ÇOMAR'IN MİRASI
ÇOMAR'IN MİRASI

Sayısı, üçü-dördü geçmezdi, babasından kalan tarlalarının. Karşılamıyordu emeğini. Kendisine yetmiyordu, onlardan aldığı ürün. Geçindiremiyordu, üç-beş nüfuslu ailesini. Günün birinde; “Madem köylük yerde oturuyom üç-beş dene de goyun alıveriyın bari” der kendi kendine.
Perşembe günleri hayvan pazarı kurulurdu, bağlı bulundukları nahiyede. Kararı aldığının hemen ilk perşembesinde pazara gitmeyi kafasına koyar bizim Harmanüstü köylü Şükrü Dayı. Aklına yatarsa eğer üç-beş şişek (kuzulamamış koyun) alıverecekti, şöyle iyisinden.
Günlerden perşembeydi.Beklediği gün gelmişti. Nahiyenin pazarıydı o gün. Kalktı, sabahın erinden. Kaşıkladı, kendinden önce kalkan karısı Sultan Ana’nın pişirdiği mercimek çorbasını. Sonra giyindi üstünü, eyerledi doru atını. Bindi sırtına çıktı yola. Yaklaşık bir saat sonra vardı nahiyeye. Bağladı doru atını nahiyenin hanına. Taktı yem torbasını atının başına. Sonra çıktı dışarı, tuttu hayvan pazarının yolunu. Gezdi, dolaştı hayvan pazarını döne döne. Nihayet alıverdi hoşuna giden yedi şişeği. Vardı hana. Aldı doru atını yedeğine, kattı önüne şişeklerini, akşama doğru vardı köyüne. Bir yıl sonra, çocuğu gibi baktığı şişeklerinden biri ikiz, ötekiler de birer tane kuzu doğurunca sayıları, on beşi buldu Şükrü Dayı’nın koyunlarının.
İki yıl aradan sonra sayıları yirmiyi geçen koyunlarının yanı sıra Harmanüstü Köyü’nün koyunlarını da para karşılığında gütmeye başlar, bizim Şükrü Dayı. Böylece çiftçiliğin yanı sıra hayvancılığı da meslek edinir kendisine. Alıp kavalı eline bir başladı mı çalmaya toplardı koyunları yanı başına birer ikişer. Dillere destandı Şükrü Dayı’nın kaval çalışı. Hatta anlatılanlara bakılırsa çaldığı kavalı sayesinde etkilediği birçok kadın vardır, birlikte olduğu.
En büyük yardımcısı, eliyle besleyip büyüttüğü köpeğiydi. Çomar koymuştu adını. Okul çağına gelmesine karşın hiç okula göndermediği oğlu Hüsnü’yü de unutmamak gerekir. Ayrılmayan güzel bir ikiliydi, Hüsnü ile Çomar.
Bahar geldi mi katardı önüne kuzulu koyunlarını. Yayardı, gökyüzüne doğru tırmanan koca koca çam ağaçlarının arasına. Dört dönerdi, Çomar’la Hüsnü çamların koyu gölgesinde başını yerden kaldırmadan otlayan kuzuların, koyunların çevresinde. Can yoldaşıydı Çomar, Hüsnü’nün. Birlikte güderlerdi koyunları-kuzuları. Birlikte dolaşırlardı dağı taşı. Gece olunca onunla birlikte aynı yastığa koyardı, başı
Küçük yaştan itibaren koyunlarla, kuzularla ve Çomar adındaki köpeğiyle haşır-neşir olan Küçük Hüsnü ayrılmaz oldu, Karadeniz’in bol yağmurlu, nemli ve serin havasında koyunların peşi sıra o yayla senin bu yayla benim diyerek adım adım dolaşan babası Şükrü Dayı’dan. 
Aslında ayrılmak istemediği, babasından ziyade kuzulu koyunlarıyla can yoldaşı Çomar’dı Hüsnü’nün. Âşık olmuştu onlara adeta. Ölümüne seviyordu onları. Ama şu gerçeği unutmamak gerekir ki Hüsnü’nün sevgi gösterdiği koyunlarla Çomar’dan da bir o kadar yakınlık gördüğü kesindi.  Yani onlar hayvan olmalarına karşın insan kılığına bürünen iki ayaklı hayvanlardan daha vefalıydılar, kendilerine sevgi ve yakınlık gösterenlere.
Hüsnü’yle yaşıt olan öteki köylü çocuklarının evdeki, sokaktaki ve okuldaki oyun arkadaşları kendileri gibi çocuklardı. Bu çocukların, bu arkadaşlarıyla ‘Saklambaç’, ‘Körebe’, ‘Seksek’, ‘Uzuneşek’ vb. oyunlar oynarlarken kimi zaman anlaşamadıkları ve bu yüzden kavga edip küs kaldıkları da olurdu bazen. Oysa Hüsnü’nün yoktu böyle bir derdi. Onun oyun arkadaşları koyunlar, kuzular ve Çomar adındaki köpeğiydi. Onlarla oyun oynar, eğlenirdi. Dövüşmezlerdi asla. Kavga yoktu onların dünyasında. Hele hele küslük hiç olmazdı aralarında. Yılın üç yüz altmış beş günü barışık yaşarlardı. Şikâyetçi değillerdi birbirlerinden. Hepsi de memnundu yaşamından.
Günün yirmi dört saatini birlikte geçirirlerdi. Yan yana oturur, koyun koyuna yatarlardı. Çam kokulu havayı birlikte soluyor, buz gibi suları birlikte içiyorlardı. Aynı dili konuşmasalar da çok iyi anlaştıkları ve mutlu oldukları her hallerinden belliydi, onların.
Mevsim bir bahara döndü mü eşsiz tabiatına doyum olmazdı bakir Karadeniz’in. Yeşilin açıklı-koyulu tonlarından oluşan o büyülü libasına bürünen Tabiat Ana’nın görünümü bir başka olurdu. Bırakır Şükrü Dayı kendini büyüleyen o doğanın içine, koyunlarıyla birlikte. Dalar, doyumsuz seyrine tabiatın. Alır yanına karısı Sultan Ana’yı, biricik oğlu Hüsnü’yü ve can yoldaşı Çomar’ı. Katar önüne koyunları, yükler göçünü doru atına düşer, yollarına Ilgazların. Tırmanırlar, hep birlikte Ilgazların karlı doruklarına. Günlerce süren bir yolculuğun ardından varınca Ilgazların karlı doruklarına yıkarlar göçü, kurarlar çadırı hep birlikte. Onlar çadırı kurarken görev başındadır, Çomar. Göz-kulak olur koyunlara. Kuş uçurtmaz yakınında onların. Bir başkadır karlı dorukları, Ilgazların. Güneş bir başka doğardı oraya. Bir yandan hâlâ Toprak Ana’yı bir yorgan gibi örten bembeyaz karlar, öte yandan gökyüzüne doğru tırmanan kocaman sarıçamların, köknarların, ladinlerin aralarını bezeyen rengârenk çiçekler, kardelenler, süsenler, sümbüller ve onların dallarına konarak öten enva çeşit kuş sesleri ve püfür püfür esen çam kokulu havasıyla bir başkadır Ilgazların dorukları. Büyüleyici atmosferiyle tutsak alır Küçük Hüsnü’yü. Ilgazlara ilk gelişidir, onun. Kendisini daha önce hiç bu kadar yakın hissetmemişti gökyüzüne. Daha önce bu kadar yüceden seyretmemişti, enginleri. İlk kez içinde bulunduğu o büyüleyici atmosfer, o muhteşem manzara tarafından tutsak alınmıştır, can yoldaşı Çomar’la birlikte bir kenara oturup doğanın harikulâde güzelliklerini seyre dalan Hüsnü.
Kocası Şükrü Dayı ile birlikte çadırı kurduktan sonra işe koyulan Sultan Ana yakar ateşi, başlar bazlamaları pişirmeye. Sıcağı sıcağına yenmesi lazımdır onların. Şükrü Dayı hemen çıkarıverir, yamalı ceketinin koyun cebinden kavalını. Başlar dertli dertli öttürmeye. Kavalın yanık sesini duyan koyunlar, otladıkları yerden kaldırır yukarıya başlarını, dikiverir kulaklarını havaya, döner yönünü Şükrü Dayı’dan yana. Başlarlar ona doğru yürümeye. Toplanırlar çevresine Şükrü Dayı’nın. Dinlerler dakikalarca kavalın yanık sesini. Hipnotize edilmiş gibidir onlar, artık. Çökerler oldukları yere, başlarlar geviş getirmeye.
Koyunlar çömelince oldukları yere, kavalını öttürmeyi bırakan Şükrü Dayı, yem dolu torbayı doru atının başına geçirirken, karısı Sultan Ana da pişirdiği sıcacık yalı koyar Çomar’ın önüne. Sonra hep birlikte otururlar yer sofrasının başına. Başlarlar sıcacık bazlamaları lokma lokma yemeye.
Sonra saatler saatleri, günler günleri kovalarken hep birlikte dolaşırlar Ilgazların yaylalarını birer, birer. Koyunlarını adım adım takip ederek gezerler toprağını karış, karış. Solurlar mis gibi havasını. Seyre dalarlar o muhteşem manzarasını aylar boyunca. Aradan aylar geçmiş, güz gelmiştir artık. Ilgazların üşünecek havası hissettirir kendini iyiden iyiye. Aşağılara doğru inmenin zamanı gelmiştir artık. Yüklerler göçü doru ata, inerler Ilgazların doruklarından aşağıya yavaş, yavaş. Sonra ilk karla birlikte dönerler köylerine.
 Tıpkı bir film şeridi gibi aynı olaylar, her yıl izler durur birbirini. Büyük bir hızla ilerlemekte, su gibi akıp gitmekte olan zaman. Aradan yıllar geçmiştir. Küçük Hüsnü çoktan büyümüş, evlenip çoluk çocuğa karışmıştır. Şükrü Dayı ile Sultan Ana’yı sorarsanız onların Hakk’ın rahmetine kavuştukları bir hayli olmuştur. Onlardan geriye bir Çomar, elli de koyun kalmıştır, biricik oğlu Hüsnü’ye.
O da baba mesleğini sürdürmekte kararlıdır. Ancak şansı yaver gitmez. Babasının ölümü sonrasındaki ilk kış mevsiminde baş gösteren bir salgın hastalık, babası Şükrü Dayı’dan kendisine miras kalan elli koyunun kırk dokuzunu alıp götürmüştür. Geriye kala kala bir koyun kalmıştır, Hüsnü’ye. Gözü gibi koruduğu, çocuğu gibi baktığı onlarca koyununun gidişini çaresizlik içinde izleyen Hüsnü, ölmeyen o bir tanecik koyununu da “Bu da Çomar’ın olsun” diyerek onun adına tahsis eder.
Can yoldaşı Çomar’ın adına tahsis ettiği o bir tanecik koyun hariç babası Şükrü Dayı’dan kendisine miras kalma koyunlarının tamamını bir salgın hastalık neticesinde yitiren Hüsnü, artık tamamen çiftçiliğe çevirmiştir yönünü. Daha doğrusu çevirmek zorunda kalmıştır. Eker, biçer babasından kalma üç-beş tarlayı. Onlardan elde ettiği ürünle geçinip gitmektedir kıt kanaat.
Öte yandan Fahriye adındaki biricik kızı serpilip gelişmiş, gelinlik çağına gelmiştir artık. Dünür adayları aşındırmıştı eşiği, biri gider, biri gelir olmuştu. “Bu iş daha fazla uzatmaya gelmez, hayırlısıynan baş-göz etmek ilazım bu gızı” diye düşünüyordu, baba Hüsnü. Baba Hüsnü bu şekilde düşünüyordu ama Fahriye kız her dünür gelene “hayır” deyip çıkıyordu işin içinden. Meğer çoktan kafeslemişti, evleneceği delikanlıyı. Kapı komşuları Baha Çavuş’un asker oğlu Arif’miş yavuklusu. Bundan ötürü dünür gelenler eli boş döner giderlerdi gerisin geriye. Nihayet yavuklusu Arif askerliği bitirip köyüne dönünce Fahriye kız Allah’ın emriyle istenir babasından. Kurulur düğün dernek, okunur komşular düğüne. Üç gün üç gece devam eden davullu-zurnalı düğünün sonrasında Fahriye kız uçar baba evinden telli-duvaklı bir gelin olarak. Oğlu Abdullah’ı derseniz onu okutacağına dair söz verir köyün öğretmeni Ercep (Recep) Bey’e. Önce kuran kursuna, ardından ilçenin İmam-Hatip Okulu’na kayıt yaptıran Abdullah, liseyi bitirdiği yıl girdiği üniversite sınavını kazanır. Baba Hüsnü üniversiteyi kazanan oğlunu kaydeder üniversiteye, gönderiverir Angarı’ya, okuyup adam olsun deyi. Yani anlayacağınız çocuklarının ikisi de uçuvermiştir yuvadan. Kala kalmışlardı bir başlarına Hüsnü ile karısı Satı Kadın. Yıllarca aynı yastığa baş koyan iki kader ortağı didinip dururlar, babası Şükrü Dayı’dan miras kalma üç-beş tarlada. Onları eker, biçer harman ederler birlikte. Geçinir giderler muhannete muhtaç olmadan.
Ama her ne kadar karısı Satı Kadın’la birlikte babasından miras kalma üç-beş tarlada çalışıyor olsa da aklı fikri hep koyunlardadır, Hüsnü’nün. Hayalinde de düşünde de hep koyunlar vardır onun. Koyunlarıyla birlikte Ilgazların karlı doruklarında gezip dolaşacağı günü bekler durur dört gözle. Hani“Sabreden derviş muradına ermiş” derler ya Çoban Hüsnü de sonunda erer muradına. Yıllar önce köpeği Çomar’ın adına tahsis ettiği o bir tane koyundan üreyen koyunlarının sayısı, yirmiyi geçmiştir artık.
O yılın ilkbaharı gelende yükler göçünü yeni aldığı al renkli atına. Karısı Satı Kadın’la birlikte can yoldaşları Çomar’ı da yanlarına alarak katarlar önlerine, Çomar’a adadığı koyundan üreyen yirmiden fazla koyunu. Düşerler Ilgazların yoluna. Aradan yaklaşık bir hafta geçmiştir, Ilgazların karlı doruklarına vardıklarında. Yıkarlar al atın sırtına yüklediği göçü, babası Şükrü Dayı ile birlikte ilk kez gittiği yaylaya. Kurarlar hemen çadırı. Hüsnü çalı çırpı toplarken, bazlama yapmak için kolları sıvayan karısı Satı Kadın da başlar hamur yoğurmaya. Sonra ateş yakılır, pişirilmeye başlanır bazlamalar. Onlar bu işle uğraşırlarken Çomar dört dönmektedir koyunların çevresini. Göz-kulak olmaktadır onlara. Sırtında göçü taşıyan al at da başına takılan yem dolu torbadaki yemleri yiyerek karnını doyurmaya çalışmaktadır.
Bazlamaları pişirme işini bitiren Satı Kadın, kurar yer sofrasını. Otururlar kocası Hüsnü’yle birlikte yer sofrasının başına. Sıcak sıcak yenmeye başlanır bazlamalar. Çadırın hemen yanı başında yaktığı ateşte çay demleyen karısı Satı’nın kendisine sunduğu çayı içen Hüsnü, başlar, buralarda geçen anılarını Satı Kadın’la paylaşmaya.
Daha sonraki gün ve haftalarda koyunlarının ardından dolaşırlar Ilgazların karlı doruklarındaki yaylaları birer, birer. Enverusta (üniversite)’lı oğulları Abdullah, Angara zukaklarını adım adım dolaşırken, onlar da dorukları karlı Ilgazların yaylalarını dolaşırlar karış karış.
Güz gelip havalar iyiden iyiye soğumaya başlayınca Hüsnü, yükler göçünü al atına. Sonra başlarlar Ilgazların karlı doruklarından aşağılara doğru inmeye. Günler sonra varırlar köylerine, karlar yağıp yollar kapanmadan.
O kış yavrulayan koyunlarının sayısı kuzularıyla birlikte kırkı bulur. Diyecek yoktur Hüsnü’nün keyfine. Koyunlarının sayısı arttıkça ağzı kulaklarına varmaktadır, onun. Ancak bir zaman sonra bu sevinci kursağında kalır, Hüsnü’nün. Çünkü can yoldaşı emektar köpeği Çomar, hastalanır günün birinde. Ayağa kalkacak, koyunların çevresini dört dönecek gücü kendinde bulamayan Çomar, karşı koyamadığı hastalığa yenik düşerek ölür.
Can yoldaşı Çomar’ı kaybeden Hüsnü, üzülür Çomar’ın ölümüne, babasının ölümüne üzüldüğünden daha çok. Ağlar ona, anasının ölümüne ağladığından daha çok. Günler boyu devam eder üzüntüsü. Çaresiz kalır, can yoldaşı Çomar’ı yitiren su katılmamış saf Anadolu köylüsü Hüsnü.
Tam da bu sırada kapı-komşusu Sarı Kemal gelir, İstanbul’dan. Orada oturur yıllardan beri. 1955 yılının 6/7 Eylül’ünde meydana gelen olaylar sırasında İstanbul’da Rumlara ait iş yerlerini yağmaya başlayan gruplar arasında yer alan ırahmatlık babası Tomaç’ın yürüttüğü altınlarla satın alıp bir şehirlerarası Otobüs Firması’nda çalıştırdığı iki otobüsünün başında duruyordu Sarı Kemal. İstanbul’da kendilerine ait saray yavrusu gibi evde kapatmasıyla yaşayan Sarı Kemal, köyde de bir trafik kazası neticesinde yaşamını yitiren ağabeyinin üç çocuklu karısıyla evliydi. Bunun için kimi zaman köye uğrardı. 
Anadolu’da bir başkadır komşuluk ilişkileri. Komşularından birinin evine bir misafir geldiğinde ya da Sarı Kemal gibi başka bir yerde ikamet eden komşularından her hangi biri köye geldiği zaman köylünün hemen hepsi, gelene  “hoş geldin” demek adına toplanır o evde. Oturur, konuşur, sohbet ederler gece yarılarına kadar. Köylünün tamamı “hoş geldin”e gitmişti, İstanbul’dan gelen Sarı Kemal’e. Bir tek Hüsnü gitmemişti. Onun da gitmesi gerekiyordu mutlaka. Nihayet Sarı Kemal’in İstanbul’dan gelişinin üçüncü günü Hüsnü de “hoş geldindemek üzere kalkar gider kapı komşusu Sarı Kemal’in yanına. Otururlar, hoş-beş edip hal-hatır sorarlar. Konuşur, yer, içerler.
Kapı komşuları Hüsnü’nün moralinin bozuk olduğunu gören Sarı Kemal:
-Hayrola Hüsnü Ağa moralin bozuk gibi. Benim bilmediğim bir şey mi var? diye sorar.
Hüsnü ağlamaklı bir sesle:
-Benım Çomar öldü be Kemal, der.
-Senin şu emektar köpek mi? 
-He ya.
-Başın sağ olsun Hüsnü Ağa. Allah geride kalanlarına uzun ömürler versin, diyerek başlar inceden inceye alay etmeye, Sarı Kemal.
-Sağ ol Kemal sağ ol. Sizin gibi dostlar sağ olsun, der Hüsnü.
Sarı Kemal
-Yav Hüsnü Ağa, ben, bir zamanlar bir şeyler duyduydum. Ama seni göremediğim için soramadım bir türlü. Duyduklarım yalan mı doğru mu deyi? der.
Saf Anadolu köylüsü Hüsnü:
-Ne duyduydun ki? diye sorar.
-Senin şu sonki koyunlarının tamamı, Çomar’a adadığın o bir tane koyundan çoğalmaymış doğru mu? der Sarı Kemal.
-Doğrudur…
-Şimdi o koyunların tamamı Çomar’ın mı yani?
-He ya…
-Kime verecen onları?
Hüsnü kızgın bir ifadeyle:
-Ne demek kime verecen? Benım deel mi onlar? Kime verecaımışım ki? der.
Sarı Kemal:
-Bu koyunlar Çomar’ın mirası sayılmaz mı? diye sorar.
-Onun mirasıdır elbette, der Hüsnü.
-Peki, seninle bir akrabalığı var mı Çomar’ın? diye sorar.
Hüsnü yine kızgın bir ifadeyle:
-Ne deyyan o sen? O hayvan, ben insanım. İnsanla kopeğin akrabalığı mı olurmuş? der.
-Peki, akraba olmadığınıza göre Çomar’ın mirası ne deyi saan galıyo? diye sorar Sarı Kemal.
Su katılmamış saf Anadolu köylüsü Hüsnü:
-Doğru deyyan vallaha. Ben işin o yanını heç düşünmediydın, der.
Sarı Kemal:
-Bir de Müslüman’ım deyi geçinirsın. Peki, Müslüman biri başkasına ait bir malı nasıl alır? Haram deel mi onlar? Cehennemde cayır cayır yanarsın vallaha, der.
-Haramdır vallaha. Doğru söyleyan. Peki, şincik ne ediyın ben? N’olur bi yol gösteriver baan Kemal, der köylü Hüsnü.
Kapı komşusu saf Hüsnü’nün artık gaza geldiğinin farkına varan Sarı Kemal
-Hüsnü Ağa yarından tezi yok. Bin al atına, bi çırpıda varıver ilçeye, dikil müftünün karşısına. Her şeyi birer birer anlat gendine. O yardımcı olur, gerekeni söyler saan, der.
-Doğru söyleyan vallah, bi an eveli gitmek ilazım, der Hüsnü.
İstanbul’dan gelen kapı-komşusu Sarı Kemal ile aralarında geçen bu konuşma sonrasında:
-Allaha ısmarladık diyerek döner evine, Hüsnü.
Ertesi günün erinden kalkıp kahvaltısını yapan Hüsnü, biner eyerlediği al atının sırtına, tutar ilçenin yolunu. Bir zaman sonra varır ilçeye. Al renkli atını bağlar ilçenin tek hanına, takar başına yem dolu torbasını. Sonra doğruca varır müftünün makamına:
-Selamın aleyküm, diyerek.
-Aleykümselâm, deyip selamını alan müftü tarafından gösterilen yere oturur, Hüsnü.
Yaşı oldukça ilerleyen müftü:
-Hoş geldin evlat, der.
-Hoş bulduk begim…
-Bir derdin mi var?
-He ya begim…
-Buyur anlat seni dinliyorum...
Hüsnü:
-Begim Allah saan uzun omırler versın, der.
-Cümlemize evlat, cümlemize…
-Bubam bi gaç sene eveli Hakk’ın ırahmatına gavuştuydu…
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun…
-Âmin begim cümlemizin ölülerine. Irahmatlık ölürkene elli dene goyun bıraktıydın baan, der Hüsnü.
-Başka kardeşlerin yok mu?
-Yoh begim gardaşım mardaşım yoh benım. Bi bubanın bi tek çocuğuyın ben. Bubamın ölümünden bi gaç yıl sonra bi gıran girdiydın goyunlara. Aldı götürdü bubamdan baan galan elli goyunun gırk dokuzunu. Gala gala bi goyun galdıydın geriye. O bi deneyi de Çomar adındaki emekdar kopeğimize adadıydın. Şansı yaver gitti, goyunu ölmedi Çomar kopeğin. Zamanla çoğaldıkça çoğaldı Çomar’ın goyunları. Şincik tamı tamına gırk dene goyunu oldu. Emme bu kerem de Çomar kopeğimiz öldü, der Hüsnü.
-Eee… Şimdi ne istiyorsun benden?
-Begim diyeceım şu ki benım ahırımdaki gırk goyunun sahabı Çomar kopeğimiz öldüğüne göre ben o goyunları ne ediyın şincik? Kime veriyın onları? Bu gonuda bi yol gösteriver baan.
Oturduğu dönerli makam koltuğunda arkasına yaslanarak sol eliyle çember sakalını sıvazlayan Müftü, dua okur gibi iki dudağını kısa bir süre birbirine değdirip uzaklaştırdıktan sonra: “Bu adam kırk koyunu gözden çıkardığına göre ya çok zengindir ya da çok aptaldır. Ben bu koyunları alıyım bari. Satar parasını vakfa bağışlarız.” diye düşünür içinden. Sonra su katılmamış saf Anadolu köylüsü Hüsnü’ye:
-Aferin oğul. Müslüman dediğin böyle olmalı. Ayırmalı birbirinden helâl ile haramı. Ama ne yazık ki senin gibilerinin sayısı bir elin parmakları kadar azdır. Sana şimdiden müjde veriyim ki öte dünyada Cennet-i Ala’nın başköşesidir, senin yerin. Bundan şüphen olmasın sakın.
Koyun meselesine gelince; onların sahibi Çomar olduğuna ve onun da kimsesi bulunmadığına göre o koyunların tamamını bana getir. Allah hayrını kabul eylesin, der.
Müftünün bu sözleri üzerine bizim su katılmamış saf Anadolu köylüsü çoban Hüsnü; hem bir hayır işlediği için gururlu, hem de bu beladan kurtulduğu için sevinçlidir. Hemen kalkar oturduğu yerden. Ve:
-Sağ ol begim beni bu vebalden gurtardığın içun saan ne gadder dua etsem az olur. Allah ırazı olsun senden. Allahaısmarladık şincilik, ben hemen koye gidiyın goyunlrı getiriveriyın saan, diyerek yönelir kapıya doğru.
Zevkten dört köşe olan Müftü Efendi:
-Güle güle evlat, uğurun açık ola, der.
Tam da kapıya varmak üzereyken İstanbul’dan gelen kapı komşusu Sarı Kemal’in: “Bir hayvanın mirası nasıl olur da bir insana kalır” sorusu takılır bizim Hüsnü’nün aklı. Olduğu yerden müftüye dönerek:
-Begim o goyunları getmeden eveli bi sual soracaım saan, der.
-Buyur sor evlat.
Hüsnü:
-Begim bu Çomar kopeğin mirası ne deyin saan galıyo? Bu Çomar kopek senın buban mıydı, deden miydi? Onu bi soriyın, dedim, der.
Aptal olarak gördüğü su katılmamış saf Anadolu köylüsü Çoban Hüsnü’den duyduğu bu yanıt karşısında çılgına dönerek salyalarını saçan akıllı müftü oturduğu dönerli makam koltuğundan kalkarak yürür Hüsnü’nün üzerine. Ve:
-Yürü git bre zındık, seni paralamadan. Hem gelmiş yardım istiyorsun, hem de kalkmış neler zırvalıyorsun. Gözüm görmesin, seni. Elimi kana bulamadan defol git buradan, diyerek kovar Hüsnü’yü makamından.

MEHMET KORKMAZ
EMEKLİ EĞİTİMCİ
 
 
Bugün 72 ziyaretçi (95 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol