DERSİMLİ BİR MUALLİM'İN YAŞAMINDAN KESİTLER


     DERSİMLİ BİR MUALLİM'İN YAŞAMINDAN KESİTLER
     

I. BÖLÜM
 DERSİM VE DERSİMLİ

      DERSİM
Sözcük olarak “Gümüş kapı” anlamına gelen Dersim, bir adı da “Hurriler” olan İşuvalılar; M.Ö. XIX.- XII. yüzyıllar arasında Orta Anadolu’da yaşayan Hititler; Asurlar; eski İran halklarından Medler; İran dili konuşan İskitler; Anadolu’nun orta kısmında büyük bir alana yayılan Kapadokyalılar; Bizanslılar; Araplar; 1072–1277 arasında Doğu Anadolu’da hüküm süren Mengüçler; Diyarbakır bölgesinde üç kol halinde hüküm süren Artuklular; Danişmentler; Selçuklular; Moğollar ve Osmanlılar gibi birçok uygarlığın ayak izlerini bağrında taşımaktadır. Bir başka ifadeyle bir uygarlıklar beşiğidir Dersim.
1071 yılında yaşanılan Malazgirt Savaşı’ndan kısa bir zaman önce muhtelif Türkmen boylarınca mesken tutulan Dersim, XVI. yüzyılda, yani Yavuz Sultan Selim’in 1516 yılında gerçekleştirdiği Revan Seferi sırasında girer egemenliğine, Osmanlının. Bilindiği üzere İran’a karşı herhangi bir savaş söz konusu olduğu zaman Osmanlılar, o savaşın arifesinde, önce Anadolu’da yaşayan Alevilerin üzerine bir sefer düzenleyip onların binlercesini kılıçtan geçirdikten sonra çıkardı İran seferine. İşte Dersim de böyle bir sefer öncesinde girer, Osmanlının egemenliğine.
Tanzimat sonrasında Hozat merkez olmak üzere “Sancak” konumuna getirilen Dersim, 1847 yılında Erzurum eyaletine bağlanır. Bu dönemde merkezi Hozat olan Dersim Sancağı; Ovacık (Pulur), Çarsancak, Çemişgezek, Mazgirt, Kızılkilise (Nazımiye) ve Pah ilçelerinden oluşuyordu. 1879 yılında vilayet konumuna getirilen Dersim, 1886’da yeniden sancak konumuna getirilerek Mamuretülaziz (Elazığ) iline bağlanır. Kurtuluş Savaşı sırasında Koçgiri Ayaklanması’ndan etkilenen Dersim, 1922’de Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından yörede gerçekleştirilen düzenlemeler sırasında il konumuna getirildi. 1926 yılında tekrar ilçe konumuna getirilerek Elazığ’a bağlanan Dersim, 1936 yılında “tunç yürekli insanların beldesi” anlamına gelen “TUNCELİ” adıyla yeniden il konumuna getirildi.
                Dersim
 
                        Senden uzakta yaşam sürdürsem de
                        Kalbimde senin yerin özel Dersim.
                        Zamanı geri alıp durdursam da
                        Artık bağların olmuş gazel Dersim.
 
                        Dersim’in dağları kar ile boran
                        Yakıldı köyleri edildi viran
                        Acep var mı senin derdini soran
                       Sararıp solmuşsun bu ne hal Dersim.
 
                        Koyun kuzu meleşir yazısında
                        Hayat akar Munzur’un gözesinde
                        Bu şiirimin her bir dizesinde
                       Senin hasretin var ey güzel Dersim.
 
                        Dersim’in ortasında Munzur akar
                        Yaylasında lâle, sümbül, gül kokar
                        Bağrında korkusuz yiğitler çıkar
                        Her yiğidin cihana bedel Dersim.
 
                       Hayranî gözüm yok dünya malından
                        Bülbül kaçar oldu gonca gülünden
                        Anlayan bulunmaz senin halinden
                       Leblerinden akar şerbet, bal Dersim.
                                                               Sefil Hayranî (Mehmet KORKMAZ)


      Bir Efsane’dir Munzur
Günümüzde, geçmişi hep badirelerle dolu olan, yakılıp yok edilmek istenen Dersim’i ortadan bölerek sessiz sedasız akıp giden Munzur Suyu’nun gizemli bir öyküsü vardır:
    Derler ki, çok eski zamanların birinde Şeyh Hasan adında bir kişinin Munzur adında bir oğlu varmış. Dürüstlüğüyle, cesurluğuyla, alçakgönüllü ve hoşgörülü oluşuyla tanınan Munzur’un mistik bazı hareket ve davranışları varmış. “Bir konuşur pir konuşur” misâli çok az konuşur, ama konuştuğu zaman söylediği sözcükler gizemli anlamlar yüklüymüş. Onun gizem dolu sözlerinden, hal ve hareketlerinden şüphelenen babası günün birinde, çobanlık dışında başka bir işle uğraşmayan Munzur’u izlemeye başlar. Mevsim kış. Yörede metrelerce kar var. Munzur, keçi sürüsünü önüne kattığı gibi soluğu ormanda alır. Kışın ortasında, ormanı oluşturan yapraksız meşe ağaçları, dondurucu soğuğun etkisiyle titriyormuş adeta. Çoban Munzur, soğuktan titreyen yapraksız ağaçların yanına varıp ağaç dallarını eğmeye başlar. Munzur’un eğdiği ağaçların dalları yemyeşil yapraklarla bezenirmiş. Yeşil yaprakları gören keçiler, Munzur’un eğdiği ağaçta yeşeren yaprakların başına üşüşürmüş. Onları yiyerek karınlarını doyururlarmış. Bu inanılmaz duruma gözleriyle tanık olan babası kendini tutamaz olur ve: “Hey Yüce Allah’ım!” diye bağırır. Munzur, bu sesi duyar duymaz elindeki ağacı bırakıp arkasına bakmış. Babasını gören Munzur, babasının, olayı gözlemlediğini anlayınca oradan kaçarak gözden kaybolur. Babası, dağ, taş demeden, soğuk, tipi dinlemeden günlerce oğlunu aramaya başlar. Ancak hiç bir yerde Munzur’un izine rastlamıyor.
Kılık değiştiren Munzur, Ovacık ilçesinin Koyungölü Köyü civarında yaşayan Haydar Ağa’nın işlerini yapmaya, sürülerini gütmeye başlar. Hizmette kusur etmeyen çok becerikli ve başarılı olan Munzur, Ağasının bir dediğini iki etmezmiş. Çobanlıktan tarla tapan işlerine değin her işi büyük bir maharetle yapan Munzur, çifte koştuğu öküzlerin, iş gördüğü atların bakımını, beslenmesini aksatmazmış. Sadakatte, doğrulukta eşi menendi bulunmaz, karıncayı bile incitmez, hizmette kusur etmezmiş…
Ağasının bindiği atların, çifte-sabana koştuğu öküzlerin, sütünü sağdığı koyunların yemini, suyunu verip bakımını yaparmış. İncitmeye kıyamadığı hayvanların, kışın ahırda rahat etmeleri için altlarına yumuşak samanlar serer, tımarrını yaparmış. Yere yattıklarında yanlarının incinip incinmeyeceğini test etmek için önce kendisi yatarmış yere. Onları gözü gibi korurmuş… Bu tutumundan ötürü ağası da kendisinden son derece hoşnutmuş.
Munzur’un bu ilk yılı ağasına uğur getirmiş. Bol yağışlar olunca toprak verime kavuşmuş, tarlalar tahıla durmuş. Hasat zamanı buğdaylarla dolmuş taşmış ambarlar. Bahçeler, bağlar meyveye bostanlar sebzeye durmuş. Koyunlar çift çift kuzulamış. Munzur’un kendisine hizmet verdiği bu ilk yılın bolluk ve bereketi ağanın yüzünü güldürmüş. Neticede hacca gitmeye karar veren ağası, yola çıkmadan önce yanına çağırdığı Munzur´a:
Bak oğul, yaşım kemale erdi. Senin ayağın uğurlu geldi bana. Ambarlarım doldu, taştı. Koyunların çifter çifter kuzuladı. Bağlarım bahçelerim meyve ambarı gibiydi adeta. Tanrı’ma hamdü senalar olsun. Kerbela’ya Hacc’a gidip ceddim Hüseyin’in istirahatgahını ziyaret etmeye karar verdim. Evi-barkı, malı-mülkü, çoluk-çocuğu sana emanettir. Biliyorsun sana güvenim sonsuzdur. Gözümü arkada koma. Beni mahcup etme, diyerek helâllık dilemiş…
Sonra hanımına:
-“Hatun bilirsin ayrılık bir çeşit ölümdür. Gidip dönmemek, dönüp de görmemek vardır. Hakkını helal et. Munzur´un kadir kıymetini biliniz. Onu üzmeyesiniz sakın.” diyerek tembihte bulunur. Sonra herkesten helâllık dileyerek Allah’a emanet olun deyip çıkmış yola …
Bilirsiniz o zamanlarda, günümüzdeki gibi taşıtlar mevcut değilmiş. Hac yolculuğu aylar sürermiş. Derken Haydar Ağa sonuçta, Düldül adındaki atına binerek ilden ile geçip varmış kutsal topraklara.
Aradan günler geçmiş, ağa hacda iken Munzur bir rüya görür. Rüyasında ağasının çok acıktığını, ondan kendisine helva getirmesini istiyordu. Sabah olunca rüyasını Haydar Ağa’nın hanımına anlatan Munzur:
-“Hatun Ana, hemen bir helva yap Ağa’ma götüreyim” der.
Munzur’un anlattıklarına gülen Hatun Anası:
-Herhalde senin canın helva istiyor. Sen ağanı bahane ediyorsun. Ama istersen sana helva yapayım” demiş.  
Munzur:
-“Yok Hatun Ana sen benim için değil, ağam için yap” der.
Hatun Anası hemen helva yapmaya başlar. Helvayı pişirince bir tabağa doldurup Munzur’a verir. Elindeki helva tabağıyla dışarı çıkan Munzur, henüz buharı tüten helvayı dua etmekte olan ağasına yetiştirmiş. Helva kabını dua etmekte olan ağasının yanına koyup onu rahatsız etmeden tekrar gözden kaybolmuş. Aradan fazla zaman geçmeden eli boş içeri döner. Ağasının hanımı: “Tabağı ne yaptın Munzur?” der. Munzur: “Tabağı, Ağam Hac’dan dönünce getirecek” diye yanıtlar. Bu yanıt karşısında şaşırıp kalan Haydar Ağa’nın eşi Hatun Ana, Munzur’un bu sözlerine bir anlam veremedi.
Öte yandan Haydar Ağa, Munzur´u görmüş ama dönüp bakıncaya dek Munzur gözden kaybolmuş. Bunun bir düş olduğunu sanan Haydar Ağa, bir şaşkınlık içindedir. Ağa şaşırmış şaşırmasına ama yanı başındaki içi helva dolu kabı görünce bunun düş değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu anlar. Kabı açıp bakmış sevdiği helvanın dumanı tütmekteymiş. Bu gizemli olay sonrasında Munzur’a karşı içinden derin saygı beslemiş.
Gördüklerini dönüşte herkese anlatacağına dair içinden söz veren Ağası bunları düşünürken Munzur, helvayı ağasına ulaştırdıktan sonra ağasının evine varmış, kapısını çalmıştı bile. Ağanın hanımı, karşısında Munzur’u görünce: “Ne var ne oldu Munzur? Hayırdır?” diye sorar.  Munzur: “Hayırlı oldu Hatun Ana. Helvayı ağama ulaştırdım. Dua ediyordu. Rahatsız etmemek için helva tabağını yanına bırakıp döndüm” demiş. Hatun Ana inanmamış. Söylenenleri Munzur´un saflığına sayarak: “İyi etmişsin Munzur! Ellerine sağlık” demiş. Bu olayı yakınlarına da anlatmış. Ağa daha Hac’dan dönmeden bu öykü, dilden dile dolaşmaya başlayıp çevrede duyulur olmuştur.
Aradan bir hayli zaman geçmiş, vakit gelip çatmış. Ağanın, Hac görevini tamamlayıp köyüne doğru yola çıktığı haberi ulaşır sılasına.
Haydar Ağa’nın dönüş haberi  köye ulaşınca komşuları, elinde birer armağanla Hacı Haydar Ağa’yı karşılamaya giderler.  
Herkes ağayı karşılamaya gider de Munzur geri kalır mı? O da ağasını karşılamaya gider. Ancak ağasına götürecek başka bir armağanı yoktur Munzur’un. Koyunlardan sağdığı taze sütü bir bakraca doldurarak ağasını karşılamaya gider. Ağayı karşılamaya giden komşuları, dost ve akrabaları ağanın ellerini öpmek için adeta bir yarışa girerler.
Kendisini karşılayanların ellerini öpmek için yarıştığını gören Haydar Ağa, bu sırada en arkadaki Munzur'u görünce elini öpmek için yarışanlara Munzur’u göstererek:
 -“Asıl hacı Munzur'dur. Asıl öpülecek el Munzur'un elidir. Munzur ermiş biridir. Onun elini öpün. Ama sizden önce ben öpeceğim” der. Munzur konuşulanları duyunca:
- “Aman ağam etme eyleme. Allah aşkına bırak elini öpeyim. Böyle şey olmaz. Ben yıllardır senin ekmeğinle, aşınla büyüdüm. Sen nasıl benim elimi öpersin. Ben ne sana, ne de başkalarına elimi öptürmem” der.
Bunun üzerine Haydar Ağa elindeki sahanı orada bulunanlara göstererek:
“Canlarım bu elimdeki tabağı görüyorsunuz. Bu tabakla bana helva getiren kişi Munzur’dur. O ermiş bir kişidir” der. Ağanın hanımı bu konuyu daha önce köylülerine anlattığı için orada bulunanlar durumu hemen kavramışlar.
Gerçeği ağadan duyan kalabalık Munzur'a yönelmeye başlar. Bu gizinin açıklanmasından rahatsız olan Munzur, elindeki süt bakracıyla dağa doğru kaçmaya başlar. Munzur dağa doğru yönelince ağa ile kendisini karşılamaya gelenler, onun arkasına takılırlar. Böylece bir kovalamaca başlamış.
Günümüzdeki Munzur Irmağı’nın yeryüzüne fışkırdığı yere geldiklerinde Munzur'un elindeki süt dolu bakracın içindeki sütler dökülmeye başlamış. Sütün döküldüğü her yerde süt gibi beyaz bir su fışkırmış.
Munzur, sütün döküldüğü bu ilk yerden fışkıran sudan sonra kırk adım daha yürümüş. Attığı her adımda bir kaynak fışkırmış. Ve fışkıran bu sulardan bir ırmak oluşmuş. Munzur'un arkasından koşanlar bu ırmağın kenarına gelip karşıya geçmeye, Munzur’a yetişmeye çalışmışlar. Ama Munzur’un elindeki bakracın içinden yere dökülen sütün yerinden fışkıran sulardan oluşan ırmağın öte yakasına geçememişler. Bu sırada ellerini gökyüzüne kaldıran Munzur: “Allah’ım sırrımı ifşa etme, beni yanına al” demiş. Sonunda dağın eteğindeki bir kayanın önüne gelmiş. Elindeki değnekle bakracı yere atıp Irmak kenarında bekleyenlerin gözleri önünde, ardından sadece çoban değneğini ve boş süt bakracını bırakıp kaybolmuş gözden. Böylece İnsan Munzur’un yittiği yerde, nehir Munzur doğmuştur.
Akarken kendine has bir nağme ile menendi bulunmayan bir ezgi seslendirip insanın ruhunu okşayan Munzur Suyu, geçtiği her yere bir canlılık getirmiş. Yemyeşil bir yaşam sunmuş sevenlerine. Renk renk çiçeklere can verdi, yaşam sundu. Envai çeşit ağaç bitmeye başladı Munzur’un kıyısında. Gölgelerinde huzura erişti insanlar. Uçurumlarda çağlayanlar oluştu, Munzur’un türküsünü dillendirmek için. Emekçi ve erdemli çoban Munzur’un sevgisi, gönüllere akıp dillerde ululanarak varmış günümüze. Ve dünya var oldukça hep yaşayacaktır, Munzur.
Kendine özgü bir edayla usul usul akıp giden bu kutsal su, Tunceli’nin kent çıkışında bulunan Munzur Köprüsü’nün alt tarafındaki gölde Harçik Suyu ile birleşerek Fırat’a doğru yol alır. Bu gölde Munzur ile birleşen Harçik Suyu’nun da bir öyküsü dolaşır durur dillerde:
Söylenceye göre İskender-i Zülkarneyn’in “Ab-ı Hayat”ı aradığı Bingöl Dağları’ndan doğar Harçik Suyu. Bingöl Dağları’nda “Ab-ı Hayat”ın olduğunu öğrenen İskender, yanına İlyas ile Hızır’ı da alarak askerleriyle birlikte Bingöl Dağları’nda ölümsüzlük suyunu aramaya gider. Bu dağlarda günlerce ölümsüzlük suyunu (Ab-ı Hayat) arar dururlar. Ancak Bingöl Dağları’nda o kadar çok su kaynağı vardır ki, bunlardan hangisinin “Ab-ı Hayat” olduğunu bilmek olanaksızdı. Aramalar çok uzun zaman devam eder. O kadar uzun sürer ki askerler bitap düşer, yürüyemez olurlar. Askerler yürüyemez duruma gelince onlardan ayrılan Hızır ile İlyas, ormanda gezerlerken karşılaştıkları kekliklerden iki tanesini vururlar. Keklikleri kesip tüylerini yolduktan sonra terkilerine koyarlar. Karşılaştıkları ilk pınarda keklikleri yıkamak isterler. Keklikleri suya batırarak yıkamak isteyen Hızır ile İlyas, kekliklerin canlanarak uçtuklarına tanık olurlar. Aradıkları Ab-ı Hayat’ı bulduklarına kanaat getiren Hızır ile İlyas bu sudan içerek ölümsüzleşirler. İşte onların içerek ölümsüzleştikleri Ab-ı Hayat’ın, Munzur Suyu ile birleşip Fırat’a doğru yol alan Harçik Suyu olduğu söylenmektedir.
          
 
Dersimli
Birlikte görev yaptığımız bir öğretmen vardı. Çetin Çuhadar’dı, adı. Gaziantepliydi kendisi. Kahramanmaraş’ın Pazarcık’tan gelmişti, benim de görev yaptığım Hadırlı İlköğretim Okulu’na. Tanışma sırasında benim Tuncelili olduğumu öğrenince eski görev yeri olan Pazarcık’ta yaşanan bir olayı aktardı bizlere. Çetin öğretmenin bize aktardığı olay şöyledir:
Pazarcık Kaymakamlığı sudan bir bahane ile kapatır, Pazarcık Eğit-Sen Şubesi’ni. Dönem, DYP-SHP Koalisyon Hükümeti Dönemi. Aradan aylar geçmesine ve birkaç kez girişimde bulunulmasına rağmen henüz kilitli kapısı açılmamıştır, sendikanın. Girişimleri sonuçsuz kalan sendika yöneticileri, günün birinde varırlar, Kahramanmaraş SHP il başkanının yanına. Kendilerine bu konuda yardımcı olması için ricada bulundukları SHP il başkanına aktarırlar, sorunlarını. İl başkanı, hemen sarılır telefona. Arar, bir zamanlar birlikte çalıştıkları can-ciğer arkadaşı dönemin Köyişleri Bakanı Azimet Köylüoğlu’nu. Aktarır durumu kendisine.
Zaman yitirmeyen Bakan Köylüoğlu; K.Maraş valisine, vali de Pazarcık kaymakamına telefon açarak sendikanın açılması ricasında bulunur. Yardımlarından ötürü SHP il başkanına teşekkür ettikten sonra Kahramanmaraş’tan ayrılan sendika yöneticileri, dönerler Pazarcık’a. Başlarlar, sendikanın kilitli kapısının açılmasını beklemeye. Ama nafile. Aradan uzun zaman geçmesine ve kendilerine sendikanın en kısa zaman içinde açılacağına dair söz verilmesine rağmen ne bir ses, ne de bir seda vardır, yetkililerden. Eğit-Sen Pazarcık Şubesi’nin kapısı, mühürlü kilidiyle duruyor hâlâ.
Aradan geçen uzun zamana rağmen hâlâ açılmayan sendikanın yöneticileri, bir daha tutarlar K. Maraş’ın yolunu. Varırlar, yine SHP il başkanının yanına. Sendikanın hâlâ açılmadığını iletirler kendisine. Bir önceki ziyaret sırasında olduğu üzere aynı telefon trafiği yaşanır. SHP il başkanı tarafından aranan Bakan Köylüoğlu, hiç zaman yitirmeden hemen arar Kahramanmaraş valisini ve çeker fırçasını. Sendikanın derhal açılmasını emreder. “Baş üstüne Sayın Bakanım” diyen Kahramanmaraş valisi de aynı ivedilikle aradığı Pazarcık kaymakamını arayıp azarlar. Ve:
—Bu sendikanın açılması için sizi daha önce aramış talimat vermiştim. Ancak duyduğuma göre sendika hala açılmamıştır. Bu sendikayı bugünr kadar neden açtırmadınız? der.
Kaymakam:
—Sayın valim açtıracaktım ama…
Vali:
—Âmâsı ne?
Kaymakam:
—Efendim, sendikanın “Yönetim Kurulu” üyelerinden biri Tuncelili. Bunun için açtırmadım der.
xxx
Bu olay ne ilk, ne de sondu. Ben de buna benzer bir olay yaşadım. Onu sizlerle paylaşmak istiyorum:
12 Eylül döneminde görev yaptığım Tunceli Merkez Hürriyet İlkokulu’ndan Kastamonu’ya sürgün edildim. Oradan Araç ilçesinin kuş konmaz, kervan geçmez bir yerde bulunan tek öğretmenli bir köy ilkokuluna atanmıştım. Büyük çocuğum, ortaokul öğrencisiydi o dönem. Ne atandığım köyde, ne de günlük gidip-dönüş yapabileceğim uzaklıkta bir ortaokul vardı. Bunun üzerine bir atama dilekçesi verdim, Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne. Dilekçemde çocuğumun öğrenim hayatını idame ettirebilmem için atamamın, ortaokulu bulunan, ya da günlük gidiş-dönüş yapabileceğim uzaklıkta bulunan bir yere yapılması talebinde bulundum.
Dilekçemi elden vermek üzere bağlı bulunduğum Araç İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden izin alarak Kastamonu’ya gittim. Makamına çıktığım Milli Eğitim Müdürü’ne atama isteğimi bildiren dilekçemi verdim. Dilekçemi okuyan dönemin Kastamonu İl Milli Eğitim Müdürü M. Nemci Yazıcıoğlu:
—Hem Tuncelilisin, hem sürgün gelmişsin, hem de tayin istiyorsun. Sence bu mümkün mü? diye sordu. 
 
Evet. Bir ülke düşünün. Hem de tepe noktasında bulunanların çağ atladığını söyledikleri bir ülke. Hem de sözde demokrasinin var olduğu söylenen bir ülke. O ülkenin yönetim kademelerinin birinde görev üstlenen bir yönetici, ön yargılı davranarak o ülkenin bir bölüm vatandaşını potansiyel suçlu olarak görsün.
Bu tür yöneticilerin, daha doğrusu böyle çağ dışı bir zihniyetin egemen olduğu bir ülkede demokrasiden söz etmek mümkün mü? Söz edilse bile bu ne kadar gerçekçi olabilir.
Gözlerine taktıkları at gözlüklerini çıkarmamakta direnen yöneticiler tarafından uygulana gelen bu zihniyetin marifetiyle tarihi boyunca hep dışlanan, hakir görülen, çeşitli baskı, zulüm ve kıyımlara maruz kalan Dersimli, hakkını aramaya kalkışınca da adı, hep isyanlarla, asiliklerle birlikte anılır olmaya özel bir itina gösterilmiştir.
Hamurunda çeşitli kültürlerin mayasının bulunduğu bu güzel coğrafya ile örtüşmeyen, ona yakışmayan bu çağdışı zihniyet dün de vardı, bu gün de vardır, hiç kuşkusuz yarın da olacaktır.
—Peki, bu karalama, bu zulüm, bu kıyım ne diye?
Unutulmamalıdır ki egemen sınıfın yararı yatmaktadır, bu zihniyetin altında. Eh! Böyle olunca da her emekçi gibi Dersimli de payına düşeni almaktadır, bu kampanyadan. Aydın olup başı çektiği için de bu payın ziyadesi Dersimliye düşmektedir elbette.
Tabii ki devletin çeşitli birimlerinde görev üstlenen yöneticilerin tamamını aynı kefeye koymak büyük bir haksızlık olur. Ender de olsa önyargılı davranmayan, yargısız infaz yapmayan, insana insanca değer verilmesinden yana olan yürekli yöneticilerimiz de vardır elbette. Ama ne yazık ki koca bir ummanda bir katre gibi olan bu yürekli yöneticilerimiz, öteki çoğunluğun arasında yitip gitmektedir.
İşte o yürekli yöneticilerden birisi.
Ali Cemal (Bardakçı) Bey’dir, adı.
1889 yılında Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde merhaba demiş yaşama. 1909 yılında Mekteb-i Mülkiye’yi bitirmiş. 1925–26 yıllarında Diyarbakır, 1926–1929 yılları arasında da Elazığ’da vali olarak görev yapmış önemli bir şahsiyettir, Ali Cemal Bey.
Elazığ valisi olarak görev yaptığı sırada Elazığ’a bağlanan Dersim hakkında rapor düzenlemekle görevli kılınan ve Dersim Alevileri ile dostane ilişkiler kurma başarısını gösteren Ali Cemal Bey’in Dersim hakkında düzenleyerek dönemin hükümetine sunduğu rapor kısaca şöyledir:
“Alevi ve halis Türk olan Türkmenler, Yavuz zamanından beri müthiş baskılara maruz kalmış ve on binlercesi merhametsizce öldürülmüşlerdir. Dersim kargaşalıkları; küçük-büyük memur ve mutaassıp hocaların tahrik ve teşvikiyle cahil Sünni ahali tarafından haklarında reva görülen muamelelerden doğmaktadır. Baskılar son bulur ve şuurlu bir şekilde hareket edilirse Dersimliler, cumhuriyetin sadık ve fedakâr hamileri olabilirler.
Dersim eyaletinde Türkçe bilmeyene ve Kürt tipine rastlamadım.
Sünniler, Alevilere Kürt, Aleviler de Sünnilere Kürt derler. Kürtlere komşu Dersim Alevilerinde Türk’ten başka bir millet oldukları kanaati olmakla beraber memurlar da bu hataya düşmüşlerdir(…). Dersimliler öldürülmeden ve sürülmeden korkuyorlar(…). Dört yüz yıldan beri Dersim’e hükümet girmiş değildir. Her Dersimli hayatını, malını muhafaza kaygısıyla silah bulundurmak zorunda kalmıştır”.
Soygunların, “yaşama duygusu ve endişesinden ileri geldiği” kanısında olan dönemin Elazığ Valisi Ali Cemal Bey’e göre Dersimlilerde silah toplama girişiminde bulunmak uzun bir zaman devam edilecek bir gerilla savaşını başlatacağını ve ne yazık ki bu gerilla savaşının neticesinde de hem Türk kanı akmış olacak, hem de Türk parası boş yere heba olacaktı.
—Peki, neydi bunun çaresi?
Dönemin Elazığ Valisi Ali Cemal Bey’e göre çare: “Okul açma, yol yapma ve devletin yöreye bayındırlık hizmetleri götürmesinin yanı sıra Seyit Rıza’nın da Elazığ’a yerleştirilmesinden” geçiyordu.
Ancak sözü edilen bu önlemlerin alınışı sırasında mezhep ayrımları kesin kes aşağılama konusu yapılmamalıydı.
Caferi mezhebine bağlı bulunan Alevi Türkler arasında dal-budak salan batıl itikatların düşünsel gelişmeler karşısında devamlılıklarını sürdüremeyecekleri düşüncesinde olan Ali Cemal Bey, bu batıl inançların yerine ulusal eğitimi yerleştirmenin sanıldığından daha kolay olacağını savunmaktadır. Ali Cemal Bey’in bu öngörüsü yaklaşık yarım yüzyıl sonra gerçekleşmiş ve Dersim, % 94’lük gibi büyük bir okur-yazarlık oranıyla elde ettiği birincilik bayrağını hâlâ elinde bulundurmaktadır. Ve dönemin Elazığ Valisi Ali Cemal Bey’in söylediği gibi günümüzde şeriat tehlikesiyle karşı karşıya kalan cumhuriyetin ve lâik düzenin en büyük hamileridir, Dersimliler.
Elazığ Valisi Ali Cemal Bey, Seyit Rıza ve öteki aşiret ileri gelenleri için Elazığ ve Malatya’da yer ayrılmış olduğunu, bu ağa ve reislerin buralarda bulunan “metruk (terk edilmiş) arazide” yerleştirilmeleri önerisinde bulunuyordu.
Ancak Elazığ Valisi Ali Cemal (Bardakçı) Bey’in bu kabule şayan insani önerilerine karşın, daha radikal kararlar alınmasının gerekliliğini öne süren ve 1890 yılında Niğde’de doğan ve 1911 yılında Mekteb-i Mülkiye’den mezun olan 1. Umum Müfettiş Zeynel Abidin Özmen, 7 Aralık 1936 tarihinde yapılan “Umum Müfettişler Konferansı”nda yaptığı konuşmada hazırlamış olduğu “Türklük Merkezleri Programı” kapsamında Kürtlerin asimile edilmesi gerektiği tezini savlarken, Dersim hakkında rapor düzenlemekle görevlendirilmiş olan ve kendisinden istenen raporu 2 Şubat 1926 tarihinde İçişleri Bakanı’na sunan Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, düzenlemiş olduğu raporda daha da ileri gidip Hz. Hüseyin’i ve 72 aile efradını Kerbela’da katleden dedesi Yezit’in yolundan yürüyerek Dersim’in kılıçtan geçirilmesi önerisinde bulunuyordu.
Düzenlemiş olduğu raporda: “Seyit Rıza’nın bütün aşiretleri ittifakına alması ve harekete geçme ihtimali hakkındaki keyfiyet kanıtlanıp doğrulanamamıştır. “Yaptığım temasların bende hâsıl ettiği izlenime göre Dersim gittikçe Kürtleşiyor, ülküleşiyor ve dolayısıyla tehlike de büyüyor” diyen Hamdi Bey’e göre okul açmak, yol yapmak, fabrikalar kurmak ve uygarlaşma yoluyla sorunların çözülebileceğine inanmak hayalden öte bir şey değildi. Yine Hamdi Bey’e göre cumhuriyet için bir çıbandı, Dersim. Bu çıban üzerinde “memleketin selameti için” bir ameliyat (kılıçtan geçirme) gerekliydi.
Ülkesinin kimi insanları hakkında bir operasyonun (kılıçtan geçirme) gerekliliğinden söz eden bir zihniyetin bu ibret verici önerisinin yorumunu sizlerin takdirine bırakıyorum.
İşte hakkında rapor üstüne rapor düzenlenen, halkı kılıçtan geçirilmek istenen, Dersim Olayları sırasında kadın-erkek, yaşlı-genç, hamile-hasta demeden derdest edilip belirli merkezlerde toplatıldıktan sonra süngülerle karnı deşilen, ağır makinelilerle taranan, mağaralara sığınmak durumunda bırakıldıktan sonra gaz verilerek öldürülen ve böylece halkından on binlercesi katledilen Dersim, 1936 yılında isim değişikliğine uğrayarak “tunç yürekli insanların beldesi” anlamına gelen “TUNCELİ” adını alır.
Sanmayın ki sadece yerenlerimiz vardır. Baş tacı edip seven yârenlerimiz daha çoktur bizim. Hem dışlanma ve yerilme, hem de baş tacı edilip sevilme duygularını yaşayan bir Dersimli olmanın haklı gururunu da yaşadım, dışlanıp hor görülmenin burukluğunu da…
Dersim’i ve Dersimlileri çok iyi tanıyanlar bilirler ki;
Dersimliler, bölücülükten ve bölgecilikten değil, din, dil, ırk ve mezhep ayrımı gözetmeksizin tüm insanların bir ve beraber olmasından yanadırlar.
Dersimlileri tanıyanlar bilirler ki; onlar, karanlığı sevmezler asla. Hayalleri de düşleri de hep aydınlık yarınlar üzerinedir, Dersimlilerin. Bundan ötürüdür ki; karanlık dünlerden değil, aydınlık yarınlardan yanadırlar onlar. Sevdalıdırlar özgürlüğe. Onlar için gönüllerde baş köşeye oturtulmuş en yüce değerdir, özgürlük. Bundan ötürüdür ki prangalardan değil, tutkulu oldukları özgürlükten yanadır onlar.
Dersimlileri tanıyanlar bilirler ki onlar kavgayı sevmezler. Hele insanları ve onların geleceğe dair güzel umutlarını yok eden savaşları asla… Bundan ötürüdür ki kavgadan ve savaştan değil, engellemelere rağmen uğruna kan döküp can vererek yaşatmaya çalıştıkları barıştan yanadır onlar.
Gericiliğe ödün vermezler asla, fizikî görünümleri gibi dimağları da çağdaş olan Dersimliler. Dimağları köhne örümcek ağıyla örülü olmadığı için bağnazlığa geçit yoktur onların felsefesinde.
İşte bundan ötürüdür ki günümüzde hep bilimle, ilericilikle, çağdaşlıkla, özgürlükle, barışla, hoşgörüyle, sevgiyle anılır olmaya başlamıştır, Dersimli’nin adı. Çünkü bütün bunlar Dersimli’nin felsefesinin mihenk taşını oluşturmaktadır. Ne Dersimli onlarsız olur, ne de onlar Dersimli’siz…
İşte bundan ötürüdür ki:
Dersim denince korkusuz yiğitlerin harman olduğu yer gelir akla.
Dersim denince hakça paylaşımcılık ve insan merkezli düşünceler gelir akla.
Dersim denince yakılmış köyler, yıkılmış yuvalar, yok olmuş umutlar, kapısına kilit vurulmuş okullar, topla, tüfekle yok edilmeye çalışılan özgür düşünceler gelir akla.
Dersim denince özgür bir yaşam uğruna işkence tezgâhlarından geçirilmiş binlerce aydın gençlik gelir akla.
Dersim denince içeri alındığı ilk gece işkencede can veren öğretmen Süleyman Ölmez, kahpe kurşunların hedefi olan Ali Haydar Yıldız, Canice katledilen Hüseyin Cevahir ve güneş doğmadan önce dâra çekilen Hozatlı Hıdır Aslan gelir akla.
Dersim denince zulmü, vahşeti ve sömürüyü yeryüzünden silmek için inançları ve emekçi halk yığınları uğruna bedenlerini işkence tezgâhlarında ve idam sehpalarında ölüme terk edenler gelir akla.
Dersim denince şelpe usulü çalınan bağlamalar eşliğinde söylenen deyişler, okunan duazlar, kızlı-erkekli dönülen semahlar gelir akla.
Dersim denince davul-zurna eşliğinde oynanan Üçayaklar, Sımsımıler, Delilolar, Tamzaralar ve çekilen halaylar gelir akla.
Dersim denince gönüllerde taht kuran, dillere destan olan “Dersim Dört Dağ İçinde”, “Siyah Perçemlerin Gonca Yüzlerin”, “ Munzur’a Söyleyin”, “Bebek” ve daha onlarca halk türküsü gelir akla.
Dersim denince doruklarında beyaz örtünün sırtını yerden kaldırmadığı Munzur Dağı ve yamaçlarında kırk gözeden doğan süt beyazı, buz gibi soğuk sularıyla Munzur Gözeleri gelir akla.
Dersim denince Bağırbaba Dağı, Kırklar Tepesi, Süpürgeç Dağı gelir akla.
Dersim denince Anafatma, Düzgün Baba, Çoban Baba ve Sultan Hıdır yatırları gelir akla.
Dersim denince “Dersim Olayları” sırasında kadın-erkek, genç-yaşlı, hamile-hasta demeden süngülerle, ağır makineli tüfeklerle katledilen binlerce Dersimli’nin kanının oluk oluk aktığı “Laç Deresi” gelir akla.

Dersimli
 
Senin adın daim dillerde destan
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Başın kurtulmuyor şivandan yastan
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Sen şah damarımdan akan kanımsın
Hem gözümün nuru, hem de canımsın
Gönül sarayımda tek mihmanımsın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön Sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Mertle bölüşürsün ekmeğin aşın
Namert ile asla hoş değil başın
Cihanda bulunmaz menendin eşin
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Hem insanlığa hem Hakk’a yakınsın
Sen yiğitsin düşman senden çekinsin
Mevla’m seni kem gözlerden sakınsın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Düşüncenle hayran ettin herkesi
Ezilen halkların sen oldun sesi
Onurlu yaşamın canlı simgesi
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.

Sen bir kahramansın halkın gözünde
Zerre kadar hilaf yoktur sözünde
Olgunsun, çiğlik bulunmaz özünde
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Sen açık sözlüsün yok siyasetin
Baldan daha tatlı sözün sohbetin
Onurlu yaşamdır senin servetin
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Sen dağlara yağan dolusun karsın
Coşkun çaylar gibi çağlar akarsın
Dayanmaz engeller sana, yıkarsın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Bırakın Munzur’u özgürce aksın
Ozanlar özgürlük türküsü yaksın
Haksızlığa karşı sen bir bayraksın
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
Bazen Mehmet oldum, bazen Hayranî
Ben de Dersimli’yim bilsinler beni
Arzuladım, görmek isterim seni
Dersimli Dersimli aslan Dersimli.
Dön sırtın Munzur’a yaslan Dersimli.
 
                                 Sefil Hayranî
                              (Mehmet Korkmaz)
                             
 
 
 
İKİNCİ BÖLÜM
ÇOCUKLUK YILLARIM
 
 
 
Biz Köylü Çocukları…
Ben, Dersim gibi güzel bir coğrafyanın tam ortasında yer alan Tunceli merkez ilçenin Aşağı Taptikler köyünde merhaba dedim yaşama.
Resmi kayıtlarda doğum tarihim 1950 olarak geçer. Ama beni dokuz ay karnında taşıyan annem:
-Sen 1948’in baharında doğdun, derdi bana.
Öyle ya da böyle...
Ne fark eder ki...
Ha iki yıl önce ha iki yıl sonra...
Önemli olan, benim dünyaya geldiğimdir.
Ben köyümde dünyaya açtım gözlerimi...
Orada tanıdım insanları...
Orada gördüm insanlığı...
Sevgiyi orada tattım...
Orada yaşadım kardeşliği.
Orada öğrendim doğruluğu, duruluğu, güzellikleri…
Ben; doğruluktan, duruluktan, güzelliklerden yana tavır koyan.. Samimiyeti ve hoşgörüyü ilke edinen insanların otağında...
Merhaba dedim yaşama.
Orada haşır neşir oldum hayvanlarla.
Morlu koyunlarım, kınalı kuzularım orada oldu, benim.
Atlara ilk binişim, tayları ilk sevişim de oradan…
Babamın çift sürdüğü karasabanı, harmanda dövene koştuğu öküzlerin boynuna taktığı boyunduruğu, zövleyi orada tanıdım.
Ekin biçtiğim orakla orada tanıştım.
Orada gördüm buğdayı…
Orada biçtim arpayı, mercimeği…
Evet, bir köylü çocuğuyum ben. Ne boy boy oyuncaklarım, ne de renk renk balonlarım oldu. Hatta kendimin çamurdan ve sarı renkli yumuşacık taşlardan yaptığı oyuncakları saymazsam hiç oyuncaklarım olmadı benim.
Peter Abrahams adındaki Afrikalı siyahî yazar, şu dizelerinde dile getirir, Afrikalı özgür çocukları:
 
              “Bizi ısıtan sıcak bir güneş,
 Islak bedenlerimizi kuruttuğumuz ıslak çimenler
 Oynamak için killi çamur,
 Boğuşmak için ince kumumuz vardı.
 
Evet, Afrikalı bir çocuk doğadan bulduğu oyuncaklarla oyun oynardı elbette; ağaç dalı, ıslak kum, çamurdan yapılma bebekler, taşlar…
— Ya biz köylü çocukları?
Bizim de yoktu Afrikalı çocuklardan farkımız.
Bizim de doğadandı, oyuncaklarımız.
Bizim de ağaç dallarındandı atlarımız.
Az koşuşturmadık onların üstünde.
 Binerdik onlara, başlardık yarışa.
Kimi zaman tek, kimi zaman gruplar halinde.
Yarışı ilk sıralarda bitirdiğimiz zaman sevinir, biraz gerilerde olduğumuz zamanlar üzülürdük.
Üzülmek ne kelime ağlardık resmen.
Oynadığımız belli başlı iki oyunumuz vardı.
Birincisi saklambaç, ikincisi Yedikule’ydi.
Yedikule oyununu oynarken lastik topumuz olmadığı için bezden yaptığımız toplarla oyun oynardık.
Evet, ben bir köylü çocuğuyum.
Katlarda büyümedim.
Yatlarda tatil yapmadım.
Dadılarım olmadı benim.
Doğum günüm kutlanmadı asla.
Kutlamak bir yana hatırlanmadı bile.
Cicili bicili bayramlıklarım hiç olmadı.
Ayakkabıyla, ortaokula başlarken tanıştım.
O zamana değin siyah Ankara lastiği ile çarıktan başka giyecek görmedi ayağım.
 
      Bir köy var orada uzakta
       Gitsem de gitmesem de
       O köy benim köyümdür.
 
Evet, hasreti burnumda tüten o uzaktaki köy benim köyümdür. Çünkü ben bir köylü çocuğuyum.
Aynı ülkede yaşamamıza, aynı havayı solumamıza rağmen kentli çocuklarla bile aynı değildik.
İstesek de aynı olamazdık.
Çünkü onlar elektrik ışığında doğmuşlar, akçaydı tenleri.
Biz köylü çocukları ise titrek alevli gaz lambasının loş ışığında merhaba demiştik yaşama.
Onun için rengimiz karacadır bizim.
Duruşumuz haşin ama dostluğumuz içtendir.
Bakışımız sert, kalbimiz yumuşakçadır.  
Aile yaşamına katkıda bulunmak adına dört-beş yaşlarında başlardık doğanın ağır koşullarıyla boğuşmaya.
Her defasında yenilirdik, Tabiat Ana’ya.
Ama pes etmezdik asla.
Çünkü buna zorunluyduk, biz köylü çocukları. Oysa kentli çocukların yoktur böyle bir derdi.
Onlardan kimileri belki ince ve cılız sesleriyle:
—Taze simit geldi, simiiiit… 
deyip sabahın sessizliğini bozarak simit satabilir ya da babasının, gelişigüzel çattığı sebze kasalarından bozma sandığı ile ayakkabı boyacılığı yapabilirdi.
Ama iddia ediyor ve diyorum ki; bu işi yapan çocuklar da, ya babasından kalma üç-beş dönümlük kıraç araziden aldığı ürün emeğini karşılamadığı ve karnını doyurmadığı ya da komşusuyla yaşadığı bir kavgayı devam ettirmemek için göç ettiği kentte hâlâ köylülüğü devam ettirmek isteyen dışı kentli, ruhu köylü kentlilerin çocuklarıydı.
Biz köylü çocukları;
Gün ışımadan kalkıp kuzularımızı güttüğümüz zaman da...
Kendimizden küçük kardeşlerimizin sorumluluğunu yüklendiğimiz zaman da henüz okul çağında bile değildik.
Bunu yapmak zorundaydık.
Zira yaşadığımız coğrafyanın koşulları bunu gerektiriyordu.
Bunu yapmayanın o coğrafyada barınması olanaklı değildi.
Henüz beş-altı yaşlarındaydım...
Köydeki öteki akranlarım gibi kuzu güdüp çobanlık yaptığımda.
Günün birinde güttüğüm kuzulardan birini kurda kaptırdım.
Kuzularımın en iyilerinden birini boynundan kavrayan kurt, dörtnala kalkan at gibi bir çırpıda gözden kaybolup gitti.
Ama ben bağırıp çağırmaktan öte bir şey yapamıyorum.
—Ya geri döner beni de yerse? korkusu var içimde.
Ardından gidemiyorum, kurdun.
Cesaret edip kurdun arkasından gidemeyince oturdum susuzluğa mahkûm edilmiş balıkların ağız açtığı gibi koca koca yarıklarla birbirinden ayrılmış toprağın üstüne...
Başladım ağlamaya...
Hem de dakikalarca...
Canım gibi baktığım, gözüm gibi koruduğum kuzularımdan birini kaybetmenin acısı içime çökmüştü çünkü.
Daha doğrusu benim gibi kuzu güden akranlarımın: “İyi bir çoban olsaydın kuzunu kaptırmazdın kurda” diyerek benimle alay edip dalga geçeceklerini bildiğim için ağlıyordum.
Çünkü onların yaptıkları yenilir yutulur şeyler değildi.
Bir başladılar mı alay etmeye insanın hemen oraları terk edesi gelirdi.
Tabi ağlamamın bir başka nedeni daha vardı.
O da babamın ve annemin; “O güzelim kuzuyu götürdün kura verdin geldin. Bir kuzuya bile sahip çıkamadın.” diyerek bana kızmalarından ve hatta beni dövecek olmalarından korkuyordum.
Eee… Haksız da değillerdi.
Besleyip büyüttükleri kuzunun acısı çökerdi içlerine. O kadar emek vermelerine rağmen yılda bir tane bile olsun kesip yemeye kıyamıyorlardı, değil kurda kaptırmayı.
—Siz bilir misiniz yoksul bir köylü için bir kuzunun ne demek olduğunu?
—Nerden bilebilirsiniz?
Çobanlığımın ilk günlerinde yaşadığım bu talihsiz olayı bir daha yaşamadım asla. Zamanla ustalaştım çünkü.
—Hadi canım sen de kuzu gütmenin de ustalığı mı olurmuş? demeyin. Her işte olduğu gibi bu işin de incelikleri vardır.
Bu olaydan sonra kuzularımın, oğlaklarımın her birine ayrı birer isim verdim.
Hep yakın çevremde otlasınlar, benden uzaklaşmasınlar diye annemden gizli gizli çaldığım ekmekleri, şekerleri yedirirdim onlara.
Hatta kimi zaman bir fırsatını bulup da evden ekmek çalamadığım zaman aç kalma pahasına annemin bana verdiği azığı yedirirdim onlara.
Adlarını söyleyerek yanıma çağırdığım. Ellerimle ekmek verir, dakikalarca sever, okşardım onları.
 Onlar da çok hoşnut olurlardı bu işten.
Pervane gibi dönerlerdi çevremde.
Ayrılmazlardı benden...
Benim en içten arkadaşlarım, en sadık dostlarımdı onlar.
Karşılıksız bırakmazlardı asla benim kendilerine yaptıklarımı.
Yakınlıklarıyla, içtenlikleriyle karşılık verirlerdi bana.
Dillerimiz ayrı olsa da çok iyi anlaşırdık onlarla.
Evet, ben bir köylü çocuğuyum. Gitsem de gitmesem de uzaktaki o köy, benim köyümdür.
İlk aşkı da orada tattım.
Gönülden sevdalandığım bir sevgilim vardı.
Bergüzar’dı adı. Bir Çingene kızıydı. Sap sarı saçları, yemyeşil gözleri vardı.
Bir hazan mevsiminin son günleriydi Bergüzar’ın ailesi, köyümüzün üst yanındaki eski köy çeşmesinin hemen yanı başında bulunan dut ağaçlarının altına çadırlarını kurduklarında.
Havalar iyiden iyiye soğumuş.
Tabiat Ana, yarı soyunuk duruma gelmişti.
Kışın eli kulağındaydı anlayacağınız.
Kar ha yağdı ha yağacak.
Bir başka olurdu bizim oraların karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun kışları.
Bir yağmaya başladı mı günlerce devam ederdi kar.
Tıpkı Bergüzarların ailesi, bizim köye çadırlarını kurduklarında olduğu gibi.
Aniden başlayan kar, günlerce devam edince yollar kapandı. Bergüzarlar gidemez oldular bir tarafa. Kalakaldılar bizim köyde bir kış boyunca.
Bizim oraların kışı bir başka olur dedik ya.
Benzemez başka yerlerin kışlarına.
Köyden gitmeye fırsat bulamayan Bergüzarlar, köylülerimiz tarafından hemen yerleştirildiler teyzemlerin, bizim evimizin yanı başındaki boş evlerine.
Böylece ilk çocukluk aşkım Bergüzar’la birlikte geçirdik, bizim karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun karakışlarından birini.
Gece-gündüz onunla olurduk.
Ayrılmazdık birbirimizden.
Evcilik, en çok oynadığımız oyunların başında gelirdi. Ben baba olurdum, o da anne…
Ağaçtan yapıp birer beze sarmaladığımız çubuklar da çocuklarımız…
Evcilik oynarken birbirimize sarılıp uzandık mı çulun üzerine bir daha da uyanmazdık. Uyku hemen tutsak alırdı, küçük bedenlerimizi. Böyle olunca da her akşam birimiz, annelerimizin kucağında taşınırdık evlerimize.
Aradan aylar geçtikten sonra nihayet ilkbahar gelip karlar eriyince yollar açılmaya başladı. Böylece bizim oraların karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun karakışlarından birini birlikte geçirdiğimiz, kucak kucağa yatarak yanak yanağa öpüştüğümüz ilk çocukluk aşkım Bergüzar’ın ailesi, yükledi göçünü Karakaçan adındaki eşeklerine, ayrıldılar bizim köyden.
Gidiş o gidiş... 
 
 
Ailem …
Evet, ben özlemini çektiğim hasretiyle yanıp tutuştuğum o uzaktaki köyün çocuğuyum. Çilekeş Anadolu köylülerinden biridir, benim yaşama merhaba dememe vesile olan babam. Babasından miras kalan üç-beş tarlaydı, tek mal varlığı. Bu tarlalarda kimi zaman bir tanesi kendisine ait ikincisini dönüşümlü olarak komşularından aldığı, kimi zaman ikisi de kendisine ait öküzlerle çift sürüp harman ederdi. Ama bu tarlalardan elde ettiği ürün geçimini sağlamaya yetmiyordu. Çiftçiliğin yanı sıra bir inek, birkaç koyun, birkaç da keçi besleyerek hayvancılık da ederdi babam. Ama bütün bunlara rağmen taş duvar ustalığıydı onun asıl mesleği. Kızgın yaz güneşinin sarı sıcağında buram buram ter döküp göz nuruyla nakış nakış işlediği kesme taşlarla ev yapardı, kendisiyle aynı yazgıyı bölüşen insanlara. Duvar ustalığı yapmadığı zamanlarda da inşaatlarda çalışmak üzere Elazığ’a giderdi. Orada sırtına aldığı çimento torbalarını, tuğlaları ve içi harç dolu tenekeleri birer birer taşırdı, inşaatların üçüncü, beşinci katlarına.
Mektep-medrese görmemişti, çocuklarının gereksinimini karınca kararınca karşılamaya çalışan emekçi babam. Çat-pat bildiği okuma-yazmayı da İkinci Dünya Savaşı yıllarında hiç izin kullanmaksızın dört yıl kaldığı askerlik ocağında öğrenmişti. Ama buna rağmen eğitimin öneminin farkında olan babam, çocuğunu ortaokula gönderen ilk insandır, köyümüzde. İleriyi gören aydın bir baba, gerçek bir emekçi, dürüst bir insan, güvenilir bir dost olarak tanınan babam, 1937–1938 yıllarında yaşanan Dersim Olayları sırasında ramak kalmıştır, ağır makineli tüfeklerle taranmaktan. Toplu halde katledilmek üzere askerler tarafından derdest edilerek bir kısım yöre insanıyla birlikte komşu köyümüz Ağzunik’e doğru yola çıkarılan babam, Ağzunik Deresi mevkiinde anlık bir fırsattan yararlanarak kaçıp izini kaybettirmek suretiyle kurtulur mutlak bir ölümden.
Babaannem; gözyaşlarıyla anlatırdı babamın askerler tarafından öldürülmeye götürülüşünü. Yine ondan duymuştum, köylülerin, köylere ani baskınlar düzenleyen askerlerce götürülüp öldürülmesinler diye gündüzleri ormanda saklandıklarını. Hatta büyükler, saklanmaya gittikleri zaman ağlayıp kendilerini ele vermesinler diye yanlarında ormana götürmedikleri çocukları eve kapatıp üstüne kapıyı kilitleyip öyle giderlermiş ormana. Köylümüz Derviş Dede’nin sakallarının askerler tarafından tel tel çekilerek yolunduğunu, Ağzunik köyündeki Kösoğlu Ailesi’nin cesetler arasında kalarak kurtulabilen çocuk yaştaki kişinin (Hüseyin Köseoğlu) dışında kalanların tamamının ağır makineliyle taranarak katledildiklerini de babaannemden duymuştum. Zavallı kadıncağız bunları anlatırken o günleri yaşar gibiydi adeta. Engel olamıyordu göz pınarlarından yağmur damlası gibi peş peşe akan gözyaşlarına.
Babam ilk evliliğini yaptığında askere gitmemiştir, henüz. Dört yıllık askerlik süresinin ardından birkaç yıl daha evli kalmasına rağmen çocukları olmayınca imam nikâhlı ilk eşinden ayrılan babam, ikinci evliliğini annemle gerçekleştirir. Babam, annemle evlendikten sonra, ayrıldığı imam nikâhlı ilk eşi de ikinci evliliğini yapar. Ama bu evliliğinde de çocukları olmaz, babamın ilk eşinin. Köyümüzden uzakta bir yerde evlenmesinden ötürü çok istememe rağmen babamın ilk eşiyle görüşüp tanışamadım bir türlü.
Hem köyümüzün, hem de yakın çevremizin okuyan ilk kadını olan annem, öğretmen olmasına sadece birkaç ay kalmıştır, babamla evlendiğinde. Akçadağ Köy Enstitüsü’nün son sınıfındadır, 15–20 kişilik bir grup kız arkadaşıyla birlikte okuldan kaçtığında. Bir daha da dönmediği için öğrencilik yaşamı sona eren annemin öğretmenlik hayali de böylece suya düşer. Son sınıfında kaçtığı Akçadağ Köy Enstitüsü’nü yatılı okuduğu için hem kendisi, hem de okula kayıt yaptırırken kendisine kefil olan Haydar Amcam, okul tarafından mahkemeye verilirler. Neticede aynı zamanda köyümüzün ve yöremizin mahkemeyle tanışan ilk kadını da olan annem ile kefili olan Haydar Amcam, okul ve mahkeme masraflarını ödemeye mahkûm edilirler. Babam, bu masrafların tamamını ödeyince dava sona erer.
 
İşte ben, kendileriyle onur duyduğum böyle bir anne ve babanın ilk çocukları olarak merhaba demişim yaşama. Ailemizin ikinci çocuğu, benden üç yaş küçük olan ve henüz 24 yaşında iken 9 Temmuz 1977 günü bir iş kazası sonucunda yaşamını yitiren erkek kardeşim Ahmet’tir. Ailemizin üçüncü çocuğu, Güler’dir. Üçer yıl arayla dünyaya gelen Doğan, Hıdır, Celal, Latife ve Cemile adlarındaki kardeşlerim de aramıza katılan aile bireylerimizdir.
 
Güler Bebek
Çok iyi hatırlıyorum, ailemizin üçüncü çocuğu, benim de ikinci kardeşim olan Güler’in doğumunu. 1956 yılının kışıydı. Hani şu bizim oraların karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışlarından. Tek katlı, tek odalı küçücük bir evimiz vardı, titrek alevli gaz lambasının loş ışığıyla aydınlanan. Yere yakın küçücük iki de penceresi… Karlı bir kış gecesiydi. Hava dumanlı, rüzgâr uğuldaya uğuldaya esiyordu. Karasal iklimin egemen olduğu Doğu coğrafyasında olanca şiddetiyle devam ediyordu karakış.
İşte böyle bir ortamda, böyle bir mekânda yaşama merhaba diyerek aramıza katılmıştı Güler bebek. O katılınca aramıza ailemizdeki birey sayısı beşe, benim kardeşlerimin sayısı da birden ikiye çıkmıştı.
Henüz üç-dört aylık bir zaman geçmişti, Güler bebeğin doğumunun üzerinden. Uzun süren bir kış mevsimi boyunca giyindiği beyaz gelinliğini üzerinden çıkarıp atan Tabiat Ana kucaklaşmıştı, özlemini çektiği baharla. Güneş gülen yüzünü göstermeye başlamış, olanca çıplaklığını cömertçe sergileyen ağaçlar zümrüt yeşili libaslarına bürünmüş, börtü-böcek canlanmaya başlamıştı artık. Renga renk kelebekler, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar kanat çırpıp özgürce uçuşuyorlardı, gökyüzünün mavi derinliklerinde.
Eh aileye bir birey daha eklenir olunca zaten ihtiyacımıza cevap veremeyen tek odalı evimiz, bize dar gelmeye başlamıştı artık. Bundan ötürü kendisi taş duvar ustası olan babam, yanına aldığı birkaç kişiyle birlikte tek katlı, tek odalı evimizin üzerine ikinci katın inşasına başlamıştı. Evimizin duvarında asılı duran “Saatli Maarif Takvimi”nin yaprağındaki tarihler, Haziran 1956 ayının son günlerini gösteriyordu. İnşaatın duvarlarının örülmesi işi sona ermiş sıra damın kapatılmasına gelmişti. Ancak annemin bir türlü düzelmek bilmeyen bir hastalığın pençesine düşmesi üzerine evimizin damının kapatılması işini sonraya bırakarak inşaata ara vermek zorunda kalan babam, hastalıkla mecelleşen annemi doktora götürdü. Birkaç kez doktora götürülmesine rağmen sağlığında herhangi bir gelişme sağlanamayan annemin durumu her geçen gün daha da ağırlaşıyordu. Bunun üzerine babam tarafından son bir kez daha doktora götürülen annem, bu kez Elazığ Devlet Hastanesi’ne yatırıldı. O hastaneye yatırılınca babam, uzun zaman devam eden bir tedavi süresince hep annemin yanında kaldığı için hiç uğramadı köye.
Annem hastaneye yatırılıp babam, zorunlu olarak uzun zaman onun yanında kalınca ben, erkek kardeşim Ahmet ve henüz üç-dört aylık bir bebek olan kız kardeşim Güler, askerlik çağına gelen Hasan Amcam ve benden bir-iki yaş büyük olan Hüseyin Amca’mla birlikte kalan üvey babaannemin sevgi dolu sıcacık kolları arasında bulduk kendimizi. Doğrusunu söylemek gerekirse “üvey” sözcüğünü kullanırken utanıyorum. Aslında üvey olmasına üveydi, ama dilim varmıyor ona üvey demeye. Çünkü O, gördüğüm ve tanıdığım öz babaannelerden daha yakın ve daha özdü bize. Ne onlar üvey gibi davrandılar bize, ne de biz onlara… Orta yaşlardaydı henüz. Ama kınalı saçlarına çoktan karlar yağmıştı. Artık hafiften kamburu çıkmıştı, benzi soluk yüzü güleç sevgili babaannemin. Mayası çileyle yoğrulmuştu, nasırlı elleri öpülesicenin.
Bir yandan kendi evlerinin işleri, öte yandan bizim evlerin işleri ve Güler bebeğin bakımı derken belli ki yoğun iş temposuna yenik düşmüştü, babaannemin yorgun bedeni. Günün birinde rahatsızlanmaya başladı. Zamana karşı yarışmak halsiz düşürmüştü onu. Böyle olunca bir karar aldı günün birinde. O karar uyarınca Güler Bebek, bir süreliğine komşu köyümüz Fındıklı’da ikamet eden öz anneannemlere götürülecekti. Bize göre çok daha kalabalık bir nüfusa sahipti onlar. Bizde iş görecek kimse yoktu, babaannemin dışında. Ama onlarda anneannemin dışında iş gören henüz bekâr olan bir teyzem ve büyük dayımın hanımı Elif Yenge vardı. Babaannem, Güler Bebek, ortalıkta perişan olmasın diye mi, yoksa Güler Bebek onların da torunları, madem torun ortak ise sorumluluk da ortak olsun düşüncesiyle mi böyle bir karar aldı? Orası bilinmez ama bir gerçek duruyordu ortada. O da babaannemin bu kararının yerine getirilmesinin bana ve benden bir-iki yaş büyük olan Hüseyin Amca’ma düştüğüydü. Çünkü bizden başka kimse yoktu, Güler bebeği öz anneannemlere götürecek.
Kararın alınışının bir gün sonrasıydı. Güneş ufuktan doğmamıştı henüz babaannem, Hüseyin Amca’mla beni sabahın tatlı uykusundan uyandırdığında. Koydu önümüze bir kâse yoğurt, verdi elimize birer yufka ekmeği. Elimizdeki yufka ekmeklerini buz gibi yoğurda bana bana yiyip karnımızı doyurduktan sonra verdi, Güler bebeği kucağımıza. Doğu coğrafyasının kızgın temmuz güneşinin sarı sıcağı bastırmadan bizi yolculadı, Fındıklı’daki öz anneannemlere. Güler bebeği sırasıyla kucakladığımız Hüseyin Amca’mla birlikte koyulduk yola. Taşlı, tozlu toprak bir yolda güle oynaya yaptığımız bir yolculuk sonrasında anneannemlere vardık nihayet. Oraya vardığımız zaman vakit öğlen olmamıştı henüz. Eve varınca Güler bebeği kucağımızda gören öz anneannem, günlerden beri hastanede tedavi görmekte olan annemin sağlığı konusunda herhangi bir şey sormadan evvel:
—Hayırdır çocuklar! Onu ne diye getirdiniz? sorusunu sordu.
Hüseyin Amca’m:
—Bilirsiniz iş-güç zamanıdır. Annem iki evin işini bir arada yürütünce biraz rahatsızlandı. Doğru dürüst bakamaz oldu bebeğe. Çocuk perişan olmasın diye buraya gönderdi. Burada birkaç gün kalsın. Annem düzelir düzelmez hemen gelir alırız, dedi.
Öz anneannem:
—“Sormadan etmeden ne diye getirdiniz ki? Sizin işiniz var da bizim işimiz yok mu sanki? Bebeğe bakacak kimimiz var bizim? İşimiz başımızdan aşkın biz bebeğe falan bakamayız. Getirdiğiniz gibi alır götürürsünüz” dedi.
Doğrusunu sorarsanız böyle bir tepkiyle karşılaşacağımızı aklımızın köşesinden bile geçirmemiştik. Öz anneannemin bu sözleri soğuk duş etkisi yaratmıştı bizde. Dünya başımıza çökmüştü adeta. Bir enkazın altında kalmış gibi hissetmiştik kendimizi. Bin pişman olmuştuk, Güler bebeği götürdüğümüze de götüreceğimize de. O küçücük yaşımıza rağmen içimize sindiremedik, söylenenleri. Gururumuz incinmişti, kendimize hakaret saymıştık olanları.
Orada daha fazla beklemenin bir anlamı yoktu, öz anneannemin insanı şoke edici bu sözlerinden sonra. Hüseyin Amca’mla gizlice işaretleştikten sonra kalktık kucakladık Güler bebeği, yöneldik kapıya doğru.
—Ne yapıyorsunuz çocuklar? dedi anneannem.
—Gidiyoruz, dedik.
—Vakit öğlen, karnınız acıkmıştır şimdi. Durun yiyecek bir şeyler hazırlayayım. Hem bu sıcakta nasıl gideceksiniz? Akşam serinliğinde çıkarsınız yola, dedi.
—Aç değiliz, sıcak da etkilemez bizi, dedik.
Sonra kucağımıza aldığımız Güler bebekle birlikte ayrıldık oradan. Hem de hoşça kalın, bile demeden. Çıktık yola. Ancak ağlamamak için zor tutuyoruz kendimizi. Başladık köyümüze doğru yol almaya. Umudu tükenmişler gibi başımız öne eğik ilerliyoruz, sabah güle oynaya geldiğimiz toprak yoldan. Temmuz güneşinin sarı sıcağı yumurta pişiriyor, tepemizde. Karnımız zil çalıyor açlıktan. Bıçak açmıyor ağzımızı. Güler bebeği sırayla kucakladığımız Hüseyin Amca’mla bir tek kelime bile etmeden yürüyoruz köyümüze doğru. Komdere denilen mevkie vardığımız zaman Güler bebeğin aniden ağlamaya başlamasıyla bozuluverdi var olan sessizlik.
Ağlamaya başlayan Güler bebek, ara vermeksizin ağlamasını sürdürünce Hüseyin Amca’mla ikimiz: “Belki susamıştır onun için ağlıyordur” diye düşündük.
Böyle düşündüğümüz için yolumuzun üzerindeki pınara bir an önce varmak amacıyla biraz hızlanmaya başladık. Bir süre sonra vardık, buz gibi sularını kuzularımızla birlikte paylaştığımız pınarın başına. Önce, durmaksızın ağlayan Güler bebeğin minnacık yüzünü yıkayıp dudaklarını ıslatarak su verdik kendisine. Sonra Hüseyin Amca’mla ikimiz elimizi yüzümüzü yıkayıp doyasıya içtik, küçücük pınarın buz gibi suyundan.
Güler bebeğin, ağlamayı keseceğini umut etmiştik. Ama yanılmışız. Susmak bir yana tam tersine tıpkı büyük bir insan gibi sesini daha da yükselten Güler bebek, ağlamaya devam ediyordu hıçkıra, hıçkıra. O, hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederken benim içim kabarmaya, bir noktaya odaklanan gözlerim dolmaya başladı. Daldım o an derin hayal âlemine. Kendi kendime: “Annem, bu hastalıktan kurtulmaz ölürse eğer biz boynu bükük kalırız ortada” diyerek kapıldım bir duygusallığa ve başladım Güler bebekle birlikte ağlamaya.
Eee… Ben, Güler bebekle ağlamaya başlamışken hiç durur mu Hüseyin Amca’m. O da katıldı bize. Üçümüz birlikte başladık ağlamaya. Hem ağlıyor, hem de kızgın temmuz güneşinin sarı sıcağının etkisiyle yaprakları pörsüyen ağaç dallarını mesken tutan cırcır böceklerinin inleyen nağmeleri arasında ağır ağır yol alıyoruz köyümüze doğru. Ve nihayet bir zaman sonra vardık evimize.
Ağlamaktan kızaran gözlerimizi, perişanlıktan kuruyup konuşamaz hale gelen dudaklarımızı, perişan durumumuzu ve daha da önemlisi sözde anneannemlere bırakmak üzere Fındıklı köyüne götürdüğümüz Güler bebeği kucağımızda gören babaannem:
—N’oldu size çocuklar? Bu haliniz ne sizin? Yolda canavar falan mı gördünüz? Korktunuz mu? Yoksa birileri mi dövdü sizi? Bebeği ne diye geri getirdiniz? Türünden birkaç soru sıraladı arka arkaya.
Babaannemden peş peşe gelen bu sorular üzerine Hüseyin Amcamla ikimiz başımızdan geçenleri birer birer anlattık. Olayı babaanneme anlatırken hıçkırıklarımız geçmiş değildi henüz. Gözlerimizden damla damla akan gözyaşlarımız yanaklarımızdan aşağıya süzülüyordu hâlâ.
Babaannem, bir yandan bizi sakinleştirmek için çaba harcarken öte yandan da Güler bebekle ilgilenmeye başladı. Bir süre sonra altı değiştirilip karnı doyurulan Güler bebek, başladı mışıl mışıl uyumaya. Hüseyin Amca’mla ikimiz de biraz ferahladıktan sonra öğle yemeğimizi yedik. Ardından da kuzularımızı önümüze katarak tuttuk yabanın yolunu.
  
                              Anneler Günü’nde
                      Sevgili Anneme;
Sen ağır bir hastalığın pençesine yakalandığın için babam tarafından doktora götürüldüğünde küçücüktüm, okula gitmiyordum henüz. Yatırıldığın Elazığ Devlet Hastanesi’nde gördüğün iki aylık tedaviden sonra köye döndüğünde oldukça halsiz düşmüş, birilerinin yardımı olmaksızın yürüyemez duruma gelmiştin. Şakakların çökmüş, gözlerin çukura inmişti. Bakışların çaresiz, bedenin yorgundu. Gönlün hüzün, gözün yaş doluydu. Sarıldık birbirimize. Kucaklaşıp koklaştık doyasıya. Güç de olsa bir zaman sonra hastalığa galebe çalarak eski sağlığına kavuştun nihayet.
Şimdilerde dönüp o günlere baktığımda o dönemlerde hem senin, hem de seninle aynı yazgıyı bölüşen tüm köylü kadınlarının hasta olmaması, hatta yaşaması bile bir mucizeydi diye düşünüyorum. Çünkü genellikle yarım düzineyi geçiyordu, doğurup sırtınızda taşıdığınız çocukların sayısı. Bu fazla sayıdaki doğumların bedeninizde yarattığı yıkım yetmezmiş gibi bir de yaz-kış, sıcak-soğuk, gece-gündüz demeden güç koşullar altında didinip dururdunuz harmanda, tarlada, yabanda… Bu, Anadolu’daki tüm köylü kadınlarının ortak yazgısıydı sanki. Bunca yıpranmaya ve yıkıma karşın bir de gereği gibi beslenemediğimiz için güç kaybına uğrardınız sürekli. Bu güç kaybı, siz kadınlar için hastalıklara bir davetiye niteliği taşıyordu, adeta.
                 
 
Unutmam Anne
 
Dokuz ay karnında taşıdın beni
Sen unutsan da ben unutmam anne
Tekmelerdim karnın yorardım seni
Sen unutsan da ben unutmam anne
 
Zamanı gelince doğurdun beni
O temiz sevginle yoğurdun beni
Şerden beri aldın çağırdın beni
Sen unutsan da ben unutmam anne
 
Ninniler söyler toprağa belerdin
Hayal kurup hülyalara dalardın
Gözümün içine bakar gülerdin
Sen unutsan da ben unutmam anne
 
Sen öğrettin yürümeyi koşmayı
Engelleri birer birer aşmayı
Hüzünlüydün becermezdin coşmayı
Sen unutsan da ben unutmam anne
 
Yüzlerin hep bana nurlu bir ışık
Bunun için oldum hüsnüne âşık
Bazen küs kalırdık bazen barışık
Sen unutsan da ben unutmam anne
 
Toprağın bol olsun mekânın cennet
Sakın kimselere eyleme minnet
Hayranî yanına varacak elbet
Sen unutsan da ben unutmam anne

Bizim Kadınımız
Şehirlerarası bir otobüs yolculuğu sırasında yanımdaki koltuğa oturan Güneydoğulu bir köylü vatandaşla tanıştım. Otuz beşinde ya var ya yoktu. Terör belası yüzünden yerini yurdunu terk etmiş, Adana’nın kenar mahallelerinden birine yerleşmişti. Yolculuk sırasında yaptığımız sohbet esnasında altı çocuğunun olduğunu öğrenince:
—Bu yaşta bu kadar çocuk fazla değil mi? Nasıl besleyeceksin altı çocuğu? diye sordum.
—Onları veren Allah rızkını da verir, dedi.
—Sen durmadan çocuk yapıp ortaya salacaksın, onlara gerekli eğitimi vermeyeceksin, onların geleceğini güvence altına almayacaksın, Allah da onların rızkını verecek ve onlar karınlarını doyurup yaşamlarını sürdürecekler. Öyle mi? Olur mu böyle şey? dedim.
—Olur, begim olur. Biz on kardeşiz, iki de bacımız var (Bacılarını kardeşten saymadığı için onların sayısını ayrıca söyleme gereği duyuyor). Şükürler olsun hepimiz büyüdük bu günlere geldik. Açlıktan ölenimiz de olmadı, dedi.
—Sen ne iş yapıyorsun?
—Belli bir işim yok begim, her işte çalışırım, dedi.
—Peki, sen şimdi kendini karnı tok mu sayıyorsun ki açlıktan ölenimiz olmadı diyorsun? Çocuklarının ve evinin her ihtiyacını karşılaya biliyor musun? diye sordum.
—Ne arar bizde begim, senin o dediklerin. Bırak çoluk çocuğun ehtiyacını karşılamayı, iş bulamayıp kuru ekmekle karnımızı doyurduğumuz günler çok olur.
—Peki, anne-baba olmak demek, çocuk yapıp ortaya salmak mı demektir? Bu dünyaya gelmelerine neden olduğun o çocukları okutup geleceklerini güvence altına almak baba olarak senin görevin değil mi?
—Orası öyle…
—Hem onu da bir yana bırakalım. Bu kadar doğumda en çok zarar gören kişi de senin hanımın olacak. Senin, bunları ona yapmana hakkın var mı?
—Nasıl yani?
—Bir duvar düşün, sen o duvardan durmadan tuğla çekip alırsan günün birinde o duvar yıkılmaz mı? Yıkılır elbet. İşte bu duvar misali, bir kadın ne kadar çok doğum yaparsa o kadar çok zarar görür demektir. Onu yıpratır, güçsüz bırakır, halsiz düşürür. Peki, yazık günah değil mi o kadına? Eğer böyle devam edersen yarın öbür gün senin hanımın hastalıktan başını alamaz olur. O hastalıkla mecalleşirken sen onu doktor doktor gezdirip para dökeceksin. İkinize de yazık, aklını başına devşir, dedim.
—Vallahi dedigin doğru begim. Hanım hasta yatıyor evde, dedi.
—Peki, onun hastalığı devam ederse senin çocuklarına kim bakacak? Bunu düşündün mü hiç? diye sordum.
—Onun başını bekleyecek degilim ya begim, hastalığı devam ederse ben de ikincisini alırım…
—Buna kesin kararlısın yani?
—Elbette…
—Evlilik ne zaman peki?
—Arıyorum. Münasip birini bulur bulmaz hemen evlenirim dedi.
—Ya o da hastalanırsa? diye sordum
—O zaman üçüncü, dördüncü hanım…
—Olur mu üç-dört kadın?
—Kuran’da yeri var begim…
—Yani bir erkeğe dört kadın, öyle mi?
—Elbette…
—Peki, bir kadına kaç erkek düşer acaba? diye sordum.
—Ne yapıyorsun begim? Tövbe tövbe Allah’ın kelamına karşı mı geliyorsun sen? Dinsizler söylerler bu gibi şeyleri, sende mi dinsizsin yoksa? dedi.
—Doğruyu söylemek dinsizlik ise eğer, evet senin anladığın anlamda ben de dinsizim, dedim.
—Ben dinsizlerle aynı koltukta oturmam diyerek yanımdaki koltuktan kalktı, bir başka koltuğa oturdu.
Siz bir yandan; “Cennet, anaların ayağı altındadır” diyerek kadını sözde yüceltmeye çalışacaksınız, öte yandan ; “Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksiniz” deyip kadına hakaret edeceksiniz. Bir yandan; “Ana gibi yar olmaz” diyeceksiniz, öte yandan ana dediğiniz o kadına mirasta erkeğin yarısı kadar hak tanıyacak ve “bir erkeğin şahitliği iki kadının şahitliğine bedeldir” diyeceksiniz.
Bir erkeğe dört kadın düşer diyeceksiniz;
—“Bir kadına kaç erkek düşer? diye soranları dinden çıkmış sayacaksınız.
“Cennete giden her erkeğe kırk huri verilir” diyeceksiniz;
“Cennete giden her kadına kaç gılman (cennet delikanlısı) verilir? diye soranları dinsizlikle itham edeceksiniz.
Bu ne yaman bir çelişki.
—Kim inanacak bu söylediklerinize? Siz kendiniz inanıyor musunuz kendi söylediklerinize?
Edebiyat öğretmeni olan kızım Zeynep Enhar, bir şiirinde şöyle diyor:
 
 “Umut yüklüydü bulutlar,
Gelip gözlerime takıldıklarında...
Gözyaşı oldular...
Hasreti yük ettim sırtıma,
Boynunu büken gelincik misali...
Kök verdim çorak topraklarda...
Ölüp gittiğimde gözlerimi dünyada bıraktım.
Çünkü gözüm kaldı mutluluklarda…”
 
XXX
Evet…
Umut yüklüdür bizim kadınımız.
Hasret bir yüktür onların sırtında.
Çorak topraklarda kök salan gelincik misali boynu büküktür kadınımızın.
Yüreğinin yangınını gözyaşlarıyla söndürmeye çalışır...
Umutları birer gemidir, fırtınalı ruhlarında yüzen...
Gerçeğin aralanmış kapısında acılar denizinin mutsuz kaptanıdır onlar...Ruhlarının karanlığındaki ufukları aydınlatan güneşe sarılmak istedikçe gecenin zifiri karanlığı sarar bedenini...
Sevdası da umutları gibi saklıdır kalplerinin derinliklerinde...
Onlar açığa vurmazlar... Vuramazlar sevdalarını...
Güneş yüzü görmemiştir, karanlık geceyi aydınlatan dolunayın kuytu karanlığında gizlenen aşkları...
Gem vurulmuştur, duygularına onların...
Kimselere açıklayamazlar hislerini...
Ayıpsanır çevrelerinde çünkü...
Onlar çok iyi biliyorlar ki açıklanan her sır, çekilen her gizli sevda, yaşanan her füsunlu aşk günün birinde yüzlerine vurulacaktır bir şamar gibi... Namuslarına sürülecektir bir leke gibi... Fahişeye çıkacaktır adları...
İşte bundan ötürüdür ki; Sevdalanamaz bizim kadınımız. Sevdasını çektiği kişi kocası da olsa. Âşık olamaz onlar. Çünkü böyle bir hakları yoktur onların. Âşık oldukları kişi anneleri de olsa. Yarınlara özlem duyamaz kadınımız.
Çünkü kurtaramamıştır kendini dünün karanlık kıskacından.
Çünkü sevdalarına kelepçe, aşklarına pranga vurulmuştur onların.
Siz biliyor muydunuz kadınımızın öldüğünde hep gözü açık gittiğini? Bilemezsiniz. Nerden bilebilirsiniz?  Ancak yaşayanlar bilir onu.
Evet...
Kadınımız öldüğünde hep gözü açık gider.
Çünkü hüsrana uğramıştır umutları…
Çünkü töre engeline takılmıştır, sevdaları…
Çünkü aşklarına zincir vurulmuştur onların…
Evet...
Kadınımız öldüğünde hep gözü açık gider.
Çünkü yaşayamamıştır sevdayı…
Çünkü tadamamıştır aşkı…
Çünkü gözü kalmıştır mutluluklarda…
 
 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ÖĞRENCİLİK YILLARIM
 
Okullu Oluyorum 
Okulu yoktu köyümüzün, daha doğrusu mezramızın. Çünkü Başakçı olarak geçen muhtarlığımız; Aşağı Taptikler, Yukarı Taptikler ve Fındıklı mezralarından oluşuyordu. Biz, Aşağı Taptikler mezrasında oturuyorduk. Okul da Fındıklı mezrasında bulunuyordu. Yukarda adı geçen üç mezranın çocukları, Fındıklı mezrasında bulunan Başakçı Köyü İlkokulu’na gidiyordu.
Tabiat Ana’nın yarı soyunuk duruma geldiği her hazan mevsiminde okullar açılmadan birkaç gün önce köyümüzün bekçisiyle birlikte mezralardaki evleri birer birer dolaşan okulumuzun tek öğretmeni, okul çağına gelen çocukların kaydını yapardı. Böylece o yıl birinci sınıfa kaydı yapılan çocuklar, okullar açıldığında üst sınıflarda bulunan öğrencilerle birlikte okula giderlerdi.
Bu durum; okulun, muhtarlığımızda açıldığı cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren süre gelen bir uygulamaydı. Tıpkı 1957 yılında olduğu gibi. O yıl okula başlayacaktım. Mevsim hazandı. Havalar yavaş yavaş soğumaya başlamış, çevremizdeki meşe, meyve ve kavak-söğüt gibi ağaçların zümrüt yeşili yaprakları, toprakla kucaklaşmak üzere altın sarısına dönüşüp birer ikişer dökülmeye başlamıştı artık. Bütün bunlar, okulların açılışının yakın olduğunu muştuluyordu bana.
Yolda kalmıştı gözlerim. Muhtarlığımızın bekçisiyle birlikte okul çağına gelen çocukların kaydını yapacak olan öğretmenin mezramıza gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Zira o yıl yedi yaşına gelmiştim. Ama okul çağına geldiğimi kanıtlayacak nüfus cüzdanım yoktu elimde. Bu, sadece bana özgü bir şey değildi. O dönemlerde köyümüzdeki çocukların hiç birinin nüfus cüzdanı yoktu. Nüfus cüzdanları, ancak ilkokuldan mezun olup diplomalar düzenlendiği zaman çıkarılırdı. Köyümüzde ve hemen her köyde uygulana gelen bu durumdan ötürü kayıtlar, nüfus cüzdanlarına göre değil, afakî olarak yapılırdı. Çocuğun kaydını yapacak olan öğretmen, çocuğu bizzat görmeden, boyuna bosuna bakmadan kayıt yapmazdı asla. Yani çocuk yedi yaşında olsa bile fizikî açıdan gelişmemişse kaydı yapılmazdı okula. Bu, birinci sınıfa kaydedilen her çocuğun yedi yaşında olduğu anlamına gelmezdi. Fizikî durumun ön planda tutulmasından ötürü okula kaydedilen bir çocuk, altısında da olabilirdi, dokuzunda da…
Elimde, okul çağına geldiğimi kanıtlayan nüfus cüzdanım olmadığı için öğretmenin bir an önce mezramıza gelmesini beklemekten başka bir seçeneğim yoktu. Çünkü kaydedilip edilmeyeceğim öğretmenin iki dudağının arasından çıkacak “evet” veya “hayır” sözcüklerine bağlıydı.
Büyük bir sabırsızlıkla beklediğim gün gelip çatmıştı nihayet. O yıl, ilkokulun birinci sınıfına kaydedilecek çocukları tespit etmek üzere muhtarlığımızın bekçisiyle birlikte mezramıza gelen öğretmen, evleri dolaşmaya başladı birer birer. Sırada bizim ev vardı. Ben de dâhil mezramızdaki tüm çocukların elini öperek arkasına takıldığı öğretmen, bizim eve gelmişti nihayet. Annemin içeriye buyur edip bir bardak ayran ikramında bulunduğu öğretmen:
—Okula kaydedilecek yaşta çocuğunuz var mı ablacığım? diye sordu anneme.
—Kaydederseniz bir tane var dedi, annem.
 —Görelim bakalım dedi, öğretmen.
Ben, beni kapımızın önünde toplanan çocukların arasından çağıran annemin yanına gittim. Annem:
—Yazılacak olan oğlum budur hocam, dedi.
—Yanıma gelir misin yavrum? dedi öğretmen bana.
Ben, beni yanına çağıran öğretmenin yanına gittim. Yanına gidince önce öğretmenin, ardından da yanındaki köy bekçisinin elini öptüm. Sonra da hazır ol vaziyetinde durdum.
—Adın ne senin? diye sordu öğretmen.
—Mehmet Korkmaz, dedim.
—Okula gelmek ister misin?  
 - Evet…
—Niçin okula gelmek istiyorsun?
—Okuyup adam olmak için…
-Aferin güzel de Türkçe konuşuyorsun –o zamanlar okula gitmeyen çocukların hiçbiri Türkçe konuşmasını bilmiyordu- dedi bana.
Bekçisi araya girdi:
—Annesinden öğrenmiştir muallim beg, dedi.
—Annesi Türkçe biliyor mu? diye sordu öğretmen.
Bekçi:
—Akçadağ Köy Enstitüsü’nün son sınıfından terktir, dedi.
Bunun üzerine öğretmen:
—Doğru mu ablacığım? diye sordu.
—Maalesef… dedi annem.
—Yazık etmişsiniz, keşke bitirseydiniz dedi, öğretmen.
—Bir hata işledim, pişmanım ama iş işten geçti dedi, annem.
—Neyse sağlık olsun…
 Sonra bana dönen öğretmen:
—Çalışacağına söz verirsen kaydederim seni, dedi.
—Söz, diyerek yanıtladım öğretmenin sorusunu.
—Öyleyse ben de seni kaydediyorum, dedi.
—Sağ olun hocam dedi, annem.
Öğretmen:
—Hayırlı olsun ablacığım, dedi.
Günlerdir dört gözle yolunu beklediğim öğretmenin ağzından bu sözleri duyduğum zaman dünyalar benim olmuştu sanki. Gökyüzünün mavi derinliklerinde özgürce kanat çırparak uçuşan kuşlar gibiydim adeta. İçim içime sığmıyordu sevinçten.
Ya öğretmen olmasına ramak kala son sınıfında okuduğu Akçadağ Köy Enstitüsü’nden kaçan annemin sevincine ne demeli. Pır pır ediyordu yüreği. Benden daha heyecanlı olduğu sesinin titremesinden, benden daha mutlu olduğu gözlerinin içinin gülüşünden belliydi.
O anı yaşadığımızda babam yoktu orada. Onun nasıl sevindiğine tanık olamadım, hangi duygular yaşadığını bilmiyorum. Çünkü o, inşaatlarda çalışmak için birkaç gün önce Elazığ’a gitmişti.
Okula kaydedildiğimin üzerinden üç gün geçmişti, aynı zamanda büyük teyzemin kocası da olan komşumuz Alişan Amca çalışmak üzere Elazığ’a gittiğinde. Annem, onunla; “Çocuk okula yazıldı, okullar açılmadan önce okul ihtiyaçlarını alsın gelsin” diye haber yolladı, babama.
Okulların açılmasına henüz iki-üç gün vardı, babam Elazığ’dan köye döndüğünde. Elazığ’dan köye geldiğinde siyah renkli bir okul önlüğü (ki o zamanlar köyümüzdeki öğrencilerin hiçbirinin okul önlüğü yoktu), bir çift siyah Ankara lastiği (köyümüzdeki öğrencilerin hemen hepsi sığır derisinden yapılma çarık giyerlerdi), siyah İngiliz tiresinden dikilme bir pantolon (öteki öğrenciler, anneleri tarafından beyaz bezden elle dikilen “tuman” adı verilen don giyerlerdi), bir Alfabe, bir adet Birinci Yıl Kıraatnamesi adlı bir kitap, kalem, silgi ve defter getirmişti bana. Annem de beyaz bezden bir okul çantası dikiverince okullar açılmadan önce benim tüm okul gereksinimlerim tamamlanmış oldu.
Beklenen büyük gün gelip çatmıştı. Okullar açılmıştı nihayet. Okulların açıldığı ilk günden itibaren mezramıza yaklaşık bir saat uzaklıktaki Fındıklı mezrasında bulunan okula gitmeye başladım, tamamı benden büyük ve tamamı erkek olan öğrencileriyle birlikte. Mezramızın, o yıl birinci sınıfına kaydedilen tek öğrencisiydim. Ama ne yazık ki gitmekte olduğumuz okul binası da resmi okul binası değildi. Şah İsmail Amca’nın ahırdan bozma, içeriye loş ışık saçan küçücük iki penceresi bulunan, tek katlı, toprak damlı, taş duvarlı köy evinde yapılıyordu, eğitim-öğretim.
Normal öğretim yapılıyordu, köy evinden bozma okulda. Bundan ötürü gün boyu okulda kalırdık. Çarşamba ve Cumartesi günleri öğlene kadar ders işlendiği için öğleden sonraları okul olmazdı. Pazar, haftanın tek tatil günüydü. Özellikle de kısa günlerde eve döndüğümüzde gün akşam olup güneş ışıkları, yerini çoktan terk etmiş olurdu loş ışıklı gaz lambasına. Tabi bu gecikme, sadece okulun uzaklığından kaynaklanmıyordu. Okul yolunda güle oynaya ilerlediğimiz için iki-üç saatte ancak kat edebiliyorduk, yaklaşık bir saatlik okul yolunu.
Okulumuzun tek öğretmeni vardı. Beş sınıfı bir arada okutuyordu bu öğretmenimiz. Samsunluydu, benim birinci sınıftaki öğretmenim. Ahmet Dursun’du, adı. Yeni öğretmen olmuştu. İlk görev yeriydi, köyümüz. Henüz bekârdı, köylünün biri tarafından kendisine verilen bir odada oturan öğretmenimiz. Kendisinden kira alınmıyordu. Biz öğrenciler, Ahmet öğretmene kimi zaman başta ekmek olmak üzere tereyağı, yoğurt, süt, ayran, çökelek, yumurta vb. gıda maddeleri götürürken, kimi zaman da kendisini konuk ederdik evlerimizin başköşesine. Bu konuda bir yarış vardı, biz öğrenciler arasında. Kim, öğretmeni daha çok davet eder diye.
Günümüzün büyük bölümü okulda ve okul yolunda geçerdi. Okuldan eve varır varmaz hemen çıkarırdım okul kıyafetlerimi. Hep birlikte otururduk yer sofrasına. Akşam yemeğimizi yedikten sonra çeyiz sandığını masa olarak kullandığım annemle birlikte başlardık ders çalışmaya. Annemin, masa olarak kullandığım çeyiz sandığı, yüksek olduğu için yerde oturduğum zaman boyum yetişmezdi, üzerinde yazı yazmaya. Bundan ötürü babamın cevizden yapılma askerlik hatırası bavulunu sandalye olarak kullanırdım. Ancak sadece yazı yazma işi olduğu zaman bu iki aracı kullanırdım. Diğer zamanlarda annemin yere yaydığı çulun üzerine uzanarak çalışırdım derslerimi.
Her gün birkaç saat sürerdi, annemle birlikte ders çalışmamız. Bir başladık mı ders çalışmaya bilmezdik zamanın nasıl geçtiğini. Hem de çalışma koşullarımız ve çalışma araçlarımız zamanımıza göre çok ilkel olmasına rağmen. Yukarıda da açıkladığım gibi ne çalışma masamız vardı ne de özel odamız… Ne elektrik vardı, ne de özel aydınlatma araçlarımız… Ya ocakta alev alev yanan koca meşe kütüklerinin, ya da idare denilen titrek alevli gaz lambasının yaydığı loş ışıktan yararlanarak yapardık derslerimizi. Bulduğumuzla yetinmeyi bilirdik. Doyumsuz değildik günümüz çocukları gibi.
Öğretmen olmaya ramak kala Akçadağ Köy Enstitüsü’nün son sınıfından kaçarak okulu terk eden annemin sayesinde okula başlamadan önce hem alfabedeki harflerin tamamını biliyor ve tanıyor olmam, hem de Türkçe konuşuyor olmam büyük avantajlar sağlıyordu, bana. Köyümüzdeki öteki öğrencilerin okuma-yazma bir yana Türkçe konuşmasını dahi bilmeyen anne ve babalarına karşın benim, özel bir öğretmen gibi başımda durup bana yol gösteren, ödevlerimi yaparken de derslerimi çalışırken de bana yardımcı olan bir annem vardı. Tabi tevazu göstermeye hiç mi hiç gerek yoktur. Başarımın yüzde ellisi anneme ait ise yüzde ellisi de bana aitti. Bu başarıdan ötürü yılsonunda “Pekiyi” derece ile ilkokulun ikinci sınıfına geçtim.
 
Mezarlıkta Hortlak Var
Sıcak geçen bir yaz mevsiminin ardından hazanın serin havası egemen olmaya başlamıştı, yöremizde. İkinci sınıfa gidiyordum o yıl. Okulların açıldığı ilk günlerdi. Tam da bu sırada büyük bir acı yaşanır oldu, komşularımızdan Hüseyin Sönmez Amca’nın evinde. Bir kızı öldü aniden. Sebebi hâlâ bilinmeyen bu ani ölümde yaşamını yitiren, Hüseyin Sönmez Amca’nın B. adındaki kızı, on yedisinde ya da on sekizinde idi henüz. Daha gelinliğini giyinmeden, ellerine boğum boğum al kınalar yakmadan kucaklaştı, kara toprakla. Veda etti kısacık yaşamına. Ayrıldı sevdiklerinden. Muradına eremeden yakılan ağıtlarla, sele dönüşen gözyaşlarıyla verildi kara toprağa.
Köyümüzün mezarlığı okul yolumuzun üzerindeydi. Okula giderken de okuldan dönerken de yolumuz köy mezarlığından geçiyordu. Bir başka ifadeyle günde iki kez geçiyorduk,  aralarında Hüseyin Sönmez Amca’nın B. adındaki kızının mezarının da bulunduğu köy mezarlığından. Yaklaşık iki hafta geçmişti, B.’nin ölümünün üzerinden. Her gün olduğu gibi o gün de okul çıkışından sonra köyümüze doğru çıktık yola. Güle oynaya ilerliyorduk okul yolunda. Okul çıkışının üzerinden yaklaşık bir buçuk saatlik bir zaman geçmişti, köy mezarlığına 50 m. uzaklıktaki tozlu yokuşu tırmanıp tepeye vardığımızda. Tepeye vardığımızda 50 m. ötede bulunan köy mezarlığındaki manzara karşısında şaşkına dönmüştük. Çünkü garip bir yaratık duruyordu, birkaç gün önce yaşama veda eden, Hüseyin Sönmez Amca’nın B. adındaki gelinlik çağındaki kızının mezarının başında. Gördüklerimiz karşısında elimiz ayağımız titremeye, sesimiz kısılmaya, dilimiz dolanmaya başladı, korkudan. Çakıldık kaldık olduğumuz yere. Ne ileriye gidebiliyoruz, ne de geriye doğru… Birkaç gün öncesinden yaşama veda eden B.’nin mezarının başında ayakta dimdik duran o garip yaratığı daha da esrarengiz kılan şey, tam da o anda ağzından yere düşen bir nesne oldu. O garip yaratık, sanki bir şeyler yiyormuş da o anda yediği o nesnenin bir parçası yere düştü gibi geldi bize. Hepimizin gözlerinin önünde meydana gelen bu olay, özellikle de uzun kış gecelerinde büyüklerimiz tarafından üstüne basıla basıla bilinçsizce anlatılan hortlak hurafelerini getirdi aklımıza. Onlar tarafından bize anlatılanlara göre özellikle de B. gibi yeni ölenler, hortlayıp insanlara zarar verebiliyorlarmış. Bu olay, bize anlatılanları doğrular gibiydi.
Öyle ya neden bir başka mezarın başında değil de yaklaşık iki hafta önce yaşama veda eden B.’nin mezarının başında duruyordu, o garip yaratık? Peki, mezarın başında ayakta dimdik duran o garip yaratığın ağzından yere düşen o esrarengiz nesne neydi? diye sorular soruyoruz birbirimize.
—Sonra?
—Sonra da demek ki bize anlatılanların doğruluk payı varmış diye söyleniyoruz. 
—Eee… Öyle ise neden kaçıp canımızı kurtarmıyoruz? dedi Haydar Demir arkadaşımız.
Haydar arkadaşımızın bu sözü üzerine ağlaşarak çil yavruları gibi sağa sola doğru kaçışmaya başladık. Bu kaçışma sırasında 4. sınıf öğrencisi Hüseyin Yılmaz arkadaşımız, mezarlığın hemen öte yanındaki tepeden:
—B. hortlamış, mezarının başında duruyor. Bize zarar vermeden yetişin bizi kurtarın, diye seslenir köylülerimize.
Hüseyin arkadaşımızın bu çağrısı üzerine kısa sürede imdadımıza yetişen köylülerimiz:
—“Korkmayın çocuklar, hortlak değil o. Zarar vermez size” diyerek bir yandan bizi sakinleştirmeye öte yandan da hâlâ ağlaşarak sağa sola kaçışmaya çalışan arkadaşlarımızı bir araya toplamaya çalışıyorlardı.
Bizleri toplayan köylülerimizden Haydar Yılmaz Ağabey:
—Siz ölülerin tekrar dirilip insanlara zarar verebileceğine inanıyor musunuz? Güya okula gidiyorsunuz. Okuduğunuz kitapların hangisinde var böyle bir şey? diye sordu bize.
—Kitaplarda yok böyle bir şey ama…
—Âmâsı neymiş?
—Sürekli cin, peri, hortlak gibi şeylerden söz eden siz değil misiniz? Böyle bir şey yoksa neden hep o türden şeylerden söz ediyorsunuz? diye soruyoruz.
Haydar Yılmaz Ağabey:
—Bakın çocuklar, o anlatılanlar gerçek değil. Masaldır onlar. Gerçekle ilgisi yoktur onların. Uydurma şeylerdir o anlatılanlar, dedi.
—Hortlak diye bir şey yok mu yani? diye soruyoruz.
—Yoktur tabi. Olur mu öyle şey?
—Hortlak yoksa B.’nin mezarının başında ayakta duran o garip yaratık nedir peki? diyoruz.
—Bakın çocuklar! Doğrusunu sorarsanız biz de merak ediyoruz sizin tarif ettiğiniz o garip yaratığın ne olduğunu. İsterseniz gelin hep birlikte gidelim mezarlığa. Ne olduğunu hep birlikte görelim dedi, Haydar Yılmaz Ağabey.
Haydar Yılmaz Ağabey’in bu sözleri üzerine yardımımıza koşan köylülerimizle birlikte yürüdük mezarlığa doğru. Köylülerimiz, yanımızı yöremizi kuşatmış durumdadırlar. Bizi ablukaya almışlar adeta. Buna rağmen biz, içimizi saran korkunun etkisiyle tir tir titriyoruz. Küçük adımlarla yürüyoruz mezarlığa doğru ürkek güvercinler gibi. Mezarlık görününce bizim içimizi saran korku iki katına çıkmaya başladı. Çünkü o garip yaratık hâlâ duruyordu, olduğu yerde. O garip yaratığı orada gören arkadaşlarımızdan bir bölümü kaçmaya çalıştı. Ama başarılı olamadılar. Çünkü onları kollarından kavrayan köylülerimiz izin vermediler kaçmalarına. Hep birlikte ayak direttik: “Biz mezarlığa gitmeyeceğiz” diye. Korkumuzun had safhaya ulaştığını gören köylülerimiz:
—Tamam, çocuklar siz gelmeyin biz gider bakarız, dediler.
Sonra köylünün bir bölümü bizimle birlikte kalırken, bir bölümü de mezarlığa doğru yol almaya başladı. Birkaç dakika sonra vardılar o garip yaratığın bulunduğu mezarın başına. Mezarın başına varır varmaz başladılar kahkahalarla gülmeye. Ardından mezarın başında duran o garip yaratığı kuyruğundan tuttukları gibi fırlatıp attılar mezarlığın dışına. Ardından da:
—Bu muydu sizin hortlak dediğiniz şey? Bu ölü bir tilkidir. İnanmazsanız gelin gözlerinizle görün, dediler.
Bunun üzerine yanımızdaki köylülerle birlikte vardık mezarlığa. Orada gördük ki bizim hortlak sandığımız o garip yaratık, gerçekten de ölü bir tilkiden başka bir şey değilmiş.
Üzerimizdeki o korkudan, o ürkeklikten eser kalmadı. Hep birlikte koşuştuk yerde cansız yatan tilkinin başına. Ben, ilk kez bir tilkiyi bu kadar yakından görüyordum. Kimimiz kuyruğundan, kimimiz kulaklarından, kimimiz bacaklarından tutup çekiştirmeye başladık: “Sen değil miydin bizi korkutan?” diyerek.
Okul yolumuzun üzerinde bulunan köy mezarlığındaki o yeni mezarın başına çakılan kazıkların yardımıyla ayakta durması sağlanan bu “Ölü Tilki Oyunu”nun bizleri korkutmak isteyen birileri tarafından tezgâhlandığı kesindi. Ama:
—Kim ya da kimlerdi bunu tezgâhlayanlar?
Evet, bu sorunun cevabı birkaç gün içinde bulundu nihayet. Üç kişiymiş bize bu tezgâhı kuranlar. Bunlar, o gün için okuldan kaytaran dördüncü sınıf öğrencilerinden Hüseyin Amca’m, Hüseyin Demir ve beşinci sınıf öğrencisi Hasan Güngören’den başkası değilmiş. O gün okuldan kaytaran bu üç kafadar, kışlık odun getirmek üzere gittikleri ormanda odun toplarlarken buldukları bu ölü tilkiyi kaptıkları gibi tutarlar mezarlığın yolunu. Kimselere görünmeden mezarlığa gelen bu üç kafadar, çakarlar yeni mezarın başına birkaç kazık. Oturturlar ölü tilkiyi bu kazıkların üstüne. Denge sağlansın, tilki düşmesin diye ölü tilkinin ağzına bir de taş koyduktan sonra ayrılırlar mezarlıktan. Bizler bağrışıp ağlarken onlar kıs kıs gülermiş bize, saklandıkları yerden. Meğer bizim ilk başlarda tilkinin ağzından yere düştüğünü gördüğümüz o esrarengiz nesne de denge sağlansın diye tilkinin ağzına konan taş imiş.
 
Kayıp Lastikler
Ramazan ayında Bektaşi’nin birini rakı içerken yakalanır. Şişeyi koltuğuna verdikleri gibi çıkarırlar, Bektaşi düşmanı II. Mahmut’un karşısına.
İkinci Mahmut:
—Elinde ne var? Göster bakalım der, Bektaşi’ye.
Bektaşi cübbesinin altında sol eliyle rakı şişesini tutarken, sağ elini ileriye doğru uzatarak:
—Buyurun Hünkârım, der
İkinci Mahmut:
—Bu kez de sol elini göster, der.
Bektaşi seri bir hareketle sol elindeki rakı şişesini sağ eline aldıktan sonra sol elini uzatır ileriye doğru:
—Buyurun Devletlim, der.
İkinci Mahmut:
—Bu kez de iki elini birden uzat, der.
Bektaşi gerisin geriye giderek duvara dayanır. Elindeki rakı şişesini duvarla sırtının arasına sıkıştırır. Sonra iki elini birden uzatır ileriye doğru:
—Buyurun Sultanım, der.
İkinci Mahmut:
—Şimdi de iki adım ileri yürü, emrini verir.
Bunun üzerine zıvanadan çıkan Bektaşi:
—Halt etme Mahmut, şişeyi kırdıracaksın bana, der.
xxx
Günün birinde bir halt işleyen arkadaşlarım ayağıma giydiğim siyah Ankara lastiklerimi kaybettirdiler bana.
İlkokulun üçüncü sınıfındayım. Günlerden 23 Nisan’dı. Bizim oralarda bir başka coşkuyla kutlandığı için başta çocuklar olmak üzere hemen herkes tarafından beklenen bir “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” sabahıydı.
Sabahın erinden kalktım giyindim giysilerimi. Giysi dediysem öyle bayrama özel alınan giysilerden değildi. Bu tür giysilerim zaten yoktu, hiçbir zaman da olmadı. Yalnızca o gün serbest olduğu için siyah okul önlüğünün yerine elden dikilme bir gömlek ile bir gün önceden annem tarafından yıkanan siyah İngiliz tiresinden dikilme bir de pantolon vardı üzerimde. Oldukça heyecanlıydım. İçim içime sığmıyordu. Başladım, iki katlı toprak damlı evimizin iki küçücük penceresi arasında mekik dokumaya. Sabırsızlıkla bir o pencereden, bir ötekinden bayrama gidecek arkadaşlarımın yola çıkacakları anı gözlüyorum. Nihayet bir zaman sonra herkes evinden birer birer dışarıya çıkmaya başladı. Meğer herkes benim gibi arkadaşlarımızdan birinin dışarıya çıkmasını gözlüyormuş, içerden. Biri dışarı çıkınca hepsi birer ikişer döküldü dışarıya. Arkadaşlarımın birer ikişer dışarıya çıktığını görünce ben de fırladım kapıdan dışarıya. Elimizdeki paketlerle bayram yerine (okula) gitmek üzere koyulduk yola.
—Peki, ne vardı ellerimizdeki bu bayram paketlerinin içinde?
Tereyağı, yoğurt, bulgur, yufka ekmeği, yöreye özgü meşhur yağlı ekmek, pişmiş yumurta, yine yöreye özgü meşhur tava ekmeği, kesilip temizlenmiş tavuk ya da horoz bulunurdu, bu paketlerin içinde. Hatta durumları iyi olan beşinci sınıf öğrencilerinden kuzu götürüldüğü de olurdu.
Ellerimizdeki bu paketlerle güle oynaya ilerliyoruz, her bölümü ayrı birer güzelliğe sahip olan okul yolunda. “Her bölümü ayrı bir güzelliğe sahip” diyorum, çünkü okul yolumuzun üzerindeki köy mezarlığının hemen yanı başındaki “Tirkevan” mevkiinde Toprak Ana hâlâ beyaz gelinliğiyle duruyor iken fazla değil sadece iki yüz metre ilerisinde bulunan tepenin “Kıraç” denilen güney yamacında kardelenler, çiğdemler, süsenler süslüyordu okul yolunun iki yanını. Yine yüksekçe tepelerin kuzey yamaçlarındaki karların erimesiyle kabarıp geçit vermeyen “Komdere Deresi”nden taşarak akan zorlu sellerin coşkulu sesleri kulaklarımızı çınlatırken, yüksekçe tepelerin güney yamaçlarında zümrüt yeşili yapraklarla bezenen meşe ağaçlarının harikulâde görünümü de hem gözümüzü hem de gönlümüzü okşuyordu.
Ya “Tütün Deresi’nin az ilerisindeki kırmızı topraklı tarlanın, ayaklarımızı esir alan çamurlarına ne demeli?
Canımızdan bezdirirdi bizi bu çamurlar. Adım atamaz duruma gelirdik. Ama bu çamurlardan en çok yakınan, ağlayan, sızlayan ben olurdum. Öteki arkadaşlarımın yoktu böyle bir derdi. Çünkü öteki arkadaşlarımın sığır derisinden yapılma çarıkları vardı ayaklarında. Çarıklar çamur tutmazdı. Oysa benim kilolarca çamur tutan siyah Ankara lastikleri vardı, ayağımda. Üstüne üstlük birinin de bıçakla kesilmiş gibi yırtılmıştı, arkası. Yürümekte güçlük çekiyorum, kırmızı topraklı tarlanın sakız gibi yapışan çamurunda. Neşem kaçmış, adım atamaz duruma gelmiştim. Ayağımı her kaldırdığımda çamura saplanıp çıkardı ayağımdan, siyah Ankara lastiklerimden arkası yırtık olanı. Herkes bayram sevinciyle güle oynaya ilerliyordu. Buna rağmen kırmızı topraklı tarlanın ayağıma sakız gibi yapışan çamurundan ötürü bende neşeden, sevinçten eser kalmamıştı. Çünkü ayaklarımı adeta esir almıştı, kırmızı topraklı tarlanın sakız gibi yapışan çamurları. Ben, bu azap dolu yolculuktan şikâyet eder olunca ayağında çarık olan arkadaşlarımdan birkaçı:
—Nasıl memnun musun halinden? Lastik mi iyi yoksa çarık mı? diye alay etmeye başladılar benimle.
Lastiklerimin durmadan çamura saplanıp ayağımdan çıkmasından ötürü zaten canım burnuma gelmişti. Bir de onların alay etmesi girince işin içine ben tam sinir küpüne döndüm:
—Yahu ne istiyorsunuz benden? diyebildim kendilerine.
—Seni bu belâdan kurtaracak bir fikrim var, dedi biri.
—Fikrini kendine sakla, diye azarladım kendisini.
—Neymiş fikrin? Söyle biz de bilelim, dedi bir başka arkadaş.
—Lastiklerini çıkarsın buralarda bir yerde saklayalım. Bayram dönüşünde alsın giyinsin. Böylece hem çamurdan kurtulmuş olur, hem de hem de arkası yırtık lastikle bayrama katılmamış olur, dedi öneri sahibi.
Bu öneriye destek verenler olduğu gibi; “Olur mu, yalın ayakla durulur mu bu havada, bu çamurda? Ya sancılanıp ölürse ne yaparsınız?” deyip karşı çıkanlar da oldu.
Neticede öneri; taraf olanlarla karşı çıkanlar arasında oylanmaya tabi tutuldu. Oylama sonucu, öneriye destek verenlerin üstünlüğüyle nihayete erince bana da alınan karara uyma görevi düştü.
Hemen orada çıkarıverdim ayağımdan, beyaz yün çoraplarımla birinin arkası yırtık olan siyah Ankara lastiklerimi. Hep birlikte sakladık, çevresi meşe ağaçlarıyla kaplı kocaman bir taşın altına. Sonra da o yaşa, yağmura, çamura aldırmadan yalın ayak bayram yerine gittim, arkadaşlarımla birlikte.
Mezramızdan giden öğrencilerin dışındaki öğrencilerin yalın ayak olduğumun farkına varmamaları için hep gerilerde durmayı tercih ettim. Hatta şiir okuma sırası bana geldiğinde:
—Hastayım, okuyamıyorum deyip öğretmenime yalan söyleyerek kürsüye çıkmadım.
Öğrencilerden daha fazla köylülerin bulunduğu bayram yerinde; bir yandan kurulan kazanlarda etli pilavlar, horozlar, tavuklar, kuzular pişirilirken, öte yandan da kutlama programı kapsamında şiirler okunuyor, skeçler yapılıyor, çalınan sazlar eşliğinde şarkılar-türküler söyleniyor, davul-zurna eşliğinde halaylar çekilip oyunlar oynanıyor ve yarışmalar yapılıyordu.
Ben hariç bayram yerindeki herkesin neşesi yerindeydi, keyiflerine diyecek yoktu. Gönlünce eğlenip gülüyordu, herkes. Uzun süre devam eden kutlama etkinlikleri sırasında hep çamurların içinde, ıslak zeminde yalın ayak kaldığım için sancılanmaya başlamıştım yavaş yavaş. Törenin bir an önce sona ermesini bekliyordum, büyük bir sabırsızlıkla.
Nihayet beklediğim an gelmişti. Kutlamalar sona ermiş, sıra kazanlarda pişirilen yemeklerin, öğrenci masalarının yan yana getirilmesiyle oluşturulan sofralarda yenmesine gelmişti. Başta konuk köylüler ve öğrenci velileri olmak üzere herkes oturmuştu sofraların başına. Afiyetle yenildi yemekler. Ardından da bir sonraki 23 NİSAN’da buluşmak üzere vedalaşan konuklar, ayrıldılar bayram yerinden üçer beşer kişilik gruplar halinde.
Eh! Konuklar gittiklerine göre bayram yerinden ayrılma sırası biz öğrencilere gelmişti, artık. Bizler de masa ve sıraları içeri taşıdıktan sonra vedalaşarak ayrıldık bayram yerinden. Giderek dozunu arttıran sancılarımı dindirmek ve soğuktan moraran ayaklarımın morartılarını gidermek üzere hemen çıktık yola. Hızlı adımlarla ilerliyoruz “Tütün Deresi”nin kırmızı topraklı tarlasına doğru. Nihayet bir süre sonra ulaştık hedefe. Hep birlikte vardık, yünden örülme beyaz çoraplarımla, birinin arkası yırtık olan siyah Ankara lastiklerimi sakladığımız çevresi meşe ağaçlarıyla çevrili büyükçe taşın yanına. Kaldırdık kocaman taşı. Gördüğümüz manzara karşısında şaşkına döndük. Çünkü kaldırdığımız kocaman taşın altında ne yünden örülme beyaz çoraplarım vardı, ne de birinin arkası yırtık olan siyah Ankara lastiklerim… Bıraktık kocaman taşı yerine. Sonra dağıldık, kırmızı topraklı tarlanın dört bir yanına. O taş senin bu taş benim derken kaldırdık, kırmızı topraklı tarlanın bütün taşlarının birer birer. Ama nafile. Yoktu lastiklerim.
Hüsranla sonuçlanmıştı aramalarımız. Bir türlü bulunamadı lastiklerim. Yer yarılmış da içine girmişti sanki. Giderek dozunu arttıran sancılarım dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı artık. Ama buna rağmen umursamıyorum, beni kıvrım kıvrım kıvrandıran sancılarımı. Çünkü Çapanoğlu geride duruyor daha. Babamdan korkuyorum. Ama lastiklerimi kaybettiğim için değil, onun bunun sözüyle hareket ettiğim için korkuyorum ondan. Gerçeği öğrenirse canıma okur benim. Bunlar aklıma geldikçe başlıyorum ağlamaya. Yürüyoruz köye doğru. Oylama sırasında benden yana olanlar:
—Çok iyi oldu. Onun bunun sözüyle lastik saklarsın ha? Yırtık lastiğinden utanıyor beyefendi. Utanılacak ne varsa? Onlar ayaklarındaki çarıklardan utanmıyorlar da sen mi utanıyorsun lastiklerinden? diyerek sitem ediyorlar bana.
Taraftarlarım bana kızıyor, karşıtlarım benimle alay ediyorlar. İki arada bir derede kaldım. Her iki taraf da haklılar kendilerince. Ama ne yapacaksın, olan oldu bir kere. Çare bulunur mu olanla ölene? Bulunmaz. Öyleyse sinene çekeceksin olanları, diyorum kendi kendime.
Günün son demlerini yaşayan Güneş, ufuktaki tepelerin arkasına gizlenmeye yelteniyordu, ben, kan çanağına dönüşen gözlerim ve moraran ayaklarımla evimizin kapısından içeri girdiğimde.
Bir yanında mindere uzanan babam, öte yanında bir sonraki kışa hazırlık olsun diye yün çorap ören annem duruyordu, gümbür gümbür yanan odun sobasının. Benim halimi görünce oldukları yerden hemen kalkan annemle babam:
—Bu halin ne yavrum? N’oldu sana, neden ağlıyorsun? Birileri mi dövdü seni? Bu ayakların neden morarmış? Lastiklerin nerede senin? diyerek bir yandan peş peşe sorular yöneltirlerken bana, bir yandan da soğuk suyla moraran ayaklarımı ve ellerimi ovmaya başladılar.
Ben, hem üzerimdeki baba korkusunu atlattıktan hem de birazcık olsun kendime geldikten sonra:
—Beni döven falan olmadı. Ayaklarım üşüdü, sancılandım onun için ağlıyorum, dedim.
—Lastiklerin nerede? dedi babam.
—Komderesi taşmıştı. Derenin üzerinden atlamak için lastiklerimi çıkarıp elime aldım. Tam derenin üzerinden atlarken elimden suya düştü. Sel aldı götürdü, diyerek gerçeği uzun zaman gizli tuttum babamdan.
—Canın sağ olsun oğlum. Sana bir şey olmamış ya. Giden lastik olsun. Zaten birinin arkası yırtıktı. Yenisini alırım sen hiç üzülme dedi, babam.
Evet, babam verdiği sözü tuttu. Yeni bir çift siyah Ankara lastiği aldı bana. Lastiklerim alınana kadar ben de sefasını sürdüm, çamur tutmayan çarıkların. Lastiklerim alınana değin babamın, sığır derisinden diktiği çarıkları giyindim ayağıma.
Olaydan bir zaman sonra öğrendik, kayıp lastiklerimin akıbetini. Babasıyla birlikte davar güden bir kız tarafından alınmış sakladığımız yerden.
 
Hiç Şeker Yemedik
Bektaşi babası meyhanede oturmuş kafa çekiyormuş. Hemen yanı başındaki masada oturup kafa çeken iki sarhoş her nedense kavgaya tutuşmuşlar. Onlar kavgaya tutuşunca Bektaşi babası bunları ayırmak için araya girmiş. Aracılık yaptığı sırada kavgaya tutuşan iki sarhoştan biri tarafından fırlatılan kadeh, başına isabet ederek yaralar Bektaşi babasını.
Hengâmeyi izleyen bir genç yanaşır Bektaşi babasına:
—Kafana bir şey oldu mu erenler? diye sorar.
Bektaşi babası:
—Bende kafa ne arar evlat! Kafam olsaydı iki sarhoşun arasına girer miydim hiç? der.
Evet. Bektaşi’nin dediği gibi bende de kafa olsaydı Haydar’la yol arkadaşlığı yapar mıydım hiç?
Dördüncü sınıfındayım, ilkokulun. Yaklaşık bir aylık bir zaman geçmişti okulların açılışının üzerinden. Hazanın en sıcak günleri yaşanıyordu yöremizde. Her zaman olduğu gibi o gün de erkenden kalkmıştık. Malûm okul ırak, yol uzundu. Kahvaltımızı yaptık. Sonra mezramızdaki öğrencilerle birlikte düştük okul yoluna. Güle oynaya vardık okula. Okulumuzun tek öğretmeni olan Hıdır Erdoğan, ahırdan bozma, taş duvarlı, tek katlı okul binasının kapısının dış tarafına koyduğu bir ayağının yarısı kırık ahşap sandalyede oturuyordu. Canı sıkkındı o gün Hıdır öğretmenin. Canının sıkkınlığı durmadan sigara tüttürmesinden belliydi. Oturduğu yerde başını önüne doğru eğmiş, gözlerini bir noktaya dikmiş düşünüyordu derin derin. Bir ara kaldırdı başını, bakındı çevresine. Gözü bize takılınca eliyle işaret ederek beni ve Haydar Demir adındaki beşinci sınıf öğrencisini çağırdı yanına. Haydar ile ikimiz elle dikilme beyaz bezden çantalarımızı, yanımızda bulunan arkadaşlarımıza bırakarak vardık, Hıdır öğretmenin yanına. Karşısında hazır ol vaziyetine geçerek selam verdik. Ardından da:
—Buyurun öğretmenin, dedik.
—Sizi bir yere göndersem gider misiniz? dedi
—Nereye öğretmenim?
—Ağzunik köyüne…
—Gideriz öğretmenim…
—Yolu biliyor musunuz?
—Ben biliyorum öğretmenim, dedim.
—Daha önce hiç gittin mi?
—Hem de kaç kere… Hüseyin Amca’mlar oturuyorlar orada. Çok gidip geldim onlara. Onun da bir oğlu var, sizin gibi öğretmen, dedim.
—Adı ne öğretmenin?
—Mehmet Meriç…
—Çok iyi tanırım kendisini. Madem köyün yolunu biliyorsunuz bana bir şeyler lazım, onları alır gelir misiniz? dedi.
—Gideriz öğretmenim, dedik.
Bunun üzerine hemen kalktı oturduğu sandalyeden, girdi içeri. Vardı masasının başına. Oradan aldığı küçük bir kâğıda bir şeyler yazdı, sonra dışarı çıktı. Önce bir şeyler yazdığı kâğıdı, ardından da cebinden çıkardığı parayı bize verdi. Sonra:
—Haydi, aslanlarım göreyim sizi. Bir çırpıda alın gelin bu kâğıtta yazılı olanları, dedi.
Haydar’la ikimiz elinden para ile listeyi aldığımız öğretmenimizin elini öptükten sonra ayrıldık oradan. Ağzunik köyüne doğru çıktık yola. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından vardık Ağzunik’e. Oraya varır varmaz doğruca Hüseyin Amcamların evine gittik. Orada oturup dinlendik biraz. Ardından öğlen yemeğini yedik. Sonra Hüseyin Amca’mla birlikte vardık köyün bakkalına. Öğretmenimiz tarafından bize verilen listede yazılı olan 10 kg. küp şeker, 100’er gramlık 3 paket çay ve 10 paket sigara alıp parasını ödedik bakkala. Okula doğru yola çıkmak üzere bakkaldan ayrıldık. Bizi köyün çıkışına kadar yolcu eden Hüseyin Amca’mla vedalaştıktan sonra okula doğru yola koyulduk.
Köyün çıkışından itibaren başlayan dik bir yokuş vardı. Yokuş oldukça uzun, hava sıcak, yükümüz ağırdı. 10 kg.lık şekerin tamamı bir torbanın içinde olduğu için Haydar’la ikimiz dönüşümlü olarak taşıyoruz bakkaldan aldıklarımızı. Sırtımızdan ter aka aka tepeye çıktık nihayet. Yokuşun bitimindeki tepeye vardığımızda ben, biraz dinlenelim istedim. Ancak Haydar; “yürüyelim” deyince dinlenmeden yaklaşık yarım saat daha yürüdükten sonra vardık, güzergâhımızdaki Naala Ali Guri (Kel Ali Deresi) denilen mıntıkada bulunan pınarın başına. Buz gibi bir suyu vardı, yanı başında kocaman bir ahlat ağacı bulunan pınarın. Yükümüzü bıraktık, kocaman ahlat ağacının koyu gölgesine. Sonra vardık pınarın başına. Susuzluktan ve yorgunluktan kurumuş dilimiz, damağımız. Yapış yapış olmuş dudaklarımız. Güçlük çekiyoruz konuşmakta. Ama buna rağmen; “bizi rahatsız eder” diye hemen su içmiyoruz. Yalnızca elimizi, yüzümüzü yıkayıp ağzımızı çalkaladık. Ardından soluklanmak üzere oturduk, pınarın yanı başındaki ahlat ağacının gölgesine. Yüzükoyun yatmış dinleniyorduk. Bir ara:
—Dinlen, iyi dinlen ki birazdan sana bir ziyafet çekeceğim dedi, Haydar.
—Ne ziyafeti?
—Şekerli su ziyafeti…
—Şekerli suyu nerden bulacaksın ki bana ziyafet çekesin? dedim.
—Ben bulurum…
—Nasıl bulacaksın? dedim.
Haydar:
—(Sağ elinin işaret parmağıyla öğretmenimize aldığımız şeker torbasını göstererek) A ha şeker (ardından da pınarın suyunu göstererek) A ha da su, dedi.
Evet. Haydar arkadaşım öğretmenimize aldığımız şekere göz koymuştu. O şekerden birer ikişer ağzımıza alacağız. Sonra da bir yudum su içeceğiz üstüne. O su ile ağzımızdaki şekeri eritip tatlandırdıktan sonra içeceğiz. Ardından su içemez duruma gelene değin tekrarlayıp duracağız aynı şeyi. Haydar’ın düşündüğü şekilde yaparsak asgari bir- bir buçuk kg. şeker yememiz gerekir. Bunu içime sindiremediğim için:
—Olmaz, diyerek karşı çıktım.
—Neden? diye sordu, Haydar.
—Senin düşündüğün gibi yaparsak en azından bir- bir buçuk kg. şeker yemiş oluruz, dedim.
—Olabilir dedi, Haydar.
—Bu kadar şeker yersek öğretmenimiz farkına varmaz mı?
—Varırsa varsın…
—Ayıp olmaz mı?
—Neden ayıp oluyormuş ki, kendisine şekeri taşıdığımızda iyi oluyor da yediğimiz zaman mı ayıp oluyor? Babasının hamalı mı var? Mecbur muyuz ta oradan oraya şeker taşımaya?
—Öğretmenimiz değil mi O, Haydar? Onun emeği var üzerimizde. Neden böyle konuşuyorsun? dedim.
—Ne bileyim yahu, öylesine söyledim işte. Yoksa bir düşmanlığım yok ya kendisine…
—Haydar…
—Ne var?
—Gel beni dinle vaz geç bu sevdadan…
—Git lan, belli ki sen korkuyorsun öğretmenden…
—Ben öğretmenden korkmuyorum Haydar. Öğretmen üç-beş şeker için canımı alacak değil ya. Çok çok bir-iki tokat atar…
—Neden karşı çıkıyorsun öyle ise?
—Güvenini boşa çıkarmayalım öğretmenimizin. O güvendiği için bizi gönderdi. Ben, bana güvenen adama nasıl yaparım bunu? Utanırım. Utanacağım şeyi ne diye yapayım ki?
—Sen öğretmeni bana bırak. “Evet” de yeter. Gerisini ben hallederim, dedi Haydar.
Neticede “tamam” deyip uydum Haydar’a. Doğrusunu söylemek gerekirse benim de canım çekmiyor değildi. Aslında başlangıçta böyle bir şey hiç yoktu aklımda. Ama Haydar sözünü edince benim de iştahım kabardı. Ama yukarıda da söylediğim gibi öğretmenimiz farkına varırsa ayıp olur kendisine. Utancımdan yerin dibine batarım, ben. Karşı çıkışım ondandı.
Sonra Haydar’la birlikte kalktık ayağa. Yürüdük, koyu gölgesinde serinlendiğimiz ahlat ağacından pınara doğru. Oturduk başına buz gibi suyun. Açtık, aramıza koyduğumuz şeker torbasının ağzını. Aldık ağzımıza, şekerleri birer birer. Ardından pınarın buz gibi suyundan bir yudum alıyoruz ağzımıza. Ağzımızdaki suyu çalkaladıkça şeker eriyip su tatlanmaya başlıyor. Tatlanan suyu hemen yudumluyoruz. Sonra bir daha, bir daha derken su içemez duruma gelene değin defalarca tekrarlayıp durduk aynı işlemi. Döne döne tekrarladığımız bu işlemin sonucunda yaklaşık bir-bir buçuk kg. şeker yedik dersem mübalağa olmaz sanırım.
Eh! İşimiz bitmiş, muradımıza ermiştik. Yapacak başka bir şey kalmamıştı. Yola çıkmanın zamanı gelmişti, artık. Kalktık ayağa. Bağladık şeker torbasının ağzını, aldık sırtımıza. Okula doğru çıktık yola. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından okula vardık, nihayet. Teneffüs saatiydi, okula vardığımızda. Ahırdan bozma, toprak damlı, tek katlı, küçücük iki penceresi bulunan okulun önündeki küçücük toprak alanda oyun oynayan arkadaşlarımızdan bir bölümü bizi görünce:
—Yaşasın geliyorlar! diye bağrışarak koştular bize doğru.
Bize doğru koşarak yanımıza gelen arkadaşlarımızla birlikte vardık, okul kapısının girişine koyduğu, bir ayağının yarısı kırık ahşap sandalyede oturup sigarasını tüttüren öğretmenimizin yanına.
—Hoş geldiniz çocuklar, dedi öğretmenimiz.
—Hoş bulduk, diyerek öptük öğretmenimizin elini.
—Nerede kaldınız yahu? Merakta bıraktınız beni. Bir şey mi geldi başlarına diye çok korktum. Dokuz doğuruyordum neredeyse, dedi.
—Öğle zamanı Hüseyin Amcamlara gidip yemek yedik, dinlendik biraz. Gecikmemiz ondan öğretmenim, dedik.
—Neyse sağ-salim geldiniz ya gerisi önemli değil, dedi.
Haydar’la ikimiz, Ağzunik köyünden getirdiklerimizi ve paranın üstünü teslim ettik öğretmenimize.
—Sağ olun çocuklar. Sizi de yordum kusura bakmayın, dedi.
Kendisine teslim ettiklerimizi alan Hıdır öğretmen, kalktı oturduğu, bir ayağının yarısı kırık olan ahşap sandalyeden. Yöneldi içeriye doğru. Ayağının birini eşikten içeriye atmıştı ki, Haydar:
—Öğretmenim vallahi biz hiç şeker yemedik dedi.
Elindeki şeker torbasını şöyle bir göz ucuyla süzdükten sonra gülümseyen Hıdır öğretmen:
—Yavrum, ben, şeker yemeyeceğinizi bildiğim için sizi gönderdim, diyerek içeri girdi.
Öğretmenimiz elindekilerle içeriye girerken Haydar :
—Sana işin o yanını bana bırak. Ben, onu hallederim dememiş miydim? “Bak öğretmeni nasıl kandırdım” dercesine bakıp bakıp güldü yüzüme.
 
Şehre İlk Gidiş
Çobanlık yaparak geçimini sağlamaya çalışan Hasan adında bir Alevi vatandaş, yaşamında ilk kez gitmiş şehre. Şehre gittiği güne değin ne cami görmüş, ne de ezan sesi duymuş.
Bindiği eşeğinin üzerinde şehre girdiği sırada ezan okunmaya başlamış. Ezanın ne olduğunu bilmeyen Hasan, kendini, namaz için camiye koşuşturan kalabalığın içinde bulmuş. Çobanlık yaptığı köyde gördüğü her insana selam vermeye alışık olan Hasan, şehirde aynı alışkanlığını devam ettirmiş ve önüne gelen herkese selam vermeye başlamış. Ama ne selamını alan var, ne de eden…
Şehirde işini bitirdikten sonra köyüne dönen Hasan’a:
—Şehirde ne var ne yok Hasan? Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat bize der, köylüleri.
Hasan:
—Vallahi erenler şehir çok karışıktı. Adamın biri oldukça uzun bir damın üzerine çıkıp eli kulağında bir makam tutturup bağırmaya başlayınca herkes sokağa döküldü birden. Millet öyle bir telaş içindeydi ki benim selam verdiğim insanlar, selamımı bile almadılar. Şehirdeki insanlar göçüyorlardı herhalde, der.
xxx
Ben de tıpkı Hasan gibi ilk kez gidiyordum şehre. İlkokulun beşinci sınıfındaydım, şehre ilk gittiğimde. Okulların yaz tatiline girmesine bir-iki hafta kalmıştı, sadece. İlkokuldan mezun olacağım için diploma tanzim edilecekti. Ancak diplomanın tanzim edilebilmesi için nüfus cüzdanına ve fotoğrafa gereksinim vardı. Onlar için gitmiştik şehre.
Güzel bir mayıs günüydü, babamla birlikte Tunceli’ye gitmek üzere yola çıktığımız gün. Köyümüzden Tunceli’ye gitmek öyle kolay değildi o zamanlar. Yol yoktu, taşıt çalışmıyordu. Biniti olanlar onlara binerek, olmayanlar da yürüyerek düşerlerdi yola. Bizim bir kara katırımız vardı o zamanlar. Babamla ikimiz, seherin
alaca karanlığında bindik ona, çıktık yola. Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından arkamızda kilometrelerce yol, onlarca köy bırakarak nihayet vardık, köylerin en büyüğü, şehirlerin en küçüğü Şirin Tunceli’ye.
Bu küçük ve şirin Anadolu kentini tam ortasından ikiye ayırarak usul usul akan Munzur Suyu’nun üzerinde, karşıdan karşıya geçişi sağlayan, çelik halatlarla tutturulmuş, tahtadan yapılma bir asma köprü vardı. Usta bir dansöz kıvraklığıyla bir o yana bir bu yana narin narin sallanıp duran bu asma köprüden korka korka geçtik şehir merkezine. Birinde hayvanların, ötekinde iki katlı tahta ranzalarda yatan insanların bulunduğu iki bölümden oluşan ve adına “han” denilen bir mekândı, bu küçücük şehirdeki ilk uğrak yerimiz. Hayvanlaraait bölümün boş yerlerinden birine bağladığı kara katırımızın başına, yem dolu torbasını geçiren babamla birlikte ilerliyoruz, şehir merkezine doğru. Yukarıda da söylediğim gibi bu, şehre ilk gidişimdi benim. Müthiş bir heyecan sarmıştı, küçücük bedenimi. Yalnız şehri değil, şehirdekileri de ilk görüşümdü benim. Tunceli’nin üstü kubbeli tek camiini de, hemen yanı başında gökyüzüne doğru tırmanan minaresini de, kocaman kamyonları da, burunlu otobüsleri de ilk kez görüyordum. Sadece bunlar değildi ilk kez gördüklerim. Sıra sıra dükkânlar, fırınlar, üzeri çatılı üç-dört katlı binalar, karşısına geçip poz verdiğim fotoğraf makinesi de ilk kez gördüğüm şeylerdendi.
—Neden burada gördüklerimin hiç biri yok köyümüzde? diye soruyorum kendime. Düşünüyorum, danışıyorum aklıma, beynime. Muhakeme ediyorum belleğimde. Bir yanıt bulmaya çalışıyorum kendimce. Sonra:
—Demek ki şehir olmanın gerekleridir, bunlar. Şehiri şehir yapan bunlardır herhalde. Bunlar olmazsa burası şehir olmazdı, diyorum içimden.
Babamla birlikte adım adım yürüyoruz şehrin içine doğru. Sonunda babam önde ben arkada girdik bir kapıdan içeri. “Kent Lokantası” yazıyordu, üzerindeki levhada. Masa, sandalye doluydu içerisi. Oturduk, sıra sıra dizilen masalardan birine.
—Burası lokantadır, diyor babam
—Ne işe yarar? diye soruyorum babama.
Babam:
—Yemekler yapılır burada. Karnı aç olanlar burada doyururlar karınlarını. Tıpkı bizim gibi, diyor.
—Biz şimdi burada yemek mi yiyeceğiz? diyorum
—Evet, diyor babam.
Ama ben, bir anlam veremiyorum gördüklerime. Garibime gidiyor gördüklerim. Burada gördüklerim, bizim köyde gördüklerimin tam tersiydi çünkü. Yemek yapanlar da, yemekleri masalara taşıyanlar da, bulaşıkları yıkayanlar da erkeklerdi. Oysa bizim köyde kadınlar yaparlardı bu işleri. Ayıpsanırdı, erkeklerin yemek yapmaları, bulaşık yıkamaları. Herhalde bu da şehirli olmanın gerekleridir diyorum içimden. İlk kez orada erkeklerin yaptığı yemekten yiyerek doyurdum karnımı. Ama erkeklerin yaptığı yemeklerin, bizim köyde kadınların yaptığı yemeklerden daha güzel olduğunu da söylemem gerekir. Yemeğimizi yiyip karnımızı doyurduktan sonra kalkıyoruz oturduğumuz masadan yürüyoruz kapıya doğru. Ben kapıdan çıkıp gideceğimizi sanıyordum. Ama öyle olmadı. Babam, kapının çıkışındaki masada oturan adama yediklerimizin parasını ödedi. Oysa bizim köyde yoktu böyle bir şey. Size misafir olarak gelen birinden yedirdiğiniz yemeklerin parasını almak ha? Adamın kuyruğuna teneke bağlarlar vallahi. Demek ki bu da şehirli olmanın bir gereğidir diyorum içimden. Lokantadan çıktık nihayet. Lokantanın hemen az ilerisinde, üzerinde “Foto Selim” yazılı bir levha bulunan bir kapıdan girdik içeri. Yine babamdan öğreniyorum buranın fotoğrafçı dükkânı olduğunu. Burada fotoğraf çektirmemiz gerekiyor. Orada karşısına geçip poz verdim, ilk kez gördüğüm fotoğraf makinesine.
Çok kısa sürdü oradaki işimiz. Oradaki işimizi bitirdikten sonra babam önde, ben arkasında sağa sola bakına bakına vardık, üzerindeki levhada “TUNCELİ VALİLİĞİ” yazısı bulunan kocaman binanın kapısına. Koridorları lâbirente benzeyen kocaman binanın kapısından girdik içeri. İlerledik, sayılamayacak kadar çok kapının açıldığı lâbirente benzeyen koridorlarından. O lâbirente benzeyen koridorlara açılan onlarca kapıdan birine vardık. Üzerinde “NÜFUS MÜDÜRLÜĞÜ” yazılı olan bu kapıdan girdik içeri. Babam, bir şeyler söyledi orada çalışanlardan birine. Kara kaplı kocaman kocaman defterler çıkardılar, insan boyundan daha uzun olan çelik dolaplardan. Bu kara kaplı kocaman defterlere bakarak yaptıkları birtakım işlemlerden sonra nüfus cüzdanımı verdiler babama. Nüfus cüzdanımı aldıktan sora yine aynı koridorlardan geçerek çıktık, kocaman binanın dışına.
Şehir turu vardı sırada. Babam, şehrin geri kalan bölümlerini gösterecekti bana. Tur dediysem öyle arabayla, faytonla yapılacak turlardan falan değil. Zaten buna da gerek yoktu. Zira çok büyük değildi, köylerin en büyüğü, şehirlerin en küçüğü şirin Tunceli. Bir-iki caddesi, birkaç da sokağı vardı, o zamanlar. Bana şehir turu attıran babam, gezdiğimiz yerler hakkında bilgilendiriyor beni. Bir süre gezindik babamla birlikte. Sabahın alaca karanlığından beri hep ayakta olduğumuz için bir ara yorgun hissettik kendimizi. Yorgunluğumuzu gidermek amacıyla oturduk, kapısının üzerindeki levhada “Köylü Kıraathanesi” yazısı bulunan bir yere. Burada da sahnede olanlar yine erkeklerdi. Çayı demleyenler de, demlenen çayları dağıtanlar da, boş çay bardaklarını yıkayanlar da onlardı. Bu işleri de kadınlar yapardı bizim köyde. Hiç utanmadan, içtiğimiz iki çayın parasını bile aldılar babamdan. Bu da yoktu, bizim köyde. İster iki, isterse on iki çay iç, para alan olmaz senden. Yerin dibine batırırlar vallahi adamı. Para mı alınırmış çaydan? diye. Şehirli olmanın bir başka gereğini daha öğreniyorum böylece.
Yapacak işimiz kalmamıştı şehirde. Güneş batıp gün akşam olmadan köye dönmek için yola çıkmanın zamanı gelmişti artık. Varıp fotoğrafçıdan fotoğraflarımı aldık, önce. Ardından “fırın” denilen yerden birkaç ekmek aldı babam. Şehrin ekmekleri bile farklıydı bizim köyün ekmeklerinden. Aynı tablo burada da çıktı karşıma. Çünkü yine erkekler vardı, sahnede. Bir şey söylediklerinde: “Elinin hamuruyla erkek işine karışma” diye azarlanırlar, bizim köylü kadınlar. Oysa burada eli hamurlu olup işe karışmaması gerekenler erkeklerdi.
—Yahu bunlar da hepten ayaklar altına almışlar erkeklik onurunu. Bu kadarı da olmaz ki? diyorum içimden.
Ama her ne kadar gördüklerimi; “Erkeklik onurunu ayaklar altına almışlar. Bu kadarı da olmaz ki?” diyerek yadırgasam da şehirde gördüklerimin tamamının bizim köydekinden daha üstün olduğunu kabul ediyorum içimden. Onay veriyorum, orada gördüklerimin daha iyi, daha güzel ve daha üstün olduğuna.
Babamla birlikte handa bağlı duran kara katırımızı alarak yine bir dansöz gibi bir o yana bir bu yana sallanan asma köprüden geçerek köyümüze doğru yol almaya başladık. Birkaç saatlik yolculuğun ardından vardık köyümüze. Köye vardığımızda güneş batmak üzereydi. Eve vardık biraz dinlendik. Eve vardıktan kısa bir süre sonra arkadaşlarım beni dışarıya çağırdılar. Gittim yanlarına.
-“Şehir nasıl bir yerdir. Neler gördün bize anlatır mısın?” dediler.
Ben, başladım şehirde gördüklerimi bir bir anlatmaya. Be anlattıkça beni dinleyen arkadaşlarım hayretlerini dile getiriyorlar. Böyle şehir mi olurmuş? diyerek tepkilerini dile getirmek istiyorlardı. Anlattıklarım bitince herkes kalkıp evine gitti.
İlk kez gittiğim şehirden aldığım nüfus cüzdanımı ve çektirdiğim vesikalık fotoğraflarımı öğretmenimize verdikten birkaç gün sonra okullar tatile girdi. Ardından bir hafta süreyle devam eden “İlkokulu Bitirme Sınavları” başladı. Okulumuzda görev yapan öğretmenin de vekil olmasından ötürü, komşu “Doluküp İlkokulu”na giderek oradaki beşinci sınıf öğrencileriyle birlikte katıldık, “İlkokul Bitirme Sınavları”na. Bu sınavların neticesinde beş yıl süreyle okuduğum Başakçı Köyü İlkokulu’ndan mezun oldum.


    Öğretmenlerime;
Şimdilerde kar, tipi, fırtına ve sel gibi yaşamı olumsuz kılan koşullar gündeme geldikçe ben dalarım hayal âlemine. Yolculuğa çıkarım çocukluk günlerime doğru. Yeni baştan yaşarım o günleri.
İlkokulun birinci sınıfından beşinci sınıfına değin beş yıl süreyle bulunduğumuz köyden yaklaşık bir saat uzaklıktaki bir başka köydeki okula gittim. Başakçı Köyü İlkokulu’ydu, beş yıl süreyle gittiğim toprak damlı bu okulun adı. Gerek bizim köydeki, gerekse çevre köylerdeki öteki öğrenciler gibi benim de yokluklar, güçlükler ve çilelerle dolu dolu geçti beş yıllık ilkokul yaşamım.
Yaşamı çekilmez kılıyordu, Doğu coğrafyasının karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışları. Durmadan yağan karlardan ötürü günlerce kapalı kalırdı yollar. Engel olurdu yaşamımıza, geçit vermeyen şiddetli tipiler. Can alıyordu dondurucu soğuklar. Yaşam koşullarının bu yoğunluğundan ötürü ya günlerce ayrı kalırdık okuldan, ya da her gün ayrı birimizin babasının, amcasının veya ağabeyinin gözetiminde gider gelirdik okula. Ama her zaman onların gözetiminde okula gidip gelecek kadar şanslı olmazdık. Doğa bu şansı tanımazdı bize. Fırtınalar, tipiler kimi zaman okulda yakalardı bizi. İşte o zaman zor günlerin adamı çıkardı ortaya.
-Kimdi bu adam bilir misiniz?
-Kim olabilirdi canını bizim için siper eden öğretmenden başka.
Hemen önderlik yapardı, yol gösterirdi, yardımcı olurdu bize. Göndermezdi bizi köylerimize. Kendi elleriyle teslim ederdi, okulun bulunduğu köydeki evlere. Taksim ederdi üçer beşer. Sonra ya köyden birini gönderir, ya da kendisi çıkardı yüksekçe bir tepeye. İlkel dönemlerdeki gibi bu yüksekçe tepeden bağırarak iletişim kurardı, köylülerimizle. Haber verirdi onlara: “Çocuklar emniyettedir. Merak etmeyin.” diye
Gel de öpme bu insanın elini. Gel de saygı duyma, şükran sunma bu insana. Mümkün mü bu?
Yüceliğin simgesi değil mi, kendisi mum gibi eriyip yok olurken yeni filizler yeşerten öğretmen?
Resmin çizgilerinden daha derin değil mi öğretmenin belleğimizde çizdikleri?
Öğretmenin öğrettiği her harften daha mı engin, denizin enginliği?
Öğretmenin saçtığı ilim ışığından daha mı parlak, güneşin parlaklığı?
Öğretmenin yetiştirdiği fidandan daha mı evladır, bahçevanın gül fidanı?
Var mı öğretmenin çizdiği yaşam yolundan daha kutsal yol?
Öğretmenin önümüze koyduğu gelecekten daha mı kutsaldır, fosilleşmiş din bezirgânlarının sundukları sahte cennetler?
29 kere 40 yıl kölesi olunacak öğretmenin alın terinden daha mı kutsaldır, Arap’ın zemzem suyu?
Çıkarcıların çamuruna saplanmış dünü karanlık, emeli kirli, sapık fikirli satılık softaların karşısına dikilip geçit vermeyen aşılmaz bir engeldir, ışığı karanlığa egemen kılan öğretmen.
Yoksa boşuna mıydı Kubilay’ın katledilmesi?
Korkulu bir düşten uyanırken yeniden umut dolu bir rüyaya yatmak gibidir, öğretmene ulaşabilmek.
Fırtınalı bir denizde can alıcı hırçın dalgalarla boğuşurken bir anda kendini huzurlu bir rıhtımda bulmak gibidir, öğretmenin yanında olmak.
Dimağları köhne örümcek ağıyla örülü olmadığından bağnazlığa geçit yoktur, onun felsefesinde.
Kavgadan ve savaştan değil, tüm engellemelere rağmen uğruna kan döküp can vererek yaşatmaya çalıştığı barıştan yanadır, benim öğretmenim.
İlim deryasının sönmez feneridir, özü ilim irfanla yoğrulu olan öğretmenimin.
Sevgiyi öğreten onlar…
Saygıyı öğreten onlar…
Emeğiyle değer yaratan onlar…
 Onlar ki özünü işleyip şekil verdikleri yeni nesillere kanadın geren…
Onlar ki o neslin üstüne titreyen…
Onlar ki halkın özgürlük davasını kendi davası sayan…
Onlar ki sevgide önder…
Onlar ki barışta önder…
Onlar ki yolcu ile yoldaş…
Onlar ki sırrı bölüşen sırdaş…
 
Evet, yaşamın sırrını çözen de onlar, yaşamı sevmeyi öğreten de…
Güzellik diye bize sunulanların çirkin yüzlerini gösteren de onlar… İçimizdeki ilim meşalesini yakanlar da…
Sevgileri kalbimizde çiçek çiçek dal verecek de onlar… Diline diller kattığı halkın sorunlarına ortak olan da…
Ne onlarsız olur yaşam…
Ne de yaşam olur onlarsız…
xxx
Tüm insanların yaşamlarının bir ağaç gibi; tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine olması için savaşım verendir, benim öğretmenim. Bal almasını bilendir, arı olan her çocuktan. Onların öz yuvasıdır, kovan gibi işleyen her okul. Lal-ü gevherdir yükü, alıcısı insan olan öğretmenimin.
Ufkumuzu karartan kelplere geçit vermez, ellerinde celpler, bileklerinde kelepçeler, ayaklarında prangalar eksik olmayan öğretmenimin. Demir zincir vurulsa bile kalem düşmez onun elinden.
O kalem ki kılıçtan daha keskin…
O kalem ki düşmanın yüreğine korku salan.
 
Yaşam dikenli bir yoldur. Çıyanlar, engerekler, akrepler kol gezinir o yolda. Bu engeller aşıldığı oranda mutlu olunur yaşamda. İşte bize bu engelleri birer birer aşmayı öğreten de sen. Mutlu yaşamın kapılarını aralayan da… Karanlıklarla savaşan birer nefer olmayı da, barış içinde özgürce yaşamayı hedef gösteren de sensin, öğretmenim.
“İnan yarınların aydınlığına. Dün bulamadığın şeyleri yarınlarda bulmaya çalış” diyerek hep aydınlık yarınları hedef gösterdin bize. Dünün yarım kalmış sevdalarının, umutlarının devamı için... Aradık onları, isli bir lambanın loş ışığında. Buluyorduk… Bulduk… Ama olmadı. Tam da onları yakalamak üzereyken darağacının yağlı kemendi geçti boynumuza. Demir kelepçenin halkaları sıktı bileklerimizi. Prangalar takıldı ayaklarımıza.
Yarının aydınlığını engellemek için siyah bantlar takıldı gözlerimize. Kör arının yuvasına çomak sokmuş gibiydik, aydınlık yarınlardan söz ederken. Biz, aydınlık yarınlar dedikçe kafalarında dünün köhne karanlıkları yuvalanan beyler, homurdayarak üşüştü başımıza. Isırdılar bizi birer birer…
Aman Allah’ım ne tehlikeli bir sözmüş şu “aydınlık yarınlar” ? Bu kadar mı tehlikeli, bu kadar mı ürkütücüydü şu “aydınlık yarınlar” sözcükleri? Bu kadar tehlikeli olduğunu bildiğin halde neden öğrettin onu bize? Neydi bize kastın öğretmenim?
Ama varsın olsun. Fosilleşmiş din bezirgânlarının bize sunduğu sahte cennetlerden daha güzeldir, yaşanılası aydınlık yarınlar. Dünün kuytu karanlığındaki sahte cennetlerde yaşamaktan daha evlâdır, aydınlık yarınlar uğruna can vermek.
Siz bakmayın benim sitemlerime. Ben memnunum halimden. Şikâyetim yoktur benim. Benimki sadece bir dost sitemi. Bilirsiniz dost dosta sitem eder kimi zaman. Siz benim biricik dostumsunuz sevgili öğretmenim. Ben de sizin.... Yeter ki bir olsun gönüllerimiz. Çünkü bir olunca gönüller, çözülmeyecek müşkül kalmaz karşımızda. Çözeriz müşkülün hepisini. Boğarız karanlıkları... Yırtarız üstümüze giydirilmeye çalışılan kefeni... Birer birer doğarız sancılı yarınların aydınlık şafağında.
Siz gönlünüzü ferah tutun benim sevgili öğretmenim.
Siz benim gönlümün nadide çiçeği, gonca gülüsünüz.
Siz olmazsanız hazan yelleri açar benim gönül bahçemde.
Baharın gülüne hasret kalır yüreğim.
Karanlık olur her yer.
Silinir gökyüzünde güneşin izi.
Siz olmazsanız tane tane döker başaklar, umutlarımı kıraç topraklara.
Siz su’sun kök salan umutlarımı yeşertecek.
Siz olmazsanız gülümseme sadece bir maske gibi asılı kalır yüzümde.
Acılar gömülür yüreğime sevginin yerine.
Sizsiz yaşayamam, ben.
xxx
Selâm olsun yapıtının hammaddesi insan olan öğretmenime…
Selâm olsun çevresini aydınlatmak için mum gibi yanıp yok olanlara…
Selâm size ey gönül dostları…
 
    Ben Bir Öğretmenim
 
Yeni neslin dünyasıyım
 Çünkü ben bir öğretmenim.
Halkın ilim deryasıyım
Çünkü ben bir öğretmenim.
 
Bülbül ile gülde öttüm
 Arı ile bala gittim
Uzak menzile ben yettim
Çünkü ben bir öğretmenim.
 
Hayranî ilm veren benim
Cehle karşı duran benim
Yarınları gören benim
Çünkü ben bir öğretmenim.
 
                                                     Sefil Hayranî
                                                     (Mehmet Korkmaz)
 
Bir İlke Atılan İmza
Tunceli Ortaokulu’na kayıt yaptırdığım zaman tam bir yıl geçmişti, ilkokuldan mezun oluşumun üzerinden. Benim, Tunceli Ortaokulu’na kayıt yaptırdığım tarihe değin köyümüzde ilkokulu bitiren hiçbir çocuk ortaokula kayıt yaptırmamıştı. Yani çocuğunu ortaokula gönderen ilk kişi babam, ortaokula giden ilk öğrenci de ben oldum, köyümüzde. Böylece bir “ilk”e imza atmıştık, ailemle birlikte. Yani babam, yeni bir çığır koymuştu köy gençliğinin önüne.
Ben, bir de bir sorumluluk yüklenmiştim altına imza attığım bu ilkle birlikte. Eğer yüklendiğim bu sorumluluğu gereği gibi yerine getirebilirsem örnek olacaktım, kendimden sonraki köy gençliği için.
Farkındaydım, bana yüklenilen bu yükümlülüğün. Bunu bildiğim için de önüme çıkan o kadar güçlüğe rağmen yılmadan savaşım verdim. Engel tanımadım, saptadığım hedefe ulaşmak için. Çıktığım bu yoldan ilerledim adım, adım. Yılmadım. Azimliydim. Hedefime ulaştım sonunda.
Ben, saptadığım hedefe ulaşmayı başarınca bir eğitim-öğretim yarışı başladı, köyümüz gençlerinin arasında. Hem de kız-erkek ayrımı yapılmaksızın. Sevinçliydim bundan ötürü. Dünyanın en mutlu insanı addediyordum kendimi, böyle bir yarışa katkıda bulunduğum için. Çünkü öyle sıradan bir yarış değildi, bu yarış. Sıradan bir yarış olmadığı için de anneler, babalar, oğullar ve kızlar isteyerek ve severek katıldılar bu yarışa. Omuz verdiler yarınlara. Yüreklerini koydular ortaya.
Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı yokluklar ve yoksulluklar içinde kıvranan ve yaşamlarını idame ettirmekte güçlük çeken emekçi köylümüz, ondan bundan aldıkları borç paralarla oğullarını-kızlarını okutarak yatırım yaparlar mıydı yarınlara?
Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı şimdilerde lise mezunu olur muydu köyümüz gençlerinin en az okuyanı?
Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı eğer, sayıları her geçen gün katlanarak artan oğullarımız-kızlarımız içeri girebilirler miydi üniversite yerleşkelerinden?
Bu yarış; isteyerek ve inanarak yapılan bir yarış olmasaydı eğer, bugün çeşitli üniversitelerin değişik fakültelerinden mezun olup halkına hizmet sunan onlarca gencimiz olabilir miydi acaba?
—Peki, ben olmasaydım bütün bunlar olmayacak mıydı?
—Olacaktı elbette.
Ben, sadece bir ateşleyici oldum. Fitili biraz daha erkenden ateşledim. Hepsi o kadar. Eh! Böyle olunca da doğal olarak erken çıkılan yolda kattedilen mesafe daha fazla oldu. Yoksa aydınlık yarınlardan yana tavır koyan köylümüz, değişen çağa ayak uydurmakta ne geç kalırdı, ne de engel tanırdı önünde.
Yukarıda belirtmiştim, ilkokuldan mezun olduktan bir yıl sonra Tunceli Ortaokulu’na kayıt yaptırdığımı. Kayıt yaptırdım yaptırmasına ama iş, kayıt yaptırmakla bitmiyordu. Çünkü okula başlayabilmem için mutlaka çözülmesi gereken bir sorun vardı ortada. Bu sorunu çözmeden benim ortaokula başlamam olanaklı görünmüyordu. Sorun, okurken nerede, nasıl ve kimin yanında kalacağım sorunuydu. O zamanlar cumartesi günleri de okul olduğu için haftanın altı günü köyden Tunceli’ye gidip gelmem olanaksızdı. Çünkü hem köyümüzün Tunceli’ye olan uzaklığı, hem de yolun olmaması ve herhangi bir taşıtın bulunmaması buna engeldi. Hergün köyden kalkıp Tunceli’ye okumaya gidemeyeceğim için iki seçenek kalıyordu geriye. Ya bir ev kiralanacaktı -ki; henüz on iki, on üç yaşlarındayım o zamanlar. O yaştaki bir çocuğun tek başına ya da yaşıtlarıyla birlikte kiralık bir evde kalabilmesi mümkün değildi- ya da birilerinin yanında kalarak okuyacaktım.
Bilmeyenimiz yoktur:”İnşaata girmek yasak ve tehlikelidir” sözünün yazılı olduğu tabelaları. Her inşaatta rastlamak mümkündür bu tür tabelalara. Benim okul işim de tıpkı bu tabelada yazılı olanlara döndü. Seçeneğin biri yasak, öteki tehlikeli olunca kala kala bir seçenek kaldı geriye. O da yanında kalabileceğim birilerini bulmaktı.
Babam, bu soruna bir çözüm bulabilmek için Tunceli’ye gittiğinde, okulların açılmasına birkaç gün kalmıştı sadece. Tunceli’de saygıdeğer kirvem Musa Yaşar’ın öğretmen olan büyük oğlu Haydar Yaşar otururdu, o dönemde. Haydar Yaşar’ın evine giden babam, beni yanlarına alması için ricada bulunur kendisinden. Sağ olsun o da babamı kırmaz ve talebini kabul eder. Beni yanına alacağına dair söz verir babama.
Bu muştulu haberle köye dönen babamla birlikte okulların açılışından bir gün önce Tunceli’ye gitmek için çıktık yola. Nüfus cüzdanımı çıkarmak ve fotoğraf çektirmek için yaklaşık bir buçuk yıl önce gittiğimiz yoldan yürüyerek vardık Tunceli’ye. Yatağımı yüklediğimiz kara katırımızı çektik, Sn. Haydar Yaşar’ın kapısının önüne. Kara katırımızın sırtından indirdiğimiz yatakları taşıdık içeri. Gereksinimlerimi karşılaması gereken babam da o gün misafir olarak kaldı orada. Ertesi gün giyecek, kitap ve kırtasiye gereksinimlerimi karşılayan babam, oradan ayrılarak köye döndü.
Sn. Haydar Yaşar’ın yanında benden başka bir kişi daha vardı, ortaokula giden. O da Sn. Haydar Yaşar’ın kardeşiydi. Bedri’ydi adı. Ortaokulun ikinci sınıfına gidiyordu. Okulun ilk gününde onunla birlikte gittik okula. İki katlı olan okul binası sadece birkaç derslikten oluşuyordu. İhtiyacı tam karşılayamadığı için aynı zamanda lise olarak da kullanılan okul binasında sabahları ortaokul öğrencileri, öğleden sonraları da lise öğrencileri öğrenim görüyordu. Okulun açılışının ilk gününde düzenlenen törenin ardından ders işlenmediği için sınıf ve şubelerimizi öğrendiğimiz Bedri’yle birlikte eve döndük.
O günden itibaren hafta içi her gün sabahın erinden kalkar, kahvaltımızı yapar, ardından ilk kez sahip olduğum takım elbisemi, ayakkabılarımı giyinir, ayyıldızlı okul şapkasını başıma takar, Bedri’yle birlikte okula giderdik. Okul dönüşünde de Bedri’yle ikimize ayrılan odada okul kıyafetlerimizi çıkardıktan sonra ilk kez sahip olduğum çizgili takım pijamalarımı giyinir, ardından da başlardık ders çalışmaya.
Yaklaşık üç hafta geçmişti, okulların açılışının üzerinden. Güneş batmış gün akşam olmuştu artık. Odamızı aydınlatan titrek alevli beş numara gaz lambasının loş ışığı egemen olmuştu, gün ışığına. Tek katlı ahşap ranzaların üzerine serili olan yataklarımıza uzanmış ders çalışıyorduk, Bedri’yle ikimiz. Odamızın kapısı açıldı usulca. Sn. Haydar Yaşar’ın ilkokul üçüncü sınıfa giden büyük oğlu Muzaffer girdi içeri:
—Amca… diye seslendi.
—Ne var, n’oldu yine? dedi Bedri
—Babam çağırıyor…
—Kimi?
—İkinizi de, dedi Muzaffer.
—Tamam, sen git. Biz geliriz, dedi.
Muzaffer yine kapıyı usulca kapatıp çıktı dışarı. O çıkar çıkmaz Bedri’yle ikimiz hemen kalktık, üzerine uzandığımız yataklarımızdan. Düzelttik üstümüzü, başımızı. Sonra vardık, Sn Haydar Yaşar’ın çantalı radyosundan akşam ajansını dinlediği odasının kapısına. Tıklayıp kapıyı girdik içeri.
—Bizi çağırmışsın ağabey, dedi Bedri.
Akşam ajansını dinlemekte olduğu bataryalı kocaman, çantalı radyosunun düğmesini büküp sesini kısan Sn. Haydar Yaşar:
—Kulağınızı açın, iyi dinleyin beni. Bundan böyle tatil günleri de dâhil olmak üzere her gün yanınıza baltayı, tahrayı alarak ormana gidecek, oradan eve odun taşıyacaksınız. Aslan gibi iki delikanlı evde otururken gidip oduna para verecek değiliz herhalde. Ayıp olur değil mi? dedi.
—Evet diyorum ben.
“Evet” dediğim için yanı başımda duran Bedri bir çimdik atıyor, gizlice. “Evet” demesem bizi göndermeyecekmiş sanki.
—Ha… Şunu da unutmayın sakın diyor ve ekliyor: “Odundan eve döndükten sonra hiçbir yere çıkmak yok. Oturup derslerinizi çalışacaksınız.
—Ormandan ancak karanlık çökünce dönebiliriz eve. O saatten sonra da yorgun-argın çıkıp dışarılarda fink atacak değiliz herhalde diye homurdanıyor, Bedri.
—Ne diyorsun, ne konuşuyorsun kendi kendine, diyor ağabeyi.
—Yok, bir şey ağabey diyor, Bedri.
—Birinci dönemin sonunda karnesinde kırığı olan ikinci dönemde adım atamaz bu evden içeri, bunu da bilesiniz. Anlaşıldı mı? diyor Sn. Haydar Yaşar.
—Tamam efendim…
—Şimdi çıkabilirsiniz…
Bedri’yle ikimiz usulca kapattık kapıyı çıktık odadan dışarı. Çekildik odamıza, uzandık yataklarımıza.
—Okumaya mı geldik, odun taşımaya mı? Belli değil. Hem sana da kızgınım diyor Bedri, bana.
Ben:
—Evet” demesem bizi oduna göndermeyecek mi sanki? diyerek kendimi savunuyorum.  
—Eve odun getirin ama karneye zayıf getirmeyin, diyor. Bu nasıl olacaksa? Akşama kadar orman yolunda ter döken biri nasıl ders çalışacaksa? Karneye zayıf getirmemek için çalışmak; çalışmak için de zaman gerekir bize. Sen bu zamanı alacaksın elimizden, karnede zayıf da istemiyorum diyeceksin. Peki, biz, sırtımızda odun taşırken mi ders çalışacağız? diye söyleniyor Bedri.
Bedri söylendi diyorum. Çünkü içindekini açık bir şeklide dışa vuran o oldu.
 —Peki, ben odun taşımak istiyor muydum?
—Hayır. Ben de istemiyordum.
Ama buna rağmen ben, söylenmedim, söylenmek de istemedim. Çünkü okumak için zar-zor bir fırsat yakalamışken ondan yoksun kalmak istemiyordum. Bunun için de odun taşımaya da razıydım, taş taşımaya da… 
Bedri’yle ikimiz her ne kadar başlangıçta söylendiysek de neticede itaat ettik emre ve bir sonraki günden başlayarak sömestr tatili hariç o öğretim yılının sonuna kadar her gün ormandan eve odun taşıdık, durduk.
Sıcak-soğuk demeden, yağmur-çamur dinlemeden, kara-kışa aldırmadan hemen her gün yaklaşık bir buçuk-iki saat gâhî çamurlu, gâhî karlı yollarda yürüyerek varırdık ormana. Gözümüze kestirdiğimiz koca koca meşe ağaçlarına indirirdik balta darbelerini. Sonra da doğrayarak yüklenirdik sırtımıza, tutardık evin yolunu. Gâhî ter döke döke, gâhî titreye titreye…
Özellikle kışın kısa günlerinde ormandan eve dönene değin son demlerini yaşayan Güneş, yerini çoktan terk ederdi titrek alevli gaz lambasının loş ışığına. Eve varınca hemen değişirdik üstümüzü, yerdik akşam yemeğimizi. Sonra da odamıza çekilip ders çalışmaya başlardık. Tabi yorgun-argın çalışabilirsen çalış. Ama bu çalışmamız bile fazla uzun sürmezdi. Çünkü beş numara gaz lambası fazla gaz yakmasın diye erkenden söndürür, girerdik yatağımıza. Çalışamadığımız dersleri ya da yapamadığımız ödevleri de sabahları şafak söküp ortalık ağarmaya başlayınca kalkar yapardık.
Böylece; atalarımızın deyimiyle: “Okuyup adam olmak adına” bir öğretim yılı boyunca tıpkı Taptuk Emre Dergâhı’na kırk yıl odun taşıyan Yunus misali dağdan odun taşıdım, kaldığım eve.
Ama Yunus: “Odunun eğrisi dahi yakışmaz bu kapıya” diyerek kırk yıl boyunca hep odunun düzgün olanını taşımasına karşın ben, seçmeden taşıdım odunu; eğrisiyle, doğrusuyla.
Neticede neşesiyle, sevinciyle, kederiyle, tasasıyla dolu dolu geçen bir öğretim yılının sonuna gelmiştik nihayet. Yılsonunda karnemi alıp doğrudan sınıf geçtiğimi gördüğüm zaman çekilen o güçlükler, unutuldu gitti birer birer. Hiçbir şeyin gölgeleyemediği bu sevincimi, köyümüzde bir ilke imza atan ailemle paylaşmak, sevdiklerimle özlem gidermek, mis kokulu havasını soluyup ciğerlerime bayram yaptırmak için hemen koştum köyüme.
Çünkü
 Ayrılığımın bu ilk yılında kardeşlerimi, annemi, babamı, kardeşlikleri ve dostlukları özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında annemin sıcacık bazlamalarını, buz gibi yayık ayranını, tadına doyamadığım yağlı ekmeğini özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında nasırlı elleri öpülesice babamla birlikte güttüğümüz davarları, malları götürdüğümüz Elma Deresi’ni, Düldül Tepesi’ni, Komderesi’ni, kengerleriyle meşhur Yazı’sını, enginleri seyretmek için çıkıp oturduğum Dalik Tepesi’ni özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında köyümüzün hemen her tarlasında biten ve deste deste toplayıp köy çeşmesinin buz gibi sularında evire çevire yıkadıktan sonra tuza bana bana yemeye doyamadığım yemlikleri özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında; bahar gelende “Rastakoru”, “Tirkevan” ve “Komdere” mevkileri başta olmak üzere köyümüzün hemen her yöresinde topraktan öbek öbek fışkıran ve toplayıp tuzladıktan sonra közde pişirip annemin günlük sıcacık mayalı ekmeklerinin arasına koyup yoğurtla yemeye bayıldığım mantarlarını özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında hazan gelince canımızı yakan ısırgan otlarının arasında sürüne sürüne geçerek gizli gizli toplayıp tenhalarda yediğimiz cevizleriyle ve kayalıkların arasından süzüle süzüle gelen buz gibi sularıyla meşhur Hırsız Pınarı’nı özlemiştim.
Çünkü
Ayrılığımın bu ilk yılında köyümüzün babacan tavırlı sevecen insanını, yani insan gibi insanını özlemiştim.
 
Bagaj Parası 
Sıcak bir Ağustos günüydü. Güneş batmış, gün akşam olmuştu. Gütmekte olduğum kuzuları yabandan eve getiriyordum. Köyün hemen girişinde o gün Tunceli’den dönen ve aynı zamanda büyük teyzemin kocası da olan Alişan Amca’yla karşılaştım.
Alişan Amca:
—Mehmet, Haydar Yaşar’la tesadüfen karşılaştım: “Bir hafta içinde gelsin yataklarını alsın” diyordu, dedi.
—Neden? diye sordum.
—Tayini bir başka yere çıkmış, bir hafta sonra göçünü yükleyip gidecekmiş, Tunceli’den.
Duyduğum bu haberden ötürü dünya başıma yıkıldı. Çünkü ortaokulda okumak için bir yıl yanında kaldığım Sn. Haydar Yaşar’ın dışında tanıdığımız bir başka yakınımız yoktu Tunceli’de. Onun gitmesi demek, öğrenim yaşamımın sona ermesi demekti. Öğrenim yaşamımın tehlikede olduğunu düşündüğüm için ağlamaya başladım. Ve ağlaya ağlaya eve gittim.
Benim iki gözü iki çeşme ağladığımı gören babam:
—N’oldu oğlum, neden ağlıyorsun? diye sordu.
—Sn. Haydar Yaşar, Alişan Amca’mla: “Gelsin yataklarını alsınlar” diye haber yollamış, dedim.
 —Neden?
—Bir başka yere atanmış. Bir hafta sonra göçünü yükleyip gidecekmiş, Tunceli’den…
Babam gülümseyerek:
—Yolu açık olsun oğlum, güle güle gitsinler. Sen, şimdi bunun için mi ağlıyorsun? dedi.
—Nasıl ağlamayayım baba? Benim okulum n’olacak? O, giderse ben kimin yanında kalacağım? dedim.
Babam:
—Canını sıkmana, üzülme hiç gerek yok oğlum. Ölüm değil ya çaresi bulunmayacak. Bulunur bir çaresi elbet. Bir kapıyı kapatan Mevla, bir başka kapı açar. Hele sabret biraz. Gün doğmadan neler doğar, dedi.
Bu sözlerle beni sakinleştirmeye çalışan babam, köydeki işlerini bitirdikten sonra günün birinde Elazığ’a, küçük yaştan itibaren köyden ayrılıp yerleştiği Elazığ’da terzilik yapan Haydar Amcamlara gitti. Onlarda iki gece misafir olarak kalan babam, beni yanlarına alması için ricada bulunur kendilerinden. Sağolsunlar onlar da ricasını kabul etmiş ve beni yanlarına alacaklarına dair söz vermişler babama. Babam, Elazığ’a gittikten iki gün sonra bu muştulu haberle döndü köye.
Babam, bu muştulu haberle köye döndüğünde okulların açılmasına bir hafta kalmıştı. Babamın köye dönmesiyle sevinci de hüznü de bir arada yaşadım. Sevinçliydim, çünkü okul yaşamım kesintiye uğramadan devam edecekti. Hüzünlüydüm, çünkü okullar açılacak ve ben yine sevenlerimden ayrılacaktım.
Okullar açılmadan üç gün önce köye ve köydekilerle vedalaşarak babamla birlikte Tunceli’ye hareket ettik. Birkaç saatlik yaya yolculuğun ardından Tunceli’e vardık. Kayıtlı bulunduğum Tunceli Ortaokulu’na giderek tasdiknamemi aldık okuldan. Aynı gün Elazığ’a gitmek üzere öğle vakti dönemin meşhur “Chevrolet” marka burunlu otobüslerinden birine bindik. Burunlu otobüsün yanı sıra daha başka birkaç taşıtla ilk tanışmışlığım yaklaşık iki buçuk yıl öncesine rastlıyordu. İlkokul beşinci sınıfta iken diploma için fotoğraf çektirmek ve nüfus cüzdanı çıkartmak amacıyla Tunceli’ye ilk kez gittiğimde görmüştüm onları. Ama binmişliğim yoktu o zamana kadar. İlk kez biniyordum bir taşıta. Sevinci ve heyecanı bir arada yaşıyorum. Tuhaf ama güzel bir duyguydu bu. Nasıl anlatılır bilmem ama çok güzel bir duygu olduğu kesindi. En az, 20 Temmuz 1969 tarihinde “Apollo 11” adlı uzay aracıyla Ay’ın “Sessizlik Denizi” adı verilen bölgesine iniş yapan astronot Neil A. Armstrong kadar heyecanlıydım. Çünkü ilk kez binmiştim bir taşıta. Burunlu otobüsün içinde yer alan her ayrıntıyı gözden geçiriyorum, inceden inceye. Beni adeta büyülemişti, burunlu otobüs. Neredeyse bizim tek odalı evimiz kadardı büyüklüğü. Ama bizim evden daha lüks olduğu kesindi. Bizim tek odalı evimizde üzerine oturulacak ahşap bir sandalye bile yokken, içi sıra sıra koltuklarla döşeliydi, burunlu otobüsün. Bizim evin küçücük iki penceresine karşın onun iki tarafı boydan boya pencereyle kaplıydı. Otobüsün iki tarafı pencereler boyunca koltuklarla kaplıydı. Boş olanı yoktu, hepsi de doluydu bu koltukların. O koltuklara oturup arkalarına yaslanan yolcuları gördüğüm zaman:
—Meret nence de adam alıyormuş, diyorum içimden.
Otobüsün, üstü başı yağ içinde olan muavini:
—Elazığ yolcusu kalmasın aşağıda, diye bağırdı.
Onun bağırmasına gerek kalmamıştı, herkes binmişti zaten. Üzerindeki yağlı tulumu çıkaran muavin, otobüsün içine girerek koltukları kontrol etti tek tek. Elindeki listeye göre kontrol işlemini bitiren muavin:
—Yolcular tamam kaptan, diyerek burunlu otobüsün şoförüne tekmil verdi.
Kaptan hemen bindi otobüse. Önce koltuğunu düzeltti, ardından aynasını… Sonra oturdu koltuğuna, açtı kontağı, çalıştırdı otobüsü.
Elazığ’a doğru çıktık yola. Çalışmaya başlayan burunlu otobüs ilerlemeye başladı yavaş yavaş. Tunceli’den yola çıktıktan yaklaşık bir saat sonra kendimizi; derin, dik ve kocaman bir vadinin tam tepesinde bulduk. Bu vadinin ta dibinde kıvrıla kıvrıla akıp giden Murat Nehri’nin hemen yanı başında yer alan Pertek ilçesinden geçecek olan burunlu otobüs, takriben yüzde 70–80 meyile sahip vadinin Batı yakasından aşağıya doğru ilerliyordu ağır ağır. Aslında yürüyordu dersek daha doğru olur. Çünkü her adımı dönemeçlerden oluşuyordu, kattettiğimiz yolun. Daha dönemecin birini bitiremeden ötekine giriyordu, burunlu otobüs. Babamdan öğreniyorum buranın; “Mercimek Virajları” olduğunu. Bir türlü bitmek bilmiyordu dönemeçler. Dolaş ha dolaş. Otobüs döndükçe başı dönüyor insanın.
İçimden:
—İyi ki burunlu otobüsün başı dönmüyor. Yoksa çoktan boylamıştık koca vadinin dibinde kıvrıla kıvrıla akıp giden Murat Nehri’nin sularını, diyorum.
Nihayet sonunda:
—Oh beee… diyerek rahat bir nefes alıyorum.
Çünkü yaklaşık yarım saatten beri devam eden zorlu dönemeç yolculuğumuz sona ermiş ve biz kocaman vadinin ta dibinde kıvrıla kıvrıla akıp giden Murat Nehri’nin kıyısına varmıştık, nihayet. Hemen yanı başında usul usul akıp giden Murat Nehri’nin kıyısındaki Pertek ilçesine vardık sonuçta. Dört yanı üzüm bağlarıyla, meyve bahçeleriyle kuşanmıştı, Pertek’in. Yeşiller giyinmiş gibiydi. Şirin bir yerdi. Hem de türkülere konu olacak kadar. İşte o türkülerden birinden bir dörtlük:
“Başında pırlanta Süpürgeç Dağı
Önünde kahraman Murat ayağı
Bir uçtan bir uca bahçesi, bağı
İnan ki cennetten güzelsin Pertek.”
Evet, yeşil Pertek’in içinden süzüle süzüle ilerleyen burunlu otobüsümüz, koca Murat Nehri’nin üzerinde bulunan tarihî köprüden geçip gitti karşı tarafa. Babamdan öğreniyorum, üzerinden geçip gittiğimiz Nehrin adının Murat olduğunu. Ülkemizin önemli akarsularından biri olan Fırat’ın bir kolu olan Murat Nehri, aynı zamanda Tunceli-Elazığ sınırını oluşturuyor. Yani biz, koca ırmağın üzerindeki büyükçe tarihî köprüden karşıya geçerken, aynı zamanda Tunceli topraklarından Elazığ topraklarına girmiş oluyorduk. Bu, bundan sonra yapacağımız yolculuğun, Elazığ topraklarında geçeceği anlamına geliyordu.
Bir süre sonra Murat Nehri’nin güney yakasını izleyerek ilerleyen burunlu otobüsümüz, yeni ayak bastığımız Elazığ topraklarından yol alıyordu ağır ağır. Bu ilerleyiş sırasında bir köy göründü gözümüze. Bozkırın tam orta yerine konuşlanmış evleri toprak damlı, kerpiç duvarlı bir köydü burası. Görünürde tek bir ağaç bile yoktu, köyün çevresindeki yeşilliğin dışında. Murat’ın az ilerisindeki çorak topraklara kurulmuştu. Hemen yanı başından geçiyordu Tunceli-Elazığ karayolu. Bu yolda seyreden aracımız, bozkırın ortasında yer alan, çevresi yeşilliklerle kaplı köye yaklaştıkça yol kenarında bekleyen bir kişinin varlığını fark ettik. Bozkırın orta yerinde kıvrıla kıvrıla giden yolun kenarında bekleyen kişi kendisine yaklaşan burunlu otobüse el kaldırdı. Gittikçe yavaşlamaya başlayan burunlu otobüs, nihayet durdu, el kaldıran adamın yanına varınca. Uzun boylu, iri-yarı yapılı, yaşlı bir adamdı, otobüsün hemen yanı başında durduğu adam. Kocaman beyaz bir torbası vardı sırtında. İçinde ne olduğunu bilmiyorum. Ama ağzına kadar doluydu yaşlı adamın sırtındaki beyaz torba. Yanı başında duran burunlu otobüse binen yaşlı adam, sırtındaki beyaz torbayı indirmedi. Boş yer yoktu otobüste. Koltukların tamamı doluydu. Kısa bir süre ayakta kalmak zorunda kaldı yaşlı adam. Onun ayakta kaldığını gören genç yolculardan biri:
- Ayakta kalma amca gel otur, diyerek yerini verdi ona.
- Sağ ol, dedi yaşlı adam.
Kendisine yerini veren genç yolcuya memnuniyetini dile getiren yaşlı adam, sırtındaki beyaz, büyük torbasıyla oturdu, genç yolcudan boşalan koltuğa.
 Bir süre sonra, bozkırın ortasında kıvrıla kıvrıla giden yolda süzülerek ilerleyen burunlu otobüsün genç muavini vardı, yeni binen yaşlı adamın yanına. Yol ücreti istedi kendisinden. Hiç itirazda bulunmayan yaşlı adam, yamalı ceketinin koyun cebinden çıkardığı bezden dikilme para kesesinin içinden çıkardığı parayı verdi, yanıbaşında dikilen muavine. Yaşlı adamın kendisine verdiği parayı alan genç muavin, yaşlı adamın, sırtındaki torbayı çıkarmadan koltuğa oturduğunu fark edince:
—Şu sırtındaki torbayı yere indirsene amca, dedi.
Yaşlı adam sert bir tavırla:
—Neden, rahatsız mı oldun? dedi.
Genç muavin:
—Ben mi? dedi.
—He ya, dedi yaşlı adam.
—Ben ne diye rahatsız olayım ki. Sen rahatsız olmayasın, rahat edesin diye söyledim, dedi.
—Yok, rahatsız olmam. Böyle rahatım ben…
—Peki, sen bilirsin, dedi muavin.
Yaşlı adamı ikna edemeyeceğini anlayan otobüsün genç muavini, daha fazla ısrar etmedi. Hoş etse de bir şey olacağı yoktu ya. Vazgeçti ısrarından, ayrıldı yaşlı adamın yanından.
Muavin oradan ayrılınca babam:
—Muavin doğru söylüyor amca. İndir sırtındaki şu torbayı, koy yanına, rahat otur koltuğa dedi.
Yaşlı adam gülümseyerek, babama:
—Sen bilmezsin bunları oğul. Ben sırtımdaki torbayı indiririm indirmesine, ama torbayı indirir indirmez muavin leş kargası gibi üşüşür başıma. Bagaj parası ister benden. Enayi miyim ben, bunlara bagaj parası vereyim, dedi.
 
Gördüğüm İkinci Şehir: Elazığ
Köylerinin yanı başından akıp giden derenin kıyısında küçücük bir tarlası vardır, Elazığlı köylü yurttaşın. Kavak fidanı diker oraya. Yeni yeni kök salmış, yeşermiş o ilkbaharda diktiği kavak fidanları. Etrafı çevrili olmadığı için günün birinde komşusunun eşeği dalar kavakların içine. Kiminin gövdesini sıyırır, kiminin ucundan kırpar derken, kavakların büyük bir bölümüne zarar verir, komşuları Hösük (Hüseyin)’ün kara eşeği.
Bu durumu gören kavak sahibinin karısı hemen koşar, harmanda döven koşan kocasının yanına:
—Sakalım yok sözüm para etmedi, söylediydim emme söz dinletemedim saan, der kocasına.
—N’oldu kadın gene? diye sorar kocası.
Karısı:
—Hösük’ün gara eşeği senın diktiğin gavakları yerle bir etmiş, der.
—Vallaha de.
—Vallaha da billaha da. İnanmazsan gendin get de gör.
Dövene koştuğu öküzleri harmanda bırakan köylü vatandaş, koşar dere boyundaki tarlasına diktiği kavakların yanına. Bir sağına bakar, bir soluna bakar durur. Baktıkça siniri tepesine çıkar. Zira ele gelir yanı kalmamış kavakların. Hemen hepsine zarar vermiştir, komşuları Hösük’ün kara eşeği. Kavakları öyle görünce kan sıçrar beynine. Kaybeder kendini. Kavaklarını yerle bir eden eşeğin, kavaklığın hemen ötesindeki çimenlikte otladığını gören köylü, kavakların içinden eline geçirdiği sopayı alıp eşeğin yanına varır. Sonra elindeki sopayı indirir eşeğin başına. Sopa darbeleriyle yere yıkılan eşek, hemen oracıkta can verir.
Bunun üzerine büyük bir kavga yaşanır iki komşu arasında. Durum mahkemeye intikal eder.
Belirlenen duruşma gününde hâkim:
—Anlat bakalım. Nasıl öldürdün eşeği? der.
Köylü vatandaş:
—Hâkim beg Hösük’ün gara eşeği gavaklarımı harap etmişti. Gavakların elle tutulur yanı kalmamıştı. Onları öyle görünce gan sıçradı beynime. Gaybettim gendimi. Baktım ki Hösük’ün gara eşeği, senin kimi öyle duriydi orada…
Köylünün bu sözüne sinirlenen hakim:
—Atın şunu içeri. Konuşmayı öğrensin de öyle gelsin, der.
Hâkime hakaret etmekten nezarete alınır. Nezarette 4–5 saat kadar tutulur. Sonra hakimin talimatıyla tekrar duruşma salonuna alınarak hâkimin karşısına çıkarılır.
Duruşmaya yeni baştan başlayan hâkim:
—Kimseye hakaret etmeden, olayı baştan anlat, der.
Kavak sahibi:
—Hâkim beg sen gomisin ki annadağ. İt kimin adamı ısırisin, der.
 
*
Babamla bindiğimiz burunlu otobüs, Elazığ’a yaklaşıyordu yavaş yavaş. İlk kez gidiyordum Elazığ’a. Yani yaşamımda gördüğüm ilk kent olan Tunceli’den sonra göreceğim ikini kent olacaktı, Elazığ. Çok heyecanlıyım. Merak ediyorum, Elazığ’ın nasıl bir kent olduğunu. Derken Elazığ görünür olmaya başladı yavaş yavaş. Yaklaşık iki buçuk saat önce Tunceli’den hareket eden otobüs, Elazığ’ın kuzeyinde yer alan ve kente egemen olan Gülmez Tepesi’ne gelmişti, nihayet. Gülmez Tepesi’nden baktığınız zaman tepenin güneyindeki ovaya konuşlanan kent, ayaklarınızın altında gibiydi adeta. Gülmez Tepesi’nden ağır ağır ilerleyen burunlu otobüs, sonunda vardı Elazığ garajına.
Tunceli’den sonra gördüğüm şehirlerin ikincisiydi, Elazığ. Güzel bir kentti, Tunceli’den kat be kat büyük olan Elazığ. Geniş ve koca caddeleri, Tunceli’de gördüğüm binalardan daha yüksek binaları, düzenli sokakları, Tunceli’dekilerle kıyaslanamayacak kadar çok taşıtları vardı ilk kez gördüğüm Elazığ’ın. Kimine tek, kimine çift at koşulan faytonları da ilk kez orada görmüştüm. Orada ilk kez gördüğüm başka bir şey daha vardı. O da heybetli duruşuyla ve azametiyle beni büyüleyen Kara Tren’di.
Bu güzel kentin garajlarına varınca ilk işimiz, bindiğimiz burunlu otobüsten inmek oldu. Kent bir hayli kalabalıktı. Öylesine kalabalıktı ki toprak atsan yere düşmezdi. Her yanı insan kaynıyordu, adeta. Çevremdeki insanlara, sıra sıra dükkânlara, peş peşe sıralanan taşıtlara, faytonlara bakmaktan alamıyorum kendimi. Elazığ, her şeyiyle faklı gelmişti bana. Babamla birlikte, yürümekte zorlandığım o mahşeri kalabalığın içinden sağa sola bakına bakına vardık, Haydar Amca’mın dükkânına. Orada bir süre oturduk. Sonra onunla birlikte vardık, evlerine.
Kerpiçten örülme, toprak damlı, iki katlı bir evleri vardı, Haydar Amcamların. Birinci katında kiracıların oturduğu bu evlerinin ikinci katında da kendileri oturuyordu. Evlerinin önünde elma, erik, kayısı, dut, üzüm gibi meyve ağaçlarının bulunduğu ve çeşitli sebzelerin ekildiği bir de bahçe vardı.
Elazığ Karayollarında çalışan bir oğlu, biri lise ikide, öteki ortaokul üçüncü sınıfta okuyan iki de kızı vardı, amca’mın. Daha önce hiç görüşmüşlüğümüz yoktu, ilk kez tanışıyorduk, onlarla.
Onlarla tanıştığımız bu ilk gecenin sabahında benim velim olacak Haydar Amca’mla Elazığ Atatürk Ortaokulu’na giderek kayıt yaptırdık.
Kayıt işleminin ardından Haydar Amca’m iş yerine giderken, babamla ikimiz daldık Elazığ’ın koca çarşısına. Başladık alış-verişe. Başta okul ihtiyaçlarım olmak üzere gereksinimlerimi karşılayan babamla birlikte bir de faytonla şehir turu yaptık. İlk kez biniyordum faytona. Daha sonraları tek başına binmişliğim çok oldu. Faytonun hoşıma giden yanı atların ritmik bir tempoyla çıkardığı dıgıdık dıgıdık sesleriydi. Özellikle yağmurlu havalarda faytona binmek büyük bir haz veriyordu bana.
Gereksinimlerimi karşılayan babam birkaç gün sonra köye döndü. Onun Elazığ’dan ayrılışından bir gün sonra da okullar açıldı. Amcamların evlerinden bir hayli uzaktı, okul. Bu günkü gibi toplu taşıma araçları da yoktu, o dönemde Elazığ’da. Yürüyerek gider gelirdim okula. Evden okula gitmek ya da okuldan eve dönmek için yarım saatten fazla yürüyordum.
 
Yürürken de:
Elazığ…
Küçücük bir kentten geldim sana.
Bak huzurundayım işte.
Boşa çıkarma umutlarımı…
Hoşgörü kapını aralıklı bırak bana.
Darda kalırsam belki…
Direnmemin sana karşı olmadığını bilesin.
Bana ters düşen sen değilsin…
Yalvarıyorum...
N’olur…
Benim sevdiklerimden kopmak istemememi yadırgama…
Bana kol, kanat ger bu gurbet elde…
Kendinden bil, beni…
Benim gördüğüm ikinci şehirsin…
Sen, ikinci vatanımsın benim,
Elazığ…”
Diyordum içimden.
 
Elazığ’da bulunduğum için sevinçliydim. Sevinçten de öte mutluydum. Hem de gökyüzünün mavi derinliklerinde özgürce kanat çırparak uçan kuşlar kadar. Zira kesintiye uğrayacağını düşündüğüm okul yaşamım devam ediyordu. Bu benim için çekilen ve çekilecek her güçlüğe bedeldi. Hayallerim vardı çünkü. Bu hayallerimi gerçekleştirmenin ön koşuldu okumak. İşte bu nedenle çok mutluydum.
Elazığ’da bulunmamın üzücü yanı da vardı. Üzgündüm çünkü tek başıma ve yapayalnızdım, tanımadığım koca bir şehirde. Çok acı geliyordu bana, o küçücük yaşımda yabancısı olduğum koca bir şehirde yalnız başıma olmak. Yalnız insanların yabancısı değil, aynı zamanda mekânların da… Kent yabancı, kenttekiler yabancı. Okul yabancı, okuldakiler yabancı. Sınıf yabancı, sınıftakiler yabancı. Yol yabancı, yoldakiler yabancı. Velhasıl adımımı attığım her mekân ve mekândakilerin yabancısıydım.
Özellikle ailesinden gizlice kaçıp büyük kentleri sığınak olarak gören çocukların, kötü yollara neden düştüklerini çok iyi anlıyorum. Bilmediğiniz bir kentte, tanımadığınız kötü emelli insanların size biraz yapmacık şefkat göstermesi, size yakınlaşmasına yeter de artar da. Gerçek sanırsınız, onların o yapmacık hareketlerini. Hemen kanarsınız sahte gülüşlerine. Koşarsınız size açılan tüm kollara. Bu kollar ahtapotun kolları da olsa. Çünkü hayalini kurduğunuz o küçük dünyanızda yaşattığınız birer dost gibi görürsünüz, herkesi. Herkesi dost olarak gördüğünüz için de sizin dost olarak gördüğünüz insan kılığındaki o zavallıların sahte gülüşlerine kanarsınız hemen.
Evet, üzgündüm, henüz üç günlük bir yaşamışlığım olan Elazığ’da olmaktan. Ama alışmalıydım orada yaşamaya, daha doğrusu alışmak zorundaydım. Bu belki zordu, ama imkânsız değildi. Yaşamda önemli olan da zoru başarmak değil miydi?  Savaşım vermeden bir şeyi elde etmektense, savaşım verdiğin o şeyin uğruna can vermek daha kutsal değil mi? Kutsaldır elbette. Kutsal da olmalıdır.  İşte emeğin kutsal sayılması bundandır. Evet, Elazığ’da yaşamaya alışmalıydım. Eskilerin deyimiyle okuyup adam olmak için başka çarem yoktu çünkü. Sanki okuyan herkes adammış da okuyamayan adam değilmiş gibi. Aslında ben, ta o zamandan beri biliyordum; başka bazı klişe sözler gibi bu sözün de saçma olduğunu ve adam olmak için okumanın temel koşul olmadığını. Çünkü okuyan nice cahil vardı ki okumayandan daha çok cahil. Okumayan nice kâmil vardı ki okuyandan daha çok kâmil. Okunan, öğrenilen şeyler tek başına yetmiyordu, adam olmak için. Aslolan okunanı ya da öğrenileni yaşama geçirmektir. Çünkü iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, eğri ile doğrunun birbirinden ayırt edilebildiği oranda adam olunabileceğini biliyordum. Okumuş bir birey olarak bunları yapmadığınız zaman okumanın bir anlamı olur mu sizce?
Derviş Yunus bir dörtlüğünde şöyle demiyor muydu?
                              
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Ya sen kendin bilmezsen
Bu nice okumaktır.”
 
Neticede Elazığ’a alışmam, oradaki yaşama ayak uydurmam belki geç oldu ama güç olmadı. Daha doğrusu imkânsız değildi. Suyu akarına bırakınca su mecrasında yol almaya başladı yavaş yavaş. Bir başka deyişle bu işi zamana bıraktım. Çünkü çok iyi biliyordum ki her derdin en iyi ilacıdır, zaman. Güçlüklerin üstesinden gelebilmek için zamana ihtiyacımın olduğunu anladım sonunda. Onun için her şeyi oluruna bıraktım. Yukarıda da söylediğim gibi suyu akarına bırakırsan su, mecrasında yol almaya başlar neticede. Bu olumsuzlukların üstesinden gelmek kolay olmadı. Ama kolay olmasa da sonunda kârlı çıkan ben oldum. Çünkü güçlükleri yenmeyi başarmıştım. İnsana bir başka haz veriyor, insanın kendisinin başarılı olduğunu görmesi.
 
İlk ve Son Kopya 
Bektaşi’nin biri Mevlevi’nin birine:
—Sizin hırkalarınızın yenleri neden bu kadar geniş olur? diye sorar.
Mevlevi:
—Başkalarında gördüğümüz kusurları örtmek için, der.
Bu kez de Mevlevi:
—Peki, sizin hırkalarınızın yenleri neden bu kadar dar olur? diye sorar, Bektaşi’ye.
Bektaşi:
—Biz hiç kimsede kusur görmeyiz de ondan, der.
xxx
Evet, biz hiç kimsede kusur aramasak da, var olan kusurlarını hoşgörüyle karşılayıp görmezlikten gelsek de başkalarının bizde kusur arama yarışına girdiklerine maalesef tanık oluyoruz. Hem de sayısız örneklerle…
“Herkes dinî inançlarında özgürdür” der Anayasa’mızın 24. maddesi. Ancak bugüne kadar görülen o ki bu hüküm, kâğıt üzerine yazılmaktan öteye geçememiştir, bir türlü uygulamaya konulamamıştır. Çünkü geçmiş yıllarda “Din Dersleri”; günümüzde de “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” adıyla anılan ve konularının tamamı Sünni-Hanifi mezhebinin inançları doğrultusunda hazırlanan bu ders, ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu kılınmıştır.
—Peki, ben Hanifi mezhebinden değil de Şafii ya da Alevi isem o zaman n’olacak?
—Sen ne olursan ol bunu okumak zorundasın diyorsun.
— Öyleyse neden “Herkes dinî inançlarında özgürdür” ibaresini Anayasa’nıza koyuyorsunuz?
Sen Anayasa’na bu ibareyi koyacaksın, ama uygulamada bunun tersi bir tutum izleyeceksin. Sonra da kalkıp özgürlükten dem vuracaksın. Özgürlük bunun neresinde?
Anayasa’mızın 24. maddesinde ve ilgili öteki yasalarda belirtilen açık hükümlere rağmen egemen mezhebin inancı doğrultusunda hazırlanan bu ders kitabında yer alan konular, öteki mezhep ve inançlarda olan insanlara bir zorunluluk olarak dayatılmıştır. Hem de lâik olduğu savunulan bir ülkede.
—Lâik bir ülkeye yakışır mı bu? diye sorarlar adama. Nasıl bir yanıt vereceksiniz o zaman? Doğrusu bu yanıtınızı şimdiden merak ediyorum.
Ben namaz kılmıyorum, kılmak da istemiyorum. Oruç tutmuyorum, tutmak da istemiyorum. Bu ülkede yaşamam için bunları ille de yapmak, yerine getirmek zorunda mıyım ben? Anayasa’ya koyduğunuz hükme göre “Hayır”, yaptığınız uygulamaya göre “Evet” diyorsunuz. Bunun hangisi doğru? Din, birey ile Tanrı arasındaki bir konu değil mi? Neden üçüncü kişiler giriyor araya? Neden siz Tanrı adına konuşuyorsunuz? Siz avukatı mısınız onun? Her şeye muktedir olarak gördüğünüz o Tanrı, kendisini savunmaktan ve kendisine haksızlık yapan insanlardan hesap sormaktan o kadar güçsüz ve aciz midir ki siz onun avukatlığına soyunuyorsunuz? Bunu anlamış değilim. Madem Anayasa’da ve ilgili öteki yasalarda yer alan açık hükümlere rağmen bir dayatma yapıyorsunuz. O zaman çıkarın Anayasa’nızdaki ve ilgili öteki yasalardaki hükümleri. Neden dürüst davranmıyorsunuz? Madem bu dayatmayı yapıyorsunuz o zaman “Cum-huriyetle yönetiliyoruz”,  “Lâik”iz demeyin bari.
Softaların ağızları her açıldığında: “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz” diye söylenir dururlar. Ben ne Allah’tan korkarım, ne de kuldan utanırım. Ben sizin gibi, insanların canına, malına, namusuna hor gözle bakmıyorsam, çalıp çırpmıyorsam, yalan söylemiyorsam, kimsenin hakkını gasp etmiyorsam neden korkayım Allah’tan, neden utanayım kuldan?
Bütün bu dayatmaları yerine getirmek gibi bir zorunluluğum yoktur, benim. Ama camiye, kiliseye, havraya gidene de, oruç tutup namaz kılana da, kendi inançlarına göre ibadetlerini yapana da karşı değilim. Tam tersine saygı duyuyorum onların inançlarına. Ben, yalnızca başkalarının inançlarına gösterdiğim saygının aynısının başkalarınca bana gösterilmesini istiyor ve diliyorum. Hepsi bu kadar. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Bunları istemek ve beklemek benim hakkım değil mi?
Ama maalesef bu mümkün değil ülkemizde. Mümkün olmadığı da delillerle sabittir.
—Nasıl mı?
—Anlatayım.
Siz, İslamiyet tarihi boyunca oruç tuttuğu, camiye gittiği, namaz kıldığı için horlanan, dışlanan, ezilen, dövülen, işkenceye tabi tutulan, katledilen birini duydunuz ya da gördünüz mü hiç?
—Hayır. Günümüze değin ne bu tür bir olaya tanık olunmuş, ne de böyle bir olay söz konusu olmuştur. Tarihte böyle bir olaya rastlamak mümkün değildir.
—Peki, bunun aksi olmuş mudur?
—Evet. Hem de binlerce kez…
Örneğin Maraş’ta; Elazığ’da, Çorum’da, Malatya’da… Van 100. Yıl Üniversitesi’nde, Bolu İzzet Baysal Üniversitesi’nde… Örneğin İstanbul Gazi Mahallesi’nde… Ve 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas- Madımak Oteli’nde ateşe verilerek diri diri yakılan 37 canın katledilmesi olayında görüldüğü üzere kendileri gibi düşünmediği, kendisi gibi inanmadığı, kendisi gibi camiye gidip namaz kılmadığı ve oruç tutmadığı için horlanan, dışlanan, ezilen, dövülen, işkenceye tabi tutulan ve katledilen insanların sayısı yüz binlerle telaffuz edilecek noktaya ulaşmıştır. Hem de devlet adına, devlet eliyle. Hem de padişahların fermanları, kadıların müftülerin fetvalarıyla. Hem de Müslümanlık adına. Bu mudur Müslümanlığınız? Bu mudur insanlığınız?
Bu tür katliamlarla doludur, tarih sayfaları. Hem de devlet tarafından tutulan vakanivüsler tarafından kaleme alınan tarihlerde yazılıdır, bütün bunlar. Nesimi’nin yüzülüşünü silebilir misiniz tarih sayfalarından? Perdeleyebilir misiniz Bedreddin’in asılışını, Pir Sultan’ın dara çekilişini?  Hallaç’ın boynuna yağlı kement geçirmedik, Kerbelâ Vakası diye bir olay yaşanmadı, bilmiyoruz diyebilir misiniz? Sivas-Madımak Oteli’ni ateşe verip 37 kişiyi diri diri yakmadık diyebilir misiniz?
—Diyemezsiniz. Çünkü gücünüz yetmez buna. Çünkü tarihlerinizde yazılıdır. Çünkü her konuda olduğu gibi bu konuda da kırıklarla doludur, karneniz.
Teoride “özgürsünüz” diyorsunuz, uygulamada set çekiyorsunuz önümüze. Ben inanışımda özgür bir birey isem eğer bırakın beni, sizin gibi değil kendim gibi yaşayayım. Şart mı sizin gibi, kula kul olmak? Benim birey olarak yaşamak hakkım yok mu? Benim birey olarak yaşamak istiyor olmam neden zor geliyor size?
*
 
Din dersi öğretmeni yazılı sınavında öğrencilerine:
—Müslümanlığın şartı kaçtır ve hangileridir? diye sorar.
Sınıfın Alevi kökenli öğrencisi Hüseyin, öğretmenin sorduğu sorunun yanıtını, öğretmenin istediği şekilde bilmesine rağmen yanıtı kendisince eksik bulduğu için:
“Her ne kadar Müslümanlığın şartı beş ise de eline, diline, beline sahip olmazsa günde beş yerine on kez namaz kılsa da; kırk kez Hacca gitse de; binlerce kez “Kelime-i şahadet” getirse de; bir ay yerine beş ay oruç tutsa da; kazancının kırkta birini değil yarısını zekât olarak dağıtsa da boştur. Kişi her şeyden önce eline, diline, beline sahip olmalıdır.” Şeklinde yanıtlar.
—Hüseyin bu yazılı sınavında nasıl bir not alır biliyor musunuz?
—Zayıf.
*
Bırakın kardeşim herkesi tek tip kalıba sokmayı. Vazgeçin bu çağ dışı sevdanızdan. Herkes kendi seçtiği kalıp içinde yaşasın. Sizin yıllardan beri üstüme biçmeye çalıştığınız elbise dar geliyor bana. Bırakın artık benimle uğraşmayı. Neden bunu duymak istemiyorsunuz?
Elazığ Atatürk Ortaokulu’nda ikinci ve üçüncü sınıflarında okurken iki yıl süreyle dersimize giren bir din dersi öğretmenimiz vardı. Bu öğretmenimizin her yazılı sınavında mutlaka sorduğu bir demirbaş sorusu vardı. Bu soru; “Surelerden her hangi birinin kitaptaki şekliyle yazılması”ndan ibaretti.
Doğru dürüst Türkçe bilmeyen biri nereden bilsin elin Arapçasını ki sorulan sûreyi Arapça-Türkçe şekliyle yazsın. Ben bu soruya yanıt veremezdim bir türlü. Ama sınıf geçme uğruna dayatmacı bir zihniyetin ürünü olan bu uygulamaya boyun eğer ve çok iyi çalışırdım bu dersi. Ama bu demirbaş sorudan ötürü o kadar çok çalışmama rağmen bu dersin yazılı sınavlarından “8”den yukarı not alamazdım bir türlü.
Din dersinin olduğu günlerden biriydi. O gün yazılı olacaktık. O gün yapılacak olan sınavda “10” almayı koymuştum kafama. Hatta sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’la bahse bile girdik, o gün yapılacak yazılıdan “10” alacağıma dair.
Sıra arkadaşım Ercan:
—10 alamazsın, dedi bana.
—Neden? diye sordum.
—Sûreleri doğru yazamıyorsun çünkü…
—Kopya çekerim…
—Kusura bakma ama onu hiç yapamazsın, dedi
—Neden? dedim.
Ercan:
—Kopya çekmek her babayiğidin kârı değil de ondan. Elin ayağın dolanır birbirine. Bu işi yapamazsın, boşuna yorma kendini. Bir de yakalanırsan “0”ı alır oturursun kıçının üstüne. O zaman daha kötü olur. Yol yakınken gel vazgeç bu sevdadan, dedi bana.
Ercan’la aramızda bu konuşma yaşanırken ders zili çaldı. Yazılı olacağımız önceden bize haber verildiği için zil çalar çalmaz herkes yerine oturup kâğıdını, kalemini hazırladı. Başladık öğretmeni beklemeye. Gelmesini beklediğimiz öğretmen sınıfa girer girmez zaman yitirmeden soruları sormaya başladı. Demirbaş sorumuz “Kevser Sûresiydi” bu kez.
Soruların sorulması bitmiş, sıra yanıtlanmasına gelmişti. En iyi bildiğim sorulardan başlayarak yanıtlamaya koyuldum. Bir süre sonra “demirbaş soru” hariç soruların tamamını yanıtladım. Sırada “Kevser Sûresi”nin yazılmasına gelmişti. Sûreyi ezbere okumayı çok iyi bilmeme rağmen yazarken hatalar yapıyor ve eksiklerim oluyordu. İşte o eksiklerimi tamamlamak ve hatalarımı gidermek için başladım kopya çekmeye. Daha doğrusu kopyaya teşebbüs etmeye. Öğrencilik yaşamım boyuna ilk kez böyle bir yola başvuruyordum. Neyin nasıl yapılacağını bilmiyordum. Acemisiydim işin. Sağ elimi yazı yazıyormuş gibi sürekli hareket halinde tutarken, sol elimle de masanın gözündeki çantamın içinden Din Dersi kitabımı çıkarmaya çalışıyordum. Ama olmuyor, kitabı çantamın içinden çıkaramıyorum bir türlü. Sıra arkadaşım Ercan’ın dediği gibi elim ayağım birbirine dolanmaya başladı. Yüzümün kızardığını fark ediyorum. Bedenim alev alev yanıyor, soğuk soğuk terler döküyorum. Ama buna rağmen bir türlü vazgeçmek istemiyorum kopya çekme girişiminden. Moral vermeye çalışıyorum kendi kendime. Hâlâ kopya çekebileceğimi kanıtlamaya çalışıyorum sıra arkadaşım Ercan’a. Ama olmuyor, edemiyorum bir türlü. Sanki on kişi engelliyormuş gibi kitap çıkmıyor çantamdan. Daha doğrusu çıkaramıyorum.
Benim kopya çekmeye çalıştığımı fark eden öğretmen kalktı oturduğu sandalyeden. Doğruca geldi yanıma. Aldı elimden yazılı kâğıdımı. Sonra:
—Senin iyi bir öğrenci olduğunu bilmesem kopya muamelesi yapar, sıfırı basardım sana. Ama…
—Ben kopya çekmiyordum hocam, silgimi çıkarmaya çalışıyordum çantamdan, dedim.
—Hadi canım sende. Bal gibi kopya çekmeye çabalıyordun. Ama beceremedin o ayrı mesele. Gel beni dinle yol yakınken vazgeç bu sevdadan. Söz ver bana bir daha kopya çekmeyeceğine dair. Yoksa kopya muamelesi yaparım. Zararlı çıkan sen olursun, dedi öğretmenimiz.
—“Tamam, hocam” diyerek bir daha kopya çekmeyeceğime dair söz verdim hocamıza. Hoş söz vermesem de bu işi bir daha yapamazdım ya…
Böylece bu ilk kopya çekme girişimim, aynı zamanda öğrencilik yaşamımın da son kopyası oldu.
 
Bıçaklanıyorum
Elazığ Atatürk Ortaokulu’nun ikinci sınıfında okuyorum. Okulların kapanmasına yaklaşık bir aylık bir zaman kalmıştı. Eğitim-öğretim yılının son yazılıları başlamıştı artık.
Tabiat Bilgisi dersinin son yazılısı vardı o gün. Öğlenci olmama rağmen o gün erkenden kalktım kahvaltımı yaptım. Yazılı sınavına hazırlanmam gerekiyordu çünkü. Kahvaltı sonrasında giyindim üstümü başımı. Aldım elime Tabiat Bilgisi ders kitabı ile defterimi. Çıktım, amcamların evinden az ilerideki kırlara doğru.
O gün her zamankinden daha berraktı, mavi derinlikleri daha belirgin çizgilerle çizilmişti gökyüzünün. Yalnız gökyüzü değil, altın sarısı ışıklarıyla gezegenimizi aydınlatan Güneş de bir başka gülümsüyordu o gün Tabiat Ana’ya.
Acaba: “Bundan önce de her gün böyle idi de ben mi sorunlarıma gömüldüğüm için hiçbir şeyin farkında değildim? Yoksa gerçekten bu günü öteki günlerden farklı kılan başka bir şey mi vardı?” diyorum kendi kendime. Bunu bilmiyorum. Ama çok iyi bildiğim bir şey vardı. O da; o gün her şeyin gözüme bir başka görünür olmasıydı.
Amcamların evlerinden kırlara doğru adım adım ilerlerken kendimi öylesine kaptırmışım ki derse şehir evlerinin çoktan sona erdiğini, kırların başladığını çok sonradan fark edebildim ancak. Papatyalar, gelincikler, kır çiçekleri; canlanan börtü-böcek; havada özgürce uçuşan kelebekler; cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar ayrı bir güzellik katıyordu, yeşilin açıklı-koyulu tonlarıyla bezenen Tabiat Ana’ya.
Akıp giden bir çeşme duruyordu, baharın coşkulu sularının biraz daha derinleştirdiği açıkça görülen küçük bir derenin öte yanında, ortasında bir havuz bulunan bahçenin hemen yanı başında. Kavak ağaçlarıyla çevrelenmişti, havuzun dört bir yanı. Çitle örülmüş gibiydi etrafı. Ağır ağır ilerliyorum beni büyüleyen o manzaranın ortasından. Geçiyorum küçük dereyi. Sonra birkaç adım daha yürüyorum ve sonunda varıyorum çeşmenin başına. Buz gibiydi, çeşmenin şarıl şarıl akan suları. Elimi yüzümü yıkıyorum önce. Ardından da kana kana içiyorum, çeşmenin buz gibi suyundan. Sonra da oturuyorum çeşmenin az ötesindeki tümseğimsi yere.
Oturduğum o tümsekçe yerden içi yosun tutmuş beton havuzun suyunda yüzmek, onunla koyun koyuna olmak, beden bedene sarılmak, kimseciklerin bilmediği bir dilde dertleşmek, ona şiirler okumak, ondan bildiği ve yaşadığı tüm aşk öykülerini bana anlatmasını istiyorum. Ama bu mümkün olmuyor. Çünkü engel var arada. Önce o engeli kaldırmam gerekir aradan. Malum yazılı var o gün. “Yazılıya hazırlanmam lazım” diyerek özür diliyorum havuzun suyundan. Söz veriyorum kendisine bir başka zaman gelip kendisiyle dertleşeceğime.
Ama onun sularında:
—Vırak… vırak… diye bağrışan kurbağaları;
O havuzun, ortasında yer aldığı bahçenin içindeki kavak ve meyve ağaçlarının zümrüt yeşili yapraklarıyla bezenen dallarında:
—Cikkk… Cikkk… diye ötüşerek daldan dala zıplayan serçeleri;
Çeşmenin hemen kuzeyinden başlayarak basamak basamak yükselen kırları desen desen dokuyan, renk renk bezeyen öbek öbek kır çiçeklerinin birinden ötekine konarak:
—Vızzz… Vızzz… diye uçuşan bal arılarını;
Çeşmeden dört bir yana doğru uzanan tarlalardaki gelinciklerin, papatyaların, kır çiçeklerinin incecik dallarına konan renga renk kelebekleri, çiçekten çiçeğe dolaşan böcekleri, katar katar dizilen karıncaları doyasıya izleyerek çalıştım, Tabiat Bilgisi dersini.
Ne güzel bir duygudur, bir bilseniz tadına doyum olmayan tabiatın tam orta yerinde Tabiat Bilgisi dersini çalışmak.
Aradan bir hayli zaman geçmişti. Okul saatinin yaklaşıp yaklaşmadığını öğrenmek için ilk sahip olduğum “NACAR” marka kol saatime bakıyorum. Kol saatim bir hafta- on günlüktü henüz. Amcamlar almışlardı bana.
Mahallelerinde şehir suyu şebekesi bulunmadığı için evlerinin yakınındaki bir çeşmeden para karşılığında kendilerinin su ihtiyacını karşılayan Saka Ali Dayı’nın işine son veren amcamlar, bu işi bana havale ettiler. Okulların açılışının üzerinden yaklaşık bir aylık bir zaman geçmişti amcamlar, bu işi bana havale ettiklerinde. Neyse ki fazla uzun sürmedi. Okulların kapanmasına yaklaşık bir ay kala mahalleye şehir suyu şebekesi döşenip evlere su verilmeye başlanır olunca bana tevdi edilen görev sona erdi.
Böylece altı ay boyunca her günün seherinde sıcak-soğuk demeden, yağmura-çamura aldırmadan, kar- yağmur dinlemeden yaklaşık 100 m. uzaklıktaki çeşmeden su taşıdım amcamlara.
Her gün:
—Simitçi… Taze simit geldi… Simitler gevrek gevrek… Kazan gevreği geldiii…
Diyerek seherin sessizliğini bozan simitçi çocukların sesiyle uyanırdım. Uyanırken de mışıl mışıl uyuyan ev halkını rahatsız etmemek için büyük bir sessizlik içinde giyinirdim üstümü, başımı. Sonra Saka Ali Dayı’dan miras kalan omuzluğu omzuma, helkeleri de elime alarak çıkardım evden dışarı. Seherin alaca karanlığında çeşmeye koşar, sıraya girerdim. Bazen birinci olurdum, bazen ellinci… Hiç belli olmuyordu. Çoğu zaman kargaşalar, hatta kavgalar yaşanırdı sıraya uyulmadığı için. Sıra bana gelince doldururdum helkelerimi, koyardım bir tarafa. Helkelerimin tamamını doldurduktan sonra da onları ikişer ikişer taşırdım eve.
İşte amcamlar, kendilerine verdiğim bu hizmetten ötürü “NACAR” marka bir kol saati almışlardı bana. 
Amcamlar tarafından bana alınan bu kol saatime baktığımda zamanın bir hayli ilerlediğini ve okul vaktinin yaklaştığını gördüm. Bu, seyrine doyamadığım o büyüleyici tabiattan ayrılma zamanının geldiğini gösteriyordu bana.
Kapattım, kitabımı, defterimi. Hemen kalktım oturduğum tümseğimsi yerden. Bir daha elimi- yüzümü yıkadığım çeşmenin buz gibi suyundan içtim kana kana. Aldım kitabımı defterimi elime. Ayrıldım, bir daha geleceğime dair kendisine söz verdiğim havuzdan. Bir yandan okuduklarımı tekrar edip ağır adımlarla yürürken, öte yandan da kırların çiçek kokulu havasını, Tabiat Ana’nın bahar armağanı olarak soluyup bayram ettiriyorum ciğerlerime.
Bahar yağmurlarından oluşan coşkulu sellerle biraz daha aşınarak derinleşen dereden geçerek gidiyorum karşı tarafa. Yürüyorum kırlarla kucaklaşan evlere. Tam da bu sırada:
—Biraz bekler misin? dedi biri bana.
—Neden? diye sordum.
—Buranın yabancısıyım ben. Akrabalarım var burada. Onlara gitmek istiyorum ama ne yol biliyorum ne de yolak, dedi.
—Nerede oturuyor akrabaların? dedim.
—Yeni Mahalle’de, dedi.
—Ben de bilmiyorum orayı…
—N’olur yalvarıyorum yardımcı ol bana…
—Gel, şu karşıki evlerden sorar öğreniriz mahallenin yerini, diyorum.
—Beni bekle o zaman…
—Tamam. Bekliyorum gel, diyorum.
Ben, derenin batısındaki tepede bulunuyordum. Burası, bize en yakın evlere yaklaşık 150 m. uzaklıktaydı. Orada durup benden yaklaşık 30–35 m. uzaklıktaki yabancının yanıma gelmesini bekledim.
Kendisini beklediğim yabancı, adım adım yaklaşıyordu bana. Yaklaştıkça 25–30 yaşlarında iri-yarı yapılı bir genç olduğu, saçı-sakalı birbirine karıştığı ve korkunç bir yapısı bulunduğu çıkıyordu ortaya. Yanıma gelince hiçbir şey demeden bir eliyle kolumdan sıkı sıkıya tutarken, öteki eliyle de tuttuğu bıçağı rastgele saplamaya başladı bedenime. Kanlar akmaya başladı, bıçağın saplandığı yerlerden.
Ben, kanı görünce bir yandan:
—İmdat! Kurtarın beni diyerek avazımın çıktığı kadar bağırırken öte yandan da kendimi, rastgele bedenime bıçak saplayan yabancının elinden kurtarmaya çalışıyorum. Ama nafile. Ne ben kendimi kurtarabildim o zalimin elinden, ne de o insafa gelip bıçaklamaktan vazgeçti beni.
Bulunduğumuz yerden yaklaşık 150 m. kadar uzaklıktaki evlerin önünde kulaklarıyla çığlıklarıma, gözleriyle de durumuma tanıklık eden kadınlar bir yandan:
—Çabuk yetişin! Çocuğu kurtarın o zalimin elinden, diyerek çığlık çığlığa bağrışırlarken, öte yandan da son sürat koşuyorlardı bize doğru.
Bu arada ben, kendimden geçip yere yığılınca beni öldü sanan o zalim yabancı, mahalleli kadınlar henüz bize ulaşamadan kaçarak uzaklaşır oradan.
Neticede imdadıma yetişen mahalleli kadınlar tanırlar beni. İçlerinden biri Haydar Amcamlara haber vermeye giderken, ötekiler de benim, yakınımızda bulunan hastaneye kaldırılmama yardımcı olurlar.
Kendime gelip gözlerimi açtığımda iki yataklı bir hastane odasında buldum kendimi. Ne gömlek vardı üzerimde, ne de atlet… Yarı çıplak bir şekilde yatıyordum yatağın birinde. Serum takılmıştı sağ koluma. Biri sol elimde, ikisi sol kolumda, üçü de göğsümün sol üst kısmında olmak üzere sargı vardı, bedenimin altı yerinde. Evet, biri kalbime yakın, göğsümün sol üst kısmındaki iki tanesi ciddi olmak üzere altı bıçak darbesi almıştım, bu talihsiz olaydan.
Bir yanımda Haydar Amca’m, öteki yanımda yengem duruyordu. İkisinin de gözleri kızarmıştı, ağlamaktan. Akan gözyaşlarının izi duruyordu, yanaklarında. Ben gözlerimi açmaya başlayınca tekrar buğulanmaya başladı, ikisinin gözleri. Onları o halde görünce benim de göz pınarlarımdan boncuk boncuk yaşlar akmaya başladı, yanaklarımdan aşağı.
—Ağlama yavrum korkulacak bir şeyin yokmuş, ucuz atlatmışsın olayı. Birkaç saat müşahede altında tutacaklar hepsi o kadar. Sonra taburcu edecekler, evimize gideceğiz dedi, Haydar Amca’m.
Benim hastaneye kaldırılmama yardımcı olan mahalleli kadınlar da duruyorlardı, orada. Onların da gözleri yaşlıydı. Hepsi birlikte:
—Geçmiş olsun oğlum. Kimdi o canavar, tanıyor musun, ne diye bıçakladı seni? dediler.
Başladım olayı anlatmaya. Ben anlattıkça oradakilerin hepsi ağlamaya başladılar. Ben, son sözlerimi söylüyordum ki iki polis girdi içeri. Bu kez de onlar:
—Tanıyor musun seni bıçaklayanı? Daha önce hiç görmüş müydün kendisini? Ne dedi sana, neden bıçakladı seni? Tahminen kaç yaşlarındaydı? Boyu uzun muydu, kısa mıydı? Gözlerinin rengi, saçlarının biçimi nasıldı? Ten rengi nasıldı? Sarışın mıydı, esmer miydi? Şalvar mı vardı üzerinde, pantolon mu giyinmişti? Ayağında ayakkabı mı vardı, lastik mi? Türünden pek çok soru sordular bana. Anımsayabildiğim kadarıyla yanıtladım sorularını, polislerin. Yazdıkları tutanağı imzalattılar bana. Sonra da çıkıp gittiler odamdan.
Yirmi dört saat müşahede altında tutulduktan sonra amcamın talebi üzerine bana bir haftalık istirahat raporu düzenleyen doktorlar, sonunda taburcu ettiler beni. Ardından da Haydar Amca’ma:
—Beklenmedik herhangi bir durum söz konusu olursa zaman yitirmeden hemen hastaneye getirin, diye tembihte bulundular.
Doktorlar tarafından düzenlenen istirahat raporunu, reçeteyi ve taburcu belgesini alan Haydar Amca’m ve yengemle birlikte hastane önünde bekleyen faytonlardan birine binerek vardık eve. Biz eve vardığımızda güneş batıp gün akşam olmuştu. Bizim eve vardığımızı haber alan komşularımız; “geçmiş olsun” dileklerini iletmek üzere doluştular, amcamların evine. Ertesi günün sabahında Haydar Amca’m, bir haftalık istirahat raporunu okul idaresine iletmek üzere okula giderken, yengemle ikimiz de bindik faytona, vardık hastaneye. Dikişler alınana değin yengemle ikimiz, her gün pansuman için hastaneye gidip geldik.
Resmi makamlarca yürütülen tahkikat sonucu hakkında herhangi bir bilgi verilmedi, bize. Ancak sağdan soldan duyduklarımıza bakılırsa beni bıçaklayan o canavar, sürekli oraya gelip esrar içenlerden biriymiş ve benden önce de birkaç kişiyi bıçaklamıştır.
 
Kara Tren 
 
Tarih, 1960’ların ilk yarısıydı. Ortaokulun son sınıfına geçmiştim. Köyümde sevdiklerimle birlikte geçirdiğim bir yaz tatilinin sonuna gelmiştim. Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Köyden ayrılmam gerekiyordu artık. Bir sonbahar gününün sabahında köydekilerle vedalaştıktan sonra Elazığ’a gitmek üzere babamla birlikte yola çıktık. Tunceli’den Elazığ’a gidecek sabah otobüsünü kaçırmamak için yürüyoruz hızlı hızlı. Yaklaşık iki saatlik yolu bir buçuk saatte kattettik. Ama Tunceli-Elazığ karayolu güzergâhına geldiğimiz zaman ilk otobüsü kaçırdığımızı öğrendik. Günde sadece iki otobüs çalışıyordu o zamanlar Tunceli’den Elazığ’a. İlk otobüsü kaçırdığımız için öğlen vakti kalkacak ikinci otobüsü beklememiz gerekiyordu. Beklerdik beklemesine ama onda da yer bulamama korkusu vardı içimizde. Bu durumda ya yolculuğu bir sonraki güne erteleyip köye geri dönmemiz ya da o zamanlar otobüs ücretinin yarısına yolcu taşımacılığı yapan brandasız kamyonla yolculuk yapmamız gerekiyordu.
Babam:
-“Köye geri döneceğimize brandasız kamyonla gidelim” dedi.
-Sen bilirsin, dedim.
-Bir daha aynı yolu teperek köye dönmenin bir anlamı yok, dedi babam.
 Babamın bu kararından sonra brandasız kamyonu beklemeye koyulduk. Bir süre bekledikten sonra brandasız kamyon uzaktan belirmeye başladı. Babamla ikimiz de orada bekleyenlerle birlikte yanıbaşımızda duran brandasız kamyona bindik. Sayıları kırkı bulan insanın yanı sıra biri inek, ikisi dana, dokuzu da koyun olmak üzere toplam on iki de hayvan vardı, bindiğimiz kamyonun içinde.
Bu sayı, kamyon ilerledikçe daha da artmaya başladı.
Brandası dahi bulunmayan bir kamyonla yaklaşık iki saatlik bir yolculuğa imza atmak akıllı insanın yapacağı bir şey değildi aslında. Hele hele korkudan içinizin dışınıza çıktığı yüzde seksen meyile sahip “Mercimek Virajları”nın biri bitmeden ötekinin başladığı keskin dönemeçlerinde aşağıya doğru yol almak korkuların en büyüğüydü. Ama ne yazık ki o dönemlerde halkımız zorunlu kılınmıştı, bu çile dolu yaşama.
Bir yandan tepemizde yumurta pişiren kızgın güneşin yakıcı ışınları, öte yandan yolların tozunu üzerimizden, hayvanların sidik ve dışkı kokularını burnumuzdan eksik etmeyen rüzgâr, bizi halsiz bırakmış ve hepimizi perişan etmişti. Elazığ’a, Haydar Amcamlara varıp hemen duş aldıktan ve bir gün dinlendikten sonra ancak kendimize gelebildik.
Okul için gerekli olan ihtiyaçlarımı karşılayan babamı Elazığ’dan köye yolcu ettikten birkaç gün sonra okullar açıldı. Neşem yerindeydi o yıl. Zira hem evde samimi bir ortamın oluşması, hem de okuldaki ilişkilerimin gelişmesinden ötürü zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile değildim. Bunların yanı sıra bir de yürekten sevdalandığım bir sevgili bulunca kendime diyecek kalmadı keyfime. Bütün dünya benim olurdu onunla birlikte olduğum zaman. Esir almıştı beni. Ondan başka hiçbir şey görünmezdi gözüme. Hayallerimi de düşlerimi de süsleyendi, O. Yalnız benim değil, aynı zamanda milyonların da sevgilisiydi, O. Kimi zaman sevginin en yücesine değer görülürken, kimi zaman da nefretin ve hakaretin en ağırına maruz kalırdı. Ama hemen herkes en az nefret ettiği kadar da baş tacı ederdi onu. O, kimi zaman bir kavuşturucu, kimi zaman da bir ayırıcıydı milyonların gözünde. Kimi zaman dört gözle yolu beklenirken, kimi zaman da bir an önce gitmesi istenirdi onun.
—Kimdi bu denli bir öneme sahip olan bu sevgili?
—Kara Tren’di…
—Hayır, hayır yanlış duymadınız. Adı,“Kara Tren”di bu sevgilinin. Ona sevdalanmıştım, ben. Gönlümü çalan sevgili oydu. Hem de ilk görüşte tutulmuştum ona.
—Nasıl çalmıştı gönlümü?
Üçüncü sınıfında okuduğum Elazığ Atatürk Ortaokulu’nun bahçesinden yaklaşık 150 m.kadar uzaktaydı Elazığ Garı. Okulumuzun Gar’a yakınlığından ötürü hemen her fırsatta dizi dizi vagonlardan oluşan Kara Tren’i izlemek üzere koşardım, Gar’a. Çünkü yolculardan kiminin binmek, kiminin inmek için oradan oraya koşuşturmalarını izlemek doyumsuz bir haz veriyordu bana. Bizim bir köylümüz vardı. Oldukça saftı kendisi. Müslim’di adı. Benim Kara Tren hakkında düşündüklerimin aksini düşünürdü o. Kardeşi Hasan’ı Elazığ Garı’nda Kara Tren’e bindirerek askere yolculayan Müslim: “Kardeşimi benden ayırdı götürdü” diyerek kızardı “ayırıcı” gözüyle baktığı Kara Tren’e. Ama ben, bir “ayırıcı” değil bir “kavuşturucu” olarak görürdüm onu. Ona sevdalanmam da bundandı. Küçük yaşta sılamdan ayrı yaşadığım için Kara Tren’in, günün birinde beni de sılama ve yarenlerime götüreceğini, onlarla buluşturacağı hayaliyle sevdalandım ona. Bu hasret, sevdaya dönüştü. Ve ben sevdalanmıştım Kara Tren’e. Bu öylesine onulmaz bir sevdaydı ki onun uzun uzun düdüğünü öttürmesi, çufff… çufff… çufff… diye sesler çıkarması alır götürürdü beni benden.
Zaman zaman Gar’a girişi ya da Gar’dan ayrılışı çakışırdı bizim teneffüs saatlerimizle. Hemen koşardım Gar’a. İzler dururdum onu dakikalarca. Öylesine dalardım ki onu izlemeye, izlerken ilişkim kesilirdi dış dünyayla. Dalardım hayal âlemine. Gözlerim görüntü görmezdi, onun görüntüsünden başka. Kulaklarım ses duymazdı, onun sesinden başka. Bundan ötürü okulumuzun derse giriş zilini duymazdım çoğu zaman. Geç kalırdım derslere. Geç kaldığım için defalarca çarptırıldığım “Tek Ayak Üzerinde Bekleme Cezası”nı unutmam mümkün değil.
Yine o bildik günlerden biriydi. Teneffüse çıkış zili çalmış ve biz okul bahçesine çıkıyorduk. Tam o sırada çufff… çufff… çufff… seslerini duydum Kara Tren’in. Başladım, müsabakaya katılan bir atlet hızıyla Gar’a doğru koşmaya. Oraya varınca oturdum her zamanki yerime. Başladım o bildik manzaraları izlemeye. Öylesine dalmışım ki Kara Tren’i izlemeye. Dış dünya ile ilişkim kesilmiş ve ben, çalan giriş zilini duymamıştım yine. Aklım başıma gelip oturduğum yerden kalktığım zaman ders zili çalmış, herkes çoktan sınıflara girmişti. Kapı nöbetçisinin dışında kimse yoktu okulun bahçesinde. Mevsim sonbahardı. Kasım ayının son günleriydi. Havalar oldukça soğumuş. Karın eli kulağındaydı. Ha yağdı, ha yağacak… Üşümesin diye iki elimi pantolonumun yan ceplerine koyarak koşmaya başladım okula doğru. Bahçe kapısından içeri girdiğimde ayağım takıldı bahçe kapısının alt demirine. Ve ben, sağ kolum bedenimin altında kalacak şekilde yere düştüm. O anda dayanılmaz bir acı ve şiddetli bir ağrı hissettim sağ kolumda. Kalkamaz oldum düştüğüm yerden. Ayağa kalkmama yardımcı olan dış kapı nöbetçisinin haber vermesi üzerine yanıma gelen nöbetçi müdür yardımcısı tarafından Elazığ Devlet Hastanesi’ne götürüldüm. Orada çekilen röntgen filmi neticesinde sağ kol dirsek kemiğimin çatladığı anlaşıldı. Acı ve ağrılarımı dindirecek bir iğne yapılıp ilaç verildi bana. Hemen ardından sağ kolum alçıya alındıktan ve reçetem yazıldıktan sonra, beni hastaneye götüren müdür yardımcısı ile birlikte döndük okula.
Uzun zaman alçıda kalan sağ kolum ne okula gitmeme engel oldu, ne de ders çalışmama… Bundan ötürü ne okuldan ayrı kaldım, ne de tutkulu olduğum biricik sevdam Kara Tren’den… Sadece yazı yazmakta güçlük çekiyordum biraz. Sağ olsunlar o konuda da yardım edenlerim vardı benim. Okulda sıra arkadaşım Kebanlı Ercan, evde amcakızları… Hatta sol elimle bile yazı yazar duruma geldim.
Biri alçı alınırken, öteki de daha sonradan olmak üzere iki kez hastaneye kontrole gittim. Son kontrole gittiğimde doktorlar: “Bu durumda Beden Eğitimi derslerine katılman tehlikeli olur” dediler. Bundan ötürü isteğim üzerine öğretim yılı boyunca Beden Eğitimi derslerine katılmamam gerektiğine dair bir “rapor” verildi bana. Raporu götürüp okul idaresine verdim. Okul idaresi de Beden Eğitimi dersi hocamızı bilgilendirir bu konuda. Okul idaresi tarafından bilgilendirilen Beden Eğitimi dersi öğretmenimiz, bir Beden Eğitimi dersi öncesinde beni yanına çağırarak:
—Bak yavrum, idareden rapor aldığını söylediler bana. Ama bu, senin Beden Eğitimi derslerine katılmayacağın anlamına gelmez. Beden Eğitimi derslerinin tümüne katılacaksın. Sadece etkinliklere iştirak etmeyeceksin haberin olsun dedi, bana.
-Olur hocam, diyerek yanından ayrıldım.
Perşembe günlerinin son iki saatiydi, tamamı okulun spor salonunda yapılan Beden Eğitimi dersimiz. İki ders saati boyunca sınıf arkadaşlarım, spor salonunda kasa-minder hareketleri ve öteki etkinlikleri yaparlarken ben, kazık gibi dikilir dururdum orada.
Rapor aldıktan birkaç hafta sonraydı. Bir Beden Eğitimi dersi öncesinde sıra arkadaşım Kebanlı Ercan:
—Sen enayi misin oğlum? dedi bana.
—Neden?
—Nedeni var mı oğlum? Hem raporun var, hem de iki ders saati boyunca öyle kazık gibi dikilip duruyorsun orada…
—Ne yapayım?
—Ne bileyim. Çık git, gez, dolaş…
—Gidemem…
—Neden?
—Yok yazılırım da ondan…
—Canım sana kaçak git diyen mi var sanki?
—Nasıl olacak peki?
—Her hafta ayrı bir yalan söyler, öğretmenden izin alır, gider, gezer, dolaşırsın keyfince.
—Olur mu?
—Neden olmasın ki?
Aramızda geçen bu konuşmanın sonrasında uydum, sıra arkadaşım muzip Ercan’ın aklına. Hemen bir yalan planladım. Planladığım bu yalanı yaşama geçirmek üzere harekete geçtim. Av bekleyen avcı gibi önezeye çekilip tetikte beklemeye başladım.
Günlerden perşembeydi. Her Perşembe olduğu gibi o günün de son iki saati sınıfımızın Beden Eğitimi dersiydi. Dersten bir önceki teneffüs saatiydi. Sınıf arkadaşlarım derse hazırlanmak üzere spor salonunun soyunma odalarına giderlerken, ben de Öğretmenler Odası’na gittim doğruca. Tıkladım kapıyı, girdim içeri. Oturmuş masada çay içiyordu, Beden Eğitimi dersi hocamız. Hemen vardım yanına. Önce hazır ol vaziyetine geçip selam verdim. Ardından da esas duruşumu bozmadan eğilerek kulağına:
—Bana bu son iki ders saati için izin verebilir misiniz? diye fısıldadım.
—Ne yapacaksın?
—Hocam bir süre önce İstanbul’dan misafirliğe gelen amcamlar, bugün trenle İstanbul’a dönecekler. Onları yolcu etmeye gideceğim, dedim.
—Sınıfa çık beni bekle, geliyorum, dedi.
—Baş üstüne deyip tekrar selam verdikten sonra Öğretmenler Odası’ndan dışarı çıkıp sınıfa geçtim.
Bir süre sonra ders zili çaldı. Öğrenciler sınıflara girmeye başladılar. Koridorlarda oluşan sessizliğin ardından sınıfa giren Beden Eğitimi hocamız yanıma geldi:
—Amcanlar nereye gidiyorlardı senin? diye sordu.
—İstanbul’a efendim…
—Bugün mü?
—Evet …
—Neyle gidecekler?
—Trenle efendim…
—Demek ki amcanlar bugün trenle İstanbul’a gidecekler, sen de onları yolcu etmek üzere izin istiyorsun benden, öyle mi?
—Evet efendim…
Bu sırada tokatlar art arda patlamaya başladı suratımda. Neye uğradığımı şaşırıp kaldım. Cin çarpmışa döndüm. Art arda suratıma inen tokatlardan ötürü şimşekler çakar oldu gözlerimden.
Bir ara durur gibi yapan hocamız:
-Demek ki amcanlar bugün trenle İstanbul’a gidecekler? diyerek aynı soruyu bir daha sordu bana.
Ama bende jeton düşmüş değil hâlâ.
—Evet, efendim...
Tokatlar bir daha inmeye başladı suratıma. Hocamız bir yandan var gücüyle bana tokat atmaya devam ederken, öte yandan da:
—Yalan söyleme bana, diyerek uyarıyor beni.
Ama ben:
—Yalan söylemiyorum, diyerek hâlâ yalan söylemekte ısrar ediyorum.
Sonunda tokat atmaktan vazgeçen hocamız:
—Bildiğim şeyi bana yutturmaya çalışıyorsun oğlum. Bir başka yalan söyleseydin belki inanırdım, dedi.
Erkek adam döner mi sözünden, Bektaşi misali. Ben hâlâ söylediğim yalanda ayak diretip duruyorum.
xxx
Günün birinde Bektaşi’ye:
—Kaç yaşındasın Baba Erenler? diye sorarlar.
—Kırk beş der, Bektaşi.
O sırada kendisini tanıyanlardan biri dayanamayıp:
—Baba sen yirmi yıl önce de kırk beş yaşındayım demiştin. Nasıl olur bu? diye sorar.
Hazır cevap Bektaşi hemen yapıştırır cevabı:
—Ne yani sözümden mi döneyim, der.
xxx
Ben de Bektaşi misali sözümden dönmüyor ve hâlâ:
—Yalan söylemiyorum hocam, deyip diretiyorum yalan söylemekte.
Hocamız:
—Bak yavrum ben İstanbulluyum. Trenle sık sık gider gelirim İstanbul’a. Ama Perşembe günleri değil. Çünkü tren İstanbul’a sadece pazartesi, çarşamba ve cumartesi günleri gider buradan. Bu da senin yalan söylediğinin kanıtıdır, dedi.
Yapacak bir şey kalmamıştı artık. Foyam ortaya çıkmıştı. Hocamızın bu sözleri üzerine yalanımı sürdüremeyeceğimi anladım. Ve:
—Özür dilerim hocam…
diyerek yalan söylediğimi kabul ettim ve gerçeği olduğu gibi anlattım kendisine.
Bunun üzerine gözlerimden öperek gönlümü almaya çalışan hocamız:
—Bunları baştan söyleseydin bütün bunlar olmayacaktı, diyerek pişmanlığını dile getirdi.
—İzin vermezsiniz diye doğruyu söylemedim dedim
—Böyle daha mı iyi oldu yani?
—Böyle olacağını hiç düşünmemiştim, dedim.
—Tamam, anlaştık gidebilirsin şimdi. Ama bir daha bu yola başvurma. Canın sıkıldı mı yanıma gel, kulağıma fısılda yeter. Şimdi gidebilirsin dedi.
Aramızda geçen bu konuşmanın ardından hocamızla birlikte sınıftan çıkıp indik merdivenlerden aşağı. O, spor salonuna doğru yönelirken, ben de kapıdan dışarı çıkarak uzaklaştım okuldan.
xxx
Hâlbuki Elazığ Garı’na her gün, sevdalısı olduğum o kadar çok Kara Tren gelir giderdi ki sayısını bilmek olanaklı değildi. Her gün o kadar çok tren gelip gidince ben de öyle zannederdim ki otobüs gibi tren de her gün her yere gidiyor. Meğer işin aslı öyle değilmiş. Ama ben nereden bilebilirdim Kara Tren’in İstanbul’a sadece pazartesi, Çarşamba, cumartesi günleri çalıştığını. Hele hele hocamızın İstanbullu olacağı hiç yoktu hesapta.
Böylece ben, sevdalısı olduğum Kara Tren’in yüzünden defalarca “Tek Ayak Üzerinde Bekleme Cezası”na çarptırıldım. Sol kol dirsek kemiğimi çatlattım. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de dayak yedim. Hem de sayısını bilmediğim kadar. Ama doğrusunu söylemek gerekirse suçlu olan Kara Tren değildi…
Nene lazım senin. Ne deyi beceremediğin işleri yapmaya kalkışırsın ki. Beceremeyeceğin işleri yapmaya kalkışırsan işte böyle yüzüne gözüne bulaştırırsın. Ne doğru dürüst âşık olmayı becerebildim, ne de yalan söylemeyi…
Ama bu olaydan çok önemli bir ders çıkardım.
—Neydi bu ders?
—Anlatayım…
Öğretmenimiz bana: “yalan söylüyorsun” dediği zaman ben, ne hocamızın İstanbullu olduğu için trenle sık sık İstanbul’a gidip geldiğini biliyordum, ne de Kara Tren’in İstanbul’a sadece pazartesi, çarşamba ve cumartesi günleri çalıştığını…
Bundan ötürü hocamız, bana: “yalan söylüyorsun” dediği zaman bütün bu gerçekleri göz ardı ederek hemen suçlu aramaya koyuldum. İçimden: Öğretmenimiz yalan söylediğimi nerden biliyordu ki bana: “yalan söylüyorsun” diyordu. Benim yalan söyleyeceğimi yalnızca sıra arkadaşım Kebanlı Ercan biliyor, diyorum.
Eee... “Bunu kesin Ercan deyyusu gidip söylemiştir. O gammazlamıştır beni.” diyerek hemen suçlamaya başladım onu.
—Ben bunun hesabını sormaz mıyım sana? diyerek diş bilemeye başladım, sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’a.
Öğretmenimizin gerçeği açıklamasından sonra anlaşıldı ki durum benim düşündüğüm gibi değilmiş. Utanç duydum kendimden. Kendimi suçladım. Sormadan, etmeden, gerçeği öğrenmeden Ercan’ı suçlu kıldığım için. Nefret ettirdi, tiksindirdi beni benden bu önyargı, bu yargısız infaz.
Bu olaydan sonra: “ Bir daha asla önyargıyla hareket etmeyeceğime ve yargısız infaz yapmayacağıma” dair söz verdim kendime.
Ertesi gün ilk işim, olayı ayrıntılarıyla kendisine anlattığım sıra arkadaşım Kebanlı Ercan’dan özür dilemek oldu.
 
Öğretmenliğe Atılan İlk Adım
Her mevsimde olduğu gibi hazan mevsiminde de yapılacak işi çoktur, Anadolu köylüsünün. Bu işlerden biri de karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun kış mevsimi boyunca sofraların başyemeği olan pilavın temel maddesi olan bulgurun kaynatılması işidir. Her hazan olduğu gibi o hazan mevsiminde de büyük bir kalabalık, güzel bir şenlik, tatlı bir telaş vardı, köylünün birkaçının yıllık bulgurunu kaynatmak üzere kollarını sıvayıp koca koca kazanları kurduğu köy çeşmesinde. Köyün çeşmesinde bulgur kaynatanlar arasında bizimkiler de vardı.
Babamla ikimiz ambardan boşalttığımız buğdayları çuval çuval taşıyorduk, çeşmeye. Annem, babamla ikimizin çeşmeye taşıdığı buğdayları, köy çeşmesinin buz gibi sularında yıkadıktan sonra doldururdu, altında yanan koca meşe kütüklerinden ejderhanın dili gibi uzayan alevlerinin sıcaklığıyla fokur fokur kaynayan koca koca kazanlara. Bu kazanlarda pişen ve adına “hedik” denilen haşlanmış buğdayları, suları süzülsün diye sepetlere koyardık. Babamla ikimiz, sepetlerde suları süzülen bu hedikleri sepetlerle taşıdığımız harmanda, erken kurusun diye sererdik ince ince.
Babamla ikimiz, köy çeşmesinden harmana sepet sepet taşıdığımız hedikleri harmana yaydığımız sırada:
—Mehmet! diye seslendi Elazığ’dan yeni gelen köylümüz Haydar Yılmaz Ağabey.
—Efendim, diye yanıt verdim kendisine.
—Bir emanetin var gel de al onu, dedi.
Hemen koşarak yanına gittiğim Haydar Ağabey:
—Bir mektubun var, Haydar Amca’n gönderdi diyerek kapalı bir zarf verdi bana. 
Merak ettim doğrusu, kapalı zarfın içinde neyin olduğunu. Çünkü beklediğim hiçbir şey yoktu. Kendisine teşekkür ederek aldığım ağzı kapalı zarfı hemen orada açtım. Bir “Sınav Sonuç Belgesi” ile bir “Çağrı Yazısı” çıktı, ağzı kapalı zarfın içinden. Ortaokul Bitirme Sınavları öncesinde katıldığım “Öğretmen Okulları Giriş Sınavı”nı kazandığıma dair bir belge ile bir mülakata çağrı yazısıydı bunlar. Yazılı sınavı kazandığıdan mülakata çağırıyorlardı.
Mülakat Tunceli Öğretmen Okulu’nda yapılacağı için babamla birlikte mülakat tarihinden bir önceki gün Tunceli’ye vardık. Mahşeri bir kalabalık vardı, Tunceli’de. Tunceli, Tunceli olalı böyle mahşeri bir kalabalığı ilk kez görüyordu, galiba. Çünkü Tunceli’nin yanı sıra Elazığ, Bingöl ve Muş illerinden de mülakata katılmak üzere yüzlerce öğrenci yakınlarıyla birlikte akın etmişlerdi Tunceli’ye.
Mülakat; biri “Leyli (yatılı)”, öteki “Nehari (gündüzlü)” alınacak öğrenciler için olmak üzere iki bölümden oluşuyordu. Kazanamadığım birinci mülakatın sonrasında katıldığım ikinci mülakatı kazandım.
Diyecek yoktu keyfime. Çok mutluydum, kazandığım için. Sevinçten uçuyordum adeta. Çünkü Ulu Önder Mustafa Kemal’in: “Yeni Nesil Sizin Eseriniz Olacaktır” diyerek kutsal bir görev yüklediği “Muallimleri” yetiştiren Muallim Mektebi’nin öğrencisiydim artık.
Mülakattan bir süre sonra kayıtlar yapıldı. Okullar açıldığında kiralık bir ev ve birlikte kalabileceğimiz bir arkadaş grubu aramak oldu, ilk işim. Aramalarım fazla uzun sürmedi. Okulun açıldığı ilk haftanın sonunda hem birlikte kalabilecek bir arkadaş grubu, hem de kiralık bir ev buldum. Kiraladığımız ev; iki oda ve ön tarafı tamamen açık olan bir girişten oluşuyordu. Toprak damlı, çamur sıvalı, taştan örülme olan bu evin her odası sadece küçük birer pencereyle aydınlanıyordu. Ne suyu vardı, ne de elektriği… İlk kiracılarıydık, tabanı da damı gibi toprak olan bu evin. Zira öğrencilere kiralanmak amacıyla henüz o yıl yapılmıştı. Yaklaşık 15–20 m. uzağındaydı, Tunceli’yi ortadan ikiye bölen Munzur Irmağı’nın. Odaların birinde ben, Yusuf Çilek, Hıdır Kılıç ve Mustafa Temel; ötekinde de Zeynel Cengiz, Güzel Doğan, Yusuf Aslan ve Dedali Çelik kalıyorduk. Hepimiz de Tunceli İlk Öğretmen Okulu’nun öğrencileriydik.
Halı, kilim gibi bir yaygımız olmadığı için yataklarımızı doğrudan toprak tabanına serdiğimiz bu evin bir tarafı tamamen açık olan giriş bölümünü, mutfak olarak kullanıyorduk. Bu bölümde bulunan ocakta pişirirdik yemeklerimizi. Ne üstünde oturacak bir sandalyemiz vardı, ne de üzerinde yazı yazabileceğimiz bir masamız… Elektriğimiz olmadığı için ödevlerimizi yaparken de, derslerimizi çalışırken de titrek alevli gaz lambasının loş ışığından yararlanırdık. Çamaşırlarımızı yunarken de, banyomuzu yaparken de, yemeğimizi pişirirken de, bulaşığımızı yıkarken de hep yanı başımızdan akıp giden Munzur’un suyundan kullanırdık. Hatta içme suyumuzu bile… Munzur’un suyu bulanık aktığı zaman da helkelere doldurarak dinlendirdiğimiz sulardan içerdik. Çünkü ne bir pınar ne bir çeşme bulunuyordu yakını-mızda. Ne de şehir suyu vardı evimizde.
“Çilehane” adını vermiştik, bu evimize. Çünkü evden ziyade bir çilehaneyi andırıyordu, burası. Biz, oraya okumaya değil de Hindu çileciler gibi çile çekmeye gitmiştik, adeta. Doğu coğrafyasının karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışının egemen olduğu Munzur Vadisi’nde derinden derine uğuldayarak esen rüzgârdan, geçit vermeyen tipilerden, can alan soğuklardan korunmak için birilerinden ödünç aldığımız eski ve kırık odun sobasıyla ısıtmaya çalışırdık, çilehane adını verdiğimiz bu evi. Ama bilirsiniz boş soba ısıtmaz tek başına. Odun gereklidir, çevresini ısıtabilmesi için. O da bizde bulunmuyordu. Odun alacak paramız yoktu, çünkü. Eee… Doğu coğrafyasının karı bol, soğuğu çok, ömrü uzun karakışında ısınmamız mutlak bir ihtiyaç olduğuna göre bizim, bir şekilde bu eski ve kırık sobada yakacak odun bulmamız kaçınılmazdı.
Bu mutlak gereksinimimizi karşılayabilmek amacıyla hem orman sahiplerine, hem de orman muhafaza memurlarına yakalanmamak için kovadan boşanırcasına yağan yağmura, lapa lapa yağan kara, geçit vermeyen tipiye, uğuldayarak esen rüzgâra ve dondurucu soğuğa inat gecenin zifiri karanlığında yanımızda baltalar, tahralar, ellerimizde pilli el fenerleriyle dalardık, Munzur kıyısındaki ormanlık alana. Varırdık, ormandaki ağaçların en irisinin başına. Birkaç balta darbesiyle kökünden keser devirirdik yere koca meşe ağaçlarını. Sonra da leş kargaları gibi üşüşürdük başına. Her birimiz, doğradığımız parçalardan birini alırdık sırtımıza ve tutardık evin yolunu. Nefes nefese varırdık çilehanenin kapısına. Terimiz soğumadan, getirdiğimiz kütükleri hemen sobaya sığacak büyüklükte doğrardık. Kimimiz odun doğrarken, kimimiz de doğranan o odunları taşırdı içeriye. Sonra sobaya doldurarak yakmaya çalışırdık. En zor işlerden biriydi, soba yakmak. Çünkü odunlar yaştı, tutuşmazdı bir türlü. Ama tutuşmaya başlayınca da yanardı gümbür gümbür. Fırına dönerdi; taş duvarlı, toprak damlı çilehanemiz. Mayışır kalırdık, her birimiz bir yanda.
En can sıkıcı olan şey de doğrudan toprağın üzerine serdiğimiz yataklarımızın üzerine şıpır şıpır damlayan kar ve yağmur sularıydı. Günlerce devam ederdi yağmurlar, karlar. Toprak damlı çilehanemizin üzerine yağan kar ve yağmur suları, toprak damdan içeriye sızıp akardı, damla damla. Bazen ders çalışırken üstümüze damlardı, bazen de doğrudan toprağa sererek içinde mışıl mışıl uyuduğumuz yatakların üstüne… Gündüzleri evde olmazdık zaten. Damlardı, damladığı kadar. Ama geceleri; doğrudan, içinde yattığımız yataklarımızın üstüne düşen damlalar, resmen cehennem azabı çektiriyordu bize. Ardı arkası kesilmezdi, doğrudan toprağa serdiğimiz yataklarımıza düşen damlaların. Gecenin zifiri karanlığında çıkardık, toprak damlı çilehanemizin tepesine. Başlardık damı loğlamaya. Ta ki damlalar dinene kadar.
Yemeğimizi kendimiz yapar, çamaşırımızı kendimiz yıkardık. Bulaşığımızı kendimiz yıkar, temizliğimizi kendimiz yapardık. Banyomuz olmadığı için kimseler görmesin diye gecenin zifiri karanlığında dışarıda yıkanırdık. Hem de sıcak-soğuk, kar-kış demeden. Dişlerimiz titrerdi zangır zangır, bedenimiz morarırdı, soğuktan.
“Çilehane” adını verdiğimiz o çamur sıvalı, toprak damlı evde bir öğretim yılı boyunca çektiğimiz o cefalar, o içler acısı halimiz aradan geçen bunca zamana rağmen gitmiyor, gözlerimin önünden. O günkü tazeliğini hâlâ koruyor belleğimde. Unutamıyorum, unutmak istememe rağmen. Yaşamımın, “Çilehane” adını verdiğimiz toprak damlı, çamur sıvalı, taştan örülme o evden geçen kesitinin her anı, ayrı bir dramatik filme konu olacak kadar hazindir.
xxx
Müslüman olan adamın biri, günün birinde Hıristiyan olmaya karar verir. Hıristiyanlığı seçtikten kısa bir zaman sonra da yaşamını yitirir. Cenaze töreni sırasında oğluna ağıtlar yakan annesi:
—Ah! Ortada kalan oğlum, diye ağlarmış.
Komşuları:
—O gitti kurtuldu. Ortada kalan sen oldun. Ona ağlayacağına kendi haline ağla derler, yaslı anneye.
Gözü yaşlı, sinesi dağlı, yaslı anne:
—Yok, komşular yok. Oğlum Muhammed’i küstürdü, İsa’nın da daha haberi yok kendisinden, der.
xxx
Tıpkı bizim gibi. Yaşam yüz çevirmişti bize. Ailelerimizin haberi yoktu bizim yaşadıklarımızdan.
 Evet, biz ortada kalmıştık.
Bir yandan bu sorunlar yumağıyla mecalleşirken, öte yandan da bizim asli görevimiz olan öğrenciliğin gereklerini yerine getirmeye çaba gösteriyoruz. Tabi bu koşullarda ne kadar yapılabiliniyorsa. Okulların açılışının üzerinden epey bir zaman geçmişti. Muallim Mektebi’nin bu ilk yılının ilk yazılıları başlamıştı, artık. Kompozisyon dersinin yazılısı, bu yılın ilk yazılısıydı. Aynı zamanda Edebiyat hocamız da olan İsmail İkican geliyordu, Kompozisyon dersimize.
Bir telgraf örneğinin yazılması istenmişti bizden, Kompozisyon dersinin bu ilk yazılısında. Herkes bildiğini aktardı kâğıda. Tabi ders Kompozisyon olunca bilgi tek başına yetmiyordu. Yazım kuralları da büyük bir öneme sahipti. Onları yerine göre kullanmak, ya da kullanamamak verilen nota büyük etki yapıyordu.
Birkaç gün sonra açıklanan yazılı sonuçlarından anlaşıldı ki durum hiç de iç açıcı değildi. O zaman yürürlükte olan “10”luk not sistemine göre “6”dan yukarı not alan olmamıştı, sınıfta. Aralarında, daha sonraları Ankara-Çankaya Belediye Başkanlığı görevini yürüten Doğan Taşdelen’in de bulunduğu üç-beş kişi “6”, gerisi de “5” ve “5”ten daha düşük not almıştı, yaklaşık 50 kişilik sınıfta. Bu ilk yazılıda “6” alanlardan biri de ben idim. Hem “6” alanlardan biri olmam, hem de yazımın çok güzel olması hocamızın dikkatini çekmişti. Bundan ötürü hocamız ile aramızda bir yakınlaşma başladı. Hocamızın, beni, hem her 16 Mart günü kutlanan “Öğretmen Okulları Günü”nde sahne alan “Şiir Korosu”na seçmesi hem de Edebiyat Kolu tarafından çıkarılan Okul Gazetesi’nin yazmanlığına getirmesi, zaten edebiyata karşı var olan ilgimi daha da arttırdı.
Aynı zamanda edebiyat öğretmeni de olan Eğitim Şefimiz Gıyasettin Aydın, bizim edebiyat hocamız İsmail İkican’ın önerisi üzerine iki yıl süreyle devam eden bir görev verdi, yazısı, benim yazımdan daha güzel olan sınıf arkadaşım Seyfi Karadeniz ile ikimize. Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü’ne gönderilecek olan “Diploma Defterleri” ile “Sınıf Geçme Defterleri”ni yazıyorduk, Seyfi’yle ikimiz.
 
Kartal Yuvasında Yaşam 
 
Muallim Mektebi’nin ikinci sınıfındayım. Bu yıl okulumuz başlarken daha sakindik. Telaşlı değildik, bir önceki yıl kadar. Okulun açılışının hemen ilk gününde, birlikte eve çıkacağımız arkadaşlarımızı belirledik. Bu arkadaşlarla bir önceki yıldan tanışıyorduk. Çünkü onlarla bir önceki yıl da aynı evi paylaşmıştık. Birlikte kalmayı kararlaştırdığımız Zeynel Cengiz ve Güzel Doğan adlarındaki bu arkadaşlarla okulların açılışının hemen ilk haftasında bulup taşındığımız yeni evimiz, bir önceki yıl kaldığımız eve göre saray yavrusu gibi görünüyordu, gözümüze.
Eski Çarşı denilen semtte, mahalle içindeydi, tek katlı, tek odalı, çatılı olan bu yeni evimiz. Tek katlı olmasına rağmen iki katlıymış gibi görünen yeni evimiz, dubleks tipi bir evi andırıyordu. Çok yüksek ve heybetli bir görünüme sahip olmasından ötürü “Kartal Yuvası” adını vermişlerdi, arkadaşlarımız. Mahallenin ekmek gereksinimini karşılayan pide fırınıyla duvar duvaraydı. Sıcacıktı içerisi. Ne sobaya gerek vardı, ne de oduna… Mevcut olan tek odası, yüksekliği ortadan ikiye bölünerek iki katlı bir duruma getirilmişti. İçeriden ahşap bir merdivenle çıkılırdı, tahtalarla bölünen ikinci katına. Yataklarımız ve giysilerimiz o bölümdeydi. Orada yatar, orada kalkardık. Derslerimizi orada çalışır, ödevlerimizi orada yapardık. Hafta sonları evimize doluşan arkadaşlarımızı orada ağırlardık.
Giriş bölümünü mutfak olarak kullanırdık. Yemeğimizi, aynı zamanda kiler olarak da kullandığımız bu bölümde pişirir, burada yerdik. Elektrik ve suyunun yanı sıra lavabosu ve banyosu da vardı. Banyomuzu yaparken de, çamaşırlarımızı yıkarken de güçlük çekmezdik, bir önceki yıl kadar.
Tunceli’nin Hozat ilçesindendi, iyi kalpli, hüsnüniyetli, yardımsever, dost ve arkadaş canlısıydı, ev arkadaşlarımdan biri olan Zeynel Cengiz. Sevecendi, sempatikti, güler yüzlüydü, bir o kadar da muzip. Çok güzel bağlama çalardı. Ben de söylerdim, onun çok güzel çaldığı bağlamanın eşliğinde. Güzel bir ikili oluşturmuştuk. Öğretmen okulunun son sınıfını aynı şubede okuduğumuz Zeynel’le iki aylık köy stajında da birlikteydik.
Ev arkadaşımın ikincisi de Güzel Doğan’dı. O da; uzun yıllar sonra Belediye Başkanlığı’nı yaptığı Hozat’tandı. Olgun, saygın ve saygılı biriydi. Olaylara anında tepki göstermesine ve hemen parlayıvermesine rağmen birkaç dakika sonra bütün kırgınlıkları unutan, olumsuzlukları bir yana iten, tatlı-sert mizaçlı bir kişiliğe sahipti. Onunla da son sınıfta aynı şubede okuduk, iki aylık köy stajında aynı köye gittik.
Sabahları Zeynel’le ikimizden daha erken kalkardı, Güzel Doğan arkadaşımız. Uyanır uyanmaz hemen mutfak olarak kullandığımız birinci kata inen Güzel Doğan arkadaşımız, gazocağını yakıp çayı demledikten ve kahvaltısını yaptıktan sonra okuldaki sabah etüdüne katılmak üzere ayrılırdı evden. O evden ayrıldıktan bir süre sonra da Zeynel’le ikimiz kalkardık, uykudan. Kahvaltımızı yapar, üstümüzü giyinir ardından da okula gitmek üzere birlikte ayrılırdık evden.
Daha sonra kayınbabası olan bir amcası vardı, Güzel Doğan’ın. Bir bakkaliyesi vardı, amcasının. Ona yardımcı olmak amacıyla hep orada geçirirdi, okul dışındaki zamanlarını. Okul çıkışında o, amcasının bakkaliyesine giderken Zeynel’le ikimiz de eve varırdık. Üstümüzü değişir, gazocağımızı yakar yemeğimizi yapardık. Yemek olana değin yataklarımıza uzanır, dinlenirdik. Yorgunluğumuz geçince soframızı kurar, yemeğimizi yer, hemen ardından da bulaşıklarımızı yıkardık, birlikte. Zeynel’le ikimiz, akşamları geç saatlerde gelen Güzel Doğan eve gelene değin oturur ders çalışırdık. O gelip sayıyı üçledik mi “saz-söz faslı”yla başlayıp, “gırgır faslı”yla sonlandırırdık, günümüzü.
Zeynel arkadaşımız, “saz-söz faslı”nda alırdı eline çok güzel çaldığı bağlamasını. Dokunurdu teline dertli dertli. Ben de onun çaldığı bağlama eşliğinde yanık sesimle başlardım; deyişler, duazlar, koşmalar okumaya. Güzel Doğan bu fasılda iyi bir dinleyici olarak katılırdı, bize.
“Saz-söz faslı”nın hemen ardından “gırgır faslı” alırdı sırayı. Benim kahkahalarla katıldığım bu fasılda baş aktör yine Zeynel’di. Bu fasılda Zeynel’in muzip kişiliği çıkardı öne. Ne yapar eder Güzel Doğan’ı kızdıracak bir şeyler bulurdu mutlaka. Varırdı, üstüne üstüne. Sinir küpüne dönerdi, Güzel Doğan. Hırçınlaşırdı. Başlardı küfretmeye. Onun küfretmesinden, hırçınlaşmasından zevk alırdı, Zeynel. Onun kızgınlığının doruk noktasına ulaştığını gören Zeynel, hemen 360 derecelik bir dönüş yapardı. Bu kez damardan girerdi adeta. Hem de öylesine bir giriş yapardı ki Güzel, hemen yumuşayıverirdi, anında.
—“Kurbanın olayım Piro(dede, yol gösterici). Bütün bunları zaman geçirmek için yaptığımı sen de biliyorsun. Ne diye kızıp kendin harap ediyorsun ki? Senin üzülmene gönlüm razı olmaz. Ver elini, öpeyim, barışalım seninle” deyip sarılırdı ellerine.
Hemen gevşeyiveren Güzel Doğan:
—Tamam, oğlum tamam barıştık işte, derdi.
Böylece hiçbir şey olmamış gibi aracıya gerek kalmaksızın barışırlardı hemen.
Günün birinde yine erkenden kalkıp kahvaltısını yaptıktan sonra okul yolunu tutan Güzel’in sabah kahvaltısında neler yediğini merak eden Zeynel, bir anahtar uydurur, Güzel’in, içinde kahvaltılıklarını sakladığı asma kilitli bavuluna. Açar, Güzel’in bavulunu. İnanamaz gördüklerine. Fal taşı gibi açılır gözleri. Çünkü takriben 2 kg. kadar tulum peyniri, 2 kg. kadar taze tereyağı ve 1,5 kg. kadar da kara kovan balıyla karşılaşır, Güzel’in ahşaptan yapılma bavulundan. Kurduğu kahvaltı sofrasını, Güzel’in bavulundan çıkan kahvaltılıklarla süsleyen Zeynel, hemen ardından duvar duvara olduğumuz pide fırınından sıcacık pideleri aldıktan sonra, aşağıdan:
—Kalk oğlum geç kaldık, diye seslendi bana
Zeynel’in çağrısı üzerine hemen kalktım yatağımdan. Topladım yatağımı, yorganımı. Giyindim üstümü, indim aşağı. Gözlerim kamaştı, sofranın güzelliği karşısında.
—Nereden buldun bunları? diye sordum.
—Üzümü ye bağını sorma, dedi Zeynel.
Tamam deyip birlikte oturduk sofraya. Kendimi bildim bileli ilk kez görüyorum, böyle mükellef bir kahvaltı sofrasını. Hepsinden ayrı ayrı yiyerek doyurduk, karnımızı. Kahvaltımızı yapıp soframızı kaldırdıktan sonra okula gitmek üzere evden ayrıldık. Okula doğru yürüyoruz hızlı adımlarla. Yürüyoruz yürümesine ama kahvaltıda yediklerimizin kaynağı, kurcalıyor zihnimi. Merak ediyorum menşeini. Merakımı yenemiyorum bir türlü. Dayanamıyorum gene soruyorum Zeynel’e:
—Doğru söyle nerede buldun o kahvaltıdakilerini? diye.
—Amma da meraklısın ha…
—Huyum batsın öyleyimdir, diyorum.
—Fazla merak iyi değil. Adamın başına ne gelirse fazla meraktan gelir. Biliyorsun değil mi? diyor, Zeynel.
—Araya laf sokuşturup durma oğlum. Sorduğum sorunun yanıtını versene, diyorum.
—Güzel’in bavulundan…
—İnanmıyorum…
—İnansan iyi olur…
—Desene resmen hırsızlık yapmışsın. Ayıp değil mi? Adam arkadaşına nasıl yapar bunu? Utanmıyor musun bunu yapmaya? diyerek sert tepkide bulunuyorum.
Zeynel:
—(Gülümseyerek) Sofuya bak sofuya, dedi, bana.
—Ne ilgisi var bunun sofulukla? Kendine ait olmayan bir şeyi nasıl kullanırsın sen? Bunun adı, hırsızlık değilse nedir? diyorum.
—Sen yemezsen yeme oğlum, ben yerim. Hem de bitene kadar...
—İyi ne halin varsa gör, diyorum.
Ve dediğini yaptı, Zeynel. Eksik etmedi sofrasından, Güzel’in bavulundan gizli gizli çıkardığı kahvaltılıkları. Sonuçta, başlangıçta karşı çıkıp yemesine engel olmaya çalışmama rağmen ilerleyen günlerde ben de uydum Zeynel’e. Suç ortaklığı yaptım onunla. Birlikte yedik, kahvaltılıkların geri kalan bölümünü. İşin ilginç yanı; Güzel’in, bir türlü yapılanların farkına varmamasıydı. Güzel’den, asma kilitli ahşap bavulundaki gıda maddelerinin gün be gün azalmasına rağmen hâlâ ses seda çıkmayınca merak ettik doğrusu. Anlaşılan o ki henüz hiçbir şeyin farkında değildi, Güzel. Ama Zeynel, Güzel’in olanlar karşısında nasıl bir tavır sergileyeceğini merakla bekliyordu. Neticede Güzel’den beklediği tepkiyi alamayan Zeynel, dayanamayıp bir tatil gününün sabahında her şeyi kendisi anlattı, Güzel’e.
Zeynel’in anlattıklarını büyük bir sükûnet içinde soğukkanlı bir şekilde dinleyen Güzel:
—Oğlum ben şüphelenmedim değil. Aslında şüphelendim şüphelenmesine ama ne bavulun kendisinde bir hasar var, ne de kilidinde… Onun için kimsenin günahını almak istemedim, diyerek ilk anda bizim beklediğimiz tepkiyi vermedi.
Bunun üzerine Zeynel:
—Neyse kardeş kardeş yedik hep birlikte. Helal et olsun bitsin, dedi.
Zeynel’in bu sözleri üzerine kıyamet kopmaya başladı. O zamana değin tepki vermeyen Güzel, parlayıverdi birden.
—Peki, sen nasıl uydun bu şerefsize? Bu şerefsiz, sonunda seni de kendisine benzetti. Öyle mi? Tüh yazıklar olsun sana, diyerek önce beni hedef aldı.
Ben, susmayı tercih ettim. Hiçbir şey demedim, dinledim sadece. Haklıydı çünkü. Ben de olsam aynı tepkiyi verirdim. Ben, susmayı tercih edince Zeynel’e dönen Güzel:
—Ulan şerefsiz, sen ne hakla açarsın benim kilitli bavulumu? Bir de kalkmış; kardeş kardeş yedik birlikte diyor. Sen nerden kardeşim oluyorsun, benim? Mal ortağım mısın benim? Yoksa aynı babadan mı geliyoruz? dedi. Sonra açtı ağzını, yumdu gözünü. Küfrün bini bir para.
Zeynel altında kalır mı bunların? O da başladı:
—Ulan arkadaş değil miyiz burada? Biz, her gün keçi bokuna (siyah zeytin) talim ederken, sen; yağ, bal, peynirle besleneceksin. Allah’a reva mı bu? diyerek karşı atağa geçti.
—Ben hastayım oğlum. Gastritim var. Bunu ikiniz de biliyorsunuz. Keyfimden mi yiyorum onları sanki? Amcamın bakkaliyesinden parasıyla aldım. Üstelik parası da verilmiş değil henüz. Ama ikiniz oturmuş zıkkımlanmışsınız. Zehir zıkkım olsun dedi, ayağa kalktı, kapıyı çarpıp evden çıktı, gitti.
—Beğendin mi yaptığını? dedim Zeynel’e.
—Sen karışma, ben akşama hallederim o işi, dedi.
Bir tatil günü sona ermiş ve güneş batıp gün akşam olmuştu. Zeynel’le birlikte akşam yemeğimizi yemiş dersimizi çalışıyorduk. İkimiz de sabırsızlıkla Güzel’in bir an önce eve dönmesini bekliyoruz. Çünkü küskünlüğün ve kırgınlığın uzamasını istemiyoruz. Bir an önce onunla barışmak, gönlünü alıp kendimizi affettirmek istiyoruz. Gecenin ilerleyen saatlerinde kapı açıldı ve Güzel, suratı asık bir şekilde girdi içeri. Konuşmuyor bizimle. İyi akşamlar demeden çıkardı üstünü, giyindi pijamalarını. Açtı yatağını. İçine girmeye çalışırken, Zeynel:
—Kurbanın olayım Piro. Olan oldu bir kere. Sinirlenip kendini harap etme. Böyle yaparsan gastritin iyice azar. Kıvranır durursun sabaha kadar. Ben, yanımda sabaha kadar mide ağrısından kıvranıp duran bir arkadaşımın çektiği ızdıraba dayanamam. Gel affet bizi. Ver şu elini öpeyim de barışalım dedi ve başladı Güzel’in elini öpmeye.
Hemen gevşeyiveren Güzel:
—Tamam, oğlum tamam barıştık. Ama bir daha da böyle bir halt işleme, dedi.
Böylece iş, her zamanki gibi yine tatlıya bağlanmıştı.
 
Habersiz Gelen Aşk Mektubu 
Biri Alevi, öteki Sünni iki arkadaş konuşuyorlarmış.
Alevi olan yanındaki Sünni arkadaşına:
—Cennete gittiğiniz zaman nasıl ödüllendirileceksiniz, acaba? diye sorar.
Sünni:
—Güllük, gülistanlık bahçe içerisinde kırk huri, kırk zemzem pınarı, envai çeşit meyveler! diyerek yanıtlar.
Sonra da Sünni olan Alevi olana dönerek:
—Peki, olmaz ya! diyelim ki oldu ve sen de cennete gittin. Sen umuyorsun orada? diye sorar.
Alevi:
—Üzüm bağları. Birbirinden nefis envai çeşit şaraplar… diye yanıtlar.
Alevi’nin bu sözlerine öfkelenen Sünni:
—Orası meyhane mi kardeşim? diye sorar.
Alevi sakin bir ifadeyle:
—Peki, kerhane mi orası? der.
*
İkinci sınıfındayım, Tunceli Öğretmen Okulu’nun. 1968 yılının ilk günleriydi. Yani 1967 yılını uğurlamış, 1968 yılına yeni merhaba demiştik. O günün ikinci dersinin giriş zili çalmıştı. Hocamızın sınıfa gelmesini beklerden sınıfımızın kapısına gelen idare nöbetçisi öğrenci arkadaşımız:
—Mehmet Korkmaz kim? diye sordu.
—Benim, dedim.
—Eğitim Şefi istiyor seni, dedi.
—Teneffüste gelirim, dedim.
—Hayır, hemen şimdi istiyor, dedi.
Kalktım, oturduğum sıradan. Vardım nöbetçinin yanına. Birlikte sınıftan çıkarak, idare katındaki Eğitim Şefi bürosunun kapısına vardık.
Nöbetçi:
—Sen burada bekle dedi bana.
Ben kapının dışında beklerken, Eğitim Şefimizin makam odasına girdikten birkaç saniye sonra geri çıkan nöbetçi öğrenci:
—Seni bekliyor dedi, bana.
Tıkladım kapıyı girdim içeri:
—Beni emretmişsiniz hocam, dedim.
Oldukça gergindi. Yüzü asık, kaşları çatılmıştı Eğitim Şefimiz Gıyasettin Aydın’ın. Kızgın olduğu her halinden belliydi. Başı önüne eğikti. Yüzüme bile bakmadan:
—Evet, adıyla sanıyla ünlü Mehmet Korkmaz ben çağırttım seni, dedi kızgın bir ifadeyle.
Onu bu kadar kızgın ve öfkeli görmemiştim asla. Ama kızgınlığının nedenini bilmiyordum. Kendisini öyle görünce şaşırdım doğrusu. Gizleyemedim şaşkınlığımı. Kendisine:
—Sizi bu kadar öfkelendirecek ne yaptım hocam?
—Sen bilirsin diye yanıtladı, sorumu.
—Benim bildiğim bir şey yok hocam. Ama bilmeden sizi kıracak bir şey yaptıysam özür dilerim, dedim.
—Bu öyle özürle geçiştirilecek bir şey değil, dedi.
—Suçum nedir hocam? Bari onu öğreneyim, dedim.
Kendisine yönelttiğim bu soru üzerine masasının çekmecesindeki bir zarfın içinden çıkardığı bir “Yeni yıl Kutlama Kartı” ile bir mektubu bana gösteren Eğitim Şefimiz:
—İşte belgelerin, dedi.
—Neyin belgesi onlar hocam?
—Senin suç belgelerin…
—Siz hangi suçtan, hangi belgeden söz ediyorsunuz hocam? diye soruyorum kendisine.
—Bu bir aşk mektubudur. Sana gelmiş. Şimdi soruyorum sana: “ Eğitim-öğretim yuvası mı yoksa aşk yuvası mı burası? Disipline verip okuldan attırayım da aklın başına gelsin” dedi.
—Siz hangi aşk mektubundan bahsediyorsunuz? Bunlar nedir, kimden gelmiş? dedim.
—Buradan, Tunceli’den postaya verilmiş. Ancak rumuz kullandığı için kim tarafından gönderildiği belli değil, dedi.
—İster inanın, ister inanmayın hocam, bunların hiç birinden haberim yok benim. Daha da ötesi benim hiç kimseyle böyle bir ilişkim yok. Hem böyle bir ilişkim olsa ben okul adresini verecek kadar aptal mıyım? Tanıdık bir sürü esnaf var burada. Verirdim onlardan birinin adresini, mektuplarım oraya gelirdi, dedim.
Elindekilerini göstererek:
—Bu ne peki? diye sordu.
—Ben nerden bileyim hocam? Bu bir komplo ya da şaka olamaz mı yani? Böyle bir şeyden ötürü nasıl yargılarsınız beni? Ama yine de vicdanınız rahatlayacaksa varın disipline verin beni dedim ve kapıya yöneldim. Çıkmak için kapıyı açacaktım ki:
—Mehmet… diye seslendi arkamdan.
—Efendim hocam, dedim.
—Senin bu olaydan habersiz olduğuna inanıyorum. Dinlemeden etmeden seni suçladığım için üzgünüm, dedi.
—Önemli değil hocam dedim ve çıktım odasından.
Mektup gönderen kişi aylar sonra çıktı ortaya. Söz konusu mektup, bana platonik bir aşkla sevdalanan Kız Meslek Lisesi öğrencisi bir kız tarafından gönderilmişti.
Bu olayın yaklaşık beş buçuk ay sonrasıydı. Tarih 19 Mayıs 1967 ya da 1968. Tunceli Öğretmen Okulu ile Malatya- Akçadağ Öğretmen Okulu arasında futbol müsabakasının yapılacağı gündü, bu gün. Bu müsabaka için bir otobüs dolusu Tunceli Öğretmen Okulu öğretmen ve öğrencisi, sevgi gösterileri arasında yolcu edildi, Malatya’ya doğru. Otobüsün hareketinden birkaç saat sonra yas yerine dönüştü, Tunceli Öğretmen Okulu. Acı vardı, feryat vardı, figan vardı orada. Çünkü Tunceli Öğretmen Okulu’nun öğretmen ve öğrencilerini taşıyan o otobüs, Elazığ-Malatya karayolunun Kömürhan Mevkii’nde kaza yapmış ve 20’nin üzerinde kişi yaşamını yitirmişti. Sayısı 20’yi geçen bu gencecik insanın yaşamını yitirdiği haberini alan Tunceli Öğretmen Okulu’ndaki herkes ağladı… Ağladı… Ağladı…
Bu elim kazada yaşamını yitirenlerin cenazeleri okulda yapılan hazin cenaze töreninin ardından memleketlerine gönderilirdi. Söz konusu bu kazada ağır yaralı olarak kurtulan edebiyat öğretmenimiz İsmail İkican sakat kalırken, Eğitim Şefimiz Gıyasettin Aydın da yaşamını yitirmişti. Hepsini saygı ile yâd ediyor, toprakları bol, mekânları cennet olsun diyorum.
 
Mozart’ın Kıyağı 
 
Tunceli Öğretmen Okulu’nda okuduğumda iki öğretmen olmasına rağmen üç yıl boyunca hep Yüksel Özbaş adındaki hocamız girdi müzik derslerimize. Ama biz, “Mozart” lakabını takmıştık ona. Antepliydi, kendisi. Öğretmenlikten çok ticaretle uğraşırdı, bu hocamız. Yanlış bir meslek seçtiği gün gibi aşikârdı. Ticaret, ruhuna öylesine işlemişti ki öğrencilerini değerlendirirken bile ticareti hep ön planda tutardı.
Tunceli Öğretmen Okulu’nun ikinci sınıfındayım. Artık öğretim yılının sonlarına gelmiştik. Derslerimizin son yazılı ve sözlüleri sona ermek üzereydi.
Öteki derslerimizde olduğu gibi, müzik dersimizde yılın son notu veriliyordu. Müzik derslerimizin tamamı “Müzik Odası”nda işlenirdi. Burası, Mozart lakaplı müzik hocamızın da ticarethanesiydi aynı zamanda. Çünkü hocamız, mandolinin yanı sıra biri yerli, öteki Avrupa olmak üzere iki çeşit mandolin teli, akort düdüğü ve pena satardı, burada.
Ticaret ruhlu müzik hocamız, her müzik dersinde olduğu üzere o derste de oturmuştu piyanonun başına. Açtığı not defterini koymuştu, piyanonun üstüne. Mandolinle “Metot” adı verilen büyükçe müzik kitabından parçalar çaldırır, solfej yaptırır ve piyanodan çaldığı notaların adlarını söyletirdi, numara sırasına göre kaldırıp notla değerlendirdiği öğrencilere. Ve bu şekilde veriyordu, yılın son notunu. Öğrenci için bir ölüm kalım notu olan bu not, yıl içinde alınan öteki notlara pek benzemezdi. Çünkü bu not, sınıf geçmeye ya da sınıfta kalmaya doğrudan etki ettiği için çok önemliydi, bizim için. Her zaman olduğu gibi bu değerlendirmede de adil davranmıyordu, bizim Mozart. Çünkü sorulanlara çok güzel yanıtlar vermesine rağmen kırık not alan olduğu gibi hiç hak etmediği halde yüksek not alan da oldu.
Sıra bana gelmişti. Ortalarda bir yerdeydim. 176’ydı okul numaram. Beni kaldıran Mozart, önce mandolinle metottan bir parça çaldırdı. Bu bölümde özellikle notaların zamanlarında ufak tefek kimi hatalarım oldu. Çok başarılı olduğum solfej bölümünün ardından piyanodan çaldığı notaların adlarını ve zamanlarını sordu, onları da yanıtladım. Verdiğim yanıtlara göre yedi ve üzeri bir not bekliyorum. Ama Mozart, sükûtu hayale uğrattı beni. Üç verdi bana. Mozart, notumu üç olarak açıkladığı zaman arkadaşlarım:
—Yaaa! diyerek şaşkınlıklarını dile getirdiler.
Ama ne gam. Mozart vermişti kafasındaki notu. Bir bildiği vardı elbet. Onu değiştirecek değildik ya. Ve verilen bu son notla benim müzik dersinden bütünlemeye kalmam kesinleşti. Ama bu durumda olan tek kişi ben değildim. Sınıfta onun üzerindeydi benim durumumda olan arkadaşlarımın sayısı.
O günkü iki saatlik müzik dersimiz sona ermişti. Okulun üçüncü katında bulunan Müzik Odası’ndan çıkmış, ikinci kattaki sınıfımıza gidiyorduk. Moralim çok bozulmuştu. Merdivenlerden aşağıya inerken Yusuf Aslan adındaki sınıf arkadaşım, koluma girerek kenara çekti beni.
—Müzikten sınıf geçmek ister misin? diye sordu bana.
—Sen istemez miydin? dedim
—Bana bir “Yeni Harman” sigarası alırsan sınıf geçirtirim sana dedi, Yusuf.
- Nasıl yapacaksın?
- Sen karışma. Sınıfı geçemezsen ben sana alacağım, dedi
—Bir değil iki tane bile alırım. Yeter ki sen bu işi yap, dedim.
—Yok, bir tane yeter bana dedi, Yusuf.
—Feda olsun kardeşime. Bir sigaranın lafı mı olur? dedim.
Yusuf:
—Kulaklarını aç beni iyi dinle, dedi.
—Tamam… Dinliyorum, kulağım sende, dedim.
—Yarın ilk işin Mozart’a gitmek olsun. Gideceksin Müzik Odası’na. Alacaksın bir-iki takım mandolin teli, bir akort düdüğü, birkaç tane de pena, dedi.
—Ya sonra?
—Sonrasına karışma sen. Arkası gelir çorap söküğü gibi…
—Tamam, bakacağız göreceğiz dedim.
Okuldan eve gittim. Gün boyunca düşündüm sakin bir kafayla. Yusuf’un söylediklerini yapsam mı, yapmasam mı? diye. Sonunda; Onun söylediklerini yerine getirirsem birkaç liranın dışında bana bir zararı olmaz, bu da bütünlemeye kalmaktan daha iyidir, diyorum kendi kendime. Bundan ötürü karar verdim, Yusuf’un söylediklerini yaşama geçirmeye.
Ertesi günün ikinci teneffüsünde tırmandım, Müzik Odası’nın bulunduğu üçüncü katın merdivenlerine. Vardım Müzik Odası’nın kapısına. Tıkladım kapıyı, girdim içeri. Piyanonun başında oturan Mozart:
—Ne istiyorsun yavrum? dedi.
—Bir şeyler almak istiyorum hocam, dedim.
—Ne alacaksın?
—İki takım mandolin teli, bir akort düdüğü ve birkaç pena…
—Okullar tatile girecekken mi aklına geldi bunları almak?
—Ne yapayım hocam? Bütünlemeye kaldım. Yaz tatilinde çalışmak için alıyorum, dedim.
—Nerelisin?
—Tunceliliyim…
—İçinden mi?
—Hayır köylerinden…
—Köylü çocuğusun yani?
—Evet…
—Babana yardımcı oluyor musun yaz tatillerinde?
—Olmaz olur muyum hocam?
—Yazık! Çok severim köylüleri. Saygı duyulacak insanlardır, onlar. Babam da köylüdür, ordan bilirim…
—Maalesef hocam. Babam da dâhil olmak üzere acınacak durumdadır, köylünün büyük çoğunluğu…
—Madem köylü çocuğusun bir kıyak yapayım sana. Bu istediklerini almana da gerek yok. Evde adam akıllı bir çalış. Yarın teneffüsün birinde yanıma gel. Seni bir daha sözlüye tabi tutayım, dedi.
—Sağ olun hocam deyip ayrıldım, Müzik Odası’ndan.
Okulun günlük eğitim-öğretim süresinin sonrasında eve vardık ev arkadaşım Zeynel Cengiz’le birlikte. Önce yemeğimizi yedik. Sonra başladık hummalı bir şekilde ders çalışmaya. Ama müzik dersini değil. Mandolini elime bile almadım. İstesem de alamazdım. Çünkü iki ayrı dersten yazılı sınavımız vardı, ertesi gün. Ancak onlara hazırlanabildik. Ertesi günün sabahında vardık okula. Yazılı sınavların bir sonrasındaki teneffüste mandolini elime alarak üçüncü kattaki Müzik Odası’nın kapısına gittim. Tıkladım kapıyı girdim içeri:
—İyi hazırlandın mı bari? dedi bana.
—Evet hocam. Dünden beri çalışıyorum, dedim.
—Güzel…
Ardından metottaki bir parçayı mandolinle çaldırdı bana. Sonra solfej… Daha sonra da piyanodan notalar ve zamanları…
—Güzel çalışmışsın. Yeter ki insan çalışmaya azmetsin. Azmedince başaramayacağı bir şey olmaz demek ki. Aferin kutluyorum seni dedi ve on verdi bana.
—Teşekkür ederim hocam deyip ayrıldım yanından.
Müzik Odası’ndan çıkıp sınıfa giderken karşılaştığım ilk kişi, beni bu yola sevk eden Yusuf Aslan oldu. Çünkü sonucu merak eden Yusuf, Müzik Odası’nın kapısının önünde bekliyordu, beni. Ben içerden çıkınca:
—N’oldu? diye sordu.
—On verdi, hem de hiçbir şey aldırmadan, dedim.
—Tel, akort düdüğü, pena falan almadın mı yani?
—Hayır. Aldırmadı…
—İnanmıyorum…
—İster inan, ister inanma…
Mozart’tan bir şey almadım ama Yusuf arkadaşıma söz verdiğim sigarayı hemen o gün aldım.
 
Stajyer Öğretmen Oluyorum 
Ramak kalmıştı, öğretmenliğe. Muallim Mektebi’nin son sınıfındayım artık. Okullar açılır açılmaz iki yıldan beri aynı evi paylaştığım Zeynel Cengiz ve Güzel Doğan adlarındaki arkadaşlarımla birlikte kalmaya karar kıldık. Bu yıl, staj yılımız olduğu için iki ay süreyle bir köy okulunda staj görmemiz gerekiyordu. Bu iki aylık “Köy Stajı” döneminde fazladan kira ödemeyelim diye ev kiralamadık. Munzur’un kıyısındaki Vali Konağı’nın hemen yanı başında, eskiden pansiyon olarak kullanılan viran bir binanın harabeye dönüşen odalarından birine yerleştik. Birkaç odası daha vardı, viraneye dönüşen bu pansiyon binasının. Odaların tamamında, bizim gibi hali-vakti iyi olmayan yoksul köylü çocukları kalıyordu. Ev kirası ödeyebilecek paraları olmayan öğrencilerdi, bunlar. Kapıları kırık, pencerelerinin hiçbirinde cam yoktu, bu pansiyon odalarının. Cam yerine naylon geçirmiştik, pencerelerinin tamamına.
Uygulama ağırlıklıydı, Muallim Mektebi’nin son sınıfı. Birinci ve ikinci sınıflarda öğrenilen bilgiler, uygulamaya dönüştürülüyordu bu sınıfta. Bizim, nazari bilgilerimizi pratiğe dönüştürecek uygulama alanlarımızdı, son sınıfın iki ayını geçirdiğimiz köy ilkokulları ile yıl boyunca gideceğimiz şehir ilkokulları. İki bölümden oluşuyordu, bu stajyerlik. Birincisi; iki ay süreyle köy ilkokullarında yapılan “Köy İlkokulları Stajı”, öteki de iki aylık “Köy İlkokulları Stajı”nın dışındaki eğitim-öğretim yılının arta kalan zamanın tamamını kapsayan “Şehir İlkokulları Stajı”ydı.
Son sınıfta gerçekleştirilen bu stajların her ikisi de; gittiğimiz okullardaki sınıf öğretmenlerinin gözetiminde ve Uygulama Dersi hocalarımızın denetiminde gerçekleştirilirdi. Stajyer olarak gittiğimiz şehir ve köy ilkokullarında girdiğimiz sınıflardaki sınıf öğretmenlerinin verdikleri dersleri izleyen biz stajyerler, daha sonra ders vermeye başlardık. Sırasıyla önce günde bir ders, sonra iki, üç ve dört. Ardından da tam gün verirdik dersleri. Verilen her dersin ardından da kimsenin kişiliğini yıpratmadan uygarca eleştiriler yöneltirdik, ders veren arkadaşlarımıza. Tabi bu arkadaşlarımızın eksik ve hatalı yanlarının yanı sıra olumlu yanlarını da koyardık ortaya. Bir sonraki dersi verdiğimizde arkadaşlarımız tarafından bize yöneltilen eksik ve hatalarımızı yinelememeye özel bir özen gösterirdik. Hataların ve eksiklerin tekrarı durumunda eleştirinin dozu biraz daha sertleşirdi. Ama kırıcı olmazdı asla. Bizim, birbirimizi eleştirmemiz sadece bizimle sınırlı değildi. Ders verdiğimiz sınıfların sınıf öğretmenleriyle Uygulama Dersi hocalarımızın eleştirileri de olurdu. Bu eleştiriler, daha büyük bir önem taşırdı bizim için. İşte öğretmenliğe bu şekilde hazırlanırdık.
Heyecanlı bir bekleyiş vardı, okulların açılışının üçüncü haftasında. Zira okul idaresi tarafından “Köy İlkokulları Stajı”na gönderilecek şubelerin ve öğrenci gruplarının adları açıklanacaktı, o hafta. Hangi öğrenci gruplarının hangi köylere gönderileceği bekleniyordu sabırsızlıkla. Nihayet okul idaresi, okulların açılışının üçüncü haftasının hemen başında beklenen açıklamayı yaptı. Buna göre bizim şubemiz, bu yılın ilk “Köy İlkokulları Stajı”na gidecek şubeler arasında yer alıyordu. Bizim; ben, Zeynel Cengiz, Güzel Doğan, Rıza Gündüz, Mehmet İnce, Kazım Gül, Düzgün Gül ve adlarını şu an anımsayamadığım iki arkadaş olmak üzere dokuz kişiden oluşan grubumuz, Yolkonak Köyü İlkokulu’na gidecekti.
Beklenen gün gelip çatmıştı nihayet. O gün, büyük gündü bizim için. Okul idaresince belirlenen şubelerdeki öğrenciler, gruplar halinde staj köylerine gideceklerdi. Sabahın erken saatlerinden itibaren, öğrenci gruplarının eşyalarını staj köylerine götürecek olan kamyonlar, doldurdu okulun bahçesini. Tatlı bir telaş, hummalı bir çalışma vardı, okul bahçesinde. Gözlerinin içi gülüyordu adeta, kendilerini staj köylerine götürmek üzere okulun bahçesini dolduran kamyonlara yatak, yorgan, masa, sandalye, giyecek ve gıda maddelerini yükleyen öğretmen adaylarının.
Yükleme işi tamamlanan kamyonlar, dizildiler art arda. Birbirine karışan klakson sesleriyle alkış sesleri arasında çıktılar, okul bahçesinden birer birer. Yola koyuldular, gidecekleri köylere doğru. Bizim grubun, eşyalarını yükleyerek bindiği kamyon da yol almaya başladı, o dönemin Tunceli-Elazığ karayolu güzergâhında bulunan Yolkonak köyüne doğru. Kamyonla yaptığımız kısa bir yolculuğun ardından nihayet vardık, Tunceli’ye 20 km. uzaklıktaki Yolkonak Köyü İlkokulu’nun bahçesine. Sevincimiz de tıpkı heyecanımız gibi doruk noktasına ulaşmıştı. Tir tir titriyordu, her yanımız. Bahçeye varınca orada oyun oynayan minik yavruların ateşli alkışları arasında indik, kamyondan. Orada aynı zamanda okul müdürü de olan öğretmen Hıdır Yıldırım ve öğretmen Necmettin Sahir Güner’le tanıştık önce. Hemen ardından da yarınlarımızın umutları olan minik yavrularımızla kucaklaştık, birer birer.
 Okul müdürü Hıdır Yıldırım’la birlikte kamyona binerek vardık, Tunceli Öğretmen Okulu idaresince bizim için orada kiralanan evin kapısının önüne. Yeni evimize yerleştirdik, kamyondan indirdiğimiz eşyaları birer ikişer. Kısa süre içinde, bize “Hocam” diye hitap eden köylülerin akınına uğradı evimiz. Hem  “Hoş Geldiniz” demek, hem de varsa eksiklerimizi gidermek için.
Eşyalarımızı yerleştirene değin güneş batıp gün akşam olmuştu. Eşyalarımızın yerleştirilmesi işi bitince de akşam yemeğini yemek üzere davetlisi olduğumuz ve o zamana kadar yanımızda kalıp bize yardımcı olan öğretmen Hıdır Yıldırım’ın evine gittik. Orada yenilen akşam yemeğinin ve içilen “Hoş Geldiniz” çayının ardından evimize geri döndük.
Eve döner dönmez ilk işimiz, ertesi günden itibaren nöbetçi olacak arkadaşlarımızın adlarını gösteren bir “Nöbet Çizelgesi” hazırlamak ve nöbetçi olacak kişinin görevlerini saptamak oldu.
Yeni bir güne ve yeni bir göreve merhaba demek üzere ertesi günün ilk ışıklarıyla uyandık hep birlikte. Adı, akşamdan hazırlanan nöbet çizelgesinin birinci sırasında yer alan arkadaşımız tarafından hazırlanan kahvaltı sofrasında hep birlikte kahvaltı yaptıktan sonra okula gitmek üzere evden ayrıldık. Günlük nöbetçi arkadaşımızın dışında kalan sekiz kişilik grubumuzun tamamında büyük bir heyecan vardı. Öylesine bir heyecan ki okula doğru her adım atışta doruğa tırmanan. Öyle bir heyecan ki bedenlerimizi esir alan. Evet, bedenlerimiz yenik düşmüştü ona. Titriyorduk, iliklerimize soğuk işlemişçesine. Kendimizde değildik, uçuyorduk adeta. Ta uzaklardan bile görülebilen, tarifi mümkün olmayan bir mutluluk vardı gözlerimizde. Çünkü o güne kadar hep öğrenci olarak girdiğimiz o sınıflara artık öğretmen olarak girecektik. Böylesi bir mutluluk ancak yaşanır, tarifi mümkün değil.
Okul bahçesinde oyun oynayan çocukların, köyün semalarında yankı bulan cıvıl cıvıl sesleri, insanı büyülüyordu adeta. Okulun bahçe kapısının hemen girişinde tek sıralı saf halinde dizildiler, bizi gördüklerinde. Onların, başlarını hafifçe öne eğilip dizlerini hafif bir şekilde kırarak: “Günaydın öğretmenim!” sözcükleriyle girdik okul bahçesine. Bahçeye girdikten kısa bir zaman sonra çalan ilk ders ziliyle birlikte girdiğimiz sınıflarda tanıştık, onlarla birer birer.
Sınıf öğretmenlerinin verdikleri dersleri izlemek, ilk günden itibaren bizim öncelikli görevimiz oldu. Derse nasıl giriş yapılacağını, dersleri anlatırken öğrencilerin dikkatlerinin nasıl çekileceğini, öğrencinin derse nasıl motive edileceğini, hangi yöntemlerden ne zaman ve nasıl yararlanılacağını hep onlardan öğrendik. Sorular sorduk onlara. Yanıtlar aldık onlardan. Daha sonraki günlerde de öğretmenlik mesleğine dair öğrendiğimiz nazari bilgileri, yaşama geçirmek üzere birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar tüm sınıflarda dersler verdik.
İlk günden başlayarak her sınıfta verdiğimiz bu derslerin hemen sonrasında hepimiz bir araya toplanır, ders veren arkadaşımızın, bir daha tekrarlanmasını istemediğimiz hata ve eksikliklerini sıralardık birer birer. Ama kırmamaya, incitmemeye özen göstererek. Ne eksikliklerini örtbas eder, ne de başarılı yanlarını söylemeyi ihmal ederdik. Arkadaşlarımızın başarılarını da başarısızlıkları gibi ön plana çıkararak yüreklendirirdik onları.
Bütün bunları aynı zamanda okul müdürü de olan öğretmen Hıdır Yıldırım’ın önderliğinde ve denetiminde gerçekleştirirdik. Kişiliğine, mesleki bilgi ve engin deneyimine derin saygı duyduğum sınırlı sayıdaki kişilerin başında gelir, öğretmen Hıdır Yıldırım. Yaşamın hemen her alanında hep örnek aldığım biridir, O. Ondan öğrendim mesleğin inceliklerini. Uygulama hocamız Sn. Cavit Gürsoy tarafından sınıf sınıf gezdirilerek örnek gösterilen ve plan, program, yasa, yönetmelik, okulda tutulması gereken defter ve dosyalara ilişkin tüm bilgileri kapsayan “Staj Dosyası”nı da yine onun engin bilgi ve deneyiminden yararlanarak hazırladım. Görev yaptığım yerlerdeki dillere destan çalışmalarım da meslekte hep ön sıralarda yer almam el üstünde tutulmam da onun eseridir. Çünkü beni esinlendiren tek kişidir Hıdır öğretmen.
 “Orta Bir Öğretmen Söyler; İyi Bir Öğretmen Öğretir; Üstün Bir Öğretmen Esinlendirir” diye bir klişe sözümüz vardır. İşte Hıdır Yıldırım, üstün öğretmen grubuna giriyor. Çünkü esinlendiriyor, insanı.
Kısaca öğretmen Hıdır Yıldırım’ın engin deneyimi sayesinde o stajyerlik dönemi sonrasındaki yaşamım boyunca öğrencilerime öğretmenlik, halkıma öğrencilik yapabilecek bilgi ve becerilerle donandık, bu iki aylık “Köy Stajı” döneminde.
Yolkonak’taki öğretmen, öğrenci ve halkla aramızda oluşan bu sıcak ve samimi ilişkiler ve derin dostluk duyguları sayesinde iki aylık staj döneminin nasıl sonuna geldiğimizin farkına bile varmadık.
Her şeyde olduğu gibi bu işin de bir sonu da olacaktı elbette. Biz istesek de istemesek de o kaçınılmaz sona yaklaşmıştık. Bir başka ifadeyle iki aylık “Köy Stajı”nın sonuna gelmiştik artık.
Takvim yaprağındaki tarihler; Aralık 1968 ayının sonlarını gösteriyordu. Karlı bir kış günüydü, dönüş için okul idaresince gönderilen kamyon kapımıza dayandığında. Karlar lapa lapa yağıyordu üstümüze, bizi uğurlamak üzere tam kadro evimizin önünde toplanan Yolkonak Köyü İlkokulu öğretmen ve öğrencilerinin yanı sıra çok sayıdaki köylü ile birlikte eşyalarımızı kamyona yüklerken. Ama o karlar zerre kadar etkilemiyordu bizi. Aramızda oluşan derin dostluk bağlarının sıcaklığına dayanamadığı için hemen eriyip gidiveriyordu.
Evet, iki aylık staj dönemi sona ermiş ve görev tamamlanmıştı artık. Ayrılığın vakti gelmişti yani. Öyle ise bu görevi yerine getirmek gerekiyordu. Vakti gelen ayrılığı daha fazla ertelemenin ne faydası vardı, ne de mümkünü… Başta öğretmenler olmak üzere öğrenci ve köylülerle birer birer vedalaşarak bindik, okul idaresince gönderilen minibüse. İlerledik ağır ağır. Gözden kayboluncaya değin eller havada sallanıp durdu, bir sağa bir sola.
Hem mesleki hem de insani açıdan umduğumuzdan daha fazlasını bulduğumuz bu iki aylık öğretmenliğe elveda, öğrenciliğe yeniden merhaba demek üzere ayrıldık Yolkonak’tan.
 
Bekçi Battal 
İki ay süreyle devam eden bir “Köy İlkokulları Stajı”nın hemen sonrasında Tunceli’nin karı çok, soğuğu bol, ömrü uzun karakışının tam ortasında geri döndük baraka tipi virane pansiyonun harabe odasına. Isıtmak oldukça zordu burayı. Hayırseverin birinden aldığımız eski bir sobayı yakarak viraneye dönüşen pansiyonun harabe odasını ısıtmak için odun lazımdı, bize. Ama ne odunumuz vardı, ne de odun almak için paramız… Bu durumun önüne geçmek için bir an önce bir çözüm bulmak gerekiyordu. Hani “Kul sıkışmayınca Hızır Yetişmez” derler ya. Biz de kara kara düşünürken beğenmesek de birden aklımıza takıldı bir çözüm yolu. Parlak fikirleriyle meşhur bir arkadaşımız vardı:
—Arkadaşlar ne güne duruyor viraneye dönüşen pansiyon binasının bahçesindeki koca koca akasya ağaçları? Kesip ısınabiliriz onlarla, dedi.
Arkadaşın biri:
-Olmaz, dedi.
Bir başka arkadaş:
—Zemherinin soğuğunda donacak değiliz herhalde. Canımızdan daha mı kıymetli onlar? Bir an önce kesmeye başlayalım, dedi.
Her defasında yazıktır deyip acısak da, sonuçta viraneye dönüşen pansiyonun öteki odalarında kalan öğrencilerle birlikte kendi yaşamımızın idamesi için kıyardık onların yaşamına. Alırdık baltaları elimize yanaşırdık gövdelerine. İndirirdik balta darbelerini, koca akasya ağaçlarının köküne. Balta darbelerine daha fazla direnemeyen koca akasya ağaçları, yürek burkan bir cayırtı ile sere serpe uzanırdı yere. Soba boyuna göre keserek odun haline getirdiğimiz o koca akasya ağaçlarıyla ısıtırdık kaldığımız pansiyon odalarını. Hatta daha fazla akasyanın yaşamına son vermemek için çok soğuk zamanlarda harabeye dönüşen pansiyon odalarının tamamını mesken edinen öğrencilerle büyük odalardan birine toplanır, hep birlikte orada kalırdık günlerce.
Hep birlikte günlerce kaldığımız pansiyonun o büyük odasında herkes sırasıyla anlatırdı anılarını, üzeri küllenmiş bostan hırsızlıklarını, aşklarını. Sonra da gülerdik dakikalarca. Hele bir eğlence faslımız vardı ki doyum olmazdı tadına. Bağlamalar çalınır, deyişler okunur, türküler söylenir, oyunlar oynanırdı dakikalarca. Bu şekilde sabahladığımız gecelerin sayısı bir hayli kabarıktı.
Tatil günlerinde, yatılı olarak okuyan pek çok öğrenci arkadaşımızın da katılımıyla iki katına çıkardı, harabeye dönüşen baraka tipi pansiyonun viraneyi andıran odalarında barınan 25–30 kişilik öğrenci grubumuzun sayısı. İki de müdavimimiz vardı, bu arkadaşlarımızın dışında.
Mahallemizin, Battal adlı ve Keko Dayı lakaplı gece bekçileriydi bunlar. Otuz yılı aşkın bir hizmeti olan Keko Dayı’nın yaşı kemale ermişti artık. Battal adlı olanı ise göreve yeni başlamış ve gencecikti henüz. Her gece biri nöbetçi olurdu, bunların.
Munzur Vadisi’nde uğuldayarak esen rüzgâra, lapa lapa yağan karlara, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurlara ve ayazlı gecelerin can alan dondurucu soğuklarına daha fazla direnemeyen Battal ile Keko Dayı, bizim ikametgâh olarak kullandığımız viranelik baraka tipi pansiyonun harabe odalarında alırlardı soluğu. Soba ateşinde pişirdiğimiz çaylarımızı içer, sohbetlerimize katılırlardı zaman zaman. Soğuğun içine kadar işlediği kemikleri birazcık ısınınca da mayışır kalırlardı. Yığılırlardı oldukları yere. Uzanır yatarlardı yataklardan birine.
Saat başı onları denetlemeye gelen nöbetçi polis ekipleri düdüklerini öttürmeye başladıklarında; o gece nöbetçi olmasına rağmen bizlerden birinin yatağına uzanıp uyuyan bekçi hemen uyanıp dışarı çıkardı. Düdüklerini öttürerek: “Biz buradayız” diye yanıt verirlerdi, kendilerini denetlemeye gelen polis ekibine. Görüşürlerdi onlarla. Görüştükleri polis ekibini uğurladıktan sonra mahalleyi şöyle bir kolaçan ettikten sonra hemen dönerlerdi yanımıza. Sonra tekrar uzanırlardı yatağa, başlarlardı uyumaya. Kimi zaman öylesine derin uykuya dalarlardı ki, kendilerini denetlemeye gelen polis ekiplerince çalınan düdük seslerini duymazlardı bile. Acırdık onlara. Kendilerine bir zarar gelsin istemezdik. Bundan ötürü böyle zamanlarda biz girerdik devreye. Görevlerinin gereklerini yerine getirsinler, işlerinden olmasınlar diye kendilerini hemen uyandırır, gönderirdik dışarıya.
Kontrol için gelen nöbetçi polis ekibini gönderdikten sonra tekrar dönerlerdi yuvaya.
Yine o bildik manzaraların yaşandığı soğuk kış gecelerinden biriydi. Nöbetçi bekçi, Battal’dı o gece. Kar vardı yerde. Hava ayazdı. Soğuk, insanın iliklerine işleyecek, kanını donduracak derecede etkiliydi. Munzur Vadisi’nin uğuldayarak esen sert rüzgârının etkisiyle bir kat daha artmıştı, ayazlı gecenin can alan dondurucu soğuğu. Mahallede birkaç tur atan Bekçi Battal, dondurucu soğuğa daha fazla direnemeyince soluğu bizim virane pansiyonun odasında almıştı. Geldiğinde eli ayağı buz kesmiş, dudakları morarmıştı, konuşamaz durumdaydı Bekçi Battal. Hemen oturttuk, gümbür gümbür yanan sobaya yakın ranzalardan birine. Soğuk suyla yıkadık yüzlerini, ovduk ellerini. Ardından birkaç bardak sıcacık çay içirdiğimiz Bekçi Battal, bir zaman sonra kendine gelebildi nihayet. Hemen uzandı, üzerine oturduğu ranzaya. Uzanış o uzanış. Üstüne çöken rehavetin etkisiyle hemen daldı uykuya. Uyandırmaya çalıştık ama nafile. Bekçi Battal uykuya değil, ölüme yatmıştı sanki. Uyandıramadık bir türlü.
Bekçi Battal uyanmamakta direnir olunca; “Buna bir oyun oynayalım” şeklinde bir düşünce atıldı ortaya. Başta muzipliğiyle bir numara olan Zeynel Cengiz ve Tunceli Lisesi son sınıf öğrencilerinden Ovacıklı İbrahim Ayata olmak üzere herkes, Bekçi Battal’a oynanacak oyun hakkında senaryolar üretmeye başladı. Sonuçta üretilen senaryoların birinde karar kılındı. Üzerinde mutabakata varılan ve hemen uygulamaya konan bu senaryo gereği oyunun baş aktörü olarak seçilen İbrahim Ayata, hâlâ uyumakta olan Bekçi Battal’ın düdüğünü ve belindeki tabancasını alarak dışarı çıktı. Biz, içerdekiler de ışığı söndürüp cam yerine naylon takılmış pencerelerden birini açıp araladıktan sonra girdik yataklarımıza. Çektik yorganları kafalarımıza. Tam bu sırada, dışarı çıkan İbrahim Ayata başladı düdüğü öttürmeye. Düdük öttürülmeye başlanınca içerdeki arkadaşlarımızdan biri:
—“Battal kalk. Ekip geldi düdüğünü öttürüp duruyor” diyerek Battal’ı uyandırmaya çalıştı. Güç de olsa sonunda düdüğün sesine  uyandı Bekçi Battal. Yarı uykulu bir şekilde kalktı, yattığı ranzadan. Karanlığa gömülen koca odada sağa sola çarpa çarpa çıktı dışarıya. Bu arada dışarıda bulunan İbrahim Ayata ha bire öttürüp duruyor düdüğü. Dışarı çıkan Bekçi Battal, ekip zannettiği İbrahim Ayata tarafından durmadan öttürülen düdüğe yanıt vermek için elini atar düdüğüne. Ama düdük yok yerinde. Düdüğünü bulamayan Bekçi Battal, hiç zaman yitirmeden gerisin geri döndü içeriye. Doğruca vardı, uyuduğu ranzanın başına. Kayıp düdüğünü aramaya başladı, söylene söylene. Bulamadı tabi. Tekrar yöneldi kapıya doğru. Çıktı dışarıya. O dışarıya çıkarken İbrahim Ayata, aralanan pencereden içeri girdi.
Dışarıda birkaç dakika dolanan Bekçi Battal, tabancasının da olmadığının farkına varır. Hemen geri döndü içeri. Yaktı ışığı. Koştu, yattığı ranzanın başına. Başladı aranmaya. Bulamadı aradığını. Başladı çocuk gibi ağlamaya.
—N’oldu Battal, neden ağlıyorsun? dedi İbrahim Ayata.
—Hemi düdügüm, hemi de tabancam kayıp abey, dedi.
Bu arada uyanmış numarası yapan bizler de hiçbir şeyden haberimiz yokmuş gibi kalkıp oturduk yataklarımıza,
—İyi düşün, evde ya da başka bir yerde unutmuş olmayasın dedi, Rıza Gündüz.
—Yok, abey üzerimdeydi dedi Battal.
—Mahallede ya da gezip dolaştığın yerlerde düşürmeyesin…
—Bakındım, arandım ama bulamadım oralarda…
—İşin kötü o zaman senin, dedim.
—Hemi de nasıl kötü abey…
—Yapman gereken tek şey var o zaman…
—Neymiş o abey? dedi Battal.
—Karakola git, durumu olduğu gibi anlat kendilerine dedi Zeynel Cengiz.
—Ya sonrası abey?
—N’olacak sonrası Battal? Canını alacak değiller ya bir tabanca için. Yapacakları tek şey var. Görev mahalline gelip bir tutanak tutarlar. Bizi şahit gösterirsin. Yardımcı oluruz sana. Olur, biter dedi Mehmet İnce.
—Yoh abey yoh, bu iş bitti artık. Sonum geldi benim. Hemi görevden alırlar, hemi de kodese tıkarlar beni. Çoluk-çocuğuma bakacak kimim kimsem de yoh. Onlar dışarıda açlıktan ölürler, ben de içerde kahrımdan… dedi hıçkıra hıçkıra.
 
Tam da bu sırada düdük sesleri gelmeye başladı, dışarıdan. Polis ekibinin düdük sesleriydi bu. Battal’ı denetlemeye gelmişlerdi.
—A ha! İşte şimdi bittim ben, dedi Battal.
Çözüldü dizlerinin bağı. Tutuldu dili. Sararıp solmaya başladı yüzü. Dolandı eli ayağı birbirine. Ne hareket edecek hali kaldı Battal’ın ne de konuşacak mecali…
İş ciddiye binmişti artık. Adam ölüp ölüp diriliyor. O kalpten gidecek, biz vicdan azabından… Bu durumda şakayı daha fazla uzatmanın hiç bir anlamı yoktu. Her şeyi tadında bırakmak gerek diyerek şakayı sonlandırarak verdik tabancasını, düdüğünü. Yolladık dışarıya.
Diyecek yoktu keyfine, ağzı kulaklarına varıyordu, kendisini denetlemeye gelen polis ekibini uğurladıktan sonra pansiyon odasına gelen Bekçi Battal’ın. Gözlerinin içi gülüyordu adeta. Yeniden doğmuş gibiydi sanki. Sarıldı boynumuza birer birer. Öptü hepimizi, teşekkür ederek.
 
Mezuniyet Gecesi
İki aylık Köy Stajı’ndan döndükten sonra öğrencilik ağır geldi bize. Biz, her ne kadar iki aylık köy öğretmenliğinin sonrasında yeniden başladığımız öğrenciliği, sırtımızda bir kambur gibi görsek de Köy Stajı’nın sonrasındaki birkaç aylık zamanımızın; baraka tipi pansiyon binasının viraneye dönüşen odası, Öğretmen Okulu ve minik yavrularımızın cıvıl cıvıl sesleriyle çınlayan şehir ilkokulları üçgeni arasında mekik dokuyarak geçeceği bir gerçekti. Bu gerçeği yok saymak mümkün değildi. Hendeği geçmeden karşı tarafa varmak olanaksızdı. Karşı tarafa geçmek için hendeği geçmeliydik, mutlaka.
Öğretim yılının sona eren birinci döneminin sonrasında başlayan ikinci döneminde; haftanın son iş günü olan her Cuma, hep merkez ilkokullarında kalırdık. Oralarda geçerdi tüm günümüz. Önceleri dinleyici olarak girdiğimiz sınıflara daha sonraları öğretmen olarak girmeye başladık. Anlayacağınız biz öğretmenliğe, öğretmenlik de bize alışır olmaya başlamıştı artık. Bir bütünün iki parçası gibiydik adeta. Sırtımızda kambur olarak gördüğümüz öğrencilikten kurtulmak için gün sayıyoruz artık. Derken bir de baktık ki ikinci yarıyılın sonuna gelmişiz. Ara sınıflar tatile girmiş ve bir ay sürecek olan “Bitirme Sınavları”na başlanmıştı. Sıra, bir aylık Bitirme Sınavları Dönemi’nin sonrasındaki Mezuniyet Gecesi’ne gelmişti.
İçinde çeşitli aktiviteleri barındıran Mezuniyet Gecesi; Vali ve Vali Yardımcıları başta olmak üzere ildeki tüm daire ve okul müdürleri ile öğrenci velilerinden bir bölümünün katılımıyla tam bir şölen havasına dönüşmüş durumdaydı.
Gece; “İğne atsan yere düşmez” atasözünü kanıtlar gibiydi adeta. Sanılandan daha kalabalıktı. Adım atılacak yer yoktu. Gönlünce eğleniyordu herkes. Diyecek yoktu keyiflerine.
—Ya biz öğrenciler?
 Diken üstündeydik biz. Hop oturuyor hop kalkıyorduk. Bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyordu, eğlence. Bizi ilgilendiren tek şey mezun olup olmadığımızdı. Çünkü bir ay süreyle devam eden “Bitirme Sınavı”nın sonuçları açıklanmamıştı. Bunun için de sonuçların bir an önce açıklanmasını, diplomaların verilmeye başlanmasını bekliyorduk büyük bir sabırsızlıkla. Çünkü diploması verilen öğrenci mezun, verilmeyen de mezun olmamış olurdu. Diploma törenine geçilmesini istememiz ondandı.
Çeşitli etkinliklerle eğlencenin doruk noktasına ulaştığı gece, bir hayli ilerlemişti; diplomalar verilmeye başlandığında. A Şubesi’nden başlanarak veriliyordu, diplomalar. Kürsüden önce genç öğretmenlerin, ardından da diplomayı verecek olan davetlilerin adları okunuyordu.
Sıra bizim “B Şubesi”ndeki arkadaşlarımızın adlarının okunmasına gelmişti. Adımın mikrofondan anonsuna geldiğinde heyecanın esiri olmuştu bedenim. Elim ayağım birbirine dolanır olmaya başlamıştı. Dilim damağım kurumuş, bedenim zangır zangır titriyordu. Bu ruh hali içinde çıktım kürsüye. Çıktım çıkmasına ama oraya nasıl gittiğimi, diplomayı kimin elinden aldığımı ve erime nasıl döndüğümü hiç mi hiç hatırlamıyorum. Belki bir sürpriz olmuştu ya da hazırlıksız yakalanmıştım ondandı heyecanım. Ama öyle ya da böyle hiç fark etmez. Ben diplomayı elime almış ve öğretmen olmuştum artık. Benim, ya da bizim için önemli olan bu değil miydi? Amacımıza ulaşmıştık sonuçta.
Etkinliklerin sona ermesini beklemeden benim gibi diplomalarını alan üç yıllık ev arkadaşlarım Zeynel Cengiz ve Güzel Doğan’la birlikte ayrıldık, Mezuniyet Gecesi’nden. Vardık, mesken tuttuğumuz baraka tipi pansiyon binasının harabeye dönüşen odasına. Biriktirdiğimiz harçlıklarımızla hemen yanı başımızdaki büfeden aldığımız şarap ve mezelerle kurduk çilingir sofrasını. Oturduk başına. Başladık saz çalıp türküler söylemeye. Eğlendik gönlümüzce sabaha değin.
Hiç uyumadan sabahladığımız gecenin sabahında, mezuniyetimizi belgeleyip atanma talebinde bulunmak için Nüfus Cüzdan sureti, ikametgâh ve fotoğrafların da aralarında yer aldığı birçok belgeyi tanzim edip idareye vermek üzere okula gittik. Söz konusu belgeleri tanzim edip okul idaresine teslim edene değin gün akşam oldu. Eve dönünce uyku vaktini bile beklemeden girdik yataklarımıza, ilk akşamdan.
Öğrencilik yaşamım boyunca ilk kez deliksiz bir uyku uyuduğum bu gecenin sabahında çalınan kapı sesiyle uyandım:
—Kim o? diye seslendim.
—Benim, dedi babam.
—Kapıya en yakın yatak benim olduğu için kapıya ilk koşan ben oldum. Açtım kapıyı. Aldım babamı içeri.
—Hoş geldin, diyerek öptüm elini.
Babam:
—Hoş bulduk, deyip bağrına basarak gözlerimden öptü beni.
İkimiz hal-hatır sorarken uyanarak yataklarından kalkan ev arkadaşlarım Zeynel Cengiz ile Güzel Doğan da:
—Hoş geldin amca, diyerek hatırını sordular babamın.
—İmtihanlarınız n’oldu? diye sordu babam.
—Bitti…
—Netice belli oldu mu?
—Oldu, dedi Zeynel.
 —İyi mi bari?
—İyi, iyi hem de çok iyi. Üçümüz de “İYİ” derece ile mezun olduk. Hatta diplomalarımızı alıp tayin dilekçelerimizi bile verdik, dedi Güzel Doğan.
—Haydi, gözünüz aydın. Muvaffakiyetler diliyorum dedi.
Ardından, ev arkadaşlarım Zeynel Cengiz ile Güzel Doğan’ın gözlerinden öperek onları kutlayan babam:
—Senin de gözün aydın oğlum, dedi.
Bir yandan kollarıyla sıkı sıkıya beni bağrına basan babam, öte yandan da yanaklarından aşağıya doğru süzülen gözyaşlarına engel olmaya çalışıyordu. Ama nafile. Engel olmaya çalıştıkça yanaklarından boncuk boncuk süzülen yaşlar daha da hızlandı.
Babamın, gözlerimle tanığı olduğum gözlerindeki o sevinci, buruş buruş olmuş yüzlerindeki o anlamlı mutluluğu şu an dile getirmeye sözcükler kifayet etmez. O anı öğrenmek için anlatmak değil, yaşamak lazımdır. Tarifi mümkün olmayan bir duygu yaşadık orada. 
O anı sözcüklere dökemem, dökmem de mümkün değil. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: “Köyünde, çocuğunu okutarak bir ilke imza atan babam yaşamayacaksa kim yaşayacak bu duyguları? Bu duyguları yaşamak onun en doğal hakkı değil miydi? Herkese örnek olsun diye bir fidan dikmişti bahçesine. Yaz-kış, sıcak-soğuk demeden, durup dinlenmeden, bıkıp usanmadan baktı, emek verdi o fidana. Suyunu gübresini eksik etmedi kökünden. Özenle beslediği o fidanı meyve verecek çağa getirmişti. Hem de sayılamayacak kadar çok zorluğa rağmen.
Ateşleyeni oydu, içimdeki fitilin. Duygularım onun sayesinde birer birer dönüşüyordu söze. Sevginin, fedakârlık olduğunu ondan öğrenmiştim. Sevginin, sevene karşı saygı duymak olduğunu; sevginin, acı çekmek olduğunu; sevginin, özlemin kıskacında tutuşup yanmak olduğunu o öğretmişti bana. Ondan öğrendiğim bu duygularla sarıldım kendisine. Sarıldıkça sarılasım geliyordu, yekvücut olmak istiyordum onunla. Başka ne yapabilirdim ki? Ona teşekkür etmenin en doğal yolu bu değil miydi? Öptüm nasırlı ellerini. Tac ettim başıma.
Hepimiz etkilenmiştik bu duygu yüklü dakikalardan. Sildik akan gözyaşlarımızı. Vakti gelmişti, artık ayrılığın. Ayrılığın öncesinde üç yıllık ev arkadaşlarımla son bir kez daha oturduk, kahvaltı sofrasına.
Kahvaltının sonrasında babamla birlikte; daha önce denk haline getirdiğim yataklarımı, paketlediğim eşyalarımı ve mevcut birkaç giysimi emektar kara katırımıza yükleyerek yola koyulduk köye doğru. Yola koyulmadan önce aramızda sevgiye, saygıya ve hoşgörüye dayalı bir dostluk bağının oluştuğu üç yıllık mekandaşlarım Zeynel Cengiz ve Güzel Doğan’la vedalaştık. Ardından şehirlerin en küçüğü ve en şirini olan Tunceli’ye elveda diyerek düştük köyümüzün tozlu yollarına. Birkaç saatlik yaya yolculuğun sonrasında vardık köye. Köyümüze vardığımızda sevincim iki katına ulaştı. Çünkü yol geliyordu köyümüze. Makineler harıl harıl çalışıyorlardı, köyü bir an önce yola kavuşturmak için. Hem sevinçli, hem de gururluydu ilk öğretmenine ve yoluna kavuşan köylümüz.
Aydınlık demekti, uygarlık demekti yol. Bundan böyle aydınlığa doğru koşacak, uygarlığa doğru kucak açacaktı köylümüz. Artık, Tunceli’ye ne yürüyerek gidecekti, ne de at sırtında… Bundan böyle çeşit çeşit taşıtlarla tanışacak onlarla kucaklaşacaktı, köyümüz. Hayvan seslerinin yanı sıra klakson sesleriyle de tanışacaktı, bebelerimiz. Can alıcı dondurucu soğukların, geçit vermeyen amansız tipilerin egemen olduğu karakışta hasta düşen Fidan Teyzeler, Hatice Nineler, doğum sancısı çeken Sultan Gelinler bundan böyle ne insanların sırtında taşınacaktı, hastanelere ne de kızak üzerinde…
Köyümüz ve köylümüz artık kapılarını sonuna değin açık tutacaktı çağdaşlıktan, bilimden, fenden yana.
Çünkü artık yol geliyordu köyümüze.
Ama Sabahattin Ali’nin; “Asfalt Yol” adlı öyküsüne konu olan bir yol değil, emekçinin yolu olacaktı, köyümüzün yolu.
Sabahattin Ali’nin “Asfalt Yol” adlı öyküsünde anlatıldığına göre başta köylüye önderlik eden köy öğretmeni Sabahattin Ali olmak üzere tüm köy halkının ve çevre köylerdeki insanların çeşitli defalar çeşitli makamlara sık sık gitmeleri, oradaki yetkilileri usandırmaları ve haklarını sonuna kadar savunmaları neticesinde yol yapılır, Sabahattin Ali’nin öğretmenlik yaptığı köye. Köye yol geldiği için sevinçlidir, yetkilileri dize getiren köylüler. Sabahattin Ali’ye minnettardır herkes, köylerine yolun gelmesinde kendilerine önderlik ettiği için. Köylü vatandaş kağnısıyla, arabasıyla o yoldan gider kasabaya. Tarlasındaki ekinini kağnısıyla o yoldan taşır harmana. Ama köylü vatandaşın kağnısıyla, at arabasıyla kasabaya gittiği, ekinini kağnısıyla harmanına götürdüğü bu yolda zaman içerisinde çukurlar, kavisler oluşur. Yolda kavislerin, çukurların oluşması, kelli-felli beylerin “Chevrolet” marka özel taksilerinin hız yapmasına engel teşkil eder. Şikâyette bulunurlar bu tuzu kuru kelli-felli beyler. Yollarda oluşan çukurlardan ötürü hız yapamıyoruz, ya da hız yaparken araçlarımız zarar görüyor diye. Valilik bu şikâyet üzerine bir karar alır. Bundan böyle bu asfalt yoldan kağnı, at arabası ve traktörlerin çalışması yasaklanır. Yasağa uymayan büyük para cezaları ile cezalandırılır. Ama köylü de yolun köye gelmesinde kendilerine önder olan öğretmen Sabahattin Ali’ye düşman kesilir. Sen olmasaydın bu yol gelmezdi ve biz şimdi kelli-felli beylerin özel arabalarıyla fink attığı bu yol için ceza ödemezdik. Neden bize önderlik ettin de asfalt yol getirdin köyümüze? diye.
Sonuçta köy muhtarının uyarısı üzerine naklini başka bir yere aldıran Sabahattin Ali, zor kurtarır canını.
 
 
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ÖĞRETMENLİK YILLARIM
 
İlk Görev Yerim: SEYİTLİ
Yıl 1969.
Aylardan Temmuz’du. Bir akşamüzeriydi. Gölge basmış, kızgın yaz güneşinin kara sıcağı etkisini yitirmişti biraz. Birkaç arkadaşımla birlikte geziniyorduk, Tunceli’nin Palavra Meydanı denilen yerdeki ünlü caddesinde. Burası, Tunceli’nin tek caddesiydi o zamanlar. Herkes burada tur atar dururdu. Olmayacak işler konuşulurdu, çoğu kez burada. Kimi hükümet kurar, kimi devirirdi. Kimi kurulu düzenin savunuculuğunu yapar, kimi devrim yapardı. “Palavra” adı da ordan gelmedir, zaten. Ben, benim gibi atama bekleyen birkaç arkadaşımla bu Palavra Meydanı’nda gezinirken, yanımıza gelen 15–16 yaşlarındaki delikanlı:
—Mehmet Korkmaz hanginiz? diye sordu.
—Benim, dedim.
—Cavit Hoca’m sizi çağırıyor, dedi.
- Nerede kendileri?
—Hemen şurada, bizim bakkaliyede oturuyor, dedi.
Kendilerinden izin istediğim arkadaşlarımdan ayrılıp beni çağırmaya gelen delikanlı ile birlikte bakkaliyeye vardık. Kasada oturuyordu, bizim Uygulama hocamız Cavit Gürsoy.
—İyi günler hocam diyerek elini öpmek istedim.
Sağol diyerek elini öpmeme izin vermeyen Cavit Hocam:
—İyi günler Korkmaz, hoş geldin dedi.
—Hoş bulduk hocam. Nasılsınız? dedim.
—Teşekkür ederim. Sen nasılsın? .
—İyiyim. Sizi gördüm daha iyi oldum, dedim.
—Sağol, sağ ol dedi.
—Beni emretmişsiniz…
—Evet. Bir işimiz var okulda, onun için çağırttım, dedi.
—Nasıl bir iş hocam?
—Yazı işi. Atamalarınız gelmiş. Onları bildireceğiz arkadaşlarınıza. Bu arada gözün aydın senin ataman da Tunceli’ye yapılmış, dedi.
—Teşekkür ederim hocam, dedim.
—(Gülerek) öyle bir teşekkürle geçiştiremezsin, dedi.
—Canınız sağ olsun hocam, ilk maaşımla bir yemek yediririm size, dedim.
—Teşekkür ederim, şaka ettim, dedi.
—Yarın hangi saatte okula geleyim? dedim.
—Sabah erkenden. İşimiz oldukça çok. Uzun zaman alır. Yarın bitirmemiz için erkenden başlamamız gerekir. Ama yalnız başına gelme. Birkaç kişi daha bulunsun yanında, dedi.
—Kaç kişi mesela?
—5–6 kişi yeter…
—Tamam, hocam biz erkenden geliriz okula…
—Bekliyorum…
— Tamam hocam geliriz. İyi akşamlar…
—Sana da…
Böylece iyi akşamlar diledikten sonra ayrıldım bakkaliyeden. Vardım, Palavra Meydanı’nda turlayan arkadaşlarımın yanına.
—Ne diye çağırtmış Cavit Hoca?
—Yapılması gereken bir iş varmış okulda. Yardımcı olmam için ricada bulundu, dedim.
—Ne işiymiş?
—Atamalar…
—Ciddi misin?
—Evet, gözünüz aydın beyler. Atamalar yapılmış sonuçlar okula gelmiş. Hep birlikte okula gidiyoruz, yarın sabah…
—Okulda ne yapacakmışız?
—Bakanlıktan gelen atama sonuçlarını mezun arkadaşlarımızın adreslerine göndereceğiz…
—Olur, gideriz dediler.
Ertesi gün erkenden toplandık, akşamdan belirlediğimiz yerde. Birlikte vardık okula. Çıktık, aynı zamanda Eğitim Şefi de olan Uygulama hocamız Cavit Gürsoy’un makamına. Biz gittiğimizde bir kişi daha vardı, Cavit Hoca’nın odasında. Sonradan öğrendik ki odadaki o kişi, Cavit Hoca’nın talebi üzerine teksir işinde bize yardımcı olmak amacıyla Milli Eğitim Müdürlüğü’nce gönderilen bir memurmuş. İkram edilen çayları içtikten sonra hep birlikte, okulun zemin katında bulunan ve içi kitaplarla dolu kocaman bir salondan oluşan Okul Kütüphanesi’ne gittik. Burada, Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gelen memur, Bakanlıkça ataması yapılan yaklaşık üç yüz yeni öğretmenin adresine gönderilecek form yazıyı teksir ederken, bizim altı kişilik ekibimizden üçü teksirle çoğaltılan form yazının boş yerlerini, Bakanlıkça gönderilen Atama Kararnameleri’ne göre doldurma işiyle geriye kalan üç kişi de; form yazıyı içlerine koydukları zarfların üzerine arkadaşlarımızın adreslerini yazmakla görevlendirildi. Hummalı bir şekilde gerçekleştirilen çalışma neticesinde, üstlendiğimiz görevi, mesai bitiminde tamamladık.
Bu hummalı çalışmanın yaklaşık 15 gün sonrasında Tunceli İl Milli Eğitim Müdürlüğü, il içi atamaları gerçekleştirdi. Kuralar çekildi. Gerçekleştirilen kura neticesinde Tunceli-Çemişgezek-Ulukale Köyü İlkokulu’na atandım.
Adını daha önce duymuşluğum vardı, ancak görmüşlüğüm yoktu Ulukale’yi. Halk arasında, dutlarının meşhurluğuyla tanınan Ulukale, belde konumunda bir yerdi.
Görev yerimin belirlenmesinin hemen sonrasında yanı başımda duran ve Çemişgezekli olduğunu söyleyen bir arkadaş:
—Becayiş (Karşılıklı yer değiştirme) yapmak ister misiniz benimle? dedi.
—Siz nereye atandınız? diye sordum.
—Mazgirt-Elmalık Köyü İlkokulu’na dedi.
Birlikte vardık, koridordaki Tunceli İl Haritası’nın başına. Haritada bulduk köylerin yerlerini. Biz haritada köylerin yerlerini ararken bizim gibi haritada yer arayan bir Mazgirtli öğretmenle tanıştık. Eski adı Seyitli olan Elmalık köyünün merkezi bir yerde olduğunu, Tunceli-Elazığ sınırında bulunduğunu ve Elazığ’a günlük çalışan arabalarının mevcut olduğunu öğrendim ondan. Mazgirt ilçesinin de Tunceli merkeze en yakın ilçelerden biri olduğunu biliyordum zaten. Edindiğim bu bilgilerden yola çıkarak Elmalık’ın yaşam koşullarının, Ulukale’nin yaşam koşullarına göre çok daha iyi olduğu kanısına vardım. Bundan ötürü:
—Olur diyerek kabul ettim, meslektaşımın önerisini. Atamalarımız; karşılıklı yazdığımız becayiş dilekçeleri vasıtasıyla başvuruda bulunduğumuz Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından taleplerimiz doğrultusunda gerçekleştirildi. Böylece Tunceli-Mazgirt-Elmalık Köyü İlkokulu, benim ilk görev yerim olarak geçti kayıtlara.
Atamamın gerçekleştirilmesinin iki gün sonrasında Tunceli İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden elden aldığım “Atama Kararnamesi”yle birlikte Mazgirt İlköğretim Müdürlüğü’ne gittim. Hoş bir sürprizle karşılaştım orada. Tanıdık bir sima vardı, İlköğretim Müdürlüğü koltuğunda. Hasan Yabasun’du adı. Aynı zamanda yakın köylümüz de olan Hasan Yabasun, Tunceli Ortaokul birinci sınıfında bizim coğrafya derslerimize gelen bir hocamızdı.
Kendimi tanıtmanın yanı sıra tanışıklığımız konusunda da kendilerini bilgilendirdiğim Hasan Yabasun, sıcak bir yakınlık gösterdi bana. Orada Sn. Hasan Yabasun’un da yardımlarıyla gerekli işlemleri tamamladığım 29 Temmuz 1969 tarihinde resmen öğretmenlik görevime başladım. Göreve başladıktan iki gün sonra yani 1 Ağustos 1969 tarihinde ilk maşımı aldım.
475 liralık ilk maaşımı alır almaz hemen köyüme döndüm. Ve bu paranın 200 lirasını babama verdim. Ama az bulduğu için kabul etmeyerek bana geri iade etti. Ben parayı, annem aracılığıyla tekrar kendisine vermeme rağmen küstü, konuşmadı benimle. Görev yerine gitmek üzere köyden ayrılırken ne yaptıysam konuşmadı benimle. Küs ayrıldık birbirimizden. Ben ayrılığa alışıktım, ama küslüğe asla… Hele hele küs ayrıldığım kişinin babam olması beni daha da kahretti.
Ancak burada bir konunun altını özellikle çizmek gerekir. Bütün bunları babama yaptıran bir tek şey vardı. O da yoksulluktu. Yoksa onun paraya karşı hiçbir zaafı yoktu. Eğer böyle bir vasfa sahip biri olsaydı, baştan beri hiç okutmazdı beni. Ama yokluk ve yoksulluk onun elini kolunu bağlamış ve onu çaresiz duruma getirmişti. Çünkü beni okuturken bir hayli borçlanmıştı. Hatta son sınıfta iken aldığım hiçbir şeyin parasını ödeyememişti. O ödeyemeyince bütün bunlar benim borç haneme yazılmıştı. Ben hem bu borçları ödeyecektim, hem de tanımadığım, bilmediğim yabancı bir yerde bir yaşama başlayacaktım. Bu yeni yaşamda bana mutlaka lazım olacak gereksinimleri alacaktım. İlk maaşımın yarıdan fazlasını almam da ondandı. Evet, bütün bunları babama yaptıran o kahrolası yokluktu. Yoksa babam ne kendisi yaşardı, ne de bana yaşatırdı böyle bir hüznü.
Yaklaşık bir buçuk ay sonra ta oradan kalkıp görev yerime geliverdi, günün birinde. Gönlü razı gelmemişti küs ayrılmamıza. Sarıldık gurbet elde birbirimize. Baba-oğul öpüşüp koklaştık doyasıya. Böylece hem hasret giderdik, hem de küslüğü kaldırdık aradan.
Gönlü küs ayrılmamıza razı olmayan babamın hasret gidermek için geldiği yer, benim ilk görev yerim olan Elmalık köyü idi. Yaklaşık 70–80 haneden oluşuyordu, halk arasındaki adı Seyitli olan Elmalık. Çevresi üzüm bağlarıyla kuşatılmış durumdaydı, evlerinin tamamı kerpiçten örülme, toprak damlı olan Seyitli’nin. Meyve bahçeleri ile sebze tarlaları daha çok Peri Suyu’nun kıyısında ve kaynak sularının bulunduğu yerlere öbeklenmişti. Tahıl ürünlerinin yanı sıra şekerpancarı ve tütün de önemli bir yer tutuyordu, köyün tarımında. Tunceli-Elazığ il sınırını oluşturan Peri Suyu’nun aktığı vadinin kuzey yakasında yer alan Seyitli, daha sonra Keban Baraj Gölü nedeniyle değiştirilen yeni Tunceli-Elazığ karayolunun güzergâhında bulunuyordu. Tunceli’ye 50 km. Elazığ’a 90 km. uzaklığı bulunan Seyitli’den günün her saatinde her iki merkeze de ulaşmak mümkündü.
Yüzü güleç, tavırları sevecen, dostlukları gönülden olan insanların otağıydı, Seyitli. Bir Musa Yıldız Dede vardı burada; toprak gibi turap, su gibi aziz… Bir Mehmet Ali Polat vardı burada; onurlu yaşamın canlı simgesi… Bir İbrahim Yıldız Dede vardı burada; dostluğu yürekten, sevgisi gönülden… Bir Süleyman Yıldız vardı burada; muhterem bir dost, değerli bir insan… Bir Abdullah Yıldız vardı burada; nüktedanlığıyla Nasrettin Hoca’yı aratmayan, kişiliğiyle gönüllere taht kuran… Bir Hüseyin Yalçınkaya vardı burada; tatlı diliyle, gülen yüzüyle, ince esprili kişiliğiyle gönüllerde yer edinen… Bir Düzgün Baba vardı burada; dünyayı parmağında sallayan, çocukla çocuk büyükle büyük olan… Bir Seyyid Kekil vardı burada; engin hoşgörüsü, dostane tavırlarıyla gönüller fetheden… Bir Mustafa Küçük vardı burada; gönüller sultanı… Bir Deli Hüseyin vardı burada; kendi küçük dünyasında dürüstlüğü egemen kılan… Bir Butto(Zülfü Kaya) vardı burada; dili dolaşık, nüktesi bol, gözü tok… Bir Rıza Özcan vardı burada; dürüstlük abidesi…
Sizler de takdir edersiniz ki yaklaşık 80 haneden oluşan koca bir köyün tüm insanlarını bu şekilde birer birer tanıtmak-isimlerini sayamadığım dostlarımın affına sığınarak- onlarla yaşanılan anıları dile getirmek olanaksız olmadığı gibi kolay da değildir. Çünkü bu dostlarımın tamamından söz etmeye bir değil, birkaç kitap ancak yeter. Ama bu güzel insanlardan bahsetmeden de yapamam. Onun için diyorum ki bu güzel insanlardan tek tek söz etmek yerine hepsinin o güzel ortak özelliklerinden söz etmek daha evladır.
İçten ve samimiydi, Seyitli’nin insanı… Aralarında örümcek beyinliler bulunmadığı için bağnazlığa geçit yoktu onların felsefesinde… Dünün köhne karanlığına değil, yarınların aydınlığına gönül vermişlerdi onlar… Dosttan ve dostluklardan yana çalınmıştı mayaları… Güzellikleri hep baş tacı etmişlerdi, çirkinliklere yüz çeviren bu insanlar… İyinin yanında, kötünün karşısındaydılar daima… Dürüstlüğü ilke edinmişlerdi, eğriliğe bayrak açan bu insanlar… Gönülden sevdalıydılar insanlığa… Sevgi dinleri, insan da kıblesiydi onların…
İşte bundan ötürüdür ki ben, hem mutlulukların en büyüğünü, hem de acıların en ağırını yaşadığım bu köyün erdem sahibi güzel insanlarını unutmadım… Unutamam da…
29 Temmuz 1969 tarihinden 9 Ekim 1978 tarihine değin geçen 9 yıl, 3 ay, 10 günlük süre içinde dokuz ayrı öğretmenle çalıştığım Seyitli köyünde, 4 Nisan 1970 tarihinde evlenerek dünya evine girdim. Bu mutluluğun ürünleri olan Edebiyat öğretmeni kızım Zeynep Enhar; Yüksek Makine Mühendisi olan oğlum Murat Ender ve Yüksek Biyolog olan kızım Ezhar burada merhaba dediler yaşama.
Ama sadece mutlulukların en büyüğünü değil, acıların en ağırını da yine burada yaşadım. Yaşamın soğuk yüzüyle ilk kez burada tanıştım. Çünkü henüz ömrünün baharında iken 9 Temmuz 1977 tarihinde yaşama veda eden 24 yaşındaki kardeşim Ahmet’in acı haberini de burada aldım.
İkinci bir acı daha vardı, burada yaşadığım. Evlat acısı… Evet, ilk evlat acısını da yine burada yaşadım. 26 Haziran 1977 tarihinde burada doğan kızım Eylem Esengül; 27 Ekim 1977 tarihinde burada veda etti yaşama.
 
Davetsiz Misafir 
 
Mevsim sonbahar, aylardan Ekim’di. Yarı soyunuk duruma gelmişti, Tabiat Ana. Ağaçların, altın sarısına dönüşen zümrüt yeşili yapraklarının büyük bölümü toprakla kucaklaşır duruma gelmiş ve soğuklar kapıyı aralar olmuştu, artık. Meyve ağaçları ile üzüm bağlarının dışında hemen hiçbir ağacın bulunmadığı Seyitli köyünde bir akşamüzeriydi. Tabiattaki varlıkların gölgesi, çoktan aşmıştı kendi boylarının iki katını. İğde ağaçlarıyla çevirdiğimiz okul bahçesinin, köyün başıboş hayvanlarına göz kırpan, gel gel eden yeşil otları, kaplamıştı toprağın üzerini. Mevsim gereği çevredeki otların artık yavaş yavaş sararıp kurumaya başlaması üzerine etrafı çevrili olan okul bahçesinin bakir yeşilliği, köyün başıboş koyunlarının iştahını kabartıyordu. O gün öğrenciler tarafından açık bırakılan bahçe kapısından okul bahçesine giren köyün başıboş koyunlarından birkaçı, iki derslikli okul binasının arka tarafındaki çimenlikte otluyordu.
Okulun arka kısmında pencere seviyesine erişen yükseklikte bulunan bu çimenlikte otlayan koyunların içinde bir de koç vardı. Haşin bakışlı, kıvrım kıvrım boynuzlu olan bu koç, ikide bir başını kaldırıyor kendi görüntüsünü gördüğü dersliğin penceresinin camına bakıp bakıp duruyordu. Başka bir koç sandığı camdaki görüntüsüne toslamak için arada bir gerisin geriye gidiyor, ardından hızla ilerliyordu cama doğru. Sonra pişman olurdu, vazgeçerdi toslamaktan. Bu vazgeçişin sonrasında hemen başını önüne eğer, otlamaya devam ederdi. Aklına geldikçe tekrarlar dururdu aynı hareketleri.
Gün sona ermek üzereydi. Güneş, son demlerini yaşıyordu artık. Bizler günün son dersine yoğunlaşmışken büyük bir gürültü koptu sınıfta. İrkildik hepimiz. Neye uğradığımızı şaşırdık, bomba gibi bir ses veren bu gürültüyle. Öğrencilerin büyük bir bölümü, özellikle de birinci sınıf öğrencileri korkudan ağlaşıp bağrışmaya başladılar. Benim sırtım dönüktü o an koyunların otladığı yöndeki pencerelere. Hemen döndüm cam şangırtısının geldiği yöne. İnanamadım gözlerime. Uzun zamandan beri dışarıda, dersliğin pencere camındaki görüntüsüne horozlanıp duran o kıvrım kıvrım boynuzlu, haşin duruşlu koç, sınıfın tam orta yerinde duruyordu.
Birkaç saniye kıpırdamadan durdu, olduğu yerde. Şok geçirmişti besbelli. Kendine gelemedi, yerinden kalkamadı bir türlü. Hemen yanına vardım, ellerimle kapadım gözlerini. Bir süre sonra kendine gelmeye başladı.
—Kimindir bu koç biliyor musunuz? diye sordum
—Bizimdir dedi, Hüsniye.
Köy muhtarı Düzgün Baba’nın kızıydı, ikinci sınıf öğrencisi Hüsniye. Köy muhtarının koçu tecavüz etmişti hanemize.
Ben gülerek:
—Bu koç, bizim hanemize tecavüz etmiştir. Buna bir ceza verelim mi çocuklar? dedim.
—Koçun nesine ceza keselim öğretmenim? dedi çocuklar.
—Ne yapalım peki?
—Cezayı, koçun sahibine keselim öğretmenim, dedi üçüncü sınıf öğrencisi Ahmet.
—Olmaz ki, dedi Yusuf.
—Neden? diye sordum.
—Sahibi muhtar, öğretmenim. Muhtara ceza kesilir mi hiç? dedi Gülşen.
—Belki okuma-yazma öğrenmeye gelmiştir. Okuma-yazma öğrenmek suç mu? dedi Gülbahar.
—Neden suç olsun ki? dedi Gülşen.
—Ama defteri kalemi yok yanında. Hiç deftersiz, kalemsiz okuma-yazma öğrenmeye gelinir mi?
—Unutmuştur. Bir dahakine getirir dedi, Gülşen.
—Öğretmeni kim olsun?
—Gülşen olsun öğretmenim, dedi sınıfın çoğunluğu.
—Benden başka kimse yok mu sınıfta? Ben avukatlığını yapıyorum, bir başkası da öğretmenliğini yapsın, dedi Gülşen. Tıpkı Bektaşi’nin dediği gibi.
xxx
Bektaşi’nin biri günün birinde bir eve konuk olarak gider. Ev sahibi genç oğluna seslenir:
—Oğlum Mehmet! Baba erenlerin çubuğunu ateşle, der.
Bektaşi hemen kalkar oturduğu yerden. Çocuğun boynuna sarılarak salât-ü selâm getirir. Ardından da evin sahibine dönerek:
—Peygamberimizin adı zikredilince hemen salâvatlarım, der.
Ev sahibi, bir müddet sonra çember sakallı uşağına seslenir:
—Mehmet! Baba erenlere kahve getir, der.
Baba erenler hiç oralı olmaz. Ev sahibi bir süre sonra yine çember sakallı uşağına:
—Mehmet! Baba erenlerin fincanını al, der.
Bektaşi babası bu kez de kımıldamaz yerinden. Ev sahibi merakla sorar:
—Baba erenler! Bu sakallının adı da Mehmet’tir. Neden hiç oralı olmadın? Hani Peygamber Efendimizin adını duyunca salâvatlıyordun? der.
Ev sahibinin Mehmet adındaki çember sakallı uşağından hoşlanmayan Bektaşi:
—Hazreti Muhammed’in sevgili ümmeti sadece ben değilim ya. Onu da başkası salâvatlasın, der.
xxx
Sınıfımıza gelen bu davetsiz misafirin öğle vaktinden beri hep kendisinin camdaki görüntüsüne horozlanıp durması dikkatimi çekmişti benim. Ama pencereden sınıfa gireceğini aklımın köşesinden bile geçirmemiştim.
Eeee… Olacak o kadar. Yanındaki onca koyunun tek koçuydu. Egemenliğini, camdaki koça kaptıracak değildi ya. Onun için bir hayat memat meselesiydi bu. Onca koyunun arasında gururunu ayaklar altına alan camdaki koça pabuç bırakacak değildi herhalde. Onurunu koruması için camdaki rakibini ortadan kaldırması, yok etmesi gerekiyordu. Hem onun yapacağı şey ne tecavüze girerdi, ne de saldırıya… Nefsi müdafaaydı sadece. Bunu da yapmak zorundaydı. Düşündü, taşındı… Sonunda verdi kararını. Toslayacaktı, kendisine öğleden beri meydan okuyan camdaki koça.
Tıpkı ta başında hep yapmaya çalıştığı ancak vazgeçtiği gibi gerile gerile gider gerisin geriye. Sonra toplar tüm gücünü. Hızlı adımlarla ilerler cama doğru. Toslayıverir, kendisine meydan okuyan camdaki koça. Ve tosladığı pencere camının parçalarıyla sınıfta alır soluğu. Kala kaldı düştüğü yerde. Kendine gelemedi bir türlü. Belli ki şok geçirmişti, incinmişti bir tarafları. Ama olsun rakibini kaldırmıştı ya ortadan. Gerisi hiç mi hiç önemli değildi.
Açtık sınıfın kapısını. Çıktı, penceresinden içeriye girdiği sınıfın kapısından. Yalpalaya yalpalaya vardı, zafer kazanmış komutan edasıyla koyunların yanına.
  
Deli Hüseyin
Hüseyin Yıldırım’dı adı. Biraz asabi olduğu için “Deli Hüseyin” derlerdi, komşuları ona. Tam bir dürüstlük abidesiydi, Deli Hüseyin. Dürüstlüğünden asla ödün vermeyen bu adamın bir lakabı da “Çerçi Hüseyin”di. Bu lakap; yıllar önce eşeğine incik-boncuk yükleyip köy köy dolaşarak çerçilik yapmasından ötürü takılmıştır kendisine. Son yıllarda çerçiliği bırakan Deli Hüseyin; iki katlı, kerpiçten örülme, toprak damlı evinin birinci katındaki küçücük bir odasında bakkallığa başlamıştı artık.
Köyün, “Komdere” adı verilen mevkiindeki kıraç tarlasında gün boyu çalışır dururdu. Etrafını, tarladan çıkardığı taşlarla ördüğü bu tarlaya üzüm omcası dikmişti. Anlayacağınız bağ yetiştiriyordu burada. Zamanının büyük bölümünü hep burada geçirdiği için sürekli açık tutmazdı, sınırlı sayıdaki malların, içinde yer aldığı bakkaliyesini. Hoş evde bulunduğu zamanlarda da açık tutmazdı ya bakkaliyeyi. Bakkaliyeden bir şey almak isteyen biri varır kapısının önüne seslenirdi kendisine. Evde ise eğer iner satışını yapar, sonra geri evine çıkardı. Ama bu şekildeki satış bile günün her saatinde geçerli değildi. Çünkü belli kuralları vardı, Deli Hüseyin’in. Bu kurallara uymayanlara satış yapmazdı asla.
Veresiye satmazdı asla. Peşin alır peşin satardı malları. Bundan ötürü ancak parası olan alış veriş yapmak üzere giderdi Deli Hüseyin’e. İkinci ve en önemli kuralı da günün belirli zamanlarında satış yapmasıydı. Örneğin sabah güneş doğmadan ve akşam güneş battıktan sonra satış yapmazdı asla.
Yıl 1971…
Yağmurlu bir bahar akşamıydı. O günün sabahından itibaren bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayan yağmur, günün sona ermesine rağmen şiddetini kaybetmemişti hâlâ. Bir şimşek çakardı, gözleri kamaştırırcasına. Bir gök gürlerdi, yeri-göğü titretircesine. Halk arasında “Leylek Yuvası” olarak adlandırılan ve köye hâkim bir tepenin üstüne konuşlandırılan okul lojmanında oturuyordum. Yaklaşık 50 metrekarelik Leylek Yuvası’nın minnacık odalarını on dört numara gaz lambasının loş ışığıyla aydınlatıyorduk. Elektrik diye bir şey yoktu zaten ö dönemlerde. Büyük kızım Zeynep Enhar henüz birkaç aylıktı. İkamet ettiğimiz Leylek Yuvası’nın küçücük odalarını loş ışığıyla aydınlatan on dört numara gaz lambalarının şişeleri peş peşe kırıldı.
 Şişelerin söz birliği etmişçesine peş peşe kırılmaya başlamasıyla karanlığa gömüldük. Lamba şişesi alana değin, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla birlikte çakıp duran şimşek ışığından yararlanmak amacıyla pencere kepenklerini açarak evi aydınlattık.
Hem camların kırılmasını önlemek hem de geceleri rüzgârın etkisiyle birbirine çarparak uykumuzu kaçırdığı için çıkardığı seslerin önüne geçmek amacıyla akşamdan kapattığımız pencere kepenklerini açtım. Evin bu şekilde aydınlanmasını sağladıktan hemen sonra lamba şişesini almak üzere, 6 Mayıs 1972 tarihinde darağacına çekilen üç özgürlük şehidinden biri olan Deniz Gezmiş tarafından da giyilen o dönemin ünlü giysisi parkamı giyindim sırtıma, iki pilli el fenerimi ve şemsiyemi elime alıp dışarı çıktım. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla birlikte esen şiddetli rüzgârın zarar vermemesi için açtığım şemsiyemi özenle koruyarak çamurlu yoldan ilerledim hızlı adımlarla. Okulun en yakınındaki bakkaliyede bulunan iki tane on dört numara gaz lambası şişesini alarak hemen eve döndüm. Ancak onların ikisi de peş peşe kırılması üzerine kalakaldık ortada. Ya yağmurlu gecenin bir türlü bitmek bilmeyen şimşeklerinin aydınlığıyla yetinecektik -ki bu mümkün değildi. Çünkü henüz birkaç aylık olan kızım Zeynep Enhar vardı ortada. Onun altının değişmesi, gazocağında pişirilen mamasının verilerek karnının doyurulması gerekiyordu. Eh! Bütün bunlar yağmurlu gecenin zifiri karanlığını aralıklarla aydınlatan şimşek ışığında yapılmayacağına göre lamba şişesinin mutlaka alınması gerekiyordu- ya da bir umut diyerek köyün ikinci bakkalı olan ve güneş battıktan sonra satış yapmayan Deli Hüseyin’in bakkaliyesine gidecektim. Eh! Birincisi pek mümkün olmayan bu iki seçenekten ikincisini yapmam gerekiyordu. Öyle ise gece daha fazla ilerleyip kimseler uyumadan, gün batımından sonra satış yapmayan Deli Hüseyin’in bakkaliyesine gitmem gerekiyordu.
Umutlu olmasam da bu seçeneği mutlaka denemem gerekiyordu. Yine tebdili kıyafetle çıktım Deli Hüseyin’in bakkaliyesine doğru. Evinin köyün alt tarafında olmasından ötürü köyün içinden geçmem gerekiyordu, Deli Hüseyin’in bakkaliyesine gidebilmem için. Köyün azgın birkaç köpeğinden korunmak için yanıma bir de sopa alarak korka korka ilerliyorum. Korkum, köyün azgın köpeklerinden değil, Deli Hüseyin’in bakkaliyeyi açıp açmamasından kaynaklanıyordu.
Neticede vardım evlerinin kapısına. Vurdum kapılarını:
—Kim o? diye seslendi eşi.
—Benim yenge, Mehmet öğretmen. Kapıyı açar mısın? dedim.
Hemen kapıyı açan eşi beni karşısında görünce şaşırdı. Çünkü henüz hiç uğramışlığım yoktu, bakkaliyelerine.
Telaşlanmaya başlayan eşi:
—Hayırdır ağabey gecenin bu saatinde, bu yağmurda ne işin var? dedi.
—Önemli bir şey yok yenge. 14 numara lamba şişesi almaya geldim. Sizde bulunur mu acaba? dedim.
—Var ağabey var, dedi ve içeri girdi.
O içeri girdikten kısa bir süre sonra eşiyle birlikte dışarı çıktı. Eşi Deli Hüseyin’den habersiz bana; ne derse desin sen sus işareti yapan karısı, anahtarı ona verdikten sonra içeri girip kapıyı kapattı.
Yüzüme hiç bakmadan, başı önüne eğik, yüzü asık, kızgın bir ifadeyle; “Ne deyi beni rahatsız edersin? Ben, gecenin bu saatinde sana kapı açmak zorunda mıyım?” vb. sözler söyleyerek ikinci kattaki evlerinin merdivenlerinden inen Deli Hüseyin’i izleyerek iniyorum aşağı. Ancak ben; “Eşi olaydan haberdardır. Deli Hüseyin vermese bile eşi iner verir” diye korkmuyorum artık. Ama buna rağmen yine de N’olur n’olmaz bakarsın inat eder şişe vermez korkusuyla hiçbir şey söyleyemiyorum. Merdivenlerden indi sonra vardık bakkaliyenin kapısına. Deli Hüseyin açtı, kapının kilidini geçti çıtalarla oluşturduğu setin öte yanına. Üç lamba şişesi kalmıştı bakkaliyede. Üçünü de alacağımı söyledim kendisine. Bunun üzerine bakkaliyedeki şişelerin üçünü de alarak kasaya geldi. Hemen parasını bıraktım masanın üzerine. Verdiğim paradan lamba parasını kestikten sonra paranın üstünü bana uzatan Deli Hüseyin’le göz göze geldik. Karşısındaki kişinin ben olduğunun farkına varınca gözleri fal taşı gibi açıldı. Yüzünün rengi ve şekli değişen Deli Hüseyin, şaşkın bir ifadeyle:
—Sen misin muallim beg? dedi.
—Evet, benim Hüseyin Amca, dedim.
—Neden başta söylemedin sen olduğunu? dedi.
—Ne fark eder?
—Fark etmez olur mu muallim beg. Sen olduğunu bilmediğim için sabahtan beridir deli gibi söylenip duruyorum. Yoksa söyler miyim ben o sözleri? N’olur kusuruma bakma dedi.
—Önemli değil Hüseyin Amca. Asıl siz benim kusuruma bakmayın, gecenin bu saatinde sizi rahatsız ettiğim için, dedim.
Büyük bir suç işlemişçesine mahcup bir şekilde yarı beline kadar eğilip ellerimi tutarak:
—N’olursun kusuruma bakma muallim beg. Başta ağzıma sahip olamadım, şimdi söylediklerimden utanıyorum, dedi.
—Hiç önemli değil Hüseyin Amca. Utanacak ne söyledin ki? Hem ben, senin söylediklerini duymadım bile, dedim.
Sakinleştirmeye çalışıyorum ama nafile. Sakinleşmiyor bir türlü. Ha bire yalvarıp duruyor, af diliyor benden. Neticede birlikte çıktık bakkaliyeden. Kilitledi bakkaliyenin kapısını. O kapıyı kilitlemeye çalışırken ben;
—İyi akşamlar, Hüseyin Amca. Ben zaman kaybetmeden eve gideyim. Evdekiler merak eder şimdi, dedim.
—Dur beni bekle, dedi.
—Neden? diye sordum.
—Ben de geleceğim seninle…
—Ben giderim Hüseyin Amca, senin gelmene gerek yok…
—Olmaz… Hiç olmazsa köyün köpeklerinden geçireyim…
—Sağol Hüseyin Amca. Zaten yağmur yağıyor, boşuna ıslanma sen, dedim.
—Yağsın önemli değil. Nasıl olsa suçluyum. Böylece suçumun cezasını da çekmiş olurum, dedi.
Anlaşılan o ki Hüseyin Amca beni yolcu etmeye kesin kararlı. Onu bu kararından vazgeçiremeyeceğime göre varsın gelsin dedim, kendi kendime.
Birlikte okula doğru yürümeye başladık, yağmurlu gecenin zifiri karanlığını aydınlatan şimşeklerin ışığında. Yürüyoruz hızlı adımlarla. Yağmur hâlâ devam ediyor olanca şiddetiyle. Islanmasın diye şemsiyeyi ortak kullanmak istiyorum. Ancak; “ben suçluyum, cezamı çekerim” diyerek önerimi reddeden Deli Hüseyin, şemsiyenin dışında, yağmurun altında yürüyor. O koşullarda köyün çıkışına kadar yürüdük birlikte. Orada döne döne benden af dileyen Deli Hüseyin’i geri gönderdikten sonra ben de eve vardım.
 
Ayşe Nine’nin Bozuk Saati 
Yokluğun ve yoksulluğun, belini büküp iki kat ederek bastonla yürümeye mahkûm ettiği bir Kaya Dede vardı, Seyitli’de. Gözleri çukura gömülmüş, şakakları çökmüş, yüzü kırış kırış olmuştu, yaşamı boyunca sefaletin pençesinde kıvranan Kaya Dede’nin. Yaşam koşullarına yenik düşmüştü. Benzi solmuş, iş görme gücünü yitirmişti artık. Hamuru çile ile yoğrulmuş binlerce Anadolu insanından biriydi, Kaya Dede.
Yalnız onun değil, beslediği cuk cukların (hindi) peşinden koşuşturan eşi Ayşe Nine’nin de belini iki büklüm emişti, yokluk.
Köylülerince sıkça anlatılan bir anıları vardı, bu yaşlı çiftin.
Vakti zamanında görülmekte olan bir davası vardır, Kaya Dede’nin. Davanın duruşmaları, bağlı bulunduğu Mazgirt ilçesi mahkemelerinde görülmektedir. İlçeye ne yol vardır, ne de taşıt çalışır o dönemlerde. Duruşma günleri, en az 4–5 saat yaya yürümesi gerekmektedir, Kaya Dede’nin. Kimi zamanlar duruşmalara geç kaldığı da olurmuş. Geç kalınca da ya hâkim tarafından azarlanırmış, ya da davası ertelenirmiş. Bu konuma bir daha düşmek istemediği için duruşma gününün bir gün öncesinden yola çıkan Kaya Dede, geceyi, ilçeye yakın köylerin birinde misafir olarak geçirdikten sonra ertesi günün sabahında duruşmaya katılırmış. Böylece hem fazla yorulmazmış, hem de duruşmaya zamanında katılırmış.
Yine bir duruşma günü öncesidir. Mevsim sonbahar, aylardan Eylül’dür. 4–5 saatlik uzun ve yorucu bir yolculuğu göze alamayan Kaya Dede, her zaman olduğu gibi geceyi, ilçeye yakın köylerin birinde geçirmek üzere o günden hazırlanıp yola çıkmak ister.
Ancak eşi Ayşe Nine:
—Bugünden yola çıkmana hiç gerek yoktur. Sabah erkenden kalkar gidersin, diyerek kendisini o günden yola çıkmaktan vazgeçirmeye çalışır.
Kaya Dede:
—Olmaz… Sabaha kalırsam hem daha uzun yol yürüyeceğim için yorulurum hem de duruşmaya geç kalabilirim. N’olur n’olmaz işi sağlama almak lazım. Bugünden yola çıkarsam daha iyi olur, der.
—Yetişirsin yetişirsin der, eşi Ayşe Nine.
—Ya geç kalırsam?
—Kalmazsın merak etme. Ben erkenden kaldırır gönderirim seni, der eşi Ayşe Nine.
Kaya Dede:
—Saat mi var bizim evde? Neye göre erkenden kaldırıp göndereceksin, diye sorar.
—Benim saatim var, sen meraklanma…
—Benden gizli saat mi aldın yoksa?
—Yok, canım ne saati? Onu da nereden çıkardın?
-“Benim saati var” diyen sen değil misin bre kadın? Bilmeyen de bizim evde saat var zanneder, der Kaya Dede.
Ayşe Nine:
—Yok, canım saat dediysem öyle bildiğin o sahici saatlerden değil.
—Ya nasıl bir saat?
Kaya Dede’nin bu sorusu üzerine eşi Ayşe Nine başlar anlatmaya ne demek istediğini:
—Yıllardan beridir ben, her gece sabaha karşı idrara sıkışınca kalkar tuvalete giderim. Bu durum, zamanla bende bir alışkanlık haline geldi. Bundan ötürü her gün hep aynı saatte uyanırım. Nasıl olsa bu gece de aynı saatte uyanırım zahir. Uyanınca seni kaldırır gönderirim, diyerek eşinin bir gün öncesinden yola çıkmasına engel olur.
Mevsim hazan, zaman kavun-karpuz zamanıdır. O gün; Seyitli’nin hemen yanı başında sessiz sedasız akıp giden Peri Suyu’nun kuzey yakasındaki tarlalarından birine ektiği kavun-karpuzun ilk ürününü toplamıştır, Ayşe Nine. Bostandan ilk ürün olarak topladığı kavun-karpuzu eşeğinin sırtına vurduğu çuvallarla taşır evine. Akşam olunca da eşi Kaya Dede ile birlikte otururlar, kavun-karpuz çuvalının başına. Deyim yerindeyse doyasıya yer dururlar kavun-karpuzu.
Doyasıya yedikleri kavun-karpuzun ardından, sabahın erinden uyanmak üzere girerler yatağa, dalarlar uykuya. Yatağa yattıktan bir zaman sonra, akşamdan fazlaca yedikleri kavun-karpuz gösteriverir etkisini. İlk akşamdan idrara sıkışır Ayşe Nine. Uyanır, derin uykusundan. Çıkar tuvalete. Ardından her zamanki vaktinde uyandığını zannederek:
—Uyan herif… Gecikmeden kalk, yola çık, diyerek eşi Kaya Dede’yi uyandırır, derin uykusundan.
Kalkar, Kaya Dede yatağından. Giyinir üstünü başını. Yıkar elini yüzünü. Ardından da eşi Ayşe Nine’nin hazırladığı azığı yanına alarak düşer yola. Hızlı adımlarla yürür, ilçeye doğru.
Her zamanki vaktinde uyandığını zannederek kocası Kaya Dede’yi ilçeye yolculayan Ayşe Nine doldurur, yoğurdunu yayığına. Başlar yaymaya. Yaymasına yayar ama işin içinde bir gariplik olduğunun da farkına varır. Çünkü her zaman kendisiyle aynı saatte ayran yaymaya başlayan öteki köylü kadınların, hiçbiri bu gece yoktur görünürde. Buna rağmen ayranını yaymaya devam eder. Bir süre sonra bitirir işini. Burada da bir gariplik fark eder. Her zaman ayran yayma işi, güneşin doğuşuyla çakışmasına rağmen o gece ayran yayma işini bitirmesine rağmen güneş hâlâ belirmemiştir ufukta. Güneşin doğması bir yana, şafak bile sökmemiştir henüz. Tam da bu sırada dank eder Ayşe Nine’nin kafası. Yaptığı hatanın farkına varmıştır nihayet. Ama iş işten geçmiştir. Atı alan çoktan geçmiştir Üsküdar’ı.
Öte yandan karısı Ayşe Nine tarafından ilk akşamdan kaldırılarak yollara düşürülen Kaya Dede, gecenin zifiri karanlığını gündüze çeviren dolunayın ışığında yol alır, ilçeye doğru. 4–5 saatlik uzun ve yorucu bir yaya yolculuğun sonrasında ilçeye varır nihayet. İlçeye varır varmasına ama şafak bile henüz sökmemiştir. İn cin top oynuyor, seherin sessizliğinin egemen olduğu ilçe sokaklarında. Kapıları hâlâ kilidiyle duruyor, erkenden açılması gereken kahvehanelerin. Varır hâlâ kilidiyle duran kahvehanelerden birinin kapısına. Oturur, akşamdan üst üste istif edilmiş onlarca sandalyeden birine. Koyar başını masaya. Birazcık dinlenmek ister. Ama yorgunluğun ve uykusuzluğun etkisiyle hemen uyur oracıkta. Güzel bir uykuya yatan Kaya Dede’nin bu tatlı uykusu, kahvehanenin temizliğini yapmak ve günün ilk çayını demlemek üzere sabahın seherinde kahvehaneye gelen kahvehane sahibinin gürültüsüyle bölünür.
Bu gürültüyle uyanan Kaya Dede kalkar yerinden. Gider lavaboya. Yıkar elini yüzünü. Çıkarır, eşi Ayşe Nine tarafından hazırlanarak kendisine verilen azığı, koyar masaya. Sonra da kahvaltısını yapar, günün ilk çayı ile birlikte. Doyurur karnını, giderir açlığını. Ardından içtiği çayların parasını verir ve dışarı çıkar.
Yürür, duruşmanın yapılacağı mahkeme salonuna doğru. Beklemeye başlar orada. Duruşma sırası kendisine gelince duruşmaya katılan Kaya Dede, duruşmanın sonrasında köyüne dönmek üzere yola çıkar.
4–5 saatlik uzun ve yorucu bir yaya yolculuğun sonrasında köyüne varan Kaya Dede’nin, aradan onca zaman geçmesine rağmen öfkesi dinmemiştir hâlâ. Kararlıdır, kendisini ilk akşamdan yollara düşüren eşi Ayşe Nine’den hesap sormaya. Bundan ötürü eve varır varmaz:
—Ne deyi beni ilk akşamdan düşürdün yollara? diyerek sorguya çeker eşini.
Suçlu olduğunu bilen eşi Ayşe Nine, onu daha fazla öfkelendirecek bir şey söylememeye dikkat ederek:
—Kusura bakma, bilmeden oldu der.
—Hani saatin vardı senin? Hep aynı saatte uyandırırdı seni? N’oldu da saatin yalan söyledi sana? diye peş peşe sıralar soruları.
—Akşamdan o kadar kavun-karpuz yemeseydik bütün bunlar olmayacaktı, der Ayşe Nine.
Kaya Dede:
—Ne yani kavun-karpuz mu suçlu oldu şimdi? Ulan senin saatin bozulmuş, saatin. Bozuk saate kavun-karpuz neylesin? diyerek eşini dövmeye başlar.
 
Zararına Satsın
Halk arasında “Leylek Yuvası” olarak adlandırılan okul lojmanına yakın olan üç-beş evin birinde oturan muhterem bir komşumuz vardı, Seyitli köyünde. Adı, İbrahim Yıldız Dede’ydi. Feleğin sillesini her an ensesinde hissetmiş, acı kadar yokluğun ve yoksulluğun da tadına varmış on binlerce Anadolu insanıyla aynı yazgıyı paylaşanlardan biriydi, yetmişine merdiven dayayan İbrahim Dede. Nurlu bir yüzü vardı, uzattığı sakalına karların yağdığı İbrahim Dede’nin.
Gözleri dolu dolu olurdu, Ağrı Dağı İsyanı sırasındaki askerlik anılarını ve acı dolu kıtlık yıllarını anlatırken. Yetmişine merdiven dayamasına rağmen hâlâ tuttuğuna koparabilen bir azme sahipti. Acılar içinde kıvranarak erişmişti olgunluğa. İçi kan ağlasa da yüzü güleçti daima. İçtendi dostluğu. Dost bildiği insanların evinde kuru soğan yese bile orada et yemiş gibi kürdanla dişlerini kurcalar gibi yaparak açığa vurmazdı dostunun sırrını. Gönüldendi sevdası. Yaşadığı onca çileye gördüğü onca yokluğa ve yoksulluğa karşın asla bir şey yitirmemişti saygın kişiliğinden.
Kazım adındaki büyük oğlu 1960’ların ikinci yarısında “Tarih Değiştiren Göç” kervanına katılarak Almanya’da soluğu alırken, kısa süren bir devlet memurluğu sonrasında açığa alınan ortanca oğlu Doğan da küçücük, toprak damlı bir köy odasında ufacık bir iş yeri açmıştı. Bir yanı bakkaliye, öte yanı küçücük üç-beş masa ve on-on iki sandalye ile donatılmış bir kahvehane olarak işlev görüyordu, bu küçücük iş yerinin. Her zaman dolu dolu olurdu burası. Köylüler toplaşırlardı, gün boyu içilen sigara dumanıyla katman katman zehirli bulutçukların oluştuğu küçücük kahvehaneye. Biz öğretmenler de ders saatleri dışındaki zamanımızın büyük bölümünü orada geçirirdik. Yani o küçücük kahvehanenin müdavimleri arasında biz öğretmenler de vardık
 Becerikli ve atılgan biriydi, İbrahim Dede’nin ortanca oğlu Doğan. Bir yandan bakkaliyeyi çekip çevirirken, öte yandan da semaverde pişirerek demlediği çayları kahvehanedeki müşterilerinin hizmetine sunardı. İlerleyen zaman içinde Almanya’da çalışan ağabeyinin de desteğiyle köy ile Elazığ arasında yolcu taşımacılığı yapan bir minibüs aldı. Pazar hariç haftanın her günü minibüsçülük yapan Doğan, kahvehane ile bakkaliye işini de okuma-yazması olmayan ve ticaretten anlamayan babası İbrahim Dede’ye bırakır oldu. Kendisi de her ne kadar arada bir uğrayıp babasına yardımcı olmaya çalışsa da işin asıl
ağırlığı babasının omuzlarına binmişti. İş başa düşmüştü artık. İbrahim Dede istese de istemese de işin tam ortasında bulmuştu, kendini. İşin ilk günlerinde hata üstüne hata yapan İbrahim Dede, bakkaliyedeki malları, oğlu Doğan’ın sattığı fiyatların üzerindeki bir rakama satar, müşterilerden birkaçına. Durumdan haberdar edilen oğul Doğan, babasının bu hatalarından ötürü özür dilediği komşularına paralarının üstünü iade eder.
İşte yapılması muhtemel bu küçük hataların konuşulduğu günlerden biriydi. Mevsim kış, günlerden pazardı. O gün, İbrahim Dede’nin yerine, pazar olması nedeniyle Elazığ’a yolcu taşımacılığı yapmayan oğul Doğan açmıştı iş yerini. Oturuyorduk, Doğan’ın toprak damlı küçücük kahvehanesinde. Karemizi kurmuş, “hoşkin” adlı kâğıt oyununu oynuyorduk. Karemizde yer alanlardan biri de; o dönemlerde Pakistan Devlet Başkanı olan Zülfikar Ali Butto ile isim benzerliğinden ötürü köylülerce kendisine “Butto” lakabı verilen Zülfikar’dı. Köylülerince kendisine “Butto” lakabı verilen Zülfikar’ın bu lakabı; öylesine tutuldu ki asıl adı olan Zülfikar adı onun gölgesinde kaldı.
Patavatsız konuşmalarıyla, değişik yorumlara yol açabilecek devrik cümleleriyle ve kendine özgü üslubuyla bizim neşe kaynağımızdı, Butto.
Oyun oynarken karede bulunan ve kahvehanenin müdavimlerinden biri olan Butto; bir ara elindeki iskambil kâğıtlarını masanın üzerine bırakıp iki elini belinin iki tarafına koydu. Adeta bir horoz gibi kabararak kahvehane sahibi Doğan’a:
—Oğlum Doğan…
Doğan:
—Efendim Butto, dedi.
—Bir şey söyleyecem sana…
—Buyur söyle…
—Ya bu dükkânı sat, ya da arabayı, dedi Butto.
Doğan şaşkın bir ifadeyle:
—Hayırdır Butto. Bu da nereden çıktı. Neden dükkânı ya da arabayı satacakmışım? dedi.
—İki koltuğa bir karpuz sığmaz da ondan…
Butto’nun bu sözü üzerine kahvehanedekilerin hepsi kahkahalarla gülmeye başladı.
Doğan:
—Dilini eşek arısı ısırasıca öyle demezler ona, dedi.
—Ya nasıl derler? diye sordu Butto.
—“Bir koltuğa iki karpuz sığmaz”dır onun aslı…
Butto:
—Her ne zıkkım ise, dedi.
Doğan:
—Eee… Devam et, ne yumurtlayacaksın bakalım, dedi.
Butto:
—Nerde kalmıştık? diye sordu.
Karedeki oyunculardan biri:
—Karpuz kabuğunda kalmıştın, dedi.
—Durun arkadaşlar! Karpuz kabuğu düşürmeyin adamın aklına, dedi Doğan.
Kahkahalar… Gülüşmeler…
Butto:
—Ben eşek miyim oğlum, aklıma karpuz kabuğu düşsün…
Sair zamanlarda da sık sık Butto’ya takılan Mustafa Küçük adlı köylü:
—Haşa eşekten oğlum, dedi.
Yine kahkahalar ve gülüşmeler…
—Çıkar şu dilinin altındaki baklayı da derdini öğrenelim, dedi Doğan.
Butto:
—Sizin bu bakkaliyedeki malların fiyatı, satan kişiye göre değişiyor mu? diye sordu.
Doğan:
—Olur mu öyle şey? dedi.
—Oluyor beyefendi oluyor, dedi Butto.
Doğan:
—Nasıl oluyormuş? Anlat biz de öğrenelim, dedi.
Butto:
—Oğlum! Aynı malı sen ayrı fiyata satıyorsun baban ayrı fiyata… İkinizin fiyatı birbirini tutmuyor, dedi.
Doğan:
—Bu muydu söyleyeceğin? Bunun için mi sattırıyordun bana arabayı? Bunu baştan söyleseydin olmaz mıydı? Neden dağ bayır dolanıp kendini yordun ki? dedi.
Mustafa Küçük:
—Yahu Butto’nun aklı karpuz kabuğuna takıldı. Adam bir türlü uzaklaşamıyor karpuz kabuğundan. Dağ bayır dolanması ondandır, dedi.
Butto:
—Vallahi bir karpuz olsa fena olmaz, dedi.
Kahkahalar… Gülüşmeler.
—Ben söylüyorum siz inanmıyorsunuz. Baksanıza adam takmış kafayı karpuz kabuğuna. Vaz geçemiyor ondan bir türlü, dedi Mustafa Küçük.
—Doğan, yarın Elazığ’dan bir karpuz getirsene Butto’ya. Baksana adam aşeriyor sanki. Zemheri ayında canı karpuz istiyor, dedi Fevzi öğretmen.
—Söz. Yarın sabah Elazığ’a varır varmaz ilk işim karpuz aramak olacak. Bulursam getireceğim, dedi Doğan.
—Oğlum ne dansöz gibi kıvırıp duruyorsun. Bir soru sordum, onun cevabını versen bana, dedi Butto.
Doğan:
—Bak Butto, babamın okur-yazar olmadığını bilmeyenimiz yoktur. Adam birkaç kez hata yapmış ve kimi malları fiyatının üstündeki bir rakama satmış. Bunlar benim kulağıma gelince çağırdığım o komşularımızdan hem özür diledim, hem de paralarının üstünü verdim kendilerine. Olay kapandı, gitti dedi.
Butto:
—Oğlum, “Babam hata yapmış” diyorsun. Madem hata yapmış neden hep fazlaya satmış malları? Bir de zararına satsın ki ben onun hata yaptığına inanayım, dedi.
Mustafa Küçük:
—Maç sona ermiştir beyler. Sonucu açıklıyorum: Butto 1- Doğan 0(sıfır), dedi
Kahkahalar karıştı birbirine…
 
Kardeşimin Bana Yazdırdıkları 
Hayalleri vardı, gerçekleşemeyen…
Düşleri vardı, yarım kalan…
Sevdası vardı, yaşanmayan…
Aşkları vardı, bilinmeyen…
Umutları vardı, kendisiyle toprağa gömülen…
Özlemleri vardı, giderilemeyen…
Gizleri vardı, kalbinde saklı kalan…
Hedefleri vardı, ulaşılamayan…
Hüznü vardı, paylaşılamayan…
Dertleri vardı, dermanı bulunmayan…
Acısı vardı, yürekler dağlayan…
Sevgisi vardı, kora dönüşen gönüllerde…
Kim bilebilirdi?
Onun acısının yürekler dağlayacağını…
Kim bilebilirdi?
Onun sevdasının yarım kalacağını…
Kim bilebilirdi?
Yarınlara dair umutlarının gerçekleşemeyeceğini…
Kim bilebilirdi?
Akdeniz’in sularının onun yaşamına son vereceğini…
 
E