiş. Birkaç yolcusu vardı dolmuşun. İki kişilik ön koltuğa tek başıma oturttular beni. Cemel Emmi’nin oğlu Nutku yönetimindeki bilmem kaç sefer sayılı dolmuşuna binerek ayrıldık Kadirli’den. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra kocaman bir vadinin tam tepesinde bulduk kendimizi. Yüzde 70-80 meyilli bir vadinin tepesiydi burası. Bu koca vadinin doğu yamacından aşağıya, vadinin dibine doğru inerken her yer günlük güneşlikti. Ama vadinin dibine doğru yaklaştıkça biraz önceki o günlük güneşlik havadan eser kalmamıştı. Karanlık çökmüştü, vadinin derinliklerine. Ancak sonradan yaşayınca gördüm ki vadinin doğu yakasındaki kayalıklarla kaplı yüksekçe tepenin arkasından ağır ağır yükselen güneş, geç de olsa yüzünü yavaş yavaş gösterirdi, Çiçeklidere’ye. Sonra vadinin batı yakasındaki yüksekçe kayalık tepelerden aşarak erkenden görünmez olunca karanlıklar erkenden çökerdi Çiçeklidere’nin üstüne.
İşte bundan ötürüdür ki yaklaşık 300-400 m. Derinliğindeki dik vadinin ta dibinde kıvrıla kıvrıla süzülüp giden Sazak Deresi’nin iki yakasına üçerli beşerli evler halinde o muhteşem doğanın tam orta yerine sere serpe yayılan Çiçeklidere’de güneşin ufuktan doğuşunu da batıdan batışını da izlemek olası değildi.
Gölgenin erkenden bastığı ormanlık alanın derinliklerindeki toprak yoldan ağır ağır ilerleyen dolmuş, nihayet varıp vadinin dibinde akıp giden Sazak Deresi’nin hemen yanı başında yer alan okulun koca koca kavaklarla, asırlık çınarlarla kaplı bahçesinin kapısında duruverdi. Büyük bir çeviklikle direksiyondan aşağı inip dolmuşun önünden dolanan Nutku, tek başıma oturtulduğum iki kişilik koltuktan aşağıya inebilmem için kapıyı açtı. Ve:
-İşte geldik Çiçeklidere’ye, Memmet Hocam. A ha okulumuz a ha da öğretmenlerimiz dedi, okul bahçesinde oturan iki kişiyi göstererek.
Ben, okulun bahçe kapısında duran dolmuştan ininceye kadar Nutku dolmuştan indirdiği valizimi ve öteki birkaç parça eşyamı bahçe kapısından içeri taşıdı. Onun arkasından da ben girdim içeri. Ben bahçe kapısından içeri girince okul lojmanının ön tarafında ahşap sandalyelerde oturan iki kişi kalkarak bize doğru yöneldiler. Birbiriyle tezatlık arz eden bu iki kişiden biri uzun boylu ince yapılı, öteki kısa boylu ve etine biraz dolgundu. ‘Hoş geldiniz’ dediler, tanıştık kendileriyle. Uzun boylu olanının adı Abdurrahman Alakabak, ötekinin adı Remzi Karacan’mış. Valizlerimi ve birkaç koliden oluşan eşyalarımı, hep birlikte Remzi öğretmenle birlikte bir yıl kalacağımız eski lojmana taşıdık. Okulun iki lojmanı vardı. Yeni lojmanda Abdurrahman öğretmen oturuyordu. Eşyaları kalacağımız lojmana taşıdıktan sonra hep birlikte bahçeye çıkıp oturduk.
Çok güzel bir bahçeydi burası. Bu bahçedeki koca koca kavakların, asırlık çınar ağaçlarının arasından şarıl şarıl akan pınarın buz gibi suyunun kulağı tırmalayan sesini duymak bir başka haz veriyordu.
Evet, ben artık Çiçeklidere’deydim. Bu Çiçeklidere adı güzel, doğası güzel, üç-beş çarığı çürüğü hariç içi kan ağlasa da yüzünde gülücükler eksik olmayan insanları güzel bir Çiçeklidere’ydi.  
Bu Çiçeklidere; burcu burcu kokan renga renk çiçekleriyle, harnuplarıyla (keçiboynuzlarıyla), pembeli-beyazlı çiçekler açan zakkumlarıyla, zeytin ağaçlarıyla, defne ağaçlarıyla, murtlarıyla (yaban mersinleriyle), çamlarıyla, meşesiyle iç içe geçmiş değişik yapraklı çeşit çeşit ağaçlarıyla, sarp kayalarıyla, her bahar gelende kıvrak bir dansöz gibi dans edercesine sarp kayalıklardan süzüle süzüle aşağı inen şelalesiyle, gece-gündüz demeden, durup dinlenmeden ninni söylercesine şarıl şarıl akıp giden Sazak Deresi’yle, insanı büyüleyen gizemli doğasıyla izleyenini alıp diyardan diyara götüren bir Çiçeklidere’ydi.
 
İman (İmam) Ercep (Recep) Efendi
Çiçeklidere’de okulun hemen karşısında yolun öte yanında köy camii ve imam evi vardı. Burada, henüz askerliğini yapmamış genç bir imam vardı. Adı Recep’ti, ama köylüler Ercep Efendi derlerdi ona. Ben de İmam yerine ‘İman’ adını verdim kendisine. Bu isim öylesine tuttu ki başta Abdurrahman öğretmenle Remzi öğretmen olmak üzere köylülerin dilinden düşmez oldu. Her gören İman demeye başladı, kendisine.
Tatlı dilli, hoşsohbet, saygıda kusur etmeyen aydın biriydi bizim İman’ımız. Evli ve bir çocuklu olmasına rağmen onları yanına getirmemişti. Bunun için de her konuda alabildiğine özgürce yaşıyordu.
Ben, Çiçeklidere’ye gittiğimin ikinci akşamı tanıştım İman Ercep ile. Abdurrahman öğretmene akşam yemeğine davetliydik. Oda çağrılmıştı. Yemekte kızartılmış tavuk vardı. Yemek sırasında lades kemiğini eline alan İman:
-Ladese var mısınız? diye sordu.
Abdurrahman Öğretmen:
-Ben yokum, dedi.
 Remzi Öğretmen:
-Ben de… dedi.
Gözler bana dikildi. Ben, varım diyeceğim ama demeye çekiniyorum. Çünkü İman öylesine meydan okudu ki duyan kesin kazanır, zanneder. Bundan ötürü yarım ağızla:
-Ben varım, dedim.
-Abdurrahman Öğretmen:
-Nesine? diye sordu.
 İman:
-Touğuna (tavuğuna) dedi.
Ben:
-Kabulüm, dedim.
İman’la ladese tutuştuk. Doğrusunu söylemek gerekirse ben çekiniyorum ama erkekliğe de bok sürmek istemiyorum. Onun için çaktırmadan dikkatli davranmaya çalışıyorum. Yemek bitti. Herkes sofradan kalktı. Sofradan kalkan herkes elini yıkayıp ağzını çalkalıyor. Ben kendisinden büyük olduğum için el yıkama sırasını bana verdi. Ben ellerimi yıkadım. Ellerimi havluyla kuruladım. Ben havluyla ellerimi kurularken İman ellerini yıkıyordu. İmam ellerini yıkadıktan sora havluyu uzattım kendisine. Hiçbir şey demeden havluyu aldı. O havluyu eline alınca ben, ‘lades’ dedim. Ben lades deyince havlu, bir hoş olan İman’ın elinden yere düştü.
Abdurrahman Öğretmen:
-Bre sende gürlediğin kadar değilmişsin dedi.
Remzi Öğretmen:
-Böyle olduğunu bilseydim ben bile tutuşurdum, dedi.
Ben şaka olsun diye tutuşmuştum. Ama İman ertesi gün bir tavuk alır köylünün birinden hemen kesip Abdurrahman öğretmenin evine gönderir. Hal böyle olunca ertesi akşam da Abdurrahman öğretmenin evinde yedik yemeğimizi. İman yine lades için meydan okumaya başladı. Zorunluluk karşısında yine lades tuttuk İman’la ikimiz. Bu kez de ben yenileyim bir tavuk da benden olsun diye düşünüyorum. Ama henüz sofradan kalkmadan İman tekrar tuş oldu. Ertesi gün yine tavuk alınır, kesilir ve Abdurrahman öğretmenin evine gönderilir. Akşam yine Abdurrahman öğretmenlerde yedik yemeğimizi. İman bir daha lades tutuşmak için meydan okudu. Ben:
-Yeter bu kadar, dedim.
Ama İman bir daha deyip diretince Abdurrahman öğretmen:
-Mehmet Hoca’m, yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Madem İman istiyor bir daha tutuşun dedi.
-Olur. Bir de benden olsun dedim.
İman’la tekrar tutuştuk ladese. Ama İman fazla dayanamıyor karşımda. Hep tuş oluyor. Tuş oldukça da tavuk ertesi gün hemen kesilip Abdurrahman öğretmenin evine gönderiliyor.
Bir daha, bir daha derken İman’ın en az 15-20 tavuğunu yedik afiyetle. Tabi İman’ın bize yedirdiği sadece tavuk değildi. Boş zamanlarında oltasını aldığı gibi hemen yanı başımızdan akıp giden Sazak Deresi’ne giderdi. Alabalıkları tutar tutar getirirdi. Akşam olunca da okulun bahçesinde güzel bir ateş yakardı. Ateş köze dönüşünce de balıkları şişlere takar ateşte közlerdi. Sonra hep birlikte oturur afiyetle yerdik.
Sonbaharda köylülerin bir kısmı yer fıstığı toplamaya, bir kısmı da Orman İşletmesi’nde saha temizliği yapmak üzere köyden ayrılırlardı. Köyde pek kalan olmazdı. Böyle zamanlarda camiye gelen olmadığı için ezanları okur ancak vakit namazlarını kılmazdı. Kılmadığını nerden biliyorsunuz? diye sorabilirsiniz. Ders dışı zamanlarımızı genelde ya okey oynayarak ya da saz çalıp türkü söyleyerek geçirirdik. On parmağında on hüner olan İman’ımız saz çalıp türkü de söylerdi, içki de içerdi.
Bir deste oyun kâğıdımız, bir okey takımımız ve bir de domino takımımız vardı. Öğretmen sayımız üç olduğu için kâğıt oyunlarını ve domino oyununu kendi aramızda oynardık. Ancak okey üç kişiyle oynanan bir oyun olmadığı, oynansa da zevkli olmadığı için dördüncü kişiye ihtiyaç duyardık. Bu ihtiyacımızı İman’la giderirdik. Dördüncü kişi de o olunca karemiz tamamlanmış olurdu. İman oyunun her çeşidini bilirdi. Bazen eşli oynardık, bazen de herkes kendisine oynardı. Sonbaharda, köylülerin köyde bulunmadığı zamanlarda ezan vakti gelince oyundan kalkan İman, abdest almadan gider ezan okur sonra namaz kılmadan hemen geri dönerdi. O gelince oyunumuza kaldığımız yerden devam ederdik.
Dolmuşçular sabahları çok erken çıkarlardı köyden. Onların gittiği saatte pek uyanık olmazdık. Onlar da bizim gideceğimizi bilmedikleri için bizi almadan giderlerdi. Biz, bu nedenle ilçeye gideceğimiz zaman bir gün önceden haber gönderirdik kendilerine. 1987 yılına girmemize üç gün kalmıştı. Bir iş nedeniyle ilçeye, Kadirli’ye gitmem gerekiyordu. Bundan ötürü bir gün önceden bizim dolmuşçu Nutku’ya; “Sabah beni almadan gitmesin” diye haber gönderdim. Nutku sabah erkenden kapıya dayandı. Uyandım, üstümü giyindim ve lojmandan çıktım. Henüz dolmuşun yanına varmadan İman yolumu kesti:
-Yılbaşında neredesin? diye sordu.
-Neden sordun?
-Abdurrahman öğretmenle Remzi öğretmen yılbaşını Kadirli’de geçireceklermiş. Sen de bir yere gidiyor musun? diye sordum, dedi.
-Yok, ben buradayım. Bir yere gittiğim yok, dedim.
İman cebinden çıkardığı parayı bana verdi. Sonra da:
-Bununla bir Yeni Rakı bir Buzbağı şarap, gerisine de çerez al, dedi.
-Rakıyla şarabı ne yapıyorsun? diye sordum.
-Birlikte içeriz…
-Ciddi olamazsın…
-Yoo gayet ciddiyim…
-İman’la şarap!
-Ben içerim ağabey…
-O zaman sen bu parayı geri al. Onları ben alırım, sen et işini halledersin, dedim.
-O iş tamam…
-Nasıl tamam?
-R’nin karısından söz aldım. Yılbaşında hindi getirecek bana, ben de birkaç balık avlarım olur biter, dedi.
Parayı geri almadığı için ben parayı cebime koydum ve dolmuşa bindim, ilçeye gittim. İşimi gördükten sonra İman’ın emanetlerini aldım. Akşam köye döndüm.
31 Aralık 1986 günü Abdurrahman öğretmen ile Remzi öğretmen yılbaşını geçirmek üzere Kadirli’ye gidince İman’la ikimiz baş başa kaldık. İman, kimsenin haberi olmasın diye geceden gelen hindiyi kesmiş, getiren kadına da temizletip hazır hale getirmiş. Abdurrahman öğretmenle Remzi öğretmen köyden ayrılınca İman’la ikimiz balık avlamak üzere hemen yanı başımızdan akıp giden Sazak Deresi’ne gittik. Oradan yiyebileceğimiz kadar alabalık yakaladıktan sonra lojmana döndük. Fırınlı bir sobamız vardı. İman, hindi ile balıkları attı fırına. Sonra ikimiz oturduk, kurduğumuz çilingir sofrasına. Yiyip içerek, saz çalıp türkü söyleyerek sabahladık geceyi.
 
Dün İçin İzin İsteyen Cehennet
Çiçeklidere’ye gittiğimin ikinci günü; üç öğretmen aramızda isteğe bağlı sınıf paylaşımı yaptık. Bu paylaşım sırasında Abdurrahman öğretmen 1. sınıfları, ben, 2. ve 3. sınıfları, Remzi öğretmen de 4. ve 5. sınıfları aldı. Sınıf paylaşımından sonra sınıflara girdik. Sınıfa ilk kez girdiğim için adet olduğu üzere önce kendimi tanıttım. Sonra öğrencileri sırayla kaldırdım, kendilerini tanıtmalarını istedim onlardan. Bu tanışma sırasında dikkatimi çeken bir öğrenci vardı. İkinci sınıftaydı. Henüz sekiz yaşındaydı. Sempatik ama bir o kadar da çirkindi. Adı Cennet’ti. Ama çirkinliğinden ötürü Cennet’ten çok Cehennem’i anımsatıyordu bana. Ona, Cennet diye seslenmek gelmiyordu içimden. Doğrudan Cehennem diye çağırmam da uygun olmazdı. Bu nedenle Cehennem’in sonundaki “m” harfinin yerine Cennet’teki “t” harfini getirerek Cennet’in adını “Cehennet” olarak değiştirdim. Kendisine hep Cehennet diye seslenirdim. Hatta bu adı çok benimseyen Abdurrahman öğretmenle Remzi öğretmen de bu adla çağırmaya başladılar, Cennet’i.
Son derece esmer ve biraz da çirkindi benim Cehennet kızım. Ama bir o kadar da sempatik... İnsanlar genelde karşısındaki kişi ya da kişilerin cazibelerinden etkilenirler. Ama Cehennet kızım cazibesiyle değil, cazibesizliğiyle çok dikkatimi çekmiş ve beni etkilemeyi başarmıştı. İçim kan ağlasa da ben, Cehennet kızımı görünce gülmekten alamazdım kendimi.
Cehennet’in sürekli yinelediği birkaç alışkanlığı vardı. Bu alışkanlıklarından taviz vermezdi asla. Bunların başında oynadığı oyun gelirdi. Cehennet, bir yıl boyunca her teneffüste sürekli seksek oyunu oynadı durdu. Bir yıl boyunca bu oyundan başka bir oyun oynadığına tanık olmadım. Oyun arkadaşı da değişmedi bir yıl boyunca. Bir tek oyun arkadaşı vardı. O da amcasının kızıydı. Ondan başkasıyla oyun oynamazdı. Remzi öğretmenle birlikte kaldığımız eski lojmanın penceresinin önü de Cehennet’in oyun oynama alanıydı. Hep orada oynardı.
Bunların dışında değişmeyen bir alışkanlığı daha vardı, Cehen-net’in. O da izinsiz ve özürsüz olarak sık sık devamsızlık yapmak, okula gelmemek. Mübalağa olmasın ama her hafta mutlaka bir ya da iki günlük bir devamsızlığı olurdu, Cehennet’in. Ben, işi olduğu zaman okula gelemeyeceği günün bir gün öncesinden tıpkı arkadaşlarının yaptığı gibi izin alması gerektiğini hep söyledim durdum, Cehennet’e. Ama onu, buna alıştıramadım. Benim söylediklerim bir kulağından girer ötekinden çıkardı. O hep bildiğini okurdu. O bildiğini okuyordu ama ben de taviz vermiyordum asla. Özürsüz ve izinsiz okula gelmediği günün bir sonrasındaki gün okula gelince, günlük yoklama sırasında sıra ona geldiğinde onu kaldırır kızar, bu davranışından vazgeçmesini söylerdim kendisine. Hatta kimi zaman da azarlardım kendisini. Ama Cehennet yine aynı Cehennet. Bildiğinden şaşmazdı.
Cehennet’in bu mutat günlerinden biriydi. Yine özürsüz ve izinsiz bir önceki gün okula gelmemişti. Ertesi günün sabahında ders zili çaldı. Tören yapıldı. Sonra sınıflara girildi. Her zaman sınıfa girdikten sonra ilk iş olarak öğrenci yoklaması yapmaya başladım. Sıra Cehennet’e gelmişti. Ben, daha adını söylemeden, benim kendisine kızacağımı bilen Cehennet ayağa kalktı ve:
-Öğretmenim, bana dün için izin verir misiniz? dedi.
Sınıftan kahkahalar yükselmeye başladı. Sınıfın havası birden değişince ben de doğal olarak gülümsemeye başladım.
- A benin Cehennet kızım izinler, dünler için değil yarınlar için istenir. Bunu bir türlü öğretemedim sana. Sen, dün zaten gelmemişsin. Ben sana izin versem n’olur, vermesem n’olur dedim.
Cehennet gülerek:
- Olsun öğretmenim. Siz yine de bana izin verin, dedi.
 
Yarın Hasta Olacağım İçin Okula Gelmeyeceğim
Çiçeklidere’de göreve başladığımın ilk günü sınıfa girdiğimde dikkatimi çeken tek kişi Cehennet değildi. Biri daha vardı. O da ikinci sınıftaydı, tıpkı Cehennet gibi. Ama Cehennet’in aksine sessiz, kısa boylu, güzel biriydi dikkatimi çeken ikinci öğrenci. Sultan’dı adı. Yemyeşil gözleri vardı, dünyalar tatlısı Sultan’ın. Boyu kısa olmasına rağmen en arka sırada oturuyordu. Hem de kendisi ikinci sınıfta olmasına rağmen üçüncü sınıfların en arka sırasında oturuyordu. Yazı yazarken ayağa kalktığı halde yazı tahtasını tam olarak göremediği için sıradan dışarı çıkar ve öyle bakarak yazardı tahtada yazılı olanları. Çok sessiz ve çekingendi. Sorulan sorulara yanıt verirken, başını hep öne eğerek konuşurdu. Oyun oynamazdı asla. Arkadaşları yok gibiydi. Teneffüslerde ya tek başına duvar dibinde durur oyun oynayan arkadaşlarını izlerdi uzaktan ya da yine bende olan üçüncü sınıf öğrencisi ağabeyinin yanı başında dolaşır dururdu.
İlk işim Sultan’ın sırasını değiştirmek oldu. Üçüncü sınıfların en arka sırasında oturan Sultan’ı, hemen öğretmen masasının yanı başındaki ön sıraya oturttum. Oraya oturmamak için biraz naz ettiyse de sonunda oturmaya razı oldu. Onunla daha yakından ilgilenmeye başladım. Sorununu anlamak ve ortadan kaldırmak için sık sık kendisiyle konuşmaya ve ailesiyle görüşmeye başladım. Bir zaman sonra Sultan kabuğunu kırmaya ve arkadaşlarıyla kaynaşmaya, onlarla birlikte oyunlar oynamaya başladı. Konuştuğu zaman başını öne eğmekten vazgeçen Sultan cıvıl cıvıl bir öğrenci olmayı başardı.
Birçoğunuz biliyor, köy ilkokullarındaki okul temizliğinin öğrenciler tarafından yapıldığını. Çiçeklidere’de de durum bundan farklı değildi. Okulda hizmetli bulunmadığı için orada da okulun günlük temizliği, günlük nöbetçi öğrenciler tarafından yapılırdı. Tabi bu iş öğretmenlerin nezareti altında yapılırdı. Nöbetçi öğrenciler, okulun temizliğini yaparlarken biz öğretmenler de bir sonraki günün “Günlük Planı”nı yapardık, okulda. Yani ders bitmesine rağmen okuldan ayrılmazdık, temizlik işi sonuçlanıncaya kadar. Böylece hem bir sonraki günün planını yapmış olurduk hem de nöbetçi öğrencileri kontrol altında tutardık.
Her zaman olduğu gibi o gün de günlük dersler sona ermiş ve nöbetçi öğrencilerin dışındaki öğrenciler evlerine gitmişlerdi. Öğrenciler sınıf temizliğini yaparlarken ben de idari odada bir sonraki günün günlük planımı yapıyordum. Okulun paydosa girmesinin yaklaşık yarım saat sonrasında günlük planı yaptığım idari odanın kapısı vuruldu.
-Giriniz, dedim
Kapı, çok yavaş bir şekilde açıldı. İçeriye, o saatte evde olması gereken ikinci sınıf öğrencisi Sultan girdi.
-Neden geldin kızım? Bi şey mi oldu, birileri mi seni dövdü? diye sordum.
Sultan:
-Yarın için izin istiyorum öğretmenim, dedi.
- Bir yere mi gideceksiniz?
-Hayır öğretmenim…
-Neden izin istiyorsun?  
Sultan, gayet sakin bir şekilde:
- Öğretmenim ben yarın hasta olacağım, okula gelmeyeceğim, demez mi?
Eh! Sultan, yarın okula gelmemeyi kafaya koymuştu. Ben izin versem de vermesem de o ertesi gün okula gelmeyecekti. Bari yiğitlik bende kalsın diyerek Sultan’a izin verdim…
 
Ananı da Versen…
Bilirsiniz dünyaca ünlü yazarımız Yaşar Kemal’in 1955–1987 yılları arasında kaleme aldığı “İnce Memed” adında 4 ciltlik ölümsüz bir yapıtı vardır. Cumhuriyetin 10. yıldönümünün hemen arifesinde başlayarak dört yıl devam eden olayları içeren ve ünlü İngiliz oyuncu ve yönetmen Peter Ustinov tarafından 1984 yılında “Memed My Hawk” adıyla sinemaya uyarlanan ve toplumsal problemler, umut, korku, tutku vb. konularda ruh analizleri, doğaya yönelik detaylı betimlemeleriyle de dikkati çeken romanın başkahramanı olan İnce Memed’in mekân tuttuğu yerlerden biriymiş, Çiçeklidere Köyü.
İşte ben, bu Çiçeklidere’ye atanmıştım. Kocaman bir vadinin ta dibinde akıp giden Çiçekli Deresi’nin iki yakasına serpilmişti Çiçek-lidere’nin evleri. Kanada kavakları meşhurdu buranın, bir de koca koca asırlık çınarları. Ama bu çınarların içinde bir tanesi vardı ki hiç mi hiç benzemiyordu ötekilerine. “Cumhuriyet Çınarıydı adı, onun. Bu adı, kökü cumhuriyetin derinliklerinden izler taşıdığı, özde bir cumhuriyetçi olduğu, koca bir çınar gibi toprağa kök, semaya dal-budak saldığı ve gerçek bir cumhuriyet çocuğu olduğu için Abdurrahman Öğretmen’le ikimiz vermiştik ona. Asıl adı Osman Alasırt’tı. Ama fötr şapka taktığı için hem köyünde, hem de çevresinde “Foter Osman” olarak tanınırdı. Ama biz öğretmenler “Cumhuriyet Çınarı” derdik ona. İnsanları kucaklarcasına gökyüzüne açılan koca dallarının koyu gölgesinde nice canlar barınırdı, Cumhuriyet Çınarı Foter Osman’ın.
En az sözü sohbeti dinlendiği kadar da mert, cömert ve saygındı. Dostuna dost, düşmanına düşmandı, Foter Osman. Hoş düşmanı da yoktu ya. Ama lâfın gelişi öyle. Aynı zamanda hazırcevap ve nüktedanlığıyla da ünlüydü. Taşı hemen koyardı gediğine. Kimseye eyvallahı yoktu. Adeta canlı bir müze gibiydi. Hem de iyilikten, güzellikten, birlikten, kardeşlikten, barıştan ve çağdaşlıktan yana her şeyin içinde bulunduğu kapsamlı bir müze.
Kendi köylüsü ve yaşıtıydı, Ahmet Emmi. “Deli Çocuk” derdi, Cumhuriyet Çınarı Foter Osman ona. Günün birinde oturuyorduk, okulun bahçesindeki koca çınar ağacının koyu gölgesinde. Ahmet Emmi takılmak istedi Foter Osman’a:
—Benim oğlana yazayım da Arabistan’dan gelende bir foter getirsin bana, dedi.
—Ne yapacaksın foteri? dedi Cumhuriyet Çınarı.
—Bre senin adın Osman deel miydi? dedi Ahmet Emmi.
—Eeee… N’olmuş Osman’sa?
—Bir foter taktın diye “Foter Osman” oldu, çıktı adın. Namın aldı yörüdü dört bir yana.
—Olacah o gadder tabi.
—Oğlan bir foter getsın takayım, bana da “Foter Ahmet” desinler bari…
Foter Osman kahkahalarla gülerek:
—Oğlum, foteri alırsın almasına ama…
Ahmet Emmi:
—Amması neymiş? diye sordu.
—Foterin altına adam lazım oğlum adam, dedi Foter Osman.
 Ahmet Emmi:
—Niye ben adam deel miyim? diye sordu.
Cumhuriyet Çınarı Foter Osman:
—Garanti veremem ona, dedi.
Hep birlikte gülüştük kahkahalarla.
 
Kocaman bir vadinin ta dibinde yer alan Çiçeklidere’ye yolu düşen herkes, O’na uğrayıp hal-hatır sormadan, yerden kalkmayan sofrasında karnını doyurmadan, çayını kahvesini içmeden ve tatlı sohbetinden gıdasını alıp kahkahalarla gülmeden ayrılmazdı, Çiçeklidere’-den. Böylece bir gelen bir daha gelirdi. Çünkü o yetmişlik Koca Çınar’ın manidar sözleri karşısında derin hülyalara dalıp giden her insan, onun hoşsohbetinden daha fazla gıda almak ve dakikalar boyunca kahkahalarla gülüp sinirden, stresten uzaklaşmak istiyordu. Bu nedenle bir dakika bile boş kalmazdı yol boyundaki evi.
Ölümüne tapardı, sevgiliye de, sevgiye de. Tıpkı Ata’sının kurduğu CHP (Cumhuriyet Halk Partisi)’ye taptığı gibi. O’nu hep bir sevgili gibi el üstünde tutan Cumhuriyet Çınarı Foter Osman’ının artık yenilenmesi gereken eski ve küçücük bir evi vardı, babadan kalma. Yerine daha büyük ve daha çağdaş görünümlü bir ev yapmak üzere yıkar, yıllarca oturduğu baba yadigârı evini.
Çeker taşını, kumunu. Alır demirini çimentosunu. Gerek inşaat sırasında, gerekse evinin iç döşemesinde kullanacağı gerekli keresteyi almak üzere hemen bir dilekçe ile başvurur, bağlı bulunduğu Orman İşletme Müdürlüğü’ne.
Vermiş olduğu dilekçesine binaen kendisine belli bir miktar kereste tahsis eden Orman İşletme Müdürlüğü’nün veznesine gerekli parayı yatıran Cumhuriyet Çınarı Foter Osman, kiraladığı bir traktörle köyüne taşır, almış olduğu keresteyi. Ama almış olduğu kereste kendi ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır. Çünkü Orman İşletme Müdürlüğü, kendisinin talep ettiği miktarın çok altında bir ihtiyaç tahsis etmiştir. Bunun üzerine her orman köylüsünün yaptığı gibi Cumhuriyet Çınarı Foter Osman da ihtiyacı olan kerestenin geri kalan bölümünü de ormandan kaçak olarak kesip getirttiği keresteyle karşılamaya çalışır. Gerekli olan malzemelerin tamamı temin edildikten hemen sonra inşaata başlanır.
Henüz 15–20 gün olmuştur inşaata başlanalı. Bir ormancı (orman muhafaza memuru) çıkagelir, Çiçeklidere Köyü’ne. Yeni atanmıştır oraya. Hem sorumluluk bölgesinde bulunan ormanların durumu hakkında bilgi sahibi olup yerinde görmek, hem de köylülerle tanışmak için Çiçeklidere’ye gelen ormancının köyde karşılaştığı ilk kişi Ahmet Emmi’dir. Hani Foter Osman’ın “Deli Çocuk” dediği şu Ahmet Emmi yok mu? İşte o adam.
Vakit öğlendir. Yemek zamanıdır. Ahmet Emmi, “hoş geldin” diyerek evine alır ormancıyı. Hoş-beş edilip hal-hatır sorulduktan sonra bir kahve ikram edilir köye yeni gelen ormancıya. Hemen ardından kurulan yer sofrasında yemekler yenir. Bir zaman sonra da demlenen çaylar içilir afiyetle.
Tabi doğal olarak geçen bu süre zarfında samimiyetleri biraz daha ilerlemeye ve muhabbet biraz daha koyulaşmaya başlamıştır, ev sahibi ile misafir arasında. Bu durum, Foter Osman’a oyun oynama niyetinde olan Ahmet Emmi için ele geçmez bir fırsattır, Cumhuriyet Çınarı Foter Osman’a oynamayı düşündüğü oyunu, ormancı aracılığıyla yaşama geçirmek için.
Ancak aralarında gelişmeye başlayan samimiyete rağmen durumu ormancıya anlatıp anlatmamakta kararsızdır, Ahmet Emmi. Söylesem mi, söylemesem mi? Söylersem kızar mı kızmaz mı? İsteğimi yerine getirir mi getirmez mi? diye düşününce birazcık karamsar olur Ahmet Emmi. Durumu kendi içinde birazcık daha muhakeme ettikten sonra durumu, ormancıya anlatmaya karar verir. 
—Begim bir iricam olacak senden, der.
—Estağfurullah Ahmet Emmi buyur anlat, der ormancı.
—Emme?
—Amması neymiş Ahmet Emmi?
—Bilmem söylesem mi söylemesem mi?
Ahmet Emmi’nin tavrından işin, biraz çetrefilli bir iş olduğunu anlayan ormancı:
—Hiç çekinmeden anlat Ahmet Emmi. Yapabileceğim bir şey ise yardımcı olmaya çalışırım, gücüm yettiğince, der.
Ormancının bu sözlerinden cesaret alan Ahmet Emmi:
—Köyümüzde yeni başlayan bi inşaat var. Sahabı, çok sevdiğimiz, saydığımız bi gomşumuzdur. Osman’dır, adı. Emme foter taktığı içun herkes “Foter Osman”der, ona. Belkim sen de tanırsın? Gendisi hoşsohbet, hazırcevap, nüktedan olduğu gadder de goyu bi CHP’lidir. Ona bi oyun oynamağ istiyam. Emme sen baan yardımcı olacağ isan tabi, der.
—Nasıl bir oyun bu Ahmet Emmi? diye sorar ormancı.
—Sen, benden daha eyi bilirsin begim. Bizim köylük yerde inşaat yapacağ olan gişi, gendiye ilazım olacağ kereste ehtiyacı içun müracaat eder, Orman İşletmesi’ne. Bu müracaat üzerine bigaç metreküp kereste veriverirler gendiye parasıynan. Emme bu, onun ehtiyacını garşılamaz. Eeee… Ne yapcak bu adam? Ehtiyacının geri galan gısmını da gaçak keser getırır ormandan, der Ahmet Emmi.
—Doğrudur Ahmet Emmi. Biz de biliyoruz bunu. Ama haklı olduğu için bir şey diyemiyoruz vatandaşa. Görmezden geliyoruz kendisini. Devlet adamın ihtiyacını karşılayamazsa vatandaş da kaçak ağaç keser getirir ormandan. Bunu bilmeyen yoktur, der. Sonra Ahmet Emmi’ye:
—Sen şimdi ne istiyorsun benden, onu söyle bana, der.
—Diyeceim şu ki hepicigimizin yaptığı kimi, bizim Foter Osman da ehtiyacının çoğunu ormandan gaçak ağaç keserekten temin etmiş. Biz şincik doğruca Foter Osman’ın inşaatına gidegin. Oraya varıncağ bu kereste gaçağtır de, zabıt tutarın, seni mahkemeye verırın de, birazım gorğut gendiyi. Bağalım ne cevap verecağ saan, der.
—Senin söylemek istediğin, benden yardım beklediğin şey bu muydu Ahmet Emmi? diye sorar ormancı.
—He ya begim, der Ahmet Emmi.
—Tamam, Ahmet Emmi sen o işi bana bırak, der ormancı.
Aralarında geçen bu konuşma sonrasında ikisi birlikte inşaata uğramak üzere çıkarlar evden. Yürüyerek varırlar inşaata. İnşaata varınca:
—Kolay gelsin ağalar, der ormancı.
Bunun üzerine başta inşaat sahibi Foter Osman olmak üzere inşaatta çalışan tüm usta ve işçiler, sırasıyla köylerine ilk kez gelen ormancının elini, iki ellerinin arasına alıp yarı bellerine kadar eğilerek:
—Hoş geldınız köyümüze begim, safalar getirdiniz der ve karşısında tek sıralı safta dururlar ayakta.
—Nasılsınız, iyi misiniz ağalar? diye sorar ormancı
—Sağ olun begim sizleri sormalı, derler hep bir ağızdan.
—Sağ olun ben de iyiyim. İnşaatın sahibi kimdir?
—Benim begim, der bulunduğu saftan bir adım öne çıkan Foter Osman.
—Adın ne emmi senin?
—Osman… Osman Alasırt… Emme herkes “Foter Osman” der baaan, diye yanıtlar, Foter Osman ormancının sorusunu.
—Hayırlı olsun. Allah güle güle içinde oturmak nasip etsin Osman Emmi…
—Sağ ol, Allah ırazı olsun begim, der Foter Osman.
Ormancı:
—İhtiyaç aldın mı işletmeden, emmi? diye sorar.
Foter Osman:
—Almaz olur mıyın begim? Aldım tabi, der.
Ormancı:
—İhtiyaç makbuzu yanında mı? diye sorar.
—Vallaha bi kâğıt verdiler emme ne olduğunu bilmem ki, der Foter Osman.
Ormancı:
—Tamam, işte o kâğıt emmi. Yanında mı o? diye sorar.
—He ya yanımdadır…
—Bana verir misin onu?
—Tabi begim, hemen… der Foter Osman.
Sonra ceketinin iç cebinden çıkarır cüzdanını, açar cüzdanının ağzını. Cüzdanının içinde sakladığı makbuzu çıkarır ve:
—Buyur begim, diyerek uzatır ormancıya makbuzu.
Cumhuriyet Çınarı Foter Osman’ın kendisine uzattığı makbuzu eline alan ormancı, önce makbuza bir göz atar, ardından orada, inşaatın hemen yanı başındaki koca çınarın gölgesinde üst üste istif edilmiş keresteye bakar. Sonra:
—Osman Emmi…
—Buyur begim...
—Şu an inşaatta bulunan kereste miktarı, makbuzda yazılı olan miktardan daha fazla gibi görünüyor. Doğru mu? 
—Doğrudur, begim fazladır…
—Ormandan kaçak ağaç mı kesip getirdin yoksa?
—Vallaha bu yaşımda yalan söyleyecek deelim begim. Evet, çoğu gaçağtır bu ağaçların…
—Bunun suç olduğunu bilmiyor musun?
—Bilmez olur mıyın, elbette bilirim…
—Sen bile bile suç işlemişsin Osman Emmi. Cezası çok ağırdır bunun. Hani biri bilerek bir adam öldürür, öteki kazaen bir adam öldürür. Bilirsin kazaen adam öldürenin cezası az, bile bile adam öldürenin cezası çok olur. Bu da onun gibi bir şey. Sen de suç olduğunu bile bile ağaç kesmişsin. Bunun cezası çok ağır olur, haberin olsun, der ormancı.
—Vallaha bu yolu bize gösterten sizsiniz begim, der Foter Osman.
—Nasıl yani?
—Baan istediğim gadder ehtiyaç verseydınız, ben gaçağ ağaç kesıp getırır mıydın ormandan? Getmezdim elbette. Hemi ehtiyacım olan keresteyi vermezsınız, hemi de baan gaçağ muamelesi yapıyorsunuz. Bu hangı kitapta yazılı? diye itirazda bulunarak savunmaya çalışır kendini, Foter Osman.
—Sen belki haklısın Osman Emmi. Ama bunda benim suçum ne? Sana ihtiyacı eksik veren işletmedir. Git hakkını onlara karşı savun, bana değil. Benim yapacağım tek şey tutanak tutup seni mahkemeye vermektir. Başka bir şey yapamam ben, kusuruma bakma benim…
—Yoh oğlum yoh kimsenin gusuruna musuruna bahtığım yoh benım. Ne geregiyorsa onu yap. Eyvallahım yoh benım kimselere. Elinden geleni goma arğana, diyerek çeker ormancıya restini, bizim Foter Osman.
Bunun üzerine başta bu muzipliğin planlayıcısı ve fikir babası olan Ahmet Emmi olmak üzere inşaatta çalışan tüm usta ve işçiler girerler araya. Her hangi bir işlem yapmaması için ricada bulunurlar ormancıdan. Foter Osman’ın oldukça gerildiğini fark eden ve işin dozunu daha fazla arttırmak istemeyen ormancı:
—O zaman anlaşalım seninle, der Foter Osman’a.
Ormancının bunu söylemekle kendisinden para istediğini sanan Foter Osman:
—Tamam… Ben ona da varın oğlum, der ormancıya.
—Şartımı kabul edersen ne zabıt tutarım ne de mahkemeye veririm, der ormancı.
—Neymiş söyle bahalım şartını?
—Şartımı kesin kabul edersen söylerim ama…
—Öyle dayatma yoh oğlum. İşime gelirse gabul ederın, gelmezse gabul etmem, der Foter Osman.
—Duyduğum kadarıyla CHP’liymişsin sen, Osman Emmi. Doğru mu? diye sorar ormancı.
—Doğru duymuşsun oğlum. CHP’liyim ben. Hemi de sapına gadder, der Foter Osman.
—CHP’den ayrılıp ANAP (Anavatan Partisi)’a geçer, bundan sonra ANAP için çalışırsan zabıt tutup mahkemeye vermem seni, der ormancı.
—Sen zabıtın tut, mahkemeye ver oğlum der Foter Osman.
—ANAP’lı olmayı kabul etmiyor musun yoksa? der ormancı.
Foter Osman:
—Yoh oğlum yoh, üstüne ananı da versen ben ANAP’lı olmam diyerek son noktayı koyar.
Cumhuriyet Çınarı’nın bu sözleri üzerine katıla katıla gülmeye başlayan ormancı, Ahmet Emmi, ustalar ve işçiler engel olamıyorlar, gülmekten ötürü akan gözyaşlarına.
—Kusuruma bakma Osman Emmi hepsi şakaydı. Ahmet Emmi’nin planıydı bütün bunlar, der ormancı.
Foter Osman:
—Sende de heç akıl yoğimiş bre oğlum, der ormancıya.
—Neden?
—Nedeni var mı oğlum? Sende akıl olsaydı heç uyar mıydın bu Deli Çocuğa (Ahmet Emmi için söylüyor)? diye yanıtlar Foter Osman.
—Deli Çocuk kim Osman Emmi? der ormancı.
Foter Osman:
—Kim olacağ oğlum, senin fikir babandır, der.
Yine gülüşmeler, kahkahalar…
Foter Osman:
 —Çaylar hazır mı kele? diye seslenir, nasırlı elleri öpülesice karısına.
Kocakarı içeriden:
—Hazır Osman Ağa hazır. Getireyim mi? diye yanıt verir kocasına.
—Getır kele getır, der Foter Osman.
Gelen çaylar afiyetle içilir, hep birlikte.
Sonra,”kolay gelsin, hoşça kalın” diyen ormancı ile Ahmet Emmi oradan ayrılırlarken ustalar ve işçiler de dönerler işlerinin başına.
Bundan sonra köye her geldiğinde uğradığı ilk yer Foter Osman’ın evi olur, ormancının.
 
Atama Bilmecesi Nihayet Sona Eriyor
Kastamonu’da dört yıl süren ayrılık çilem Adana’da da devam etti. Milli Eğitim Müdürü Rıza Kültür, her ne kadar Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi’ye:
-“Hocam gitsin göreve başlasın, en kısa sürede istediği yere atamasını yaparız” dediyse de değişen bir şey olmadı. Çocuklarımdan biri lise, biri ortaokul öğrencisi olduğu ve bulunduğum Çiçeklidere’de de ortaokul ve lise bulunmadığı için ben yine çocuklarımdan ayrı kalmak zorunda bırakıldım. Onlar Tunceli’de, ben Adana Çiçeklidere’de.
Arada bir gelişmeleri öğrenmek için Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi’nin yanına gidiyorum. Ama hiçbir değişiklik yok ve olması olasılığı da çok zayıf. Çiçeklidere’de göreve başladıktan bir süre sonra yanına gittiğim Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi:
- Hocam, Milli Eğitim Müdürü fikir değiştirdi, dedi.
- Fikir değişikliğine neden olan şey neymiş acaba? dedim.
- Senin görev yaptığın Çiçeklidere’de öğrenci mevcudu fazla imiş. Seni ordan almaları durumunda o öğrenciler mağdur olacaklarmış. Onun için seni oradan alamayacaklarmış, dedi.
- Efendim okulumuzun mevcudu 110 civarındadır ve benim dışımda orada halen görev yapan iki öğretmen daha vardır. Benim atanmam durumunda öğretmensizlikten ötürü okul kapanmış olsaydı, o söylem belki haklı olabilirdi. Ama şu anda orada görev yapan iki öğretmen daha bulunduğu için ne okulun kapanması söz konusu olabilir, ne de öğrencilerin mağduriyeti. Hem öğrencilerin mağdur olacağını düşünenler benim mağduriyetimi neden gözardı ediyorlar? Ben, şu an çocuklarımdan ayrıyım. Ailem parçalanmış durumdadır. Bundan daha iyi mağduriyet olur mu? dedim.
- Hocam, benim pes ettiğimi falan düşünmeyin sakın. Bu, artık bir onur meselesi oldu benim için. Ben, sonuna kadar sizin yanınızdayım ve bu işle bizzat ilgileneceğim. Bunların asıl amaçları farklı, dedi.
- Asıl amaçları neymiş efendim?
- Sizin Tuncelili olmanız…
- Suç mu Tuncelili olmak?
- Onlara göre suç, dedi.
Kısa bir süre için gittiğim Çiçeklidere’de bir yıl kaldım. O yıl atamam yapılmadı. Ertesi yıl için atanma dilekçesi verdim, dilekçem işleme konulmadan bana iade edildi. Böylece ikinci yıl da orada kalıcı gibi görünüyordum ki sonunda düşündüğüm olmadı. Çünkü okulların açılışından yaklaşık iki buçuk ay sonra atamam, Seyhan ilçesi Hadırlı İlkokulu’na yapılmıştı.
Peki bu atama nasıl gerçekleşti?
Vali Muavini Sn Ali Özel Beyefendi’nin, aslen Karataşlı olan sekreterinin köyünde görev yapan Kenan öğretmen, Kadirli’deki anne ve babasına yardımcı olmak üzere Kadirli’ye tayin ister. Ancak ataması yapılmaz. Atamalar döneminde ataması yapılmayan Kenan öğretmen, Vali Muavini Sn Ali Özel Beyefendi’nin sekreterliğini yapan bayanın yanına gider. Atamasının yapılması için kendisine yardımcı olması talebinde bulunur. Sekreter hanım, durumu, sekreterliğini yaptığı Ali Özel Beyefendi’ye anlatır ve yardımcı olmasını ister kendisinden. Sn. Ali Özel Beyefendi:
-Atanmak isteyen öğretmen yanıma gelsin der sekreterine.
Sekreter hanım, hemen kendi köyünde görev yapan Kenan öğretmene haber ileterek acilen gelmesini ister. Haberi alan Kenan öğretmen zaman yitirmeden sekreter hanımın yanına uğrar. İkisi birlikte Sn. Vali Muavini’nin makamına çıkarlar.
Vali Muavini, Kenan öğretmene:
- Hocam, siz Kadirli’ye atanmak istiyormuşsunuz, doğru mu? der.
Kenan öğretmen:
- Doğrudur efendim, der.
Vali Muavini:
 - Çiçeklidere’yi ister misiniz? diye sorar.
Kenan öğretmen:
- Evet, der.
Vali Muavini:
- O zaman hemen Kadirli Çiçeklidere’yi istediğinize dair bir dilekçe yazın ben, Milli Eğitim Müdürlüğüne havale edeyim, der.
Kenan öğretmen orada dilekçeyi yazıp Vali Muavini’ne verir. Kenan öğretmenden dilekçeyi alan Vali Muavini, hemen Milli Eğitim Müdürü’nü arar. Ve:
-Müdür Bey, şu an Kadirli Çiçeklidere’yi isteyen bir öğretmen var yanımda. Bu öğretmenimizin atamasını oraya, “öğrenciler mağdur olur” bahanesiyle bir yıldan beri atamasını ertelediğiniz Mehmet Korkmaz’ı da Seyhan ilçesi Hadırlı İlkokulu’na atayın der.
“Öğrenciler mağdur olur.” bahanesiyle benim atamamı yapmaya yanaşmayan Milli Eğitim Müdürü Rıza Kültür, bu kez köşeye sıkışmış ve atamamı yapmamak için bahane bulamıyor. Bahane bulamayınca da doğal olarak kısa süre içinde atama kararnamelerini, onay için Komisyon Başkanı olan Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi’ye gönderir.
Atama kararnamesini elden alan Kenan öğretmen hemen görev yerine giderek ilişkisini keser. Eşyasını, kiraladığı kamyona yükler ve Çiçeklidere’ye doğru yol alır.
Günlerden cumaydı. Gün akşam olmuştu. Ben, Abdurrahman öğretmen ve Remzi öğretmen okulun bahçesindeki koca çınarlardan birinin altında oturmuş sohbet ediyorduk. Tam o anda eşya yüklü bir kamyon yanaştı okulun kapısına. Kamyondan inen bir kişi bize doğru gelmeye başladı. Yanımıza gelince de:
-Ben, Kenan öğretmen, buraya atandım, eşyamı getirdim, dedi.
Biz ayağa kalkıp:
-Hoş geldiniz deyip kendimizi tanıttık.
Sonra hep birlikte kapıya doğru yöneldik. Okulun bahçe kapısını açarak eşya yüklü kamyonu okulun bahçesine aldık. Ancak karanlık olduğu için eşyayı boşaltma işini sabaha bıraktık.
Eşi ve çocuklarıyla birlikte gelen Kenan öğretmeni o gece konuk ettik. Birlikte akşam yemeği yediğimiz sırada, Kenan öğretmen:
-Mehmet öğretmen hanginizdiniz?
- Benim, dedim.
- Sizin de gözünüz aydın, sayın hocam dedi.
-Teşekkür ederim. Ama neden gözüm aydın olsun ki? diye sordum.
- Atamanız yapıldı, sizin haberiniz yok mu? dedi.
- Şaka yapıyorsunuz herhalde…
- Hayır, şaka yapmıyorum gayet ciddiyim, dedi.
- Nereye yapıldığı konusunda bir bilginiz var mı? diye sordum.
- Seyhan ilçesi Hadırlı İlkokulu’na yapıldı. Önce sizin atamanız yapıldı, sonra da ben sizin yerinize buraya atandım, dedi.
Ama ben hâlâ inanamıyorum. Gözlerimle görmeden de inanmak istemiyorum. Gözlerimle atama kararnamesini görmem için Adana’ya gitmem gerekiyor. Ancak hafta sonu olduğu için pazartesi gününü beklemek zorunda kaldım. Ertesi gün erkenden kalktık. Önce Remzi öğretmenle ikimizin eşyalarını okulun boş bir odasına yerleştirdik. Sonra Kenan öğretmenin eşyalarını, bizim kaldığımız eski lojmana yerleştirdik.
Pazartesi günü hemen Kadirli’ye oradan da Adana’ya gittim. Hemen Vali Muavini Sn. Ali Özel Beyefendi’nin makamına çıktım. Beni görünce:
- Gözünüz aydın hocam, dedi.
- Teşekkür ederim efendim. Zati âlinizin sayesinde…
- Zaman yitirmeden yeni görev yeriniz gelin, yerleşin dedi.
Tekrar teşekkür ettikten sonra oradan ayrıldım. Milli Eğitime gittim. Atama kararnamesini elden alarak Kadirli’ye götürdüm. İki gün içinde oradan ilişkimi keserek yeni görev yerimde göreve başladım.
 
Hadırlı’da İlk Yıl
16 Kasım 1987 tarihinde göreve başladığım Hadırlı köyü, Büyükşehir statüsüne alınan Adana’nın merkez ilçelerinden biri olan Seyhan’a yaklaşık 5 km. uzaklıkta bulunan bir köydü. Köy ile ilçe sınırı arasında sadece bir cadde bulunuyor. Caddenin bir tarafında ilçe, öte tarafında da köy vardı. Yani caddenin bir tarafından karşı tarafa geçtiğiniz zaman köyden kente de geçmiş oluyordunuz. Günün her saatinde Adana merkeze çalışan dolmuşları bulunan bu köy, belki de Türkiye’nin en çağdaş ve en büyük köylerinden biriydi. Çünkü yaklaşık 8000 nüfusa sahip olan bu köyün alt yapı sorunu giderilmişti. Ortaokulu, sağlık ocağı, eczaneleri, bakkalları, marketleri, lokantaları bulunan bu köyün ilkokulunda yaklaşık 700 öğrenci öğrenim görürken 25 civarında da öğretmen görev yapıyordu.
Bütçeme uygun kiralık bir ev bulamadığım için o yıl da çocuklarımdan ayrı yaşamak zorunda kaldım. Ben, Adana merkezde çıkmaz bir sokakta bulunan iki katlı bir evin birinci katında oturan Amasyalı öğretmen Mithat Çelik, Diyarbakır Erganili öğretmen Gürel İpek, Sinoplu olan Selami adlı bir çalışanla aynı evi paylaştım. Öğretmen olan Mithat ile Gürel bekârdı. Sinoplu olup bir müteahhidin yanında çalışan Selami de benim gibi evli bekârdı. Üçüyle öyle güzel anılarımız ve ilişkilerimiz oldu ki görenler, aynı evi paylaşan dört arkadaş değil ağabey kardeş gibi bilirlerdi bizleri. Üçü de benden küçük oldukları için bana “dayı” diye hitap ederlerdi. Bana pek iş yaptırmazlardı. Saygıda da kusur etmezlerdi asla. Özellikle öğretmen olan Mithat ve Gürel ile aradan yıllar geçmesine ve her biri ayrı bir yerde olmasına rağmen hâlâ telefonla görüşüyor ve dostluğumuzu sürdürüyoruz.
Mithat Çelik ile Gürel İpek adlarındaki iki öğretmen arkadaşın birlikte çıktıkları iki bayan öğretmen vardı. Bizim kaldığımız ev hem geniş, hem de çamaşır makinesi olduğu için Mithat’ın çıktığı Şengün öğretmenle, Gürel’in çıktığı Ayşit öğretmen (ki bu arkadaşlar o yaz tatilinde evlendiler) hafta sonlarında bize gelirlerdi. Hem birlikte zaman geçirir hem de yatak çarşaflarını getirir makinede yıkarlardı. Kimi zaman ev arkadaşları Türkan öğretmen ile Esra hemşireyi de birlikte getirirlerdi. Gündüz birlikte çıkar gezerdik. Akşam olunca da eve döner Gürel’in, usta bir aşçıyı aratmayacak kadar güzel yaptığı leziz yemekleri birlikte yedikten sonra onlar evlerine dönerlerdi. 
Mevsim ilkbahardı. Bir hafta sonuydu gene. Bu dört bayan arkadaştan Türkan ve Ayşit öğretmen ile Esra hemşire gene bize gelmişlerdi. Şengün öğretmen, memleketi olan Aydın’a gittiği için katılmamıştı o hafta sonu bize. Biz her zaman olduğu gibi gündüz biraz gezip tozduktan sonra döndük eve. Gürel başladı yemekleri yapmaya. Bayan arkadaşlar da yardımcı oldular ona. Gün akşam olmuş, yemekler de pişmiş hazırlanmıştı. Sofra, kapısı doğrudan dışarı açılan salona kuruldu. Herkes sofradaki yerini aldı. Daha yemeğe başlamamıştık ki kapı çalındı. Kapıya en yakın oturan kişi, Sinoplu Selami olduğu için kapıya o çıktı. Biz kim olduğunu göremeden kapı aralandı ve Selami dışa çıktı. Bir süre sonra:
- Dayı! diye seslendi bana.
- Efendim, diye yanıtladım kendisini.
- Bir dakika dışarı gelir misin? dedi.
Ben sofradan kalkıp dışarı çıktım. Selami ile konuşan kişi, kendisi hemşerim olan polis memuru Hüseyin’di. Hüseyin arada bir uğrardı bize. Kimi zaman sohbet etmek için, kimi zaman da çocuklarının ödevlerini yaptırmak için gelirdi. Bu yüzden evi biliyordu. Ben Hüseyin’i görünce gene ya oturmaya geldi ya da çocukların ödevleri var onları yaptırmaya getirdi diye düşündüm.
- Hoş geldin, deyip içeri davet ettim.
- İçeri girmeyeceğim ağabey, dedi.
- Gelişini neye borçluyuz? diye takıldım kendisine.
- Hakkınızda şikâyet var, dedi.
- Kim şikâyet etmiş? diye sordum.
- Şikâyet sizin sokakta oturanların birinden gelmiş.
- Niçin şikâyet etmiş?
-Bizim merkeze telefon etmişler. “Falanca nolu eve sürekli kadın getirip âlem yapıyorlar” diye şikâyette bulunmuşlar. Bizim ekip görevlendirildi. Biz de çıktık geldik. Sokağın başına gelince bu evin sizin ev olduğu aklıma geldi. Ben, ekipteki arkadaşlara: “Arkadaşlar! Bu şikâyet edilenler benim tanıdıklarımdır. Onların böyle bir şey yapmaları mümkün değil.” deyip onları ikna ettim. Onlar şimdi sokağın başında ekip otosunda bekliyorlar” dedi.
Ben:
- Siz de biliyorsunuz, içeridekilerin kimler olduğunu. Bunların ikisi bizim öğretmen arkadaşlarla çıkan iki bayan öğretmen ile onların arkadaşlarıdır. Madem buraya kadar gelmişsiniz, çağırın ekibi onlar da gelip ne yaptığımızı görsünler, dedim.
Hüseyin:
-Gerek yok ağabey. Ben onlara gerekeni söyledim zaten. Aslında ben de gelmeyecektim, ancak durumdan haberdar olmanız için uğradım, deyip oradan ayrıldı.
Biz Selami ile içeri döndük. Ancak ikimizin de morali son derece bozuk. O gece aramızda bulunan ellili yaşlardaki ev sahibemiz:
- N’oldu çocuklar? Çok sinirli gibi görünüyorsunuz bir şey mi var yoksa? diye sordu.
 Selami:
- Evet abla, çok kötü bir durum var ortada, dedi.
- Neymiş o kötü durum? 
Selami durumu anlattı. Herkesin morali bozuldu. Yemekler yenmeden sofradan kalkıldı. Ev sahibemiz hemen çıktı dışarı. Avazı çıktığınca bağırarak bastı kalayı. Biz de olayı üstlenen olursa onunla kavga etmek üzere hazırlandık. Ama o kadar küfüre rağmen hiç kimseden ses soluk çıkmayınca, döndük içeri.
İçeri dönünce Mithat:
- Dayı, hemşerin olmasaydı biz şimdi karakolda olacaktık. Ertesi gün “Fuhuş çetesi çökertildi” manşetiyle çarşaf çarşaf resimlerimiz yer alacaktı gazetelerde. Hadi biz bekârız, bize bir şey diyen olmaz. Ya sen? Sen evlisin. Bu durumu yengeye nasıl anlatacaktın. Onu nasıl inandıracaktın? diyerek bana takılmaya başladı.
 
 
Engin’in Kemal Sunal Hayranlığı
Hadırlı’da göreve başladığım zaman üç şubeden oluşan üçüncü sınıflardan birini verdiler bana. Ben, orada göreve başladığımda, okulların açılışının üzerinden yaklaşık iki buçuk aylık bir zaman geç-mişti. Öteki şubelerin seviyesine yetişebilmek amacıyla bir yandan konuları hızlıca işlerken öte yandan da kimi zaman teneffüslerde dışarı çıkmadan ders işlemeye devam ettik. Bir süre sonra amacımıza ulaşmaya başladık. Çünkü hem öteki üçüncü sınıfların seviyesine ulaştık, hem de yeni bilgiler edindik.
Yoğun bir tempoyla çalıştığımız bu günlerin birinde bir yağmur yağmaya başladı Adana’da. Hem de ne yağmur. Sanki bardaktan boşanırcasına. Yağmur yağmaya başlayınca her öğretmen gibi ben de öğrencilerimi, teneffüste dışarı çıkmamaları, çıkmaları durumunda da yağmurun altında oyun oynamamaları konusunda uyardım. Teneffüs zili çalınca ben, öğretmenler odasına gittim. Bir yandan sigaramı tüttürürken öte yandan da çayımı içiyordum. Derse giriş zili çalmak üzereydi ki öğrencilerimden biri öğretmenler odasına geldi. Doğruca yanıma geldi ve eğilerek kulağıma:
-Öğretmenim Engin düşmüş, her tarafı çamur içinde, dedi. 
- Tamam yavrum, sen çık ben geliyorum dedim.
Ben, tam kalkacakken derse giriş zili çaldı. Zil çalınca koridorlar biraz kalabalık olduğu için öğrencilerin sınıflara girmelerini bekledim. Öğrenciler sınıflara girince, öğretmenler zilinin çalmasını beklemeden öğretmenler odasında oturduğum sandalyeden kalkarak kapıya yöneldim. Öğretmenler odasının kapısında nöbetçi öğretmen Süleyman Murt ile karşılaştık. Süleyman öğretmen:
-Hocam senin öğrencilerinden biri çok kötü düşmüş. Her yanı çamur içinde, sırılsıklam olmuş dedi.
- Haberim var hocam, onun için erken kalktım, sınıfa gidiyorum dedim.
Sınıfa gittim. Engin, gümbür gümbür yanan odun sobasının hemen yanı başında duruyordu. Sobanın ısısı vurduğu için üzerinden buharlar tütüyordu. Üstü başı perişan, her tarafı çamur içinde, üzerinde sular damlıyor. Beni görünce kızacağımı zannederek ağlamaya başladı.
- N’oldu sana? diye sordum.
- Koşarken düştüm öğretmenim, dedi.
- Nereye koşuyordun?
-Arkadaşlarımla oyun oynuyorduk. Onlara yakalanmamak için koşarken ayağım kaydı, düştüm…
- Teneffüse çıkarken; dışarı çıkmayın, çıkarsanız bile açık alanda yağmurun altında dolaşmayın” diye sizi uyardım mı?
- Uyardınız öğretmenim…
- Ama siz bildiğinizden şaşmıyorsunuz, söz dinlemiyorsunuz. Söz dinlemeyenin de hali böyle olur, geç yerine otur dedim.
Sınıftaki öteki öğrenciler hep bir ağızdan:
- Öğretmenin eve göndermeyecek misiniz? diye sordular.
- Hayır göndermeyeceğim, dedim.
- Ama onun eve gidip üstünü değişmesi gerekir, yoksa hasta olur…
- Söz dinleseydi bunlar olmayacaktı…
- Öğretmenim bu seferlik affedin…
- Affetsem bile biraz sonra aynı şeyi gene tekrarlayacak…
Engin, ağlayarak:
- Hayır öğretmenim, bir daha yapmayacağım, dedi.
- Bir daha yapmayacağını nerden bileyim ben?
Öğrenciler hep bir ağızdan:
- Söz versin öğretmenim, dediler.
- Bir daha kurallara uyarak hareket edeceğine dair söz verirse bu seferlik affedebilirim, dedim.
Engin:
- Söz veriyorum öğretmenim, dedi.
 Öğrenciler:
- Bakın öğretmenim söz verdi, bu seferlik affedin dediler.
- Haydi bakalım bu seferlik öyle olsun, dedim.
Sonra Engin’i, arkadaşlarından biriyle evlerine gönderdim. Ertesi gün sınıfın muziplerinden Ejder:
- Öğretmenim, bir şey söyleyebilir miyim? dedi.
- Ne söyleyeceksin?
- Engin’le ilgili, öğretmenim…
- Neymiş Engin’le ilgi olan şey? Anlat bakalım biz de bilelim dedim.
- Öğretmenim, Engin dün düşmemiş, dedi.
- Düşmediyse o hale nasıl geldi?
- Bilerek çamurun içine yatmış…
- Derdi neymiş?
- Öğretmenim dün Kemal Sunal’ın filmi varmış televizyonda. Engin Kemal Sunal’ı çok sevdiği için onun hiçbir filmini kaçırmaz. Sizden izin istese siz izin vermeyecektiniz. O da filmi kaçırmamak için bu yola başvurmuş dedi.
- Sana kim söyledi bunları?
- Engin’in kendisi söyledi öğretmenim, dedi.
Hemen Engin’e döndüm:
- Arkadaşının anlattıkları doğru mu? diye sordum.
Engin, başını önüne eğip suskun bir şekilde beklerken sınıftan birkaç kişi:
- Doğrudur öğretmenim, bize de söyledi aynı şeyleri, dediler.
- Evet, Engin senden yanıt bekliyorum dedim.
Korktuğu için ağlamaya başlayan Engin:
- Doğrudur öğretmenim dedi…
- Neden bu yola başvurdun?
- Onu çok seviyorum öğretmenim. Onun için hiçbir filmini kaçırmak istemem dedi.
- Bir başka zaman gene Kemal Sunal’ın filmlerinden bir televizyondan verilirse aynı şeyi gene yapar mısın? diye sordum
Engin açık bir yüreklilikle:
- Yaparım öğretmenim, dedi.
 
Müdür Yardımcısı Olmaya Zorlandım.
Tarih 1 Eylül 1988. Yaz tatili sona ermiş ve ben, yaz tatilimi çocuklarımla birlikte geçirdiğim memleketim Tunceli’den görev yerim olan Hadırlı köyüne geri dönmüştüm. O yıl yeni atanan öğretmenler de dâhil tüm öğretmenler okuldaydı. Hepimiz, püfür püfür esen salonda oturmuştuk. Yeni gelen arkadaşlarla tanışırken, eskilerle de sohbet etmeye başladık. Bir süre sonra okul müdürü Musa Bulut:
- Hocam size bir önerimiz var, dedi.
- Bana mı?
- Evet, size dedi.
- Neymiş öneriniz? Anlatın herkes bilsin, dedim.
-Sizin dışınızda herkes biliyor. Bu kararı onlarla birlikte aldık, dedi.
- Buyurun konuşun, dedim.
Musa Bulut:
- Hocam, yaz tatilinde müdür yardımcımız istifa ederek görevinden ayrıldı. Şu anda bu kadromuz boş. Biz arkadaşlarla bu kadroya sizi uygun gördük. Siz de uygun görürseniz durumu hemen milli eğitime bildirerek atamanızı yaptıralım, dedi.
- Güveninize teşekkür ederim ama ben öğretmen olarak çalışmak istiyorum, idareci olarak değil dedim. 
Öteki öğretmenler de hep bir ağızdan:
- Biz hepimiz sizi istiyoruz, bizi kırmayın olur deyin bu iş olsun bitsin dediler.
- Bana biraz zaman tanıyın, dedim.
- Zamanımız yok hocam. Biliyorsunuz aybaşına birkaç gün kaldı. Öğretmen arkadaşların maaş bordrolarının yapılması gerekir. Evet deyin bu iş bu gün burada bitsin. Bunu özellikle sizden rica ediyorum dedi, Okul müdürü Musa Bulut.
Kabul etmesine ederim ama benim çekincelerim vardı. Köyde yaşayan herkesin ağzında okul müdürünün; okul kooperatifini kendi bakkaliyesi gibi işlettiği, buradan haksız kazanç sağladığı, kooperatifin parasını kişilere vererek onlardan aylık faizler aldığı yolunda dedikodular dolaşıp duruyordu. Başka bir okuldan bu tür bir yolsuzluktan ötürü hakkında soruşturma açılmış ve soruşturma sonucunda görev yeri değiştirilmiş bir okul müdürünün bu şaibelerine ortak olmamak için hayır diyerek bu teklifi kabul etmedim. Ancak öğretmenler:
- Bu yolsuzlukları önlemek için senin mutlaka bu görevi üstlenmeni özellikle istiyoruz, bizi kırmayın, lütfen bu görevi kabul edin dediler.
- Bu iş bir benimle olmaz. Bana destek olacağınıza söz verirseniz kabul ederim dedim.
- Her halükarda sizinle birlikte olacağımıza söz veriyoruz dediler.
Bunun üzerine ben görevi kabul ettim. Öğretmenlerin vermiş olduğu mutemetlik dilekçeleriyle birlikte hemen bağlı bulunduğumuz Seyhan İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. İlçe Milli Eğitimin üst yazısını alarak kaymakamlığa götürdüm. Kaymakamlıktan “Olur” aldım ve resmen mutemet olarak göreve başladım. Hemen maaş bordrolarını yapma işine koyuldum. Bundan yaklaşık bir hafta sonra da okul idaresi, Müdür Yardımcılığı görevinin bana verilmesi için İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yazı yazdı.
Müdür yardımcılığının bana verilmesine ilişkin yazının İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gönderilişinin üzerinden yaklaşık 15 günlük bir zaman geçmişti. Okul müdürü Musa Bulut:
- Hocam sizinle biraz konuşabilir miyiz? dedi.
- Hangi konuda? diye sordum.
- Müdür yardımcılığı konusunda, dedi.
- O konu hakkında gerekenler konuşuldu zaten…
- Olsun, gene de konuşmamız gereken şeyler var…
- Konuşalım, dedim.
- Benim odama geçelim, dedi.
İkimiz birlikte geçtik odasına oturduk. Sonra:
- Buyurun müdür bey sizi dinliyorum, dedim.
- Sayın hocam bundan sonra birlikte çalışacağız. Siz de bilirsiniz ki ikimizin birlikte hareket etmesi gerekir. Eğer birlikte hareket etmezsek bu işler yürümez, dedi.
- Müdür Bey ben, haklı olduğunuz her konuda sizinle birlikteyim ve gerekirse sizden önce ölüme dahi giderim. Ama haksız olduğunuz zaman da herkesten önce ben karşınıza dikilirim, dedim.
- Olmaz hocam…
- Neresi olmuyor müdür bey?
- Haklı ya da haksız her konuda birlikte olmamız gerekir, dedi.
- Hayır ben bunu kabul etmiyorum. Ama az önce de söylediğim gibi haklı olduğunuz konularda sizin yanınızda olacağıma söz veriyorum. Haksız olduğunuz konularda benden yardım beklemeyin asla, dedim.
Müdür Bey istediğini alamayınca:
- Bunu başka bir zaman konuşalım, dedi.
- Benim bunların dışında konuşacak hiçbir şeyim yok. Ne zaman konuşursanız konuşun bunun dışında bir şey söylemem mümkün değil. Değişeceğimi aklınıza bile getirmeyin, dedim ve odasından ayrıldım.
Bu konuşmadan yaklaşık 20-25 gün sonra bağlı bulunduğumuz Seyhan İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden okula bir yazı geldi. Yazıda benim müdür yardımcılığı görevine getirilmemin uygun olmadığı yazılıydı. Aslında İlçe Milli Eğitim’in böyle bir hakkı yoktu. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, benim yazımı İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne göndermek zorundaydı yönetmeliğe göre. Onay verme ya da vermeme yetkisi İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne aitti. Ama buna rağmen ben itirazda bulunmadım. Çünkü bu düşüncedeki bir okul müdürüyle çalışmam mümkün olamayacaktı. Sonunda zaman beni haklı çıkardı. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra öğrendim okul müdürü, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne giderek, “Ben bu arkadaşla çalışmak istemiyorum. Dilekçesini bana iade edin” talebinde bulunmuş. Bu talepten sonra da benim yazım okul müdürlüğüne iade edilir. Ben, arkadaşlarımı mağdur etmemek için o yıl boyunca mutemetlik görevini yürüttüm.
Bu arada köyde bir ev kiralayarak altı yıldan beri ayrı yaşadığım ailemi ve çocuklarımı 1 Aralık 1988 tarihinde yanıma aldırdım. Böylece altı yıllık hasret sona ermiş ve ben çocuklarımla bir araya gelebilmiştik nihayet. Buraya geldikten yaklaşık 11 ay sonra 5 Ekim 1989 tarihinde kızım Ece doğdu.

Geniş Gün Dostları…
Hadırlı’da göreve başladığımın üçüncü yılıydı. İki yıl göreve başladığımda, üçüncü sınıftan itibaren almış olduğum öğrencilerim beşinci sınıfa gelmişlerdi. Bizde yerleşen bir teamül vardı. Biraz daha büyük ve aklı başında olmalarından ötürü Kooperatif Kolu çalışmaları genelde beşinci sınıf öğrencilerine, rehber öğretmenlik görevi de o sınıf öğretmenlerine verilirdi. Bu teamül gereğince 1988-1989 öğretim yılının başında yapılan Öğretmenler Kurulu Toplantısı’nda Kooperatif Kolu Rehber Öğretmenliği görevi bana, karşı devrede de öğretmen Sebahattin Doğan’a verildi.
Okul kooperatifinde satılacak olan gazoz, meyve suyu, simit vb. yiyecek ve içeceklerin bağlantısı okul müdürü Musa Bulut tarafından okullar açılmadan önceden sağlanmıştı. Okullar açıldığı zaman Sebahattin öğretmenle ikimiz, okul müdürü tarafından bağlantısı sağlanan ve anlaşmaya varılan yerlerin isim ve adreslerini okul müdüründen alarak oradaki yetkililerle görüşmeye gittik. Bu görüşme sırasında, okul müdürü ile yetkililer arasında yapılan anlaşmaya göre her on kasa gazozdan bir kasa gazozun ve her 100 simitten 10 simidin parasız olarak okula verileceğini öğrendim.
Kooperatifte satılması kararlaştırılan malların listesi belirlenince ilgili yerlere telefon edilerek hangi malın ne kadar getirileceği konusunda bilgi verildi ve istenen mallar en kısa sürede getirtilerek kooperatifte satışa başlandı.
İlerleyen günlerde okul müdürü kooperatifin işlerine karışmaya başladı. Hemen müdahale ettim. Sorumluluğun bana ait olduğunu bu yüzden kooperatifin işine engel olmaması için uyardım. Ancak müdür bey parsayı götüremediği için rahatsız oluyor. Çünkü daha önce şahıslara aylık yüzde on peşin faiz karşılığında verdiği kooperatif paralarına el dokundurtmadan götürüp bankada açılan resmi hesaba yatırıyorum. Kooperatifte sattığı malların sayısını az gösterip aradaki parayı cebe indiren okul müdürü – ki bu yalnız onun hatası değil. Kooperatif rehber öğretmenleri, onun şantajlarına boyun eğerek kooperatifin işlerini tamamen okul müdürünün inisiyatifine bıraktıkları için onlar da en az onun kadar suçluydular- bunların hepsinden mahrum olunca iyice agresifleşmeye başladı. Hatta günün birinde İlçe Milli Eğitim Şube Müdürlerinden birinin yanına giderek; benim beşinci sınıfı okutmamın yanı sıra mutemetlik ve kooperatif çalışmalarını yürütmemden ötürü yükümün çok ağır olduğunu ve kendisinin bundan vicdanen rahatsız olduğunu belirterek kooperatif çalışmalarını kendisine bırakmam için beni ikna etmesini söyler.  
Bunun üzerine, bordroyu onaya götürdüğüm Şube Müdürü M. D. benimle özel görüşmek istediğini söyledi. Buyurun konuşalım, dedim. Oturdum yanına. Hemen bir çay ısmarladı. Bir yandan çaylarımızı içerken öte yandan da konuşuyoruz. Daha doğrusu o konuşuyor. Okul müdürünün kendisine gittiğini, çok iyi niyetli biri olduğu için bana yardım etmek istediğini ve talebini iletti bana.
Ben:
- Sayın müdürüm, yönetmeliğe göre tıpkı öğretmenlik gibi “Sosyal Kol Rehber Öğretmenliği” görevi de her öğretmenin asli görevidir. Oysa mutemetlik, öğretmenin asli görevi değil, bu görevi bizzat okul müdürünün yürütmesi gerekir. Okul müdürü bana yardımcı olmak istiyorsa kendisinin asli görevi olan mutemetliği alsın yürütsün. Ben okula gider gitmez dilekçe vererek mutemetlikten istifa edeceğim. Ama kooperatif görevini asla bırakmayacağım, dedim.
Şube Müdürü:
-Elçiye zeval olmaz hocam. Ben elçiyim. Onun söylediklerini söyledim. Gerisine karışmam. Nasıl isterseniz öyle yapın, dedi.
Ertesi gün okula gittiğimde ilk işim mutemetliği bıraktığımı belirten dilekçeyi okul müdürüne vermek oldu. Dilekçeyi okuyan okul müdürü:
- Bu da nereden çıktı hocam?
- Siz bana yardımcı olmak istiyormuşsunuz…
- Evet, bunu şube müdürü M. D.’a söyledim…
- Sosyal kol rehber öğretmenliği benim asli görevimdir. Benim onu bırakmam söz konusu olamaz. Ama mutemetlik benim değil sizin asli görevinizdir, siz asli görevinizi alın yürütün dedim.
- Benim kalbim var. Ben o işleri yapamam. Senin dilekçeni de işleme koymayacağım. Mutemetlik görevini yürüteceksin dedi.
- Ben, söyleyeceğimi söyledim diyerek odasından çıkıp sınıfıma gittim.
Aradan yaklaşık on gün geçmesine rağmen dilekçemin hala işleme konulmadığını öğrenince küplere bindim. Günlerden 29 Ekim. Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için okulda bulunuyoruz. Tüm öğretmenlerin olduğu bir sırada ben:
- Müdür Bey ben, dün İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. Dilekçemin hâlâ oraya intikal etmediğini öğrendim bunun nedenini öğrenebilir miyim? diye sordum.  
- Ben, dilekçenizi işleme koymadım dedi.
- Sizin bunu yapmaya hakkınız var mı?
- Yok ama sen mutemetlik görevini yürüteceksin dedi.
- Ben kararımı verdim. Benim o işi yapmam artık söz konusu değil..
- Ben senden rica ediyorum…
- Kıvırıp durmayın, biraz tutarlı olun. Benim dilekçemi hemen yarın ilçe milli eğitime göndereceksiniz dedim.
- Ben dansöz müyüm ki kıvırayım?
- Doğrusunu söylemek gerekirse siz dansözlerden daha kıvraksınız. Onlardan daha iyi kıvırıyorsunuz. Önce tehditvari konuşuyorsunuz. Onun işe yaramadığını görünce de yelkenleri suya indiriyorsunuz. Bu kıvırma değil de nedir? dedim.
Bunun üzerine üstüme yürümeye yeltendi. Ancak öğretmenlerin araya girmesiyle durum biraz yatıştırıldı.
Olaydan bir gün sonra benim dilekçemi bizzat elden götürüp ilçe milli eğitim müdürlüğüne teslim eden okul müdürü, bu kez beni şikâyet eder, şube müdürüne.
Şikâyet konusu nedir biliyor musunuz?
Ben, yasa dışı iş yapıyormuşum.
- Nasıl?
- Kooperatifte satılan her on kasa gazozdan bir kasasını, her 100 simitten on tanesini bedava alıyormuşum.
Şube müdürü beni görüşmeye çağırdı. Gittim. Müdürün söylediklerini anlattı bana.
- Böyle bir şey var mı? diye sordu.
- Doğrudur. Böyle bir şey vardır. Ama bu anlaşmayı yapan kişi müdürün bizzat kendisidir. Madem bu iş, yasa dışı bir şey idiyse neden bu anlaşmayı yapmış, onu kendisine sorar mısınız?
- Bu anlaşmayı kendisi mi yapmış?
- Evet. Mal alınan yerdeki sorumluları çağırıp sorarak bunu kanıtlayabilirsiniz. Hem biz fazladan gelen simitlerin ve gazozların günlük sayılarını ve karşılarında ne kadar para toplandığını tutanak altına alıyoruz. Bu paralarla da okulun gerekli ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyoruz. Bunu, orada görev yapan tüm öğretmenler de biliyor. Onlardan da bilgi edinebilirsiniz, dedim.
- Aman hocam dürüstlük her zaman para etmiyor. Bu uygulamadan hemen vazgeçin, dedi şube müdürü.
- Olur. Hemen vazgeçeriz dedim.
Bu olaydan ötürü okul müdürü ile aramız biraz limonileşmeye başlayınca, düşüncelerinden ötürü asla benim yanımda yer almamaları gereken öğretmenler benim yanımda yer alırlarken, daha önce benim yanımda yer alacaklarına dair söz veren, sözde can dostlarım gibi görünen öğretmenler okul müdürü gibi kıvırmaya başladılar. Aynı devrede görev yaptığımız öğretmen Veyis Cankurtaran, müdür görmesin diye teneffüslerde benimle yan yana görünmemeye gayret ederken, eşi de; “Biz, yerimizden memnunuz. Sürgün gitmeye niyetimiz yok.” diyerek orda burda propaganda yapmaya başladı.
Benimle birlikte kooperatif çalışmalarını yürüten Sebahattin Doğan isimli öğretmen, benim müdürle söz dalaşımız söz konusu olduğu bir zamanda, beni savunan öğretmenlere:
- “Bırakın ikisi ne yaparsa yapsın” diyerek olaya seyirci kalmalarını, horoz dövüşü izler gibi uzaktan izlemelerini, daha doğrusu karşı taraftan yana olmayı tercih ettiğini ortaya koyar.
Gene birlikte çalıştığımız Murat Öztoprak bana:
- “Hocam o okul müdürüdür, gerekirse birkaç yalancı şahit bulur, zararlı çıkan siz olursunuz.” diyerek herhangi bir soruşturma söz konusu olması halinde benim yanımda yer alamayacağını, hatta karşı tarafa tanıklık bile edebileceğini açıkça dile getirdi.
Tabi ben, bütün bunları onlara güvenerek yapmadım. Görevim ve kişiliğim gereği yaptım. Zaten kalp hastası olan ve buna rağmen hiç diyet yapmayan okul müdürü Musa bulut; bir kriz sonucu yanılmıyorsam 26 Nisan 1990 tarihinde vefat edince olay kapandı gitti. Bu sözde can dostlarım da yaptıklarıyla kaldılar.
O yıl ki kooperatif çalışmaları sonucunda elde edilen paralarla okulun ihtiyacı olan birçok şey alındı. Bir sonraki eğitim –öğretim yılında ilkokul ile ortaokul birleştirilip İlköğretim Okulu durumuna getirilince ortaokul müdiresi Fatma Cihan okul müdür oldu. O yıl birinci sınıfı okutacak olmama rağmen, bir önceki yıldaki başarılı kooperatif çalışmalarından ötürü Kooperatif Kolu Rehber Öğretmenliği görevini tercihen bana verdi ve bu görev, üç yıl arka arkaya bana verildi.
 
Liyakatsiz İdarecilerin Taraflı Tutumları
Yasa gereği ilkokul ile ortaokul birleştirilip İlköğretim Okulu konumuna dönüştürülünce okuldaki öğretmen sayısı 40’ı aştı. Yalnız öğretmenlerin sayısı değil, idarecilerin sayısı da arttı. İki olan idareci sayısı bir anda altıya çıktı. İdari konularda yetersiz olmalarına rağmen takiye yaparak idareci koltuğuna oturanlar, okulun var olan düzenini düzensizliğe çevirmeye yeltendiler. Yasa ve yönetmeliklere aykırı işler yapmaya başladılar. Tarafsız davranmadılar. Nöbetleşe okula gelmeye, daha doğrusu gelmemeye ya da okul açılmadan önce okulda olmaları gereken idareciler resmi dairedekiler gibi saat dokuzlarda okula gelmeye ve akşamları erken çıkmaya başladılar. Duruma müdahale edince bu uygulamadan vazgeçtiler. Ben, hep karşı çıktığım- haklı olarak- için benim adımı kavgacıya çıkarmaya çalıştılar. İşte bunlara birkaç örnek:
 
*Bir Ramazan ayının ikinci okulun ders saatleri değiştirildi. Bunu öğrenir öğrenmez hemen okul müdiresi Sn. Fatma Cihan’ın makamına gittim. Derslere giriş çıkış saatlerinin değişikliğinin nedenini sordum.
- Arkadaşlar öyle istediler, dedi okul müdiresi.
- Hangi arkadaşlar? diye sordum.
Oruç tutan birkaç arkadaşın ismini verdi.
- Peki bunların gerekçesi nedir?
- İftar saatinde evde olmak istediler, dedi.
- Peki Türkiye Cumhuriyeti devleti, cumhuriyetle mi yoksa şeriatla mı yönetiliyor? diye sordum.
- Elbette cumhuriyetle yönetiliyor, dedi.
- Peki siz cumhuriyetle yönetilen bir ülkede nasıl olur da şeriat kurallarını uyguluyorsunuz?
- Olur mu Mehmet Bey, siz hangi şeriat kuralından söz ediyorsunuz?
- Peki okulun giriş çıkış saatlerini oruca göre ayarlamanız bir şeriat uygulaması değil de nedir? 
- Böyle bir şey söz konusu değildir, diyerek kendisini savunmaya başladı.
- Bu uygulamayı hemen iptal etmezseniz durumu ilgili makamlara ve basına duyururum, dedim.
Bunun üzerine daha fazla direnemeyen okul müdiresi:
- Tamam, hocam yarın eski uygulamaya döneriz, dedi. 
Böylece okul müdiresinin, bazı şeriat özlemcilerinin isteklerine boyun eğerek uygulamaya başladığı şeriat kuralının ömrü sadece bir gün sürebildi. 
* O güne kadar süre gelen bir uygulamaya göre her kurum kendi çalışanlarının maaşlarını, tayin ettiği bir mutemet tarafından ödüyordu. Bu görev okullarda idarecilere verilmişti. Yani idarecilerden biri bu görevi yapmakla yükümlüydü. Bu yasa; maaşların, istenirse bankadan da ödenebileceği şeklinde değiştirilince bizim işgüzar müdiremiz Sn Fatma Cihan ile Md. Başyardımcısı Sn. İhsan Gergeroğlu, hiçbir öğretmene danışmadan gidip bankanın biriyle anlaşırlar. Bu anlaşma karşılığında taahhüt edilen bir şey var mı yok mu; varsa ne taahhüt edilmiş onu bilmiyoruz.
Günün birinde sabah okula gittiğimizde günlük planları imzalatmak için odasına gittiğimiz Md. Başyardımcısı Sn. İhsan Gergeroğlu, anlaştıkları bankadan getirdiği formları:
- “Arkadaşlar bunları doldurun hemen bize teslim edin” diyerek öğretmenlere dağıttı.
Ben:
- Ne alırım, ne de doldururum dedim.
- Doldurmaya mecbursunuz, dedi.
- Benim böyle bir mecburiyetim yok.
- Ama biz bankayla anlaştık dedi.
-Sizin bankayla anlaşmanız beni ilgilendirmez. Bu, benim özlük hakkımdır. Siz bana danışmadan benim adıma karar veremezsiniz, dedim.
- Biz şube müdürünün talimatıyla bu işi yaptık, dedi.
- Hangi Şube müdürü size talimat verdi? İsmini söyler misiniz bana?
Bu soru üzerine Seyhan İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ndeki Şube Müdürlerinden birinin adını söyledi.
-Şube müdürü de olsa hiç kimse benim özlük haklarım konusunda karar veremez. Ayrıca bu şube müdürüne gidip durumu öğreneceğim, dedim.
Sabahçı devrede olduğum için okuldan çıkış saatini bekledim. Okuldan çıkar çıkmaz hemen ilgili şube müdürüne gittim. Durumu anlattım ve kendisinin bu konu hakkında bilgisi olup olmadığını sordum.
Şube müdürü:
- Hocam, benim bu olaydan haberim yok. Siz söylüyorsunuz ben duyuyorum. Ayrıca bu sizin özlük hakkınızdır. Bu konudaki karar sadece size aittir. Başkasının sizin adınıza karar vermesi mümkün değil, dedi.
Konuşmasını bitiren şube müdürü hemen okul idaresine telefon ederek çekti fırçasını. Şube müdüründen fırça yiyen Md. Başyardımcısı İhsan Gergeroğlu, o gün okula gelmeyen okul müdiresini arayarak olanları anlatır ve okula gelmesini ister.
Zaman geçirmeden okula gelen okul müdiresi, birkaç yandaş öğretmenle bilgi alışverişinde bulunur. Olayın içinden nasıl çıkılacağını sorar. Onlar da konuya vakıf olmadıkları için herhangi bir karar alınmadan ertesi gün beklenir.
Ertesi gün sabah okula gittiğimde, o güne kadar o saatte okula gelmeyen okul müdiresinin bizden önce okula geldiğini gördüm. O da beni görünce konuşmak üzere odasına davet etti.
-Hocam anlaşılan o ki biz yanlış yapmışız. Şimdi bu konuyu nasıl çözebiliriz. Bu konuda bir öneriniz var mı? diye sordu.
- Keşke bunu baştan yapsaydınız. O zaman daha iyi olurdu. Öneri konusuna gelince benim bir önerim var, dedim.
- Nasıl bir öneri? diye sordu.
- Bir liste hazırlayın, öğretmenlere durumu anlatın. Listede adı olan herkes kendi adının karşısındaki sütuna, maaşını mutemetten mi yoksa bankadan mı almak istediğini belirterek imzalasın. İmza sonucunda çoğunluk neye karar verirse o uygulanır dedim.
Öneriyi uygun bulan okul müdiresi hemen bir liste çıkararak öğretmenlere, tercihlerini belirtmelerini istedi. Öğretmenler isteyip istemediklerini belirterek listeyi imzaladılar. Sonuçta, çoğunluk, maaşların mutemet tarafından alınmasına karar verince onlar da buna boyun eğmek zorunda kaldılar. 
* Ali Türkmen adında bir fen bilgisi öğretmeni vardı. Şeriat yanlısı biriydi. O yaz tatilinde askere gitmesi gerekiyor. 16 Temmuzda askere alınacak olan öğretmen, ayın 14’ünde okul idaresine dilekçe vererek asker olacağını haber verir. Okul müdiresi bu öğretmene:
-Hocam bu dilekçenizi 16 Temmuz tarihli olarak bize verin, der.
Öğretmen:
- Neden? diye sorar.
- Maaşınızı alın öyle askere gidin. Biz dilekçenizi şimdi işleme koyarsak siz bu ayın maaşını alamazsınız. Siz, dilekçenizin tarihini 16 Temmuz olarak değiştirin, biz gerekeni yaparız, der.
Adı geçen öğretmen dilekçesinin tarihini 16 Temmuz olarak değiştirdikten sonra okuldan ayrılarak memleketine gider. Bir sonraki gün de maaşını alır ve askere gider.
Okul müdürü ile aralarında geçen bu olayı bize anlatan kişi de bizzat öğretmenin kendisidir. Tabi o askerden dönüp göreve başlayınca biz olayı öğreniyoruz.
Bir sonraki yıl Hızır Demir adındaki öğretmen arkadaşımız askere gidecekti. Askere alınma tarihi de o yılın 29 Mayıs’ıdır. İlerici olan Hızır Demir, mayıs ayının 15’inden önce okul müdiresi tarafından idareye çağrılır. Hızır öğretmen gider, okul müdiresinin makamına. Okul müdiresi:
- Hocam size bu ayın maaşını ödemeyeceğiz, der.
Hızır öğretmen:
- Neden? diye sorar.
- Siz ayın 29’unda askere gideceksiniz. Askere gidecek birine maaş vermemiz söz konusu olamaz, der.
Okul müdiresinin yanından ayrılan Hızır öğretmen yanımıza geldi ve olayı anlattı. Bu konu hakkında bilginiz var mı? Benim yapmam gereken bir şey var mı? diye sordu.
Ben, durumu kendisiyle bir görüşeyim. Sonra gerekeni yaparız, dedim.
Ve hemen okul müdiresinin yanına gittim.
- Hızır öğretmene, bu ay maaşının ödenemeyeceğini söylemişsiniz.
- Evet, dedi.
- Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz. Yasal bir dayanağınız var mı? diye sordum.
- Ben ita amiriyim, bu sorumluluğu alamam. Askere gidecek olan birine maaş ödemem söz konusu olamaz dedi.
- O zaman Hızır öğretmen yarından itibaren okula gelmesin, dedim.
- Olur mu öyle şey?
- Sizin öne sürdüğünüz mantığa göre olur. Siz maaşını vermeyeceğinize göre onun okula gelmemesinde herhangi bir sakınca olmaz. Hem bu arkadaş 15’inden önce ayrılmıyor. Siz, 15’inden önce ayrılmayan bir kişinin maaşını nasıl ödememezlik yaparsınız? 
- Ben ödemeyeceğim, dedi.
- Bu ayrıma son verin artık. İkili oynamayı bırakın dedim.
- Ben ayırım falan yapmıyorum dedi.
- Peki, siz geçen yıl 16 Temmuz’da askere giden Ali Türkmen öğretmene neden maaş verdiniz? Üstelik o size 14’ünde dilekçe vermiş siz, maaş alması için dilekçe tarihini 16 Temmuz olarak değiştirmesini söylemişsiniz. Bu ayırım değil de nedir? Bunu, bana açıklar mısınız? 
- Ben Hızır öğretmeni düşünerek böyle bir karar aldım, dedi.
- Neden böyle bir karar alma gereğini duydunuz?
- Ben, maaşı ödersem Hızır öğretmenin tam ay çalışmadığı tespit edilmesi durumunda maaşın geri alınacağını siz daha iyi bilirsiniz…
- Hızır öğretmen şimdi maaşını alır. Yasal hiç kimse buna engel olamaz şu anda. N’olur? Geri alınmak istendiği zaman kaç gün çalışmışsa onun karşılığı olan maaş kişiye ödenir, çalışmadığı günler karşılığındaki maaşı kesilir. Mayıs’ın 29’unda askere gidecek olan bu arkadaşımız her halükarda 15 Mayıs- 29 Mayıs arasındaki günlerin maaşını alacaktır. Siz bu günlere ait maaşına bile el koyuyorsunuz. Sizin böyle bir yetkiniz var mı? Bundan da öte farz edin ki bu arkadaşımız 29’un askere alınmadı. O zaman siz ne yapacaksınız? dedim.
- Madem siz öyle istiyorsunuz ben maaşını veririm, dedi.
- Siz yasal olarak vermek zorundasınız zaten. Ödememezlik yapamazsınız, dedim.
Sonra odasından çıkıp gittim ve durumu Hızır öğretmene anlattım. Böylece Hızır öğretmen o aya ait maaşını aldı.
İşte bu haksızlıklara ve keyfi uygulamalara karşı çıktığım için ben, onlara göre kavgacı biriydim. Oysa ben yaşamım boyunca kavgadan değil barış ve dostluktan yana oldum. Ama önemli değil varsın kavgacı desinler bana. Ben sürüden biri olsaydım bunu söylemezlerdi bana.
Basiretsiz, beceriksiz ve taraflı idarecilerin yüzünden bu üç olaya benzer onlarca olay yaşandı Hadırlı İlköğretim Okulu’nda. Ancak sizden özür diliyor ve şimdilik bu kadarıyla yetinelim diyorum.
 
Bir İyi, Bir Kötü Haber Alıyoruz
Büyük kızım Zeynep Enhar, lisede çok başarılı olmasına rağmen, üniversite sınavlarında bir türlü aynı başarıyı elde edemedi. Onun üniversiteyi kazanamaması içimde ukde kalmıştı. Tabi kızım benden daha çok üzülüyor. Ama benim yapabileceğim bir şey yoktu. Daha doğrusu vardı da ben yapamıyordum. Eğer kızımı bir yıl dershaneye gönderebilseydim, sonuç çok farklı olurdu. Ancak benim dershaneye verecek param yoktu. Çünkü altı yıl boyunca çocuklarımdan ayrı yaşadım. İki taraflı bir geçim söz konusu olduğundan aldığım maaş, geçinmemize yetmiyordu. Bu süre içinde tek maaşla geçinemediğim için borçlanmak zorunda kaldım. Çocuklarımı yanıma alınca bir taraftan geçinmeye, bir taraftan da bu altı yıllık süre içinde borç olarak aldığım paraları geri ödemeye çalışıyorum. Neyse ki liseyi bitiren kızım Zeynep Enhar, özel bir iş yerinde çalışmaya başladı. O çalışmaya başlayınca ikimiz el ele vererek o yıl liseyi bitiren oğlum Murat Ender ile lise son sınıfta okuyan kızım Ezhar’ı dershaneye gönderdik.
Sınav zamanı gelince sınava girdiler. Sonra da sonuçların açıklanmasını beklemeye koyulduk. Sınav sonucunu bekliyoruz ama o dönemler bilgisayar, günümüzdeki gibi yaygın değildi, hatta hiç yoktu. Bilgisayar bulunmadığı için sınav sonuçları, sonuçların açıklandığı pazar günü özel olarak çıkarılan Sınav Gazetesi’nde yayınlanırdı. O da kısıtlı sayıda basıldığı için herkes alamıyordu. Gazeteyi alabilmek için erkenden gidip kuyruğa girmek gerekiyordu. Sınav Gazetesi’ni alamayanlar da sonucu ya tanıdıklarının veya komşularının aldığı gazeteden öğrenmeye çalışırlardı ya da adrese gönderilen sınav sonuç belgesini beklerlerdi.
Tarih, Ağustos 1995. Günlerden Pazar. Evde olağanüstü bir heyecan yaşanıyordu. Çünkü o gün, üniversiteyi kazananların adları açıklanacaktı, daha doğrusu, sınav gazetesinde yayınlanacaktı. Oğlum, erkenden gidip gazete kuyruğuna girdi. Bir süre sonra elinde sınav gazetesiyle birlikte döndü eve. Telaşla sonuçlara bakmaya başladılar. Hanımla ikimiz de sabırsızlıkla onların ağzından çıkacak iyi bir haber bekliyoruz. Neticede oğlum Murat Ender’in, Mersin Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Makine Mühendisliği Bölümü’nü kazandığını, kızım Ezhar’ın ise kazanamadığını öğrendik. Bu güzel haberi aldığım zamanki heyecanımı ve duygularımı şimdi sözcüklerle anlatmam mümkün değil. Kayıt zamanı gidip kayıt yaptıran oğlum, evimizin ilk üniversitelisi oldu.
Oğlumun üniversiteyi kazanmasına sevinen yalnız biz değildik. Onun üniversiteyi kazandığı haberini duyan dost ve akrabalar da en az bizim kadar sevinmişlerdi. Büyükbabası, torununun üniversiteyi kazandığını öğrenince 11 Eylül 1995 Pazartesi günü Tunceli merkezde evli olan kız kardeşimin evine gider. Oradan bizim eve telefon açar. Ben okulda olduğum için telefonu, eşim açar. Eşime, sevincinin çok büyük olduğunu ve torununu kutladığını söyler. Kız kardeşime de, torununun okuması için kendisine gerekli desteği vereceğini söyler. Ben, okuldan eve gelince eşim, babamın aradığını söyledi. “Belki köye dönmemiştir. Bir telefon et kendisiyle konuş. Halini hatırını sor.” dedi. Ama ben, “o şimdi köye gitmiştir” düşüncesiyle telefon açmadım. Keşke açsaymışım. Çünkü sonradan öğrendiğime göre o saatlerde henüz köye dönmemiş, kız kardeşimdeymiş. Telefonla torununun üniversiteyi kazanmasından büyük gurur duyduğunu söyleyen babam, o gün akşama doğru köye döner.
Tarih 13 Eylül 1995. Günlerden Çarşamba. Saatler 18.00’i gösteriyordu. Okuldan çıkmış, öğretmen arkadaşlarla birlikte kahvehanelerin birinde oturmuş oyun oynuyorduk. Komşumuz Veyis öğretmenin küçük oğlu Murat geldi kahvehaneye. Doğruca benim yanıma geldi. Kulağıma eğilerek:
- “Mehmet amca, Aysel yenge (eşim) acele eve gelsin diyor” dedi.
Ben arkadaşlardan izin isteyerek eve vardım. Eve gittiğimde beni kapıda bekleyen eşim:
- Hüseyin amca telefon etti, dedi.
- Bir şey mi olmuş? diye sordum.
- Başın sağ olsun annen vefat etmiş, dedi.
Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir haberi uzun bir zamandan beri bekliyorduk. Çünkü annem iki kez kısmi felç geçirmişti. Tek başına hareket edemiyordu. Başkasının yardımına muhtaçtı. Böyle yaşamaktansa ölüm daha hayırlı olur diye düşünüyorduk. Bundan ötürü istemesek de kendimizi bu habere alıştırmıştık.
Eşimle birlikte hemen hazırlandık ve Tunceli’ye gitmek üzere Adana otogarına gittik. Orada otobüse binerek Tunceli’ye doğru çıktık yola. 30 Kasım 1988 tarihinde ayrıldığım Tunceli’ye yedi yıl sonra 13 Eylül 1995 tarihinde ilk kez gidiyorum. Yedi yıl boyunca hiç gitmemiştim.
Bu gitmeyişimin iki nedeni vardı. Birincisi; anneme ve babama bir olaydan ötürü kırgındım. Ama bu kırgınlığa rağmen onlarla sık sık telefonlaşırdık. O zamanlar Hasan amcam köyün muhtarıydı. Valilik kararıyla her hangi bir olay durumunda ilgili makamlara bilgi verilmesi için köy muhtarlarının evlerine telefon bağlanmıştı. Bunun için Hasan amcamların evinde telefon vardı. Amcam, ikinci seçimi kaybedince telefon, muhtarlığı kazanan komşumuz Davut Sönmez’in evine bağlanmıştı. Hem amcamın hem de komşumuz Davut Sönmez’in muhtarlığı dönemlerinde bu telefon aracılığıyla sık sık annem ve babamla görüşür, konuşurdum.
İkinci neden ise mali durumumun iyi olmamasıydı. 
Altı buçuk saatlik bir yolcuğun sonrasında 14 Eylül 1995 Perşembe günü sabah saat 06.30 sularında Tunceli’ye vardık. Tunceli’deki akraba ve dostlarımızın tamamının köye gittiğini öğrenince kiraladığım bir taksi ile köye doğru yola çıktık. Yaklaşık 20-25 dakika sonra köye vardık. Cenazenin kaldırılması için gerekli hazırlıklar yapılmış, beni bekliyorlarmış. Eşimle birlikte evimize doğru yönelince cenazeye gelen dost ve akrabalar tarafından karşılandık. Onların başsağlığı dileklerini kabul ettik. Eve vardık. Herkes ağlıyordu. Eşimle içeri girince feryat figanlar, ağıtlar bir hayli yükselmeye başladı. Gözlerim, kalabalığın içinde babamı arıyor. Ama bir türlü bulamadım. Kalabalığın içinde babamı ararken gözlerim, bana “ölmüş” dedikleri anneme takıldı. Odanın orta yerinde üzeri örtülü şekilde duran cenazenin başucunda ağlıyordu. Annemi orada görünce ölen kişinin başka biri olduğunu anladım. Ama kim olduğunu bilmiyorum. Tam o sırada bilincim durdu. Bir şey düşünemiyorum. Öyle kalakaldım. Her şeyi görüyorum, duyuyorum ama bir şey söyleyemiyorum. Konuşmak istiyorum konuşamıyorum. Birkaç kişinin yardımıyla orada bulunan sandalyenin üzerine oturtuldum. Herkes cenazeyi bırakıp benimle ilgilenmeye başladı. Kimi hemen doktora götürelim diyor, kimi karşı çıkıyor şimdi geçer diyor. Yüzüme su vurdular, kolonya döktüler. Belli bir süre bu şekilde kaldım. Sonra bilincim yavaş yavaş yerine gelmeye başladı. Kendimi toparlayınca, hemen yanı başımda duran Hüseyin amcama:
- Bana, annemin öldüğünü söylediler. Ama annem burada duruyor. Annem burada olduğuna göre bu ölen kim? diye sordum.
Hüseyin amcam boynuma sarılıp ağlayarak:
- Babandır, dedi.
 Evet, ölen babamdı. Tunceli’den köye döndükten iki gün sonra yaşamını yitirmişti, sevgili babam. Yaşı yetmişin üzerindeydi. Ama henüz dinçti. O güne kadar doktor yüzü görmüş değildi. Bana anlatılanlara göre 13 Eylül 1995 günü akşama doğru banyo yapmak istediğini söyler. Kalkar banyosunu yapar. Sonra da iki gün önce Tunceli’den getirdiği karpuzlardan birini keserek annemle birlikte yemeye başlar. Karpuzu yiyip bitirdikten sonra dışarı çıkmak ister. Kapıyı açar, ayağının birini dışarı atar biri içerde kalır ve o şekilde olduğu yere yığılıp kalır. Gidiş o gidiş. Anında yaşamını yitirir.
14 Eylül 1995 günü saat 11.00 sularında sevgili babamı sonsuz yolculuğuna uğurladık. Mekânı cennet olsun. 
13 Eylül 1995 Çarşamba günü saat 16.30’da geçirdiği ani bir rahatsızlık sonucunda yaşamını yitirerek aramızdan ayrılan sevgili babamın anısına…
 
Tam yedi yıl oldu seni görmedim
Çocuklarım ordan aldıktan sonra
Bir kez bile varıp hatrın sormadım
Sıladan gurbete geldikten sonra
 
Bir gün kara haber geldi bu cana
Bu can bu acıya nasıl dayana
Nice ağlar oldum ben yana yana
Vardım başucuna öldükten sonra
Ehl-i kâmil idin sen başımızda
Senin alın terin var aşımızda
Kâh hayalimizde kâh düşümüzde
Avunuruz seni bulduktan sonra.
 
Senin hasretin şu sinem dağlıyor
Sana gönül veren canlar ağlıyor.
Kardeşler bacılar kara bağlıyor
Ecel seni bizden aldıktan sonra
 
Sanma ki ecel ile yarışırız
Elbet bir gün toprağa karışırız
Orda muhabbet eder görüşürüz
Ömür bitip vadem dolduktan sonra
 
Çekince sinene öldün derdinden
Neden sessiz çekip gittin yurdundan
Kimse boşa ağlamsın ardından
Senin gül cemâlin solduktan sonra.
 
Tuttun Sefil Hayranî’nin elinden
Anamın rahmine düştüm belinden
Anlayan olmadı senin halinden
Herkes bir şey dedi öldükten sonra
*
Babamın ölümünden yaklaşık beş ay sonra 16 Şubat 1996 tarihinde emekliye ayrıldım. Böylece 29 Temmuz 1969 tarihinde başladığım öğretmenlik görevimi, 27 yıl sonra sona erdirdim.
 
 
 
 
 
 
 
 

 
 
Bugün 76 ziyaretçi (100 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol