EFSANEVİ AŞK ÖYKÜLERİ

 

EFSANEVÎ AŞK ÖYKÜLERİ

HÜSREV Ü ŞİRİN

M.S. 226–651 tarihileri aranda egemenlik süren Sasani Hanedanı’nın 591–628 yılları arasında tahtta hüküm süren hükümdarı Hüsrev II (Perviz)’nin, Erzen ülkesi melikesi Mehin(Mehmene) Banû’nun yeğeni Şirin ile olan aşklarını dile getiren Hüsrev û Şirin, İran ve Türk yazınlarında mersiyelerin birçoğuna konu edilmiş ünlü bir halk hikâyesidir. Kimi yanlarıyla gerçekle bağdaşır. Öykünün erkek kahramanı olan Hüsrev, 579–590 tarihleri arasında hüküm süren ve Sasani sülalesinin son hükümdarı Hürmüz IV’ün oğlu ve 531–579 arasında hüküm süren ve Bilge Kral unvanıyla bilinen Ksusro I (Hüsrev-Anoşirvan, Nuşirevan)’in torunudur. Arkadaşı olan Şavur’dan Erzen ülkesi melikesi Mehin (Mehmene) Banû’nun Şirin adında oldukça güzel bir yeğeninin (kimi kaynaklarda kızı, kimi kaynaklarda da kardeşi olarak gösterilir) olduğunu öğrenen Hüsrev, resmini gördüğü Şirin’e aşık olur. Şirin de resmini gördüğü Hüsrev’e âşık olur. Bunun üzerine babasından izin alan Hüsrev; arkadaşı Şavur ile birlikte, özelliklerini öğrendiği ve resmini görerek kendisine âşık olduğu Şirin’i bulmak üzere Şirin’in ülkesi Erzen’e doğru yola çıkarlar. Uzun süren ve oldukça meşakkatli geçen bir yolculuk sırasında başlarından geçen pek çok badirenin ve maceranın ardından Erzen diyarına varan Hüsrev, âşık olduğu sevgilisi Şirin ile bir araya gelerek buluşur. Tam bu sırada ülkesinde karışıklıklar çıkan Hüsrev’e karşı isyanlar çıkar ve çıkan isyanlar sonucunda ülkesinde bulunmayan Hüsrev, isyancılar tarafından tahtından indirilir. Hükümdarı olduğu ülkesinde baş gösteren karışıklıkları bastırmak amacıyla Şirin’den ayrılan Hüsrev (Perviz), Rum Kayseri’den yardım talebinde bulunur. Rum Kayseri de kızı Meryem’i alması şartıyla kendisine yardımda bulunacağını taahhüt eder. Bunun üzerine Rum Kayseri’n kızı Meryem’le evlenen Hüsrev, İran’da karışıklık çıkaran Behram’ı yenerek kaybettiği tahtına tekrar oturur. Hüsrev ülkesine gitmek üzere Erzen’den ayrıldıktan bir süre sonra Erzen Melikesi Mehin (Mehmene) Banû yaşamını yitirir. Erzen Melikesi Mehin (Mehmene) Banû yaşamını yitirince güzelliğiyle cihana ün salan Şirin, Erzen’e hükümdar olur. Kendisine âşık olduğu Hüsrev’in Meryem ile mutlu bir yaşam sürdüklerini öğrenen Şirin, sessiz bir şekilde kasrına kapanır. Bu arada kasra bir suyolu, çeşme ve havuz yapma ya da kimi kaynaklara göre süt içmeyi çok seven Şirin’in sarayına düzenli bir şekilde taze süt gelmesini sağlamak amacıyla Ferhat adında yakışıklı, civanmert usta bir mimara bir dağı delme görevi verilir. Bu çalışma sırasında Şirin’le yüz yüze gelen Ferhat Şirin’e âşık olur. Ferhat’ın Şirin’e âşık olduğunu öğrenen Hüsrev, Ferhat’a bir kocakarı vasıtasıyla aşığı olduğu Şirin’in yaşamını yitirdiği haberini gönderir. Kocakarı tarafından kendisine iletilen bu haberi gerçek zanneden Ferhat, kendisini, delmeye çalıştığı dağdaki kayalıklardan aşağıya atarak yaşamına son verir. Aynı günlerde Hüsrev’in evli olduğu Meryem de yaşamını yitirir. Bu olayın sonrasında Hüsrev ile Şirin evlenerek mutlu bir yaşama doğru adım atarlar. Ancak ne yazık ki bu mutluluk fazla uzun sürmez. Çünkü Şirin’e göz koyan Meryem’in Şiruye adındaki oğlu, gönderdiği bir adamı vasıtasıyla Hüsrev’i hançerleterek öldürür. Şirin de Hüsrev’in tabutunun başında kendi yaşamına son verir.

Hikâyenin ilk izlerine eski söylencelerden parçalar nakleden ve M.S. 902 yılında yaşamını yitiren İbnü’l Fakih’de rastlanır. 934–1020 tarihleri arasında yaşayan ünlü İranlı şair Firdevsî, 975 yılından itibaren kaleme aldığı Şehnâme adlı yapıtında Hüsrev’in yaşamını ele alır. Konuyu bir bütün halinde hikâye şekline dönüştüren kişi ise, 1150 yılında yaşamını yitiren İranlı şair Senaî’dir. Hamse’nin ikinci eseri olan ve 1180–1181 yıllarında yazdığı 6512 beyitten oluşan Hüsrev û Şirin mesnevisiyle aynı konuyu ele alanlar arasında ulaşılmaz bir başarı elde eden Genceli Nizamî (XII. yy.)’nin bu ölümsüz yapıtı, Kutb mahlaslı Harizmli şairce örnek alınmış ve Hüsrev û Şirin mesnevisi, aynı vezinle kimi yerlerde kısaltmalar ya da ilaveler yapılmak suretiyle Türkçe’ye tercüme edilmiştir. 1501 yılında yaşamını yitiren Ali Şir Nevai, Hüsrev û Şirin’e yeni yorumlar getirmiştir. 1429’da ölen Şeyhi ise 11 bölüm arasında 6944 beyitten meydana gelen Hüsrev û Şirin mesnevisini II. Murat’a arz etti. Şeyhi tarafından kaleme alınan mesnevi, kahramanların ağzından söylenmiş gazel, kaside ve terciibentlerle bezelidir. Eserin sonundaysa Tanrı’ya, yaratılmışlara ve yıldızlara dair bilgiler yer almaktadır. Hüsrev ile Şirin’in aşkları ve maceraları Türk yazınında halk öykülerinde de ele alındı.

İslâm öncesindeki İran, Anadolu ve Bizans’ın tarihe yakın kimi gerçeklerini, toplumsal düşüncelerini dile getiren bu konu, pek çok İran, bir-iki Arap ve pek çok Türk şairince ayrı ayrı zamanlarda işlenip manzum bir aşk romanı şeklinde kaleme alınmıştır. Türk yazınında 8–10 kadar şair tarafından kaleme alınan Hüsrev ile Şirin adlı yapıt bulunmaktadır.

  

FERHAT İLE ŞİRİN

Ferhatnâme, Hüsrev ve Şirin ve Şirin ile Perviz adlarıyla da bilinen bir halk hikâyesidir. İlk ortaya çıkış şeklinde, Hüsrev (Perviz) adındaki Sasani hükümdarının serüven dolu yaşamı dile getiriliyordu. Hüsrev’in yanı sıra Ferhat ile Şirin’in adları da öykünün kahramanları arasında yer alıyordu. XII. yüzyıldan itibaren İran ve Türk yazınlarının en çok işlenen konularından biri haline geldi. Üçlü bir aşk öyküsü olarak ilk kez 1150–1214 arasında yaşayan İran şairi Genceli Nizamî’nin mesnevi türündeki yapıtında ele alındı. Hüsrev’in maceraları tali plana itildi.

Aynı konuyu ele alan fazla sayıda şairin elinde zaman içinde farklı boyutlar kazanan öykü, özetle şöyledir:

Horasan diyarındaki Erzen (ya da Ermen) ülkesinin melikesi Mehin (Mehmene) Banû’nun Şirin adında bir kız kardeşi (kimi kaynaklarda kızı ya da yeğeni şeklinde gösterilir) vardır. Mehmene Banu, güzelliğiyle ün salan kız kardeşi Şirin için bir köşk inşa etmek ister. Şehrin en ünlü mimarlarına yaptırdığı köşkü süslemek amacıyla Behzad ( ya da Bihzad) adında bir nakkaş getirtir. Nakkaş Behzad’ın Ferhat adında genç, yakışıklı, civanmert bir oğlu vardır. O da nakkaştır. Baba-oğul birlikte köşkü süslemeye başlarlar.

Kimi zaman Saray’dan dışarı çıkan Şirin, nakkaş baba-oğulun yanına gidermiş. Ferhat onu görünce aklı başından gider, kendinden geçermiş. Yine bir defasında Ferhat kendinden geçip bayılınca onu yanaklarından öpen Şirin, yazdığı şu beyti Ferhat’ın başucuna bırakır:

 “Bilmem melek misin cânâ yoksa ferişte

  Hemen aklım aldın efendim bir görüşte

  Benim derd-i derûnumdan haberdar olmayan bilmez

  Muhabbet bir belâ şeydir giriftâr olmayan bilmez”

Neticede köşkün nakış işleri sona erince mimarbaşı nakkaşlara izin verir. Günün birinde bir geziye çıkarken bir su başına gelen Mehmene Banû, burada akıp giden suyu saraya getirtmek ister. Fakat suyun bulunduğu yer ile sarayın arasında koca bir dağ bulunuyormuş. Su ile sarayın arasındaki bu dağı delip suyu, saraya akıtmayı düşünen Mehmene Banû, çıkardığı bir fermanla, dağı delip suyu saraya akıtacak olanın her isteğinin yerine getirileceğini duyurur. ‘Bu işi ben yaparım’ diyen Ferhat’ı, Mehmene Banû’nun huzuruna çıkarırlar. İki taraf konuşur, anlaşırlar aralarında. Ferhat, anlaşmadan hemen sonra mimarbaşına biri yüz batman, öteki iki yüz batman ağırlığında olmak üzere demirden yapılma iki tane külenk (sivri kazma) siparişi vererek işe başlar.

Hazırlıklar tamamlanınca Ferhat, dağı delme işine başlar. Günün birinde işi yerinde incelemek üzere tahtırevanına binen Mehmene Banû, yeğeni Şirin’i de yanına alarak dağın bulunduğu yere gelir. Mehmene Banu’nun yanında Şirin’i gören Ferhat, coşmaya başlar. Kayaya her kazma vuruşunda hamam kubbesi büyüklüğünde taşlar koparır dağdan. Dağı kırk gün içinde delip suyu saraya akıtmayı başarır. Bu başarısı nedeniyle Mehmene Banû tarafından saraya alınır. Dadısını aracı olarak koyan Şirin, köşkte Ferhat’la gizli gizli buluşmaya başlar. Onları baş başa gören bir cariye durumu, Mehmene Banû’ya gammazlayınca Ferhat zindana atılır. Ama düşünde tehdit edilen Mehmene Banû, zindandan çıkardığı Ferhat’a bin altın vererek o diyardan uzaklaşmasını ister. Mehmene Banû tarafından kendisine teklif edilen bin altını alıp yoksullara dağıtan Ferhat, içinde yaşamak üzere, demirden yapılma yüz batman ağırlığındaki sivri uçlu kazmasıyla dağda kendine bir mağara hazırlar. Aslanların, kaplanların karşısında el pençe durdukları Ferhat, Şirin’i andıkça gözlerinden kanlı yaşlar akar dururmuş.

Günün birinde yine aklına Şirin düşer, dayanacak gücü kalmaz Ferhat’ın. Aslanların, kaplanların ve öteki hayvanların tamamıyla birlikte yola çıkar. Erzen diyarına, Şirin’in oturduğu kente gelir. O, yanına aldığı hayvanlarla kente giriş yaptığında uyuyan Şirin, düşünde kendisine; “uyan da pencereden dışarıya bak” diyen aksakallı dervişin sözüüzerine uykudan uyanıp pencereden dışarı bakar. Ferhat’ın, tam karşısında bir taşın üzerinde oturduğunu görür. Hiç umulmadık bir anda sevdiği Ferhat’ı karşısında gören Şirin’in aklı başından gider. Kendinden geçer ve düşüp bayılır. Şirin’in düşüp bayıldığını görünce üstünü başını parçalayan Ferhat, çırılçıplak kalır ortada. Kendisine haber verilen babası nakkaş Behzad, gelip de oğlu Ferhat’ı bir sürü hayvanın arasında çırılçıplak görünce onu alıp eve götürmek ister. Ama Ferhat, bırakın eve gitmeyi, bulunduğu yerden ayrılmaz bile.

Bu durumdan haberdar olan Sasani hükümdarı Hürmüz Şah, Ferhat sarayına alır. Onun sevdiğine kavuşması için Mehmene Banû’dan Şirin’i ister. Mehmene Banû, Hürmüz Şah’ın teklifini kabul etmez. Bunun üzerine iki hükümdar arasında savaş çıkar. Savaş sırasında Şirin’i gören Hürmüz Şah’ın oğlu Hüsrev de Şirin’e âşık olur. Yaşanan korkunç savaşın sonrasında Mehmene Banû, her şeyini bırakıp kaçarken, Şirin de Hürmüz Şah’ın sarayına götürülür. Sarayda oğlu Hüsrev’in de Şirin’e âşık olduğunu öğrenen Hürmüz Şah, Ferhat’a yerine getirilmesi mümkün olmayan bir iş buyurarak iki sevgilinin birleşmelerine mani olmak ister. Ancak Ferhat’ın bu işi başarıyla yerine getireceğinden emin olan saray kadınları, Ferhat’a, Şirin’in öldüğü yalanını söylerler. Bunu duyan Ferhat, demirden yapılma yüz batman ağırlığındaki gürzüyle canına kıyarak yaşamına son verir. Ferhat’ın yerde duran cansız bedeniyle karşılaşan Şirin de koynunda gizlediği hançeriyle canına kıyarak yaşamına son verir. Onlara acıyan ve yaptığından utanç duyan Hürmüz Şah, iki sevgiliyi aynı mezara gömdürür. Rivayete göre mezarın üzerinde her zaman Ferhat’ın bulunduğu tarafta bir kırmızı gül, Şirin’in bulunduğu tarafta da bir beyaz gül bitermiş.

Karagöz oyununda mizah unsuru da eklenerek mutlu bir sonla noktalanan macerayı, aynı adlı oyununda işleyen ünlü şairimiz Nazım Hikmet, Ferhat’ın dağdan saraya su indirmesi motifini ele alırken insanlığa yararlı olmanın bireysel sevginin nasıl önüne geçtiğini gösterir.

Kitabın kimi bölümlerinde yer alan şiirlerin aruz ölçüsüyle yazılması, konusunun divan edebiyatında kaynaklanmasından ötürü hikâyeci aşıklar’ca dile getirilmeyen, yazma ve basma kitaplarından okunan halk öyküleri arasına girdiğini ortaya koymaktadır.

 

ÂŞIK GARİP İLE ŞAH SANEM

Anadolu’da ve Azerbaycan’da oldukça yaygın bir durumda bulunan halk hikâyelerinden biridir. Öykünün başkişisi olan Âşık Garip’in tanınan saz şairlerinden biri olduğu ve öyküde anlatılan olayların onun tarafından yaşandığı rivayet edilmektedir. Bu nedenle bu öykü, biyografik aşk öyküsü sınıfına girer.

Öyküde, Tebrizli Rüstem (Âşık Garip) ile Tiflisli Şah Sanem arasında yaşanan aşkı dile getirilmektedir. Babası, Tebriz’in tanınmış tacirlerinden Hoca Ahmet’in yaşamını yitirmesinin ardından çevresinde kümelenen şaklabanlarla babasından kalan mirası har vurup harman savurduktan sonra kısa süre içinde yiyip bitiren ve muhtelif işlerde çalışan ancak hiç birinde dikiş tutturamayan Rüstem, neticede bir kahvede saz çalıp deyişler söyleyen saz şairlerinin yanında çırak olarak çalışır, ama bir türlü saz çalmayı öğrenemez. Bu kahvehanedeki âşıkların yanında çırak olarak çalıştığı sırada gecenin birinde rüyasında ihtiyar bir derviş kisvesine bürünen Hızır’ı görür. Rüyasında kendisine Şah Sanem’in güzelliğinden söz eden Hızır, ona aşk dolusu içirerek onun Şah Sanem’e âşık olmasını sağlar. Bu olayın sonrasında eli, dili çözülüp saz çalıp deyişler söyleyerek Âşık Garip adıyla anılır olmaya başlayan Rüstem, elinde sazıyla, düşünde gördüğü Şah Sanem’i bulmak amacıyla yollara düşer. Nihayette Tiflis’te bulduğu Şah Sanem’i babası Hoca Sinan’dan ister. Şah Sanem’in babası Hoca Sinan da başlık olarak kırk kese altın getirmesi koşuluyla kızını kendisine vereceğine dair ikrarda bulunur. Şah Sanem’in babası tarafından istenen kırk kese altını tedarik etmek amacıyla tekrar elinde sazıyla yollara düşen Âşık Garip, uzun süren ve zorlu geçen bir yolculuğun ardından Halep’e varır. Orada kahvehanenin birinde âşıklık yapmaya başlar ve elde ettiği başarıyla Halep paşasından ilgi ve destek gören Âşık Garip, istenen parayı tedarik etmek amacıyla Halep’e gitmek için yollara düşer düşmez, babası Hoca Sinan, kızı Şah Sanem’i, Şah Veled adında genç bir tacirle nişanlar. Âşık Garip, Halep’te iken sevgilisinin babası tarafından başka bir gençle nişanlandırıldığını haber alır. Bu haberi alır almaz Halep paşasının ve aksakallı bir ihtiyar şeklinde görünen Hızır’ın himmetiyle Erzurum ve Kars üzerinden Tiflis’e gitmek üzere yollara düşen Âşık Garip, yollarda karşılaştığı birtakım olumsuzlukları Hızır’ın yardımıyla atlattıktan sonra kazasız belâsız bir şekilde Tiflis’e varır. O, Tiflis’e vardığında babası tarafından başka bir gençle nişanlandırılan sevgilisi Şah Sanem’in düğünü yapılmaktadır. Sevgilisinin düğününde çaldığı sazla herkesi kendisine hayran bırakan Âşık Garip, kendisini tanıtır ve nihayette sevdiği Şah Sanem ile evlenerek mutlu bir yaşam sürer. Âşık Garip, kendi kız kardeşini de kendisini tanır tanımaz kendi rızasıyla Şah Sanem’le evlenmekten vazgeçen Şah Veled ile evlendirerek onun da mutlu olmasını sağlar. Bu öykü, sonu mutlulukla nihayete eren birkaç halk öyküsünden biridir.

Yapılan araştırmalara göre efsanemsî örgeler taşımasına rağmen bu öykünün gerçek olduğu üzerinde durulmaktadır. Olayların meydana geldiği kentler sadece bilinen yerler olmakla yetinilmeyip gerçekçi hatlarla dile getirilmektedir. Tiplerdeki gerçeklik payı, yüzde yüze yakındır. Ancak âşıkların vûslâtı için Hızır’ın olayın içine karışmış olması ve yardım etmesi, tabiatüstü bir vasıf taşımaktadır. Bunu da sözlü geleneğin masalımsı örgelerinin tabii etkisi şeklinde görmek lazımdır. İki aşığın neticedeki vuslatı da halk hikâyelerinin diğerlerinde pek karşılaşılmayan ayırıcı bir hususiyet olarak görüp hikâyenin gerçekçi vasfına bağlamak mümkündür. İlk derleyicisi ve yayımlayıcısı 1837–1918 yılları arasında yaşayan Türkolog Radloff olan hikâyede bulunan şiirler, usta bir saz şairinin ürünü olarak bugüne kadar gelebilmiştir.

Halk arasında oldukça fazla okunan Âşık Garip ile Şah Sanem öyküsünün taşbaskısı ve matbaa harfleriyle muhtelif baskıları bulunmaktadır. Aynı konu, yerli ve yabancı (mesela; 1814–1841 yılları arasında yaşayan ve bir düello sırasında öldürülen Rus şair Mihail Yuriyeviç Lermontov, bu öyküyü 1837 yılında Âşık Kerib adıyla kaleme almıştır.) yazarlarca da ele alınmıştır. Azerbaycan’da Âşık Garip adı verilen bir de opera bestesi yapılmıştır.

 

ÂŞIK KURBANÎ İLE GÜLPERİ

XVI. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Kurbanî adındaki Güney Azerbaycanlı âşığın, kendi yaşamına ilişkin bir şekilde düzenlediği kabul gören ancak daha sonraları başkalarınca geliştirilen bir halk öyküsüdür. Anadolu’da pek yaygın olmayan ve on civarında çeşitlemesi saptanan öykünün, olayların akışı ve meydana geldiği yerler, şahıslar ve netice bakımından birtakım değişiklikler taşıdığı hemen göze çarpar.

Bu on kadar çeşitlemenin içinden en mükemmeli olarak kabul gören Gence söylentisine göre hikâyenin konusu şöyledir:

Mirza Ali Han, varsıllığıyla ünlü bir babanın oğludur. Ancak babası ölünce kardeşleri, babadan kalma malları elinden alırlar. Buınun üzerine içine düştüğü yoksulluğun pençesinde kıvranmaya başlar. Öykünün kahraman ıolan Kurbanî, yukarıda sözü edilen Mirza Ali Han’ın oğludur. Gecenin birinde aksakallı derviş kisvesine bürünerek Kurbanî’nin düşüne giren Hızır, Gence hükümdarı Ziyad Han’ın Gülperi adındaki kızını gösterir, Kurbanî’ye. Aşk badesi içirdiği Kurbani’yi Gülperi’ye âşık eder. Hızır, aynı gece Gülperi’nin de düşüne girer. Ona da aşk badesi içirir ve Kurbanî’ye âşık eder, onu. Hızır sayesinde aşıklık yeteneğini kazanan Kurbani, artık saz çalıp deyişler söylemeye başlayan bir hak aşığıdır. Düşünde âşık olduğu Gülperi’yi bulmak için Gence’ye doğru yola düşer. Yolda bir takım badireler atlatıp olumsuzluklar yaşarsa da düşünde gördüğü Hızır’ın yardımıyla bunları atlatır. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından Gence’ye varan Kurbani, orada sevgilisi Gülperi’yle buluşur. Gence’ye varan Kurbanî, Gence hükümdarı Ziyad Han’dan kızı Gülperi’yi ister. Ziyad Han, O’nun gerçek hak aşığı olup olmadığını anlamak için onu bir sınava tabi tutar. Yaptığı sınav neticesinde Kubanî’nin gerçek bir hak aşığı olduğu kanaatine varan Ziyad Han, verdiği sözü tutarak düğün hazırlıklarını başlatır. Ancak, Gülperi’yi oğluna almayı düşünen Kara Vezir adındaki veziri, uydurduğu birtakım bahanelerle Kurbanî’nin Gülperi’yle evlenmesine karşı çıkar ve Ziyad Han’ı bu kararından vazgeçirmeye çalışır. Ziyad Han, ‘Ben söz verdim, sözümü yerine getirmem gerekir. Sözümü yerine getirmezsen itibarım kalmaz.’ der. Kara Vezir; ‘Siz o işi bana bırakın, ben hallederim.’ der. Ziyad Han; ‘Nasıl halledeceksin?’ diye sorar. Kara Vezir; ‘Aramızda bir yarışma düzenleyeceğimizi ve yarışma sonunda kazanan kişinin Kurbanî ile Gülperi’nin evlendirilip evlendirilmeyeceği hususunda karar sahibi olacağını halka söyleyerek işi hallederiz’ der. Ziyad Han bu talebi olumlu bulur ve oyuna başlanır. Neticede oyunu kazanan kişi Kara Vezir olur. Yaptıkları anlaşma gereği, Kurbanî ile Gülperi’nin evlilikleri konusunda karar verme hakkını elde eden Kara Vezir, Kurbanî’nin derhal idam edilmesini emreder. Fermanı yerine getirmekle görevli olan cellatlar, yakaladıkları Kurbani’yi idam sehpasına getirirler. İdam edilmeden önce son isteği sorulan Kurbani, ‘bir deyiş söylemek istiyorum’ der. Kendisine izin verilen Kurbanî, lânetli deyişler söylemeye başlar. O, lânetli deyişler okumaya başlayınca gökyüzünden yağmurlar yağmaya, yıldırımlar peş peşe yere düşmeye başlar. Art arda yere düşen bu yıldırımlarla Kara Vezir’in evi yanar ve ortalık karışır. Bu karışıklıktan yararlanarak cellâtların elinden kaçan Kurbanî,  Gülperi’nin yanına sığınır. Gülperi, çok daha güçlü bir konumda bulunan bir hükümdar olan Şeyhoğlu Şah’a bir mektup yazarak kendilerine yardımcı olması talebinde bulunur. Gülperi’nin kendisine yazdığı mektubu alır almaz hemen harekete geçen Şeyhoğlu Şah, iki sevgilinin kavuşmasını sağlamak için Bican adlı adamını Gence’ye yollar. İki sevgili, Şeyhoğlu Şah tarafından birbirlerine kavuşmasını sağlamak amacıyla gönderilen Bican’ın yardımıyla başlarından geçen bir dizi maceranın sonrasında evlenerek dünya evine girerler.

Diri çeşitlemesine göre de öykünün konusu özetle şöyledir:

Feramuz Bey’in oğlu olan Kurbanî, bir adak neticesinde doğmuştur. Aradan yıllar geçmiş ve Kurbanî, on yedi yaşına gelmiştir. Bir gün babasıyla birlikte ava gider. Av, uzun sürer. Günün son ışıkları, ufuktan kaybolup akşamın karanlığı basınca evlerine dönemeyeceklerini anlayan baba oğul, Mazannene adındaki bir Pir’in türbesinde uyurlar. Kendisine Mazannene adındaki ermiş tarafından aşk dolusu içirilen Kurbanî, Genceli Abdullah Han’ın Peri adındaki kız kardeşine aşık olur. Sabah olur olmaz Gence’ye doğru yola çıkan Kurbanî,  meşakkatli ve uzun bir yolculuktan sonra Abdullah Han’ın Gence’deki sarayına varır. Rüyasında görerek âşık olduğu Peri’yi, Abdullah Han’dan ister. Abdullah Han, Kurbanî’nin gerçek hak aşığı olup olmadığını anlamak için kız kardeşinin asıl adını sorar. Kurbanî, Nigar’dır, deyince onun hak âşığı olduğunu anlayan Han, kız kardeşini ona vermeye karar verir. Ancak kızı, oğluna almayı düşünen Kara Vezir araya girer. Abdullah Han’ı bu kararından vazgeçirmeye çalışır. Abdullah Han’ı ikna eden Kara Vezir, Kurbanî’yi sınava tabi tutar. Kurbanî, büyük bir başarı göstererek sınavı kazanır. Sözünde duran Abdullah Han, kız kardeşi Peri’yi Kurbanî’ye verir. Buna itirazda bulunan Kara Vezir, Mehmet Han’dan yardım talp eder. Mehmet Han tarafından Kara Vezir’in yardımına gönderilen kuvvetler, Kurbanî’den Peri’yi alırlar. Çaresiz kalan Kurbani, rüyasında kendisine aşk bâdesi veren Mazannene’nin mezarının başında tekrar düşe yatar. Düşünde,  aksakallı bir derviş, Kurbani’ye; ‘Şah Abbas’tan yardım iste. O sana yardım eder’ der. Düşten uyanır uyanmaz hemen yola düşen Kurbani, uzun bir yolculuk sonrasında Şah Abbas’ın sarayına varır. Durumu anlatır ve ondan yardım ister. Durumu Kurbani’den öğrenen Şah Abbas, Mehmet Han’a ulaklar göndererek Peri’nin, Mazannene Türbesi’nde Kurbanî’ye teslim edilmesini ister. Kurbani, Mazannene Türbesi’ne gitmek üzere tekrar yollara düşer. Uzun bir zaman sonra elinde sazıyla Diri Dağı’ndaki Mazannene Türbesi’nin yanında bulunan çeşmede bekleyen Kurbanî, bir yılan tarafından ısırılır. Kurbani, sevgilisine kavuşamadan yaşamını yitirir. Oraya getirilen Peri, sevgilisinin mezarının başında:

   “Men âşık gencem haray!

     Berde’den gencem haray!

     Gurbanî elden getdi,

     Mene bir encâm, haray!”

Şeklindeki bayatıyı söyledikten sonra yaşamını yitirir. Bunun üzerine iki âşık yan yana gömülür.

Âşık Kurbanî Hikâyesi olarak bilinen bu öykünün farklılıklar gösteren çeşitlemelerinin bazılarında iki sevgilinin birbirilerine kavuşamadan yaşamlarını yitirdikleri görülmektedir ki bu da, hikâyenin henüz tam manasıyla olgunluğa erişemediğinin bir ifadesidir.

 

ASUMAN İLE ZEYCAN

Doğu Anadolu’da anlatılmasına rağmen diğer halk öyküleri kadar yaygın olmayan Âsuman ile Zeycan, aynı elmayı bölüşüp yiyerek çocuk sahibi olan iki ana babanın biri kız, biri erkek çocukları arasındaki aşkı konu edinen bir halk hikâyesidir.

Uzun zamandan beri evli olmalarına rağmen Kaleli Bey ile Derviş Ahmet adındaki kâhyasının çocukları olmamaktadır. Günün birinde tebdili kıyafetle bir geziye çıkan Kaleli Bey ile kâhyası Derviş Ahmet,  bir yaylada aksakallı bir dervişle karşılaşırlar. Bölüşerek eşleriyle birlikte yemeleri koşuluyla kendilerine birer elma veren derviş, bu elmayı yemlerinin sonrasında Kaleli Bey’in bir kızının, kâhyası Derviş Ahmet’in de bir oğlunun olacağını söyler. Kızın adının Zeycan, oğlanın adının da Âsuman konmasını isteyen aksakallı derviş, doğacak olan bu iki çocuğun birbirileriyle beşik kertmesi nişanlı olduklarını ve büyüdükleri zaman birbirileriyle evlendirilmelerini ister.

Saraya dönen Kaleli Bey ile kâhyası Derviş Ahmet, kendilerine elma veren dervişin söylediklerini harfiyen yerine getirerek elmaları eşleriyle bölüşüp yerler. Bu birliktelikten sonra eşleri hamile kalır ve zamanı gelince de doğum yaparlar. Dervişin söylediği gibi Kaleli Bey’in bir kızı, kâhyası Derviş Ahmet’in de bir oğlu dünyaya gelir. Dervişin talebi doğrultusunda kıza Zeycan, oğlana da Âsuman adı verilir.  Zaman içinde büyüyen Zeycan ile Âsuman âşık olurlar birbirilerine. Töreler ve kendilerine elma veren dervişin talebi uyarınca Zeycan babasından istenir. Ancak bu evliliğe şiddetle karşı çıkan karısının etkisinde kalan Erzincan Beyi Kaleli Bey, iki gencin evliliğine karşı çıkarak kızını vermez. Düşlerinde, aksakallı derviş tarafından kendilerine verilen aşk dolusunu içerek âşıklık gücünü elde eden Âsuman ile Zeycan saz çalarak deyişler söylemeye başlamışlardır.

Bu düş üzerine duygularını birbirlerine şöyle anlatırlar:

Asuman:

İstemem tabibi peymane buldum

Çaresiz dertlere düştüm ne dersin?

Hakkın himmetiyle ummane daldım

Bahar seli gibi çoştum ne dersin?

 

Dün gece seyrimde oldum divane

Varlığım kırkların yoludur yolu

Eli bağlı durdum Ande "divan"ına

Sundular bir kadeh doludur dolu

Tüm çabalarına karşın sevdiğine kavuşamayan Asuman, gurbete çıkar. Ancak çıkmadan önce mendilini, Zeycan’a verir ve onunla vedalaşır. Zeycan da anmalık olarak yüzüğünü ona verir. Aradan uzun zaman geçer. Sıcak bir yaz gününde kızı Zeycan’ı yanına alan Kaleli Bey, yaylaya çıkar. Asuman'ın yolu, bir rastlantı sonucunda Kaleli Bey ile kızı Zeycan’ın bulunduğu yaylaya düşer. Sevgilisi Zeycan’ın orada olduğunu öğrenir. Aşk konusu üzerine inşa edilen halk öykülerinin tamamında olduğu gibi, bu öyküde de sevgilisine kavuşmak için çaba gösteren Âsuman, tebdili kıyafetle huzuruna çıktığı beyden, karşılıklı atışmak için bir âşık ister. Âsuman’ı tanımayan Kaleli Bey, âşık olarak kızı Zeycan’ı, Âsuman’ın karşısına çıkarır. Aralarında varılan anlaşma gereği atışmayı kaybeden kişi, kazanan kişinin kölesi olacaktır. Atışma belirlenen gün ve yerde gerçekleştirilir. Atışma neticesinde kaybeden Zeycan olur. Varılan anlaşma gereğince kızı Zeycan’ı, Âsuman’a vermesi gereken Kaleli Bey, çeşitli bahaneler öne sürerek onu oyalamaya çalışır. Asuman, tekrar yollara düşer. Bey, olanları anlatıp kendisini karalamasından korktuğu için Asuman’ı öldürtmek ister. Adamlarına onu öldürüp, kanlı gömleğini getirmeleri için emri verir. Verilen emri yerine getirmek için Asuman’ın izini sürmeye başlayan Kaleli Bey’in adamları, sonunda Asuman’ı ele geçirirler. Asuman, son bir kez Zeycan’ı görmek için yalvarır. Adamlar, kabul eder. Asuman, yüzüğü gösterip kendini tanıtır. Zeycan, babasının gönderdiği adamlara yalvararak sevdiğinin canını bağışlamalarını ister. Zeycan’ın yalvarılarına boyun eğerek Asuman’ı öldürmekten vazgeçen Kaleli Bey’in adamları, kanlı bir gömlekle Kaleli Bey’in yanına dönerler. Zeycan’ın sayesinde canı bağışlanan Asuman,  yine yollara düşer. Bu yolculuk sırasında bir dağ başında tipiye tutulur. Kendisini kurtarması için Tanrı'ya yakarır. İmdadına yetişen ak sakallı derviş, onu kurtarır ve isteği üzerine Basra'ya ulaştırır. Asuman, burada Afyoncu Dede'nin kahvesine yerleşir ve saz çalıp türkü söylemeye başlar. Ünü çevreye yayılınca herkes, kahveye akın eder. Bundan hoşlanmayan diğer kahve sahipleri, bir kocakarıdan Asuman’ı yok etmesini isterler. Kadın, Asuman’ı bahçesindeki kuyuya atar. Burada söylediği şiirlerle yardım dileyen Asuman, derviş tarafından kurtarılır. Asuman, sevdiğinden haber getirmesi için Derviş'e, yalvarır. Derviş, Zeycan'ı görmeye gider, sevgilisi hakkında ona bilgi verir. Zeycan, sevdiğinden aldığı mendile gül dokuyarak dervişle Asuman’a gönderir. Armağanı gören Asuman'ın özlemi dayanılmaz olur ve dervişten kendisini Zeycan’a kavuşturmasını ister. Birlikte Erzincan'a giderler. Orada bir yolunu bularak saraya çıkar. Bu sırada Zeycan'ın düğünü yapılmaktadır. Zeycan, âşık olarak konağa giren Asuman’dan yardım ister.

Asuman, başından geçenleri valiye anlatır. Vali, Timur-Pençe’den Kaleli Beyi öldürmesini ister. Asuman, buna engel olur. Asuman, tam bu sırada babasının ağlaya ağlaya iki gözden kör olduğunu öğrenir. Durumu öğrenir öğrenmez hemen yola çıkan Asuman, Dervişin atının bastığı topraktan bir avuç alarak babasına götürür. Oğlunun getirdiği toprağı gözlerine süren babasının gözleri açılır. Gözleri açılan babası, aralarındaki husumete son vermek için Kaleli Bey’in sarayına gider. Ondan aman diler. Böylece anlaşmazlıkları unutarak tekrar kardeş olurlar. Asuman ile Zeycan ise yedi gün yedi gece süren bir düğünle evlenir ve yaşamlarının sonuna kadar mutlu yaşarlar.

Sözlü kalk edebiyatının birçok müşterek örgelerini ihtiva eden öykünün ana teması; birbirini seven iki gencin, ailelerinin toplumsal bakımdan farklı konumlarda olup denk koşullara sahip bulunmaması nedeniyle ayrı düşmeleridir. Karşılaşılan birçok zorluğa rağmen iki sevgili, neticede birbirine kavuşmayı başarır. Çıkış yüzyılı kesin olarak bilinmeyen bu halk hikâyesinin, kimi zaman şiirlerle süslenmesi bir âşık anlatması olma olasılığını akla getirmekte ve Âsuman’ın da bir saz şairi olduğu kanısını uyandırmaktadır.

Arap, Ermeni ve Latin harfleriyle Türkçe olarak basılan ve sonu mutlu bir şekilde biten az sayıdaki birkaç halk öyküsünden biri olma özelliğini taşıyan Âsuman ile Zeycan öyküsünde Erzincan, Erzurum, Tercan, Murat Suyu ve Basra gibi yer adlarına rastlanılmakta ve Erzincan yöresinde yaygın bir şekilde konuşulmakta olmasından ötürü kaynaklardan bazıları, halk arasında söylenen rivayetleri de değerlendirerek öyküde geçen olaylardan bazılarının, gerçekten bu bölgede meydana gelebileceğini öne sürerler.

       

TAHİR İLE ZÜHRE


 

Tahir`le Zühre Meselesi

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,

bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte

yani yürekte.

Mesela bir barikatta dövüşerek

mesela kuzey kutbunu kefe giderken

mesela denerken damarlarında bir serumu

ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin

ama o bunun farkında değildir

ayrılmak istemezsin dünyadan

ama o senden ayrılacak

yani sen elmayı seviyorsun diye

elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık

yahut hiç sevmeseydi

Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

                                            Nazım Hikmet

 

Bir hükümdarın kızı olan Zühre ile bu hükümdarın vezirinin oğlu olan Tahir arasındaki aşkı konu edinen Tahir ile Zühre, çok yaygın ve tanınan bir halk hikâyesidir. Sadece Türk boyları arasında değil, Ermeni, Gürcü ve Arnavut toplulukları arasında da sevilen Tahir ile Zühre öyküsü, fazla bir değişikliğe uğramadan Tahir Mirza, Zühre-Tahir ve Zohra-Tahar gibi adlar da almıştır. Ortalama bir sayı ile 15-17’yi bulan halk hikâyelerinin arasında Kerem ile Aslı’dan sonra en çok yaygın olanlar arasında yer alır. Emsallerinin tamamı gibi Tahir ile Zühre de yazarı belli olmayan, nerede ve ne zaman yazıldığı kesin olarak bilinmeyen bir eserdir. Ancak hem nazım, hem de nesir dilinden anlaşıldığı kadarıyla XVII. yüzyıldan bu tarafa ait bir dönemde kaleme alınan bir yapıttır. Öykünün, Azerbaycan’da ve Doğu Anadolu’da tamamen farklı biçimleri bulunmaktadır. Anadolu’daki anlatımında yer adları olarak Mardin Kalesi, Şat Nehri geçtiği için Tahir ile Zühre öyküsünün meydana geldiği çevrenin, Urfa, Mardin, Diyarbakır ve Dicle Irmağı’nın içinde yer aldığı Güneydoğu Anadolu olduğunu söylemek mümkündür.

Kaynaklardan birine göre hikâyenin konusu özetle şöyledir:

Çok eski dönemlerde bir hükümdar varmış, zenginliği ve şöhretiyle dört bir yana ün salan. Malı, mülkü, ordusu kısaca; her şeyi mevcut olan bu hükümdarın yalnızca çocuğu yokmuş. Gitmedik doktor kalmamış. Ancak derdine bir çare bulamamış. Bir çare bulamayınca da kendini zevki sefaya vermiş. Günün birinde, kendisi gibi çocuğu olmayan veziriyle birlikte tebdili kıyafet çarşıda gezinmeye başlar. Bu gezinme sırasında: “Her kim bana altın verirse, Tanrı onun muradını versin” diyen dilencinin birine sadaka verir. Veziriyle birlikte, gezintisini tamamlar, sonra yaptırdığı büyükçe bahçeye doğru yola çıkarlar. Bu yolculuk sırasında dinlenmek için bir ağacın altına otururlar.

Orada dinlenirken kendilerine yakın olan bir ağacın altında oturan bir derviş görürler. Oturdukları yerden kalkıp dervişin yanına varırlar. Yanlarına gittikleri derviş, ‘Benim hünerlerim vardır’ der. Derviş’in bu sözü üzerine Padişah, ‘O zaman benim gönlümden geçeni söyle.’ der. Derviş; “İkinizin de çocuğu yoktur. Çocuklarınız olmadığı için ikiniz de evlat istiyorsunuz.” der.  Dervişin doğru söylediğini gören hükümdar ile veziri, ondan yardım isterler. Cebinden çıkardığı elmayı ikiye bölerek hükümdar ile vezirine veren derviş: “Bu elmayı yerseniz ikinizin de birer çocuğu olacak. Padişahın kızı, vezirin de oğlu olacak. Ama büyüyünce onları birbirinden ayırmayacak ve ikisini evlendireceksiniz.” der. Sevinç içinde eve dönen hükümdar ile veziri, dervişin kendilerine verdiği elmayı, eşleriyle bölüşüp yerler. Sonra hanımlarıyla birlikte olurlar. Bu birliktelikten hamile kalan hükümdarın hanımıyla vezirin hanımı, zamanı gelince doğum yaparlar. Hükümdarın kızı, vezirin de oğlu olur. Kıza Zühre, oğlana da Tahir adı verilir.

Böylece birlikte büyüyen ve hocaların en tanınmışlarından dersler alan Tahir ile Zühre,  çok zeki oldukları için kısa sürede pek çok şey öğrenirler. On yaşına geldiklerinde gönlünü Tahir’e kaptıran Zühre, uyuyan Tahir’i öper. Kardeş olduklarını zanneden Tahir, Zühre’nin yaptıklarına çok kızar. Günün birinde Tahir, gene kendisini öpen Zühre’ye bir tokat atar. Buna çok üzülen ve incinen Zühre; “Tanrım! Benim sevdamın yarısını Tahir’e ver” der. Zühre’nin bu dileği, Tanrı tarafından kabul görür ve Tahir de Zühre’ye âşık olur. Ancak bu kez de Zühre, kendini naza çeker. Daha sonra kardeş olmadıklarını öğrenen Tahir ile Zühre, birbirine âşık olurlar. Gün geçtikçe bağlılıkları daha da artan iki sevgili, sazlarını alarak birbirilerine karşılıklı türkü söylemeye başlarlar. Bunu gören Arap köle, hükümdarın karısını durumdan haberdar eder. Öte yandan kızının büyüdüğünü gören hükümdar, ikisini evlendirmenin zamanının geldiğini söyler. Bu izdivaca onay vermeyen karısı, hükümdarın bu kararına karşı çıkar. Ancak âşıkların durumuna gözleriyle tanıklık eden hükümdar, onları evlendirmeye karar verir. Tam bu sırada Tahir, rüyasında iki siyah köpeğin kendisine saldırdığını görür. Ne yazık ki aradan fazla zaman geçmeden Tahir’in rüyası gerçekleşir. Karısı, sihirbaz bir cadıya yaptırdığı büyülü bir şerbeti hükümdara içirir. Büyülü şerbeti içen hükümdar bu kararından vazgeçer ve Tahir’i saraydan kovdurur. Tahir, aşkıyla yanıp tutuştuğu Zühre’nin sarayının önüne gelir. Ona sitem dolu türküler söyler. Durumu dadısından öğrenen Zühre, Tahir’i durum hakkında haberdar eder.

Bu duruma gözleriyle tanıklık eden Arap köle, hükümdarı durumdan haberdar eder. Hükümdar, bu defa Tahir’i Mardin’e sürgüne yollar. Mardin zindanlarında yedi yıl hapis yatan Tahir, dua ettiği Tanrı’dan kendisini zindandan kurtarmasını ister. Duaları kabul olan Tahir, boz atına binerek zindanın kapısından içeri giren Hızır tarafından uyur halde alınan Tahir, Zühre’nin kapısının önüne bırakılır. İki âşık o günden sonra gizlice buluşarak zevki sefa sürerler. Tam bu sırada yine, rüyasında kara köpeklerin saldırısına uğradığını gören Tahir’in rüyası, gene gerçekleşir. Çünkü kendilerinin yaptıklarından haberdar olan Arap köle, durumu yine hükümdara bildirir. Bunun üzerine Tahir, üstü açık bir sandık içinde Sat suyuna atılır. Bunu haber alan Zühre, Sat Suyu’nun kenarında sarayı bulunan Göl Padişahı’nın kızlarına mektup yazarak onlardan Tahir’i kurtarmalarını ister. Tahir’i bulan Göl Padişahı’nın üç kızı da kendisine aşık oldukları Tahir için günün birinde kavgaya tutuşurlar. Bu kavgadan haberdar olan Tahir, oradan kaçar.

Göl padişahının sarayından kaçmayı başaran Tahir, bir çeşme başında dua ederek uyur. Kişneyen bir at sesiyle uyanan Tahir, gözlerini kapatarak yanında beliren dervişin atına biner. Bir süre sonra dervişin talimatıyla gözlerini açar. Kendini Zühre’nin sarayının önünde bulan Tahir, Zühre’nin dadısına giderek onunla dertleşir. Onunla dertleşirken davul zurna sesleri duyar. Dadısından Zühre’nin evleneceğini öğrenir. Kadın giysisi giyerek düğüne katılır. Kendini Zühre’ye tanıtır. Ertesi gün için Zühre’yle kaçmayı kararlaştırırlar. Onların bu kararını öğrenen Arap köle, hükümdara haber verir. Tahir’i yakalatan hükümdar, mecliste kızının adını anmadan üç türkü söylemesi durumunda kendisini affedeceğini söyler.

Tahir iki türkü söyler. Üçüncüye başlayacakken Zühre içeri girer. Zühre’nin içeri girdiğini gören Tahir, üçüncü türküsünde onun adını kullanır. Hükümdar, hemen Tahir’in boynunu vurdurmayı emreder. Cellat, Tahir’in boynunu vurmadan önce Tahir, canını alması için Tanrı’ya yakarır. Duası kabul olur ve Tahir oracıkta ölür. Bu duruma gözleriyle tanıklık eden Zühre, aklını yitirir. Hekimler bu duruma çare bulamazlar. Hatta iyileşmesi için ona Tahir’in etini yedirirler. Ancak bunu dadısından öğrenen Zühre, Tahir’in mezarının başına giderek canını alması için Tanrı’ya dua eder. Duası kabul edilen Zühre, hemen oracıkta yaşamını yitirir. Zühre’ye aşık olduğu için haberi alır almaz mezara koşan Arap köle, kendisini hançerleyerek yaşamına son verir. Hükümdar, kızını Tahir’e vermediği için nedamet duyar. Ancak iş işten geçmiştir artık. Bir zaman sonra âşıklar, yan yana kazılan mezarlara gömülürlerken Arap köle de onların başuçlarına kazılan mezara defnedilir.

Bir zaman sonra mezarları ziyaretgâh olarak kullanılan bu iki âşıktan Zühre’nin mezarında beyaz bir gül, Tahir’inkinde kırmızı bir gül bitermiş. Arap kölenin mezarında biten bir karaçalı bu iki gülün birleşmesine engel olurmuş.  

Bir başka kaynağa göre de hikâye özetle şöyledir:

Uzunca bir zamandan beri evli olmasına rağmen hiç çocuğu olmayan bir hükümdar, bir gün kendisi gibi çocuğu olmayan veziriyle birlikte tebdili kıyafetle bir geziye çıkar. Yolda yürürlerken aksakallı bir dervişle karşılaşırlar. Karşılarında dervişi gören hükümdar ile veziri, çocuklarının olmadığını söyleyerek ondan yardım isterler. Derviş, kendilerine birer elma verir. Bu elmaları bölüşerek eşleriyle birlikte yemelerini salık verir. Elmaları yedikten sonra hükümdarın bir kızının, vezirin de bir oğlunun olacağını söyler. Doğacak kıza Zühre, oğlan çocuğuna da Tahir adının verilmesini ve büyüdüklerinde birbiriyle evlendirilmesini söyler. Sonra ortadan kaybolur. Çıktıkları gezinti sonrasında eve dönen hükümdar ile veziri, aksakallı dervişin verdiği elmayı bölüşerek eşleriyle birlikte yerler. Elmaları yedikten bir zaman sonra hamile kalan hükümdarın karısı ile vezirin karısı, vakti zamanı gelince doğum yaparlar. Aksakallı dervişin kendilerine söylediği gibi hükümdarın bir kızı, vezirin de bir oğlu olur. Dervişin tavsiyesine uyularak kız çocuğuna Zühre, erkek çocuğuna da Tahir adı verilir. Birlikte büyüyen bu iki çocuk, ergenlik çağına geldiklerinde, babalarına elma vererek onların dünyaya gelmelerini sağlayan aksakallı derviş, onlara aşk badesi içirip onları birbirine âşık eder. Bu olaydan sonra saz çalıp deyişler söylemeye başlayan Tahir ile Zühre âşık olurlar. Kendilerine elma vererek çocuklarının olmasını sağlayan aksakallı dervişin nasihatine uygun davranan hükümdar, bu iki hak aşığını evlendirmeye karar verir. Hükümdar tam da onları evlendirmek üzere iken Karadiken adındaki zenci köleleri, Zühre’nin Tahir ile evlendirilmemesi için Zühre’nin annesini kışkırtarak dolduruşa getirir. Zenci köleleri Karadiken tarafından kışkırtılan karısı, yaptırdığı çeşitli büyü, efsun ve kocakarı ilaçlarıyla hükümdar kocasını, verdiği kararından vazgeçirir. Verdiği sözden vazgeçen hükümdar, kızını Tahir’e vermeyeceğini söyleyerek onun, Tahir ile buluşmalarını yasaklar. Hükümdarın bu yasak kararından sonra iki sevgili, gizli gizli buluşmaya başlarlar. Onları gizlice takibe alan zenci köle Karadiken, iki sevgilinin her buluşmasını hükümdara rapor eder. Buna çok kızan hükümdar, Tahir’i Mardin Zindanı’na attırır.

Zindandaki cezasını bitirdikten sonra çıkan Tahir, başından geçen çeşitli maceraların ardından vatanına dönerken, Zühre de annesinin ve babasının zoruyla başka biriyle nişanlanır. Sevgilisinin zor kullanılarak başka biriyle evlendirileceğini haber alan Tahir, düğün gecesi ihtiyar bir ozan kılığına bürünerek Saray’daki düğüne katılır. Bir yolunu bulup baş başa kaldıkları Zühre’yle kaçmaya karar verirler. Kendilerini takip eden zenci köle Karadiken, hükümdarı durumdan haberdar eder. İki sevgili kaçmaya çalışırlarken hükümdar tarafından kendilerine emir verilen sarayın silahlı askerleri, leş kargaları gibi Tahir’in üzerine üşüşürler. Tahir birçoğunun hakkında gelirse de neticede kementle ele geçirilir. Hükümdar, Tahir’i cellâtlara parçalatıp etlerini lime lime ettirir. Durumdan haberdar olunca deliye dönen Zühre, annesine ve babasına çok içli sitemlerde bulunarak lânetli şiirler söyler. Sonra lime lime edilmiş sevgilisinin üzerine kapanarak:

 “Hey tatarlar tatarlar

  Birbirine ok atarlar

 Çarşıda et tükenmiş

 Tahir’in etin satarlar”

diye şiir söyleyip ağlayarak sevgilisinin yanında can verir.

Öte yandan kızları Zühre’nin lânetli bedduasına maruz kalan annesi ile babası da kıvrıla kıvrıla yanarak can verirler. Kötülüklerin tamamını Zühre’ye olan ümitsiz aşkından ötürü yapan zenci köle Karadiken de koşarak iki sevgilinin arasına düşer ve bir anda alev alarak cayır cayır yanmaya başlar. Yan yana gömülen bu iki bahtsız sevgiliden Zühre’nin mezarından beyaz bir gül, Tahir’in mezarından ise kırmızı bir gül biter. Ama her ne hikmetse toprakta bile aralarına giren Karadiken’in mezarından da bir karaçalı bitermiş. Bu karaçalı, orada bile iki gülün birbirine kavuşmasına engel olurmuş.

Bu hikâyenin ele alındığı belli başlı Türkçe eserlerin içinde Hikâye-i Tahir ile Zühre (1850–1924)’yi, Kıssa-i Tahir ile Zühre (1889)’yi, Muharrem Zeki Korgunal’ın ‘Tahir ile Zühre (1931–1942)’sini, Süleyman Tevfik Özzorluoğlu’nun ‘Tahir ile Zühre (1936)’sini, Eflatun Cem Güney’in ‘Tahir ile Zühre (1960)’sini, Afşar Timuçin’in ‘Tahir ile Zühre (1968)’sini ve Fikret Türkmen’in ‘Tahir ile Zühre (l983)’sini saymak mümkündür.

 

LEYLA İLE MECNÛN

Leyla ile Mecnun, Doğu İslam yazınının en ünlü konularından birinin kadın ve erkek kahramanlarının adlarıdır. Araştırmacıların kimilerine göre Mecnun, 700 yıllarına doğru yaşamını yitiren Kays bin el-Mülevveh el-Amiri adındaki şairin lakabıdır. Leyla’nın asıl adı ise Leyla binti Mehdi bin Sadi’l-Amiri veya kısaca Leyletu’l-Amiriye’dir. Mecnun lakaplı bu Bedevî şairi ile Leyletu’l Amiriye arasında geçen bu serüven, X. yüzyıldan itibaren Arap yazınında ele alınmıştır. Ayrı konu şeklinde konu edildikleri gibi küçük şiir parçalarına da konu edilmiş ve ölümsüz aşkın sembolü şeklinde üne kavuşmuştur.

Öykünün konusu kısaca şöyledir:

Beni Amr (Amroğulları),Necid çöllerinde yaşayan bir Arap kabilesidir. Bu kabilenin önde gelen iki ailesinden birinin oğlu, ötekinin de kızı vardır. Oğlanın adı Kays’dır. Kızın adına da saçlarının renginin gece kadar siyah olmasından ötürü Leylî (Leyla) derler. Kays ile Leyla, küçük yaştan itibaren birbirine ilgi duyar ve âşık olurlar birbirlerine. Kays’ın, Leyla için söylediği şiirler, dillerde dolaşır olmaya başlamıştır. Bundan ötürü Leyla’nın babası, adını dillere düşürdüğünü gerekçe göstererek kızının, Kays’la evlenmesine engel olur ve Kays’la görüşmesin diye kızını çadıra kapatır. Kays, sevgilisi Leyla’yı göremeyince çöllere düşer ve bir süre sonra da Mecnun (deli) diye anılmaya başlanır. Kays’ın babası, Leyla’yı babasından isterse de babası kızını vermez. Eski sağlığına kavuşur umuduyla Kâbe’ye götürülür. Tanrı’dan aşkının ve derdinin daha da arttırılması dileğinde bulunan Kays’ın bu dileği kabul görür ve Kays, çöllerde yabani hayvanlarla birlikte yaşamaya başlar. Mecnun, çöllere düştüğünde babası, Leyla’yı İbn-i Selâm adında biriyle evlendirir. Ancak cinlere yakalandığını öne süren Leyla, kocası İbn-i Selâm’a yaklaşmaz, ondan sürekli uzak kaçar. Bunun üzerine Mecnun’u çok seven Nevfel adındaki bir kabile reisi, Leyla ile evli olan İbn-i Selâm’a savaş açar. İbn-i Selâm, ölür. O ölünce Leyla, Mecnun’u aramaya başlar. Neticede buluşurlar. Ancak artık Leyla’nın kendisine değil, hayaline âşık olan Mecnun, onu tanımaz ve onu kovar. Buna çok üzülen Leyla, bir zaman sonra kahrından ölür. Leyla’nın öldüğünü haber alarak onun mezarının başına gelen Mecnun da oracıkta ruhunu teslim eder.

Karagöz vb. Türk halk yazını ürünlerinde Leyla ile Mecnun olarak bilinen bu yapıtın, Fars yazınında bu konuda yazılan mesnevilerin orijinal adı, ‘Leyli vü Mecnun’dur.

Arap yazınında Ebu’l-Ferec el Isfahani, Halid bin Kulsüm, Ebu Bekrü’l-Valibi, İbnü’l-Müberred (ö.1504), Şemsüddin Ali bin Tulunu’s-Salihi benzeri yazarlarca farklı şekillerde ve bölük pörçük bir şekilde işlenen Leyla vü Mecnun Hikâyesi, bir bütünlük içinde ve mesnevi şeklinde ilk defa İran’da ele alınmıştır. Bir Arap efsanesi kaynak alınarak Fars ve Türk yazınlarında kaleme alınan mesnevilerden oluşan Leyla ile Mecnun, Türk şiirinde XV. yüzyılın ikinci yarısında Nevaî, Şahidî ve Hakirî tarafından büyük birer mesnevi şeklinde ele alınarak işlendi. Bu üç mesneviden birincisi Çağatay, ikincisi Osmanlı, üçüncüsü de Azeri lehçesiyle kaleme alınmıştır. Nevaî ile Fuzulî tarafından kaleme alınanlar hariç, Türkçe kaleme alınan Leyla ile Mecnun, mesnevilerinin en güzelidir, 1483 yılında kaleme alınmıştır. İranlı şair Camî tarafından kaleme alınan Farsça mesnevi, Nevaî’nin Türkçe yapıtının yazılmasının ardından, Nevaî’nin ricası ve özendirmesi üzerine kaleme alınmıştır. Bilindiği üzere Nevaî, Türkçe’nin Farsça’dan daha üstün bir şiir dili olduğu çabası içine girmiştir.

Yalnız Fuzulî tarafından Azeri lehçesi ile kaleme alınan eşsiz yapıt, Genceli Nizamî tarafından kaleme alınan hariç, Farsça ve Türkçe kaleme alınmış Leyla ile Mecnun’ların tamamının önüne geçmiştir. Türkçe yazılmış mesnevilerin en ünlüsü ve en güzeli olarak kabul gören bu yapıt, otuz kezden daha fazla basılmış, 8–10 dile tercüme edilmiş ve opera olarak bestelenmiştir. Son derece güzel gazellerle bezenen bu yapıt, Bağdat Beylerbeyi Veys Paşa’ya sunulmuştur.

XV. yüzyılın sonlarında yazılan Ak Şemsettinzade Hamdullah Hamdi mesnevisiyle 1660’a doğru kaleme alınan Kafzade Faizî’nin mesnevileri, Türkçe’de kırk kez kadar yazılan Leyla ile Mecnun’ların en tanınmışlarıdır. Ahmet Paşa, Necatî, Hayalî, Fuzulî’nin oğlu Fazlî ve Celalzade Salih Çelebi gibi XV-XVII. yüzyıllarda tanınmış Türk şairleri tarafından kaleme alınmış Leyla ile Mecnun adlı yapıtlar yitik durumdadırlar.

Türk halk edebiyatının isimsiz yapıtları arasında yer alan Leyla ile Mecnun’ların hemen hemen tamamı, Fuzulî’nin kaleminden çıkan eserden esinlenilmiştir. Şahidî, Ahmet Rızvan (ü.15.-16.yy.), Behiştî, Kadimî (ü.16.yy.), Celalzade Salih (ö.1565), Celilî, Sevdayî (ü.16.yy.), Larendeli Hamdi (16yy.), Halife (ö.1572), Kul Atâ Azerî (ü.16.yy.), Örfî Muhammed (ü.18.yy.), Türkmen şairi Andelib ile Azeri şairi Nakâm (ü.16.yy.) gibi şairleri, Türk yazınında Leyla vü Mecnun mesnevisi yazan başka şairler arasında saymak mümkündür. Bunların yanı sıra ele geçmemekle birlikte XV. yy.da Ahmed Paşa, Hayatî, Türabî, Mahvî, XVI. yy.’da Çakerî, Halili, Arif Fethullah, Sinan Çelebi, Zamirî, Muhyî, Muhibbî ve Muidî gibi şairlerin de Leyla vü Mecnun mesnevileri yazdıkları bilinmektedir.

Son derece büyük ilgi gördüğü Fars yazınında, XII. yüzyılda yaşayan ve efsaneyi ilk kaleme aldığı mesnevisine konu edinen Genceli Nizamî, 1188 yılında konuda bazı değişiklikler yaparak mesnevilerinin en ünlüsünü, yani Leyla vü Mecnun’u yazmıştır. Bu mesnevi doğrudan Arap kaynaklarına dayanır. Bundan sonraki şairler, bu benzersiz başyapıtı öyle ya da böyle taklit etmişler. Bu konudaki başarılı yapıtlardan biri de, 1299 yılında yazılan Emir Hüsrev’in Mecnun-u Leyli’sidir. Cami tarafından 1480 yılında kaleme alınan mesnevi de oldukça ünlüdür. 1510 yılına doğru aynı konuda bir mesnevi yazan Cami’nin yeğeni Hatifî de bu yapıtıyla büyük üne kavuşmuştur. Bu eserlerin dördü de Farsça Leyla ile Mecnun’ların örnek yapıtlarıdır. İran yazınında aynı konuyu ele alan şairler arasında Hüsrev-i Dehlevî, Mektebî (ö.1512), Katibî (ö.1436), Derviş Eşref (ü.15.yy.), Süheylî (ö.1502) ve Misali-i Kâşânî (ö.15.yy.) gibi şairleri de saymak gerekir. Genceli Nizamî tarafından yazılan Leyla vü Mecnun mesnevisi 1943’de Ali Nihat Tarlan tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

X. yy.’da Arap yazınında yaygın hale gelen bu söylence; Mecnun’a mal edilen şiirler arasına nesirler ilave edilmek suretiyle hikâye şekline dönüştürüldü.

Leyla vü Mecnun hikâyesi halk yazınına da konu edilmiştir. Daha çok Fuzulî tarafından kaleme alınan eserle benzerlik taşıyan bu hikâyeler, sade bir dille ve resimli bir şekilde, kimi zaman da araya şiirler serpiştirilmek koşuluyla kitap şekline dönüştürülmüş, 1847 yılından itibaren pek çok defa taş baskı olarak basılmıştır. Aynı zamanda Karagöz oyunları arasında da yer almıştır. Mutlu sonla biten bu eserlerde Leyla ile Mecnun’un aileleri İstanbul’a gelmiş şekilde gösterilir ve iki âşık, Hacivat vasıtasıyla birbirine kavuşmayı başarırlar.

Rusça, Ermenice, Almanca gibi dillere de çevrilmiş olan Leyla vü Mecnun hikâyesi pek çok kere filme alınmış ve operaya uyarlanmıştır.                                                                         

 

ARZU İLE KAMBER

Yüzyıllar önce Suriye taraflarında yer alan köyün birinde çok yoksul biri yaşarmış. Adı Kamber’miş. Bir zaman sonra babası ölmüş. Babası ölünce Kamber, Daraz Beyleri köyünden gelin gelen annesiyle tek başına kalakalmıştır, köyde. Babasının ölümünden sonra köylerindeki dayısının koyunlarını gütmeye başlamış. Koyunlarını güttüğü ve aynı zamanda en yakını olan dayısının üç kızı varmış. Adam, yeğeninden kendisine yadigâr kalan Kamber’i çok severmiş. Hatta günün birinde Kamber’e: Oğlum benim koyunlarımı güt, ben başka bir yabancı çoban tutmayayım, sen de kızlarımdan hangisini beğenirsen onu sana nikâhlayayım” demiş.

Bir zaman sonra çobanlık yapan Kamber’in annesi de vefat etmiş. Annesinin vefatından sonra Kamber, bir başına kalmış koca köyde. Zamanla gelişip büyüyen Kamber, çok yakışıklı ve karayağız bir delikanlı olmuş. Aynı köyde babası, annesi öldüğü için babaannesiyle birlikte yaşayan ve güzelliği dillere destan Arzu adında bir kız da varmış.

Günün birinde, aynı köyde oturmalarına rağmen hiç karşılaşmayan Kamber’in yakışıklılığından Arzu, Arzu’nun güzelliğinden de Kamber haberdar olmuş. Kamber, her ne kadar arzularsa da Arzu’yu bir türlü göremez… Ama Arzu, su alma bahanesiyle bir gün Kamber’in, koyunlarını suladığı köy çeşmesine gider. Kamber’i, çeşme başında uyurken görür. Testisini doldurmasına rağmen oradan ayrılmaz. Çünkü Kamber’le konuşmak ister. Kamber’in uykudan uyanması için biraz gürültü çıkarır. Gürültüye uyanan Kamber, karşısındaki kişinin kim olduğunu bilmiyor. Bu nedenle de kıza hiçbir şey söylemeden öyle bakınır, durur. Kamber’in hiçbir şey söylemediği gören Arzu, onunla tekrar buluşup konuşmak için kolundan çıkardığı bileziğini çeşmenin testilik taşına koyar ve oradan ayrılır. Yarım saat sonra çeşmeye geri döner. Bileziğinin kaybolduğunu, onu görüp görmediğini Kamber’den şu dörtlükle sorar:

 

Ben testimi doldurdum

Doldu diye kaldırdım

Yıkılası şu pınarda

Ben bileziğimi çaldırdım.

 

Kamber:

Ben pınara varmadım

Elimi yüzümü yumadım

Gözüm kör olsun Arzu

Ben bileziğini bulmadım.

 

Aslında bilezik, Kamber’dedir. Ama korktuğu için bunu inkar eder. Kısa bir süre sonra cesaretini toplayan Kamber, şu dörtlüğü söyler: 

Evimizin önü suluk

Su çekerler tuluk tuluk

Bileziğini bulana gelin Arzum

Ne var acaba muştuluk(müjde).

 

Arzu da şu cevabı verir hemen:

Evimizin önü suluk

Su çekilsin tuluk tuluk

 Bileziğimi sen bulduysan Kamber ağam

 Arzu kız sana muştuluk.

Kamber, bileziği verir ve Arzu ile tanışırlar. Sohbet etmek üzereher gün çeşme başında buluşmaya başlarlar. Ancak durumdan haberdar olan Arzu’nun cadı nenesi, Arzu’yu bu sevdadan vazgeçirmeye çalışır. Bu arada olay, Kamber’in dayısının da kulağına gider. Bu olaylardan haberdar olan dayıkızları, kıskançlıklarından ötürü Kamber’e kötülük yapmak isterlerse de akıllı ve olgun bir insan olan babaları, buna izin vermez. Kamber’i koyun çobanlığından uzaklaştırır. Ama buna rağmen Kamber’i yanına çağırarak; “Kamber oğlum, eğer başın sıkışırsa maddi manevi senin her zaman destekçin ve yanında olacağım, sen bana yeğenimin emanetisin” der.

Arzu’nun sevdasından dağdan dağa, köyden köye avare bir şekilde dolaşan Kamber’in gözü, Arzu’dan başkasını görmez olur. Arzu’nun durumu da Kamber’den pek farklı değil. Kamber’in hasretine dayanmaz olur. Gizli gizli ağlayıp Tanrı’ya yakarmaya başlar. Bunun farkına varan Arzu’nun cadı ninesi, bu sevdaya engel olamayacağını anlayınca Kamber’i ortadan kaldırma planları yapar. Günün birinde torunu Arzu’ya der ki: “Arzu kızım, bugün Kamber’i yemeğe çağır, ona bir yemek yedirelim. Bu vesileyle de sizin işinizi konuşalım.” Aslında fikri Kamber’i zehirlemekmiş. Arzu, sevinçle Kamber’e koşar ve der ki: “Kamber ağam, ninem seni bu akşam yemeğe çağırdı, nihayet gönlü seni sevdi. Bizim sevgimize saygı gösterdi. Eve gel ninem, senin için çeşitli yemekler hazırlıyor…” deyip eve dönüyor.  Köye döndüğünde bir tanıdıklarının çırağı olan Arap’ın kendi evlerine girdiğini fark eder. Bundan şüphelenen Arzu, saklandığı yerden Arap ile ninesinin konuşmalarını duyar. Arap, çok şiddetli bir zehir getirmiştir. Bu zehir, yemeğe atılacak ve Kamber, o gece zehirletilip öldürülecek. Meğer Cadı Nine, kendisine yardımcı olsun diye; “Arzu’yu, bu Kamber’den kurtaralım sana veririm” diyerek Arap’ı kandırmış. Gün akşam olmuş, Kamber sevinçle Arzu’nun evine gelir ve bakar ki sofrada enva çeşit yemekler, kendisini bekliyor. Ama buna sevinmesi gereken Arzu, bir kenarda surat asmış duruyor.

Kamber aşk dili ile Arzu’ya şu dörtlüğü söyler:

Arzum yasa batmışsın

Kaşını gözünü çatmışsın

Sofraya teklif olmuyor gelin Arzum

Sen sofraya yan bakmışsın.

Arzu, Kamber’e dönerek:

Arzu’n yasa dünden battı

Kaşını gözünü çattı

Sofraya yan bakılmaz amma Kamber ağam

 Domuz ninem ağu kattı.

Arzu’nun ağzından bu sözleri duyan Kamber, sofraya tekmeyi vurur ve evden çıkar gider. Yine dağlara gidecektir… Arzu ile son bir kez daha konuşmak ister. Sonunda bir yolunu bulup kapı önünde gizlice buluşurlar…

Arzu;

- “Kamber ağam senin Daraz beğleri köyünde dayıların yok mu?”

-“Var”,

-“Eee git onları alıp gel, beni onlarla kaçır” der.

Kamber, bu fikre sıcak bakar ve doğru Daraz beğleri köyündeki dayılarına gider ve yardım ister. Onlar da“hay hay yeğenim gidelim” derler. Birkaç atlı gelirler, ama köy uzak olunca 8-10 günde ancak gelirler.

O gece Arzu ile Kamber’in konuşmalarını duyan cadı karı, köyün mezarlıkları arasına bir ateş yakar. Elinde bir yağ tavası, orada bişi yapmaya başlar. Ve Arzu’yu kaçırmak için köye girmek üzere olan Kamber, dayıları ile birlikte Cadı Kadın’ın yanına gelerek;

-Ne oldu nine ne yapıyorsun burada böyle? diye sorar.

Cadı karı yalandan, numaradan ağlar gibi yaparak:

-Hay Kamberim sen gidince Arzu’m senin buralardan kaçıp gittiğini düşünerek gara sevdandan yataklara düştü ve öldü, onun bişisini pişiriyorum, der.

Kamber Bu habere çok üzülen Kamber, dayılarına:

-Dayılarım size çok eziyet oldu ama kusura bakmayın, ne yapalım bu bizim kaderimiz, siz gidin artık size ihtiyacım yok, Arzu’m ölmüş” der.

Dayıları, atları ile geriye döner, giderler. Ertesi gün Kamber, köyde üzgün dolanırken karşısında Arzu’yu görür.  Kamber, şaşkındır. Ne yapacağını bilmez haldedir. Onun adeta donduğunu fark eden Arzu;

Evimizin önü badem

Çıkam dallerin ufadem (ufak ufak kırmak)

Seni Daraz beğlerine gitti derler

Kamber ağam hani senin ile gelen Adam.

Sözü Kamber alır:

Evimizin önünde badem

Çıkam dallerin ufadem

Daraz beğlerine gitim amma gelin Arzum

Geri döndü gelen Adam.

Umutsuzluğa kapılan iki genç aşık, başka çareler aramaya çalışırken Arzu’nun cadı ninesi, başka bir köye haber salar. Orada sözü geçen ve zengin bir adamın oğluna Arzu’yu nişanlamak ister. Kim istemez Arzu kızı. Çok güzel. Güzelliği dillere destan bir kız. Köye habire dünürcüler gelip gitmektedir. Neticede Arzu, dünür gelenlerin oğluyla  nişanlandırılır.

Bu nişan olayından kısa bir süre sonra gizlice buluşan Arzu ile Kamber, bir karar alırlar. Bu karara göre o köye gelin gidecek olan Arzu;

-“Ben Kamber’in atından başka ata binmem” diyecek.

Kamber de atını, gelinin altına çekecek ve gelin alayı köye doğru yol alırken bir fırsatını bulup birlikte kaçacaklar.

Nihayet gün gelir çatar. Arzu, kayınpederi olacak adama: “Ben Kamber’in atından başka ata binmem, benim gelin atım Kamber’in atı olacak.” der. Kayınpederi olacak adam da buna rızalık gösterir. Kayınpederinden onay alan Arzu, Kamber’in eyerlenmiş atına biner. Önde çalgılar çengiler… Arkalarında gelin alayı… Damadın köyüne doğru yol almaya başlarlar. Burada Kamber hüzünlenir ve şu dörtlüğü söyler:

Altaylar doru taylar

Geçilen coşkun çaylar

Yiğit garip olursa

Nişanlısını el paylar

Kız, atın üstünden bu kaçışın bu kalabalıkta zor olacağını tahmin edince şöyle bir dörtlük söyler:

Vay mengiler mengiler

Çalmaz olsun çengiler

Sana yaramayan ak topukları Kamber ağam

Goy sıksın şu üzengiler.

Ve üzengiye ayağını sıkıştırır. Artık damadın köyüne yaklaşılmıştır, ayrılık yakındır.

Alır Kamber sözü diline:

Arzum gelin atında

Elleri eyer kaşında

Seni eller saracak gelin Arzum

Saçlar savrulur başımda

Bu hüzünlü havaya ağlayan Arzu, şöyle karşılık verir:

Eyer, kaşına yatayım

Nasıl çalım satayım

Atımı çeken Kamber ağam

Dön de yüzüne bir bakayım 

Kamber döner Arzu’ya bakar ve şöyle der:

Yel eser, kum savrulur.

Can, başıma çevrilir.

Eğil de bir yol öpeyim, gelin Arzum.

Şimdi yolumuz ayrılır.

 Ve gelin kalabalıkta kimseler görmeden bir öpücük verir Kamber’e… Kamber, o anda kendinden geçer. Gözleri yaşarır, içten bir sesle şöyle der:

Koyun kuzudan olur

Ekmek pazıdan olur

Bunlar Allah’ın emridir gelin Arzum

Her şey yazıdan olur.

Kadere rızadan sonra da şu bedduada bulunur, Kamber:

Vardığın gün yârin ölsün

Ak topuklar bana kalsın

Kavuşmak mahşere kaldı Gelin Arzum

İki beden birbirini bulsun.

Böylece atın yularını salıveren Kamber, gelin kafilesinden ayrılır ve oracıkta, yol kenarında adeta taş gibi donakalır.

At, gelini götürür ve damat evine indirir. Gece, damat gerdeğe girer. Ve geleneklere uygun olarak hemen ibadete başlar. Bir müddet durduktan sonra odanın bir kenarında oturmakta olan Arzu, damada ‘namazın bitmedi mi elin oğlu’ der ve hafifçe dokunur. Damat, olduğu yere yığılıp kalmıştır. Arzu, hemen evden dışarıya seslenir, “gelin ağalar, oğlunuz öldü” der. Ailesi ve yakınları hemen içeriye doluşurlar. Oğullarını o halde görünce feryat figanla ağlamaya başlarlar. Bu fırsattan yararlanan Arzu, evden çıkar ve dağlara doğru koşmaya başlar.

Arzu, dağa doğru yol alırken, at da Kamber ağasının başına gider. Başlar, acı acı kişnemeye. Atın kişnemesini duyan Arzu; “Bu… Kamber’in atının sesi” der ve sesin geldiği yana doğru yürümeye başlar. Biraz yürüdükten sonra uzaktan atı görür ve yanına varır.  Atın yanına vardığında Kamber’in yerde cansız yatan bedeniyle karşılaşır. “Allah’ım benim canımı da şuracıkta al, beni Kamberimden ayırma” diye dua eder. Allah, duasını kabul eder ve O da, Kamber’e sarılı vaziyette ölür. Arzu’dan hiç haber alamayan Cadı Ninesi, Arzu’yu verdiği köye gider. Ve acı durumu öğrenir… Kamber’in kayıp olduğu yere koşarak gelir. Bakar ki Arzu ile Kamber orada kucaklaşmış, cansız bir vaziyette yatıyorlar. Onların bu durumunu içine sindiremeyen cadı karı da Allah’tan o anda ölüm ister ve Arzu ile Kamber’in aralarına yatar. Onun da isteği, Allah tarafından kabul edilir ve oracıkta ölür. “Arzu ile Kamber iki gül ağacı olurlar tam büyüyüp birbirlerine kavuşacakları zaman aradan cadı karının cesedi diken olarak çıkar, onları asla kavuşturmazmış” derlerdi eski atalarımız.

Hacca giden hacıların yolu üzerinde imiş bu mezarlar. Hacılar, her yıl çatla dikeni denen cadının dikenini, aralarından kesip atarlarmış. Ama o diken her yıl büyürmüş… Allah, onlara gani gani rahmet eylesin. Masala göre onlar erememiş muradına ama biz yine de çıkalım kerevetine.

Bir başka kaynakta da konu şöyle dile getirilmektedir:

Kamber, Horasanlı Behram adındaki bezirgânın oğludur. Kervanları, bir yolculuk sırasında haramilerin baskınına maruz kalır. Annesi, babası ve yanında bulunan öteki yakınları, bu baskın sırasında öldürülürler. Olay yerinde tek başına kalan küçük Kamber, çocukları olmayan bir aile tarafından evlat edinilir. Bir zaman sonra Kamber’i evlat edinen ailenin bir kızları dünyaya gelir. Ailesi, yeni doğan kızlarına Arzu adını verir. Bu iki çocuk, birbirilerini kardeş zannederek büyürler. Arzu’nun babasının, yaşamını yitirmesinden sonra kardeş olmadıklarını öğrenen ve artık gençlik çağına gelen bu iki gencin, birbirilerine karşı olan duygularında bir farklılık meydana gelir.  Bu duygular, zaman içerisinde tutkulu bir aşka dönüşür. Tüm istekleri her zaman birlikte olmaktır. Günün birinde bir tesadüf sonucu bahçede baş başa kalırlar. İkisi de anlatılması zor duygularla doludurlar. Söze nereden başlayacaklarını, nasıl konuşacaklarını bilemez durumdadırlar. Bir süre konuşmadan öyle yüz yüze bakınıp dururlar. Sonra Kamber, şunları söyler:

“Eğdirme kaşını bakmam yüzüne

  Ben gibi ateşler düşsün özüne

 Yemesem içmesem baksam yüzüne

Şekerden, kaymaktan baldan ziyade”

İçi titreye titreye sevgilisi Kamber’in söylediklerini dinleyen Arzu’nun cevabı şöyle olur:

“Âşık candan bıkar yârinden bıkmaz

Ölse de aşığın sırları çıkmaz

Benim gönlüm olur olmaza akmaz

Kaptırdım gönlümü ben Kamber’ime”

Ancak ne var ki Arzu’nun annesi, bu iki sevgilinin aşklarına engel olur, sevdalarına onay vermez. Hatta bir defasında kendisinden kurtulmak amacıyla Kamber’i zehirleme teşebbüsünde bile bulunur. Ama Kamber, sevgilisi Arzu’nun ikazı sayesinde ölümden kıl payı kurtulur.

Bu olayın sonrasında artık o evde durmayan Kamber, dağlara çıkar. Kamber’in dağa çıkışını fırsat bilen Arzu’nun annesi, Arzu’yu zengin bir tüccara verir. Bu durumdan haberdar olup Kamber’in haline acıyan İlbeyi, Arzu ile zengin tüccarın düğününü durdurarak Arzu ile Kamber’i evlendirmek ister. Ancak nikâhı bozmakla başkalarının mutsuzluğuna neden olacağından çekinerek İlbeyi’ni bu kararından vazgeçiren Kamber, yazgısına boyun eğerek tekrar dağlara çıkar.

Öbür taraftan annesi tarafından zorla zengin bir tüccarla evlendirilen Arzu, kocasını kendisine yaklaştırmaz ve adam bir süre sonra kahrından ölür. O ölünce Arzu, tekrar yurduna döner. Böylece iki sevgili, tekrar birbirilerine kavuşurlar ve kaldıkları yerden başlayıp gizli gizli buluşurlarmış. Kızını takibe alan taş kalpli anne, birleşmelerine kesinlikle karşı çıktığı bu iki aşığı, ayırmak için hep çabalar, durur. Ne yazık ki buluşmaları, ecel şerbetini içmeleriyle sona erer. Birbirilerine kavuşmanın heyecanına dayanamayarak birbirine sarılan iki genç bayılır ve bir daha da uyanamazlar. Onları öyle sarmaş dolaş gören Arzu’nun taş kalpli annesi, gene onları ayırmaya çalışır, ama iki sevgilinin etrafını sular kaplar ve bir adacık oluşur. Annesi, bu iki hak aşığının cansız bedenlerini ayırmaya kalkışırsa da başarılı olamaz. O da Tanrı’dan ölüm talep eder. Talebi, Tanrı tarafından kabul gören kötü kalpli kadın da, kızı Arzu ile kızının sevgilisi Kamber’in cansız bedenlerinin yanına düşüp ölür. Bir müddet sonra iki sevgilinin göğüslerinden iki güvercin uçup gider. Göğüslerinden uçup giden bu iki güvercin, onların şehit sayıldıklarının ifadesi olarak kabul görür.

Arzu ile Kamber’in aşkları, öykücülerin pek çoğu tarafından ele alınarak işlenmiştir. Bununla birlikte dilden dile söylenerek de daha sonraki nesillere aktarıla gelmiştir. Halk arasında farklı şekillerde ele alınan öykünün türleri, öteki halk öykülerinde olduğu üzere mani biçimindedir. Arzu ile Kamber de öteki birçok halk masalı gibi Karagöz yazınına da konu olmuştur. Karagöz, Arzu’nun babasının uşağı rolündedir.

Bununla birlikte iyi insanlarla kötü yürekli insanların savaşımı, olaylara beklenmedik rastlantıların karışır olması ve muhtelif insanların yaradılışlarında mevcut olan vasıflar da ele alınmıştır. Hikâyede yorum olmamasına rağmen dinleyen ya da okuyan insanların, olayların yardımıyla birtakım hükümlere varması mümkündür.

Birçok kere halk kitabı şeklinde basılan, ilgiyle okunan, kitaplıklarda yazma nüshalarına rastlanılan ve halk arasında oldukça yaygın olan öykünün muhtelif Arap alfabesiyle taş baskısı ve matbaa harfleriyle yapılmış baskıları da mevcuttur.

Türkler arasında çok yaygın bir aşk öyküsü olan Arzu ile Kamber, Anadolu, Rumeli, Azerbaycan, Türkistan ve Irak’ta dilden dile dolaşmaktadır.

 

KEREM İLE ASLI

XVI. ve XVII. yüzyılda meydana çıktığı tahmin edilen bir halk hikâyesidir. Ayrı ayrı dinlerde olmalarından ötürü evlenemeyen iki gencin acı sonla nihayete eren aşklarını konu edinir. Hikâyenin; başkahramanı, Âşık Kerem veya Kerem Dede adıyla bilinen Azerbaycan yöresi halk şairinin macerasını ele alan şiirlerin, halk arasında yüzyıllar boyunca dilden dile dolaşarak yaygın hale gelmesinin ardından adı belli olmayan halk hikâyecilerince bu şiirler kapsamında yaratıldığı sanılmaktadır.

Basılmış yaygın çeşitlemelere göre hikâye özetle şöyledir:

Isfahan şahlarından biri ile şahın hazine nazırı görevini üstlenen keşişin çocukları olmuyordu. Neticede bir hayli dua yapıldıktan ve adaklar adandıktan sonra gecenin birinde hem şahın, hem de nazırı olan keşişin düşlerine giren aksakallı bir derviş, eşleriyle birlikte yemeleri için birer elma verir onlara. Elmayı verirken de şahın bir oğlunun, keşişin bir kızının olacağını ve bunların büyüdükleri zaman evlendirilmeleri gerektiğini söylemeyi de ihmal etmez. Aksakallı derviş tarafından verilen elmalar, eşlerle paylaşılıp yenildikten bir zaman sonra hamile kalan şahın karısı ile keşişin karısı vakti zamanı gelince doğum yaparlar. Aksakallı dervişin söylediği gibi şahın bir erkek çocuğu, keşişin de bir kız çocuğu olur. Şahın oğluna Ahmet Mirza, keşişin kızına da Kara Sultan adı verilir. Çocuklarını büyüdükleri zaman evlendirmek, babalarının en büyük emeliydi. Ancak daha sonra ne olduysa bu kararından vazgeçen keşiş, Isfahan’dan üç gün uzaktaki Zengi Köyü’ne çekilmek suretiyle şahın hizmetinden ayrılır. Aradan uzun zaman geçmiş ve iki çocuk, birbirinden uzakta ve her şeyden habersiz büyüyüp gençlik çağına gelmişler. Bir gün Ahmet Mirza, kardeşi kadar sevdiği Sofu adındaki yakın arkadaşı tarafından ava götürülür. Av dönüşünde şahinleri tarafından bir bahçeye düşürülen avı almak amacıyla bahçeye giren Ahmet Mirza, orada gergef dokuyan genç ve dünya güzeli bir kızla karşılaşır. Hemen oracıkta kıza vurulur. Ama ne o, kendisine vurulduğu kızın keşişin kızı olduğunu biliyordu, ne de keşişin kızı Kara Sultan, onun şahın oğlu Ahmet Mirza olduğunu… Hemen orada tanışır konuşurlar. Bu konuşma sırasında ilk işleri, adlarını değiştirmek olur. Bu isim değişikliği neticesinde Ahmet Mirza Kerem, Kara Sultan da Aslı Han adını alır.

Bu olayın hemen sonrasında yüreği aşk oduyla yanıp kavrulan Kerem, yemez içmez olur. Günden güne erir, yüzü solar, mecali tükenir. Oğlunun durumunun her geçen gün daha da kötüye gittiğini gören babası, bir kocakarı aracılığıyla oğlunun, keşişin kızına vurulduğunu öğrenir. Zaman yitirmeden harekete geçen şah, hemen keşişin kızına dünür gider. Din ayrılığından ötürü bu izdivaca onay vermek istemeyen keşiş, kararını vermesi için birkaç günlük zaman ister. Isfahan şahı, keşişe istediği kadar mühlet verir. Şahtan istediği kadar mühlet alan keşiş, kızını alıp uzaklara kaçar. Kendisine sevdalandığı Aslı Han’ın, babası tarafından kaçırıldığını öğrenen Kerem, yanına yakın arkadaşı Sofu’yu da alarak onların peşine düşer. Uğradıkları her yerde atlarını bağlayıp kahveye varırlar. Orada keşiş hakkında bilgi edinip tekrar yollara düşerler. Hikâye süresince Kerem, arkadaşı Sofu ile birlikte Zengi, Hoy, Gence, Tiflis, Revan, Kars, Van, Erzurum, Erzincan, Ankara, Sivas, Kayseri vb. yerleri adım adım dolaşırlar. Hanlarda, kahvehanelerde yollarda Sultan Dağı’na, Süphan Dağı’na, Nemrut Dağı’na, Murat Suyu’na, Kızılırmak’a turnalara, ceylanlara ve Aslı Han’a benzettiği tüm güzellere şiirler söyleyerek, derdini dile getiren Kerem, sevgilisini sorar onlardan. Uzun zaman devam eden bu yolculuk sırasında başından pek çok macera geçen Kerem’e yardımcı olan Hızır, onu zor durumlardan kurtarır.

Neticede Aslı Han’ın izine Kayseri’de rastlarlar. Keşiş, orada zindancı başı olarak çalışıyor. Karısı da, kızı Aslı Han’la birlikte diş çekme işiyle uğraşıyormuş.

Diş çekme bahanesiyle evlerine gittiği keşişin dişçilik yapan karısına otuz iki dişini birden çektiren Kerem, orada sevgilisi Aslı Han’la görüşmeyi başarır. Kerem’i görür görmez boynuna sarılan Aslı Han, Müslümanlık inancını seçer. Durumdan haberdar olan keşişin şikayeti üzerine gece vakti pusuya yatan beyin adamları tarafından yakalanan Kerem ile arkadaşı Sofu, derdest edilerek zindana atılırlar. Beyin, Hasene Hanım adındaki akıllı kız kardeşi, bu işi halletmeye çalışır. Aralarına Aslı Han’ı da karıştırdığı kırk güzel kızı süsleyerek gül bahçesine salar. Sonra bahçeye getirdiği Kerem’den bahçedeki kırk güzel kızın arasından Aslı Han’ı tanımasını ister. Gözü öteki güzelleri bile görmeyen Kerem, Aslı Han bahçeye girer girmez gözlerini ona diker. Sonunda Aslı Han’ı, kırk güzelin içinden tanıyan Kerem’le evlendirilmesi kararlaştırılır. Ancak buna razı olmayan keşiş, kızını da yanına alarak gizlice başka bir yere kaçar. Onların arkalarından iz süren Kerem ile arkadaşı Sofu, onları Halep’te bulurlar. Durumdan haberdar edilen Halep Paşası, devreye girince keşiş, evlenmelerine onay vermiş gibi görünür. Hemen düğün dernek kurulur. Keşiş, kızı Aslı Han’a sihirli bir düğün elbisesi diktirir. Elbisenin önü, baştanbaşa düğmelidir. Gerdek gecesi Kerem, düğmeleri çözmeye başlar. Etek kısmına geldiği zaman çözülen düğmeler, kendiliğinden tekrar iliklenmeye başlar. Bu iş tan ağartısına kadar devam eder. Tan ağardığı zaman Kerem, içten öyle ateşli bir “ah !” çeker ki ağzından alev çıkar. Ve Kerem, ağzından çıkan bu alevle yanarak kül olur. Onun kızgın küllerini saçlarıyla toplamaya çalışan Aslı Han da, saçlarından tutuşarak yanmaya başlar. Böylece iki sevgili kavuşamamış ama sonunda külleri birbirine karışmıştır.

Sevgilisine kavuşma yolunda sıkıntılara katlanan ve onun uğruna yanıp kül olan Kerem, çağımız yazınında bir ülkü uğruna canını feda edebilen kahraman sembolü olarak görülmüştür.

Hikâyenin manzum kısımları, canlı tabiat tasvirleri ihtiva eder. Sevgiyi, gurbeti duygulu bir şekilde dile getirir. Hikâyenin, menşeini tasavvuftan alan bir de felsefesi bulunmaktadır. Kişinin yazgısında ne yazılıysa o olur. İnsan olağanüstü bir gayret harcasa da bu yazgısını değiştirmeye gücü yetmez. Gerçek güzellik, yalnız Tanrı’da mevcuttur ve insanın bu dünyada sevdiğine kavuşması mümkün değildir. Esasen insanın sevdim sandığı her şey, Tanrı’da mevcut olan güzelliğin yaşadığımız dünyada alâmetinden başka bir şey değildir.

Cahit Öztelli, zaman içinde öykücü âşıkların katkılarıyla daha da varsıl bir duruma gelen öyküyü düzenleyen ilk kişinin Salahî adında bir şair olduğunu öne sürmüştür. Muhtelif ellerden çıkmış yazma ve taşbaskı Kerem ile Aslı nüshaları, asırlar boyunca okunan ve âşıklarca anlatılan öykünün Anadolu’daki yer adlarında, halk resimlerinde, edebiyat eserlerinde, folklorda ve Karagöz metinlerinde de geniş bir yeri bulunmaktadır. Aşk ateşiyle yanmanın sembolü haline gelen Kerem, bu özelliğiyle deyimlere konu olmuştur. Şükrü Elçin 1949 yılında bu ünlü öykü konusunda Kerem ile Aslı Hikâyesi adında geniş kapsamlı bir inceleme yayımlamıştır. Librettosu Selahattin Batu tarafından kaleme alınmış Ahmet Adnan Saygun’un Kerem Operası, Balkanlardan Orta Asya’ya değin yayılmış bu ünlü öyküden kaynağını alır. Öykü, Azerbaycan’da da aynı adla Üzeyir Abdülhüseyin Hacıbekov tarafından operaya aktarılmıştır.

İlk yayımlanışı 1886 yılında taş baskı şeklinde gerçekleştirilen öykü, bu tarih sonrasında eski harflerle pek çok kere basılmış, Civanî adındaki Ermeni aşığı tarafından 19. yüzyıl sonlarında Ermenice’ye adapte edilmiş ve birkaç defa yayımlanmıştır. Yeni harflerle ilk baskısı, 1930 yılında Besim Atalay tarafından yapılan Kerem ile Aslı öyküsü, 1931 yılında Muharrem Zeki Kargunal, 1959 yılında Eflâtun Cem Güney ve 1972 yılında da Şevket Rado tarafından yayımlanmıştır.

Bir başka varyantı da şöyledir:

İsfahan şehrinde çok âdil, halkı tarafından çok sevilen bir hükümdar ve bu hükümdarın bir de keşiş hazinedarı vardır. Onca varlığa rağmen çocukları yoktur, mutsuzdurlar. Ne zaman ki Hanım Sultan ve keşişin karısı, kudret elmasını bölüşüp yerler; hükümdarın bir oğlu, keşişin de bir kızı olur. Hanımlar, daha elmayı dişlediklerinde, çocukları olursa birbirleriyle evlendirmeye ahdetmişlerdir. Fakat keşiş, böyle bir beraberliğe razı değildir. Kızı Aslı, daha bebek yaştayken, ailece İsfahan’ı terk ederler. Hükümdar oğlu Ahmet Mirza, büyür. Rüyasındaki sevgilisinin aşkıyla yanmaktadır. Kardeşten daha çok sevdiği Sofu ile birlikte yollara düşer. O, artık Âşık Kerem olmuştur.

Kerem, Sofu ile birlikte Van'a gelir. Atlarını hana bağlar ve kahvehaneye misafir olurlar. Akşam olunca üç beş kişi toplanır, kahvehaneye. Hoş beşten sonra "Âşık bize hallerini de, bakalım" diyerek türkü isterler.

Kerem alır sazı eline, bakalım ne der:

Hey ağalar hangi derde yanayım

Yitirdim Aslı'mı gören olmadı

Pervâneler gibi yandım tutuştum

Yandım alevimi gören olmadı.

Aslı Han, Müslüman olmuştur. Köşklerinin bahçesinde Kerem'le birliktedir. Gece kaçmayı kararlaştırırlar. Kerem, kahveye gelir. Çevresindekiler bir türkü niyaz ederler. Aklında Kervan Kıran’ın erken batması ve Sarı Yıldız’ın geç doğması ve gecenin uzun bir karanlığa dalması dileği vardır.

Sabah oldu şavkın batmaz

Döne kervan kıran döne

Aşk ateşi serden gitmez

Niye doğdun sarı yıldız?


 

Yıldızlarda ne Ruşensin

Âlem içre perişansın 

Garip yurduna düşmansın

Niye doğdun evler yıkan beller büken?

                  

Sana kervan kıran derler 

Yâre ikrar veren derler 

Bana Dertli Kerem derler 

Niye doğdun sarı yıldız?

 

Kerem, Aslı Han'ın yurtlarının Gence'ye göçtüğünü öğrenir ve Sofu ile yollara düşerler. Yolda Kerem görür ki gökte bir bölük turna uçup gitmekte.

-"Sofu Kardaş, getir şu sazı; turnalara anamı, babamı, Aslı'yı sorayım" der...

 

Aşıp aşıp karlı dağlar gelirsin 

Eğlen turnam eğlen haber sorayım

Bizim elden ne haberler bilirsin 

Eğlen turnam eğlen haber sorayım.

Kerem ile Sofu, Gökbelen'e gelmişlerdir. Atları handa, kendileri kahvede sabahlamışlardır. Günün mahmurluğunda kahvenin önünden güzeller geçmektedir. İçlerinde biri vardır ki güzeller güzeli. Kerem, onu Aslı'ya benzetir. Alır sazı...

Her sabah her sabah gel geç buradan

Gamı gasaveti kaldır aradan

Ne güzel yaratmış seni yaradan

Ben de seni yaradanın kuluyum.

 

Göy göy olur Gökbelen'in çınarı

Elinde olur yiğitlerin fermânı

Sana derim sana kahveci pınarı

Benim yârim buralardan geçti mi?

Kerem ile Sofu yine yollarda. Kelbe köyünde konaklarlar. Köylülere buradan bir keşiş ailesinin geçip geçmediğini sorarlar. Kars'a doğru gittiklerini, ancak dört ay olduğunu öğrenirler. Yolda yine turna katarı görürler. Kerem sazıyla buluşur:

Dertli Kerem der ki uğradım derde

Canım kurban olsun merd oğlu merde 

Allı turnam ne gezersin bu yerde

Yok mu sizin vatanınız eliniz?  

Azerbaycan'a girmişler, Şuşa yolundadırlar. Her gördüklerine;

-"Buradan bir keşiş, bir kadın, bir de kız geçti mi?" diye sual ederler.

Ama hep Görmedik, cevabını alırlar. Şuşa'ya gelip kahveye yerleşirler. Akşam Kerem sazını alır, bağrına basar:

Ne vakit ki han Aslımdan ayrıldım

Beni öldürmeli döğmeli değil

Gece gündüz ah ederek yanarım

Beni öldürmeli döğmeli değil.

 

Yedi yıldır hatırını sormadım 

Geçti ömrüm bir murada ermedim 

Fırsat elde iken demler sürmedim

Beni öldürmeli döğmeli değil.

Keşişin karısı ve kızıyla Karapınar'a doğru gittiklerini öğrenirler. Ertesi gün erkenden yola koyulurlar. Seher yeli esmeye başlayınca Kerem;

-"Sofu eğlen hele, şu seher yeliyle sevdiğime bir selam göndereyim" der ve sazına sarılır:

 

Eğer gider isen bizim ellere

Eğlen biraz burda dur seher yeli

Bir nâmem var göndereyim yarıma

Götür Aslı Han'a ver seher yeli.

Tercan yöresinde Şogun deresine geldiklerinde bir yaralı ceylan görürler. O hâliyle yavrularını emzirmektedir. "İlâhi avcı kolun kırılsın. Bu yavrulara da mı acımadın" diye kargışta bulunur. Yola devam ederken iki avcı ile karşılaşırlar. Biraz sohbetten sonra avcılar türkü ister. Kerem'in türküsü ceylan içindir:

Süre süre avcı dağdan indirmiş

Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi

Zalim avcı vurmuş seni sindirmiş

Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi.

Kerem ile Sofu, Ürgüp'e geldiklerinde, yanlarına gelen üç beş kişi, bir türkü isterler. Kerem alır sazını, bakalım ne der:

Şu dünyada üç nesneden korkarım

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

Hiç birinden asla gönlüm hoş değil

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm.

Acı tatlı yıllar süren bir sürü maceradan sonra Aslı Han'a kavuşmak nasip olacaktır. Ancak o gece Aslı Han, babasının yaptırdığı makas değmedik, iğne dikmedik elbisesini giymiştir. Güle benzemiştir allar içinde, serviye dönmüştür dallar içinde. Aslı'ya el ile değil, gül ile bile dokunmaya kıyamayan Kerem, düğmeleri el ile mi, tel ile mi çözsem diye düşünür. Önce sazıyla "Çöz Aslım çöz göğsün düğmelerini" deyişini söyler. Ne dilde ne telde takat kalmıştır. Düğmeler, bir türlü çözülmez. El ile çözmeyi dener. Düğmeler, büyülüymüş meğer. Bir taraftan çözülürken diğer taraftan iliklenirmiş. Kerem öyle bir "ah" çeker ki yetmiş iki bin tüyünün dibi birden sızlar. Ah üstüne bir ah daha çekince, üç yüz altmış altı damarına bir ateş yayılır, ağzından alevler çıkar. Kül olur, Kerem. Aslı vurulmuşa döner. Sırma saçlarını süpürge ederek külleri toplamaya çalışır. "Her ateş söner de aşk ateşi sönmezmiş" ya, küller içindeki bir kıvılcımdan Aslı da tutuşur. Gül Aslı alevlerden bir dal olur, döne döne yanar. Aslı ile Kerem'in elleri değil ama külleri kavuşmuştur. 16. yüzyıldan günümüze ulaşan bu eserler, hem hikâyesiyle birlikte bizi sımsıcak sarıp sarmalıyor, hem de "Bizim klasiğimiz yoktur" diyebilenlerin yüzüne müstehzi bir gülüşle bakmamıza vesile oluyor.

Öyle birine rastlarsanız, bu târif üzre bakın, hemen anlayacaktır içinizden geçenleri ve dar gelecektir yöresi yanı. Ve sakın unutmayın Âşık Kerem ile Aslı Han'ı.

 

EMRAH İLE SELVİHAN

Ercişli Emrah’ın yaşamı kapsamında meydana gelen hikâyelerden biri olan Emrah ile Selvihan; Doğu Anadolu’da, Azerbaycan’da, Türkmenistan’da ve Ermenistan’da değişik adlar altında kaleme alınmış bir halk hikâyesidir. 17. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Ercişli Emrah’ın yaşamından ve deyişlerinden oluşan Emrah ile Selvihan, Azerbaycan’da Emrah ve Selbi veya Emrah ile Selbinaz, Türkmenistan’da Sayat ve Hemra adlarıyla bilinir. Bugüne değin yapılan araştırmalar, hikâyenin, 20.yüzyıl başlarında Aşuğ Sazayî tarafından Ermenice’ye çevrildikten sonra birkaç kez basıldığını ortaya koymaktadır. 1604 yılında Van Kalesi’nin, Şah Abbas ordusu tarafından kuşatma altında tutulduğu dönemde Van, Isfahan ve Tiflis dolaylarında Emrah ile Selvihan’ın birbirilerine kavuşma yolunda başlarından geçen macerayı ele alır. Emrah’ın çocukluk yaşamı, babasıyla olan ilişkileri, şiir okuyup deyiş söylemeye başlaması, Selvihan’la karşılaşması, birbirilerini sevmeleri, Şah Abbas’ın Selvihan’ı Isfahan’a kaçırması, Emrah’ın Selvihan’a kavuşması için pek çok engeli aşması, Şah Abbas’ın iki aşığı evlendirmesi vb. kısımlardan meydana gelir. Öyküde Emrah’ın, düşünde bir Pir’in elinden aşk dolusu içmesi, Selvihan’la düşünde karşılaşması, düşünden uyandığı zaman şiir söyleme becerisi elde etmesi türünden halk öyküsü örgeleriyle, Emrah’ın, Selâtin Peri adındaki ikinci sevgilisinin bir peri kızı olması, sıkıştığında Pir’in, imdadına yetişmesi gibi masal örgeleri bulunur. Bununla birlikte olayların, bir savaş zamanında yaşanması, evlenmelerine mani teşkil edenin ana-baba olmayıp Şah Abbas gibi tarihî bir kimliğe sahip bir kişiliğin olması, sonunda iki aşığın, Şah Abbas’ın yardımıyla evlenerek muratlarına ermeleri gibi unsurlar, öyküyü benzerlerinden ayrı kılar. Emrah’ın, âşık olan babası Ahmed’e karşı gelmesi, âşıklık imtihanında babasını yenilgiye uğratması vb. başka öykülerde benzerine nadiren rastlanan motiflerdendir.

Emrah, en yaygın durumda bulunan anlatımlardan birine göre Erciş Kalesi Beyi Miroğlu Mahmud’un âşıklığını yapan Âşık Ahmed’in oğludur. Aslıhan ise Miroğlu Mahmud Bey’in kızıdır. Bey’in huzurunda saz çalmaya kalkıştığı için sazın tellerini koparır. Bundan ötürü babası kendisine bir tokat atar. Babasının kendisine tokat atması sonrasında oradan ağlayarak kaçan Emrah, geceyi bir mezarlıkta uyuyarak geçirir. Burada uyurken düşünde aksakallı bir pir elinden bir aşk dolusu içerek Miroğlu Mahmud Bey’in kızı Selvihan’a vurulur. Aynı aksakallı pir, aynı gece Selvihan’a aşk dolusu içirerek O’nun da Emrah’a âşık olmasını sağlar.

Bu sırada Van üzerine bir sefer için yola çıkan Isfahan Şahı Şah Abbas, yol boyunca yaptığı gibi uğradığı Erciş’te de her şeyi yakıp yıkmıştır. Yedi yıl süreyle devam eden kuşatma neticesinde Van Kalesi’ni alamayınca geri döner. Dönüş yolculuğunda uğradığı kent ve kalelerin tamamında yaşayan genç kızların hepsini esir alarak beraberinde Isfahan’a götürür. Şah Abbas tarafından esir alınarak Isfahan’a götürülen genç kızların arasında Emrah’ın sevgilisi Selvihan da bulunmaktadır. Emrah, sevgilisi Selvihan’ı aramak üzere babasıyla birlikte Isfahan’a gider. Baba-oğul Isfahan’a vardığında Şah Abbas ile Selvihan’ın düğünleri yapılmaktadır. Emrah, saz çalıp deyişler söyleyerek Selvihan’la badeli aşık olduklarını kanıtlar. Şah Abbas, onların gerçek aşık olduklarına inanır. Hiçbir itirazda bulunmadan Selvihan’ı Emrah’a verir. Sevgilisi Aslıhan’ı yanına alarak Erciş’e doğru hareket eder. Erciş’e dönüş yolculuğu sırasında karşılaştığı Nazlı adındaki bir başka kıza da aşık olan Emrah, Erciş’e geldikten sonra büyük bir düğün töreni sonrasında Selvihan ve Nazlı ile evlenir.

Emrah ile Selvihan, halk hikâyeleri arasında gerçekçi unsurlar açısından en varsıl olanıdır. Bilhassa Van Kalesi’nin, Isfahan Şahı Şah Abbas’ca ihata altına alınmasına ilişkin bölüm, tarihî olaylarla yakından ilişkilidir. 1604’de I. Abbas’ın komutasındaki ordunun 1633–1634 yıllarında I.Safi’nin kuvvetleri tarafından kuşatmaya maruz kalan Van Kalesi sakinleri, büyük eza ve meşakkatler yaşamışlardır. Hikâyede geçen olayların, bu kuşatmalara ilişkin anılardan beslendiği anlaşılmaktadır.

Ülkemizde Ercişli Emrah ve ona dayandırılan Emrah ile Selvihan Hikâyesi konusundaki çalışmaların startı, Erzurumlu Emrah konusunda araştırma yapanlar tarafından verilmiştir. Araştırmacıları sürekli meşgul eden konulardan biri, birbirine karışma olasılığı bulunan Erzurumlu Emrah ile Ercişli Emrah’ın şiirlerinin birbirinden ayıklanması olmuştur.

Hikaye, ülkemizde ilk kez Mehmed Fuad Köprülü tarafından 1929’da basılan “XIX. Yüzyıl Saz Şairlerinden Erzurumlu Emrah” adlı eserde yer alır. Kitap olarak ilk kez Âşık Kemal’den derleyen Murat Uraz tarafından 1937’de Emrah ile Selvia dıyla yayımlanmıştır. Sonraki yıllarda, hakkında pek çok derleme ve araştırmada bulunulmuş. Ayrıca Muhan Bali tarafından 1923’de“Ercişli Emrah ile Selvihan Hikâyesi varyantların Tesbiti ve Halk Hikâyeciliği Bakımından Önemi” adı altında yayımlanan doktora tezinde ele alınmıştır.

 

HURŞİD Ü FERAHŞAD

 ‘Hurşidnâme’ veya ‘Ferahnâme’ olarak da bilinen ‘Hurşid ü Ferahşad’, Şeyhoğlu Mustafa tarafından 1387 yılında kaleme alınan bir aşk mesnevisidir. 7903 beyitten meydana gelen eser, Germiyanoğulları Sarayı’nda Süleyman Şah adına kaleme alınır. Ancak o ölünce I. Bayezid (Yıldırım)’e sunulur.

Siyavuş (Hürmüz) adındaki İran Şahı’nın Ay Hatun’dan Hurşid adında bir kızı dünyaya gelir. Müneccimler, Hurşid’in güzelliğinden ötürü ülkenin bir yıkıma maruz kalacağını söylerler. Bunu duyan Siyavuş Şah, kadını Ay Hatun’a, Hurşid’i yok etmesini söyler. Ama ana yüreği yanıktır, Ay Hatun her ne kadar kocasına evet dese de gönlü razı olmaz, kızını öldürmeye. Hurşid’i, bakıp büyütmeleri için gizliden Darü’l-Melek Kalesi’ne yollar. Hurşid, babasından gizli orada büyür. On altı yıl sonra kızın yaşadığı ortaya çıkınca babası Siyavuş Şah, kızını öldürmek üzere dört kahramanını yanına alarak Darü’l-Melek Kalesi’ne gider. Kalede karşılaştığı kızının güzelliği karşısında büyülenen Siyavuş Şah, onu öldüremez. Yanına alarak hükümdarı olduğu Cemâbad’a geri döner. Hurşid’i görür görmez kendisine tutulan dört kahramandan biri olan Azad, gittiği Mağrip’te Hurşid’in aşkından deli gibi yaşamaya başlar. Azad tarafından anlatılanlardan etkilenerek Hurşid’e vurulan Mağrip şehzadesi Ferahşad, Azad’la birlikte Cemâbad’a gider. Orada gizlice Hurşid ile buluşur. Aralarında büyük bir aşk başlar. Öte yandan Hurşid’e âşık olan Hıtay hükümdarı Boğa Han, onu almak için ordusuyla birlikte İran’ın üzerine yürür. Hurşid, bir desiseyle Boğa Han’ı öldürür. Sonra da onun Ferahşad tarafından öldürüldüğü söyler. Onun yaptığını sandığı bu kahramanlıktan ötürü Ferahşad’ı bağrına basar. Bundan yararlanan Ferahşad, Hurşid’i babasından ister. Siyavuş Şah, Ferahşad’ın şehzade olduğunu kanıtlaması durumunda kızını ona vereceğini söyler. Ferahşad, Siyavuş Şah’ın kendisinden istediği belgeyi getirmek üzere ülkesi Mağrip’e doğru yola çıkar. Ülkesine varınca durumu babasına anlatır. Ancak babası,  oğlunun yanından ayrılmasını istemez. Ferahşad, buna karşı çıkınca da babası, onu zindana atar. Ferahşad’dan uzun zaman haber alınamayınca Hurşid, babası tarafından Mısır Sultanı Tus’un sarayında resmini görerek kendisine âşık olan Behram’a verilir. Bir süre sonra yaşamını yitiren babasının yerine Mağrip’e hükümdar olan Ferahşad, Hurşid’i almak üzere Cemabad’a gider. Orada Hurşid’in evleneceğini öğrenir. Hemen saraya gider. Siyavuş Şah’ın huzuruna çıkarak ondan Hurşid’i ister. Siyavuş Şah, kızının Behram’la evleneceğini söyler. İşler sarpa sarar.  İki damat adayı arasında tercih yapmakta zorlanan Siyavuş Şah, çareyi din adamlarına danışmakta bulur. Danıştığı din alimleri, kızın istediği kişiyle evlendirilmesi gerektiğini söylerler. Bunun üzerine Hurşid’e danışılır. Hurşid, Ferahşad’ı istediğini söyler. İki sevgili, böylece çektikleri sıkıntıların ardından birbirine kavuşup mutlu olurlar.

Kuruluş açısından Şehnâme’de adından söz edilen Tûs Oğlu Behram Öyküsü’nü andırmasına rağmen Hurşid ü Ferahşad, Doğu yazınlarında örneğine rastlanılmayan orijinal bir mesnevidir. İçinde geçen adlardan bazıları da Şehnâme’den alınmadır. Ahmedî’nin de Makedonyalı İskender’in yaşam ve savaşlarını ele alan İskendernâme’sini, bu eserin sağladığı başarı üzerine kaleme aldığı rivayet edilir. Türklerin folkloru, dinî ve millî yaşamlarınailişkin geniş materyalin bulunduğu eserde, klasik mesnevi tarzına uyularak 2 tevhid, 4 münacaat, 1 na’t, 1 miraciye, 6 methiye(Dört Halife, Süleyman Şah ve Bayezid için), 1 sebeb-i telif, 1 tarih, konunun arasına serpiştirilmiş 23 gazel ve Hurşid’in dilinden 1 tercih-i bend bulunur. Vezin, kafiye, ses, dil ve edebî sanatlar açısından da mükemmel bir eser olan Hurşid ü Ferahşad, XIV. yüzyıl Türk dilinin belli başlı kaynaklarından bir tanesidir. Eser, Hüseyin Ayan tarafından 1979’da Hurşidnâme adı altında basılmıştı.

Ferhengnâme-i Sa’dî adlı 1073 beyitlik eserine gelince; bu eser, Şeyh Sa’dî-i Şirâzî (ölm. 1292/H.691)’nin Bostân adlı kitabının tercümesidir. Eserin Farsça aslı, 4184 beyittir. Hem asıl hem de tercüme feûlün feûlünfeûlün feûl vezniyledir. Hoca Mesûd bu eseri, 1354 (H.755) yılında tamamlamıştır. Eser, Süheyl ü Nevbahâr’a oranla, sanat yönünden sönük kalır. Fakat dil târihi îtibâriyle kıymetini muhâfaza etmektedir.

Konu îtibâriyle nasihat tarafı ağır basar. Bostan’ın bütününün tercümesi olmayan eser, bir nevi seçme tercüme hüviyetindedir. Şâir müntehabâtında (seçmesinde) eserin asıl tertibine uyulmamış, yerine göre, hikâyelerin seçiminde takdim tehir de yapmıştır.

 

HURŞİD İLE MAHMİHRİ

Hurşid, Genç Karabağı Hükümdarı’nın oğludur. Mahmihrî(Mah-ı Mihrî) de İçmean Kenti Beyi’nin kızıdır. Hurşid ile Mahmihrî, bu iki gencin aşkını ele alan bir halk öyküsüdür.

Hurşid ile Mahmihrî, düşlerine girerek kendilerine aşk badesi içiren aksakallı bir Pir-i faninin aracılığıyla âşık olurlar, birbirilerine. Mahmihrî’nin, İçmean kentinin beyi olan babası ölünce İçmean’ı ele geçiren Kara Han, Mahmihrî’ye evlenme teklifinde bulunur. Bu teklife hoş bakmayan Mahmihrî, yedi erkek kardeşiyle birlikte gizlice İçmean’ı terk ederek Geylan Yaylası’na kaçar. Orada, düşünde görüp âşık olduğu Hurşid’le karşılaşır. Hurşid, Mahmihrî’yi kardeşlerinden ister. Kardeşleri başlangıçta her ne kadar iki sevgilinin evlenmelerine rızalık gösterirlerse de kararlaştırılan düğün günü yaklaştığında kız kardeşleri Mahmihrî’yi yanlarına alarak birlikte İçmean’a geri dönerler. Kız kardeşlerinden gizli Kara Han’a haber gönderen erkek kardeşleri, kız kardeşlerinin kendisiyle evlenmeye karar verdiğini bildirirler. Öte yandan sevgilisi Mahmihrî tarafından bırakılan mektuptan yaşananlar hakkında bilgi edinen Hurşid de onların peşinden İçmean’a gider. İçmean’ı ele geçiren Kara Han’ın Mahmihrî ile evleneceği gün İçmean’a varır.Orada gizlice Mahmihrî ile görüşür. Sonra iki sevgili, oradan kaçar. Mahmihri’nin, Hurşid’le birlikte kaçtığını öğrenen Kara Han, adamlarıyla birlikte onları izler. Bir süre sonra onları yakalayan Kara Han ile Hurşid kavgaya tutuşurlar. Kara Han, bu sırada Mahmihrî tarafından atılan bir okla döşünden vurulup öldürülür. Böylece Kara Han’dan kurtulan iki sevgili, Genç Karabağı’na doğru yola çıkar. Henüz Genç Karabağı’na ulaşmadan haramilere yakalanırlar. İki sevgili, haramilerin Hurşid’i öldürmekle görevlendirdiği Arap tarafından kurtarılır. Üçü birlikte Genç Karabağı’na giderler. Genç Karabağı’na varınca Hurşid, Mahmihrî’yle, kendilerini haramilerin elinden kurtaran Arap da Hurşid’in kız kardeşiyle evlenerek muratlarına ererler.

Kahramanları, hayalî halk öykülerinden olan Hurşid ile Mahmihrî’nin farklı çeşitlemeleri bulunur. Kimilerinde, kahraman, kent ve yer adları farklı olan öykünün çeşitlemelerinin kimilerinde de Hurşid ile Mahmihrî’nin ölümleriyle sona erer. Öyküyü ilk kez düzenleyen kişinin ünlü Türkmen âşıklarından Dadaloğlu olduğu söylense de bu pek doğrulanamamış. İlk kez 1884’deGül ile Sitemkâr adlı başka bir halk hikâyesile birlikte taşbaskı olarak çoğaltılmış. Sonraki yıllarda incelenmiş yeni baskıları yayımlanmıştır. Yeni harflerle ilk yayımlananı ise 1930’da Süleyman Tevfik Özzorluoğlu ve 1935’de Muharrem Zeki Korgunal tarafından gerçekleştirilmiş olanlardır.

 

ELİF İLE MAHMUT

İki sevgilinin uzun süre devam eden maceraların ardından birbirilerine kavuşmalarını ele alan bir halk hikâyesidir. XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarında yapılma resimli basımları mevcuttur. Öyküde işlenen olayların meydana geldiği coğrafya, Asya ülkelerini kapsamaktadır. Mahmut, Buhara Hükümdarı Murad’ın oğludur. Ejderhan Hükümdarı Erjeng tarafından hapsedilen Elif ise Hutenlidir.

Resme bakarak âşık olma geleneğine dayanan ve yiğitlik unsurları taşıyan bu halk öyküsünün konusu kısaca şöyledir:

Uzun zamandan beri evli olmasına ve çeşitli çareler aramasına rağmen hiç çocuğu olmaz, Buhara Sultanı Murad’ın. Bir gece düşüne girerek bir erkek çocuğunun doğacağını müjdeleyen aksakallı derviş, kendisi gelmeden doğacak olan çocuğa isim verilmemesini söyler. Bu düşten sonraki bir tarihte hamile kalan Sultan Murad’ın karısı, zamanı gelince doğum yapar ve dervişin söylediği gibi bir erkek çocuk olur. Çocuk dünyaya geldikten bir zaman sonra yine aksakallı derviş, hükümdarın evine gelir ve çocuğa Mahmut adını verir. Büyüdüğünde kendisine verilmek üzere bir de sihirli bir kılıç bırakır, çocuğa.

Gün geçtikçe gelişip serpilen Mahmut, delikanlılık çağına gelince aksakallı derviş kılığına bürünen Hızır tarafından kendisine bırakılan kılıç sayesinde yenilmez bir savaşçı olur. Zamanının büyük bölümünü avda geçiren Mahmut, günün birinde avda iken vurarak yaraladığı bir ceylanı takip ederek bilmediği bir mağaraya girer. Girdiği mağarada Kırklar Meclisi ile karşılaşan Mahmut, Kırklar’ın kendisine sunduğu aşk meyini içerek mağarada resmini gördüğü kıza âşık olur. Orada bulunanlardan adının Elif olduğunu öğrendiği bu kız için saz çalıp deyişler söylemeye başlar. Artık bir hak aşığı olan Mahmut, günün birinde babasından izin alarak aşığı olduğu Elif’i aramaya koyulur. Resmini görerek aşığı olduğu Elif’i aramak için çıktığı yolculuk sırasında başından pek çok macera geçen ve önüne çıkan birçok engeli Hızır’ın sayesinde aşan Mahmut, neticede Elif’i bulur. Ama Mahmut’a aşk badesi içiren Kırklar’ın, aynı gece aşk badesi içirerek Mahmut’a âşık olmasını sağladıkları Elif, evlilik teklifini geri çevirdiği Ejderhan hükümdarı Erjeng tarafından zindana atılmıştır. Sevgilisini alıp ülkesine götürmek isteyen Mahmut’un önce onu hapisten çıkarması gerekir. İki sevgili, zindancı başının yardımıyla gizlice buluşurlar. Bu buluşma sırasında Elif, kendi saçından kestiği bir tutam saçı Mahmut’a verir. Sıkıştığında bu saç tutamından bir tel yakarak kendisini çağırmasını söyler. Sevgilisi Elif tarafından kendisine verilen bir tutam saçı aldıktan sonra oradan ayrılan Mahmut, hemen Ejderhan hükümdarı Erjeng’e savaş ilan eder. Savaş sırasında, sık sık sevgilisi tarafından kendisine verilen bir tutam saçtan her defasında bir tel yakarak sevgilisine, Ejderhan hükümdarı Erjeng’e karşı giriştiği savaş hakkında bilgi veren Mahmut, aksakallı derviş kılığına giren Hızır tarafından kendisine bırakılan büyülü kılıç sayesinde hükümdarı alt eder. Sonra hükümdar tarafından kapatıldığı zindandan çıkardığı sevgilisini yanına alarak ülkesine döner.

Sevgilisi Elif’i yanına alarak ülkesi Buhara’ya dönen Mahmut’u burada bir sürpriz beklemektedir. Çünkü babası, ilk görüşte Elif’e aşık olur ve onunla evlenmek ister. Bunun üzerine babasına karşı ayaklanan Mahmut, babasını öldürmek zorunda kalır. Öldürdüğü babasının tahtına oturan Mahmut, aşığı olduğu Elif ile evlenerek mutlu bir yaşama başlar.

Öyküde adından söz edilen büyülü kılıç, Elif’in yakmak suretiyle kendisini çağırması için Mahmut’a verdiği bir tutam saç, vb. yaygın durumdaki masal unsurlarıdır. Mahmut’un, sevgilisinin yüzünden babasına karşı verdiği savaşım ve onu öldürmesi, evrensel bir motif olarak ilgi çekicidir.

Bu öykü, halk öykülerinin birçoğunda olduğu üzere kahramanın harikulâde bir şekilde dünyaya gelmesi, görmediği tanımadığı bir kızın resmini görerek ona âşık olması, onu arayıp bulması ve karşılaştığı pek çok engeli Hızır’ın yardımıyla geride bıraktıktan sonra onunla evlenerek mutlu bir yaşama başlaması esasına dayanır.

Bilinen ve 1881 yılında yapılan ilk basımı, öteki kimi halk hikâyeleriyle birlikte Hikâye-i Mahmud ile Elif adıyla Azerbaycan’da taşbaskısı olarak yapıldı. Bundan başka tarihli ve tarihsiz olmak üzere pek çok baskısı mevcut olan bu hikâye, yeni harflerle ilk defa 1930 yılında, Elif ile Mahmut adı altında Süleyman Tevfik Özzorluoğlu tarafından ve 1931 yılında Elif ile Mahmut adı altında Muharrem Zeki Korgunal tarafından yayımlanır.

 

VÂMIK U AZRA

Türkçe de dâhil olmak kaydıyla kimi Doğu dillerinde kaleme alınan bir halk öyküsü olan ve Çin Hakanı Taymus’un oğlu Vâmık ile Gazne hükümdarının kızı Azra’nın aşklarını konu edinen Vâmık ü Azra, İran ve Türk yazınlarında klasik mesnevi konusudur. İran tezkirecileri tarafından ileri sürülen iddialara göre menşei Eski İran olan öykü, M.S. 224/226–651 arasında hüküm süren Fars asıllı Sasaniler Dönemi’nin 531–579 tarihleri arasındaki hükümdarı Hüsrev(Ksusro) I (Anoşirvan) adına yazılmıştır. Aslı Pehlevice olan öykü, Sasaniler döneminde yazıya aktarılmıştır. Kaleme alındığı dönemden itibaren geniş ilgi uyandıran ve hem İranlı hem de Türk şairlerce pek çok defa yeniden kaleme alınan öykü, ateşperestler tarafından kaleme alınmasından ötürü Abdullah adındaki Horasan emirinin buyruğuyla suya atılmıştır. Dilden dile dolaşan bu öykü, bu olaydan iki yüz yıl sonra Unsurî adındaki Gazneli şair tarafından Şehname ölçüsünde Farsça olarak yeniden kaleme alınır.

Lamî Çelebi tarafından 1526’da dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman’a sunulan mesnevinin konusu özetle şöyledir:

Çin hakanı Taymus’un hiç çocuğu yoktur. Çeşitli çarelere başvurmasına rağmen çocuğu olmayan Taymus, yas tutmaya başlar. Vezirleri, çocuğu olmadığı için yas tutan hakanları Taymus’a yeni bir eş aramasını söylerler. Bu öneriye olumlu bakan Taymus, ülkesinin her yanına çıkardığı fermanla eş aramaktadır. Gezdiği ülkelerin en güzel kızlarının resimlerini çizen nakkaş Beşir, Taymus’a, Turan hükümdarının kızının resmini gösterir. Kendisine gösterilen kıza âşık olan hakan Taymus, sözü edilen kızla evlenir. Bu evlilikten, bu hikâyenin kahramanı olan Vamık doğar. Vamık, delikanlılık çağına gelince yeteneği ve civanmertliğiyle büyük ün yapar. Gazne hükümdarının da güzelliğiyle cihana ün salmış güzel bir kızı vardır. Adı, Azra’dır. Kendisiyle evlenmek için peşinden koşturanları çok olmasına rağmen Gazne hükümdarının dünya güzeli kızı Azra’nın gönlü, kendisini hiç görmediği ama ününü duyduğu Taymus adındaki Çin hakanının Vâmık adındaki oğlundadır. Gece gündüz onun hayaliyle yanıp tutuşan ve onunla buluşup evlenmenin yollarını arayan Azra, sonunda düşlerine girerek hem kendisine, hem de Vamık’a aşk badesi içirip birbirilerine âşık olmalarını sağlayan aksakallı derviş tarafından verilen nasihate uyarak nakkaşın birine yaptırdığı resimlerini değişik ülkelere dağıttırır. Aşık olduğu kızın resmini gören Vâmık, Azra’yı bulmak amacıyla sırdaşı Behmen ile birlikte hemen yollara düşer. Vâmık ile sırdaşı Behmen çok uzun süren meşakkatli bir yolculuk sırasında başından geçen olumsuz olayları aksakallı dervişin yardımı ve kendi azmi ile yenmeyi başarıp önüne çıkan engelleri aşarak Gazne’ye varırlar. Orada bir yolunu bulup Azra’yla buluşurlar. Azra’yı, babasından ister. Ancak Azra’nın Gazne hükümdarı olan babası, bu evliliğe onay vermez. Hükümdardan evlilik onayı alamayan Azra ile Vâmık, günün birinde gizlice Gazne’den kaçarlar. Kızının kaçırıldığından haberdar edilen hükümdar adamlarını, Vamık’ın peşine takar. Bu takip sonucunda karşılaşan Vâmık ile hükümdarın adamları arasında çetin bir mücadele başlar. Vâmık’ın Behmen adındaki sırdaşına âşık olan Şah Ardahşir’in Dilpezir adındaki kızı, onlara pek çok kez yardımcı olur. Behmen’in Tûr’a tutsak olması üzerine Dilpezir tarafından Kal’a-i Dilgüşâ’ya götürülen Vâmık, oradan Lahican ve Feri adlarındaki cin ve dev sultanlarınca Kâf Dağı’na kaçırılır. Bu süre içinde Vamık’ı aramaya çıkan Azra, yolda Dilpezir ile karşılaşır. Bir ara Vâmık, Azra ileDilpezir’e kavuşursa da başlarına gelen yeni serüvenler nedeniyle birbirinden ayrılmak zorunda kalırlar. Azra, resminden kendisine âşık olan Mizban adındaki Tus hükümdarı tarafından ele geçirilir. Mizban’ın eline düşen Azra, acı çekmekte ve hiç kimseyle konuşmamaktadır. Bu süre içinde Hintli ateşperestler tarafından yakalanan Vâmık, ateşe atılmasına rağmen yanmaz. Mizban’ın elinden kaçmayı başaran Azra, bu kez de zencilerin tutsağı olur. Neticede zencilerin elinden kurtulmayı başaran Azra ile ateşperestlerin elinden kurtulmayı başaran Vâmık, Tus kentinde birbirlerini bulurlar. Burada Vâmık ile Azra’nın yanı sıra Lahican ile Feri ve Dilpezir ile Behmen de buluşurlar. Tus hükümdarı Mizban tarafından verilen ziyafetler ve düzenlenen eğlenceler neticesinde başlarından geçen birçok serüvenin sonrasında birbirlerine kavuşan Vamık ile Azra ve yanındakiler, evlenerek mutlu bir yaşam sürerler. Sonunda Mizban’dan müsaade alan Azra ile Vâmık ülkelerine geri dönerler.

Unsurî’nin eserinde Vamık ile Azra’nın soyları; öyküde adı geçen kişilerden pek çoğunun adlarının Yunanca olmasının, olayların Ege Denizi’nin Anadolu yakasına yakın bir adada gelişmesinin ve öyküde Yunan tarihine ilişkin olayların mevcut olmasının öykünün, Yunan menşeli olduğunun bir ifadesi olarak kabul eden Doğu bilimcilerin kimileri; öykünün, Yunan yazınından kaynaklandıktan sonra Arabistan’a, oradan da İran’a geçtiğini iddia ederler ve Vâmık (âşık) ve Azrâ (bakire) sözcüklerinin Arapça oluşuna dikkat çekerler.

İran yazınında Vamık ü Azra’nın yazarları arasında Unsurî ile birlikte Zamirî (ö.973)’yi, Fasih-i Cürcanî(ü.11.yy.)’yi, Esirî’yi ve Nâmî’yi de saymak mümkündür. Vamık ü Azra’yı Türkçe’ye çeviren ilk kişi, Behiştî olmasına rağmen en başarılı Vamık ü Azra çevirisi ise Unsurî’den yaptığı çeviriye muhtelif gazel, mesnevi, lugaz ve muammalar da ilave eden Lamî Çelebi tarafından yapılmıştır. Kaynaklardan edinilen bilgilere göre her ne kadar Behiştî Sinan ve Lamî Çelebi’nin yanı sıra Vamık ü Azra, Muidî, Bursalı Havaî, Kuburizade Abdurrahman Rahimî ve Manisalı Camiî tarafından da Türkçe’ye çevrilmiş ise de bunlardan sadece Manisalı Camiî ile Lamî Çelebi tarafından Türkçe’ye tercüme edilenler elde bulunmaktadır.

Unsurî tarafından kaleme alınan öykünün dışında değişik dillerde çeviri ve telif olmak üzere 25’in üzerinde Vamık ü Azra mesnevisi oluşturulmuştur. Vamık ü Azra’nın aynı adı taşıması bu mesnevilerin tamamının ortak noktasıdır. Bundan başka Vamık ü Azra’nın hüviyet ve şahsiyetleri, bağlı bulundukları uluslar, yaşamlarını idame ettirdikleri muhit ve ülkeler tamamıyla farklı ve değişiktir.

 

CEMŞİD Ü HURŞİD

İlk kez, asıl adı Cemaleddin Muhammed olan ve 1309–1376 arasında yaşayan İranlı yazar Selman Saveci tarafından 1361’de kaleme alınan Cemşid ü Hurşid, Doğu yazınlarında mesnevilere konu olmuş bir aşk hikâyesidir. Mesnevi ve hamse geleneğinin tesiri altında bilhassa İran ve Türk yazınlarında sık sık işlenmiştir. Bu hikâye, Selman Savacı tarafından ünlü İranlı yazar Firdevsî’nin Şehname’sinden, İran’ın ünlü hamse yazarı Genceli Nizamî’nin Hüsrev ü Şirin’inden, Şeyhoğlu Mustafa’nın Hurşid ü Ferahşad’ından ve daha başka bazı mesnevilerden alınan motifler birleştirilerek düzenlenmiştir. Yukarıda sözü edilen mesneviler yapı açısından Cemşid ü Hurşid’le benzerlik gösterseler de konu açısından farklılık arz ederler.

Yaklaşık 2700 beyitten oluşan mesnevinin konusu özetle şöyledir:

Cömertliği, adaleti, sayısız hazine ve askerleriyle bütün cihana ün salan Çin fağfurunun biricik oğlu olan Cemşid, yakışıklı, eli açık, ilim sahibi bir delikanlıdır. Savaş maharetleriyle yetiştirilmiş. İçkiyi ve içki âlemlerini seven, aşka önem veren Cemşid, lütuf ve ihsanda bulunmaktan üne kavuşmuş biridir. Günün birinde bir içki meclisinde içtiği içkinin etkisiyle bahçede çiçeklerin arasında uyuya kalır. Rüyasında eşi menendi bulunmayan bir bahçe içindeki kasrda yaşayan dünya güzeli bir kız görür. Tam o sırada içine bir aşk ateşi düşen Cemşid, o heyecanla uyanır. Ama rüyasında gördüğü o kızı, bir daha görmesi mümkün değil. Kadehlerin tokuştuğu içki meclisinde aşk ateşiyle yanıp kıvranan Cemşid, tenha bir köşeye çekilerek orada feryadı figan etmeye başlar. Babası, durumdan haberdar edilir. Bu duruma çok üzülen fağfur, hemen eşi Hümayun Hatun’a giderek oğlunun içine düştüğü durumdan onu da bilgilendirir. Oğlunun aşk derdine düçar olduğunu söyleyen eşiyle aynı düşünceyi paylaşan fağfur, oğlunun yüreğine aşk ateşi düşüren o kızı bulmak amacıyla ülkesindeki güzellerin tamamını sarayda toplatır. Oğluna, birbirinden güzel yüzlerce kızın arasından içine aşk ateşi düşüren o güzelin hangisi olduğunu sorar. Babasına rüyasını anlatan Cemşid, kendisine âşık olduğu kızın, bunların arasında olmadığını söyler. Fağfur, oğlunun düçar olduğu aşktan aklını yitirip divane olmasından korkar.

Cemşid, günün birinde; tüccarlık yaptığı için Hıtay’ı, Hindistan’ı, Rum’u, Hicaz’ı, Yemen’i, Mısır’ı, Şam’ı gezen, oralar hakkında bilgi sahibi olan ve gittiği yerlerdeki güzellerin resimlerini yapıp saklayan bilge adam nakkaş Mihrâb’a çaresiz derdinden yakınarak ondan kendisine yardımcı olmasını ister. Mihrâb, kendisinden övgüyle söz ettiği Rum Kayser’in dünyalar güzeli kızı Hurşid’in resmini Cemşid’e gösterir. Mihrâb’ın resmini gösterdiği dünyalar güzeli kızın, rüyasında gördüğü kızla aynı olduğunu gören Cemşid, biraz rahatlamaya başlar. Sonra Mihrâb’dan, Rum Kayser’in ülkesine gideceğini bu konuda kendisine yardımcı olmasını ister. Öneriyi olumlu karşılayan nakkaş Mihrâb, önce durumun fagfura bildirilmesi ve ondan izin alınması gerektiğini söyler. Ayrıca kimse tanımasın diye tacir kılığına bürünerek yollarda satmak üzere yanlarına değerli taşlar, kumaşlar alınması gerektiğini de söyler. Fagfur, durum hakkında bilgilendirilir. Fağfur, başlangıçta buna karşı çıkarsa da neticede onay vermek zorunda kalır. Mihrâb’ın önerilerine uygun bir şekilde yol hazırlıklarına başlanır. Yanlarına değerli mücevherat ve kendilerini koruyabilecek bin kadar yetenekli ve savaşçı genç alan şehzade Cemşid ile nakkaş Mihrâb, Rum diyarına gitmek üzere yola çıkarlar.

Yola çıktıktan bir zaman sonra bir yol ayrımına gelirler. Burada Rum diyarına giden iki yol çıkar önlerine. Yollardan biri güvenli ama bir yıl sürmektedir. İkincisi üç ay sürer ama tehlikelerle doludur. Nakkaş Mihrâb, her ne kadar tehlikeli yoldan gitmemesi konusunda Cemşid’i uyarırsa da kısa sürede Rum’a varma sevdasında olan Cemşid, bu iki yoldan kısa ama tehlikelerle dolu olanı seçer ve atının yönünü tehlikelerle dolu yola çevirir ve doludizgin yol almaya başlar. Bir zaman sonra rüzgârı misk, toprağı amber kokan, taşı la’l, suyu Abı Kevser olan bir yere varırlar. Çevresinde perilerin uçuştuğu, harikulade manzaralı olan burası cinli sarayıdır. Şehzade Cemşid, eşsiz güzellikteki bu yerde bir içki meclisi kurulmasını emreder. Buradaki periler tarafından, Şehzade Cemşid’in içki meclisinden haberdar edilen periler sultanı Hûrzad, oturduğu tahtından gördüğü Cemşid’in güzelliğine hayran kalır. Cemşid’i, sarayına davet eder. Cemşid, Nâzpervend adındaki peri aracılığıyla kendisini sarayına davet eden sultan Hûrzad’ın davetini kabul eder. Davetine icabet eden Cemşid’i çok beğenen Hûrzad tahtında onunla birlikte olur. Ardından  da, onunla evlenmek istediğini ister. Cemşid’in bu yolculuğa çıkış nedenini merak eden Hûrzad, gerçeği öğrenince bundan sonra gerçekleştireceği yolculuğun tehlikelerinden söz ederek onu vazgeçirmeye çalışır. Onu bu kararından vazgeçiremeyeceğini anlayan Hûrzad, Cemşid’le dost olma yolunu seçer. Şehzadeyi bundan sonraki yolculuğunda başına gelebilecek tehlikelerden korumak isteyen Hûrzad, Cemşid’e iki gevher ile saçından üç tel verir.

Ertesi günün sabahında yola çıkan Cemşid ve kafilesi, Süfeylâ denilen bir dağa gelirler. Burası ejderhaların ülkesidir. Mihrâb, ‘buradan biz değil, Simurg’un dahi geçmesi mümkün değil’ der. Tam bu sırada bir ejderha çıkar karşılarına. Kılıcıyla, karşısına çıkan ejderhayı öldürdükten sonra yoluna devam eder. Uzun bir yolculuktan sonra bu kez de burçları çelikten bir kent çıkar, karşısına. Burası da devler sultanının mekânıdır. Burada da Mihrâb’ın uyarılarına kulak tıkayarak yola devam eden Cemşid, kulağı eşekkulağına, ayakları öküz ayağına, başı kaplan başına, burnu fil burnuna, başı boydan boya domuz tüyüyle kaplı olan bir devle karşılaşır. Askerlerine, saldırıya hazır emri veren Cemşid’i gören devlerden biri, öteki devlerden yardım ister. Bunun üzerine her biri kükreyen bir aslana binip askerlerin içine dalmak isteyen devler tarafından mancınıklarla taşa tutulan Cemşid, kılıcıyla ayağından yaralayarak yere yıktığı devin başını gövdesinden ayırır. Devlerle amansız savaşın sürdüğü Süfeylâ Dağı civarında devam eden altı günlük yolculuğun ardından Rum diyarı kıyılarına ulaşılır.

İki gün kaldıkları dağlık ve bahçeli olan bu yerdeki manastırda karşılaştıkları yaşlı bir ruhban ile sohbet ederler. Ona, dünyanın gidişatına ilişkin sorular sorup yanıtlar alırlar. Sonra temin edilen gemilerle denize açılır. Ancak o gece çıkan fırtına nedeniyle oluşan dev dalgaların taşlara çaldığı gemi, parça parça olur. Eline geçen bir tahta parçasıyla yaşama tutunmaya çalışan Cemşid’in imdadına koşan olmaz. Arkadaşlarını kaybeder. Denizde üç gün yaşam savaşı verir. Dördüncü gün çok güzel bir adaya çıkar. Tamamen meyve ağaçlarıyla kaplı olan bu adada çaresizlik içinde tek başına kalır. Sevgilisine kavuşamadan öleceği endişesine kapılan şehzadenin aklına, periler sultanı Hûrzad tarafından kendisine verilen saç telleri gelir. Onlardan birini kılıcıyla yakar. Hemen o anda Nâzpervend peyda olur yanında. Rüzgâr ayaklı bir atla uçarak denizi geçtikten sonra Rum’a gelirler. Orada periden ayrılan şehzade, sevgilisini aramak için iki günlük bir yolculuk gerçekleştirir. Bu yolculuk sırasında ayaklarının tabanı kabarır. Yürümekte olduğu yol, onu uzaktan görünen bir kente götürür. Orada, fırtınada parçalanan gemiden kurtularak kendisinden önce buraya gelen nakkaş Mihrâb ve öteki arkadaşlarıyla karşılaşır. Sarılıp hasret giderirler. İki hafta boyunca içki meclisleri kurup eğlendikleri bu kentten, üçüncü hafta ayrılırlar. Nihayet Rum Kayser’in bulunduğu kente gelirler. Burada tüccar kılığına girerek yanlarında getirdikleri malları satmaya başlarlar. Onlara karşı büyük ilgi gösteren kent halkı, bu durum hakkında Rum Kayser’i bilgilendirirler. Mallarıyla birlikte görmek isteyen Rum Kayser, onları sarayına davet eder. Davete icabet ederek değerli ve eşi menendi bulunmayan mallarını yanlarına alarak huzura çıkan Cemşid, Kayser’e karşı hürmette kusur etmemeye özen gösterir. Cemşid’i daha iyi tanımak isteyen Rum Kayser, bir içki meclisi düzenler. İçki meclisi sonrasında evine dönen Cemşid, ertesi gün, uğruna bunca zorluklara katlandığı sevgilisini görmek ister. Bunun üzerine saraya giden nakkaş Mihrâb, yanlarında çok değerli malların olduğunu söyler, Rum Kayser’in kızı Hurşid’e. Hurşid, ertesi gün yanlarındaki bütün mallarını saraya getirmesini ister. Sevinçle geri dönen Mihrâb, Hurşid’in güzelliğinden övgüyle söz eder Cemşid’e. Ertesi gün değerli eşyalarıyla yanına gittiği Hurşid’i tahtın üzerinde bulur. Hurşid’in cariyesi bütün mallarını Hurşid’e sunmasını söyler. Mihrâb, malların bir kısmının kendisine ait olmadığını, sahibi olmadan onları satamayacağını söyler. Bunun üzerine Hurşid, malların sahibi olan kervan emirinin de saraya gelmesine izin verir. Bu müjdeli haberi duyunca kendinden geçen Cemşid’i gül suyu ile ayıltan Mihrâb, hiçbir yerde bulunmayan iki la’l ile iki inciyi yanına alan Cemşid’le birlikte Hurşid’in yanına giderler. Hurşid’i görünce bayılıp yere düşen Cemşid’in başına toplanan sarayın bütün güzelleri gül suyu serperek onu ayıltmaya çalışırlar. Bu arada Cemşid’in başına gelen Hurşid, yerde ay gibi bir güzel görünce hemen âşık olur. Ancak aşkını saklar, sırrını kimselere açmaz. Hurşid’in saçlarına değen rüzgâr, onun mis kokusunu yerde yatan Cemşid’in burnuna götürür. Bu güzel kokuyla ayılan Cemşid, karşısında Hurşid’i görünce çok sevinir. Hurşid, otağına dönünce Cemşid, yanında getirdiği mücevheratı Hurşid’e gönderir. Hurşid, gönderilen mücevheratın değerini sordurur. Cemşid, onları kendisinin bir armağanı olarak kabul edilmesini söyler.

Hurşid, ertesi gün ulağıyla haber göndererek Cemşid’i içki meclisine davet eder. Yanına aldığı iki la’l ve gevherle Şeker, Şekernâz ve Erguvannâz adlarındaki üç cariyesiyle birlikte davete icabet eder. Orada şiirler okuyup çeşitli musiki makamlarıyla şarkılar söyleyen bu cariyelerden son derece hoşnut kalan Hurşid, Nesâtengiz adlı cariyesinden adına bir şiir okumasını ister. O da aldığı emir üzerine Cemşid’in kimliği konusunda bilgi edinmek isteyen bir şiir okur. Şekernâz, Cemşid’in kimliği ve aşkı konusunda bilgi veren bir şiirle karşılık verir. Bu şiir karşısında mutluluktan uçarak raksa başlayan Hurşid, Şekernâz’a, Cemşid konusunda bilgi talep eder. Bunun üzerine Şekernâz, Cemşid’in kim olduğunu ve aşkı uğruna geçirdiği serencelerden söz eder. Bu içki meclisi sonrasında birkaç kez daha yan yana gelen âşıklar, birbirilerini daha yakından tanıyarak birbirilerine bağlanırlar.

Günün birinde yine bir içki meclisinde eğlendikleri bir sırada kendinden geçen Cemşid, Hurşid’in saçlarına elleriyle dokunur. Hurşid, bu yapılan hareketten hoşlanmaz. Bunun üzerine Cemşid pişmanlığını dile getirerek özür dileyince iki aşık yeniden barışarak içkili sohbet ve eğlencelerine devam ederler. Durumdan haberdar olunca kızının içkili meclislerde eğlenmesine sinirlenen annesi Efser Hatun, kızı Hurşid’i bir kalenin içindeki sarayın birine hapsederek yanına da cariyelerini ve Kitayun adındaki dayısını bırakır. Hurşid, annesi tarafından kendisine yapılan bu muameleye intizar edip ağlarken, ayrılık acısına dayanamayan Cemşid, dağlara çıkar. Hurşid’in aşkıyla yanıp tutuşan Cemşid aya, güneşe, yıldızlara ve sabah rüzgârına derdini anlatmaya başlar. Onlardan halini sevgilisine iletmelerini ister. Ama nafile. Çünkü bir yanıt alamaz onlardan. Bir ay kadar dağda kalan Cemşid, nakkaş Mihrâb’ın önerisi üzerine kente döner. Cemşid, Mihrâb’ın Çin’e dönülmesi gerektiği önerisine red yanıtı verir. Mihrâb, içine düşülen bu durumdan çıkmak için Kayser’in hizmetine girilmesi gerektiğini söyler. Kendisine bu öneriyle giden Cemşid’i kabul eden Rum Kayser, Cemşid’in bir fagfur olduğunu öğrenir ve onu yanından uzak tutmamaya çaba gösterir. Mihrâb’n maharetiye Şekernâz ve Şeker aracılığıyla olanlardan haberdar edilen Hurşid, “Cemşid eğer beni unutmadı ise her gece gelip kalenin altında su çekilen dolabın içine girsin. Ben, onu Yusuf gibi yukarıya çekeyim” der. Plan uygulamaya sokulur ve bu şekilde her gece buluşan âşıklar, sabah olunca birbirinden ayrılırlar. Ancak bunun böyle devam edemeyeceğini düşünen Mihrâb, Cemşid’e, Hurşid’in annesi Efser Hatun’un ikna edilmek suretiyle evliliklerinin gerçekleşebileceğini söyler. Olumlu karşılanan bu öneri, hemen devreye sokulur.  Çok değerli eşyalar ve kıymetli mücevherlerle Efser Hatun’un yanına giden Mihrâb, ondan, kızını hapsetmek yerine evlendirmek gerektiğini söyler. Efser Hatun da Şam hükümdarının oğlu şehzade Sadi’nin Hurşid’e talip olduğunu, onunla evlenmek istediğini söyler. Düşmana kız verilmez gerekçesiyle buna karşı çıkan Mihrâb, Cemşid’in bir fagfur olduğunu ve oraya neden geldiklerini açıklar. Efser Hatun, Cemşid’i görmek istediğini söyler. Cemşid, hemen Efser Hatun’un huzuruna çıkar.  Efser Hatun olanlardan üzüntü duyduğunu söyleyerek Cemşid’in gönlünü alır. Cemşid de Hurşid’in bir an önce kaleden çıkartılmasını ister. Hurşid, ertesi gün kaleden çıkarılır. Tam da bu sırada Şam hükümdarı Mihraç’ın oğlu Sâdi’nin ordusuyla birlikte geldiği haberi duyulur.

Kayser’in karşılama töreni hazırlattığını haber alan Cemşid, çok kıskanmasına rağmen bu törene iştirak eder. Kayser, hem Cemşid’e hem de Sâdi’ye altından yapılma kürsüler üzerinde yer verir. Böylece meclis kurulur ve eğlenceler başlar. Cemşid, bu durumdan hiç hoşnut değil. Sâdi, Kayser tarafından kendisine sunulan şarabı, önceden çok içtiğini öne sürerek iade eder. Kayser, bu kez şarabı Cemşid’e ikram eder. Cemşid’in, Kayser tarafından kendisine ikram edilen şarabı içmesiyle gece sona erer. Nakkaş Mihrâb, Kayser’in bu hareketini iyiye yorumlar. Bir sonraki mecliste Kayser tarafından kendisine ikram edilen şarabı içince dışarı çıkaran Sâdi, hicabından meclisi terk etmek zorunda kalır. İçine düştüğü durumdan ötürü üzgün olduğunu belirten Sâdi, çevgân oynamak istediğini söyler. Cemşid ile Sâdi, Kayser’in gözetiminde çevgân oynarlar. Cemşid’in bu oyunda maharetini ortaya koyarak Sâdi’yi mağlup etmesi, Kayser’i son derece mutlu eder.

Ertesi gün ava çıkılır. Avda yoluna çıkan bir aslan, Kayser’in atına saldırır. Bu saldırı sonucunda at ölünce Kayser, yere düşer. Aslan bu kez de Kayser’e saldırır. Cemşid’in yardımıyla Kayser, aslanın elinden kurtarılır. Bu şekilde şehzadelerin ikisini de iyice tanıyan Kayser, hanımı Efser Hatun’a; ‘kızımıza Sâdi’den çok Cemşid yaraşır’, der. Kayser, Sâdi’nin vezirini yanına çağırtır ve ona; “ilk olarak Şam, Mısır ve Kuzey Afrika’nın yarısını, ikinci; mal ve ziynet olarak var olan her şeyi kendisine getirilmesini, üçüncü olarak da Şehzade Sâdi evliliğinin sonrasında Şam’a geri gitmeyecek, Hurşid’le birlikte Rum’da ikamet edecek” şeklindeki koşullarını kabul etmeleri şartıyla kızını verebileceğini söyler. Bu koşullar karşısında neşesi kaçan Sâdi, annesiyle görüşmek üzere Şam’a döner. Oğlu Sâdi tarafından bilgilendirilince kızan Şah Mihraç, ülkesindeki mevcut askerlerle Rum’un üstüne yürür. Rum diyarında yollarının geçtiği her yeri talan eder. Durumdan haberdar olunca ordusunu toplayarak savaşa hazırlanan Kayser, Cemşid’den yardım ister. Cemşid, bu yardımı seve seve yapacağını söyler. Önerisinin Cemşid tarafından kabul edildiğini öğrenen Kayser, buna çok sevinir. Böylece iki ordu arasında başlayan çetin ve amansız bir savaşın sonrasında Sâdi, askerlerini bırakarak kaçmak zorunda kalır. Başsız kalan askerler, Cemşid’in himayesine girdiklerini bildirirler. Kayser, Şam’ın ve öteki yerlerin hükümdarı olan Cemşid’i taltif eder.

Günlük güneşlik bir bahar gününde yaptığı bir toplantıda kızını Cemşid’e vermek istediğini açıklayan Rum Kayser’in önerisi, orada bulunanların tamamı tarafından onaylanınca hemen Cemşid’e haber gönderilir. Bunun üzerine kurulan düğün kırk gün kırk gece devam eder. Eşsiz bir düğün sonrasında dünya evine girerek mutlu bir yaşam süren Cemşid, günün birinde ülkesini, annesini ve babasını özler. Yanına çağırdığı kâtibine, Çin fagfuru olan babasına bir mektup yazdırır. Mektubu yazdırırken vatan hasretini tamamen dışa vuran Cemşid’in üzüntülü hali, Hurşid’i kuşkulandırır. Durumu öğrenince kararı kocasına bırakan Hurşid, Çin’e gidilebilmesi için Rum Kayser’den izin alınması gerektiğini söyler. Gönüllü olmasa da Rum Kayser’den bir yıllık izin almayı başaran Cemşid, büyük bir hazırlıktan sonra Çin’e gitmek üzere yola çıkar.

Öte yandan günün birinde oturduğu yerde oğlunu hatırlayıp ağlamaya başlayan fagfura, oğlunun Çin’e gelmekte olduğu haberi ulaşır. Habere son derece sevinen fagfur, haber gönderdiği eşi Hümayun Hatun ile atlara binerek oğulları Cemşid’i karşılamaya giderler. Kendisini karşılamaya gelen babasını görünce atından inen Cemşid, yüzünü yedi yerde toprağa sürer. Oğluyla yüz yüze gelen Fagfur, defalarca oğlunu öperek tanrıya şükrederken, oğlunu görünce sevincinden bayılan Hümayun Hatun, kendine gelince sıkı sıkıya sarıldığı oğlunu hasretle öperek bağrına basar. Oğlunun hatırını sorduktan sonra yanına gittiği gelini Hurşid’in nikabını kaldıran Hümayun Hatun, karşısında güneş gibi parıldayan bir yüz bulunca şaşırır. Çünkü gördüğü yüz, güneşi bile gölgede bırakacak kadar güzeldir. Bu güzellik karşısında şaşkınlığını gizlemeyen Hümayun Hatun, Hurşid’i kucaklayıp bağrına basarken oğlu Cemşid’i de kutlar. Birlikte saraya giderek hasret giderirler.

Fağfur, güzel bir bahar günü oğlu Cemşid’i yanına çağırır. İsteği üzerine huzuruna çıkan  oğlu Cemşid’in elini tutarak tahta doğru yürüyen fagfur, tacını tahtını oğlu Cemşid’e bırakır. Ülkesini bayındır bir hale getiren Cemşid, Hurşid’le birlikte mutlu bir yaşam sürer.

 Mesnevilerin tamamında görüldüğü üzere başta tevhid, na’t ve sebeb-i telif (yazılma nedeni), sonda da bir hatime (sonuç) düzeniyle kaleme alınan Cemşid ü Hurşid, Türk yazınında da muhtelif şairlerce işlenmiştir. Konu içine gazel, kıta gibi değişik nazım şekilleri serpiştirilmiştir. İlk defa İranlı şair Selman-ı Saveci tarafından ele alınan konu, daha sonraki dönemlerde kaleme alınan Farsça ve Türkçe Cemşid ü Hurşid mesnevilerinin tamamını etkilemiştir. Önce Şeyhoğlu Mustafa Hurşidnâme (Hurşid ü Ferahşad) adıyla 1387’de kaleme aldı. Daha sonraki yıllarda Emir Sultan’ın talebi üzerine Selman-ı Saveci’nin mesnevisini esas alan Ahmedî, başka bazı kaynaklardan da yararlanmak suretiyle 1403’de aynı adla yarı çeviri, yarı telif bir mesnevi düzenledi. Böylece Türk yazınında ilk ve en önemli Cemşid ü Hurşid, Ahmedî’nin kaleminden çıkmıştır. Ahmedî, Selman-ı Saveci’nin eserini çeviri veya adapte yoluyla almış değildir. Sadece konuları arasında benzerlik bulunan mesnevilerin her ikisi de orijinal sayılır. Mesnevi, Ahmedî’nin dilinde muhtelif hikâyelerle varsıl hale gelmiş ve lirik gazeller, Türk folklorundan alınma konular, Köroğlu ve Dede Korkut hikâyelerini anımsatan bölümlerle yerli hale getirilmiştir. 5000 beyitten oluşan eseri, önce Emir Süleyman’a, ardından da Mehmet I’e ve daha başkalarına takdim etti. Tek nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (TY 921) (bas. 1975). Ahmedî’den sonra Cemşid ü Hurşid’i yazan şairlerin en önemlisi, Selman-ı Saveci’nin eserini Türkçe olarak yeniden yazarak babası Mehmet II (Fatih) adına nazıma çeviren Cem Sultan’dır. O da eserin içine kimi kıtalar ve gazeller ekler. Eksik bir nüshası Kütahya Vahit Paşa Kütüphanesi (TY 1666)’nde bulunan eserin tamamı, Ankara İlahiyat Fakültesi’ndedir. XVI. yüzyıl şairlerinden Abdî (Süleymaniye Kütüphanesi, Pertev Paşa No: 443) ile Ayşe Hubba Hatun (nüshası henüz bulunmamış)’un da birer Cemşid ü Hurşid kaleme aldıkları bilinmektedir.

 

YUSUF Ü ZÜLEYHA

Yusuf ile Zeliha adıyla da bilinen Yusuf ü Züleyha, Arap, Fars ve Türk yazınlarında klasik mesnevi konusudur. Divan edebiyatında şairlerin pek çoğunun mesnevilerinde ele alınmış aşk hikâyesidir. Dünyanın en güzel insanı olarak tanımlanan Yakup oğlu Yusuf Peygamber’in, Kuran’da 111 ayet şeklinde dile getirilen kıssasının aşk yoğunluklu bir şekilde edebiyatta yer almış şeklidir. Kuran’ın Yusuf Sûresi’nde “öykülerin en güzeli” şeklinde adlandırılarak geniş bir şekilde dile getirilmiştir.

Öykü özetle şöyledir:

Yusuf, Yakup Peygamber ile Rahel’in oğludur. Küçükken annesini kaybeden Yusuf, belli bir yaşa kadar halası İlya tarafından büyütülür. Sonra babası, onu yanına alır. Yazılı kaynaklara göre Yakup Peygamber’in on iki oğlunun en küçüğü ve en güzeli olan Yusuf, gecenin birinde bir rüya görür. Rüyasında on bir yıldızın, Güneş’in ve Ay’ın kendisinin önünde eğildiklerini görür. Gördüğü bu rüyayı, kendisini öteki çocuklarından daha çok seven babasına anlatır. Rüyasını yorumlayan babası Yakup Peygamber, bu rüyaya göre Peygamber olacağını ve bu rüyasından kardeşlerine kesinlikle söz etmemesi gerektiği konusunda Yusuf’u sıkı sıkıya tembih eder. Çünkü Yusuf’u kıskanan üvey kardeşlerinden, Yusuf’a zarar geleceğini biliyordu. Ama Yusuf, babasının öğüdüne uymamış. Hem gördüğü rüyayı hem de babasının yorumunu kardeşlerine anlatmıştı. Babalarının onu çok sevmesinden ve korumasından ötürü zaten Yusuf’a karşı kin besleyen üvey kardeşleri, bu rüyayı ve babalarının bu konudaki yorumunu öğrenince iyiden iyiye Yusuf’a düşman olurlar. Onu ortadan kaldırma planları yaparlar.

Günün birinde kuzu gütmeye giden Yusuf’un üvey kardeşleri, babalarından izin alarak Yusuf’u da yanlarında götürürler. Kuzu gütmek üzere Yusuf’u da yanlarına alan on üvey erkek kardeşi, yol boyunda bulunan bir kuyuya çıplak bir şekilde attıkları Yusuf’un, gömleğini, boğazladıkları bir koyunun kanına bulayarak babalarına götürürler ve Yusuf’un kurtlar tarafından parçalandığını söylerler. Bu olaya çok üzülen Yakup, ağlaya ağlaya iki gözden kör olur. Öte yandan alış-veriş yapmak için Mısır’a giden Arap kavminden bir kervan, gece çökünce Yusuf’un atıldığı kuyunun yanı başına konaklar. Su ihtiyaçlarını gidermek üzere kuyunun başına giden Zaar oğlu Mâlik ile azatlı Hintli kölesi Büşrâ, kuyudan çıkardıkları Yusuf’u satmak üzere yanlarına alarak Mısır’a doğru yola çıkarlar. Birkaç günlük yolculuktan sonra Mısır’a varınca Yusuf’u esir pazarına götürürler. Esir pazarına götürülen Yusuf, Mısır Sultanı Velid oğlu Reyyân’ın, asıl adı Katfir bin Amir veya Habib oğlu Asaf olan hazine basışı Aziz-i Mısır tarafından yüz altına satın alınıp eve götürülür. Cinsel gücünün zayıf olmasından ötürü kadınlara yaklaşmayan ve bundan ötürü hiç çocuğu olmayan Hazinecibaşı’nın, Mısır ülkesinde güzelliğiyle dillere destan Zeliha adında bir karısı vardır. Güzelliği, gözler kamaştıran Yusuf da henüz on yedisindeydi. Aziz-i Mısır’ın evinde altı yıl kalan Yusuf, yirmi üç yaşına gelen genç ve yakışıklı bir delikanlıdır, artık. Yusuf’a karşı büyük bir aşk besleyen Aziz-i Mısır’ın güzelliğiyle Mısır’a ün salan karısı Zeliha, bir gün kocasının evde bulunmadığı bir sırada Yusuf’un odasına gider. Yusuf, henüz uyanmamıştır. Onu uyandıran Zeliha, Yusuf’tan kendisiyle birlikte olmasını ister. Ancak bu isteğe karşı çıkan Yusuf, kapıyı açıp dışarıya kaçarken arkasından onu yakalamaya çabalayan Zeliha, Yusuf’un gömleğini parçalar. İkisi kapının önüne çıkar. Kapının önünde bekleyen Aziz-i Mısır ve Zeliha’nın amcazadesi Yemliha ile karşılaşırlar. Yusuf, henüz ağzını açmadan Zeliha, kocasına:

—Bak! Kölen bana saldırdı. Onu en şiddetli bir şekilde cezalandır, der.

Aziz-i Mısır, yanındaki Yemliha’yı tanık olarak gösterir. Tanık olarak gösterilen Yemliha:

—Görelim, eğer Yusuf’un gömleği önden yırtılmışsa kadın gerçek söylüyor, Yusuf yalancıdır. Eğer gömlek arka taraftan yırtılmışsa kadın yalan, Yusuf doğruyu söylüyor, der.

Kontrol sırasında Yusuf’un gömleğinin arkadan yırtıldığı ortaya çıkınca kadının yalan söylediği anlaşılır.

Aziz-i Mısır, her ne kadar duyulmaması için olayı örtbas etmeye çalışırsa da olay, kısa süre içinde herkes tarafından duyulur. Olay, herkes tarafından duyulunca kendisiyle yatmak istediği Yusuf’tan red cevabı alan Zeliha, kocasına:

—Bu Kenanlı çocuk, benim hakkımda kötü sözler söylüyormuş. Şehirde kendisine sorarlarmış. Beni halkın gözünde küçük düşürüp rezil, rüsvay edermiş, ahlâksız bir kadın olduğumu söylermiş: “Zeliha, beni yatağına davet etti. Ben ise ona uymadım!” dermiş. Onu zindana atmak gerekir. Böylece suçun onda olduğunu bilirler. Beni dillerinden bırakırlar. Ve benim adımı unutup bir daha ağızlarına almazlar, der.

Yusuf, zindana atılır. Yusuf, kendisi gibi zindandakilerin gördüğü rüyaları yorumlarmış. Yorumları da doğru çıkarmış. Yusuf’a, gördüğü rüyalarının yorumlamasını isteyenler arasında sarayın eski şarap sunucusu da vardır. Şarap sunucunun en son gördüğü rüyasını yorumlayan Yusuf, ona yakın bir zamanda tekrar eski görevine döneceksin der. Gerçekten de kısa bir zaman sonra suçsuz bulunan şarap sunucu, tekrar saraya, sultanın yanına, yani eski görevine döner.

Şarap sunucusu, saraydaki eski görevine döndükten bir zaman sonra Mısır sultanı bir rüya görür. Sultan, gördüğü rüyayı şöyle açıklar: «Rüyamda gördüm ki, yedi semiz ineği, yedi cılız inek yiyor ve yedi yeşil başağı da, diğer yedi kuru başak sarmalayıp onlara galip gelmiş.» der ve devam eder :« Ey ileri gelenler, eğer rüya tabiri yapabiliyorsanız, benim bu rüyamı hallediniz.»

Mısır sultanı, gördüğü bu rüyayı ülkesinde bulunan rüya tabircilerinin ve müneccimlerin tamamına anlatır. Ama bu rüyayı yorumlayabilecek bir tek kişi bile çıkmaz. Hükümdar; huzursuz olmaya, rahatı kaçmaya, yemeden içmeden kesilmeye başlar. Sarayın, zindandan yeni çıkan şarap sunucusu, Sultan’a:

—Ben, sizin bu rüyanızın tabirini yapabilecek birini tanırım. Emir buyurun gidip getireyim, der.    

Sultan:

—Hemen git, diye emir verir.

Sarayın şarap sunucusu; hemen zindana, Yusuf’un yanına gider. O’na: “Yusuf, sultan şöyle bir rüya görmüş: Yedi halsiz inek, yedi semiz ineği yemiştir. Sonra da yedi kuru buğday başağı, yedi yaş(taze) buğday başağını yer. Bu neye işarettir? Bana açıkla.” der.

Yusuf:

-“Yedi yıl birbiri ardınca ekin ekiniz. Ekinleriniz olgunlaştığı zaman biçtiğiniz buğdayı çıkarmayınız. Biçtiğiniz buğdaydan yiyebildiğiniz kadarını döğünüz. Geriye kalanını başağında ve kılçığında bırakınız, öyle kalsın. Bundan sonra yedi zahmetli yıl gelecektir. Bu topladığınız buğdayı o yedi yıl içinde yersiniz. Çünkü sonraki yıllarda ekin olmayacak ve kıtlık olacaktır. O semiz sığır da o ucuzluğa işarettir ki ekinler olur, buğdaylar çoğalır. Ağaçlarda yemişler çok olur. O yeşermiş buğday başakları ekinin bolluğuna işarettir.”

“O zayıf sığır da şuna işarettir ki; sonra gelen yedi yıl kıtlık olacaktır. Toprakta buğday tanesi yetişmeyecek, ağaçlarda yemiş olmayacaktır. Bu önceki yıllarda topladığınız buğdaylar size o kıtlık yıllarında lâzım olacaktır. Başağında duran buğday, başakta ne kadar durursa dursun yemeye ziyan olmaz. Ama döğülüp savrulan o buğday on dört yıl kalmaz.”

“Bu on dört yıldan sonra bir yıl gelecek ki o yıl da yağmurlar çok yağacak, yemişler bol olacak. Memlekette ucuzluk, rahatlık olacak. Bütün ülke halkı refah ve saadet içinde olacaktır.” der.

Sarayın şarap sunucusu, Yusuf’un söylediklerini bir bir anlatır, Sultan’a. Sultan;

—Git, hemen onu al yanıma getir, der.

Sarayın şarap sunucusu hemen zindana gider ve Yusuf’a:

—Sultan seni saraya istiyor, der.

Yusuf:

—Ben, hiçbir suçum olmadığı halde suç işlemiş gibi bu zindana atıldım. Ben, bu şekilde sultanın huzuruna çıkmam. Ancak durum araştırılıp suçsuzluğum meydana çıkarıldıktan sonra sultanın huzuruna çıkabilirim, der.

Durum kendisine bildirildikten sonra hemen araştırma yapan Sultan, Yusuf’un suçsuzluğunu kanıtlar ve O’nu zindandan çıkartır. Zindandan çıkarttığı Yusuf’u, Saray’da hazinenin başına getirir. Yusuf, göreve geldikten iki yıl sonra Zeliha’nın kocası Aziz-i Mısır ölür. Sultan, Aziz-i Mısır’ın ölümünden sonra Zeliha ile Yusuf’u evlendirir.

Sultan’ın gördüğü rüyadan haberdar olduğu için önceden gerekli önlemi alan haznedar Yusuf’un sayesinde, Mısır’a yakın ülkelerin hemen hepsinde büyük bir kıtlık olmasına karşın Mısır, bu kıtlıktan hiç etkilenmediği gibi çevresindeki ülkelerden akın akın Mısır’a gelen insanlara, altın karşılığında buğday satılarak hazineye gelir sağlanır.

Mısır’a buğday almaya gidenlerin arasında Yusuf’un kardeşleri de vardır. Ancak kardeşlerinden biri, yani kendisiyle aynı anneden doğan kardeşi Bünyamin, gelen on üvey kardeşinin arasında yoktur. Kardeşleri, Yusuf’u tanımazlar. Yusuf, kardeşlerini tanır ama onları tanımıyormuş gibi hareket eder. Onların bir daha gelmelerini ve gelirken kardeşleri Bünyamin’i de yanlarında getirmeleri için onlara; ‘Bir daha geldiğinizde küçük kardeşinizi getirirseniz ona da bir yük buğday veririm.’ der. Para konusunda sıkıntı çekmesinler diye kardeşlerine sattığı buğday karşılığında aldığı akçeleri de, onlardan habersiz onların buğday çuvallarının içine koydurur.

Buğdayları alan üvey kardeşleri, ülkelerine varınca buğday çuvallarını açarlar. Açtıkları buğday çuvallarının içinde kendi akçelerini görünce buğday almak üzere tekrar Mısır’a doğru yola çıkarlar. Bu kez, Yusuf’un isteği doğrultusunda hareket ederek en küçük kardeşleri Bünyamin’i de yanlarına alan kardeşler, uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından Mısır’a varırlar. Onları, onlardan habersiz en iyi şekilde konuk eden Yusuf, kendi öz kardeşi Bünyamin’i görünce çok sevinir. Kardeşlerine, istedikleri kadar buğday verir. Ancak kendi öz kardeşi olan Bünyamin’in gitmesine gönlü razı olmaz. Onu, yanında alıkoymak için kendi gümüş bardağını gizliden onun torbasının içine koydurur. Onlar, yola çıkmak üzereyken, Yusuf, ‘Gümüş bardağım çalınmış. Çalanın bulunması için arama yaptıracağım.’ diyerek kardeşlerinin buğday torbalarını tek tek aratır. Gümüş bardağını, kendi öz kardeşi Bünyamin’in torbasında bulur. Kural gereği, öz kardeşi Bünyamin’in ülkesine dönmesine izin vermez. Üvey kardeşleri, ‘gittikleri takdirde kendi yaşlı ve oğlu Yusuf için ağlaya ağlaya iki gözden kör olan babalarının,  kendilerini eve sokmayacağını ve çok üzüleceğini, Bünyamin’i almadan gitmeyeceklerini’ söylerler. Bunun üzerine gerçeği açıklamanın zamanının geldiğini düşünen Yusuf, kendisinin kardeşleri Yusuf olduğunu söyler. Onlara kendi gömleğini verir. Kör olan babasının bu gömleği gözlerine sürmesi halinde gözlerinin açılacağını ve onun tekrar görebileceğini söyler. Bu açıklamanın ardından yaptıklarından pişmanlık duyduklarını söyleyerek Yusuf’tan af dileyen üvey kardeşleri, onun kendilerine verdiği gömleği yanlarına alarak ülkelerine dönerler. Olup bitenleri, oğullarından dinleyen baba Yakup, oğlu Yusuf tarafından kendisine gönderilen gömleği gözlerine sürer. Gözleri tekrar görmeye başlar. Sonra oğlu Yusuf’un isteği üzerine yakınlarından oluşan yetmiş kişilik aile bireylerini de yanına alarak Mısır’a gider ve oraya yerleşir.

Kaynağını, Tevrat’tan alarak bugüne değin ulaşan Yusuf ü Züleyha, bilinen dinî öykülerin en eskilerinden biridir. Kutsal kitabımız Kuran’da Ahsenü’l-Kasas (kıssa [öykülerin]en güzeli) şeklinde anılan Yusuf ü Züleyha, İslam yazınında mesnevi şekliyle ilk defa İranlı ünlü şair Firdevsî tarafından kaleme alınmıştır. Bu öykü, İran yazınında hamse sahibi olan pek çok şair tarafından ele alınarak işlenmişse de bunların içinde Molla Camî’nin Yusuf ü Züleyha’sı en ünlü olanıdır.

Türk yazınında Ali(1232), Şeyyat Hazma (XIII. YY.), Süli Fakih (XIII. yy.sonu) gibi şairler tarafından dinî anlamda yorumlanan konu, tasavvufta da kahramanın başından geçen olaylar, ruh-gönül-dünya akıl-iman-ilim-yarar-gurur (bunlara ilaveten kin vb) arasında mevcut çelişkilerin sembolü şeklinde canlandırılıyordu. 1449–1503 arasında yaşayan Hamdullah Hamdi, 1469–1534 tarihleri arasında yaşayan Kemalpaşazade ve 1582’de ölen Taşlıcalı Yahya gibi şairlerin kaleme aldığı mesnevilerdeyse Yusuf’un çile dolu yaşamı, Züleyha ile aşk macerası sürükleyici bir öykünün motifleri şeklinde ele alındı.

 

VİS Ü RAMİN

İran yazınında klasik halk hikâyelerinden biridir. XI. yüzyılda yaşayan İranlı şair Fahreddin As’ad Cürcanî tarafından yaklaşık 1042–1055 arasında kaleme alınan mesnevi. Kökeni Pehlevice düzyazı bir kaynağa dayanan öykü, ilk kez M.S.224/226–651 arasında İran’da hüküm süren Sasaniler Hanedanı döneminde yazıya aktarılmış. Daha sonraki dönemlerde İranlı şair Fahreddin Cürcanî, konuyu mesnevi şeklinde ele almıştır.

Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in, Amidettin Ebülfeth adındaki vezirine sunulan hikâyede, Mervli Vis ile Horasanlı şehzade Ramin’in aşkları konu edilir. Cürcan, Merv, Herat ve Horasan’da başlarında geçen birçok maceranın sonrasında birbirine kavuşan iki sevgili, dillere destan aşklarını evlilikle sonlandırırlarsa da evliliklerinden kısa bir zaman sonra Vis, yaşamını yitirir. Ramin de hayatını, hükümdarı bulunduğu ülkeyi hakkaniyet ölçüleri içerisinde yönetmeye adar.

İnsanî aşkı, ön plana çıkaran ve epik vasıflara haiz olan bu mesnevi. Bu mesnevi, aynı zamanda Zerdüştlük inancındaki ateşperest İran’ın toplumsal yaşamının da bir tasviri niteliğindedir. Fahreddin Cürcanî’nin yazdığı eser, 1935’de Mücteba Minovi tarafından “Vis and Ramin, A Romance of ancient İran Originally Written in Pahlevi and reenderend into Persian verse by. F. Gorgoni” adı altında bir incelemeyle birlikte yayımlanmıştır.

Eserin Türkçe’ye çeviricisi olan Lamî Çelebi, hikâyeyi, kimi zaman değişikliğe uğratarak Zerdüşt dinine ilişkin kısımlarına yer vermemiş ve mesneviyi tasavvufsal bir havaya büründürmüştür. Lamî Çelebi’nin el yazısıyla yazdığı tahmin edilen eserin bir nüshası ((No.2278) Bursa İl Halk Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.

Cürcani’nin yazdığı hikâyenin konusu, kısaca şöyledir:

Mu’bit Menigan adındaki Merv Şehriyarı’nın biri öz, öteki üvey iki kardeşi vardır. Bunlardan öz olanın adı Zerd, üvey olanın adı da Râmin’dir. Öz kardeş olan Zerd, şahın hem veziri hem de başkumandanıdır. Mu’bit, bir eğlence sırasında gördüğü Şehru’ya âşık olur. Ancak evli olduğunu, yaşının ilerlediğini, bundan sonra dost ve şehvet peşinde olmadığını söyleyen Şehru, ona oğlu Veyru’dan söz eder. Bu yanıtla aşkına cevap alamayan Mu’bit, buna çok üzülür. Mu’bit’in çok üzüldüğünü gören Şehru, bir kızı olursa onu Mu’bit’e vereceğine dair söz verir. Daha sonra kocası Karun’dan hamile kalan Şehru’nun bir kızı olur. Ona Vis adını verir. Bu sırada Mu’bit’in üvey kardeşi Ramin de Hûzan’da dayısının yanında yetiştirilmektedir. Sonunda Vis ile Ramin büyürler. Şehru, Vis ile oğlu Veyru’yu nikâhlar. Bunu öğrenen Mu’bit, Şehru’ya bir mektup yazıp kendisine verdiği söze sadık kalınmasını ister. Red yanıtı alan Mu’bit, ordusuyla Şehru’nun üzerine yürür. Veyru, oradan kaçmak zorunda kalır.

Mu’bit, bu kez de doğrudan Vis’e bir mektup yazarak kendisiyle evlenmek istediğini söyler. Vis, üzgündür. Onu reddeder. Bu sırada Mu’bit’in öz kardeşi Zerd ile üvey kardeşi Ramin de Vis’in aşkıyla yanıp tutuşmaktalar. Ağabeyi Mu’bit’e artık yaşlandığını söyleyen Ramin, ona bu sevdadan vazgeçmesi önerisinde bulunur. Zerd, Vis’i almak için Şehru’yu parayla kandırmaya çalışır. Ancak Mu’bit tarafından zorla Merv’e getirtilen Vis, Ramin’i görünce ona âşık olur. Kuzistan’a giden Mu’bit, üvey kardeşi Ramin ile Vis’in uzun geceler baş başa kaldıklarını haber alınca Horasan’a geri döner. Onları yakalatır ve kurdurttuğu ateş mahkemesinde yargılatır. Bu yargılama sonucunda Vis kurtulur. Ancak Ramin, zindana atılır. Bir zaman sonra iki sevgili, yine gizli gizli buluşurlar. Mu’bit, bu kez üvey kardeşi Ramin’e Gurab valiliğini vererek onu hem ülkeden hem de Vis’den uzaklaştırır. Vali olarak atandığı Gurab’a giden Ramin, orada âşık olduğu Gül adındaki bir dilberle evlenir. Bu evliliğe rağmen Ramin, Vis’i bir türlü unutamamaktadır. Ramin’in ayrılışına dayanamayan Vis, hasta olup yataklara düşer. Evlendiği Gül adlı dilberden usanan Ramin, Merv’e geri döner. Vis, Merv’e geri dönen Ramin’i, ağabeyi Mu’bit’e karşı isyana teşvik eder. Ancak Ramin’den daha erken davranan Zerd, ağabeyi Mu’bit’in avda bulunduğu bir sırada ülke yönetimine el koyar. Ramin de Zerd’in üzerine yürüyerek hazineyi ele geçirir. Ramin ile savaşa karar veren Mu’bit, sahrada bir yaban domuzu tarafından öldürülür. Ağabeyi Mu’bit’in bir yaban domuzu tarafından öldürüldüğünü haber alınca hem sevinen hem de üzülen Ramin, dillere destan bir düğünle Vis’le evlenir. Ancak, kısa bir zaman sonra Vis ölür. Vis’in ölümünden sonra hiç evlenmeyen Ramin, ülkesini adaletle yönetir.

Mehmet Ali İnci’nin Türkçe’ye çevirdiği J. Wıesehöfer‘in Antik Pers Tarihi adlı yapıtında Vis ü Ramin hakkında şu bilgilere yer verilmektedir:

«Arsaklıların kral saraylarında anlatılan ya da şarkı olarak söylenen kahramanlık, aşk ve macera öykülerini, elimizde 12. yüzyılın yeni Persçe şiiri bu bundan doğan Gürcü nazım biçimi halinde bulunan ve ancak tarihsel tözünün bizi Part dönemine götürdüğü bir metin bildirmektedir : “Vis ve Ramin”

Bunun Tristan ve Isolde ile benzerliği, sıkça vurgulandı. Bu, Ramin ile kardeşi kral Mobad’ın nişanlısı arasındaki, herkesi suça ve acıya sürükleyen, ama sevgilileri sonunda birleştiren tutkulu bir aşkı anlatmaktadır:

 “[ Partça orijinalin Orta Persçe çevirisini Yeni Persçe metne aktaran Fahr ad-Din Gurgani, kendisine siparişi verene konuşuyor] :

Dedim ki :‘Gerçekten güzel bir öykü,

altı bilge adam tarafından derlenmiş,

Asla görmedim daha iyisini, öyle ki

çiçeklerle dolu bir bahçe gibi,

Ama dili pahlavi[Orta Persçe]

ve anlamaz okur anlamını

Ama uğraşırsa bu öyküyle bir bilen kişi

kazanır bir mücevher hazinesine benzer bir güzellik,

Ünlü bir öyküdür bu çünkü

Ayrıntılarında sayısız büyü saklayan.`

Usta duyduğunda benden bu sözleri,

koydu başımın üstüne onur tacını:

Diledi benden, bu öyküyü süslememi,

Nisan’ın bahçeyi süslediği gibi:

İstendi benden öyküyü anlatmam,

elimden geleni yapıp onu anlamsız kavramlardan temizlemem,

O kavramlar eskidiğinden ve şan günlerinin geçmesinden ötürü.»

 

ETHEM Ü HÜMA

Asıl adı Alaettin Ali olan şair Sabit tarafından 1707 yılında kaleme alınan, fakat yarım bırakılmış olan aşk öyküsü. Salim tezkiresinde verilen bilgilere göre şair tarafından vücuda getirilmek istenen hamsenin birinci mesnevisidir. Müstakimzade tarafından sonuna 62 beyit ilave edilerek tamamlanan bir nüshası, İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi T 2901’de bulunmaktadır. Ethem ü Hüma Mesnevisi, kimi yazarlar tarafından ünlü sufilerden Belhli İbrahim bin Ethem’in hayat hikâyesiyle karıştırılmıştır. Kimi zaman, Sabit’in çağdaşı olan Mustafa Nati’nin Ethemnâme’siyle aynı eser olduğu zannedildiği de olmuştur. Bu mesnevi de, tıpkı Ethemnâme’de olduğu üzere Belh kentinde suculuk yaparak geçimini sağlamaya çalışan Ethem ile Belh hükümdarının Hüma adındaki kızının arasında geçen aşkı ele alır.

Hikâyenin konusu özetle şöyledir:

Belh kentinde, Edhem adında yüzü güleç, dili tatlı bir kişi yaşamaktadır. Mezarlığın içinde bulunan bir mağarada yaşayan Edhem, kentte suculuk yaparak geçimini sağlamaktadır. Karşılaştığı yoksulları evine götürerek yedirdiği, içirdiği ve ikramda bulunduğu için evinde hiç misafir eksik olmazmış. Edhem, berberlik yaparak geçimini sağlayan bilge bir dostu ile aynı evde kalıyormuş. Tıp ilmine vakıf olan bu dostu, hastalara yardım etmeyi çok severmiş.

Günlerden bir gün yine su tuluğunu yüklenip çarşıya su satmaya giden Edhem, yanlışlıkla şahın sarayının bulunduğu yere gelir. Sarayın görkemi karşısında şaşkın şaşkın bakınan Edhem’in gözü, sarayın penceresinden çevreyi seyreden peri yüzlü bir güzele takılır. Gördüğü bu güzellik karşısında aklı başından giden Edhem, bayılarak yere düşer. Ayıldığında o ay yüzlü güzeli pencerede göremez. O peri yüzlü güzelin, şahın kızı olduğunu anladığı için onu bir daha görmek amacıyla orada beklemeye başlar. Akşam olur, sabah olur, tekrar akşam olur. Ancak pencereden hiç görünen yoktur. Üzgün üzgün oradan ayrılmak zorunda kalan Edhem, mağaranın yolunu tutar.

Eve vardığında, bir şeylerin olduğunu fark eden kadim dostu, ondan, olup bitenleri anlatmasını ister. Edhem, başından geçenleri bir bir anlatır bilge dostuna. Bilge dostu, ona, ham bir sevdaya tutulduğunu, gerçekleşmesi olanaklı olmayan bir aşka kapıldığını, bunun için bu sevdadan vazgeçmesini söyler. Ama söz dinletemez olur, Edhem’e. O zamandan sonra her gün sarayın çevresinden uzaklaşmayan Edhem, günün birinde saraydan feryadlar geldiğini duyar. Merak eder. Olup bitenleri anlamaya çalışırken minareden salâ sesi yükselir. Ardından şahın kızının öldüğü haberi duyurulur. Olanlar karşısında vurgun yemişe dönen Edhem, ayıldığında, siyahlar giyerek mateme bürünen halkın, cenaze namazı için toplandığını görür. Kendisi de onların arasına katılır. Şahı’n kızı mezarlıkta, Edhem’in kaldığı mağaraya yakın bir yerde toprağa verilir. O peri yüzlü güzeli görebilmek için mezarı açan Edhem ile bilge dostu, şah kızının cesedini mağaraya taşırlar. Şah kızının güzelliği karşısında kendinden geçen Edhem, bayılıp yere düşer. Şah kızının ölüm nedenini merak eden bilge arkadaşı, şah kızının kan tuttuğunu, onun ölmediğini anlar. Kızı kurtarmak için çırpınan bilge adam, kızın damarlarından kan almaya başlar. Kısa bir süre sonra şah kızı, kendine gelir. Kendine gelen şah kızı, neler olduğunu, neden burada bulunduğunu sorar. Edhem’in bilge dostu, olup bitenleri bir bir anlatır, ona. Tam bu sırada kendine gelen Edhem, karşısında şahın kızının yaşadığını görünce çok mutlu olur. Şah kızına yaklaşarak olanlardan ötürü ondan özür diler. Sabah olunca kendisini ailesine teslim edeceğini söyler. Ancak onların içten davranışlarını gören ve Edhem’in kendisine âşık olduğunu fark eden şah kızı, Edhem’e evlilik teklif eder.

Şah kızının bu teklifine çok sevinen Edhem, önceden tanıdığı bir imama gider. Ona, kimsesiz ve yetim bir kızla evlenmek istediğini söyler. Ondan nikâhlarını kıymasını ister. Tanıklar huzurunda nikâh kıyılır ve evlilik gerçekleşir. Bir zaman sonra bu çiftin nur topu gibi bir oğulları dünyaya gelir. Adını İbrahim koyarlar. Yedi yaşına geldiği zaman okula başlayan İbrahim, dillere destan bir yakışıklılığa sahiptir. Başına kötü bir iş gelebileceği kuşkusuyla onu okuldan alan Edhem, oğluna suculuk yapma işini öğretir. Herkes, babasıyla çarşıda su satan İbrahim’in elinden su içme yarışına girer. Bu yoğun ilgiden ötürü İbrahim ve ailesi bir zaman sonra maddi açıdan iyi bir noktaya gelirler. Köşk misali bir ev alarak, cariyelere ve hizmetçilere sahip olurlar. Buna rağmen gurur ve kibirden uzak bir yaşam süren aile, eski mütevazılıklarını sürdürürler.

O dönemler yapılan nevruz şenliklerine yoğun ilgi gösteren halktan kimi insanlar, nevruz yerinde maharetlerini ortaya koyarak şahın ihsanına yaraşmaya çaba gösterirler. Edhem ile oğlu İbrahim de hem hoşça zaman geçirmek hem de ticaret yapmak amacıyla bu şenliklere katılırlar. İbrahim’i gören herkes, onun elinden su içmek için adeta birbirilerini ezerler. Şah, yaşanan bu izdihamdan rahatsızlık duyar. Bu kargaşanın nedeninin araştırılmasını ister. Hemen duruma el koyan şahın yardımcıları, olanlar hakkında şaha bilgi verirler. Bunun üzerine kızının ölümünün sonrasında hiç yüzü gülmeyen, mutluluğu unutan şah, merak ettiği küçük İbrahim’i yanına çağırtır. Küçük İbrahim’i karşısında görünce ölen kızının yeniden dünyaya geldiğini sanarak titremeye ve ağlamaya başlar. Kanının kaynadığı küçük İbrahim’i yanına oturtur. Yanına çağırttığı babasından, onun bir müddet yanlarında kalması için izin ister. Edhem, annesinin dayanamayacağını bunun için izin vermesinin olanaklı olamayacağını söylerse de sonunda şahın bu talebini kabul eder. Çaresizlik içinde Şah’ın verdiği pahalı armağanlarla evine dönen Edhem, yaşananları eşine anlatır.

Şah’ın, bir genci kendisine nedim yaptığını duyan eşi, kıskançlık krizleri geçirir. Hemen şaha bir mektup gönderir. Onu bu yaptığından ötürü kınar. Eşi tarafından kendisine gönderilen mektubu okuyunca gülen şah, otağının sökülmesini ve saraya geri dönülmesini emreder. Şah ile İbrahim el ele sarayın kapısından içeri girerler. Onları karşılamaya çıkan eşi, İbrahim’i görür görmez feryad ederek ağlamaya başlar. Şahtan izin alarak yanına oturttuğu küçük İbrahim’e bakıp bakıp ağlarmış. Bu durum aylarca devam eder gider.

Öte yandan dedesinin yanında olduğunu bilmesine rağmen tahammül gücü kalmayan Edhem’in eşi, oğlunun geri getirilmesini ister. Şahın makamına çıkan Edhem, oğlunu geri ister. Ancak Şah, eşinin, İbrahim’in geri verilmesine gönlü razı olmaz diyerek İbrahim’i, babasına vermez. Neticede, İbrahim’in ayrılığına dayanamayacakları için Edhem ve ailesinin sarayın bir bölümüne taşınmasına ve birlikte yaşamalarına karar verilir. Böylece iki taraf da İbrahim’i daha kolay görebilecek.

Bu karar üzerine Edhem, ailesiyle birlikte şahın hizmetinde bulunmak üzere saraya yerleşir. Şah hatunu, yanlarında hizmetçi olarak çalışmalarına rağmen İbrahim vasıtasıyla annesini ve babasını yanına çağırtır. Yaşlı uşak, saraya yeni taşınan eski efendisini karşısında görünce feryad ederek bayılır. Şahın hatunu duyduğu bu feryadın nedenini öğrenmek amacıyla, kendisinin bilgilendirilmesi için ikinci bir hizmetçi gönderir. Ancak o da bir türlü geri dönmez. Bu şekilde sarayda bulunan cariyelerin ve hizmetçilerin tamamı koşarak giderler. Ama onlardan da geri dönen olmaz. Çünkü gidenlerin hepsi karşılarında eski efendilerini görünce bayılıp yere düşerler. Bunun üzerine İbrahim’in başına bir iş gelmiş olabileceği endişesine kapılan şah hatunu, dışarı çıkar. Gözü yaşlı cariyeler ve hizmetçiler arasında salınarak gelen kızını görünce sevincinden, farkında olmadan kendini kırkayak merdivenden aşağıya atar.

Bu mutlu kavuşma sonrasında şah kızı, öldü zannedilerek mezara konulduktan sonra başından geçenleri annesine ve babasına anlatır. Dengim olmadığı gerekçesiyle yaşamını borçlu olduğum Edhem’den ayırırsınız korkusuyla bu sırrı bugüne kadar saklı tuttum. Ancak bundan böyle hasrete dayanacak gücüm kalmadı, der.

Neticede, Tanrı’ya bir şükran ifadesi olarak cariye ve kölelerin tamamı azad edilir. Halk hediye ve ihsanlarla ödüllendirilir. Kentin her yanında tellallar dolaşarak şahın kızının ölmediğini halka müjdelerler.

Bir zaman sonra şah, topladığı divanda artık yaşlandığı için tahtını torunu İbrahim’e bırakmak istediğini söyler. Şahın bu önerisi kabul görünce Edhem oğlu İbrahim, dedesinin yerine Belh diyarının şahı olur.

Belh diyarının şahı olmasının üzerinden tam yedi yıl geçmiştir. Bir av partisi sırasında önüne çıkan bir ceylanı takip eden Edhem oğlu İbrahim, vadide bir karganın hep aynı noktaya inip kalkmasına tanık olur. Merak edip o noktaya gider. Orada elleri kolları bağlı bir şekilde ölüme terk edilen biçare bir insanla karşılaşır. Onun neden bu halde bulunduğunu sorar. Eli ayağı bağlı adam, kendisinin bir kervancı başı olduğunu, ticaretle uğraştığını, hizmetinde çalışan adamlarının olduğunu ancak günün birinde yolunu kesen eşkıyalar tarafından soyulup bu vadiye atılarak ölüme terk edildiğini anlatır. Gagasıyla kendisine yiyecek ve su taşıyan bu karga sayesinde yaşadığını ve hayatta olduğu için Tanrı’ya şükrettiğini söyler.

Duydukları karşısında şaşkına dönen Edhem oğlu İbrahim’in o andan itibaren yaşama bakış açısında değişiklikler olur. Kafası allak bullak olmuştur. Kullarının rızkını çeşitli yollarla veren tanrıya daha iyi kulluk yapmak isteyen İbrahim, hemen oracıkta tacını yere atarak bir daha da saraya dönmez.

 

CEMŞAH U ÂLEMŞAH

1501’den sonra yaşamını yitirdiği tahmin edilen Behiştî’nin mesnevisinin adı olan Cemşah u Âlemşah’ın tamamı, 2741 beyitten oluşur. Bazı yönleriyle İran şairlerinden Şemseddin Muhammed Assar tarafından kaleme alınan Mihr ü Müşteri ile Tevrat’ta ve Kuran’ın Yusuf Sûresi’nde yer alan ve ilk kez ünlü İranlı şair Firdevsî tarafından kaleme alınan Yusuf ü Züleyha mesnevilerini çağrıştırır.

Hemedan hükümdarı Nezir ile onun veziri olan Beşir’in çocukları olan Cemşah ve Âlemşah’ın yaşadıkları olayları ele alıp işleyen bu öyküye göre, bu iki erkek çocuk bir arada büyürler. Cemşah’ın annesinin yaşamını yitirmesinin ardından Hemedan Sultanı olan babası Nezir, bir başka kadınla evlenir. Cemşah’a âşık olan üvey annesi, onunla birlikte olmak için büyük uğraşı verir. Ancak Cemşah, Yusuf ü Züleyha öyküsünde olduğu üzere üvey annesinin aşkına karşılık vermez. Her defasında onun teklifini şiddetle reddeder. Yasak aşkına karşılık bulamayan üvey annesi, bana saldırdı diyerek Cemşah’a iftira edip onu, cezalandırması için babasına şikâyet eder. Cemşah, her ne kadar teklifin üvey annesinden geldiğini, kendisinin bu teklifi reddettiği için onun bühtanına uğradığını söyleyip suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışırsa da babasını inandıramaz. Bunun üzerine Hemedan Sultanı olan babası Nezir, oğlu Cemşah için ölüm fermanı çıkarır.

Babası tarafından ölüm fermanı çıkartılan Cemşah ile babasının vezirinin oğlu Âlemşah, durumun iç yüzünden haberdar olan vezir Beşir’in yardımıyla gizliden ülkeyi terk ederler. Cemşah, oldukça meşakatli geçen bu yolculuk sırasında karşılaştığı Sultan Namşah’ın kızına âşık olur. Ama aynı kıza Çin Fağfuru’nun oğlu da âşıktır. Böylece rakip iki aşık arasında amansız bir savaş yaşanır. Neticede âşık olduğu kızın uğruna giriştiği amansız savaşın galibi olup Çin’i ele geçiren Cemşah, âşık olduğu Sultan Namşah’ın kızıyla evlenir. Sonra arkadaşı Âlemşah’la birlikte ülkeyi yöneterek mutlu bir yaşam sürerler.

Mesnevinin elde bulunan tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Esat Efendi 2614 No.da kayıtlı bulunmaktadır.

 

MİHR Ü MAH

İlk defa, 1573’de yaşamını yitiren İran şairlerinden Cemali-î Dehlevî tarafından kaleme alınan Mihr ü Mah, Türk yazınında klasik mesnevi konusu olan Eski İran aşk destanıdır. İran yazınında Razî, Mir Askerî, Zahir-i Kirmanî, Hüseyni-i Kazvinî, Cami mahlasını kullanan Muhammed Şerif Bedayi-î Nefesi tarafından kaleme alındı. Bunun yanı sıra XVI. yüzyılda veya daha sonraki tarihlerde ele alındığı tahmin edilen düzyazı anonim bir Mihr ü Mah öyküsünün mevcut olduğu da bilinmektedir. Tek nüshası Oxford Bodleian Kütüphanesi’nde bulunan Mecmua-i Resail’in içinde yer alan bu anonim düzyazı aşk hikâyesinin konusu özetle şöyledir:

Maşrık diyarının Haver Şah adındaki adaletiyle kendisinden söz ettiren hükümdarının evliliğinin üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra bir oğlu dünyaya gelir. Adını, Mihr koyarlar. Yıllar sonra tığ gibi bir delikanlı olan Mihr, katıldığı bir av partisi sırasında Müşteri ile tanışır. Katıldığı partide ilk kez görüşüp tanıştığı Müşteri tarafından kendisine resmi gösterilen Mah’a âşık olur. Resmini görerek âşık olduğu Mah’ın aşkından deliye dönen Mihr, günden güne sararıp solmaya ve yemeden içmeden kesilmeye başlar. Oğlunun günden güne eridiğini gören babası, bir yolla oğlunun derdini öğrenir. Çareler aranmaya başlanır. Ama aranan çarelerin hiçbiri Mihr’in derdine derman olmuyor. Bunun üzerine sevdasıyla yanıp tutuştuğu Mah’ı bulmak için yollara düşen Mihr, çok uzun ve badirelerle dolu dolu geçen bir yolculuğun ardından sevdiği Mah’ı bulur. Alıp ülkesine götürerek kendisiyle evlendiği Mah ile mutlu bir yaşam sürerler.

Türk yazınında konuları birbirinden farklı dört ayrı Mihr Ü Mah Mesnevisi bulunmaktadır. Bunlar:

a-) Birincisi; Mustafa Ali tarafından 1560–1561 veya 1561–1562 tarihlerinde kaleme alınan ve 1164 beyitten oluşan ‘Mihr ü Mah’dır. Alegorik özellikler içeren bu Mihr ü Mah’ın konusu özetle şöyledir:

Güzellik diyarının hükümdarı olan Mihr (Güneş), oldukça bilge bir kişidir. Kadısı Bercis (Müşteri/Jüpiter/Mars), silahtarı Mirrih (Merih), kâtibi Utarid (Merkür), kapıcısı Zühal (Satürn) ve çengisi Zühre  (Venüs) ile birlikte yaşamaktadır. Mah, günün birinde tek başına ava çıkan Mihr’i görür ve ona gönlünü kaptırır. Âlim ve üstün bir kişiliğe sahip olan Mâh, sade ve alçak gönüllü bir yaşam sürmektedir. Uzun zaman Mâh’tan habersiz olan Mihr, sonunda Mâh’ın kendisine âşık olduğunu öğrenir. Tebdil-i kıyafet bir dilenci kılığına bürünerek tekkenin birine yerleşir. Onu görünce hemen tanıyan Mâh, ona aşkından söz eder. Mihr kendisini naza çeker. Sarayına döner. Ancak onu takip eden Mâh, sarayın çevresinden ayrılmaz. Günün birinde Husuf (Ay Tutulması) adındaki bekçi sarayın etrafında gezinip duran Mâh’ı hırsız zannederek yakalanmasını sağlar. Yakalanan Mâh, kadı Bercis’e götürülür. Kadı Bercis, kendisine halinden söz eden Mâh’a acır ve onu teselli etmeye çalışır. Hâlâ kendisini naza çekip kapris yapan Mihr, onu kent dışına çıkarmayı düşünür. Çıkarılan ferman üzerine Mâh kentten kovulur. Yolda Subh-ı Sâdık (sabah aydınlığı- tan)’a rastlayan Mâ,h ona derdinden söz eder. Subh-ı Sâdık’ın araya girmesi üzerine Mihr, affettiği Mâh’ı yakınına aldırır. Ancak ondan hoşlanmayan Zerre (Yıldız), onun aleyhinde çalışır. Bunun sonucunda Mâh, tekrar kentten kovulma cezasına çarptırılır. Bu sırada her yer Şah-ı Şita( Kış Padişahı) tarafından fethedilir; bu arada Zerre, Mihr’i kaybeder ve bir başına kalan Mihr ile Mah neticede birbirilerine kavuşurlar.

b-)İkincisi; XVI. yüzyılda yaşayan Zarifî tarafından kaleme alınan klâsik mesnevi tarzında olan Mihr ü Mah’dır. Tek nüshası Agâh Sırrı Levend’in özel kitaplığında bulunan bu yapıtın konusu özetle şöyledir:

Hilal adındaki Çin hükümdarının oğlu olan Mâh, çıktığı bir av sırasında yolunu kaybederek yabancı ülkenin birine gider. Yolunu şaşırarak gittiği bu ülkenin Pervin adındaki hükümdarı tarafından ele geçirilen Mâh, Mihr adındaki kızını aracı koyan Pervin tarafından kendi dinine döndürülmek istenir. Ama Mâh ile Mihr gerçekten birbirilerini severler. Pervin tarafından kendi dinine döndürülmek istenen Mâh, dininden dönmediği gibi Mihr’i kendi dinine döndürür ve onunla birlikte ülkesi Çin’e dönerek evlenirler.

c-) Üçüncüsü; Yine XVI. yüzyılda yaşayan Kıyasî tarafından kaleme alınan Mihr ü Mah’dır. II. Selim’e sunulan ve tek nüshası mevcut olan bu eserin konusu, Zarifî’nin Mihr ü Mah’ı ile benzerlikler arz eder. Bu destanda bir padişahın oğlu olan Mah ile Çin hükümdarının Mihr adındaki kızının aşkları konu edilmiştir.

Bu eserin özeti şöyledir:

 Ava düşkün biri olan şehzade Mâh, günün birinde postacılık görevi yaparak mektup taşıyan bir güvercin yakalar. Mektupta Çin fağfurunun Mihr adındaki kızının resmi vardır. Resmine âşık olduğu Mihr’i bulmak üzere Çin’e doğru yola çıkan şehzade Mâh, yolda bir ceylan yakalar. Gencin biri, karşılığında kölesi Numan’ı bağışladığı Mâh’tan ceylanı ister. Ceylanın karşılığında gençten aldığı Numan ile dertleşen Mâh, ona derdini açar. Bunun üzerine kendisi tarafından yakalanan ceylanın, Mihr’in sarayından kaçtığını ve kendisine ceylanı verdiği kişinin de kılık değiştiren Mihr olduğunu söyleyen Numan, daha önce yakaladığı güvercinin de kendisini rüyasında görerek kendisine âşık olan Mihr tarafından gönderildiğini anlatır Mâh’a. Birçok meşakkat sonrasında Numan vasıtasıyla Mihr’i ülkesine kaçıran Mâh, babasının ölümü üzerine ülkenin başına geçerek mutlu bir hayat sürerler.

d-) Dördüncüsü; Osmanlı müelliflerinde Necatî’nin de Mihr ü Mah adında bir mesnevisinin bulunduğu söylenirse de bugüne değin ele geçmiş değildir.

 

MİHR Ü MÜŞTERİ

1382’de yaşamını yitiren İran şairlerinden Şemseddin Muhammed Assar tarafından 1377’de tamamlanan 5120 beyitlik bir mesnevidir. Celayirli hükümdarı Sultan Şeyh Üveys’e sunulan bu yapıt, Mihr ü Mah adındaki İran aşk destanından ilham alınarak yazılmıştır. Muhtelif kütüphanelerde el yazmaları bulunmaktadır.

Şehzade Mihr ile vezirin Müşteri adındaki oğlunun birbirilerine karşı olan aşırı sevgisinin, çevresindekilerce yanlış anlaşılmaya yol açması neticesinde ülkelerinden kaçmaları ve bu kaçışın sonrasında başlarına gelen olayların konu edildiği eserde geçen kişi adlarının tamamı gök cisimlerinden alınmadır.

1421–1444 ve 1446–1451 arasında olmak üzere iki kez tahta çıkan Osmanlı padişahı II. Murat döneminde ve onun buyruğuyla 1431’de Hassan adındaki şairce Türkçe’ye çevrilmiştir. Muhabbetnâme veya Aşknâme adlarıyla da bilinen 5000 beyitlik bu eserin tek nüshası, Paris’teki Bibliothéque Nationale’de bulunmaktadır. Türk yazınında bu ad altında en tanınmış eser, 1520 tarihinde yaşamını yitiren Münirî tarafından 1486/1487 yılında ulamalarla çevirisi gerçekleştirilen eserdir. Münirî’nin 6000 beyitten oluşan Mihr ü Müşteri’sinin bilinen iki nüshası mevcuttur. 1599 yılında yaşamını yitiren Kiçi Mirzade Seyyid Yahya Hüseyin’in kaleminden çıkan Mihr ü Müşteri adlı yapıt ise nüshası elde bulunan üçüncü çeviridir. Bunların yanı sıra 1584’de yaşamını yitiren Molla Maşizade Fikri Derviş; 1572 yılında yaşamını yitiren Ümmî Veledzade Ali bin Abdülaziz; Azmi Pir Mehmed (1629’da oğlu Halfeti tarafından tamamlandı) ve 1601’de yaşamını yitiren Lokman bin Seyyid Hüseyin tarafından yapıldığı bilinen çeviriler ise hâlâ bulunamamıştır.

Yapıtın konusu özetle şöyledir: Erkek çocuğunun olmaması, âdilâne iş gören, görkemli bir hükümdar olan Şabuhr Şah’ın tek eksiğidir. Bir gün, kendisi gibi çocuğu olmayan Düstûr adındaki veziriyle birlikte avlandığı sırada bir Pîr ile karşılaşırlar. Karşılaştıkları bu zat, onlara çocuklarının doğacağı müjdesini verir. Bu olaydan bir zaman sonra ikisinin de hanımları hamile kalır. Doğum sırasında ikisinin de erkek çocuğu olur. Şabuhr Şah, kendi oğluna Mihr, veziri Düstûr’un oğluna da Müşteri adını verir. Büyüyünce okula birlikte giden bu iki çocuğun yanlarına birer de arkadaş verilir. Mihr’in yanına verilen kişi Haib oğlu Behram, Müşteri’nin yanına arkadaş olarak verilen kişi de Bedr’dir. Bedr, Müşteri’ye tam bir arkadaş gibi davranır. Buna karşın Mihr’in yanına arkadaş olarak verilen Behram, art niyetli biridir. Mihr ile Müşteri’nin yakınlıklarını ve birbirlerine olan müfrit sevgilerini kıskanan Behram, bu iki çocuğun birbirine âşık olduğunu hocalarına söyler. Hoca da durumu Şabuhr Şah’a bildirir. Durumdan haberdar edilen şah, Mihr ile Müşteri’yi birbirinden ayırır. Bu ayrılığa son derece üzülen Müşteri’nin, Mihr’e karşı olan sevgisinden haberdar olan Bedr, başlangıçta Müşteri’ye nasihatte bulunursa da Müşteri, buna pek aldırmaz. Bu arada, Müşteri’nin bu üzüntüye dayanamadığı için hastalanan babası Düstûr, yaşamını yitirir.

Bedr’in vasıtasıyla arkadaşı Mihr’le mektupla haberleşmeye başlayan Müşteri’nin bir mektubu, art niyetli Behram tarafından ele geçirilince işler daha da karmaşık hale gelir. Mektuptan haberdar olan şah, iki çocuğun idam edilmesi için cellâda emir verir. Ancak Bihzad adında birinin araya girerek şefaat dilemesi üzerine çocukları idam etmekten vazgeçen şah, oğlu Mihr’i zincire vurdurturken, Müşteri ile Bedr ülkelerini terk ederek İran’a doğru yol almaya başlarlar. Yolculuk sırasında birçok olay yaşayan Bedr ile Müşteri, Reh-Zenân Kalesi’nde tutuklanırlarsa da kale serdarının Şehnâz adındaki güzel karısının yardımıyla serbest bırakılırlar. Isfahan’a doğru yol almaya başlarlar. Ancak havanın çok sıcak, bunların da hazırlıksız olmasından ötürü yolda çok perişan olurlar. Neticede karşılaştıkları bir kervanın yardımıyla Rey kentine doğru yol alırlar.

Bu süre içinde hâlâ zindanda zincire vurulu şekilde Müşteri’yi düşünen Mihr, yine Bihzad adındaki kişinin araya girmesi neticesinde babası tarafından affedilir. Makamına çağırtıp kendisine nasihatte bulunan babasının yanından ayrıldıktan sonra annesini ziyarete giden Mihr, babası tarafından kendisine yapılanları hazmedememektedir. Müşteri’nin yokluğuna daha fazla dayanamadığı için tanıdığı nakkaşın birine yaptırdığı Müşteri’nin resmine bakarak kendisini avutmaya başlayan Mihr, bir zaman sonra artık hasretine dayanamadığı arkadaşı Müşteri’yi aramak üzere kendisine sadakatle bağlı olan Esed, Cevher ve Sabâ adlarındaki üç arkadaşıyla birlikte yola çıkar. Oğlunun kaçtığını haber alınca çok kızan Şabuhr Şah, tüm aramalara rağmen oğlunu bulamaz.  Mihr’in annesi tarafından olayların müsebbibi gibi gösterilen Behram, durumu sezmeye başlayınca kendisini aklamak amacıyla şaha: “Ticaret amacıyla her tarafta dolaşıp Mihr’i arayayım” der. Bu fikre onay veren şah, kendisine her türlü malzemeyi temin edince Behram yola düşer.

Müşteri ile Bedr neticede vardıkları Rey’de Mihr’in Azerbaycan’a gittiğini haber alınca oraya doğru yola çıkarlar. Yolda bir rastlantı neticesinde karşılaştıkları Behmen’in oyununa gelirlerse de sonunda ondan kurtulmayı başarırlar. Bulundukları ülkenin adı Derbent’tir. Çıktığı av sırasında karşılaştığı Müşteri’yi çok sevip arkadaş olan Derbent Şahı da onlara katılır. Böylece üç kişi olarak yola devam ederler. Vücutları kıllı ve çıplak olan acayip bir kavimle karşılaşırlar. Karşılaştıkları bu acayip kavimle savaşan Müşteri, onları mağlup eder.

Biz tekrar Mihr’e gelelim. Kendisine sadık olan üç Arkadaşıyla bir deniz kıyısına gelen Mihr, 30 gün süreyle bir deniz yolculuğu yaparlar. Bu yolculuk sırasında bir fırtınaya tutulup denize düşerlerse de sonunda kurtulurlar. Oraya gelen bir geminin başında bulunan Şeref adındaki biriyle tanışıp arkadaş olurlar. Şeref de bunlara iştirak eder ve birlikte bir kente varırlar. Vardıkları kentin sultanına hediyeler verirler. Şeref,  kentin sultanı Keyvan Şah’a Mihr’in yaşadıkları hakkında bilgi verince Mihr’i çok seven şah, onu meclisine davet eder. Bundan böyle akşamları Şeref’in evinde kalan Mihr, gündüzlerini Keyvan Şah’ın yanında geçirir. Şah Melik, karısı Şemse Banu’ya Mihr’den söz edince karısı: “Gûy u çevgân oynasın da görelim” der. Bunun üzerine kendisine haber gönderilen Mihr, bir sonraki gün oyun hazırlıklarına başlar. Oyun günü Şemse Banu, Nahid adındaki kızıyla birlikte oyunu izlemeye gelirler. Oyun alanında Mihr’i gören Nahid, ona âşık olur. Gördüğü Mihr’in aşkıyla yanıp tutuşan Nahid, dadısı Cevzu’yu durumdan haberdar edince Dâye, durumu, Şemse Banu’ya, o da kocası Keyvan Şah’a bildirir. Neticede Mihr de Nahid’e âşık olur.

Bu olaylar yaşanırken Müşteri de yanındaki arkadaşlarıyla aynı kente gelmiştir. İki sadık arkadaş buluştukları için çok mutludurlar. Bedr, Müşteri ile birlikte yaşadıklarından Mihr’e söz eder. Gene bir rastlantı sonucu gammaz Behram da aynı kente gelmiştir. Konuyla ilgilenen Keyvan Şah, Behram’ı idam ettirmek isterse de Müşteri, Mihr’e kavuşmanın onuruyla şahtan onun affını diler.

Neticede Mihr, Keyvan Şah’ın kızı Nahid ile evlenir. Aradan bir zaman geçince sıla ve aile özlemi Mihr’i baba ocağına dönmeye zorunlu kılar. Kocasını yalnız bırakmayan Nahid, onunla birlikte baba ocağına dönerler. Durumdan hoşnut kalan Şabuhr Şah, oğlunun biricik arkadaşı Müşteri’den özür diler ve yanındakilerini büyük bir sevgiyle karşılar. Bir zaman sonra da tahtını oğluna bırakır.

Mutluluk, hep aynı şekilde sürüp gitmez. Her şeyin bir sonu olduğu gibi mutluluğun da bir sonu vardır. Nihayette mutluluk sona ermiş ve sırasıyla Mihr, Müşteri, Nahid, Bedr ve öteki arkadaşları yaşamlarını yitirmiş ve Mihr’in yerine tahta oturan oğlu ülkesini yönetir.

 

ŞEM U PERVÂNE

İran ve Türk yazınlarında klasik mesnevi konusu olan bir aşk öyküsü. Alegorik yapıda bulunan Şem u Pervâne (Mum ile Pervâne)’nin konusu kısaca şöyledir:

Artık yaşı kemâle ermiş olmasına rağmen hâlâ çocuğu olmayan Diyâr-ı Rum’un Jale adındaki hükümdarı, çocuğunun olması için uzun yıllar Tanrı’ya yakarır, durur. Bir Kadir Gecesi, Şükûfe adındaki cariyesiyle birlikte olur. Bu birliktelik sonrasında hamile kalan cariyesi,  zamanı gelince bir erkek çocuk doğurur. Çocuğa, Pervâne adı verilir. Çocuğun bahtına bakan kâhinler, onun Şem adındaki bir kıza âşık olacağını ve bu nedenle çok büyük sıkıntı ve belâya maruz kalacağını söylerler. Babası, bilimin her türlüsü ve marifetler öğretilerek büyütülen Şehzâde Pervâne’ye Cennetâbâd adı verilen bir köşk inşa ettirerek Nâsır adındaki lalasıyla birlikte orada ikametini temin eder. Köşkün nakkaşlığını yapan Kâmil, köşkün orta yerine bir kız resmi yapar. Nakkaş Kâmil tarafından resmi yapılan bu kız, Çin fağfurunun Şem adındaki kızıdır. Bu resmi görünce kıza âşık olan şehzâde, zamanının tamamını bu resmin karşısında geçirmeye başlar. Böylece kâhinlerin daha önce söyledikleri gerçekleşmiş olur. Lala Nâsır’ın durumdan haberdar ettiği hükümdar Jale, Pervane’yi ava gönderir. Pervane, avda iken babası, nakkaş tarafından yapılan resmi kazıtarak yok eder. Av dönüşü resmi yerinde göremeyince kendinden geçen Pervâne, aylar boyunca tedavi altında tutulur. Ancak durumunda herhangi bir değişme olmaz. Hatta daha kötüye gider ve Pervane,  köşkten kaçar. Babası tarafından aratılan Pervâne, bir kuyuda bulunur.  Fakat zincire vurulacak kadar aklını yitirmiştir.

Sihirbaz Neccar tarafından yapılan tahtadan kuşa binerek Çin diyarına doğru uçmaya başlayan Pervâne, hocası tarafından öğretilen bilimlerin yardımıyla gizlice Şem’in sarayına gider. Havuz başında nedimeleriyle birlikte oturan ve sayısız seyahatler yapan adamlarından biri tarafından Pervane hakkında anlatılan hikâyeyi dinleyen Şem, Pervâne’ye âşık olur. Tam bu sırada artık dayanacak gücü kalmadığı için ortaya çıkan Pervâne, kendisini tanıtır. Şem, buna çok sevinir.  İki aşık, o gün akşama kadar sarayın bahçesinde sevişirler. Gece vakti, bekçi tarafından Şem’in koynunda yakalanan Pervane, zindana atılır. Oradan Dâye’nin yardımıyla kurtularak kente iner. Kentte karşılaştığı bir kadın, onu evinde gizler. Başından geçenleri bir bir anlatır, evinde gizlendiği kadına. Kadın, Pervane’nin bu durumuna çok üzülmektedir. Ona yardımcı olmak için her her şeyi göze alan kadın, Şem ile Pervane arasında postacılık yapmaya başlar.  Pervane, onun yardımıyla Şem ile mektuplaşmaya başlar. Şem, Pervane’ye yazdığı cevabi mektupta kendisini babasından istemesini söyler. Mektubu alan Pervane, hemen ülkesine döner. Annesinin yardımıyla babasını durumdan haberdar eder. Buna çok sevinen babası, Şem’i, Çin fağfuru olan babasından ister. Vezirinin sözüne uyan Çin Fağfuru, kızını Pervane’ye uygun bulmadığını söyler. Bu yanıt üzerine iki ülke arasında savaş çıkar. Ancak savaştan bir netice elde edilmeyince Jale, ülkesine geri dönmek zorunda kalır. Bunun üzerine tekrar mektuplaşmaya başlayan Pervâne ile Şem, birlikte kaçmayı kararlaştırırlar. Gecenin birinde cariyelerinin yemeklerine uyku ilacı katarak onları uyutan Şem, Pervâne ile el ele vererek kaçarlar. Durumu öğrenen fağfur, hemen Diyâr-ı Rum’a bir casus yollar. Giden kişinin kim olduğundan habersiz olan hükümdar Jale, casus olduğunu bilmediği adama iyi davranıp onu iyi ağırlar. Bir süre sonra ülkesine dönen casus, fağfurun huzuruna çıkar. Ona, kızı Şem ile Pervâne’nin birbirine çok yakıştıklarını söyler. Gönderdiği casusun iyi intibalarla döndüğünü gören fağfur, rızalık gösterip kızının çeyizlerini kendisine yolladıktan kısa bir zaman sonra yaşamını yitirir. Fağfur, yaşamını yitirince Çin’e geri dönen Pervâne, Şem ile evlenip ülkeyi uzun yıllar adil bir şekilde yönetir.

Şem ve Pervâne sözcükleri, hem gazellerde simgesel mahlasıyla kullanıldığında hem de mesnevilere ya da tartışmalara konu olduğunda daha çok tasavvufi anlamda kullanmışlardır.

Eski yazınımızda gerçek aşkın simgesi olarak kabul edilen bu iki sevgiliden biri olan Şem, tanrısal sevgiliyi, Pervâne de tanrısal sevgiliyi bulmaya çalışan aşığın temsilcisidir. Bu ilişki, pervâne adındaki pul kanatlı bir sineğin mum ışığına atılmak suretiyle kendisini yakması örgesinden hareketle bulunmuştur.

XIII. yüzyıldan itibaren İran ve XIV. yüzyıldan başlayarak da Türk yazınında mesnevilerin arasına sıkıştırılmış olan tartışmalar ve öyküler biçiminde ortaya çıkan öykü, XVIII. yüzyıla değin ulaşır. 1193’de ölen Feridüddin Attar, Mantıku’t-Tayradlı yapıtında; 1292’de yaşamını yitiren Sadî-i Şirazî, Bostan adlı yapıtında; 1334’deölen Kasım-ı Envar, Enîsü’l-Ârifin adlı yapıtında; 1360’da yaşamını yitiren Hâce-i Kirmânî de Külliyât adlı yapıtında Şem ü Pervâne örgesini, öykü ya da tartışmalar biçiminde kullanmışlardır. Eski Türk yazınında da 1317’den sonra yaşamını yitiren Gülşehrî, Mantıku’t-Tayr adlı yapıtın tercümesinde ve Feleknâme adındaki Farsça yapıtında; 1413 yılında yaşamını yitiren Ahmedî, İskendernâme adlı yapıtında ve 1501 yılında yaşamını yitiren Ali Şir Nevaî de Lisânü’t-Tayradlı yapıtında bu örgeyi aynı biçimde kullanmıştır.

 Mustafa Kâilî’nin 1738’de kaleme aldığı ve nazım olup mesnevi tarzında yazdığı Işknâme adlı yapıtının dördüncü ve sonuncu öyküsünde ele alınan Şem ü Pervâne, 1957 yılında yaşamını yitiren Ebu’l-Kasım Lohutî adlı Tacik şair tarafından 1920’lerde yazılmıştır, yapıtın teması vatan aşkıdır.

Tartışmalardan başka Farsça Şem ü Pervâne mesnevisinin ilki, 1535’de yaşamını yitiren İranlı şair Ehlî-i Şirazî tarafından 1488’de kaleme alınan mesnevidir. Bu konu, daha sonra XVI. yüzyılda Emineddin Nezlebâdî; XVII. yüzyılda Mevlâna Hâkî-i Belhî; 1565’de yaşamını yitiren Zamîrî Hemedanî ve XVII. yüzyılda Ekmeleddin Taşkendî gibi şairler tarafından ele alınmıştır. Farsça kaleme alınmış bir Hind öyküsü daha mevcuttur. 1696 yılında yaşamını yitiren Akilhan Râzî’nin kaleme aldığı bu yapıtın bir başka ismi de Kıssa-i Ratan ve Padam’dır.

Eski Türk yazınında; yazmaları: Süleymaniye Ktp. Lala İsmail Kit. No: 443; Nuruosmaniye Ktp. No: 4080’de kayıtlı bulunan Zâtî’nin Şem ü Pervâne adlı yapıtından başka aynı öykü, yazması: TS. H.No: 714; Süleymaniye Husrev Paşa Kit. No: 604’te kayıtlı olan Lamiî Çelebi ve yazması: İÜ. Ktp. Ty. No: 2255; Millet Ktp. Ali Emirî Kit. No: 1193’de kayıtlı olan Kalkandelenli Muidî tarafından da ele alınmıştır. Yukarıda yazılı olan mesnevilerin son ikisi, Ehlî tarafından kaleme alınan yapıta dayanmaktadır.

Ancak arada Niyazî mahlaslı bir şairin, Osmanlı alanında Farsça kaleme alınmış bir Şem ü Pervâne daha vardır.  1320 yılında yaşamını yitiren Mahmud Şebüsterî’nin torunlarından olan bu şairin adı Abdullah Şebüsterî’dir. Yavuz Sultan Selim adına yazılan bu mesnevinin şu anda Süleymaniye Ktp. Kadızâde Mehmed Kit. No: 415’te kayıtlı tek nüshası mevcuttur.  Bu üç mesnevinin arasında Lamiî Çelebi tarafından kaleme alınan yapıt, çok fazla farklılıklar arz eder. Bu klasik öyküye, Lamiî tarafından oldukça çok öğe eklenmiştir. Zâtî tarafından kaleme alınan Şem ü Pervâne adındaki yapıt, muhteva açısından ötekilerden farklılık gösterir. Günay Alpay (Kut)’ın  Şem ü Pervâne adlı yapıta ilişkin çok önemli bir çalışması bulunmaktadır.    

 

GÜL İLE SİTEMKÂR

Günümüzde neredeyse hiç hikâye edilmeyen ve bir derebeyinin oğluyla bir arkadaşının kızının aşklarını anlatan Gül İle Sitemkâr, aşk öykülerinin kahramanları imgesel olanları içinde sayılan eski bir halk öyküsüdür. Öyküde yer alan koşuk şeklindeki parçaların genellikle mani biçiminde uyarlanmış olması, yapıtın en kayda değer yanıdır. Öykünün kahramanlarının konuşmaları ya karşılıklı bir şekilde mani okumaya dayanır, ya da birden çok maninin bir araya toplandığı mani dizisi biçimindedir.  1301/1885 ve 1341/1925 yıllarında olmak üzere iki kez Hurşîd ile Mahmihrî öyküsüyle beraber basılan Gül ile Sitemkâr Öyküsü, bir kez de tek başına 1332/ 1916’da basılmıştır. Latin harfleriyle halk kitabı şeklinde çeşitli baskıları mevcut olan öykünün konusu özetle şöyledir:

Horasan Derebeyi ile Yusuf Bey adındaki arkadaşının çocukları olmamaktadır. Çocuklarının olması için yakarıda bulunan bu iki arkadaş, çocuklarının farklı cinsiyetlerde olması durumunda bunları evlendireceklerine dair ant içerler.  Günün birinde yakarıları kabul gören bu iki arkadaştan Horasan Derebeyi’nin oğlu, arkadaşı Yusuf Bey’in bir kızı olur. Derebeyi’in oğluna Sitemkâr, arkadaşı Yusuf Bey’in kızına da Gül adı verilir. Aradan uzun zaman geçer. İki çocuk büyüyüp evlilik çağına gelir. Ancak Gül’ü sevmeyen Sitemkâr’ın annesi Şekerleb Bânû, oğluna, Cevri adlı cariyesini almak ister. Sitemkâr, annesi tarafından önerilen bu evliliğe onay verince Gül, kendisine vefasızlığından söz edilen bir mektup gönderir. Gül’ün kendisine gönderdiği mektubu okuyan Sitemkâr, aşk ateşiyle tutuşup kendinden geçer. Mektubu getirdiği gerekçesiyle hizmetçiye hakaret edip döğen Sitemkâr’ın annesi Şekerleb Bânû, oğluna gizlice mektup gönderen Gül’ün kent dışına sürülmesini ister. Kent dışına çıkarılmadığı takdirde idam edilecektir.

Bunun üzerine kendi evlerinin gizli bir bölümünde gizlenmeye başlayan Gül’ün, kent dışına çıkarıldığı söylenir. Annesinin baskısıyla Cevri adlı cariye ile evlenen Sitemkâr, Cevri ile gerdeğe girdiği gece evlerinin gizli bir bölmesinde saklanan Gül, Tanrı’ya yakarıda bulunarak Sitemkâr ile birlikte olmak ister. Dileği kabul edilen Gül, uçup Sitemkâr’la Cevri’nin bulunduğu odanın çıkmasına konar. Sitemkâr, gerdek öncesi ibadet ederken Gül de, şiir okumaya başlar. Ardından da tekrar uçarak saklandığı yere döner. Ancak Gül’ün bu hareketinden rahatsız olan Cevri, durumu kayınvalidesi Şekerleb Bânû’ya anlatır. O da, kocasını haberdar eder. Bunun üzerine Gül’ün babası Yusuf Bey, emre itaat etmediği gerekçesiyle idama mahkûm edilir. Ancak kızını, kesin kent dışı etmesi koşuluyla affedilir. Kızını, kent dışına çıkaracağı sözünü veren Yusuf Bey, karısı tarafından ikna edilince verdiği sözden vazgeçer ve karısının önerisi üzerine kızını, evlerinin bir odasına kilitler. Babası tarafından odaya kilitlenen Gül, Tanrı’dan, kuş gibi uçma dileğinde bulunur. Dileği kabul olur ve Gül, uçarak gerdek odasının çıkma adı verilen bölümüne konar.  Cevri tarafından Sitemkâr’a karşı olan aşkını ispata davet edilen Gül, canına kıymaya kalkışır. Ancak Sitemkâr buna engel olur. Bu durumdan rahatsızlık duyan Cevri ile Şekerleb Bânû,  tekrar şikâyetçi olurlar. Şikâyet üzerine Yusuf Bey cezalandırılır. Kent dışına sürüleceğini anlayan Gül, seyyah kılığına bürünür, sazını eline alır ve yola çıkar. Sarayın önünden geçerken Sitemkâr’a laf atar. Sitemkâr da seyyah kıyafetlerini giyinip yola çıkmak ister. Annesi ve babası tarafından gitmemesi için iknaya çalışılan Sitemkâr, Gül’ü mutlaka bulması gerektiğini söyleyerek evden ayrılır. Buna sinirlenen babası, onu yakalatıp hapse attırır.

Hapisteyken kendisine yemek götüren Cevri’iyi kandırıp ellerini çözdüren Sitemkâr, Cevri’yi yaralar ve kaçarak oradan uzaklaşır.

Olaydan haberdar edilen ve aynı zamanda Sitemkâr’ın babası olan Horasan Derebeyi; çocukları doğmadan önce Gül’ün babası Yusuf Bey’e verdiği sözü anımsar. Yaptığından nedamet duyar. Hemen Yusuf Bey’in yanına gider. İkisi; hem Sitemkâr’ı hem de Gül’ü bulmak için yola çıkmayı kararlaştırırlar. Onlar da gezgin kılığına bürünerek yola koyulurlar.

Köylerde ozanlık yaparak zamanını geçiren Gül, sesini ve sazını beğenen Isfahan Beyi tarafından saraya alınır. Ozanlık etmeye başlayan Sitemkâr’ın yolu da bir gün Isfahan’a düşer. Yolu Isfahan’a düşen Sitemkâr, Isfahan Beyi tarafından Gül ile yarıştırılmak amacıyla saraya çağrılır. Sarayda karşı karşıya gelen iki ozan, başlangıçta birbirlerini tanıyamazlar. Ancak ilerleyen süreç içerisinde Gül’ü tanıyan Sitemkâr, ona gösterdiği bir işaretle kendisini tanıtır.

 Bu arada çocuklarını aramak üzere yollara düşen Horasan Derebeyi ile arkadaşı Yusuf Bey’in yolları da Isfahan’a düşer. ‘Isfahan’a gelmişken Derebeyi’ni görmeden gitmek olmaz’ diyen Horasan Derebeyi, Yusuf Bey ile birlikte Isfahan Derebeyi’nin sarayına çıkarlar. Onlar saraya vardığında Gül ve Sitemkâr, karşılıklı şiir atışması yapmaktadırlar. Burada birbirlerini tanıyan babalar ve çocuklar bir hafta boyunca kendilerini konuk eden Isfahan Derebeyi’nin sarayında kalırlar. Sonra Horasan’a doğru yola koyulurlar. Dönmek üzere yola çıktıklarını muştucular aracılığıyla Horasan’a bildirirler. Horasan’da karşılama hazırlıklarına başlanır.  Ama ne var ki Gül, son gece,  Cevri ‘nin kiraladığı bir cadı tarafından çadırında yattığı yatağıyla birlikte alınarak bir mağaraya hapsedilir. Sabah uyandığı zaman Gül’ü yatağında bulamayan Sitemkâr, onun kendilerinden önce kente gittiğini düşündüğü için hiç telaşlanmaz ve kente doğru yola çıkar. Ancak kente vardığında Gül’ün olmadığını öğrenen Sitemkâr, onu bulmak için hemen atına biner ve yola çıkar. Bunun üzerine Şekerleb Bânû, oğlu Sitemkâr’ı bulup getirmeleri için iki cadı kiralar. Cadılar, dokuz yıl süreyle Sitemkâr’ı ararlar. Ancak onun nerede olduğu hakkında hiçbir ipucu elde edemezler. Dokuz yıl boyunca Gül’ü aramaya devam eden Sitemkâr, neticede Yeşim Dağı’na varır. Orada; dayanacak gücü kalmadığı için ya canını alması ya da Gül’ü kendisine göstermesi için yakarıda bulunan Sitemkâr’ın imdadına Hızır yetişir ve ona Gül’ün kaldığı yeri söyler. Gül’ün yerini söylemekle yetinmeyen Hızır, Gül’ü kaçıran cadıya karşı dikkatli davranması konusunda da Sitemkâr’ı uyarır.

Hızır’ın tarif ettiği mağaraya giden Sitemkâr, mağaranın kapısında cilveli bir güzel kılığına bürünen cadı ile karşılaşır. Kapıdaki güzelin, cadı olduğunu anlayan Sitemkâr, öpmek bahanesiyle kendisine yaklaştığı cadıyı bıçaklayarak öldürür. Sonra mağaranın içine girer. Orada perişan bir halde bulduğu Gül’ü yanına alarak birlikte saraya dönerler. Sitemkâr, Gül’ün babasının evde bulunduğu bir sırada ileri geri konuşan Cevri’yi azarlayarak evden kovar. Hemen düğün hazırlıklarına başlanır. Hazırlıklar tamamlanınca Gül ile Sitemkâr’ın 40 gün, 40 gece devam edecek olan düğünleri başlar. Gerdek Gecesi’nde yeni evlilere hizmet etmek isteyen Cevri, Gül’ün yaşadıklarının sorumlusu olduğunu öne süren Sitemkâr tarafından köpeklere yem edilmek istenir. Ancak Cevri’yi affeden Gül, bir sonraki gün Sitemkâr’ın onunla da nikâhlanması için kocasını ikna edince öykü çifte nikâhla sona erer.   

 

VARKA İLE GÜLŞAH

Arap yazınında ortaya çıkmış, İran ve Türk yazınlarında ele alınmış bir aşk ve serüven öyküsüdür. Varka ile Gülşah, öyküsünün erkek kahramanı olan Varka, esasen VII. yüzyılda yaşayan, Uzra kabilesinden Urva (Urvat) b. Hizâm adındaki Arap şairin yaşamıyla ilgili olmasına rağmen, daha sonraki tarihlerde Arap yazınında bir öykü konusu şekline dönüştürülmüş. Aynı konuyu işleyen İran ve Türk yazınlarında da VIII./IX. yüzyıl sonlarında İslâmî bir ruhla ele alınan, romantik bir aşk mesnevisi şeklinde muhtelif yapıtlar ortaya çıkmıştır. Olay, Muhammed Peygamber döneminde Mekke dolaylarında yaşanmıştır. Öykünün en yaygın konusu, özetle şöyledir:

Mekke’de bulunan Beni Şeybe kabilesi, Hilâl ve Hümâm adlarındaki iki kardeş tarafından yönetiliyordu. Günün birinde bu kabilenin yöneticisi olan iki kardeşten biri olan Hilâl’in bir oğlu, Hümâm’ın da bir kızı olur. Oğlana Varka (Varaka), kıza da Gülşah adı verilir. Aşırı bir sevgiyle birbirilerine bağlanan Varka ile Gülşah adlarındaki bu iki amcazade, bir arada büyür. Hatta Varka ok talimlerine gittiği zaman onun bu kısacık ayrılmasına dahi dayanamayan Gülşah da bu ok talimlerine iştirak eder. Bu iki sevgilinin arı ve pak aşkları, kabiledeki herkes tarafından bilindiği için bunların evlendirilmeleri kararlaştırılır. Müslüman olmayan Benî Amr adındaki bir başka kabile reisi, güzelliği dillere destan Gülşah’ı kendine almak ister. Askerleri ile birlikte yola çıkan Benî Amr, Gülşah’ı almak üzere Mekke’ye vardığında Gülşah ile Varka’nın düğünleri yapılmaktadır. Eğlenceden kaynaklanan bir kargaşadan yararlanan Amr, düzenlediği bir baskın neticesinde Gülşah’ı kaçırır. Gülşah’ın kendisine ait olmasını söyler. Ancak ona direnen Gülşah, onu kendisine yaklaştırmaz. Varka Gülşah’ı kurtarmak amacıyla askerleriyle Amr’ın sarayına baskın düzenler. Amr, kendisiyle bire bir dövüşecek bir er diler. Varka meydana çıkmaya çalışır. Onun çıkmasını istemeyen Gülşah’ın kendisi meydana çıkar. Ancak mağlup olunca tutsak alınır. İkinci kez meydana çıkmaya çalışan Varka’ya bu kez de yaşlı babası engel olur. Oğlunun yerine kendisi meydana çıkar. Ancak yaşı bir hayli ilerlediği için mücadelede yaşamını yitirir. Günün sona ermektedir. Ancak çarpışmadan bir sonuca ulaşılmamıştır. Çadırlara dönülür. Amr, çadırındayken ona karşı bir hile düşüncesine kapılan Gülşah, Amr’a: “Ben esasen seni seviyorum. Ancak Varka’dan korkuyorum. Onu ortadan kaldırırsan senin olurum” der. Bir sonraki gün Amr ile Varka bire bir savaşıma başlarlar. Çarpışma sırasında atı tökezleyen Varka, yere düşer ve tutsak alınır. Amr’a dönen Gülşah; ‘Varka’yı bana bırak. İntikamımı kendi ellerimle alacağım.’ der.  Gülşah’ın bu isteğine karşı çıkmayan Amr, Gülşah’ı koruması için yanına bir köle verir. Yanındaki köleyle birlikte Varka’nın yanına giden Gülşah, Varka’nın da yardımıyla köleyi öldürür. Sonra öldürdükleri kölenin atına binen Varka ile birlikte oradan uzaklaşırlar. 

Kabile halkı, tekrar düğün dernek kurup Varka ile Gülşah’ı evlendirmek ister. Ancak, Varka’nın babasız olduğu için hiç bir servetinin olmadığını ileri süren Gülşah’ın annesi, bu evliliğe karşı çıkar. Gülşah’ın annesi, evliliğe karşı çıkınca Varka, aynı zamanda Yemen emiri olan dayısı Selim Şah’dan parasal destek almak için Yemen’e doğru yola çıkar. Yemen’e vardığı zaman dayısı Selim Şah’ın,  Yemen’i kuşatan Melik Antere tarafından tutsak alındığını öğrenir. Durumu öğrenince kendisi de savaşa katılır. Uzun süren çarpışmaların ardından Varka’nın da gösterdiği kahramanlıklar sayesinde düşmanlar yenilgiye uğratılır ve Selim Şah, esaretten kurtarılır. Savaşın ardından Varka, dayısı Selim Şah tarafından bir süreliğine Yemen’de alıkonur. Bu süre içerisinde Gülşah’ı almak isteyen Şam Reisi Melik Muhsin, çeşitli armağanlar göndererek Gülşah’ın annesinin rızalığını alır. Bu evliliğe hem Gülşah’ın babası hem de kabilesi onay vermezler, karşı çıkarlar. Buna rağmen Gülşah, annesi tarafından Melik Muhsin’e verilir. Olaydan habersiz olan Varka, dayısı tarafından kendisine armağan edilen eşya ve mücevherlerle birlikte ülkesine döner. Kabile halkı, Varka’nın çok büyük armağanlarla döndüğünü görünce hayrete düşerler. Gülşah’ın evlendiğini söylemeleri mümkün değil. Bu mümkün olmayınca Gülşah’ın öldüğü yalanını uydururlar. Ve gösterdikleri sahte bir mezarın, ona ait olduğunu söylerler. Varka, kırk gün süreyle mezarın başında feryadı figan ederek ağlar, durur. Gülşah, Şam’a gelin giderken sırdaşı olan bir kıza Varka’nın kendisine aldığı yüzüğü verip onu, Varka’ya teslim etmesini söyler. Varka’nın döndüğünü öğrenen kız, Gülşah’ın kendisine verdiği yüzüğü Varka’ya verir ve gerçeği olduğu gibi aktarır ona. Gülşah’ın sırdaşı olan kızdan yüzüğü alan ve ondan gerçeği öğrenen Varka, Şam’a gitmek üzere yola çıkar.

Gerdek gecesinde Melik Muhsin’e teslim olmayan Gülşah, kendisinin Varka’ya ait olduğunu ve ondan başkasıyla birlikte olamayacağını söyler. Gülşah’ın bu sözleri üzerine harikulâde bir insan olan Melik Muhsin, Gülşah’a: “Sen benim kardeşim olarak kal, ben senin yüzünü göreyim yeter” der.

Şam’a doğru yol alırken kırk haramîlerin saldırısına maruz kalarak baygın düşen Varka, bir gezintiye çıkan Melik Muhsin tarafından yaralı ve baygın halde bulunarak saraya getirilir. Gülşah, baygın halde saraya getirilen genci görünce hemen tanır. Yanındaki Melik Muhsin’e; ‘Senin getirdiğin bu adam Varka’nın ta kendisidir.’ der. Melik Muhsin, bu iki aşığı, günler boyu bir odada baş başa bırakır. Bu zaman zarfında iki sevgilinin nefislerine boyun eğmediklerine bizzat tanık olur ve bunların arasındaki aşkın, tanrısal bir aşk olduğuna kanaat getirir. Melik’in kendisine gösterdiği olağanüstü insanlık karşısında utanan Varka, aralarındaki tanrısal aşka rağmen Gülşah’ı almadan ülkesine dönmek ister. Gülşah, buna razı olmaz. Melik’ten, ona engel olmasını, gitmemesi için ikna etmesini ister. Melik, Gülşah’tan boşanacağını ve ikisini evlendirdikten sonra saltanatı kendilerine bırakacağını söyler. Melik’in bu önerisini kabule yanaşmayan Varka, ülkesine doğru yola çıkar. Şam’ın dışına çıktıktan bir zaman sonra bu aşka dayanamayacağını, bundan ötürü canını alması için Tanrı’ya yalvaran Varka, hemen oracıkta yaşamını yitirir. Olaydan haberdar olan Melik ile birlikte mezarın başına gelen Gülşah da sürekli yanında taşıdığı hançeri kalbine saplayarak yaşamına son verir.

Muhammed Peygamber, bir savaş sonrasında buradan geçerken olay, kendisine anlatılır. Yaşamını yitiren bu genç âşıklar için merhamet dileyen Peygamber’in arkadaşları, ömürlerinden ömür vererek bu iki genç aşığı diriltmek için Tanrı’ya yakarıda bulunurlar. Peygamber tarafından okunan duanın ardından dirilerek mezarlarından kalkan iki gencin nikâhı, Muhammed Peygamber tarafından kılınır. İki genç âşığın, bu nikâhtan sonra kırk yıl daha yaşadıkları rivayet edilir.

Öyküde adları geçen kahramanların, büyük bölümü Müslümanlığı tercih eden kişilerden oluşmaktadır. Adları ve yaşadıkları çevre bakımından Arapdırlar. Sadece adların sonuna ilave edilen Şah sanı, öykünün İslâmî İran yazınında almış olduğu biçimdir. Bu Farsça sözlüklerde kahramanların isimlerinin yer alması, öykünün İran yazınında ortaya çıktığının bir kanıtı olarak kabul görmektedir.

Öykü, Araplarda ortaya çıkmış olmasına karşın, Arap yazınında bu konuda kaleme alınmış herhangi bir yapıt bulunmamaktadır. Lâkin Kitabu’l-Agânî ve İbn Kuteybe tarafından kaleme alınan yapıtta Antere, Murakkiş ve Urva benzeri şairlerin hal tercümelerinde bu gibi öyküler dile getirilmektedir.

İran yazınında öyküyü ilk kez yazan kişi, Gazneliler dönemi şairi Ayyûkî’dir. Türk yazınında; XVI. yüzyılda yaşayan Yûsufî-i Meddah, Varka ve Gülşah adı altında bir mesnevi kaleme alan ilk kişidir. Yûsufî-i Meddah tarafından kaleme alınan bu yapıt, Erzurumlu Darir tarafından kaleme alınan Yusuf ve Züleyha adındaki yapıt ile Şeyhoğlu Mustafa tarafından kaleme alınan Hurşidnâme adlı yapıtla birlikte büyük önem arz eden bir başka Türk dili ve edebiyatı hatırasıdır.

Yapıtın son kısmında verilen bilgilere göre 1368’de yazıya aktarılan yapıt, altı meclisten oluşur. Her meclisin hitamında dinleyicilere sağlıklar dilenmiş ve sonraki toplantıya daha erken gelmeleri tavsiyesi yapılmıştır. Konu, Yûsufî-i Meddah tarafından Farsça yazılmış Varka ve Gülşah adlı bir yapıttan alınmışsa bile o yapıt, olduğu şekliyle kopyalanmamıştır. Zira Türk halk edebiyatında yapıtın son kısmında yer alan yaşamını yitirdikten sonra Peygamber ya da erenlerin vasıtasıyla “tekrar dirilme” örgesi, Farsça kaleme alınan Varka ve Gülşah adındaki yapıtların hiç birinde yer almaz. Bununla birlikte bu yapıtın bir aşk ve serüven mesnevisi olmasına rağmen, Yûsufî-i Meddah tarafından kaleme alınan yapıtta kahramanlık sahneleri daha çok ayrıntılıdır. Kimi zaman dinsel yanların ve hatta tasavvufî çizgilerin daha belirginleştiği bu yapıt, İsmail Hikmet Ertaylan tarafından 1945 yılında tıpkı-basım şeklinde yayımlanmıştır. Aynı yapıt, G.M. Smith tarafından Leiden’de 1976’da “Yûsuf-ı Meddah, Varka ve Gülşah, A. Fourteenth Century Anatolian Turkish Mesnevi” adı altında yayımlanmıştır.

Mesihî adlı XVII. yüzyıl Azerî şairi tarafından 1628 yılında Azerî Türkçesiyle kaleme alınmış, hem konu hem de sonuç itibariyle Yûsufî-i Meddah tarafından kaleme alınmış yapıtla aynı olan Varka ve Gülşah adlı bir mesnevi de mevcuttur.

Bununla birlikte Varka ve Gülşah adında bir mesnevinin de Mostarlı Ziya tarafından 1584 yılında kaleme alındığı rivayet edilmektedir. Bunların dışında kim tarafından kaleme alındığı belli olmayan Varka ve Gülşah adında iki yapıt daha mevcuttur. Bunlardan mesnevi şeklinde olanı, DTCF Ktp. No: 208’de,  düzyazı şeklinde olanı da Bayezid Ktp. No:5523’te kayıtlı bulunmaktadır. Türk halkı arasında istekle kabul edilen Varka ve Gülşah, süreç içerisinde tipik halk öyküleri içinde yer almıştır. Bir halk romanı şeklinde pek çok kez taş basmasıyla yayımlanmış olan (O. Spies: Türk halk kitapları mtr. Behçet Gönül, İst., 1941) öykü, bir kez de Mehmet Salih tarafından 1941 yılında yeni harflerle bastırılmış durumdadır.

Başka bazı Doğu örgelerini de kapsayan Varka ve Gülşah adındaki mesnevi, Ortaçağ Fransa’sında “Floire ile Blancheflor” adındaki romanın ortaya çıkmasına yol açmıştır.

 

MİHR Ü VEFA

İran ve Türk yazınlarında ele alınmış, mesnevi biçiminde bir aşk öyküsü olan Mihr ü Vefa’nın konusu özetle şöyledir:

Ülkenin birinde bir padişah vardır. Adı Filikos olan bu padişahın üç oğlu vardır. Üç oğlunun da yüzleri aya benzemektedir. Padişah, günün birinde hasta olup yatağa düşer. Bunun üzerine beylerinin tamamı toplanırlar. Padişahın hastalanması üzerine toplanan beyler, padişaha: “Ey padişah gözünü aç senden sonra kimin olsun, bu taht ü tâc?” şeklinde bir soru yöneltirler. Padişah; “Hazinede üç küp vardır. Ölümünün sonrasında hazinedeki bu küpleri oğullarıma verin. Küplerin içinde onlar için işaretler ve hikmetler bulunmaktadır. Bu işaretler ve hikmetleri esas alarak padişahı seçsinler.” der. Orada toplanan beylerine bu yanıtı veren padişah, kısa bir zaman sonra yaşamını yitirir.

Padişahın ölümünün ardından, onun söyledikleri doğrultusunda hareket edilerek hazinede bulunan üç küp, üç oğluna verilir. Bu üç küpten birinin içinde toprak, birinin içinde kemik ve birinin içinde de altın bulunmaktadır. Bu küplerden hangisinin, hangi oğluna verileceği konusunda tartışmalar yaşanır. Vezirlerden biri, tahtı ifade eden toprak küpün büyük kardeşe; içinde kemik bulunan küple birlikte büyük ve küçükbaş hayvanların da ortanca kardeşe, içinde altın bulunan küpün de küçük kardeşe ait olduğunu söyler. Sorun, böylece çözülür.

Bu paylaşım neticesinde; içinde altın bulunan küp, Vefa adındaki en küçük şehzâde tarafından alınınca öykü başlar.

Babasından kendisine miras olarak bırakılan altınları alınca çok sevinen Vefa, altınları sınırsız bir şekilde kullanmaya başlar. Borcu olanların borçlarını ödeyerek onları borçtan kurtaran Vefa, kısa bir süre içinde altınlarının tamamını tüketir. Daha önce çevresinde dört dolananlar, para tükenince yanına bile uğramaz olmuşlar. İçine düştüğü durumdan kardeşlerine bahsetmeye utandığı için ülkesini terk etmeyi kararlaştırır. Parmağındaki yüzüğü satar, parasıyla azık alıp yollara düşer.

Kentin birinde geçtiği sırada bir fal falcı görür. Ona fal baktırır. Falcı; “Büyük sıkıntılar çekeceksin,  ancak sonunda rahata ereceksin der ve devam eder: Önüne çıkan bir suyu kaynağına kadar izle.  Suyun kaynağına varınca orada bir pınar göreceksin. O pınarın içinde bir canavar yaşıyor. O canavar, nereye giderse sen de arkasından git, ondan ayrılma. Canavarın durduğu yerde kırk hücre dolusu hazine ile güzel bir kıza kavuşacaksın.” der. Falcının söylediklerini harfiyen yerine getiren Vefa, bir sarayda Mihr adında harikulâde güzelliğe sahip bir kıza kavuşur.  Mihr adındaki bu kızı görür görmez âşık olan Vefa, kendinden geçer. Mihr, bir zaman sonra kendisine gelen Vefa’ya;“Ben, Umman hükümdarının kızıyım. Ülkemiz düşman tarafından işgal edilince biz, gemiyle buraya kaçtık. Ancak fırtınaya tutulduk. Gemimiz, buralara sürüklenip parçalandı. Dadımla ben, Hızır tarafından kurtarıldık. Seni, sarayda bekliyorum. Çünkü Hızır, benim, Tanrı’nın emriyle Vefa’ya verildiğimi söyledi. O da bana âşıkmış.” Falcının kendisine var olduğunu söylediği hazineleri, Mihr ile birlikte gezmeye başlarlar. Ancak Mihr, “içinde bir şey yoktur” diyerek hazinelerden birinin kapısını açtırmaz.  Bir zaman birlikte yiyip içip hoşça vakit geçirirler. Kapısını açmadıkları hazinenin içinde neyin olduğunu merak eden Vefa, gecenin birinde Mihr’in uykuda olduğu bir sırada gizlice anahtarı alıp hazinenin kapısını açar.  Kapısını açtığı hazinenin iç kısmı acayip bir bahçedir. Bu bahçenin içinde yer alan her ağaç konuşmakta ve muhtelif dertlerin ilacının kendilerinde olduğunu söylemektedirler. Vefa, üç gömleğin bittiği bir ağacı izlerken aniden çıkan rüzgâr, ağaçta biten üç gömlekten birini alıp havaya uçurur. Buna çok üzülen Vefa, saraya döndüğü zaman karşılaştığı durumu, Mihr’e aktarır. Mihr; “Bu ayrılık anlamına gelir. Bizim, o gömleğin gittiği yere zorunlu olarak gitmemiz gerekir.” der. Rüzgâr tarafından havaya uçurulan gömlek, Mağrib diyarına düşer ve oranın hükümdarının eline geçer. Gömleğin sahibine âşık olan hükümdar, emrindekilere; ‘Gömleğin sahibini bulup bana getirin.” diye emreder. Ülkenin her yerinde gömleğin sahibi aranır. Ama bir türlü bulunmaz. Bunun üzerine ülkenin en ünlü cadısına başvurulur. Cadı,‘Bu gömlek Rum diyarında yaşayan Mihr adında çok güzel bir kıza aittir. İsterseniz onu size getirebilirim.’ der. Hükümdar, ‘Hemen bul, getir.’ der. Fakir kılığına bürünen cadı, küpüne binerek uçmaya başlar. Bir süre sonra Mihr ile Vefa’nın yaşadıkları saraya gelir. Bir gariplik olduğundan şüphelenen Mihr, her ne kadar fakiri içeri almak istemese de Vefa, ayak diretir. Sonunda fakir kılığındaki cadı, içeri alınır. İçeri alınan cadı, ikisine de büyü yapar. Vefa’yı kesip öldürür. Mihr’i de uyutup küpün içine koyarak hükümdara götürür. Hükümdar, bir süre sonra kendine gelen Mihr’e; ‘Benimle evleneceksin.’ der. Durumun ciddi olduğunu anlayan Mihr, ‘Vefa’nın yasını tutacağım, bana bir yıl zaman verin. Bir yıl sonra evleniriz.’ der. Mihr’in bu isteği hükümdar tarafından kabul edilir. 

Vefa’nın öldürüldüğü haberini alan kardeşleri, onu aramaya çıkarlar. Arama sonucunda ortanca kardeşi tarafından boğazı kesilmiş bir şekilde bulunur. Vefa’yı o şekilde gören kardeşi ağlamaya başlar. Onun feryat, figan ederek ağladığını görünce hemen yardımına koşan Hızır, Vefa’nın tekrar yaşama dönmesi için ortanca kardeşinin, kendi ömründen biraz ömür vermesini ister. Ortanca kardeş, ‘ona ömrümün yarısını veriyorum.’ der. Ortanca kardeş, ömrünün yarısını verince Vefa, hemen dirilir. Dirilir dirilmez hemen Mihr’i sorar. ‘Nerede olduğunu bilmiyorum.’ diyen Ortanca kardeş, ‘Gel, ülkemize geri dönelim.’ der. Ancak Vefa’yı ikna edemez. Vefa, sarayının bahçesindeki gömleklerden birini yanına alır. Kardeşiyle vedalaşır. Sonra Mihr’i aramak için yollara düşer. On bir ay boyunca onu arar. Sonunda Mağrib ülkesinde bulur. Hükümdarın bahçıvanı aracılığıyla Mihr ile buluşur ve ikisi birlikte kaçar. Sihirli küpüne binerek arkalarına düşen cadı, onları bir türlü bulamaz. Âşıkların yolu bu kez Zengi ülkesine düşmüştür.

Zengi ülkesine vardıklarında bir hayli yorgun düşmüşlerdi. Yorgunluklarını gidermek için bir yerde uyurlar. Onlar uykuda iken Mihr, ava çıkan birkaç zenci tarafından alınarak hükümdarlarına götürülür. Hükümdar, Mihr’i görür görmez âşık olur, ona. Uyandığında Mihr’i yanında bulamayan Vefa, çerçi kılığına bürünüp onu aramaya çıkar. Bir zaman sonra onu bulur ve yine birlikte kaçarlar. İlk ulaştıkları kentte, bu kez bir başka olumsuzlukla karşı karşıya kalırlar. Mihr, konuk olarak kaldıkları ev sahibi tarafından bir sarrafa satılır. Durumdan haberdar olan Vefa, çerçi kılığına bürünerek Mihr’e ulaşmayı başarır. Mihr, bu kez kaçmak için erkek kılığına girer. Ancak yine bir olumsuzluk yaşanır. Mihr’in kapısında iki atla bekleyen Vefa, orada uyuya kalır. Bu sırada oradan geçen sarhoş bir seyis, atlardan birini çalıp oradan uzaklaşmaya başlar. Tam o anda kaçmak üzere dışarı çıkan Mihr, ata binip oradan kaçan kişinin Vefa olduğunu sanarak oradaki ata binip onu takip etmeye başlar. Kendisine ulaştığı kişinin Vefa olmadığını anlayınca çaresiz atları alarak oradan uzaklaşır. Bir zaman yürüdükten sonra yolu bir kente düşer. Vardığı o kentin hükümdarı yaşamını yitirdiği için kendilerine bir hükümdar seçmek isteyen kent halkı, kentin giriş kapısında toplanmıştır. Orada beklemeye koyulan halk gece yarısı kentin kapısından giriş yapan ilk kişiyi kendilerine hükümdar seçme kararı alır. Rastlantı sonucu oradan geçen ilk kişi Mihr olunca orada bekleyen kent halkı, onu kendilerine hükümdar seçerler. Bir taraftan Vefa, öte yandan sarhoş seyis ve ona âşık olan sarraf arka arkaya kente gelirler. Bir resmini yaptırarak kale kapısına astıran Mihr, bu resmi görüp bayılanları kendisinin huzuruna getirilmesi emrini verir. Kale kapısından ilk giren kişi, Mağrip sultanı olur. Onun ardından Zenci, daha sonra da sarraf ve seyis gelir. Bunların dördü de resmi görür görmez kendilerinden geçerler. Buyruk üzerine hükümdarın huzuruna götürülürler. Hükümdar Mihr, bunların hepsini zindana attırır.

Sonunda Vefa çıkagelir. Mihr, daha önce zindana attırdığı Mağrib sultanını, sarrafı, Zenci’yi ve seyisi zindandan çıkartıp huzuruna getirtir. Vefa’nın da bulunduğu bir ortamda, Mihr’i tanımayan Mağrib sultanı, sarraf, Zenci ve seyis sırasıyla yaşadıkları olayları anlatırlar. Mihr bu yolla bunlardan hiçbirinin kendisine el dokunduramadığını kendi ağızlarından Vefa’ya duyurmuş olur. Kendisine âşık olan Mağrib sultanını, sarrafı, Zenci’yi ve seyisi bağışlayarak ülkelerine gönderen Mihr, kendi yerine Vefa’yı tahta geçirir. Ülkeyi adil bir biçimde yöneterek mutlu bir yaşama başlarlar.

Bu konu;

M. Çavuşoğlu ve M. A. Tanyeri tarafından kaleme alınan Zatî Divânı’nda:

 

 “Müjde-i mihr ü Vefâ için gelübdür hatt-ı dost

  Zâtiyâ gam çekmezem andan besâret zagıdur.”

 

Ali Nihat Tarlan tarafından kaleme alınan Necatî Beg Divânı’nda:

 

 “Mihr ü Vefâ için mi getürdi beni felek

  Cevr ü cefâ için mi yaratdı Huda seni”

Ali Nihat Tarlan tarafından kaleme alınan Ahmet Paşa Divânı’nda:

 

“Sen gayrıma baktın diye bana cefâlar eyleyip

  Mihr ü vefâlar gösterir bir demde bin bed-hâhıma”

 

“Mihr ü vefâlar itmez isen dostum nola

   Minnet degül mi cânuma cevr ü cefaların”

 

K. Akyüz, S. Beken, S. Yüksel, M. Cunbur tarafından kaleme alınan F uzulî Divânı’nda:

 

“Çün cefâ mutaydım bilmem nedir mihr ü vefâ

  Bilmese mihr ü vefâ resmin cefâ-kârım ne bâk.”

A. N. Tarlan tarafından kaleme alınan Hayâlî Divânı’nda:

“Bir cûybâr-ı mihr ü vefâyin zemânede

  Evvel bahâr geldi bulanık degil miyem”

 

A. F. Bilkan tarafından kaleme alınan Nâbî Divânı’nda:

“Arz-ı mihr eylemege başladı devrân ammâ

  Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler”

 

M. Akkuş tarafından kaleme alınan Nef’î Divânı’nda:

 “Aşk ehline tâ nüshâ-i hatt-ı ruh-ı dilber

   Mektûb-ı huceste-rakam-ı mihr ü vefâdır.”

 

şeklinde yer almaktadır.

Mihr ü Vefa, İran yazınında 1091 yılında yaşamını yitiren ve asıl adı Mir Muhammed Mümin Ekberâbâdî olan Arşî ve gene asıl adı Ebu Muhammed b. Muhammed Semerkandi olan Reşidi gibi şairler tarafından kaleme alınmıştır. Eski Türk yazınında da Gelibolulu Mustafa Âli’nin bu adla yazılmış bir yapıtı mevcuttur. 1870–1957 arasında yaşayan edebiyat tarihçimiz İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın yazdığı Menâkıb-ı Hünervan adlı yapıtın önsözünde belirtilenlere atıfta bulunan Nihal Atsız, Âli Bibliyoğrafyası’ında yapıt konusunda şöyle der: «Âli’nin ilk eserlerindendir. 970/1562-63’de yazılmıştır. Mefâilün /mefâilün/ feûlün vezninde ve 7000 beyit tutarındadır».

Mustafa Emin adlı Piriştineli şairin de aynı adla bir yapıt kaleme aldığı Keşfü’z-zunûn’da söz edilmesine rağmen yapıt, bulunamamıştır. Ümmî İsa adındaki şair tarafından kaleme alınan yapıt, ele geçen en eksiksiz nüshadır. İzmir Milli Ktp. No: 26/668’de bulunan yapıt, 31 yaprak olup 806 beyitten oluşur. Sondan yedinci beyitte adını belirten şair, mahlasının Ümmî İsa olduğundan söz eder. Lisan, yazım, ölçü ve anlatım olarak Osmanlı devri Türk yazınının başlangıç dönemine dair bir yapıt olduğu anlaşılan yapıtın, Atatürk Üniversitesi Ktp. Agâh Sırrı Levend Kit. No: 282–283;Marburg Staatsbibliothek. Ms. Or. Oct. No: 2628 de başka nüshaları olduğu belirtilmesine rağmen yukarıda verilen no.da kayıtlı böyle bir yapıta rastlanmamıştır.

Fuad Köprülü «Anadolu’da Türk Dili ve Edebiyatının Tekâmülüne Umumi Bir Bakış XV. a.» adındaki makalesinde özetle; 1359 yılında kaleme alınmış yazarı bilinmeyen bir Mihr ü Vefa Mesnevisi’nin bulunduğundan söz eder ve kendi kütüphanesinde bir nüshasının bulunduğunu söyler.

Agâh Sırrı Levend, 1973 yılında kaleme aldığı Türk Edebiyatı Tarihi-Giriş adındaki yapıtında, Bursalı Haşimî tarafından kaleme alınmış bir Mihr ü Vefa’nın varlığından söz eder. 

 

MELİKŞAH İLE GÜLLÜ HAN

Halk öyküsü olan Melikşah ile Güllü Han’ın konusu, özetle şöyledir:

Bir ülke vardır. Adı, Onya Geylâni olan bu ülkenin Adil Şah adında bir hükümdarı vardır. Uzun zaman çocuğu olmayan bu hükümdar, günün birinde veziriyle birlikte çıktığı seyahat sırasında yolda derviş kılığına bürünmüş Hızır ile karşılaşır. Kendisinin bir çocuğu olacağını ancak kendisi gelmeden çocuğa isim verilmemesini isteyen derviş kılığındaki Hızır tarafından verilen elmayı karısıyla bölüşerek yiyen hükümdarın, bir oğlu olur. Çocuk doğduktan bir zaman sonra tekrar gelen Hızır, çocuğa Melikşah adını verdikten sonra kayıplara karışır.

Büyüyüp evlilik çağına gelen Melikşah, günün birinde ava çıkar. Bu av sırasında karşısına çıkan Hızır tarafından resmi yapılarak kendisine verilen Yemen hükümdarının kızına âşık olur. Yemen hükümdarının kızına âşık olduğunu sazı aracılığıyla babasına anlatır. Bu olayın üzerinden fazla bir zaman geçmeden yaşamını yitiren Adil Şah’ın yerine oğlu Melikşah, tahta geçer. Yemen’e gitmek üzere yola çıkan ana-oğul, bu yolculuk sırasında pehlivanın birinin evine konuk olurlar. Bu konukluk sırasında annesiyle pehlivan, gizlice evlenmeyi kararlaştırırlar. Ama bu evliliğin gerçekleşmesi için Melikşah’ın ortadan kaldırılması gerekmektedir. Zalim anne, oğlunu, aslanların bulunduğu yerdeki narı ve kırk haramilerin bulunduğu yerdeki elmaları getirmekle görevlendirir. Çeşitli güçlüklere rağmen annesinin istediği nar ile elmayı getiren Melikşah, kırk haramilerin bulunduğu yerdeki elmayı da alır. Ancak bu sırada kırk haramiler tarafından tutsak alınan ayın on dördü gibi güzel bir kızı, onların elinden kurtarır. Kızın adının Çeşminaz olduğunu öğrenir. Onunla karşılıklı şiir söylerler. Ardından onu babasının yanına yollayan Melikşah, ele geçirdiği elmalarla birlikte annesinin yanına döner.  Zalim annesi, güçlü bir yapıya sahip olan oğlu Melikşah’ın gücünü ortadan kaldırmak amacıyla başındaki üç sihirli tüyü kopardıktan sonra gözlerini oyarak bir kuyunun içine atar. Annesi tarafından atıldığı kuyunun içinden, bir bezirgân tarafından kurtarılır. Saz çalıp kendini bezirgâna tanıtır.  Sonra bezirgânla birlikte yola çıkarlar. Uzun bir yolculuğun ardından Hind ülkesine varırlar. Orada kırk haramilerin elinden kurtardığı Çeşminaz ile karşılaşır.  Kendisini haramilerin elinden kurtardığı Çeşminaz’ın yardımıyla gözleri, tekrar görmeye başlar. Bir süre sonra Hind ülkesinden ayrılan Melikşah, Güllü Han’ı aramaya başlar. Bu yolculuk sırasında bir bezirgânla karşılaşır. Karşılaştığı bezirgân tarafından Yemen hükümdarına götürülen Melikşah, orada hükümdarın emriyle kızı Güllü Han’la karşılıklı şiir söylerler. Bu atışma sırasında birbirlerini tanıyan iki sevgili, sarmaş dolaş olurlar.  Bu atışmadan kısa bir zaman sonra Güllü Han’ın babası ölür. Babalarının ölümünden sonra kız kardeşlerini Melikşah’a vermek istemeyen Güllü Han’ın kardeşleri, onu, Karahan adında bir beye verirler. Kızın geçmişini öğrenen Karahan, Güllü Han ile Melikşah’ı evlendirir. Bu evlilikten sonra Melikşah ile kızın kardeşleri arasında bir savaş başlar. Bu savaş sırasında Güllü Han’ın kardeşlerinin ordularını mağlup eden Melikşah, kayınbiraderlerinden birini öldürür. Savaş sonrasında Güllü Han’ı yanına alarak Hint ülkesine gider. Orada sağ olan kayınbiraderini, Çeşminaz ile evlendirilir. Sonra kırk gün, kırk gece devam eden düğünün sonrasında kendisi de Güllü Han ile evlenir.

Melikşah ile Güllü Han, günümüzde Anadolu’da oldukça yaygın bir biçimde dillendirilmesine rağmen hem yukarıda özeti verilmiş olan bu öykü, hem de sözlü anlatımlarda anlatılan öykü, halk öyküsü vasıflarının yanı sıra masal örgeleri de varsıl bir hale getirilerek hikâye edilmektedir.

1925 tarihli bir taş baskı nüshası elde mevcut olan yapıtta, öyküyü hikâye eden ve kitaplaştıranların adları bulunmamaktadır. Bununla birlikte Leyla ile Mecnun, Şah İsmail, Derdiyok ile Zülfüsiyah gibi öyküler de yapıtın içinde bulunmaktadır. Öykü, Muharrem Zeki Korgunal tarafından 1931 yılında Melikşah ile Güllü Hanım adı altında yazılmıştır.

 

GÜL Ü HÜSREV

XII. yüzyılda İranlı şair ve mutasavvıf Ferideddin Attar tarafından kaleme alınıp 1878 yılında Luknow’da basılan mesnevi. Çifte kahramanlı aşk öykülerinden biridir. Rum Kayseri’nin bir cariyeden dünyaya gelme oğlu Hüsrev ile Hozistan Emiri’nin kızı Gül’ün arasında yaşanan aşk macerasını konu edinir. Tutmacı’nın XIV. yüzyılda Türkçe’ye tercüme ettiği ve halen İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi T 9862’de kayıtlı olan eserin aslı Farsça kaleme alınmıştır.

Rum Kayser’in oğlu Hüsrev ile Hozistan Emiri’nin kızı Gül arasındaki aşkı anlatan Gül ü Hüsrev’in konusu kısaca şöyledir:

Müneccimler, çocuğu olmayan Rum Kayser’in bir oğlu olacağını, ancak büyük sıkıntılar yaşayacağını ve çeşitli belalara maruz kalacağı haberini verirler. Tam o sırada haremden bir halayıkla birlikte olan Rum Kayser’den hamile kalan cariye, vakti zamanı gelince bir erkek çocuk dünyaya getirir. Çocuğu kıskanan Rum Kayser’in sultan hanımı, çocuğu öldürtmek ister. Bunu haber alan halayık, çocuğu, yaşlı bir kadınla ülkesine gönderir. Hozistan’a varınca vadesi yetip yaşamını yitiren yaşlı kadın tarafından Hozistan’a götürülen çocuk, bir bahçıvanla karısı tarafından bulunur. Onu kendi çocukları gibi büyüten bahçıvan ile karısı, ona Hürmüz adını verirler. Göreni büyüleyen bir güzelliğe sahip olan Hürmüz, büyüyünce ok atmayı, kılıç kullanmayı ve at binmeyi öğrenir.

Hozistan Şahı’nın, güzelliğiyle dillere destan Gülrûh (Gül) adında bir kızı vardır. Isfahan Şahı’nın kendisiyle evlenmek istediği Gül, günün birinde bahçede gördüğü Hürmüz’e âşık olur. Aşkından hasta olup aylarca yataklarda yatan Gül, dadısıyla birkaç kez haber yolladığı Hürmüz’den aşkına karşılık vermesi önerisinde bulunur. Başlangıçta Gül’ün önerisini reddeden Hürmüz, sonradan Gül’e âşık olur. İki âşık gizli gizli buluşmaya başlarlar. Gül ile evlenmek isteyen Isfahan Şahı, düğün hazırlıklarına başlanmasını ister. Gül’ün, Isfahan Şahı’nın bu teklifine sıcak bakmaması üzerine iki ülke arasında savaş başlar. Bu savaş sırasında yiğitliğiyle kendini kanıtlayan Hürmüz, emirin güvenini kazanır. Rum Kayser tarafından kendisinden haraç istenen Hozistan Emiri, Hürmüz’ü elçi olarak gönderir. Rum’a elçi olarak giden Hürmüz, Rum Kayser ve annesi tarafından tanınır. Düzenlenen şenliklerde ona Hüsrev adı verilir. Hozistan’a dönünce ülkeyi harap bir şekilde bulan Hüsrev, Gül’ün, Isfahan Şahı tarafından tutsak alındığını öğrenir. Birçok badirenin ardından Ferruh ve Piruz adlarındaki iki yardımcısıyla Isfahan’a varan Hüsrev, kendini Isfahan Şahı’na ünlü bir hekim olarak tanıtır.

Onun ünlü bir hekim olduğuna inanan Isfahan Şahı, ondan, hasta olan Gül’ü tedavi etmesi talebinde bulunur. Gül, kendini ünlü bir hekim olarak tanıtan Hüsrev’i tanır. Oradan bir yolunu bulup Rum’a kaçan Gül ile Hüsrev’in yanlarında Isfahan Şahı’nın Hüsna adındaki kız kardeşi de vardır. Hüsrev’e âşık olan Hüsna, bir desiseyle kaçırttığı Gül’ü Isfahan’a yollar. Bindirildiği gemi batınca kapalı bir sandık içinde bir balıkçı tarafından bulunan Gül, pek çok badireden sonra vardığı Çin Türkistan’ında Hüsrev tarafından bulunup kurtarılır. Birlikte döndükleri Rum’da evlenen Gül ile Hüsrev’in bir erkek çocukları olur. Adını Cihangir koyarlar. Bir zaman sonra bir yılan tarafından sokulan Hüsrev yaşamını yitirir. Onun acısına dayanamayan Gül de birkaç ay sonra Hüsrev’in mezarının başında yaşamını yitirir. Bu acılara dayanamadığı için altı ay sonra hastalanıp yataklara düşen Rum Kayser ülkesinin yönetimini, yanına çağırıp nasihat verdiği Cihangir’e bırakır.

 

SÜHEYL Ü NEVBAHAR

Aşk ateşiyle yanıp tutuşan iki insanın kavuşması için verdikleri savaşımı konu edinen Süheyl ü Nevbahar’ın konusu, özetle şöyledir:

Dört tane eşi olmasına rağmen tahtına varis olabilecek bir oğlu olmayan Yemen hükümdarı Sultan Bahr’ın günün birinde bir oğlu olur. Yeni doğan çocuğa, yüzünün aydınlığından ötürü Süheyl adı verilir. İyi bir eğitim alarak büyüyen Süheyl’in babası Sultan Bahr’ın yüz veziri vardır. Bunlardan biri de baş vezir makamında bulunan Aristotales’dir. Veziri ile görüşen Bahr, topladığı divanda tahtını oğluna bıraktığını söyler.

Günün birinde babasının makamına çıkan Süheyl, ona, avlanmak istediğini söyler. Nasihat vererek ava gitmekten vazgeçmesi gerektiğini belirten babası, ona, hazinelerinin anahtarlarını verir. Babasından hazinelerin anahtarlarını alan Süheyl, hazine odalarını gezerken bunlardan birinin kilitli olduğunun farkına varır. Kendisinden gizlenen bu odanın içinde nelerin bulunduğunu merak eder. O kapalı odanın anahtarını sürekli üzerinde taşıyan babasıyla birlikte hamama gider. Orada bir fırsatını bulup babasının, sürekli üzerinde taşıdığı anahtarı alır. Gizlice hazine odasının bulunduğu yere gider. Kapısını açar. Orada, çevresi gül bahçesi ve duvarlarından sütunlarına değin renklerin her türlüsüyle bezenmiş altın işlemeli bir köşk ve köşkün eyvanında değerli taşlardan yapılma bir taht ve taçlarla karşılaşır. Bütün görkemiyle cennetten bir parçayı anımsatan bu harikulade güzellik karşısında hayran kalan Süheyl, buranın kendisinden gizlenmesine çok üzülür. Orada gezinirken önüne çıkan havuza bakar ve havuzun içinde, aksi suya yansıyan güzel bir kız tasviriyle yüz yüze gelir. Yüz yüze geldiği bu harikulade güzellik karşısında kendinden geçer.

Sürekli üzerinde taşıdığı hazine odasının anahtarlarını olmadığını fark eden babası, hemen saraya koşar. Gizli hazine odasına vardığında oğlunu baygın bir şekilde yerde yattığını görür. Bir süre sonra kendine gelen Süheyl, yaşadıklarını babasına anlatır. Babası, ona telkin ve tavsiyelerde bulunursa da değişen bir şey olmaz. Çünkü kubbeden havuza yansıyan resme âşık olan Süheyl, o günden sonra hiçbir şeyle ilgilenemez duruma gelir. Durumu vezirleriyle görüşen Sultan Bahr, kubbedeki resmi yapan nakkaşın bulunmasını buyurur. Durum Yemen’in tamamına duyurulur ve nakkaş kısa sürede bulunup huzura getirilir. Nakkaş resim, Çin fağfurunun kızı Nevbahar’a aittir, der. Bunu duyan Süheyl, yolculuğa hazırlık için babasından izin ister. Oğlunun böyle uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıkmasına gönlü razı olmayan babası, onu bu kararından vazgeçirmeye çalışırsa da başarılı olamaz. Çaresizlik içinde oğlunun kararına rızalık gösteren Sultan Bahr, nakkaşın da oğluna refakat etmesini, arzusu yerine getirildikten sonra da hemen geri dönülmesini buyurur. Savaşçı ve elit yedi bin asker ve oldukça değerli eşya ve mücevheratla yola çıkarlar. Geçtikleri ülkelerin tamamında büyük ziyafetler veren ve bağışlarda bulunan Süheyl’in ünü, dört bir yana yayılır.

Öte yandan gecenin birinde rüyasında göğsüne konan bir şahinin, kalbini alarak havalandığını, ancak havalandıktan bir süre sonra kalbinin, şahinin pençesinden yere düştüğünü görüp korkuyla uyanan Nevbahar, rüyayı, bir sultanın kendisine âşık olduğunu, ancak kısa sürede ayrılacakları şeklinde yorumlar. Tekrar uykuya dalan Nevbahar, rüyasında bu kez Süheyl’in kendisine âşık olduğunu görür. Ancak adını bilmediği bu civanmert, Nevbahar’a karşı duyduğu aşktan ve bu yüzden çektiği ıstıraptan bahseder. Bunun üzerine sarayın damına çıkan Nevbahar, gelip geçenler arasında rüyasında gördüğü delikanlıyı arar. Dadısı, kendisine sabırlı olması gerektiğini söyler.

Süheyl yönetimindeki kafile, Çin’e girdiğinde nakkaş tarafından önerilen plan dâhilinde hareket eder. Plan gereği gece harekete geçilir ve hisara yakın bir yerde çadırlar kurulup meşaleler yakılır. Bunları gören fağfur, durumu öğrenmesi için vezirini, çadırların kurulup meşalelerin yakıldığı yere gönderir. Onları karşılayan nakkaş, Süheyl’in Irak, Hicaz, Horasan ve Şam’ı yönetiminde bulunduran Yemen sultanının oğlu olduğunu söyleyerek ona övgüler dizer. Kötü bir niyetlerinin bulunmadığını, amaçlarının İskender gibi dünyayı gezip görmek olduğunu söyleyerek efendisinin lütuf ve ihsanlarından söz eder. Oradan memnuniyetle ayrılan vezir, durumu fağfura anlatır. Ertesi gün kent dışına çıkan fağfur, Süheyl’in yanına giderek onunla tanışır. Çok beğendiği Süheyl’in fahri oğlu olmasını isteyen fağfur, arzu etmesi durumunda kentin beğendiği herhangi bir yerinde bir saray yaptırarak kendisini orada ağırlamak istediğini söyler. Buna karşılık ilk davetin kendisi tarafından yapılması önerisinde bulunan Süheyl, fağfuru ve erkânını güzel bir şekilde ağırlar. Akşam saraya dönen fağfur, Süheyl’den övgüyle bahseder. Gördüğü rüya ile babası tarafından anlatılanlar arasında bağ kuran Nevbahar, Süheyl’e âşık olur. Düzenlenen ikinci şölen sırasında aşkı depreşen Süheyl, bayılır. Nakkaş, fağfura, bunun memleket özleminden kaynaklandığını söyleyerek olayı, gizlemeye çalışır. Ancak Nevbahar, yaşananların aşktan kaynaklandığını anlar. Üçüncü şölen teklifi fağfurdan gelir. Ancak nakkaş, başkalarının davetlerine katılmayacaklarına dair yeminlerinin bulunduğunu öne sürerek davete icabet edemeyeceklerini anlatır. Fağfur da, Süheyl’e beğendiği bir yerde kendisine bir saray inşa ettireceğini yinelemesi üzerine Süheyl, Nevbahar’ın sarayına yakın bir yeri beğenerek sarayın buraya inşa edilmesini ister. Süheyl’in isteği üzerine kısa zamanda görkemli bir saray inşa edilir. Bu sarayın önüne de Nevbahar’ın sarayının damında gezinenlerin akislerinin yansıdığı büyük bir havuz yaptırılır. İnşa edilen saraya taşınma işlemi hemen gerçekleştirilir. Nevbahar, sarayının damına her çıkışında yansısı, Süheyl’in sarayındaki havuzun içine düşer. Bu yansımayı gören Süheyl, her defasında bayılarak kendinden geçer. Aynı şekilde periler gibi bir görünüp bir kaybolan Nevbahar da Süheyl’in sesini alır almaz onu görmek için hemen sarayının damına çıkar. Günün birinde Nevbahar’la yüz yüze gelen Süheyl, hemen oracıkta bayılıp yere yığılır. Bunu gören Nevbahar, hemen sarayına döner. Bir zaman sonra kendine gelen Süheyl, eline kopuzu alarak aşkıyla ilgili şiirler söylemeye başlar. Nevbahar aşkını, bir kadın aracılığıyla Süheyl’e bildirir. Süheyl de aynı ulakla Nevbahar’a karşı duyduğu derin aşkı iletir. Nevbahar’ın saçlarının çok uzun olduğu için yürüdüğü zaman iki hizmetçi, arkasından altın bir tepsi ile onun saçlarını tutarlar. Nevbahar, günün birinde bu uzun saçlarını sarayının damından aşağıya sarkıtır. Onları bir kement gibi kullanan Süheyl, bu uzun saçlara tutunarak Nevbahar’ın sarayına çıkar. İki âşık, Nevbahar’ın özel odasında baş başa yer, içer, eğlenirlermiş. Eğlence sona erince de Nevbahar saçlarını, sarayının damından aşağıya sarkıtırmış. Nevbahar’ın uzun saçlarına tutunarak aşağıya inen Süheyl, oradan sarayına geçermiş. Buluşmalar, bu şekilde birbirini izleyerek devam eder. Zaman ilerledikçe akşamı beklemek, âşıklara zor gelmeye başlar. Bunun üzerine nakkaş tarafından öne sürülen plan devreye sokulur. Bu plan gereği âşıklar, beş-altı ay süreyle iki saray arasında kazılan bir tünel vasıtasıyla gece gündüz bir araya gelip gizli gizli buluşurlarmış.

Süheyl, gecenin birinde bir muhabbet esnasında anne ve babasını çok özlediği için ülkesine geri dönmek istediğini söyler. Ama bunun için fağfurdan izin alınması gerekir. İzin alması için nakkaşı, fağfurun yanına gönderir. Buna izin vermeyen fağfur, bir şölen düzenler.  Nakkaş, gece yarısı eşyalarını toplayıp adamlarıyla birlikte yola çıkar. Fağfur ile iki oğlunun sarhoşluğundan yararlanan Süheyl de, yanına aldığı iki atla kent dışına çıkar. Orada Nevbahar’ı beklemeye başlar. Uzaktan, Süheyl’in iki atla birlikte beklediğini gören Çin’in Zengi Salun adındaki ünlü eşkıyası, Süheyl’i öldürmeye kıyamadığı için onu bayıltır ve iki atına el koyar. Nevbahar, tam bu sırada çıkagelir. Gecenin karanlığında farkında olmadan Süheyl sandığı Zengi Salun ile kaçmaya başlayan Nevbahar, gün ağarınca kendisiyle kaçtığı kişinin Süheyl olmadığını fark eder. Hemen ilk fırsattan yararlanarak kaçan Nevbahar, Salur’dan kurtulmayı başarır. Bir zaman sonra kendine gelen Süheyl, Nevbahar’ı yanında göremeyince üzüntüsünden dağlara düşer.

Sarhoşluğun etkisi geçtikten sonra kendine gelen fağfur, kızının Süheyl ile kaçtığını öğrenir. Onları yakalamak üzere iki oğluyla birlikte yollara düşerler. Fağfurun komutasındaki on bin seçkin savaşçı askeriyle nakkaşın komutasındaki Yemen askeri karşı karşıya gelirler. Yemenliler, başlangıçta galip gelir. Ancak bu konuda daha deneyimli olan fağfur, durumu kendi lehine çevirmeyi başarır. Olayın aslını öğrenen fağfur, Yemenlileri affeder ve onlara çeşitli ihsanlarda bulunur. Nakkaş, yanına aldığı birkaç kişiyle Süheyl’i aramaya giderken geri kalanlar da Yemen’e geri dönmek üzere yola çıkarlar.

Aç, susuz ve bitap bir halde nereye gittiğini bilmeden dolaşırken bir deniz kıyısına ulaşan Nevbahar, uzaktan bir geminin geldiğini fark eder. Kıyıya yaklaşınca onlardan yardım ister. Nevbahar’ı silahıyla birlikte gören tayfanın biri, durumu hemen tüccar Cehud’a haber verir.  Cehud’un karşısına çıkarılan Nevbahar, fağfurun kızı olduğunu, babasının öfkesinden kaçtığını söyler. Hemen gemiye alınır ve özel bir odaya yerleştirilir. Gemiyle bir aylık yolculuk sonucunda Kuşta Adası’na varırlar. Burada hükümdar Talis’in Kitas adındaki oğlu, gemide peçesi açılmış halde bulunan Nevbahar’ı görür ve ona âşık olur. Durumu öğrenen tüccar Cehud, Nevbahar’ı büyük bir paraya satmak ister. Ancak ona daha fazlasını vereceğini söyleyerek onu kandıran Nevbahar, gece olunca Cehud ile birlikte gizlice denize açılırlar. Karaya yaklaştıkları zaman yıkanmak istediğini söyleyen Nevbahar, bir fırsattan yararlanarak oradan kaçar.

Pek çok macera ve meşakkatin sonrasında Tufan kentine yaklaşan Nevbahar, kentten kalabalık bir grubun kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu görür. Yüzünün kapalı olmasından ötürü erkek ve sultanoğlu sandıkları Nevbahar’ı alıp tazim ile kente götüren halk, onu, ölen efendilerinin yerine sultan ilan ederler. Kız olduğunu gizleyerek ülkeyi adaletle yöneten Nevbahar, bulduğu usta bir nakkaşa sırrını açıklar. Kentin dört kapısına inşa ettirerek üzerine kendi resmini nakşettirdiği üstü kubbeli dört sebilhaneyi gözetleyen gözcüler, yerleştirir. Kubbelere nakşedilen bu resimleri görüp meraklıca inceleyenlerin yakalanarak kendisine getirilmesini emreder.

Bu arada Nevbahar’ın kaçtığını anlayan tüccar Cehud, onu bulmak umuduyla yollara düşer. Meşakkatlerle dolu dolu geçen bir yolculuğun sonrasında Tufan kentine ulaşır ve sebilhaneye uğrar. Kubbede Nevbahar’ın resmini görünce kendinden geçer. Gözcüler, kendine gelen Cehud’u bağlayarak Nevbahar’a götürürler. Ancak Cehud’u azarlayan Nevbahar, yediği ekmeğinin hatırına onu, bir odaya kapattırıp gereksinimlerinin giderilmesi için gerekenin yapılmasını emreder.

Gel gelelim Süheyl’e. Uyandığında Nevbahar’ı yanında göremeyen Süheyl, yollara düşer. Ancak Nevbahar’ı nerede arayacağını bilmez bir haldedir. Şaşkın şaşkın yürüdüğü büyük bir sahranın ortasında ulu bir kale ile karşılaşır. Yaklaştığı kale kapısını çalmasına rağmen içerden bir ses çıkmaz. Tam da bu sırada yiğit, cömert ve gönül ehli olan Calus isimli kale komutanı çıkagelir. Süheyl’i içeri alır. Yedirir, içirir. Sonra da çeşitli sorular sorarak onun kim olduğunu, neler yaşadığını öğrenir. Nevbahar’ı bulmak için elinden geleni yapacağına dair Süheyl’e söz verir. Kendi yaşamı hakkında Süheyl’e bilgi veren Calus, ‘Fağfuru tanıyorum. Ben henüz küçüktüm. O, babamın elinden ülkemizi aldı. Bu olaya daha fazla dayanamayan babam, bir süre sonra öldü. Aradan yıllar geçti ve ben, büyüdüm. Fağfurla savaşarak ülkemizin bir bölümünü geri aldım.’ der. Sonra zaman geçirmeden Nevbahar’ın Çin’de olup olmadığını öğrenmek için hızlı koşan zenci bir yiğidi, Çin’e gönderir. Kısa zaman içinde uzun yol kat ederek Çin’e ulaşan zenci yiğit, durum hakkında cadının birinden bilgi alır ve hemen geri döner. Süheyl, nakkaşın başından geçenleri öğrenince çok üzülür.

Bu sırada iki yüz yük ile bir miktar süvarinin Kirman yolunda ilerledikleri haberi kendilerine ulaşır. Kale komutanı Calus ile Süheyl, silahlarını kuşanarak onların üzerine yürür. Çinli gezginlerin meydana getirdiği bu grup, üstün yetenekli savaşçılardan oluşmaktadır. Kurdukları pusu sonucunda, olağanüstü çaba göstermesine rağmen on yerinden yara alan Süheyl’i tutsak alırlar. Karşı tarafın üstünlüğü karşısında taraftarlarının durumlarının iyiye gitmediğini gören Calus, geri çekilir. Tutsak düşen Süheyl, Şah-ı Haveran’ın huzuruna çıkarılır. Kendisine Süheyl’in kahramanlıklarından söz edilir. Süheyl’in, harami olmadığına kanaat getiren şah,  Süheyl’in macerasını öğrenince çok duygulanır. Önce Süheyl’in yaralarını tedavi ettirir. Sonra Nevbahar ile nakkaşı bulmak için dört bir yana adam gönderir.

Bir gün Süheyl’i de yanına alan Şah-ı Haveran, gezinmek amacıyla kıyıya varırlar. Kıyıya vardıklarında iskeleye yanaşan bir geminin demir attığını görürler. Süheyl’in, gemiden inenler arasında gördüğü tüccar kılıklı nakkaş, Şah-ı Haveran tarafından sorguya çekilir. Bir zaman sonra Şah-ı Haveran’dan izin alarak oradan ayrılan Süheyl ile nakkaş, yollarının geçtiği yerlerde Tufan şahının ününü duyarlar. Bu kişinin, Nevbahar olabileceğini düşünen Süheyl ile nakkaş Tufan’a varırlar. Orada, Nevbahar’ın resminin sebilhanedeki kubbenin üzerine nakş edildiğini görürler. Nevbahar’ın resmini gören Süheyl, derinden bir ah çeker. Onun, derinden bir ah çektiğini gören gözcüler, onu derdest edip şahın huzuruna götürürler. Kendini gizlemeye devam eden Nevbahar, nakkaşı sorguya çeker. Yaşadıkları maceraları öğrenir. Süheyl’in yaralandığına çok üzülür. Halkını, sahrada kurdurttuğu otağda toplar. Protokol yerini alınca Nevbahar, tutsak aldığı Zengi Salun ile Kitas’ı konuşturur. Süheyl de macerada adı geçen kişinin kendisi olduğunu söyler. Bunun üzerine Nevbahar, halkına, Süheyl’i şah olarak seçmeleri önerisinde bulunur. Nevbahar’ın önerdiği Süheyl’i kendilerine şah olarak seçen halk, Zengi Salun’u idam ederken, Cehud’a iki yüz değnek attırıp bin altın vererek azad ederler. Kitas’a da armağanlar vererek babasının ülkesine gönderirler.

Süheyl ile Nevbahar için kırk gün kırk gecelik bir düğün yapılır. Bir mektup yazdığı Çin fağfurundan af dileyen Süheyl, Calus’a da yazdığı bir mektupla durumunu bildirir. Süheyl’in yazdığı mektubun vezir aracılığıyla ulaştırıldığı fağfur, kızının çeyizini, iki oğluyla birlikte Tufan’a yollar. Süheyl’in kendisine mektup yazarak durumu hakkında bilgi verdiği Calus’tan da pek çok armağan gelir. Annesine ve babasına yazdığı mektupla durumundan söz eden Süheyl, onlara hasretini de dile getirir.

Evliliklerinin üzerinden bir yıl geçmeyen genç âşıkların, bir erkek çocukları olur. Adını Hümam koyarlar. Hümam,  on beşine geldiğinde kemal ve maharet sahibi bir delikanlı olur. Bu arada elçiler aracılığıyla babasından Süheyl’e sitem dolu bir mektup gelir. Tahtlarını oğulları Hümam’a bırakan Süheyl ile Nevbahar, Yemen’e gider. Gelmelerine çok sevinen Süheyl’in ailesi, Nevbahar’ı da çok beğenir. Süheyl, toplanan mecliste başından geçenleri bir bir anlatır. Babasının emriyle Süheyl tarafından anlatılanlar, kitap haline getirilir. Pek çok armağan, birkaç kent ve kale verilen nakkaş da vezir olarak atanır.

Aradan uzun yıllar geçmiştir. Hastalandığı için biricik oğlu Süheyl’i yanına çağırarak ona nasihatler eden Yemen sultanı Bahr, toplattığı divanda oğlunu yerine sultan olarak atadığını söyledikten bir zaman sonra vefat eder. Sultanın ölümü üzerine kırk gün karalar giyinip yas tutulur. Tahta oturup ülkesini adilane bir şekilde yöneten Süheyl, üç yıl halkından vergi almazken ülkesini abad, halkını mutlu eder.   

 

Mehmet KORKMAZ

   Emekli Eğitimci



 
Bugün 16 ziyaretçi (20 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol