ELEKTRİK
ELEKTRİK

—Dersimli Bir Muallimin Anıları”ndan-
Kastamonu’ya sürüldüğümün dördüncü yılıydı. Araç ilçesine bağlı Recepbey (köylüler Ercepbey derlerdi) Köyü’nde çalışıyorum. Perşembe günleri çalıştığım köyün bağlı bulunduğu İğdir nahiyesinin pazarıydı. Aynı zamanda benim de görüş günlerimdi, perşembeler. Muhtar Mıstık ve öteki köylüler, perşembeleri pazar dönüşü, ayrı yaşamak zorunda bırakıldığım çocuklarımdan ve yakınlarımdan gelen mektupları getirirlerdi bana. O gün çocuklarımdan ve yakınlarımdan gelen mektupları okuyarak teselli buluyordum. Mektuplarını okurken onlarla görüşmüş gibi hissederdim kendimi. Onun için perşembeler, bir anlamda görüş günlerimdi benim. Daha doğrusu ben olayı öyle kabul ediyordum.
Perşembeleri geldi mi kimse kalmazdı köyde. Köylünün hemen tamamına yakını pazarda alırdı soluğu. Kimi ibisini (hindi), kimi yumurtasını, kimi meyvesini, kimi sebzesini alırdı yanına, tutardı pazarın yolunu. Traktörlere, ciplere binip gidenler de olurdu, traktöre, cipe para vermesinler diye atına, eşeğine binerek gidenler de ...
Ülkemizin genelinde, özellikle de Karadeniz bölgesinde olduğu üzere burada da işin ağırlığı kadınların omuzlarındaydı yine. Pazara elettiği (götürdüğü) ürünleri satıp onlardan kazandığı paralarla pazardan gereksinimi olan şeyleri alan köylü kadınlar akşama yorgun argın dönerlerdi evlerine.
—Erkekler gitmezler miydi pazara?
Gitmez olurlar mı hiç. Giderlerdi gitmesine ama kadınlara bir faydası olmazdı onların. Onlarınki dostlar alış-verişte görsün misali… Keyif için giderlerdi pazara. Kendi köylüleri Çakır’ın pazar yerindeki kahvehanesinde pişpirik oynayıp çayını içtikten ve videodan müstehcen filmler izledikten sonra yine kendi köylüleri olan Hasibe Teyze’nin oğlu Mehmet’in lokantasında yemeğini yiyip karnını doyururlardı. Sonra çıkarlardı pazar yerine. Gezinip dururlardı orada. Piyasadan haberdar olmak adına dikizlemeye başlarlardı, güzel kadınları, kızları. Bu yaptıklarını da bir araya geldikleri zaman anlatırlardı birer birer. Öyle ballandıra ballandıra anlatırlardı ki ağızlarının suyu akardı adeta.
Yine günlerden perşembeydi. Pazarıydı köyün bağlı bulunduğu İğdir kabasının. Her Perşembe olduğu üzere o Perşembe de ben, öğrencilerim ve bir-iki yaşlı hariç köylünün hemen hepsi ya ırahmatlık Kara Cemel (Cemal)’in oğlu Kara Hasan’ın kırmızı renkli Massei Fergison marka traktörüne, ya ırahmatlık Tomac’ın oğlu Hop Hop Bahri’nin Ford marka mavi traktörüne, ya ırahmatlık Kara Eziz (Aziz)’in oğlu Eli (Ali)’nin sarı turuncu renkli traktörüne, ya Kara Bayram’ın arazili cipine, ya da Muhtar Mıstık’ın kardeşi Sarı İsmail’in arazili cipine binerek gitmişlerdi, pazara. Tabi bu araçları tercih etmeyip atına, eşeğine binerek pazara gidenler de yok değildi.
O gün erkenden döndüler pazardan. Anlaşılan erken bitirmişlerdi işlerini. Köyün muhtarı Mıstık (Mustafa Bekoğlu) okula geldiğinde vakit ikindiydi. Her Perşembe olduğu üzere siparişlerimi ve mektuplarımı getirmişti pazardan. Okula geldiğinde yüzünde güller açmış gibiydi Muhtar Mıstık’ın. Ağzı kulaklarına varıyordu sevinçten. Diyecek yoktu keyfine. Dört köşe olmuştu zevkten. Hiç bu kadar sevinçli görmemiştim onu.
-Bakıyorum neşen yerinde muhtarım, dedim.
O anda bana sıkı sıkıya sarılan Muhtar Mıstık:
-Sen koyümüze uğurlu geldin a benim gözel hocam, dedi.
-Niye? N’oldu ki?
-Daha n’olsun a benim gözel hocam. Sen koyümüze geldikten keri (sonra) önce yolumuz yapıldı, kumlandı, koyümüz, koylümüz çamurdan kurtuldu. Şimdi de elektrik geliyo… dedi.
-Haydi, gözünüz aydın karanlıktan kurtuluyorsunuz artık, dedim.
-Sağol gözel hocam sağ ol. Bunlar hep senin sayende oldu, dedi.
-Ben ne yaptım ki muhtarım?
-Öyle deme a benim gözel hocam. Daha ne yapacaksın? O gözel yazınla az mı istida (dilekçe) yazdın oralara, buralara? Az mı yol gösterdin bana? dedi.
Bu konuştuklarımızın üzerinden henüz 15–20 gün geçmişti ki elektrik malzemesi yüklü damperli koca koca kamyonlar peş peşe gelmeye başladı Recepbey Köyü’ne. Hemen ardından çukurlar kazıldı, direkler dikildi birer, birer. Teller bağlandı. Fincanlar takıldı. Derken birkaç aylık hummalı bir çalışmanın sonrasında çalışmalar sona ermiş, işler tamamlanmıştı nihayet. O büyük gün gelip çatmıştı artık.
Karanlıklara galebe çalarak insanlığa büyük bir hizmet sunmuştu, Amerikalı mucit Thomas Alva EDİSON. Ampulü bularak elektriğin kullanışına ön ayak olmuştu, bu büyük insan. Bu büyük insanın 1879 yılında insanlığın hizmetine sunduğu elektriğin, Kastamonu–Araç ilçesinin Ercepbey (Recepbey) Köyü’ne geliş tarihi Ocak 1986’ydı.
Evet, Edison’un elektriği bularak insanlığın hizmetine sunduğu tarih:1879
 Bu büyük insanın, insanlığın hizmetine sunduğu elektriğin Ercepbey Köyü’ne geliş tarihi ise; Ocak 1986’dır. Tamı tamına 107 yıl geçmiştir aradan. Yuvarlak hesapla tam bir “asır” var iki tarih arasında.
-Bu ne demektir biliyor musunuz?
Bu, bizim çağdaş Batı toplumlarından bir asır geride olduğumuzun bir ifadesidir.
Bu, çağdaş Batı toplumunun yüzyıl önce yararlandığı hizmetlerden ve yeniliklerden bizim, ancak yüzyıl sonra yararlanabileceğimizin bir göstergesidir.
Bu, çağdaş Batı toplumlarının çağdaşlığa doğru bir jet hızıyla ilerlemelerine karşın bizim, onları ancak kaplumbağa yürüyüşüyle izlediğimizin bir ifadesidir.
Ama olsun. Buna bile razıydı, kendisine insan gibi değer verilmesinden yana olan emekçi insanımız. Ama olsun buna da razıydı, çağ atlayan Türkiye’nin hendeği dahi geçemeyen insanı. Çünkü hizmet götürüyordu Devlet Babası onlara. Devletin mafyalaşan kadrolarından artan parayla ancak bu hizmet götürülebiliyordu, kendilerine. Yine de mutluydu onlar. Ya hiç götürmeseler n’olurdu? Nasıl olsa çoğunluğun hakkını arama gibi bir düşüncesi yoktu. Hakkını arayan azınlığa da hemen ya terörist ya da komünist damgası basılıyordu.
Evet, heyecanlı bir bekleyiş, mutluluğun muştusunun verdiği bir sevinç vardı Ercebo köyünde. Bir şenlik vardı, bir bayram havası egemendi Ercepbey’de, 1986 Ocak’ında.
İnsanoğlu tarafından yeryüzünde yaratılan çirkinliklerin tamamını gizleyen beyaz bir örtü duruyordu, ortada. Havada bir pus vardı. Derinden derine uğuldaya uğuldaya esen rüzgârla dans edercesine bir o yana bir bu yana kıvrıla, kıvrıla yere iniyordu kar taneleri.
Havada uçuşan kar tanelerine, uğuldaya uğuldaya esen rüzgâra ve burunları havuç gibi kızartan soğuğa rağmen yediden yetmişe Recepbey’in tüm insanı dökülüvermişti sokaklara. Ne üşüyen vardı, ne de şikâyetçi olan. Herkes memnundu halinden. Çünkü pelte pelte yağan karlar hemen eriyiveriyor, uğuldaya uğuldaya esen rüzgâr hemen ısınıveriyordu. Dayanamıyordu Recepbeylinin davranışlarındaki heyecana. Çünkü yenik düşüyordu Recepbeylinin yüzündeki sevince, gözlerindeki parıltıya, duygularındaki sıcaklığa…
Evet… Karlı bir kış günüydü. Yediden yetmişe tüm Ercebo Köyü insanının yağan karın altında bekleşirken tempoyla birbirlerine vurdukları ellerinden çıkan Şak… Şak… Şak… Sesleri dalga dalga yayılıyordu, Ercebo Köyü’nün semalarında.
Vakit öğlendi. Saatler 13.00’ü gösteriyordu.
-“Yaşasın işte geldi!” çığlıkları pelte pelte yağan kar tanelerini bir o yana bir bu yana savuran rüzgârla birlikte yankı buluyordu, Ercebo Köyü semalarında…
Evet… Soğuk ve karlı bir kış günüydü. Vakit öğlen, saatler 13.00’ü gösteriyordu; Ercebo Köyü’nde birer birer dikilen direklere takılan lambalar bir yanıp bir sönmeye başladığında. Ve böylece Anadolu’nun ışıksız, karanlığa gömülmüş on binlerce köyünden biri olan Ercebo Köyü artık elektriğe, aydınlığa ve çağdaşlığa kavuşuyordu, alkışlar arasında.
Büyük insan, ünlü mucit Edison’un ampulü icadından 107 sonra da olsa bu günü gördükleri için: “Ne mutlu ki bize insan olmuşuz” der gibiydi, aydınlık yarınlara göz kırpan Ercebo Köyü’nün insanı.
-Eeee…
-Eee’si var mı?
Büyük insan, ünlü mucit Edison’un elektriği insanlığın hizmetine sunmasından 107 yıl sonra da olsa Ercebo Köyü’ne elektrik gelir de boş durur mu insanı Ercepbey’in? Boş durur mu ırahmatlık Kara Cemel’in yüzünde gülücükler eksik olmayan oğlu Kara Hasan’ı; şamatacı Kara Bayram’ı; ırahmatlık Kara Eziz (Aziz)’in oğlu Kara Eli (Ali)’si; Ercebo Köyü’nün Fikri Ağabeyi; girinti(içgüveyi) Fikret’i; Kara Asım’ı; Muhtar Mıstık’ı; Muhtar Mıstık’ın kardeşi Sarı İsmail’i; Tomac’ın Hop Hop Bahri’si; Kasnak Şakir’in babası Eziz Abca (amca); Çöp Seyin (Hüseyin)’in Kara Zeki’si; köyün eski emektar sosyal demokrat imamı Abdullah Abca; Kör Çavuş’u; Hacı Osman’ı; Telâşe Kadın’ı; Eşekçinin Mehmet’i ve ötekileri…
Eeee… Edison’un elektriği insanlığın hizmetine sunmasından 107 yıl sonra bile olsa Ercepbey’e elektrik gelir de boş durur mu Ercepbeyliler? Mümkün müydü boş durmaları onların? Durmazlardı, duramazlardı, onlar. Çünkü yapacakları o kadar çok işleri vardı ki onların…
Elektriğin gelişiyle birlikte Ercepbey’de tatlı bir telaş ve hummalı bir çalışma başladı. Daha doğrusu bir yarış başladı köyde.
Çünkü herkes bir an önce kurtulmak istiyordu, loş ışığıyla evini aydınlatmak adına yıllardır isli kokusuna katlandığı titrek alevli gaz lambasından.
Çünkü herkes bir an önce kavuşmak istiyordu, sadece ses veren radyonun yerine bazen çarşafa bürüneni, bazen bikini ile gezineni hem sesiyle hem de görüntüsüyle birlikte veren televizyona.
Çünkü Anşa (Ayşe) Nine, Emine Ana, Fatma Teyze, Satı Bacı, Elif Gelin, Sumru Aba (abla) ve Telâşe Kadın bir an önce kavuşmak istiyordu, düğmesine basılınca kendiliğinden çalışan ayran makinesine.
Hızla ilerleyen zamana paralel olarak Ercepbey’deki elektriksiz ev sayısı azalırken, elektrik ışığıyla gündüze dönüşen evlerin sayısı da artar oldu gün geçtikçe. Böylece elektriğin gelişiyle birlikte önce sokaklar ve evler, ardından da Sarıkız’ın ahırı, Kınalı Kuzu’nun gümelesi, Karabaş’ın kulübesi aydınlanır oldu. Geceler gündüze dönüştü. Gündüzler aktardı aydınlığını yarınlara. Aydınlıklar gelince yok oluverdi köhne karanlıklar.
Her yanı pırıl pırıl aydınlanmaya başladı Ercepbey’in. Ama ne yazık ki Hacı Osman ve onun gibilerinin beyinlerini kabzeden ortaçağ karanlığını aydınlığa dönüştürmek olanaklı değildi.
Çünkü onların küçücük beyinlerini kabzeden ortaçağ karanlığı Edison’un icat ettiği elektriğin aydınlığıyla yok edilecek türden bir karanlık değildi.
Çünkü o kafalarda “Enel-Hak” diyen Mansur’u; “Şah” diyen Pir Sultan’ı; “Yârin yanağından gayrısı halkın ortak malıdır” diyen Bedrettin’i dara çeken o gerici zihniyet hüküm sürüyordu hâlâ.
Çünkü o kafalarda Nesimi’nin derisini yüzdüren o çağ dışı zihniyet egemendi hâlâ.
Çünkü o kafalarda 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ın Madımak Oteli’nde ateşe verdiği 37 aydını tekbir getirip diri diri yakan o barbar zihniyet egemendi hâlâ.
Çünkü o kafalarda 1400 yıl öncesinin Cahiliye Devri’nin bağnazlığı egemendi hâlâ.
Çünkü o kafalardaki karanlık dimağların penceresi hâlâ kapalıydı, aydınlıklara.
Çünkü aydınlık, alerji yapıyordu o kafalarda.
İşte bütün bunlardan ötürü gerici, bağnaz, çağdışı zihniyetli, örümcek beyinli, ağzı salyalı o insancıkların kafalarındaki karanlıkları yok etmek olanaklı değildi şimdilik.
Mart 1986’nın ortalarıydı. Yaklaşık on beş günden beri kayıplara karışan Ercepbey’in Hacı Osman’ı, nihayet köyün sokaklarında boy göstermeye başladı. Köyün camiine ve imamevine elektrik malzemesi temin etmek üzere İstanbul’a gitmişmiş meğer. Orada bulunan köylülerinin, dost ve ahbaplarının yardımlarıyla aldığı elektrik malzemesiyle dönüvermişti köye.
Eh! Malzeme geldiğine göre sıra cami ve imamevinin elektrik tesisatını döşeyecek ustanın aranmasına gelmişti. Hint kumaşı değil ya bulunmayacak. Aranan usta hemen bulunuverdi çabucak. Fiyat konusunda anlaşma sağlanınca hemen başlandı tesisatın döşenmesine. Cami ve imam evinin elektrik tesisatının döşendiği süre boyunca her gün ders bitiminden sonra ben de varırdım, tesisatı döşeyen ustaların yanlarına. Köylüler zaten gün boyu orada toplaşırlardı. Sohbet eder, hoşça vakit geçirirdik hep birlikte.
Tesisatın döşenmesinin sonlarına doğru tesisatı döşeyen usta, tesisat için gerekli malzemeyi İstanbul’dan getiren Hacı Osman’a:
-Osman Abca (amca) burayı döşeyip bitirdikten sonra arta kalan malzemeyle de okulun elektrik tesisatını döşeyelim. Ben işçilik parası almam. Böylece okulu da çıkarıveririz aradan. Ne dersin? diye sordu.
-O malzeme anca buraya yeter ustam, dedi Hacı Osman.
-O işi bana bırak. Ben bu malzemeyle iki cami, iki de okul döşerim. Hem eksik kalırsa ben tamamlarım, geri kalanını. Onu bahane etme sen, dedi.
-Olmaz ustam. Bu malzeme okul için değil, cami için alındı. Cami için kullanılacak sadece. Hem okuldan köye ne? diyen Hacı Osman böylece okullara ve çağdaş eğitime karşı beslediği kini ve nefreti kustu bir anda.
Elektrik ustası:
-Ne demek okuldan köye ne, bu okul sizin köyün okulu değil mi?
-Hayır, dedi Hacı Osman.
-Ya kimindir?
-Devletindir. Okulu oraya diken devlet gelsin elektriğini de kendi çeksin, dedi Hacı Osman.
Hacı Osman’ın bu can sıkıcı konuşmasına daha fazla tahammül edemeyen ve evi okul lojmanının hemen bitişiğinde olan sosyal demokrat Muhsin Amca:
-Sen o tatlı nefesini boşa harcama ustam. Osman’a ağız eğmene değer mi? Okul binasında gündüz ders yapıldığı için şimdilik elektriğe gerek olmaz. Sayın hocam isterse okul lojmanına da kendi evimden seyyar kabloyla elektrik vermeye hazırım, dedi.
Ben:
-Muhsin Amca, bu önerin için sana teşekkür ederim.Çünkü 14 numara gaz lambasının loş ışığı bana yeter de artar da. Gergef mi dokuyorum sanki elektriğe ihtiyacım olsun, diyerek tepkimi ortaya koydum.
Böylece köyün camii ve imam evi başta olmak üzere Ercepbey’in tüm evleri, sokakları, Sarıkız’ın ahırı, Kınalı Kuzu’nun gümelesi, Çil Horoz’un kümesi ve Karabaş’ın kulübesi karanlıklara galebe çalan elektriğin aydınlığıyla aydınlanırken, köydeki mekânın biri hâlâ titrek alevli gaz lambasının loş ışığına mahkûm edilmişti.
Ne yazık ki titrek alevli gaz lambasının loş ışığına mahkûm edilen bu mekân, bilinçli bir şekilde karanlığa gömülmek istenen çağdaş eğitim yuvası olan okulun ta kendisiydi. Aslında okulun kendisi zaten güçlü bir ışık kaynağıydı. O, bulunduğu yerde çevresine saçtığı ışıkla yurdun tüm karanlıklarını aydınlığa dönüştürüyordu. İşte Hacı Osman ve onun gibi küçük beyinleri örümcek ağıyla örülü bulunan bağnazların okula karşı zehir kusmalarının nedeni de bundandı zaten.
Hacı Osman’ın okula ve çağdaş eğitime karşı kinini kustuğu günün üzerinden yaklaşık bir buçuk aylık bir zaman geçmişti. Her dört yılda bir yenilenen emlâk beyannamelerinin 31 Mayıs 1986 tarihine değin doldurulup ilçeye teslim edilmesi gerekiyordu. Boş emlâk beyannamesi defterlerini ilçeden alan köyün muhtarı Mıstık, oldukça güç durumdaydı. Söz konusu olan bu beyannameler köylerin tamamında köy öğretmenleri tarafından dolduruluyordu. Hem de hiçbir ücret talep edilmeden. Ama beyanname süresinin sonuna yaklaşılmasına rağmen beyannamelere hiç el sürülmediği için sıkıntıda olan Muhtar Mıstık, benim Hacı Osman’ın okula ilişkin sözlerinden rahatsızlık duyduğum ve kırgın olduğum için beyannameleri doldurmayacağımı bildiği için bana hiçbir şey diyemiyordu.
Dört yıldan beri çalıştığım Ercepbey (Recepbey) Köyü’nde kahvehane yoktu. Bundan ötürü karlı ve yağmurlu günlerde köylüler, herhangi bir köylünün evinde bir araya toplanır ve orada boş zamanlarını geçirirlerdi. Ders saati dışındaki boş zamanlarımda bu bir aradalığa ben de katılırdım. Hoş sohbetler edilip zaman aşımına uğrayan suçların itiraf edildiği bu toplantılarda dama başta olmak üzere çeşitli kâğıt oyunları da oynanıp hoşça vakit geçirilirdi. Karlı ve yağmurlu günlerin dışındaki tüm zamanlarda köylünün hemen hemen tamamının her gün mutlaka birkaç kez uğrayıp sohbet ettiği bir mekân daha vardı. Adı, Aşağı Harmanlardı bu mekânın. Köy samanlıklarının hemen yanı başında yemyeşil çimenlerle kaplı bir açık alandı, Aşağı Harmanlar. Oraya vardık mı sere serpe uzanırdık çimenlerin üzerine. Konuşur, eğleşir hoşça vakit geçirirdik orada.
1986 yılının ilkbaharıydı. Günlük-güneşlik bir cumartesi günüydü. Köylünün tamamına yakınıyla birlikte oturuyoruz, Aşağı Harmanlarda. Serpilmiştik yemyeşil çimenlerin üzerine. Herkes bir şey söylüyordu, gülüşüp eğleniyorduk. Suskunluğun egemen olduğu bir sırada:
-Hocam be… diye sesleniverdi Hacı Osman.
-Efendim Osman Ağa, dedim.
-Öteki köylerin öğretmenleri yazmış bitirmişler. Biz ne zaman dolduracağız hayırlısıynan? 
-Neyi?
-Beyannameleri canım!
-Sizin ne zaman dolduracağınızı ben nerden bileyim Osman Ağa…
-Niye sen doldurmayacak mısın?
-Ben ne diye dolduruyormuşum?
-Sen, bu köyün öğretmeni değil misin?
-Hayır…
-Ya nerenin?
-Ben, devletin öğretmeniyim, dedim.
-Olur, mu canım? dedi Hacı Osman
-Neden olmasın ki? “Okul, köyün değil devletindir. Okulu oraya diken devlet gelsin elektriğini de çeksin” diyerek okula elektrik tesisatını döşetmeyen sen değil miydin? O zaman oluyordu da şimdi ne diye olmuyor? dedim.
Benim bu sözlerimden ötürü yüzü renkten renge giren Hacı Osman kalktı, uzandığı çimenlerin üzerinden. Hiçbir şey demeden uzaklaştı, Aşağı Harmanlardan. Hem de bir kez bile olsun dönüp arkasına bakmadan.
-Aldın mı alacağını Osman Ağa? Kaçma gel cevap ver. Böyle sustururlar adamı. Dut yemiş bülbüle döndün, konuş da göreyim seni, dedi Girinti (içgüveyi) Fikret.
Köyün sosyal demokrat Fikri Abisi:
-“Keser döner sap döner, gün olur hesap döner” sözünü hiç duymadın mı sen Osman Ağa? diye sordu
Muhtar Mıstık:
-Kazdığın kuyuya kendin düştün. Rüzgâr ektin şimdi fırtına biçiyorsun, dedi.
Yeğeni Kara Bayram:
-Yürüüü! Anca gidersin, diye bağırdı ardından.
Ama burnundan soluyordu Hacı Osman. Ciğerden almıştı yarayı. Dönüp onlara cevap verecek mecali kalmamıştı.
Hacı Osman’la aramızda esen bu soğuk rüzgârdan ötürü benden tamamen umudunu kesen Muhtar Mıstık, günün birinde komşu köyümüz Kıyıdibi’nin Artvin–Şavşatlı öğretmeni Halil Demir’in yanına gider. Ve:
-Ücret karşılığında köyün emlâk beyannamelerini doldurabilir misiniz? ricasında bulunur.
Hacı Osman’ın söylediklerinden haberdar olup rahatsızlık duyan Halil Öğretmen:
-Ben yazamam, der.
Halil Öğretmen’den bu olumsuz yanıtı alan Muhtar Mıstık, aynı öneriyle yine komşu köyümüz olan Karcıların, aslen Bolulu olan öğretmeni Muhittin Gül’e gider. Hacı Osman’ın söylediklerinden haberdar olup rahatsızlık duyan Muhittin Öğretmen de olumsuz yanıt verir Muhtar Mıstık’a. Çaresiz kalan Muhtar Mıstık, döndü dolaştı bana geldi, günün birinde.
-Bir ricam olacak senden a benım gözel hocam, dedi.
-Nasıl yardımcı olabilirim sana muhtarım?
-Hocam birkaç gün önce hem Halil Öğretmen’e hem de Muhittin Öğretmen’e gittim. Ücret karşılığında bizim beyannamelerimizi doldursunlar diye ricada bulundum. Ancak ikisi de önerimi kabul etmedi. Sen de biliyorsun ki sürenin bitmesine sadece birkaç gün kaldı. Ancak bizim beyannamelerimiz hâlâ doldurulmayı bekliyor. N’olur yardımcı ol bana, dedi.
-Nasıl bir yardım istiyorsun benden?
-Birlikte Muhittin Öğretmen’e gidelim. Bir de sen söyle kendine, parasıyla yazsın. Kırmaz seni. Kurtar beni bu meretten n’olursun, dedi.
-Olur… Gidelim, dedim.
Muhtar Mıstık’la vardık, Karcılar Köyü öğretmeni Muhittin Bey’in evine. Hoş-beş edip hal-hatır sorduk. Demlenen çayları içerken gidiş nedenimizi anlatarak yardımcı olmasını rica ettim. Sağ olsun kırmadı beni. Hemen ertesi gün köye gelip işe başlayan Muhittin Öğretmen, birkaç gün içinde işi bitirip ücretini aldı gitti. Sürenin bitmesine bir-iki gün kala beyannameleri ilçeye teslim eden Muhtar Mıstık, yakayı sıyırdı bu işten.
Böylece bir eğitim-öğretim yılının daha sonuna gelmiştik. Dört yıl olmuştu Ercepbey (Recepbey)’de göreve başlayalı. Tayin-Atama Yönetmeliği’ne göre bulunduğum yerde üç takvim yılını doldurduğum için il dışı nakil isteme hakkım doğmuştu. Bundan ötürü süresi içinde dilekçe vererek il dışı nakil talebinde bulundum. Köylüler de bu durumdan haberdardı. Dilekçemin akıbeti henüz belli olmamasına rağmen, ben de dâhil herkes atamamın kesin yapılacağından emindi.
Okullar tatile girmişti. Bir sonraki gün görev yerimden ayrılıp Tunceli’ye gidecektim. Köylülerin deyimiyle Ercepbey’deki son gecemdi artık. Köylünün tamamıyla evin birinde toplanmıştık. Dört yıldan beri birlikte yaşadığımız anılarımızı yâd ediyorduk, birlikteliğimizin bu son gecesinde.
Muhtar Mıstık, Hacı Osman’a:
-“Osman Abca(Amca) senin yüzünden ben, hocama karşı suçlu hissediyorum kendimi. Köyümüzün ahırlarında bile elektrik varken senin inadın yüzünden okulumuz karanlıklar içinde. Bu yakışır mı bize? Hem sevgili hocamızın kalbini kırdık, hem de beyannameler için bir sürü para çıktı cebimizden. Biz, hem maddi hem de manevi olarak zarardayız.
Yarın, bir gün kaymakam beni çağırıp dese ki: “Muhtar en kısa zamanda okulunuza elektrik aldıracaksınız.” Ben:
-Hayır diyebilir miyim?
-Diyemem…
-Eeee…”Hayır”diyemeyeceğime göre ne yapmam lazım? Kaymakamın emrini kuzu kuzu yerine getirmem gerekir.
-Peki, bunu baştan yapsaydık olmaz mıydı?
-Olurdu, elbette. Hem de birbirimizi kırmadan etmeden… Ne güzel olurdu o zaman, değil mi?
Ama iş işten geçti artık. Ben, hem bu hatamızdan dolayı sevgili hocamızdan özür diliyorum, hem de dört yıldan beri çocuklarımıza verdiği hizmetten ve köyümüze, köylümüze yaptığı yardımlarından ötürü kendisine teşekkür eder, sağlık ve mutluluklar dilerim” dedi. 

MEHMET KORKMAZ
EMEKLİ EĞİTİMCİ



 

             
 
Bugün 55 ziyaretçi (67 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol