ÇAĞ ATLAYAN ÜLKENİN UYUYAN ADAMI



ÇAĞ ATLAYAN ÜLKENİN UYUYAN ADAMI

40–50 haneden oluşan küçücük bir Anadolu köyü idi Karcılar. Kocaman bir vadinin ta dibinde yer alıyordu. Tam orta yerinde ninni söylercesine gece-gündüz demeden şarıl şarıl akan bir dere geçiyordu, tamamı iki katlı ve kerpiçten örülme sıra sıra evlerden oluşan Karcılar Köyü’nün.

Engebeli arazisinin eğiminden ötürü farklı gibiymiş görünen yüksekliklerini ve çamur sıvalı duvarlarının rengârenk boyalarını saymazsak tamamı tek mimarın elinden çıkmış gibiydi Karcılar Köyü’nün evleri. Bu şirin Anadolu köyü, doruklarında püfür püfür esen çam kokulu rüzgârların, temmuz güneşinin kara sıcağında bile insanı tir tir titreten buz gibi havanın egemen olduğu Binboğaların eteğinde yer alıyordu.

Karcıların, büyüleyici doğanın içinde yer alan rengârenk boyalı evlerinin birinde, köylünün Değirmenci Halil Dayısı oturuyordu. Öteki köylüleri gibi oturduğu iki katlı evini kendi el emeği ve alın teriyle yaptırmıştı, Halil Dayı. Onun alın teri vardı, evinin duvarlarını ördüğü kerpiçlerin her zerresinde. Dağdan nasırlı elleriyle kesmiş, sırtıyla taşımıştı evinin inşaatında, çatısında kullandığı ağaçların tamamını.

Komşuları gibi, duvarları kerpiçten örülme, iki katlı, kiremit çatılı, duvarları çamur sıvalı, rengârenk boyalı evinin birinci katını, beslediği bir doru at, iki inek, 25–30 koyun, 35–40 kadar keçi için ahır olarak kullanan Değirmenci Halil Dayı, bu güzel evinin ikinci katında da kendisi otururdu, eşi Gülsüm Teyze’yle birlikte.

Biri erkek, ikisi kız olmak üzere üç çocuk büyütmüşlerdi, bu muhteşem manzaralı evinde. Ama onlar ayrı ayrı evlerde oturuyorlardı artık. Çünkü hepsi evlenip çoluk-çocuğa karışmıştı. Yani Değirmenci Halil Dayı ile eşi Gülsüm Teyze yalnızca çocuk sahibi değil, aynı zamanda torun sahibi de olmuşlardı. Hatta torunlarının en büyüğü bile evlenip çoluk-çocuğa karışmıştı. Onlar artık çocuklarıyla değil, torunlarıyla geçiriyorlardı zamanlarını.

Doruklarında beyaz örtünün egemen olduğu; yaylalarında meleşen koyun-kuzu sesleriyle enva çeşit kuş sesinin birbirine karıştığı; kekik, yavşan, mor menevşe, lale ve sümbül kokulu rüzgârların esiştiği Binboğaların eteğinde bulunan büyük bir vadinin ta dibinde kurulan 40–50 haneli Karcılar Köyü’nü tam ortadan ikiye ayırarak ninni söylercesine gece-gündüz durmaksızın şarıl şarıl akıp giden küçücük derenin alt başında bir de su değirmeni yaptırmıştı, Halil Dayı. Hem kendilerine bir geçim kaynağı, hem de köylüsüne hizmet olsun, diye.

Ömrünün büyük bölümü, kendine geçim kaynağı, komşularına hizmet olsun diye kurduğu su değirmeni ile iki katlı evinin arasında mekik dokumakla geçmişti, Halil Dayı’nın.

Tek işi değirmencilik değildi, Halil Dayı’nın. Değirmenciliğin yanı sıra hem hayvancılık yapar, hem de çiftçilikle uğraşırdı.

Bu güzel coğrafyanın kırsal kesiminde oturan her emekçi Anadolu köylüsü gibi Değirmenci Halil Dayı da çok uzun süre devam eden ve zorlu geçen kış mevsimini daha rahat geçirsin diye yazları canını dişine takmak zorundadır. Bu zorunluluk nedeniyle yaz gelince dur-durak bilmez, canını dişine takan Halil Dayı. Durup dinlenmeden çalışır da çalışır. Koca bir yaz boyunca hem kendisi ile karısı Gülsüm Teyze’nin, hem de iki katlı, çatılı, kerpiç duvarlı, çamur sıvalı evlerinin birinci katındaki ahırında beslediği hayvanlarının kışlık yiyeceklerini temin etmek amacıyla, kimi zaman öküzleriyle tarlasında çift sürerek, kimi zaman karısı Gülsüm Teyze ile birlikte tarlasındaki ekinleri orakla biçerek, kimi zaman harmanda dövene koştuğu iki öküzünün arkasından koşturarak, kimi zaman tırpanla ot biçerek, kimi zaman yazı, yabanda hayvanlarının arkasından koşturarak, kimi zaman da değirmen yolunda koşturarak geçirir ömrünü.

Kolay değil bir kişinin ömrünün tamamını bu hengâmelerle geçirmesi. Hele hele yaşı bir hayli ilerleyen Halil Dayı için daha da zor olur bunların tamamını yerine getirmek. Çünkü sözü edilen bütün bu işlerin zamanında ve eksiksiz olarak yerine getirilebilmesi için sabahın alaca karanlığında evinden ayrılmak zorunda kalan Halil Dayı, ancak gün batıp içerde yanan titrek alevli gaz lambasının loş ışığı dışarının aydınlığına egemen olduğunda dönebiliyordu evine.

Kış geldiğinde çatılı, kerpiçten örülme, çamur sıvalı, iki katlı evinin birinci katındaki ahırının küçücük pencerelerinin seviyesini geçerek onları kapatan karlar sırtını kaldırmazdı yerden, nisan ayı sonlarına, hatta mayıs ortalarına değin.

Köyün dışarıya açılan yollarını kapatırdı, uzun ve zorlu geçen kış mevsimi boyunca yağan karlar. Anadolu’nun birçok köyünde olduğu üzere Karcılarda yaşamalarını idame ettirmek zorunda olan insanların da kesilirdi, dış dünyayla mevcut olan kısıtlı iletişimi. Çünkü kış mevsiminde kerpiçten örülü, çamur sıvalı, çatılı, iki katlı evlerinin küçücük pencere camlarını, ince-uzun ıslık sesleri çıkararak zangır zangır titreten rüzgârlar, günlerce devam eden karlar, geçit vermeyen tipiler, can alan dondurucu soğuklar yüzünden değil köyden dışarı çıkmak, evden dışarı çıkmak bile olası değildi. Karakışın böyle yoğun geçtiği zamanlarda köylülerin yardımına koşan tek şey, koca köyde sayıları üçü-beşi geçmeyen üç dalgalı, çantalı, bataryalı ya da pilli radyolardı. Bu radyoların olduğu evlere doluşan köylüler, bu radyolardan her gün saat 07.30’da sabah; saat 13.00’de öğlen; saat 19.00’da akşam ve saat 23.00’te gece ajanslarını dinleyerek haberdar olmaya çalışırlardı, dünyadaki ve ülkedeki gelişmelerden. O da sürekli olmazdı tabi. Kimi zaman ahırda besledikleri hayvanların bakımları, beslenmeleri ve temizlikleriyle ilgilendiklerinden ajans saatlerini kaçırdıkları için günlerce ajans dinleyemedikleri, bu nedenle dünyadan bihaber kaldıkları da olurdu.

Böyle güç koşullar altında geçen ve en az beş-altı ay kadar devam eden kış mevsiminde köydeki öteki komşuları gibi Halil Dayı da koca bir kışı, yaz boyunca çalışıp didinerek depoladığı yiyeceklerle geçirmeye çalışırdı. Daha doğrusu geçirmek zorundaydı. Halil Dayı da zorlu geçen kış günlerinde zamanının büyük bir bölümünü iki katlı, kerpiçten örülme evinin birinci katında beslediği hayvanların temizliğini yapmak, günde üç kez yem verip sulamakla geçirirdi, tıpkı öteki komşuları gibi. Günün geri kalan zamanlarını da çoğu kez herhangi bir köylünün evinde bir araya gelip iskambil, dama ve seyirlik oyunlar oynayarak; yaz mevsiminde yaptıkları kavun, karpuz, bağ-bahçe hırsızlıklarını, üzerinden uzun zaman geçen gizli sırlarını deşifre edip kahkahalarla gülerek geçirirler. Bu anlamda en coşkulu ve en neşeli günleri, kış günleridir, köylünün.

Yaz ayları boyunca gece-gündüz demeden, durup dinlenmeden çalışıp çabalayan her Anadolu köylüsü gibi Karcılar insanı da güzün işlerini bitirdikten ve elde ettiği ürününün, koyununun, kuzusunun, keçisinin, yağının fazlasını satıp paraya dönüştürdükten sonra tutardı kentin, kasabanın yolunu. İlk zamanlar atlarına ya da eşeklerine, son zamanlarda da traktörlere, hatta şehre günlük yolcu taşıyan dolmuşlara binerek varırlardı kasabaya. Kendisine, karısına ve çocuklarına gerekli giyeceklerin yanı sıra çay, şeker, sabun, gazyağı, kuru üzüm, incir, dut ve kısaca uzunca bir kışı geçirebilecek kadar gerekli olan tüm gıda ve temizlik maddelerini aldıktan sonra köyüne dönerek kışı beklemeye başlar.

Hazan yarılanmıştı. Kavaklar, meyve ağaçları ve koca çınarlar dökmüşlerdi, yapraklarını. Havalar iyice bozulmuş, soğuklar iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı kendini. Ağaç dallarında altın sarısına dönüşen zümrüt yeşili yapraklar, hafiften esmeye başlayan rüzgârlarla birlikte toprak anayla kucaklaşmak üzere dökülüyorlardı dallarından birer, ikişer. Yani anlayacağınız eli kulağındaydı artık kara kışın. Ha geldi, ha gelecek…

Öteki komşuları gibi Halil Dayı da artık sona eren meşakkatli bir yaz mevsiminin ardından hem çiftçilikten, hem de hayvancılıktan elde etmiş olduğu ürünlerinin fazlasını satarak paraya dönüştürmüştü.

Kışlık ihtiyaçlarını karşılamak için kasabaya gitmenin zamanı da gelmişti artık. Kış bastırmadan, yollar tipiden, kardan kapanmadan kasabaya varıp ihtiyaçlarını temin etmesi gerekiyordu, Halil Dayı’nın. Karısı Gülsüm Teyze ile akşamdan haber gönderir köyün dolmuşçusu Sarı İsmail’e:

-Yarın sabah kasabaya giderken beni almayı unutmasın, diye.

Ertesi günün erinden kalkan karısı Gülsüm Teyze’nin pişirdiği kendi öz malı mercimek çorbasını kaşıklayan Halil Dayı, karısı Gülsüm Teyze tarafından hazırlanan azığı ve bir yıl boyunca titrek alevli loş ışığıyla evini aydınlatacak olan gaz lambası için gerekli olan gazyağını doldurmak üzere büyükçe boş bidonu da yanına alarak varır, kasabaya gitmeye hazırlanan dolmuşun yanına. Oturur dolmuşun ön koltuğuna, elindeki boş gazyağı bidonuyla birlikte. Bir süre sonra akşamdan kendisine haber gönderen öteki yolcuların da gelmesi üzerine direksiyona geçen Sarı İsmail, açar kontağı, çalıştırır dolmuşu. Koyulur kasabanın tozlu yoluna. Basar gaza, başlar kasabaya doğru yol almaya.

Bir süre sonra ardından dereler, tepeler, köyler bırakan Sarı İsmail yönetimindeki dolmuş varır kasabaya. Karcılardan hareket eden dolmuş, kasabaya vardığında kasaba evlerinin bacalarından tüten soba dumanlarının, semalarında kocaman bir bulut katmanı oluşturduğu kasabanın esnafı, henüz yeni yeni açmaya başlamıştı, iş yerlerini.

Karcılar’dan kasabaya varan tüm yolcular gibi Halil Dayı da iner, dolmuştan. Etrafı bir kolaçan ettikten sonra başlar gereksinimlerini almaya. O dükkân senin, bu dükkân benim derken neredeyse küçük kasabada bulunan dükkânların tamamını dolaşır durur. Sıkı bir pazarlık sonunda hem kendisi, hem karısı Gülsüm Teyze, hem de torunları için gerekli olan giysilerin yanı sıra gıda ve temizlik maddeleri gibi gereksinimlerinin de tamamını alır. Sonra başlar, dolmuşun yanına birer birer taşımaya. Şoför Sarı İsmail ile birlikte özenle yerleştirir dolmuşun bagajına, aldıklarını.

Vakit çoktan öğleni geçmişti, aldıklarını dolmuşun bagajına yerleştirdiğinde. İyiden iyiye acıkmıştı karnı. Bir an önce bir şeyler atıştırması gerekir, bir sigara tüttürmesi için.

Karnını doyurmak için lokantaya değil, hemen yakında bulunan kahvehanelerden birine gider. Oturur dip köşede bulunan masalardan birine. Eliyle işaret ederek çağırır garsonu yanına. Hemen masasına koşan garson:

-Buyur amca, ne içersin? diye sorar.

Halil Dayı:

-Bana bir çay getir evlat, bardağı büyük olsun, der.

-Baş üstüne amca, hemen getiriyorum, der garson.

Masadan ayrılan garson ısmarlanan çayı almak üzere ocağa doğru ilerlerken, Halil Dayı, karısı Gülsüm Teyze’nin hazırlayıp kendisine verdiği azığı çıkarır belinden, koyar masanın üstüne. Garsonun kendisine getirdiği duble çayla azığını yiyip karnını doyurduktan sora çıkarır, tütün tabakasını cebinden. Sarar kaçak tütünden bir sigara. Sonra ısmarladığı demli ve az şekerli keyif çayı ile birlikte tüttürür sigarasını. Ardından bir daha, bir daha derken içer art arda üç sigara, üç bardak da keyif çayı.

Kalkar, oturduğu dip masadan. Varır ocağa, garsonun yanına. Çıkarır ceketinin koyun cebinden, karısı Gülsüm Teyze’nin kendi elleriyle diktiği bezden para kesesini. Çözer düğümünü kesenin. Keseden çıkarıp verir içtiği çayların parasını. Garsondan aldığı para üstünü içine koyduğu para kesesinin ağzını tekrar düğümledikten sonra koyar, keseyi ceketinin koyun cebine. Sonra çıkar kahvehaneden. Bir daha sardığı sigarasını tüttüre tüttüre, varır dolmuşun yanına.

Dolmuşun yanına vardığında ikindi ezanı okunmaya başlar. Bu, köye doğru yol alma zamanının geldiğini gösteriyordu. Karcılardan gelen yolcuların tamamı alış-verişlerini yapmış, kasabadaki işlerini bitirip dolmuşun yanına gelmiş sohbet ediyorlardı. “Eh! Yolcuların tamamı burada olduğuna göre yavaş yavaş yola çıkmanın zamanı gelmiştir artık” diye düşünen şoför Sarı İsmail, açar aracının kapısını, geçer direksiyona. Açar kontağı, çalıştırır arabasını. Arabanın çalıştığını gören yolcular, binerler dolmuşa birer, birer. Yola koyulan Sarı İsmail, kasaba çıkışında bulunan benzinliğe varınca sürer aracını, yakıt alacağı pompanın önüne. İner, aracının direksiyonundan aşağı. Şoförle birlikte dolmuşun ön koltuğunda oturan Halil Dayı da elindeki boş bidonla iner arabadan. Varır, gazyağı satan pompanın olduğu bölüme. Doldurtur elindeki boş bidonu gazyağıyla. Sonra pompa görevlisine dönerek:

-Borcumuz gaç para evlat? diye sorar.

Genç pompa görevlisi:

-Yüz elli bin lira, der.

Genç pompa görevlisinin bu yanıtı karşısında aniden yüz ifadesi değişen, gözleri fal taşı gibi açılan Halil Dayı:

-Gaç para, gaç para? der.

Genç pompa görevlisi:

-Yüz elli bin dayı, yüz elli bin, der.

Halil Dayı:

-Çıldırdın mı oğul sen? der.

Genç pompa görevlisi:

-Ben değil ama sen çıldırdın galiba… der.

-Çıldırırım tabi, bu para goley mi gazanılıyor?

-Neden?  

-Nedeni var mı oğul? Ben aynı bidonu bıldır (geçen yıl) deel evveli sene bu zamanlar yetmiş kâğıda doldurduydum, der Halil Dayı.

Genç pompa görevlisi:

-Senin o dediğin iki yıl önceydi dayı, der.

-Aradan ne geçti ki oğul?

-Çok şey geçti dayı, çok şey. Ayda üç defa zam geliyor, haberin yok mu senin? Hiç haber dinlemiyor musun?...

Onlara kulak misafiri olan bir başka müşteri:

-Baksana kardeşim, dayım iki sene öncesinden bahsediyor. İki senede bir şehere gelen adamın ne haberi olacak ayda üç defa gelen zamdan? der.    

Halil Dayı:

-N’olmuş yani iki senede bi geliyorsam? der.

Genç pompa görevlisi:

-N’olmuşu var mı dayı? Ne çabuk unuttun babamızın meşhur sözünü? der.

Halil Dayı:

-Kimmiş o meşhur babanız? Neymiş o meşhur sözü? diyerek çıkışır genç pompa görevlisine.

Genç pompa görevlisi:

-Nasıl tanımazsın dayı:“Dün dündür, bugün bugündür” diyen Demirel Baba’mızı? diye sorar.

Halil Dayı kızgın bir ifadeyle:

-O nerden benim babam oluyormuş? Olsa olsa senın kimilerinin babası olur, der.

Genç pompa görevlisi:

-Dayı o yalnız benim değil, bütün Türkiye’nin babasıdır, der.

Sinirlendiği her halinden belli olan Halil Dayı:

-Hadi canım sende! Gendi evinin babası olamayan bi adam, nasıl olur da goca Türkiye’nin babası oluyormuş? der.

Genç pompa görevlisi:

-Dayı, vallahi orasını ben bilemem, der.

-Ne deyi bilmediğin şeyi gonuşuyorsun?

-Ben nerden bileyim dayı? Herkesin söylediğini söylüyorum. Sen bunlardan habersiz isen ben ne yapıyım, suç benim mi yani? diyen genç pompa görevlisi soruyla yanıt verir Halil Dayı’nın sorusuna.

Halil Dayı:

-Yoksam sen o bacak gadder boyunnan dalga mı geçiyorsun benim inan? diyerek azarlar genç pompa görevlisini.

Genç pompa görevlisi:

-Estağfurullah dayı, o ne biçim söz öyle? Babam yaşında adamsın. Ben ne deyi dalga geçiyim seninle? diyerek sinirlenen Halil Dayı’nın gönlünü alır.

Halil Dayı:

-Ne bilem yani… der.

Genç pompa görevlisi:

-Olur mu öyle şey dayı? Sana saygım var benim, diyerek öper Halil Dayı’nın elini.

-Sağ ol evlat. Allah bağışlasın seni, der Halil Dayı.

Tam bu sırada uzaktan kendi çalışanı ile yaşlı köylü arasındaki hararetli konuşmalara, heyecanlı el-kol hareketlerine tanık olan mal sahibi, konuyu yakından öğrenmek üzere yanına vardığı Halil Dayı’ya:

-Ne o dayıcığım bir sorun mu var aranızda? diye sorar.

Halil Dayı:

-He ya begim… der.

-Nedir mesele? Anlatın ben de bileyim bari diye sorar patron.

Parmağıyla az önce tartıştığı genç pompa görevlisini gösteren Halil Dayı:

-Senın şu adamın var ya begim? der.

-Eee… N’olmuş adamıma benim? Bir şey mi söyledi sana yoksa? diye sorar mal sahibi.

-Yooo… Bir şey dediği yok emme?

-Amması neymiş?

-Sadece paraya annaşamıyoruz…

-Ne parası dayı?

-Şu bidondaki gaz yağı için yüz elli kâğıt istiyo benden.

Mal sahibi:

-Ne ise odur dayı. Bunların senden fazla para alması mümkün değil, şüphen olmasın sakın, der.

-Emme begim ben bu bidonu bıldır deel evveli sene bu zamanlar yine sizin burada yetmiş kâğıda doldurduydum.

Halil Dayı’nın bu sözlerinden onun iki yıldan beri kasabaya uğramadığı ve ayda üç kez gelen zamdan bihaber olduğunu anlayan mal sahibi, tüm çalışanlarını çağırır yanına. Koyar elini Halil Dayı’nın omzuna. Sonra da çalışanlarına:

-Çocuklar! Bu dayıya bakın. Onu iyi tanıyın. Bundan sonra buraya ne zaman gazyağı almaya gelirse gelsin, dayımın bu bidonunu dolduracak ve her defasında kendisinden sadece yetmiş kâğıt alacaksınız. Bir kuruş fazla alanın canını yakarım, der.

Halil Dayı:

-Sağ ol begim. Allah ırazı olsun senden, diyerek memnuniyetini dile getirir.

Sonra yetmiş kâğıdı mal sahibine verir ve eline aldığı gazyağı dolusu bidonuyla varır dolmuşun yanına. Biner, gazyağı bidonunu arka bagajına yerleştirdiği dolmuşun ön koltuğuna, kapatır kapıyı. Köye doğru yol almaya başlayan dolmuş giderek uzaklaşıp kaybolur gözden.

Halil Dayı yanlarından ayrıldıktan sonra mal sahibi, Halil Dayı ile tartışan çalışanına:

-Yavrum sen boşuna çeneni yoruyorsun. Baksana adama ne iki yıldan beri kasabaya uğramış, ne de ayda üç kez gelen zamlardan haberi var. Kış gelmeden uykuya yatmış. Sen adamı uyandırmaya, rahatsız etmeye çalışıyorsun. Bırak uyusun adam, der.

Genç pompa görevlisi:

-Ama patron, bizim devlet büyüklerimiz hep durmadan:“Türkiye çağ atladı” deyip övünmüyorlar mı? Böyle uyuyan adamlarla hiç çağ atlanır mı? der.

Mal sahibi, genç çalışanına:

-Olur, oğlum olur. Burası Türkiye her şey olur, der.


1970'li YILLARDA YAŞANMIŞ BİR OLAY.


MEHMET KORKMAZ

EMEKLİ EĞİTİMCİ





             
 
Bugün 77 ziyaretçi (93 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol