ESKİ İRAN DİNLERİ


ESKİ İRAN DİNLERİ

 

ZERDÜŞT VE ZERDÜŞTLÜK

ZERDÜŞT KİMDİR                    

Zerdüşt sözcüğü; (Zoroaster), Zarathustra’nın Yunanca karşılığıdır (Zarath: güzel, doğru; üstra: develer demektir. Güzel develere sahip olan anlamını ifade eder. Halk dilinde Zerdüşt, yaşayan yıldız anlamındadır). Kimi kaynaklara göre Zerdüşt’ün doğumu, M.Ö. 570 olarak tahmin edilirken, kimi kaynaklara göre de M.Ö.628- 551 tarihleri arasında yaşamıştır.

Zerdüştlük kaynaklarında verilen bilgilere bakılırsa Zerdüşt, beş erkek çocuklu bir ailenin ortanca oğludur. Başından üç evlilik geçmiştir. Eşlerinden üçünün de kendisinden daha uzun yaşadıkları söylenmektedir. Annesi, on beş yaşında bir bakire kız iken bir ışık huzmesi tarafından hamile bırakılmıştır. Rivayete bakılırsa 30 yaşında peygamber olduktan sonra ümmetinden bir bölümünü yanına alarak Belh kentine giden Zerdüşt’ün babasının adı Puruşaspa, annesinin adı Dughahova’dır. Belh’e giderken önlerine çıkan Gaitya Nehri’ni, Zerdüşt tarafından gösterilen bir mucize sonucunda yürüyerek karşı tarafa geçmişler. Ardından Avaital Gölü yakınlarında 45 günlük bir ibadet (inzivaya çekilme) sonrasında gecenin birinde göğe çıktığı söylenir. Avaital Gölü kıyısında ibadet ettiği sırada Vohumenah adındaki melek-elçi yanına geldiği Zerdüşt’e, dünyadan el çekmesi gerektiği nasihatinde bulunmuştur. Vohumenah’tan sonra öteki bütün meleklerle de görüşen Zerdüşt, Ahura Mazda’nın makamına çıkar. Rivayete göre Ahura Mazda ile gerçekleştirdiği görüşme sonrasında elinde kutsal kitap Avesta ile dönen Zerdüşt, başka dinden olanlar tarafından işkenceye tabi tutulmak istenmişse de Avesta’yı okuduğu zaman iblisler bile kendisinden aman dilemişlerdir.

Uzun yıllar Arilerin arasında dolaştıktan sonra Belh’e geri döner. Belh’e geri döndüğünde yönetimde Güştasb Şah vardır.  Zerdüşt, Şah’ı endi dinine davet eder. Ancak Şah bu öneriyi kendi ruhanileriyle birlikte Zerdüşt’ü sınava tabi tutacağını, bu sınavda başarılı olması halinde Zerdüşt’ün dinine geçeceğini söyler. Sınav sırasında Zerdüşt, bilginlerin tamamını mağlup eder. Ancak Zerdüşt’ün bir sihirbaz olduğunu öne süren bilginler, onu zindana attırırlar. Zerdüşt zindanda iken Şah’ın atı hastalanır. Ülkedeki veterinerlerin tamamının cansiperane çabalarına rağmen atın sağlığında herhangi bir düzelme olmaz. Bundan haberdar olan Zerdüşt, kendisinin öne süreceği bazı koşulların kabul edilmesi durumunda atı sağlığına kavuşturacağını Şah’a bildirir. Bu koşullar; Şah’ın oğlu ile Şah’ın karısının Zerdüştlüğü kabul etmeleri ve Zerdüşt’e hile yaparak onun sihirbazlık yaptığını ileri sürüp kendisini zindana attıran ruhanilerin öldürülmesidir. Tam bu sırada Şah’ın babası ile kardeşi de amansız bir hastalığın pençesinde kıvranıp durmaktadırlar. Zerdüşt, Avesta’dan okuduğu bir dua sonrasında hastalar eski sağlıklarına kavuşunca sözünü tutan Güştasb Şah, yeni dini kabul eder. Böylece Şah’ın kabul ettiği bu yeni din, fütuhatın yardımıyla kısa süre içinde hızla yayılmaya başlar.

İran dinleri üzerinde önemli bir etkinliği bulunan Zerdüşt, tek tanrılı bir inanç telkin etmesinden ötürü kendisini bir peygamber olarak görenler olduğu gibi, bir hâkim ya da şaman olarak görenler de bulunmaktadır. Gathalar olarak adlandırılan kutsal metinlerde yer alan ilahilerin, onun kaleminden çıktığı söylenmektedir.

Tek Tanrı olarak telkin ettiği Ahura Mazda ile yakın ilişki içinde bulunduğunu ilan eden Zerdüşt’e göre gerek bu dünyada gerekse öteki dünyada savaşım veren ve İyilik (Spenta Mainyu) ve Kötülük (Angra Mainyu) olarak adlandırılan iki temel ruh mevcuttur. Ahura Mazda’nın; bu iki temel ruh ile olan ilişkisi günümüzde çok iyi bilinmese de onun iyilikle birlikte olduğu bilinen bir gerçektir. Bu iki temel ruh arasından birini seçmek zorunda olan insanoğlu tarafından yapılan bu seçim, onun yazgısına etki edecektir. Onun ölümünün ardından insanlar, tekrar, onun karşı çıktığı tanrı Mithra ve tanrıça Anahita’ya tapınım gösterme yarışına giriştiler.

Evrende iyilikle kötülüğün savaştığı düşüncesini içeren bir öğretiyi ortaya atan İranlı din kurucusu Zerdüşt, Eski İran dini olan Zerdüştlüğün (Yeni Mezdekîlik) kurucusu ve peygamberidir. Şark dillerinde genelde Zerdüşt adıyla bilinen bu kişi; Zend dilinde Zarathustra, Eski Yunanlılarca Zoroastes veya Zaraostre şeklinde adlandırılır. Hayatı, geniş oranda efsanelere dayanır. Hangi milletten olduğu kesinlik kazanmamakla birlikte İranlı olduğu hususunda kimi düşünceler bulunmaktadır. Tarihçilerin bir kısmı tarafından Hintli olarak gösterilir. Rivayete bakılırsa Hindistan’da bulunduğu sırada Budizm inanışlarına karşı çıkmış ve bundan ötürü bir süre hapis yatmıştır, ardından ülkeden kovulmuştur. Uzun bir zaman ortalıklarda görünmez olan Zerdüşt, günün birinde Türkistan’ın Belh kentinde meydana çıkmış ve daha ileriki dönemlerde din niteliği taşıyacak olan prensiplerini yaymaya başlamıştır. Gene söylencenin birine göre yirmi yaşında inzivaya çekildi. Uzun zaman kendi iç dünyasına kulak verdi ve Tanrı’nın ilhamını beklemeye koyuldu. Ardından Bilgelik Tanrısı Ahura Mazda’dan vahiy gelince Mezdekiliğin yeni peygamberi oldu. Peygamberlik savı hali hazırdaki Mezdeki din adamlarınca tepkiyle karşılandı. Bununla birlikte dinde gerçekleştirmek istediği yeniliklerden de hoşnut kalmadılar. Bundan ötürü pek çok işkenceden ve testten geçirildi. Hükümdar Viştasb’ın koruması sayesinde eski Mezdeki din adamlarının elinden kurtulduktan sonra öğretisini, kaldığı yerden yaymaya devam etti.  

Doktrini, iyilik ve kötülüğün zıtlığına, Tanrı’nın ulaşılmaz olduğuna ve adaletin utkusu üzerine inşa edilen eylemci bir ahlâk doktrini olan Zerdüşt’e göre İyilik Tanrısı Ahura Mazda ile Kötülük Tanrısı Ehrimen arasında her zaman bir çatışma mevcuttur ve bu iki tanrı arasındaki sürekli çatışmanın, iyiliğin utkusuyla taçlanması lazım gelir. İnanan kişinin yapması gereken, iyiliğin kötülüğe galebe çalması için Tanrı’ya yakarıda bulunmak değil, bu savaşta iyiliğin safında yer tutmaktır. Kişi, bu savaşa katıldığı oranda mutluluğu hak eder.

Zerdüşt, kendi adıyla anılan dinle birlikte İran şiirinin de kurucusu olarak kabul görür. Kutsal kitap Avesta’da yer alan şiirlerin, Zerdüşt’ün kaleminden çıktığı netlik kazanmıştır. Zerdüşt tarafından kurulan inanç düzeninde evrenin hâkimi olan şey, iyi ve kötü gibi iki zıt unsurdur. Aydınlık, iyiliğin; karanlık da kötülüğün sembolüdür. Evrenin yaratanı olan Bilge Tanrı Ahura Mazda iyilik, güzellik ve sevginin kökenidir. İyilik, ilahî bir tözle teçhiz edilmiş Ahura Mazda’nın, kötülük de Ehrimen’in şahsında somutlaşır. Güneş, Ahura Mazda’nın simgesidir. Ateş ve ocak da Güneş’in yeryüzündeki unsurları. Isı ve ışık; insana iyilik ve canlılık kazandıran güçler, karanlık ve soğuk da; kötülüğün sembolü ve insan faaliyetlerine engel olan güçlerdir. Ahura Mazda’nın nüvesinde kendisini eyleme teşvik eden kesif bir sevgi mevcuttur. Onun buyruğu altında bulunan idareciler; doğruluk, fazilet, saygı, sevgi ve fedakârlık gibi kuralları dikkate alırlar. Kendi menfaat ve mutluluklarını her şeyin önünde tutan idareciler, karanlığın tesiri altına girmiş ve kötülüğün safında yer almış bireylerdir. Kutsal ocağı söndüren kimsenin kötülükten kurtulması asla mümkün değildir. Yanan ocağın, çevresine ısı ve ışık yaymasından ötürü karanlık ve karanlığa tabi olan kötülüğün, onun yakınında bulunması mümkün değildir.

Zerdüşt tarafından ileri sürülen doktrine göre insan, bir sevgi varlığıdır ve bu sevgi sınırsızdır. Bundan ötürü insanın, kendisi gibi insan olan öteki varlıkları sevdiği gibi hayvanları, bitkileri ve doğayı meydana getiren varlıkların tamamını da sevmesi gerekir. Ahura Mazda’nın Güneş’i de, ışığını yayıp kâinatı aydınlattığı zaman ışınlarını, birbirinden ayırmadığı varlık çeşitlerinin tümüne eşit bir biçimde gönderir. İnsan, bir sevgi varlığıdır. Sevgi varlığı olan insanın, hayvanlara acı verip eziyet çektirmesi, onların yaşamına kıyıp canlarını alması ve yemesi, bilhassa dinsel törenler sırasında hayvanları adak olarak sunmasının ve kan dökmesinin hiçbir gereği yoktur. Bu durum, ilahî iradeye de bireysel yetkinlik ve mükemmeliyete de ters düşer. Bireyin kendi varlığı dışında bir varlığı bulması, sevginin özünü meydana getirir. Seven insan başkalarıyla olan, kendinde başkasını, başkasında kendini bulan insandır. Zerdüşt’e göre öfke, dargınlık ve başkalarına karşı kötü düşünceler beslemek gibi sevginin zıttı olan şeyleri benimsemek, bireyi doğruluktan mahrum eden kötülüğün yani Ehrimen’in buyruğuna tabi olmaktır. Ehrimen bilgisizliğin, karanlığın, sevgisizliğin, insanlar arasında barış ve kardeşlik duygularının yayılmasına engel olmanın odağı olmasından ötürü bilgisiz insanın, Ahura Mazda’nın katına ulaşması olanaklı değildir.

Sevgi ile şekillenen bir ongunluk unsuru olan bilgi, insanın içine aydınlık saçan tanrısal bir ışındır. Kişinin aydınlanması, karanlığın etkisinden kurtulması anlamındaki mutluluğu temin eden sevgi, insanda mevcut olan yaratıcı gücün de kaynağını oluşturur. Zira sevme hareketiyle, yaratıcılık birbirini gerektirir. Biri olmazsa öteki de olmaz. Nitekim kâinatın yaratanı olan Ahura Mazda’nın benliğinde de kendisini eyleme teşvik eden kesif bir sevgi mevcuttur. Onun buyruğu altında, halkı idare etmekle kendini mükellef olarak gören kişiler, ancak bilge olan kişiler, iş görme yetisine sahip olabilir. Halka baskı yapan, ona acı çektiren, sıkıntı çekmeye maruz bırakan, sadece kendi menfaat ve mutluluğunu düşünen bir yönetici; doğruluktan sapmış, karanlığın kontrolüne girmiş ve kötülüğü tercih etmiş kimsedir. Halkı idare etmenin doğruluk, fazilet, saygı, sevgi, bilgelik, fedakârlık gibi kuralları mevcuttur. Bunlara riayet etmeyen bir kimse, Ahura Mazda tarafından gösterilen yoldan sapmıştır.

İnsan, ebediyetin ve evrensel bir varlık olmanın kaynağını teşkil eden ve Zerdüşt’ün sembolü olan kutsal ocağı söndürmemelidir. Ateş, kurucu unsur değil. Yüceltici, mükemmelleştirici ve canlılık kazandırıcı ilkedir. Güneş’in, yeryüzündeki temsilcisi kabul edilen ocağa yaklaşmak için bireyin tüm kötülüklerden sıyrılmış, dürüst olması ve bilgiyle donanması lazımdır. Çünkü ocağın içinde yanan ateş, sadece çevreyi değil, bilge olan bireyin iç dünyasına da aydınlık saçar, ona başkalarını sevmenin yollarını gösterir. Zerdüşt’e göre tinler, ilahî öze müşterek oluşlarından ötürü ölümsüzdürler. Her insan, yaşamı süresince yaptıklarından ötürü tinsel evrende Ahura Mazda’ya karşı sorumludur. İnsan sahip olduğu akıl ve iradeden ötürü iyiyi, güzeli, doğruyu, fazileti tercih edebilecek konumdadır. Onun Ehrimen’le uyumlu hale gelerek kötülüğe, karanlığa eğilim göstermemesi lazımdır. İnsan iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, doğruluk ile eğriliğin, aydınlık ile karanlığın savaş meydanıdır. Bu savaş sırasında iyi iradeye, güzel akla, faziletli aydınlığa riayet etmeyen insan, karanlığa ve kötülüğe mağlup olur. Bunda suç, kişinin kendisine aittir. Zira kendisine ikazda bulunan gizli iyilik güçlerine riayet etmemiştir. Eğer onların uyarılarına kulak verseydi o duruma düşmezdi. Bilhassa kutsal olarak kabul gören ocağı söndüren veya sönmesine sebep olan bir kişinin kötülükten kurtulması mümkün değildir. Çünkü kötülük karanlıkla gelir. Yanar durumdaki ocak, çevreye ışık saçıp aydınlattığı için karanlığın gölgesine sığınan kötülüğün, onun yanına yaklaşması söz konusu olamaz.

Zerdüşt tarafından savunulan öğretide iyi, güzel, fazilet, doğruluk, sevgi, saygı, bilgi ve yardımseverlik benzeri kavramlar; bireysel eylemlere ilişkindir. Ona inanmış her insanın, davranış ve eylemlerine, bu mefhumların muhtevasıyla yön vermesi, düzenlemesi lazımdır. Bilhassa Ateşgede (ocak)’nin etrafında tertip edilen törenler sırasında bireyin iç dünyasının tamamı eylemlerine yansır. İlahî vasıftaki bir ocağın, gizliliklerin tamamını karanlıktan aydınlığa çıkarmasından ötürü hiçbir insanın, ocağın karşısında gerçek düşüncesini ve içinden geçeni gizlemesi olanaklı değildir.

Zerdüşt tarafından geliştirilen öğretinin menşei, ateşin ve Güneş’in kutsallığına inanan Eski İran ve Hint inançlarıdır. İlk başlarda sade bir inanç vasfında olan ateşe ilişkin gelenekler, Zerdüşt’ün meydana çıkışıyla bir dizge bütünlüğü elde etmiş, M.Ö. V. yüzyılda Anadolu’da filiz veren Doğacı felsefe doktrinini, dolaylı bir şekilde etkisi altına almıştır. Ateşi, varlığın kurucu ilkesi (arkhe) olarak kabul eden Herakletios’ta Zerdüşt inançlarının izlerine rastlamak mümkündür. Hristiyanlık ile Müslümanlığı da etkisinin altına alan bu inanç düzeni, bilhassa Güneş’e ve ateşe duyulan saygının nüvesine şekil vermiştir. Bu iki tek tanrıcı dinde ocağın saygınlığı bunun bir ifadesidir. Zerdüşt, XIX. yüzyıl Avrupası’nda çok büyük bir ilgi odağı haline gelmiş, Hint felsefesinden ilham alan Schopenhauer ile direkt Avesta’nın etkisinde kalan Nietzsche, konuyu tekrar ele almışlardır. Nietzsche tarafından kaleme alınan Also Sprach Zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt) adındaki yapıt, Zerdüştlüğün yeni bir yorumudur.

 

ZERDÜŞTLÜK

Eski İran dini. Ateşin mukaddes olduğunu, ebedî olduğunu ve yaratıcılığın menşei olduğunu öne süren Zerdüştlük, Zerdüşt’ün fikirlerini ihtiva eden Avesta adındaki eserin meydana çıkmasıyla bir öğreti niteliğini elde etmiştir. İlkeleri, aynı zamanda dinin kurucusu olan Zerdüşt tarafından saptanmış olan ve İsfendiyar adındaki oğlu tarafından kurulup teşkilatlandırılan Zerdüştlük’te, Şaman dönemi Türk inançlarıyla, Eski İran dinlerinin muayyen etkileri dikkatten kaçmaz. Bunun dışında yörede tektanrıcılık düşüncesine ilk yönelişi ortaya çıkarması, Zerdüştlük’ün önemli noktalarından biridir. Ahura Mazda’nın baş tanrı olduğu, evrenin, iyilik ve kötülük gibi iki büyük gücü sembolize eden Tanrı ve ruhlar tarafından yönetildiğine inanılan Eski İran dini Mazdeizm’den biraz daha değişik bir inancı ortaya çıkaran Zerdüştlük’e göre insanların ve evrenin tamamının yazgısına egemen olan iki büyük tanrısal gücün varlığı söz konusudur. Şamanlığın Yersu ve Göksu’larıyla benzerlikler arz eden bu iki ilahî güçten biri Hürmüz, öteki Ehrimen’dir. İnsanları sonsuz mutluluğa ve sonsuz azaba kavuşturmak amacıyla bu iyilik ve kötülük tanrıları sürekli savaş durumundadırlar. İyilik tanrısı Ahura Mazda; güneş, ışık ve aydınlık biçiminde, kötülük tanrısı Ehrimen de karanlık ve acılar biçiminde şekil almışlardır.

Mithra adı verilen baş melek, ışık ve güneş niteliğinde olan iyilik tanrısı Hürmüz’ün yardımcısıdır. Hürmüz, Mithra aracılığıyla insanoğluna yardımda bulunur. Kötülük tanrısı Ehrimen, kendisi tarafından bir kötülük aracı olarak kullanılan şeytanı, insanlara kötülükte bulunmak ve onları doğru yoldan saptırmak için kullanır. Her büyük dinde olduğu gibi Zerdüştlük inancında da ahiret vardır. Bu dünya ile ahiret denilen öteki dünyayı birbirine bağlayan bir köprünün varlığı söz konusudur. Müslümanlık inancındaki Sırat Köprüsü’yle benzerlik arz eden Tişinvet Köprüsü adı verilen bu köprü, insanlar için bir sınav mekânıdır. İnanca göre buradan geçmeyi başaranlar Cennet’e, bu başarıyı gösteremeyenler de Cehennem’e gidecekler.

Yüksek ve temiz ahlâk esaslarını dayanak edinen ve çalışkan olmayı, ticaret yapmayı, sanatla uğraşmayı ve bilhassa tarımla uğraşmayı bir ibadet olarak kabul eden Zerdüştlük’ün ana esaslarını şöyle özetlemek mümkündür:

Evrenin egemenliği, iyi ve kötü olmak üzere iki gücün elindedir. Aydınlık iyinin, karanlık da kötünün temsilcisidir. İyiliğin, erdemin, güzelliğin, sevgi ve saygının kaynağı, kâinatı yaratan ulu tanrı Ahura Mazda’dır. Aydınlık yayan güneş, onun mümessilidir. Ateş ve ateşin içinde yer aldığı ocak, güneşin bu dünyadaki mümessilidir. Bunların insan vücudundaki sembolü de, bedene canlılık ve çeviklik kazandıran ısıdır. Güneş nasıl ki aydınlığını ve sıcaklığını hiçbir ayırım gütmeksizin tabiatın tamamına ve varlıklara eşit bir şekilde paylaştırıyorsa, bir sevgi kaynağı olan insan da bu sevgisini, hiçbir ayırım gütmeksizin hayvanlara ve bitkilere vermelidir. Hayvanlara acı çektirilmesinin, kesilip yenmesinin ve adak olarak adanmasının günah olması da bundan ötürüdür. Bunları yapmak aynı zamanda tanrının buyruğuna uymamak demektir.

Ehrimen (Ahriman), karanlığın ve kötülüğün temsilcisidir.

Bilgi, insanın iç dünyasına ışıklar saçarak aydınlatan ilahî bir ışıktır. Bilgili insan, Ahura Mazda’ya; cahil insan ise Ehrimen’e aittir.

Tarikatlar ve mezhepler hususunda uzmanlığıyla tanınan din tarihçimiz Abdülbaki Gölpınarlı, Zerdüştlük’ün, tarikatların kimilerinde yapılmakta olan dinsel törenleri etkilediğini şöyle dile getiriyor:

“Bütün fütüvvet ehli, Ali’yi baş sayar ve ahi denen fütüvvet şeyhlerinin silsileleri, mutlaka Ali’ye ulaştırılır. Onlara göre Ali’nin belini, Hz. Muhammed bağlamış, ona şalvar giydirmiştir. Bel bağlamak, yani şedd denen yün kuşağı, fütüvvet yoluna giren kişinin beline kuşatıp çözmek, ona şalvar giydirmek, içine tuz konmuş suyu içirmek, fütüvvet şiarıdır. Bu tuzlu su içmek geleneği, tuzun, ta Romalılar, Yunanlılar zamanından beri mukaddes sayılması, bereket ve olgunluk sembolü kabul edilmesi yüzünden olsa gerektir.

Kuşak bağlamanın, Zerdüştîlik’ten geçtiği kanaatindeyiz; nitekim sûfilerin giydirdikleri hırkanın aslını da bu dinde buluyoruz. Zerdüştîlikte ‘kutsal’ denen ve on ikişer iplikten meydana gelmiş altı parçanın örülmesiyle yapılan, bele üç kere dolandıktan sonra uçları aşağıya sarkacak kadar uzun olan kuşak, erkek çocuğa yedi yaşında, kızlara altı ile dokuz yaşları arasında, mûbid denen Zerdüşt rahibi tarafından kuşatılır. Beyaz bir koyunun, keçi yahut devenin yününden örülmüş olan kutsal’ın, önüne ve arkasına ikişer düğüm vurulur ki, bu düğümler, Tanrı’nın varlığına, dinin gerçekliğine, Zerdüşt’ün Tanrı tarafından gönderildiğine ve Zerdüştîliğin temeli olan iyi düşünce, iyi söz ve iyi işe işarettir. Aynı zamanda çocuğa, kısa kollu bir de gömlek giydirilir.”

Ateş ve ateşin yakıldığı ocaklar, Zerdüştlüğün tapınaklarıdır. Güneş’in yeryüzündeki temsilcisi olduğuna inanılan ateş, aydınlığın ve Hürmüz’ün mümessilidir. Hürmüz’ün bulunduğu yerde Ehrimen’in bulunması söz konusu olamaz. Muğ ya da Muz olarak adlandırılan Zerdüşt rahipleri, belli yerlerde mevcut olan ve adına ateşgede denilen tapınaklarda basite indirgenmiş törenlerle halkın ibadetini idare ederler.

İran’da kısa süre içinde gelişip yerleşen, Irak’a ve Azerbaycan’a da yayılan Zerdüştlük, 224/226–651 arasında hüküm süren Sasaniler döneminde, İran’ın resmî dini haline gelmiştir. Zerdüştlük, en büyük darbeyi Müslümanlık’tan yemiştir. Halife Ömer’in döneminde İran’ı ele geçiren Saad Íbn-i Vakkas adındaki Arap komutan, İran’daki ateşgedelerin tamamını söndürerek Zerdüştîleri İslamiyet’e zorladı. Kabule yanaşmayanları ve Muğ ya da Muz adı verilen rahipleri işkenceye tabi tutmak suretiyle öldürttü. Bu baskılara daha fazla göğüs gerip direnemeyen Zerdüştîlerin büyük bir çoğunluğu İslamiyet’i tercih ederken, geri kalan kısmı Müslümanlığı reddetmiştir. Müslümanlığı reddeden Zerdüştîler de topluca Hindistan’a göç etmek zorunda bırakıldılar. Mecusî olarak adlandırılan bu Zerdüştîlerden, günümüzde Bombay kentinde ve civarında 300.000–400. 000 dolayında tahmin edilen bir nüfusun varlığı söz konusudur. İran’ın dağlık bölgelerinde de hâlâ birkaç yüz bin Mecusî bulunmaktadır.

İnsanları faziletli yapmak, sevgi ve saygıyı toplumun temel prensibi haline dönüştürmek, kan dökme işini nihayete erdirmek, savaşın ve kötülüğün önüne geçmek bu dinin temel amacıdır. Bu dinin ilk şekli, İyilikçi Tanrı Ahura Mazda tarafından idare edilen ve Büyük Işık Tanrısı Mithra ve Aşk ve Bereket Tanrıçası Anahita’yı da kapsayan bir tanrılar üçlemesini öngörür. Mazdeizmdeki paganist mitolojiden iktisadî ve sosyal düzeltmelere imza atabilecek bir din çıkarmış olması, Zerdüşt’ün bu din içindeki büyük öneminin bir ifadesidir. Zerdüşt tarafından yapılan reformların ardından Mazdeizm, Zoroastrizm (Zerdüştçülük) adıyla anılır olmaya başlamıştır. Ateşe tapmak, Zerdüşt öncesi din adamları tarafından uygulanagelen bir gelenektir. Araplar, bu gelenek nedeniyle Zerdüştlüğü, ateşperest anlamına gelen Gebriye veya Mecusîlik olarak adlandırmışlardır.

İran hâkimiyetine geçen Anadolu, Irak, Suriye ve Suudi Arabistan gibi bölgelerde tesirini devam ettiren bu inanış, ananeler vasıtasıyla Müslümanlığı da etkilemiştir. Tasavvuf düşüncesinde sıcaklık-soğukluk, aydınlık-karanlık, iyilik-kötülük gibi birbiriyle zıtlık oluşturan mefhumların bir kaynağı da Zerdüştlük inancıdır.

Bu dinin mukaddes kitabı, Zerdüşt tarafından kaleme alınan ve Zerdüşt’ün düşüncelerini, inançlarının felsefesel anlatımlarını ve dualarını içeren Zend’dir. Daha sonradan bu kitaba kimi kişilerce şerhler ve yorumlar ilave edilmiş ve eser bundan sonra Zend Avesta adıyla anılır olmuştur. Avesta, neredeyse Batı dillerinin tamamına tercüme edilmiş, üzerinde bilimsel ve sanatsal incelemeler yapılmaya başlanan bir yapıttır. 

İranlılar da Hint-Avrupalıların bütünü gibi Gök ve Işık Tanrısı ve kâinatın yaratıcısı olan Bilge Tanrı Ahura Mazda (Hürmüz)’ya tapınırlardı. Ahura Mazda’nın emrinde olan Avesta’da cinler veya doğa güçleri olarak nitelenen küçük tanrılar olan Yazatalar, Çoban-Tanrı ve Yağmur Tanrısı Mithra’nın dini olan Mithracılık’ta sembolize edilen doğa güçleridir. Yunan mitolojisindeki, tanrılar âlemini kendi kendisine doğuran ve evrenin yaratıcısı olan Gaia misali, kendi kendini dölleyen ve kız oğlan kız olan Pınarlar ve Aşk ve Bereket Tanrıçası Anahita ve insana sarhoşluk verici etkisi bulunan bir sıvının elde edildiği Haoma adındaki bitkinin tanrısı olan Haoma ile birlikte bu Işıklı Tanrılar Grubu tamamlanmış olur. Bu ışıklı dünyanın karşısında yer alan Karanlıklar Ülkesi’nin efendisi ise daima iyilik güçlerine karşı savaşım veren ve sonradan Ehrimen olarak adlandırılan Angra Mainyu’dur.

Bu dinin bazı genel kurallarını aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür. Tanrıların birçoğuna sunu olarak kurbanlar verilirken, Haoma adlı sarhoşluk yaratıcı etkisi bulunan sıvıyı içen dindarlar, dinî bir duygu içerisinde kendinden geçerler. Şerefine kulelerde ateşler yakılan Işığın Efendisi Ahura Mazda’ya saygıdan ötürü yakılmayan cesetler, yırtıcı kuşlara yem olarak kulelerin üzerine bırakılırdı. Ölüler, toprağı kirletmesinler diye gömülmezlerdi. Tanrıların gazabından korunabilmek için muhtelif kirletmelerden özellikle sakınılırdı. Ayrıca kötülüklere karşı savaşım veren atlı kahramanların öyküleri de anlatılırdı.

M.Ö. VI. yüzyılda günümüz Afganistan’ının batısında bulunan Belh (Baktriana) yöresinde doğan Zerdüşt (Zarat Hustra) adındaki reformcu, Ahura Mazda’nın tek tanrılığını ilan etti. Yazata adı verilen doğa güçlerinin, bu tek tanrının birer görünümleri olduğunu savunan ve Ahura Mazda’nın; biri iyilik, öteki kötülük meleği olmak üzere iki melek yarattığına inanan Zerdüşt’e göre insan, iyilik ile kötülük adlı iki seçenek arasında seçimini yapmak zorundadır. Tanrı’ya gerçek anlamda kulluk etmenin gönlü temiz tutmak, ateşi, duanın beraberinde bir sembol olarak arz etmek, haoma adı verilen bitkiden çıkarılan içkinin vermiş olduğu sarhoşluğu Tanrı için kendinden geçmenin bir aracı olarak kullanmaktan sakınmak ve kanlı kurban törenlerinden feragat etmek demek olan bu yeni doktrine inananlara Ahura Mazda tarafından sonsuz bir mutluluk bahşedilecektir. Hristiyanlık ve Müslümanlıkta yer alan kıyamet ve hesap günü inancı; Zerdüşt doktrininde yer alıyordu. Zerdüşt’ün ölümü sonrasındaki yüzyıllarda her ne kadar İranlılar, Zerdüşt doktrinine kısmen de olsa uyum sağladılarsa da çoktanrıcılık, büyücülük ve kurbanlar halk arasında yaşamaya devam etti ve büyücülüğü kendisine dayanak olarak alan müneccimlerin başını çektiği tarikatlar, ağır basmaya başladılar.

Zerdüşt tarafından gerçekleştirilen reformların sonrasında Mazdeizm’in Zoroastrizm (Zerdüştlük) olarak anıldığı bu dinde; iyi düşünceyi temsil eden Behmen, iyi erdemi temsil eden Erdibihişt, iyi imparatorluğu temsil eden Şehriver, iyi bakışı temsil eden Spendarmidh, iyi sağlığı temsil eden Hurdad ve iyi ölümsüzlüğü temsil eden Murdad olmak üzere toplam altı ruh, Ameşas Spentas adı altında toplanır.

“Ve bundan sonra, Şabuhr’un oğlu, krallar kralı (I.) Vahram öldüğünde, Vahram’ın oğlu, imparatorlukta cömert, adil, içten, hayırsever ve dindar,  krallar kralı Vahram iktidara geldi. Ve Hürmüz’e ve tanrılara sevgisinden ve kendi ruhunun aşkına, imparatorlukta benim rütbemi ve mevkilerimi yükseltti… Ve bütün eyaletlerde, imparatorluğun her yerinde Hürmüz’ün ve diğer tanrıların kült eylemlerinin değeri arttırıldı. Ve Zerdüşt dinine ve büyücülere imparatorlukta yüksek nişanlar verildi. Ve tanrılar, ‘su’, ‘ateş’ ve ‘yararlı hayvanlar’ imparatorlukta büyük bir hoşnutluk kazandılar, ama Ehriman ve putların başına büyük darbeler ve büyük zararlar geldi. Ve Ehrimen’in ve putların (yanlış) öğretileri imparatorluktan kayboldu ve imparatorlukta inanılmaz hale getirildi. Ve Yahudiler (Yahud), Budistler (Şaman), Hindular (Brahman), Nazarenliler (Narsa), Hristiyanlar (Kristiyan), Vaftizciler (Magdag) ve Manililer (Zandik) imparatorlukta yok edildiler, bunların putları tahrip edildi, putların yuvaları yok edildi ve tanrıların evleri ve yerleri durumuna getirildi.”(Antik Pers Tarihi, s.285)

Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere M.S. 276–293 arasında tahtta hüküm süren Pers kralı Behram (Vehram) II döneminin ünlü rahiplerinden Mobad Kirdır, kitabelerinde, II. Behram dönemindeki çalışmalar ve gayretlerden ötürü tapınma cemaatlerinin takibata maruz kaldığını dile getirmektedir. Bu ifade; bizim açımızdan bir taraftan imparatorluk sınırları dâhilindeki muhtelif inanç cereyanlarının isimlerini birer birer sayarken, öbür taraftan dinî azınlıklarla siyasî münasebetin tarihî olarak sınıflara ayrılması lâzım gelen muayyen bir basamağına parmak basmasından ötürü oldukça enteresandır.

M.S.224/226–651 arasında İran’da, Mezopotamya’dan İndus’a değin olan coğrafyada egemenlik süren Sasaniler zamanındaki Zerdüştlüğün çizgilerinin belirgin hale getirilmesine çalışıldığı zaman birincisi İran’da dinî edebiyatın bir bütünlük arz etmemesi ve eşzamanlı olmaması meselesi; ikincisi detay meselesinde birbirini karşılıklı bir biçimde yok sayan bilgin düşüncelerinin enflasyonu ve üçüncüsü, eskilerde gerçekleştirilen araştırının noksan mefhumsal bütünlüğüyle günümüze dek etkisini devam ettirme başarısını gösteren klişe ve oturmuş düşünceler olmak üzere üç kat bir dilem ile yüz yüze gelinmektedir. Ama bütün bunlara rağmen kimi ilkesel hususlar tartışma konusu olmaktan çıkamamıştır. Hukuksal kültürün, yazının ve resimsel ifadenin ve fakat bununla birlikte o döneme ait cesetlerin dışarıya bırakılması ve kemiklerin gömülmesi gibi dinî ananelerin dinî damgası, Sasaniler İran’ı tarihi boyunca hiç görülmedik bir biçimde Zerdüştileştirildiğinin açık kanıtını gözler önüne sermektedir. Köyden ve onun tapınımsal sahalarından kral sarayına değin hemen her yerde ibadet’i, ritüellerin eksiksiz bir biçimde uygulanması ve dinî aktarımın korunma altında tutulması dinsel yetkeler tarafından gözetim altında bulunduruluyordu. Zerdüşt inanışına sahip olanların kitap ehli konumuna gelmesinde; Tevrat, İncil ve Mani kitaplarının numune olması ve rekabet meydana getirmesi sayesinde Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta’nın ilk defa yazıya aktarılmasının özendirilmesi ve mukaddes tekstlere yönelmesi ve yazının çoğaltılması gibi etkenler rol oynamıştır. Bu durum, toplulukların bundan sonraki tarihi bakımından çok büyük ehemmiyete malik oldu. Kendilerini Zerdüştlüğün özendiricileri şeklinde gösteren Sasani kralları, kutsal ateşler ve tapınaklar nezrettiler ve tanrılarla olan iyi münasebetleriyle iftihar ettiler. Meşruiyetlerini, görüldüğü gibi önemli bir oranda, hâkimiyetlerinin Tanrı teveccühü olmasıyla ilişkilendirdiler. Ölen ve yaşayan insanların ruh esenliği için Orta Persçe’de ruvanagan olarak adlandırılan nezirler, inanan insanların, ruhun yok olmasının ertesindeki yazgısından duydukları tasanın bir ifadesidir; bunlar bu adaklardan elde edilen iratların, kimlerin hissesine düştüğüne göre cemaate hizmet veya gelecek nesillere yardım şeklinde çıkabilirdi, meydana.

Bunların dışında kalan pek çok şey, henüz gün ışığına çıkmış değildir. Josef Wiesehöfer bu konuda şöyle diyor: “Krallar, ‘Ortodoks’ Zerdüştîler miydi yoksa Zurvancı  ‘sapkınlığın’ yandaşları mı? Eski Sasaniler, gerçekten de resim kültünü yasakladılar mı yoksa onun yerine ateş kültünü mü getirdiler? Gerçekten de Denkard’ın bizi inandırmaya çalıştığı gibi, daha henüz I. Ardahşir zamanında mı Avesta’nın kutsallaştırılması gerçekleşti? Son olarak: Zerdüştlük, İslam’ın doğuşu sırasında, inandırıcı gücü, açıklığa ve reforma hazırlığı kalmaksızın, ritüelleri ve formalizmleri içinde katılaşmış bir din, maddî ve manevî-ahlâkî talepleri ile inananlar için daha çok bir yük durumuna mı gelmişti? Ya da bunun tersi bir durum mu söz konusuydu, onu dış koşullar mı bir azınlık dini haline getirdi. İslâm’ın zaferinin kutsal tarihsel yorumu kimi modern gözlemcinin bakışını mı çarpıttı?” Evet, Josef Wiesehöfer’in de yukarıda sıraladığı soruların yanıtlarının bulunmadan Zerdüştlük hakkında bilinmeyen pek çok şeyin gün ışığına çıkması mümkün değildir.

 

AHURA MAZDA VE ÖTEKİ TANRILAR

 M.Ö. 558–M.Ö. 330 tarihleri arasında hüküm süren Ahemeni Hanedanlığı’nın dinsel şekliyle, M.Ö. 628-M.Ö. 551 yılları arasında yaşayan ünlü İranlı reformcu ve Peygamber Zerdüşt tarafından ilkeleri belirlenen Zerdüştlük inancı arasında bir ilişkinin var olduğunu ispatlamaya çalışanlar olduğu gibi, ispatlanmaya çalışılan bu ilişkiyi, çürütmeye çalışanlar da bulunmaktadır. Ancak bu yapılmak isteniyorsa, daha doğrusu bunun yapılabilmesi için başta büyük önem taşıyan Zerdüştlük inancının temel tipik vasfının gelişme süresi içinde gösterilmesi lâzım gelir. Zerdüşt’e atfedilen ilahiler olarak kabul gören Gathalar, tek bir Tanrı’nın, yani Bilge Efendi olarak kabul gören Ahura Mazda’nın etkimesiyle saptanmış dinî bir sistem nakletmeyi hedeflemektedirler. Ahura Mazda’ya, O’nun kişilik kazandırılmış tasavvurlar olarak ilahî yardımcılar şeklinde bir bölümü, O’nun oğulları ve kızları şeklinde vasıflandırılan çok sayıda başka Ahuralar yardımcı olmaktadır. Aşa(gerçek), bu yardımcı Ahuraların içinde oldukça önemli bir mevkide bulunmaktadır. Yeni Avesta’da tablo, Bilge Tanrı Ahura Mazda ve onun oğulları ve kızlarını, altı öz’ü araştırma konusu yapmada bazen bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi bir şekilde kavranmasını sağlamak için sembollerle göz önünde canlandırılıp dile getirme anlamındaki alegoriler veya baş melekler şeklinde vasıflandırılan Ameşa Spentas (Hayırsever Ölümsüzler) olarak isimlendirildiği biçimde dönüşüme maruz kalmıştır. Bu Hayırsever Ölümsüzler grubu, Zerdüşt’e atfedilen ilahiler olan Gathaların aksine bununla birlikte mukim bir biçimde biçimlenmiş ve bir ayın birinci haftasının yedi gününün koruyucusu şeklinde takvimcilik dalında büyük bir öneme haizdirler.

Zerdüşt’e atfedilen ilahiler olan Gathalar, ilahilerin binyıl dönümüyle tarihlendirilmesi için temel neden oluşturmaktadır. Bunların Vedizm adlı eski Hint dininin kutsal kitapları olan Rigveda’lara dilbilim açısından yakınlık içinde bulunması içeriksel-dinsel kıyaslamayı gerekli kılıyor: Burada Vedizm adlı eski Hint dininin kutsal kitabı Rigveda’da Asura (yeraltı dünyasında yaşayan yaratıklar) olarak vasıflandırılan ilksel bir tanrılar sınıfının, zaman içerisinde çok kuvvetli bir biçimde olumsuz hususiyetlerle teçhiz edilmiş olması ve iyi Deva’larla çatışma halinde olan kötü ruhlar’da konaklaması meydana çıkmış oluyor. Buna karşın Gathalarda, Rigvedalardaki durumun aksine bir gelişme gözlemek mümkündür: Gathalarda Ahuralar, ilahî yaratıklar olarak kalırken, Deva’ların kötü ruhlara dönüştüğü görülmektedir. Uzun zaman toplumdan gereken saygıyı görmeyen bu eski Tanrılar Grubu, Tanrılar Tapınağı’na yaklaştırılmazlar. Tapınmayla veya ayinle ilgili uygulamalar konusuna gelince, kimi şeyler, dinin kurucusu olan Zerdüşt’ün kanlı hayvan kurban etmeyi tasvip etmediğine, buna şüpheyle yaklaştığına ve haoma adlı içkinin (ki bu içki esriklik veren bir özelliğe sahiptir) ayinsel olarak tadına bakılmasını menettiğini ortaya koymaktadır.

Daha Yeni Avesta’da (aradan birkaç asır geçmesinin sonrasında) dinin kurucusu olan Zerdüşt tarafından ortaya konan doktrin-ilahî doruk sistematik bir duruma getirilmekle birlikte – her ne kadar Avesta’da kötü ruhlar olarak tanımlanan Daivalara lânet okuma işlemi sürdürülse de, eski Hint-İran Tanrılar Tapınağı’nın bir kısmına müspet olarak vasıflandırılan tanrıların çevresine geri dönmeye müsaade edilmiş biçiminde değişikliğe maruz bırakılmıştır. Bu tanrıların içinde, ilk zamanlarda kendilerine verilen adları koruyan Mithra ve Vayu gibi Hint-İran tanrılarının yanı sıra bugün, eskiden öncelikli ayırıcı hususiyetlere sahip olan adlarıyla tanınan Veretrayna ve Aşk ve Bereket Tanrıçası Anahita gibi öteki tanrıları da bulunmaktadır. Bu gelişmeler hakkında bir neticeye varmak pek olanaklı görünmüyor. Yeni Avesta’da yer alan Tanrılar Tapınağı, şimdi, alenî bir biçimde paganist olarak her ne kadar başat bir Ahura Mazda’yla ayırt edici özelliği gösterilebiliniyor ve çizgileri daha netleştiriliyorsa da Mazdaizm’in ilk zamanlardaki ruhuna bir nitelik kazandırılması çok zor görünüyor. J. Kellens bu konudaki düşüncelerini:

“Ahura Mazda, kendisini şimdi, henüz gerçek tanrılar(Ahuralar) olmayan kimi tanrıların ve artık tanrı olmayan diğerlerinin (Daivalar) topluluğunun içinde bulmaktadır, ama hepsi de dinsel alandaki yerlerine sahiptir.” şeklinde dile getiriyor. Bunun için karşımızda “dengesi olmayan bir pagancılık” mı, yoksa “dengesi olmayan bir tektanrıcılık” mı var? sorusu duruyor.

Zoroasterciliğin (Zerdüştlüğün) ahlâkı ve M.Ö. VI. yüzyılda İran’da yaşamış olan Pers Peygamberi Zoroaster (Zerdüşt) tarafından kurulan bir din olan Zoroasterciliğe göre üzerinde yaşadığımız bu dünya yaşamı, İyilik Tanrısı Ahura Mazda ile Kötülük Tanrısı Ehrimen’in etrafında kümelenmiş iyilik ve kötülük güçlerinin daimi savaşıdır. İnsanın görevi, bu savaş sırasında iyilik güçlerinin yanında saf tutmaktır. ‘Bu savaş, mahşerde Ahura Mazda’nın göndereceği ergimiş metal selinin dünyayı kötülük güçlerinden tamamıyla arındıracağı güne dek devam edecektir’ şeklindeki eskatolojisi hakkında bilgi verilmesi gereken bir savaştır: Yeni Avestacı ananenin temeli, M.Ö. 558- M.Ö.330 arasında hüküm süren Ahemeni Hanedanı zamanına denk düşmesi gereken Geç Dönem’in Videvdad  adlı yapıtında, Zoroastercilik (Zerdüştlük) alenî bir biçimde birciliğe karşı olarak her şeyde ruh ve madde, iyilik ve kötülük tanrıları gibi iki zıt ilkenin varlığını savunan ikicil karakter ağırlıklı olarak göze çarpmaktadır: Işıkla sembolize edilmiş bir iyiler tanrısı Ahura Mazda ve karanlıkla sembolize edilmiş bir kötüler tanrısı Angra Mainyu (Ahriman), kâinatın karşısında, bizzat kendilerince yaratılan ve içinde her birinin kendi etki sahasına malik bulunduğu bir dünyaya karşı bir bütün halinde durmaktadırlar. Tanrıların ikisi de ta başından itibaren hâkimiyeti ele geçirmek amacıyla savaşır; insandan, iyi olanın faydasına net bir biçimde karar altına alınmış bulunan bu çatışma sırasında taraf olması istenmektedir. Sevgi, saygı, alçakgönüllülük ve sağduyuyu en büyük erdemler olarak kabul eden Eskiçağ Yunan felsefecisi Plutarkhos (M.S.45- 120) da bu ikiciliği tanıyor. Plutarkhos’un bu konudaki düşünceleri şöyledir:

“Kimileri (bilge insanlar) sürekli olarak birbirleriyle çatışma içinde bulunan iki tanrıyı var sayıyor ve birini iyinin yaratıcısı ve diğerini kötünün yaratıcısı yapıyor. Diğerleri daha iyi varlığı tanrı ve onun rakibini kötü ruh olarak adlandırıyorlar. Bunu, örneğin, Troya Savaşı’ndan 5000 yıl önce yaşamış olması gereken büyücü Zerdüşt yapıyor. O, bir varlığı Horamazes, diğerini Areimanos olarak adlandırıyor ve aynı zamanda, onun ışığa, diğerinin karanlığa ve cehalete benzediğini, ama Mithras’ın her ikisinin arasında ortada durduğunu öğretmektedir. (Plutark, şimdi, Perslerin aşağıdaki gibi görünen mitsel düşüncelerinden söz ediyor:) Horamazes, en arı ışıktandı, ama Areimanos karanlıktan doğmuştu ve her ikisi de birbirileriyle çatışma halindeydi. Birincisi altı tanrı yarattı, Areimanos da, her şeyde onların zıttı olan altı tane yarattı. Bunun üzerine Horamazes, kendisini üç kat büyüttü, onun yeryüzünden uzak olduğu kadar kendisini güneşten uzaklaştırdı ve gökyüzünü yıldızlarla süsledi; onlardan birini, Sirius’u diğerlerinin üzerine bekçi ve gözcü olarak dikti. Bundan sonra, yine 24 Tanrı yarattı ve onları bir yumurtaya kapadı. Ama Areimanos tarafından sayıca eşit olarak yaratılanlar, onu deldi. …İyiyle kötünün karışması buradan gelmektedir. Ancak günün birinde, Areimanos’un bizzat kendisi tarafından yayılan veba ve açlık sonucu yok olacağı ve un ufak edileceği bir zaman gelecektir. O zaman yeryüzü de düz ve engebesiz olacak, bütün insanlar, o zaman mutlu bir şekilde aynı yaşama tarzına, hükümet biçimine ve dile sahip olacaklar.”

İyi olanla kötü olanın arasındaki tercih(ruhlar ve ölümlüler için), Zerdüşt’e atfedilen ilahiler olan Gathalarda gözler önüne serilmesine karşın Yeni Avesta’da İyilikçi Tanrı Ahura Mazda ile Kötülükçü Tanrı Angra Mainyu (Ehrimen)’nun karşı karşıya konulmuş olması öncesinde Ahura Mazda seviyesinin altında Spenta Mainyu olarak adlandırılan iyi ruh ile Angra Mainyu olarak adlandırılan kötü ruh olmak üzere bu iki ruh doktrininin mevcut bulunup bulunmadığı araştırıda çok sert bir biçimde tartışma konusu yapılmaktadır.

Çıkış sorusuna, bir başka ifadeyle M.Ö. 558- M.Ö. 330 tarihleri arasında hüküm süren Ahemeni Hanedanı’nda Zerdüştlüğün dinî şekillerine dair bir sinyalin bulunup bulunmadığına dönüp bakıldığında, böyle bir durumda, bu biçimde bir göz önünde bulundurulmuş nitelik bakımından, şayet mevcut ise, inancın sadece Avestacı şeklinin üzerinde konuşulacağı aşikârdır. Öncelikli olarak tartışı konusu olacak noktalar şunlardır: M.Ö.522–486 arasında hüküm sürmüş Ahemeni Hanedanı krallarından Dara I (Darayavauş) kitabelerinde, kendisinden Tanrıların en büyüğü (hayâ matişta baganam) diye bahsettiği Ahura Mazda’yı Tanrıların tamamıyla (hada visaibiş bagai-biş) veya mevcut olan öteki tanrılarla (uta aniyaha bagaha tayaiy hatiy) birlikte adlandırıyor. Bu durumda bu dine, tek tanrılı bir din şeklinde bir nitelik yüklemek mümkün mü? Mümkün değil elbette. Şimdi Ahura Mazda’yı açık bir biçimde vurgulayan Dara’nın müdafaasını yaptığı Mazdaizm, Eski İran tanrılar mülâhazasının Mazdaizm’mi mi, yoksa Yeni Avesta’yla görelilik içinde mi? Dara tarafından ötekilerden baga diye bahsedilmesine rağmen Avesta, saygıdeğer ilahî yaratıklardan yazata olarak bahsetmektedir. Bu durumda burada bu iki mülâhazanın farklı olması mı kendisini ortaya koyuyor? Yoksa baga, kral kitabesinde daha yakından nevileştirmeden ilahî yaratıkları vasıflandırırken yazata adı daha sınırları belirlenmiş olarak algılanması lâzım gelen tanrılar sınıfını mı vasıflandırıyor? M.Ö.484-M.Ö.420 tarihleri arasında yaşayan Yunanlı tarihçi Herodotos’un gösterdiği Pers eğitim ideali: ‘gerçeği söylemek’ anlamına gelen ‘alethizesthai’ ve onun olumsuz refakatçisi ‘yalan söylemek’ anlamına gelen ‘pseudesthai’yi mukaddes yazılar olarak kabul gören Avesta’da yer alan  ‘aşavan-drugvant’ zıtlıklarıyla kıyaslamaya kalkışmak mümkün mü? M.Ö.486–465 arasında tahtta oturan Ahemeni Hanedanı kralı Kserkses I (Hşayarşa), kitabesinin kral tarafından kendilerine karşı savaşım verdiği Daivalara, Daevaların Zerdüştçü olarak kabul edilmemesinin geri planından bakmak mümkün mü? M.Ö. 558–530 tarihleri arasında hüküm süren ve Ahemeni Hanedanı’nın kurucusu olan Kyros örneğindeki gibi kralların ev mezarlarına ya da, M.Ö.  522–486 arasında hüküm süren Ahemeni Hanedanı krallarından Dara I ve onun ardılları örneğinde görüldüğü gibi kaya mezarlara defnedilmesi, Vendidad’da (Heredotosça büyücüler için nakledildiği şekliyle) derpiş edilmiş bulunan cesetlerin terk edilmesi fermanıyla aykırılık mı teşkil etmektedir? Yoksa burada, Zerdüştlük inancının gelişme göstermesinin defin sisteminde kendisini büyük bir tenevvüyle göstermiş olan bir merhale mi aksettirmektedir?

M.Ö. 558–330 arasında hüküm süren Ahemeni Hanedanı’ndan gelme kralların dinî inanışları hakkında soru sorulduğu zaman ne kadar güç bir alan üzerinde yola çıkıldığı belki de gün ışığına çıktı. Ama her hâlükârda Bilge Tanrı Ahura Mazda’nın, Kral Dara I tarafından tercih edilmesinin yanı sıra bir taraftan malûm olanla bağlandığı, öbür yandan adı geçen Tanrı’ya iman etmekle iktidar savının büyük oranda destek görmüş olmasını ümit ettiği belirlenebilir. Kral Dara’nın Ahura Mazda’ya sadece siyasi duruma göre hareket eden düşüncelerle mi bağlandığı, yoksa kendisini ona gerçekten samimi bir şekilde yakın mı gördüğü sorusuna yanıt bulmak pek mümkün görünmüyor. Gerçek ve yalan’ın kendileri açısından hayatlarını onlara göre bir düzene sokmaya gayret gösterdiklerini ahlâki-etik mesnet noktalarını meydana getirdiği Zerdüştî uyruklara aykırı bir şekilde, kral için tanrıca arzu edilen ve hanedanlık tarafından din ve kamu vicdanınca doğru bulunarak ilan edilmiş olan hâkimiyetine yönelmiş bulunan her şey, bir başka ifadeyle isyan ve gaspın her türlüsü drauga’dır. Bu kural uyarınca ‘rta’, kralın siyasi arenada kendisinin takip edilmesini uyrukların fazileti şeklinde işaret ettiği şeydir.

Pers’te mevcut olan dinî uygulama için, Persepolis levhalarına tekrar müracaatta bulunmamız lâzım gelir. Bu levhalar, kralların, uyruğunda bulunanlara birden fazla tanrıya tapınmalarına müsaade ettiklerini ve hatta onlara yardımcı olduklarını ortaya koymaktadır. Elymais’de hemen hemen sadece, mesela Humban veya Napirişa benzeri Elam tanrılarına ve Samilerin Fırtına ve Yağmur Tanrısı Adad’a tapınıldığı halde İran tanrıları arasında Visai Baga, Drva (Zurvan), Hvarira, Naryasanga, Rdanafravartiş, Spantaragrdya, Mijduşiş, Brtakamya ve ama bunların yanı sıra dağlarla nehirler de, kurban kabul edici tanrılar olarak çıkarlar karşımıza. Ahura Mazda için günümüze değin sadece on tane belge bulunduğu halde ‘lan’ olarak adlandırılan kurbanların, adı geçen tanrıya nezredilmiş resmî kurban tapınmaları olarak görülmüş olması lâzım geldiği inancı, çok yaygındır. Bu kurban için hak edişlerinin kullanılmasının yanı sıra geniş bir biçimde yaygın hale gelen düzenli hak edişler de kullanıma sunulmaktadır.

Zerdüştlük’te tek ve iyi olan Tanrı Ahura Mazda, kötünün düşmanıdır ve kötülüğün hiç birinden mes’ul değil. İnsanları sınava tabi tutmaz. İnsanların varoluş nedeni, Kötü’ye karşı savaşım vermektir. Ahura sözcüğü, eski Ayranlardan kalmıştır. Aryanların Hint kolunda Asura haline dönüşen bu sözcükle Tanrı dile getirilmek istenmiştir. Ancak bu sözcük, Aryanların İran kolunda değişikliğe maruz kalarak; Efendi, Sahip benzeri mefhumları karşılamak amacıyla kullanmaya başlandı. İngiliz araştırıcılar, Ahura’dan Lord olarak bahsetmektedirler. Hindistanlı Neryosangh, Mazda sözcüğünün, bilgelik, hikmet ve akıl gibi anlamlara geldiğini dile getiren ilk araştırmacıdır. Bu araştırmacı, bununla birlikte Mazda’da yer alan Maz kökünün büyük ve ulu gibi anlamlar ihtiva ettiğinin altını çizmiştir. Maz kökü, bu günkü Kürtçe’de Mezin = büyük anlamında olacak biçimde olduğu gibi korumuştur. Bundan ötürü bu isim; Mutlak Bilge, Tek Efendi, Efendi Bilge, Tek Bilge ve Ulu Bilge benzeri muhtelif biçimlerde çevirisi yapılagelmiştir.

Medya’da M.Ö. 715 tarihinde, Mazdaka’nın özel ad olarak kullanılır olması Prof. Eduard Meyer ve Geldner’in dikkatlerinden kaçmamıştır. Neticede bu araştırmacıların ikisi de; Zerdüştlük dininin o dönemlerde dahi ülkede egemen olduğu kanaatini uyandırmıştır. Öte taraftan Prof. Hommel, M.Ö. 669-629 tarihleri arasında hüküm sürmüş Asur kralı Asurbanipal dönemine ilişkin bir kitabesinde Assara Mazãş adını, gün ışığına çıkarmış. Bu keşifle, Aryanilerin Zerdüşt öncesinde de Tanrı olarak Ahura Mazda’ya tapınım gösterdikleri meydana çıkmış. Bu kitabeler, her ne kadar Mazdaka adının meydana çıkması sonrasındaki bir döneme ilişkin olsalar da Zerdüştlüğün biçimlendiği devirden çok daha eskilere dayanırlar.

Bahdinilerin dinsel sisteminde Tanrı mefhumunun girift olmasının en önemli nedeni, Ahura Mazda adını tefsir etmeye çalışırken yüz yüze gelinen anlam karmaşasıdır. Bu girift yapının bilincinde olamayan ya da Tanrı anlayışları birbirinden faklı olan Persian kitabelerinin sahipleri olarak öne çıkan Kral Darius ya da Xerxes, İyilikçi Tanrı Ahura Mazda’yı; en büyük tanrı anlamına gelen Mathişta Baganam olarak nitelerler. Ancak burada bir tezatlık vardır. Çünkü en büyük Tanrı’nın olabilmesi için birden çok Tanrı’nın mevcudiyeti söz konusu olur ki bu da Zerdüştlüğün ruhuna aykırıdır. Zira Ahura Mazda’nın, her şeyin var edeni olduğunu aleni bir biçimde gözler önüne seren 44. Yasna’da her şeyin ona bağlı olduğundan da söz eder. Lakin İyilikçi Tanrı Ahura Mazda’nın kendini sınırladığı ve Kötü tarafından sınırlandığı kadarıyla. Daha da önemlisi kompleks bir yapı içerisinde…

Zerdüştlükte sistemleri söz konusu olan İyi ve Kötü adlarındaki iki temel ruhsal güç, gerek kâinatta, gerek toplumda ve gerekse insanın ruhunda olsun, mutabık kalınmayan bir kavganın içine girmişler. Kavgayı, şike olarak görmek mümkün değil. Geleneksel Sami-Hami inanışlarında yer alan şeytan motifi, her ne kadar Kötü’ye benzetilmiş olsa da aralarında bir bağ söz konusu değil. Zira şeytan da, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Hâlbuki Zerdüştlükteki Kötü, kendiliğinden var olmuştur. Şeytanın ömrü, Ortadoğu inançlarında kıyamete değin sürmesine rağmen Zerdüştlükte son, kıran kırana bir savaşımla saptanır. Gene şeytan, Sami-Hami inançlarında muayyen bir yaratı ve eski bir melek olmasına rağmen Zerdüştlükte Kötü bir güçten başka bir şey değil. İyi ve Kötü adlarındaki bu iki zıt güç, yan yana ve kavga halindeler. Yaşamın her alanında zıtlıklar birlik halinde de vardır, kavga halinde de… Bu kavga, kâinatta Kozmos ile Kaos’un, toplum içinde zalimler ile emekçilerin, insanda ise ruhunda iç hesaplaşmanın kavgasından öte bir şey değil. “Kötü kim?” sorusunun yanıtını, Gathalarda bulmak mümkündür: “Doktrinlerinin (kişiliği gereği), onlar insanları en iyi eylemlerden saptırmalarından ötürü, Mazda, onlar için Kötü (olan) hükmünü verdi (onları kötü olarak niteledi), (bu hükmü) şu işkence etme itiyatlarıyla sığırın yaşamını mahvedenler ve şu zengin karapanlar, tiranlar ve yalanın egemenliğini Gerçek’e tercih edenler (için verdi).”[Yasna].

Yukarıda da görüldüğü üzere Yansa; direkt olarak tiranları, yalanın hükümranlığına boyun eğen ya da peşkeş çeken işbirlikçiler ve işkenceci zalim zenginleri hedefe oturtmuştur. Burada, dikkat edildiği zaman bu dinin felsefesinin ilkel bir sosyalizm olduğunu yakalamak mümkündür. Bu saptama, Batılı araştırmacılarının birçoğunun ortak kanısıdır.

30. Yasna’nın 3. bölümünde bu ana çelişkiye getirilen açıklık şöyledir: “Evet, bunlar iki temel ruh(sal güç)türler ki kendilerini ikiz (zıt ikizler gibi) açığa vururlar. Düşüncede (manahi), dilde ya da sözde (vacahi) ve eylemde (akem) İyi ve Kötü… Aklı olan, bu iki güç arasında bir defada doğruyu seçer, ahmak ise onu değil”.

Bu kısım, araştırmacılarca en fazla tartışma konusu edilen ve yorumlandığında en çok yanlış yapılmasına neden olan kısımdır. Bu karışıklıkların tamamına neden olan şey, iki sözcüğe getirilen yorum farkından başka bir şey değil. Bu sözcüklerden birincisi; metinde adından söz edilen xvafena, ikinci sözcük de yeema (iki ‘eyi uzun bir e şeklinde okuyunuz). Xvafena sözcüğü; Kürtçe’deki xewn sözcüğüne benzer ve Bartholomae tarafından xevn sözcüğünün belirttiği manayla, somnõ= uyku biçiminde tabir edildi. Bir başka yazar grubu, bunu dream biçiminde yorumlama yolunu seçmiştir. Bu sözcüğün dream ya da sleep biçiminde tabir edilmesine –bir yere kadar- Yaşt; 13, 104 yol açmıştır diyebiliriz. Zira sözcük burada “… Kötü rüyalara direnmek için” biçiminde ve yukarıda verilen tabiriyle kullanılmıştır. Hâlbuki uyku manasında olan sözcük, Zerdüştilerin kutsal kitabı olan Avesta’da xvafena değil Kürtçe’ye daha uygun düşen xvafna’dır. Xvafena, Moulton tarafından gizli görüntü, düş dünyası biçiminde tercih edilmiştir. Dinin genel karakteri göz önünde bulundurulduğu zaman bunu da mantıklı bir açıklama olarak saymak mümkündür. İnsler, bu sözcüğün Xvafni kökünden peydahlandığını ve rekabet manasına geldiğini kabul eder ki, mantığa en uygun olan yorum da budur.

Yeema sözcüğü, genel anlamda dinin yorumlanmasıyla kargaşaya neden olmasından ötürü son derece önemlidir. Yazarlardan bazıları, bu sözcüğün anlamı olan ikiz kelimesinden yola çıkarak İyilikçi Tanrı Ahura Mazda ile Kötülükçü Tanrı Angra Mainyu’nun ikiz olduğunu öne sürerler. Zurvancılar, birbiriyle tezatlık arz eden bu iki temel güce baba olarak da Zaman Tanrısı Zurvan’ı bulurlar. Zerdüştlüğün kaynaklarından biri olan Dinkard’da adından söz edilen biçimiyle (yani xvafna ile birlikte) olayı yorumlayan West; “Ohrmazd (Ahura Mazda) ile Ehriman (Angra Mainyu) bir rahimin ikizleri” olduklarını dile getirirler. Bu yorum, kolaya kaçan birçok yazar tarafından hemen kapışılmıştır. Hâlbuki kolaya kaçan yazarlar tarafından kapışılan bu yorum, Gathalar’da ifadeye çalışılan dinin ruhuyla taban tabana zıttır. Burada sözü edilen ikizlik, karşıtların iki kutbu manasına gelen bir ikizlikten başka bir şey değil. Birbirileriyle taban tabana zıt davranışlara malik olma –ya da xvefna ile de bir araya getirirsek- yarış biçimindeki iki kutup manasına gelen bir ikizliktir. İzleyen tümceyi, bir başka ifadeyle; ‘düşüncede, sözde ve harekette iyi ve kötü’ ibaresini de göz önünde bulundurmayı ihmal etmezsek, bu iki zıt gücün kardeş olduğuna ilişkin hiçbir emarenin bulunmadığına tanıklık etmek mümkündür. Olaya biraz daha açıklık getiren ilgili Yasna’nın 5. bölümü şöyledir: “Bu iki (temel) güçten (ruhtan) Yalan (dregvô) olanı, Kötü şeyler yapmayı (acişto verezyo-zazakiye dikkat) tercih etmiştir. Ama çok hayırlı olan bu kuvvet ki en katı taşlardandır giysisi, bir başka ifadeyle taş benzeri mukavemetli ve sabit dürüstlükteki ruh, Gerçek’i (Aşa’yı) tercih etmiştir. Bu şekilde doğru seçimden yana tercih kullananlar, her zaman doğru (adil) fiiliyatları ile Ahura Mazda’nın güvenine mazhar olacaklardır)”.

Yasna’nın bu bölümünden de anlaşılacağı üzere İyi ile Kötü, Ahura Mazda, bir başka ifadeyle tek ve yaratıcı olan Tanrı ile doğrudan özdeş kılmak mümkün değildir. Ahura Mazda’nın kendi doğası, İyi ile aynı menşeden gelir. İyi, Ahura Mazda’nın da menşeini teşkil eden Tanrısal Sonsuz Işık’tan meydana gelir, bu ışığın ta kendisidir. İyi, Ahura Mazda tarafından var edilmiştir. Ahura Mazda tarafından var edilen İyi ile kendiliğinden ortaya çıkan Kötü, birer kuvvettirler ve onlarla olan bağımız bir tercih sorunudur. İyi’yi tercih edenler, Ahura Mazda tarafından gösterilen yola girmişlerdir. İyi ile Kötü arasında yaşanan bu mükemmel üniversal savaşımda, Bahdiniler öncesinde mevcut olan dinlerin liderleri, şeytanlar ve cinlere karşı sakinleştirici yöntemlere müracaat ederlerdi. Törenlerle kurban kesmek, bu yöntemlerin bu güne –biçim değişikliğine maruz kalsa da- gelen en ağırlıklı olanıdır. Magusların Bahdini olmayan kısmın, Cehennem ve Karanlık’a; Haoma sunusu yapıldığı esnada kurt kanı da kullanmak koşuluyla dua ettiklerini Plutarch adındaki Grek düşünürden aktarılanlardan öğrenmek mümkündür. Bu tür merasimler, güneşin olmadığı karanlık yerlerde yapılırdı. Ünlü Yunanlı tarihçi Herodotos’tan da Xerxes adındaki Persia kralının eşi Amesritis tarafından Kötülükçü Tanrı Ehrimen’i sakinleştirmek amacıyla üst tabakadan 14 çocuğu diri diri toprağa gömüldüğünü öğreniyoruz. Bu mevzuya ilişkin birçok örnek vermek mümkündür. İşte tam da böyle bir zeminde dünyada ilk kez;‘Kötü’ye diren!’ diye haykıran ilk peygamber, Zerdüşt oluyordu. Ve Zerdüşt şöyle devam ediyordu: “Ondan korkacağına, ona adaklar adamak için yarışacağına, onu sakinleştirmeye çalışacağına ona diren! Kötü olan her şeye, herkese ve her telkine direnmek, Kötü’den kurtuluşun yegâne yoludur”.

Kötü, her yerde mevcuttur. Beyninde mevcut olan düşüncende, dilinde ve hareketinde Kötü’yü aramaya ve ona karşı savaşım vermeye çalış. Kendine dön, içinin sesini dinle, kalp ateşinin (atrium) hemen yanında seni ayartmaya çalışan kötünün fısıltılarına tanıklık edeceksin. Ateşli Doğru’yla ürkütücü Kötü’nün savaşımını kendi nefsinde ele geçirmeye çalışacaksın. Sen, bu sırra mazhar olduğun zaman Tanrı sensin. Zira sen de Tanrı’nın nüvesini meydana getiren Tanrısal Işık’tan var olmuşsun. Bu sırra vakıf olmaya çalış. Bu sırrın bilincine varmakla Kötü’yü hak ettiği cehennemine göndermek üzere ayırmış olursun. Yeter ki senin daênâ’n, bir başka ifadeyle derunî şahsiyetin ve vicdanın ruhunun derinliklerinde saklı duran o Tanrısal mevcudiyetin parlasın, yeter ki içinde mevcut olan Ben, Kötü’ye karşı direnişe geçsin.

Zerdüştlükte tek yaratıcı İyilikçi Tanrı Ahura Mazda’dır. Ancak Nyberg, “primitif dinlerin bilinen bir vasfı” olarak İyilikçi Tanrı Ahura Mazda’nın doğrudan yaratıcı olmadığından, yaratma görevini emrindeki Altılara bıraktığından söz eder. Ancak Nyberg, bu böyle olsa dahi onun göstermek istediği gibi ilkel’lik olmadığının bilincine varmış değildi. 29. Yasna, 31. Yasna’nın 9. bölümü, 46. Yasna’nın 9. bölümü, 30. Yasna’nın 3.-6. bölümleri buna örnek olarak verilebilir. Gene aynı araştırıcı tarafından verilen bilgilere göre Ahura Mazda; yaşamı, Angra Mainyu; yaşam olmayanı yarattığı zaman büyük cihanşümul savaşımın kıvılcımını ateşlemişti. Bu antitezler, hem fizikî hem de ruhî planda mevcuttur. Yaşam; hislerden, haberleşmeden, isteklerden, inançlardan, sözden ve fiiliyattan meydana gelen bir İyiler silsilesidir. Bunun zıttı Kötü olan ölümdür, yaşam olmayandır. Bunları, bir başka ifadeyle yaşam ve yaşam olmayanı var eden iki ikiz ve karşıt Mainyu mevcuttur. Bir aşka ifadeyle İyi (Spenta) Mainyu ve Kötü (Angra) Mainyu mevcuttur. Bunu göz önünde bulundurarak yola çıkan Nyberg, Zerdüştlüğün iki fikir arasında kalma durumuna geliyor: Bu ikizlere bir baba lazım. Eğer öyle ise kimdir bu ikizlerin babası, ya da böyle bir babanın olması mümkün mü? Bu sorunun yanıtını bulma girişimine başlayan yazar, Pehlevi eserlerine başvuruyor. Adı geçen yazarın karşısına İrani felsefeler içinde iki baba çıkıyor; Doğu İran’da, adı geçen bu ikizlerin babası Ahura Mazda, Batı İran’da ise Zurvan’dır.

Zurvan/Zaman, eski Aryan kültünde oldukça önemli bir yere sahip olan bir tanrıdır. Pehlevi kitabelerinde yok olmakla karşı karşıya gelmesine rağmen, Zurvanizm adı verilen dinde Zurvan; İyi Ohrmazd/Ahura Mazda ile Kötü Ehrimen/Angra Mainyu’nun babasıdır. Bu İyi ile Kötü’nün savaşımı, kendisine 12.000 yıl ömür biçilen dünyanın ya da kâinatın nihayetine değin devam edecektir. Doğuda benimsenen Zoroasterizm'de ise baba Ahura Mazda, etkin İyi Mainyu aracılığıyla her şeyi yarattı. Doğal olarak hurafelerle nakşedilmiş ve bozulmuş bir yeni öğreti olan Zoroasterizm söz konusu olunca Nyberg haklıdır.. Ancak Zerdüşt, yani Bahdin’in asıl peygamberi ve onun doktrini söz konusu olunca işler değişir.

 

AHURA MAZDA, KÖTÜ GÜÇLER VE DİĞER DİNLERE ETKİLERİ

Zerdüşt tarafından geliştirilmiş Tanrı mefhumu, Bahdini sonrası dinleri duyuran peygamberler tarafından getirilen Tanrı mefhumundan oldukça ilkel  bir durumdadır. Zerdüşt, Tanrı’yı her yanıyla algılamaya çaba göstermiş ve algıladığı biçimiyle de ifadeye çalışmıştır. ‘Ne ilk ne de son’. Kendisine ilişkin yanıtsız soru bırakmadan, Tanrı’sına; ‘Hikmetinden sual olunmaz’ şeklinde bir çehreye büründürmeden, inzivaya çekildiği on yıllık süre içinde yanıtsız soru bırakmamış ve yanıt bulduğuna inandığı zaman da inzivaya çekildiği mağarasını terk ederek halkın içine çıkmıştır. Tam da böyle bir Zerdüşt, Yahudi olmayan bir nebi olarak, çözümsüz hiçbir şey bırakmadıklarını zanneden İsrailoğullarının dinî doktrinlerini yerle bir etme başarısını göstermiştir. İşte araştırmacıların, Zerdüştlük’le iletişim içinde bulunduktan sonra meydana gelen Yahudiliğe, Sürgün Sonrası Yahudilik demeleri buradan kaynaklanmaktadır.

Malum olduğu üzere savaşçı karakterli olmanın yanı sıra zalimliğiyle de ünlü olan Babil Kralı Nebuqadnezzar (M.Ö.604-562), İsrailoğullarının topraklarını işgal etmekle yetinmemiş, bunun yanı sıra Kudüs’ü yakıp yıkmış ve lider konumunda bulunan Yahudileri topraklarından ayırarak birlikte Babil’e getirdi. İşte Babil’de adından söz edilen tarihteki bu ünlü ve ilk büyük ‘sürgün, exodus’ bundan ibarettir. Bu büyük sürgüne Tevrat adındaki kutsal kitaplarıyla birlikte Babil’e gelen Yahudiler, uzun yıllar sonra yurtlarına geri döndükleri zaman Magus adı verilen Zerdüştçü rahip sınıfından ödünç almış oldukları güçlü Tanrı bilimiyle ilgili kavramları da birlikte götürmüşlerdi. Bu büyük buluşmanın sonrasında, Prof. Bousset tarafından da işaret edildiği gibi “güçlü ve etkileyici” bir itikat dizgesiyle yüz yüze gelen Yahudi din adamları, birçok hususta doktrinlerini gözden geçireceklerdi. Eski Tevrat ile yeni Tevrat mukayese edildiği zaman bu değişikliği açıkça görmek mümkündür. Yahudilik sonrasındaki Hristiyanlık ve İslamiyet de Bahdinilerin analizlerinin birçoğunu kendilerine mal etmişlerdir. Ancak bu analizlerin, tam olarak alındığını söylemek mümkün değil. Bahdinilerden alınan şeyleri, dizge ile uyum içine sokamadıkları için sanki ödünç alınmış gibi durmaktadır.

Kuran’da Mecusi olarak adlarından söz edilen Bahdini inancına göre Tanrı En Yüksek ve bu nedenle de Tek’tir. İyilikçi Tanrı Ahura Mazda(Ys.31.14), mükâfat verici ve seçici yargıçtır. Her şeyi bilir (Ys.31.13). Kural koyucudur (Ys.31.11). Öğreticidir (Ys.31,5). Fakirler için (ahirette) bir krallık kurmak amacındadır (Ys.28,4 ve Ys.34.3). Ahura Mazda (Ys.31.7); arkadaştır, koruyucudur, sağlamlaştırıcıdır, değişmezdir. O, bizim yargıcımızdır (43.4).

Ama Ahura Mazda’da ifadesini bulan Avesta’daki Tanrı telakkisinde, mantığa uygun açıklama zihniyeti egemendir. Bu Tanrı telakkisinde; “Tanrı’nın hikmetinden sual olunmaz (nedeni sorulmaz)”ibaresine asla yer yoktur. Bir başka ifadeyle yanıtsız hiçbir şey bulunmaz bu dinde. Her şeyin mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır. Bu anlayış nedeniyle üstünlüğüne sınır getirilmiştir. O, Avesta’da temelini bulan telakki uyarınca; ne suçu yaratma, ne de yaratılmış olmasına izin vermişliğin yükümlülüğünü yüklenmez. Bahdiniler tarafından inanılan inanç gereği kâinat; ucu bucağı bulunmayan iki kısımdan ve bu kısımlarda ikamet eden iki güçten, ölümüne savaşan iki müstakil güçten meydana gelir. Bunlar ezelden itibaren mevcut olan iki ana güçtür; İyi ve Kötü. Müstakil olan insan bu iki ana güç arasında hür istenci sayesinde özgür tercihini yapmış olacaktır. Bu tercihlerini yaptıkları zaman her hangi bir hataya mahal vermemek amacıyla insanlar, Ahura Mazda tarafından gerçeğin kalp ateşi ile teçhiz edilmiştir. Kimi zaman insanların hata yapmamaları için onları uyaran peygamber gönderir. Doğaldır ki kendisiyle yarış içinde olduğu Angra Mainyu da boş duracak değil. O da kendi varlık karmaşasından sapmaya yol açıcı ögeleri, insanın karar dizgesini harekete geçiren ruhî üsslerine yerleştirir. Bunu şöyle bir misalle örneklemek mümkündür: Kişi yolda yürürken içinde yüklü miktarda para ve ziynet eşyası bulunan bir çanta bulur. Çantayı bulduğu andan başlayarak içinde iki ateşin savaşımı başlar. Bu ateşlerin birincisi, İyi tarafından yerleştirilen kalp ateşidir. Bu ateş, çantayı bulan kişiye: “Bu çantanın gerçek sahibini arayıp bulmalısın. Onu bulup çantayı kendisine teslim etmelisin. Bu çantanın içindekilerin çok büyük bir gereksinimi karşıladığını unutmamalısın. Ya bu çantanın içindekilerin yaşamsal bir hastalığın pençesinde kıvranan bir hastanın tedavisi ya da yetimlerin geçimini sağlamak için kullanılacaksa?” vb. biçiminde iyi düşünerek ona göre hareket etmesi için baskı yapmaya çalışırken Kötü’lük ateşi, bunun hemen yanı başında ters taraftan: “Çantayı al götür. Hayatın boyunca bir daha böyle bir fırsat yakalayamazsın. Ali çantayı götür gönlüne göre harcamaya bak. Başkasının hastalığı ya açlığı sana ne? Sen onlardan iyi durumda mısın sanki?” müdahalede bulunur. Sonuçta kişi; özgür iradesiyle kararını verecek ya çantaya el koyarak günaha girmiş olacak ya da sahibini arayıp çantayı kendisine teslim ederek sevaba girecektir. Karar, kişiye aittir.

İşte Zerdüşt tarafından getirilen Tanrı telakkisinin esas ayırt edici özelliği de buradadır. Zerdüşt tarafından getirilen Tanrı telakkisinde İyilikçi Tanrı Ahura Mazda’nın tercihini kendisinden yana kullandığı İyi (Spenta) Mainyu; doğruluğu, güvenilir olmayı, hayırlı olmayı ve maliki bulunduğu mukaddes enerjiyle ayırt edicidir. Kendisine yaklaşmanın anahtarı İyi düşünce, İyi söz, İyi eylem olan İyilikçi Tanrı Ahura Mazda, kâinatın öteki kompartımanında, kendisinden müstakil olarak var olan Kötü (Angra) Mainyu tarafından sınırlanır. İşte Tanrı’yı; suçları ya da suçların mevcudiyetinin mesuliyetini bölüşme gibi bir konuma düşmekten alıkoyan bu sınırlamadır. 

Yaratıcı bir gücün sahibi olmayan Angra Mainyu, güç açısından Ahura Mazda’dan çok daha aşağıda olmasına rağmen;  -Spenta ve Angra Mainyu anlamında- iki ana gücün gene de belli koşullar oluşmadan birbirilerini ortadan kaldırmaları olanaksızdır, (Daha doğrusu bu koşullar oluşmadan İyi’nin Kötü’yü yok etmesi mümkün değil) ve bu iki ana güç, kelimenin tam anlamıyla birbirinden müstakil durumdadırlar. Bunlar, iki çatışan olmasına rağmen birlikte var olmuş iki karşıt kutuptur. Var edici, bir başka ifadeyle İyilikçi Tanrı Ahura Mazda, Kötü Güç’ün yaptığı kötülükleri bir süreliğine, uyarıcıları aracılığıyla ıskalayabilmesine rağmen, söz konusu yok etme olunca en azından bir süreliğine, yani Kötü Güç; insanlar tarafından düşüncelerinde, sözlerinde ve hareketlerinde tam manasıyla tecrit edilinceye değin olanaklı görünmüyor. Bununla birlikte utkunun elde edilebilmesi için yeterli donanıma ihtiyaç vardır.

Yahudilerin, Zerdüştçülerle iletişimi öncesindeki şeytan telakkisi, çok net olmamasına rağmen iletişim sonrasında Yahudilik ve onu izleyen Hristiyanlık ve İslamiyet’in kutsal olarak kabul edilen kitaplarında Şeytanlar ve Cinler’den geçilmez oldu. Daniel; 7.10’da Yehovậ(Tanrı)’nın 100.000.000 melek yarattığından söz etmesine karşın Tekvin; 6,1-5’de verilen bilgiye göre bu meleklerin bir bölümü, insan kisvesine bürünerek gökten ayrılmışlardır. Güzel beşeri kızlarla gönül eğlendirme arzusuna kapılmaları, bu ayrılmaya neden olarak gösterilmektedir. Yahuda;  6-7, bunu “zina işlemiş ve başka beden arkasına düşmüş” Sodom ve Gomorra’da yaşayan halkın hareketleriyle benzer görmektedir. İslamiyet’te de bu gibi durumlarla karşılaşmak mümkündür. Yoldan çıkmış olan bu melekler, Cin olarak adlandırılmaktadır. En’am suresi 128. ayet ve A’raf suresi 38. ayetinde vb. ayetlere göre bunlar, aslında şeytanî güçler konumuna gelmişlerdir.

İsrail, Hristiyan ve İslamiyet inancı gereğince şeytan, bir başka ifadeyle Avesta’daki Kötü Güç, esasında Tanrı tarafından yaratılan meleklerden biriydi. Tanrı; Havva ile Âdem’i var ettiği zaman, adı geçen bu melekte bir tapılma isteği tezahür etmeye başladı ya da bu melek, balçıktan yaratılmış olan Âdem adı verilen bu varlığı küçümsedi. İslamiyet inancı gereğince de ona secde etmeyi kabul etmedi. Âdem ve onunla birlikte var edilen Havva’yı suç işlemeye itti ve Tanrı’ya karşı isyankâr oldu. Neticede bir yılanın kisvesine bürünerek ya da yılanı kullanmak suretiyle yoldan çıkardığı Havva’ya suç işletti. Havva da yoldan çıkardığı Adem’e yasak elmayı yedirerek onu baştan çıkardı. İslamiyet inancı gereğince Tanrı’nın bir meleği - hatta baş meleği- olan şeytan da öteki melekler gibi Tanrı tarafından Tanrısal Nur (Işık)’dan yaratılmıştır. İlk insan olan Âdem’i, kendinin yeryüzündeki vekili olsun diye bir kan pıhtısından ve balçıktan var eden Tanrı, aralarında şeytanın da bulunduğu meleklerine: “Âdem’e secde edin (Bakara:34)" diye emir verdi.  Bunun üzerine aniden kibire kapılan şeytan, balçıktan yaratılan insana secde etmeyi kabul etmemiştir. O anda Tanrı’nın lânetine maruz kalan şeytan bir isyankâr olarak, Kıyamet Günü’ne değin insanları doğru yoldan ayırma çabasına girecekti. Allah, İblis’i önce cennetten kovdu (A'raf:13). Sonra İblis’in isteği üzerine (A'raf:14) Ona kıyamete kadar süre verdi. Böylece İblis, insanları yollarından saptırmak için (A'raf:16) istediği süreyi bulmuştu.

Burada Zerdüştlük’ün Kötü Güç telakkisiyle Ortadoğu menşeli öteki dinlerin şeytan telakkisi arasında mevcut olan farka geliyoruz. Bahdinilerdeki Angra Mainyu, kendiliğinden var olmasına rağmen Yahudi, Hristiyan ve İslamiyet inançlarında yer alan şeytan, Yehova ya da Tanrı tarafından var edilmiştir. Burada Mills tarafından haklı olarak yöneltilen kritiğe gelmek istiyoruz: ‘Bu dinlerin Tanrısı, bir başka ifadeyle geçmişte var olan ve gelecekte de olabilecek her şeyi bilmesi lazım gelen bu dinlerin tek ve güçlü Tanrısı, kendisi tarafından var edilen bir meleğin (şeytanın) tercihini kötüden yana kılacağını nasıl oldu da hesaba katmadı? Eğer bu öngörüde bulunmadıysa nasıl bu kötülüğe, yol sapkınlarına izin verdi? Yuhanna; 12.31, 14.30 ve 16.11’de de belirtildiği şekliyle; İblis’in "bu dünyanın efendisi" olmasına niçin izin verdi?’ Sizce burada bir çelişki yok mu? Tanrı, hem insanları hem de şeytanı yaratıyor. Sonra da şeytanın, insanları kandırarak yoldan çıkarmasına izin veriyor. Neden şeytanı imha ederek dünyanın düzenini kurmuyor. İslamiyet inancı gereği her insanın değişmesi mümkün olmayan bir yazgısı vardır. Üstelik bu, imanın altı şartından biri haline getirilmiştir. Bu yazgı, önceden saptanmış ve yaşanması kaçınılmazdır. Bu yaşanan yazgıda, işlenen günahların tüm yükümlülüğü de kişiye aittir ve kişi bu sorumluluğunu yerine getirmediği zaman da cezalandırılıyor. Şeytanın, onları suça özendirmesinin sonucu da olsa her suç için bir ceza biçilmiştir. Hâlbuki insanları suça teşvik eden şeytan, Tanrı tarafından engellenebilir ya da ortadan kaldırılabilirdi. Üstelik hangi insanın hangi suçu ne zaman işleyeceği de önceden bellidir ve biliniyor. Önceden belirlenen bir yazgıyı yaşamaya zorunlu tutulan insan, bunu yaşadığı için cezalandırılacaktır.

Yukarıda da açıklandığı üzere Zerdüşt tarafından geliştirilen doktrinde insan, tamamen özgürdür. Kişi, İyi ile Kötü’nün savaşımının hem nesnesi hem de hakemi konumundadır. Kalacağı safı kendisi belirleyecek, yazgısını kendi özgür iradesiyle tayin edecektir. Arz, Angra Mainyu’nun krallık alanı değildir. O, arza belli bir süreliğine egemen olmuş, ancak bu egemenlik sürekli değil, geçicidir. İnsanlar, yaptıkları tercihle arzın görünümünü ve üstelik kâinatın yazgısını belirleyebilirler. Bundan ötürü “kul insan”, Zerdüşt’te tercih hakkına sahip olan “efendi ya da hakem insan”dır. İnsan, bu ilahî vakanın üssünde ikamet eder. Zerdüştçü doktrin, ölümün dışında, önceden, kendisinden habersiz belirlenmiş bir yazgıyı asla kabul etmez.

Bu var edici Tanrı Ahura Mazda, kendi dizgesi içinde bir başka ifadeyle altı yön biçiminde hareket eder. İyilikçi Ahura Mazda’nın altıları çok önemli bir güce sahiptirler. Önasya’da mevcut olan öteki dinlerinde bu tanrısal yaratıklar, melek olarak adlandırılmaktadır. Melekler, Tanrı’nın veçhelerinden müstakil ve onun komutası altında bulunan tanrısal yaratıklardır. İslamiyet inancında onların mevcudiyetine inanmak imanın altı şartından biridir. Ancak sürgüne gitmezden evvel Yahudiler arasında Sadduce (Zadokçu)’ler adıyla anılan bir grup mevcuttu ki bu gruptaki insanlar, meleklere de ruhlara da yeniden dirilişe de inanmazlardı. Asmonaeller ile Hasmonaeler’in prenslerinin tamamının meyli, çok büyük bir alana yayılan bu gruptan yanaydı. Bu; eski Yahudilik’te günümüzdeki ana unsurların daha net bir biçimde oturmadığının bir ifadesidir. Ancak melekbilim, süreç içerisinde Önasya dinlerinin tamamında yerine oturmaya başladı. Tevrat'ta (bölüm: 12.15)Raga'nın Yedileri,(Ahura Mazda ve Altılar)’a ilişkin anıştırmalar mevcuttur. Bunlardan birinin adı İsrail Baş meleği Rafael olarak geçiyor. Zekeriya (4.10), Yediler'i, Tanrı'nın yeryüzünün şurasına-burasına koşuşturan gözleri olarak kabul eder. Bu sav, Tevrat’ta zaman içerisinde daha güçlü bir biçimde geliştirilmiş durumdadır.

Bu yedi İyi’ye karşılık yedi de Kötü mevcuttur ki bunlara bundan önceki satırlarımızda değinmiştik. İyilikçi Ahura Mazda’yı Assara Mazãş adıyla alan Asurlular, bundan başka buna semavî yedi İyi Güç (İgigi) ve yedi Yersel Kötü Güç (Annunaki) mefhumlarını da ilave ettiler. Bu mefhumları da Aryanlar’ın İyi Yediler’i ve Kötü Yedileri’nden ödünç almışlardı. Yedi rakamı, dünyada günümüzde de birçok hususta yaşamımıza etki ediyor. İslamiyet, ‘cehennemin yedi, cennetin sekiz kapısı mevcuttur’der. Yedi, bundan başka bir hafta (haft=7, Kürtçe)'nın gün sayısıdır. İslam’ın Kutsal Kitabı Kur’an, Allah’ın gökyüzünü yedi kat halinde yarattığından söz eder. Hristiyanlar, tanrının dünyayı altı günde yarattığını 7. gün istirahat ettiğini söylerler. Tüm bu yedi rakamlı inançların temel menşei, İyilikçi Ahura Mazda ve altı vechesinden oluşan Zerdüştçü tanrısal dizgedir. Tanrı'nın veçheleri olarak kabul gören tanrısal yaratıklar, Hebrew kaynakları için yabancı sayılmaz. Bu kaynaklar, bazen Yehova'nın melekleri’ ya da ‘Yehova'nın ruhları’,Yehova'nın kendisinden oluşmuşlardır derler. Tıpkı Gathalar'da söz edildiği gibi...

Yahudiler; tanrısal nizam, ideal gerçek ve adalet’i sembolize eden aşa’yı, hiçbir değişikliğe uğratmadan kabul etmişlerdir. Zira onlar, dürüstlük ve yargı’yı, Tanrı’nın egemenliğinin esası şeklinde görürler. Vohu Manah, İncil’de adı geçen Eudokia gibidir. Armaiti, dindarlık; Gathalarda Tanrı’nın bir sıfatından başka bir şey değildir. Moulton, bu Gathik örgeyi;  Tanrı’nın Oğlu İsa ile kıyaslar.

Kimsenin tanrılarına karışmaması, Zerdüşt tarafından öne sürülen doktrinin en ilginç tarafıdır. O, herkes tarafından inanılan Tanrı ya da tanrıları; kötünün yanında yer almamak, insanlara zarar vermemek, ekonomilerini alt-üst edici kurban kesme benzeri gelenekleri özendirmemek, düşüncede, sözde, eylemde iyi’nin müdafaasını yapmak, dürüst ve hakkaniyete uygun hareket etmek koşuluyla kutsamaya hazırdır. Zira bu düşüncedeki insanların, Tanrı telakkilerini değiştiremeyeceklerini tecrübeleriyle kanıtlayan Zerdüşt, Gathalar’da onlara ve onların tapındıkları tanrılarına: ”Fakat siz Daevalar ve size tapanlar, hepiniz Kötü Düşünce’den köklerini alan döllersiniz, yalancı ve soysuz! Sizin eylemleriniz de nefret doludur ki siz bu dünyanın yedinci bölgesinde, bu özelliğinizle ünlenmişsiniz.” şeklinde seslenmiştir.

Bu reddiye, Kötü taraftarı olan tanrıların tamamını, beynelmilel-sonsuz savaşımın karşı tarafına, Angra Mainyu’nun birer zürriyeti olarak yerleştiriyordu. Bu saptamaya değin Aryan kavimleri tarafından Tanrı olarak kabul edilen daevalar bundan böyle druj = yalan(cı)’nın birer izleyicisi mertebesine düşmüşlerdi. İşte savaşım tam da şimdi zeminine oturuyordu; var edici tek Tanrı Ahura Mazda ve altıları (melekleri)nın yandaşı olduğu Spenta Mainyu bir yanda, var edici vasfa sahip olmamasına karşın kendiliğinden ortaya çıkan Kötü Güç ve taraftarları öte yanda saf tutmuşlardı. Savaşım beynelmileldi ve İslam ya da İsrail menşeli dinlerde ifadesini bulan imtihan’la yakından uzaktan bir ilişkisi bulunmuyordu. İyilikçi Ahura Mazda, kimseyi imtihana tabi tutmuyordu. Yaradılış’ın ereği imtihan değildi, Kötü’yle savaşımda varlıkların bir araç vazifesini üstlenmelerini temine çalışmaktı. Bu nedenle yaradılış olayının startı verildi ve her şey ebedî Tanrısal Nur (Işık)’dan var edildi. Karanlıklardan yaratılan Kötü’nün, Tanrı’nın da yaratıldığı ebedî Tanrısal Nur(Işık)’a tecavüz etme niyetinde olduğunun sezilmesinden ötürü önlem düşünülmüş ve bu yol (yaradılışı başlatmak kaydıyla ona karşı savaşım verme yolu) bulunmuştur. Onun arasına girmeye çaba gösteren ve ebedî bir karanlıktan yaratılan Kötü, bundan böyle sonsuza değin İyi’ye zarar veremeyecek bir biçimde ortadan kaldırılmalıydı.

Drug, bir başka ifadeyle yalan ya da Drugvant; bir başka ifadeyle yalan söyleyen terimleri çevrilmiş biçimleriyle; şeytan olarak hiçbir değişikliğe maruz kalmadan İsrail ve Hristiyan inançlarına intikal etmişlerdir (Örneğin; İsai:  44.20). Angra ise düşman anlamında Gathalar’da ender de olsa yer alan bir terimdir. Angra, Mainyu’yla birlikte; Angra Mainyu biçiminde bundan sonraki Zerdüştçü düalizmde; cisim biçimine dönüştürülmüş Kötü mefhumunun doğal adı biçiminde kullanılır olmaya başladı. Hebrew Dili’ndeki satan veya İblis terimi, Angra ile aynı anlamı taşıyordu ve zaman içinde düalizm'e doğru yol alan İsrail dininde, Zerdüştçü düalizmin Angra Mainyu'sunun geçirmiş olduğu evrimin aynısını geçirmeye zorunlu olacaktı. Drug'un karşıtı olan Aşa/Gerçek, ifade ettiği tinsel manasıyla İsrail menşeli dinlerde de ilk sırada yer alan mefhumdur. Şeytan ile Zerdüştçüler tarafından Kötü Güç şeklinde adlandırılan mefhum arasındaki benzerlikler şunlardır: İkisi de tanrının muhalifi, ikisi de yalanın yaratıcısı, ikisi de hain ve aldatıcı birer varlıktır.

Zerdüşt tarafından verilen savaşımların en büyüğü, ailesinin de mensubu olduğu ve Aras Koyağı’yla Kuzey Azerbaycan’da yaygın bir biçimde yandaş bulmuş olan Daeva Yasnacılara karşı verilmiş olanıdır. Peygamber tarafından izaha çalışılan aşırı düşünceleri nedeniyle aralarından kovulduğu bu dinî gruba mensup olanlar, günümüzdeki Kürtlerden bir bölümünün doğrudan atalarıdır. Bu dinin en önemli ibadeti olan rastgele kurban kesme, Zerdüştlük’te yasaklanmıştı.  Daevalar da, bu dinin sistem dışı tanrılarıdır. Eski, bir başka ifadeyle Zerdüşt öncesinde mevcut olan dinlerin tanrıları olarak kabul gören bu mefhumlar, Yansa 32,3 tarafından kesin bir dille mahkûm edilmiş ve kötünün nesli’nden gelmekle suçlanmıştır. Ancak onlar, kötünün neslinden gelmiş olsalar da Angra olarak kabul görseler de bir çeşit kabul ediliyorlardı. Ama kötünün neslinden gelen yalancı şeytanlar olarak kabul görüyorlardı.

İsrail menşeli olan dinlerde de aynı olgu ile karşılaşmak mümkün. Filistinlilerin Baalim adlı tanrıları, tıpkı Bahdin’de görüldüğü üzere yerilmiş, şeytanlaştırılmak suretiyle Yahudiler tarafından kutsal kitap olarak kabul görmüş Tevrat’ın içinde yer almıştı. Bundan başka Yahudi dizgesinin içinde bulunan kimi meleklerin şeytanlaşması, kimilerinin cin biçimine dönüşmesi, hep aynı düşüncenin, bir başka ifadeyle Avesta’da bulunan ‘Yanlışı tercih etme’ ifadesinin bir neticesidir. Gidilen yol farklı, ilahî varlıklar farklı, ama netice aynı: İyilikçi Tanrı Ahura Mazda ya da Yehova’nın karşısında yer alanlar, ya Avesta’daki gibi ‘Kötü Güç’ biçiminde sayılmışlar ya da Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat ile Hristiyanların kutsal kitabı İncil’de görüldüğü üzere şeytan ya da cin olarak lânete maruz bırakılmışlardır.

Zerdüştlüğün, Zerdüştçe getirilen doktrinlerden ayrılmaya başlamasıyla birlikte birer birer geri dönmeye başlayan yabancı tanrılar, önemli orunlar elde etmişlerdi. Bunların ilk gelenleri Medlerin Göksel Suların Tanrıçası Anahita’dır. Onu izleyen, Medlerin ve Aryanların güçlü tanrısı Mithra’dır. Bunların sonrasında açık kalan kapıdan içeri giren Tanrı ise Med ve Aryan tanrılarından Homa’dır. Fakat bunların tamamı Soylu Tanrısı olarak kabul gören Ahura Mazda’nın birer astı olarak süreç içerisinde öteki dinlerle meydana gelen savaşımlar neticesinde makamları daha da düşerek sonuçta Melek düzeyine indiler.

 

KORUYUCU MELEKLER VE FRAVAŞİLER

Yahudiliğin Tevrat sonrası döneme ait Torah ya da Yazılı Yasa’nın gerçek yorumu olarak kabul edilen en önemli kitap Talmud’dur. Buna göre Yahudiler, meleklerin adlarını sürgün yaşadıkları Babil’den getirmişlerdir. Öne sürülen bu tez, sürgün öncesi Melekbilim’le, sürgün sonrasında meydana gelen müşahhas melek sistemi arasında mevcut olan farkı düşündüğümüz zaman tartışmasız olarak ortaya çıkan bir gerçektir. Birbiriyle tenakuz içinde olan bu inkişaf, eski dinsel yorumcular tarafından da doğrulanmaktadır. Yeni melekler, dinin içeriğiyle uyum göstermiyor ve bunların yabancı bir menşeden gelme olasılığının yüksekliği bu yorumcular tarafından da onaylanıyor. Bu, Zerdüştlük tarafından Yehovacılara sağlanan çok önemli bir katkıdır.

Matteus 18.10’da şöyle der: "Bu küçük (bireylerden) herhangi birini aşağılamamaya dikkat ediniz. Ben onların göklerdeki meleklerinin, benim göksel pederimin yüzünü her zaman gördüklerini size söylüyorum". Acts; 12.15: ”Sen delisin diye cevapladılar onlar. Fakat O direndi, o zaman onlar; 'bu O'nun meleğidir' dediler.” Bu iktibasların ikisinde de “İnsanların melekleri” şeklinde ortak bir mefhum mevcuttur. Bu mefhumlar, doğrudan Zerdüştçülerin Fravatları ve Fravaşileri ile ilgilidir. Fravaşi mefhumuna Gathalarda rastlanmamasına rağmen yaşları hemen hemen Gathalarla kıyaslanabilecek olan Avesta’nın başka kimi kısımlarında bu mefhum mevcuttur. 37.Yasna'nın 3. kısmında ‘Aşâunam fravaşîş naramca nâirinamca yazamaidê’, bir başka ifadeyle; "biz Aşâ'nın izleyicisi olan hem kadın ve hem de erkek (müminlerin fravaşilerine (iman) ederiz".  Burada adından söz edilen Fravaşiler, insanların manevi âlemdeki suretleri ve Koruyucu ruhları’dırlar. Bu koruyucu ruh mefhumu, İsrail menşeli dinlerce de Koruyucu Melek şeklinde çevrilmiş olup Aryan-Med Tanrıbiliminin ana unsurlarından biridir. İslamiyet’te de uygulamada Koruyucu Melek kavramından söz edilmektedir.

Fravaşi mefhumunun Gathalarda yer almaması, Zerdüşt’ün, insanları sofu olan ve olmayan olarak ayırıp birincisine jandarma, bir koruyucu ruh görevi vermesi, ötekini de kendi “yazgısıyla baş başa bırakma” şeklinde bir eğilimi kabul etmemesinden kaynaklanıyor. İnsanlar müsavidir. Hiç kimsenin başlangıçta belirlenmiş bir yazgısı bulunmadığı için, özel olarak bir Fravaşilerinin bulunması söz konusu olmayabilir. Ancak Zerdüştlüğün böyle bir mecburiyetinin olmamasından ötürü bir adı da Farvardin Yaşt olan büyükçe bir 13. Yaşt bu mefhum için ayrılmış bulunmaktadır. Bununla da yetinmeyen Zerdüşt, mümin insanların ruhlarının Tanrı makamına erişip orada İyilikçi Tanrı Ahura Mazda’yla oturacağını da kabul etmez. Zira gelecekte bir bedende bütünleşme mevzuubahistir.

Zerdüştlüğün, Fravaşilerle tikel olarak kıyaslanabilecek bir mefhum, gene de mevcuttur: Daênâ ya da ben, kişilik, nefis, ego. İnsanın daênâsı, ölümünün sonrasında kendisini muhakemeye tabi tutar ya da o kişinin daênâsı aracılığıyla verdiği hükümden ötürü neticede ya cennete ya da cehenneme gider. Daênâ, Yasna 45,2’de urvan, bir başka ifadeyle ruhla net bir şekilde ayrılır. Bu Yasna’da İyi, Kötü’ye: “Ne bizim inançlarımız, ne öğretimiz, ne arzularımız, ne düşüncelerimiz, ne sözlerimiz ve eylemlerimiz, ne kişiliklerimiz (dậenậmız) ve ne de ruhlarımız anlaşamaz" diye hitap eder. Burada da anlaşılacağı üzere her insanın daênâsı vardır. Daênâ, derunîdir. Kötü’nün daênâsının, İyi’nin daênâsı ile anlaşması mümkün değildir.

Ama buna rağmen Fravaşi biçiminde de olsa Medler, koruyucu melek mefhumunun ilk sahipleridirler.

 

KÜÇÜK ŞEYLER

Sırada Zerdüşt’ün Bahdinisi’nin öteki kimi vasıfları var. Onlara kısaca göz atalım.

Bahdini’nin temelini oluşturan Vohu Manahi(pehl humata),Vohu Vacahi(pehl; huxta),Vohu Akem(pehl; hvarşta)  üçlüsü, iyi düşünce,  iyi söz, iyi eylem anlamı taşımaktadır. Özgün olarak Zerdüştçe öne sürülen bu triad, karşıt mefhumlarla kişinin iç âleminde savaşım verir. İnsan, bu içsel savaşımda tercih edeceği yerle, yazgısını belirleyecektir. İlahî buyruklarla paralel olarak iyi düşünmek, doğru şeyler yapmayı düşünmek, zararlı olmayan şeyleri planlamak, kendisine dine yaraşan doğru bir gelecek çizmek gibi düşünceye ait işlevlerin tamamı Vohu Manahi’nin kapsamı içindedir. Vohu Vacahi; kendisiyle aynı inancı taşıyanlara ya da genel olarak insanlara; haz duyulan, fakat doğru sözlerle seslenmek demektir. Bunların tamamının yol açacağı fiiller de doğru olacaktır ve olmalıdır ki buna da Vohu Akem denir. Yaşamı  boyunca buna dikkat ederek hareket eden insan, Müslümanlık inancındaki Sırat Köprüsü’yle eş değerdeki Cinvato Pereto (Tişinvet Köprüsü)’dan kolayca geçerek cennete varacaktır. Hristiyanlık ve İslamiyet öğretilerinde olduğu gibi bunun aksi de dinî inanışta sapkınlık, doğru olmayanı bilinçli olarak yapmayı planlamak, yalana başvurmak, aynı inancı taşıyanlara merhametsizce sözler söylemek, ister insan ister hayvan olsun canlı varlıklara merhametsizce davranıp zulmetmek, aşırı tutku, hunharlık gibi fikrî, söz ve hareketle ilgili hatalar, Hesap Günü yüz yüze gelinecek şeylerdir.

İslamiyet’in beş koşulundan biri olan oruç, Bahdiniler tarafından kabul görmez. “Oruç tutarak ruhumuzu eğitiyoruz”, “açlıktan kıvranan yoksulların neler çektiğini oruç sayesinde benliğimizde hissederiz” ya da “oruç tutarak daha sağlıklı oluruz” gibi nedenlerle oruç tutan Müslümanların bu koşulu, kendi dinlerinin yaklaşık bin yıl öncesinde mevcut olan Bahdin tarafından kabul görmemiştir. Zerdüşt dininin kutsal kitabı Avesta’nın ayin kurallarının, yasal yargıların, sağlığa ilişkin nasihatlerin vb. ihtiva eden bölüm olan Vendidad, bunu işlenmiş en büyük suçlardan biri olarak kabul ettiği halde, Bahdinilerin kimi mezheplerine mensup yılda iki kez iki çeşit oruç tutarlar. Birinci çeşit oruçta Bahdinilerin kimi mezheplerine mensup olan Zerdüştçüler, hayvanlar âlemine karşı olan saygılarından ötürü et, balık, tereyağı ve yumurta benzeri hayvanî besinleri yemezler. İkinci çeşit oruç, Müslümanlar tarafından- Aleviler tarafından tutulan üç günlük Hızır Orucu ile- tutulan oruçla benzerlik gösteren üç günlük oruçtur. Ancak Zerdüştiler, Müslümanların oruç tutulmasına ilişkin ortaya attıkları nedenlerin hemen tamamına güncel yaşamlarında riayet ederler ve bunlar toplumsal esaslardır. Müslümanlar tarafından “oruç tutmak suretiyle kimi şeyleri anmak” amacıyla öne sürülen nedenler, Bahdiniler tarafından kabul görmez. Zira Bahdinilerin sosyal yaşamlarında köklü bir kolektiflik ve bir çeşit sosyal güvenlik söz konusuydu. Bu dinin kurallarını en iyi şekilde yaşama geçiren hükümdarlar, primitif manada da olsa araştırmacıların bazılarınca sosyalist olarak gösterilmektedirler. Peygamberimizin; “Onun döneminde yaşamış olmaktan mutluluk duydum” dediği Hüsrev (Ksusro) I ya da halk arasındaki adıyla Nuşirevan, halkını adilâne bir şekilde yöneten bu adil krallardan biridir. Özetle, zekât, İslamiyet’te yoksullar için ayrılmış olan zaruri bir kaynak olarak kabul görmektedir. Bundan başka yoksulları anmak vicdanî bir mesele olduğu halde, Bahdini’de bu ana bir dinî meseledir. Gathalarda da belirtildiği üzere; “Bir arkadaşın bir arkadaşa yardımı”, tamamı arkadaş olan müminler için dinî vazife olarak algılanmıştır ve buna göre hareket edilmiştir.

Bir başka mevzu da Güneş, ay ve yıldızlara ilişkin olan tutumdur. Durum öyle gösteriyor ki Zerdüşt, eski birer semavî daeva olarak kabul edilen bu cisimlerden pek fazla bahsetme cüretinde bulunamamıştır ya da onları Ahura Mazda ile öyle ya da böyle ilişkilendirmek istememiştir. İsrail menşeli dinlerde de böyle bir ilişkilendirmeden imtina edilmiştir. Genesis 1.14-19'da; tanrı; ”ol” deyince bu göksel ışıltıların oluştuğu, bu ışıltıların gökyüzüne tespit edildiği (çakıldığı), bunlar sayesinde (ay ve güneş) gece ve gündüzün ayırt edildiği kaydedilir. İslamiyet'te bu konu, Kuran-ı Kerim'in 36’ncı suresinin 38.-39. ve 40. ayetlerinde yer alır. "Güneş kendi yolunda akıp gider". "İşte bu aziz ve âlim olan Allah'ın takdiridir". "Aya gelince, ona" Allah "menziller tayin etmiştir". "Ne güneşin aya çatması, ne de gecenin gündüzü geçmesi mümkündür. Onların her biri kendi yörüngelerinde yüzerler". Bu inancı taşıyan ulusların tamamının mazisinde Güneş’e ve Ay’a tapmışlık gibi bir durum söz konusu olduğu için peygamberler, bu semavî cisimleri yâd etmekten imtina etmelerine rağmen Kuran’da gene de bir yıldız için, Allah ona “and olsun ki” diyerek kutsamıştır.

Bir başka konu da bekârete ilişkin olanıdır. Hristiyanlarca gereğinden fazla önemsenen bekâret, Bahdiniler ve Müslümanlar için çok önemli bir meziyet değil. Bu iki dinde evlilik, bekâretten daha büyük öneme sahiptir.  Zerdüşt,  kaleme aldığı Gathalarda Pourucista adındaki kızının kişiliğinde kutsar. 15 yaşından itibaren özgürce evlenebilen Bahdini kızları için evlilik dışı ilişki, çok büyük bir günah olarak kabul edilir.  Bu durum Zerdüşt sonrası Zerdüştlükte de sürdürülmüştür. Hem de daha katı hale getirilerek… Vendidad 4.47’de şöyle deniyor: "... sana doğrusunu söyleyeyim, ey Zarathuştra Spitama! Bir eşi olan insan, çocuk sahibi olmak istemeyen insandan çok üstündür..." İslamiyet’te de bu konudaki durum, Bahdiniler tarafından kabul gören durumla aynıdır. Peygamberimizin, ikinci âdetini gören kızını hâlâ evlendirmemesinden ötürü duymuş olduğu vicdan azabından söz edilmektedir. Fakat Hristiyanlıkta yer alan kutsal bâkirelik mefhumu, İslamiyet ve Bahdininin evliliğe ilişkin düşünceleriyle taban tabana zıttır.

 

ZERDÜŞTLÜĞÜN KUTSAL KİTABI: AVESTA

Zedüştlük inancının mukaddes kitabıdır. Perslerin, Zerdüşt’e bağlılıklarını ortaya koyduğuna inanılan Avesta’nın metni, M.S. IV. yüzyılda belirlenebilmiştir. Tamamı 12 000 öküz derisine yazıldığı tahmin edilen Avesta; M.Ö. 356–323 yılları arasında yaşayan ve M.Ö.336–323 yılları arasında tahtta hüküm süren Makedonya kralı İskender tarafından, M.Ö. 334 yılının ilkbaharında çıktığı Doğu Seferi sırasında M.Ö. 331 yılında ele geçirdiği İran’da Persepolis (Parsa) kentinde yakılmıştır. İskender tarafından ateşe verilerek yakılan Avesta’nın, akıllarda kalanlarına dayanılarak M.S. III. ya da IV. yüzyılda yeniden kaleme alındığına inanılır. 1287’den itibaren muhtelif tarihlere ait el yazmaları gün ışığına çıkmış olsa da eksiksiz bir Avesta metninin ilk kez 1758’de bulunduğu söylenmektedir.

Avestak, Avistak gibi farklı adlarla anılan Avesta, temel bilgi, ilke, öz ve temel belge anlamlarını taşır. Sözcüğün kökü; bilmek, temellendirmek, kurmak, özleştirmek benzeri farklı karşılıkları bulunan Upesta’dır. Biri gatha (küçük şiir), diğeri düzyazı olmak suretiyle iki bölümden meydana gelen Avesta’nın tamamı, dua kitabı niteliği taşımaktadır. İnsanları erdemli kılmak, sevgi ve saygıyı toplumun ana ilkesi konumuna getirmek, kan dökmemek, hayvanları kurban etmemek, savaşı ve kötülüğü önlemek gibi amaçlarını gerçekleştirebilmek için farklı niteliklerde olan ve tamamı da iyilik kavramı içinde bir araya gelen tinsel güçlere uyma zorunluluğu vardır. Zerdüştlük tarafından ileri sürülen bu tinsel güçler; güzel (vohu), yaratılış (manah), doğruluk (aşa), sağlık ve esenlik (harvatat), ölmezlik (amretat), sevgi (armaiti) benzeri insan davranışlarına ilişkin varlıklardır. Bunlar; yaşama doğrultu kazandırma ve insanı kötülüklerin tamamından arındırma amacı taşıyan bir düşüncenin ürünleridir.

İran’ın ulusal dini olarak gelişme gösteren Zerdüştlük, Güneş’i mukaddes olarak gördüğü için tanrılaştırmış, Güneş’e ilişkin mefhumlar etrafında yeni bir inanç ağının ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır.

Zerdüştlük; tasavvufta sıcaklık-soğukluk, aydınlık-karanlık, sevgi-tiksinme, iyilik-kötülük ve tinsel–ölümsüzlük benzeri zıt kavramların menşeidir. Aynı şekilde Yeni-Platonculuk’un Tanrı’yı arınmış engin bir ışık (nur) şeklinde görmesi, yaratılış olayını özden dışa taşan (emanatio) bir hareket şeklinde nitelemesi; bu İran öğretisinden ilham alan düşüncelerdir.

Yukarıda, her ne kadar Avesta’nın Perslerin Zerdüşt’e bağlı bulunduğunu ortaya koyduğuna inanılan kitap olduğunu söylediysek de günümüze değin yapılan araştırılar, M.Ö.558-M.Ö.330 tarihleri arasında hüküm süren Ahemeni Hanedanı hükümdarlarının dinî inanışları hususunda çelişkiler bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bunun birincisi; kralların dinsel politikasının hep en önemli konumda bulunmuş olması, ikincisi de konunun şimdi net bir şekilde karar altına alındığı intibaından kaçınılmış olması olmak üzere iki nedeni bulunmaktadır. İlk bakışta tartışma içinde sıkça her şey Ahemenilerin, Zerdüştlük taraftarı olup olmadıkları sorusuna yönelmiş olmasından ötürü dinin ve tapınmanın, hükümdarlar açısından ne kadar büyük önem taşıdığı, bir başka ifadeyle dinin siyasal fonksiyonu sorusu alenî bir biçimde ehemmiyetini kaybetmektedir. Ne tür problemlerle karşılaşıldığını, Ahemenilerin dinî ikrarı yönündeki, esasen yanıtlanması lâzım gelen, Zerdüşt kimdi, nerede ve ne zaman yaşadı? Gatha adı verilen ilahilerin muhtevası ve maksadı neydi ve kime yöneliyorlardı? Ahemeniler devrinin Zerdüştlüğü ne şekilde mütalaa edilmelidir?  şeklindeki sorular, belki de çok iyi bir biçimde gün ışığına çıkarır. Zerdüşt’ün tarihi ve vatanı da aynen ileti’nin muhtevası ve maksadı kadar veya Zerdüşt devrindeki metinlerin, daha sonraki dönemlerin metinleriyle (zamansal ve içeriksel) ilişkisi kadar tartışma konusu olan bu soruların hiçbiri halen yanıt bulmuş değildir.

Mukaddes Yazılar olarak adlandırılan Avesta, Zerdüştîlerin, Zerdüşt’ün tasarımları, planları ve onu dayanak olarak kullananların düşüncelerinin temel belgesi durumundadır. Avesta dilinde kaleme alınan metin derlemelerine, bu metinlerin Orta Persçe dilinde kaleme alınmış olan tercümelerini ve yorumlamalarını ilave etmeyi de unutmamak lâzımdır. Metinlerin belli bir düzene sokulması Zerdüştî rahiplerle başta Sasaniler olmak kaydıyla devlet yönetiminde söz sahibi olan çevrelerin, müşterek çalışması neticesinde alınmasına rağmen belgelerin ilk zamanlardaki kapsamından İran ve Hindistan’da yaşayan Zerdüştçü cemaatlerin nakletmesi vasıtasıyla yalnız bir kısmı günümüze değin ulaşabilmeyi başarmıştır. El yazmalarının en eskisi, bir bütün halinde ilk defa M.S. VIII. yüzyıldan kaynaklanıyor. Orta Persçe dilinde kaleme alınan metinler, Mukaddes Yazılar’ın tarihini: Zerdüştlük inancının Bilge Tanrısı Ahura Mazda’ca var edilmiş olan Avesta’nın 21 Naks(kitabı)’ı Zerdüştlük dininin kurucusu olan Zerdüşt’çe M.Ö.522–486 arasında hüküm süren Ahemeni kralı Dara I’in babası kral Viştasb (Güştasb)’a verildi: Kral Viştasb veya bir başka ifadeyle Dara Darayan, muhtelif yerlerde saklı tutulan el yazmasının iki tanesini hazırlattı. Zerdüşt inancının mukaddes kitabı olarak kabul gören Avesta’nın, M.Ö. 334’de Doğu Seferi’ne çıkan Makedonya kralı İskender tarafından yakılarak ortadan kaldırılmasının veya dağıtılmasının ardından Mukaddes Yazılar’ın yeni baştan derlenmesi, tamamlanması, yeniden kurması ve çevirisi 51/76–80 tarihleri arasında hüküm süren Part kralı Vologeses I (Valahş),  ; 224/226–240 arasında hüküm süren Sasani kralı I. Ardahşir; 240–242/ 270–272 arasında hüküm süren Sasani kralı I. Şabuhr; 309–379 arasında hüküm süren Sasani kralı II. Şabuhr ve 531–579 arasında hüküm süren Sasani kralı Ksusro I (Hüsrev-Anoşirvan) tarafından gerçekleştirildi. Günümüzde daha ziyade bir taraftan metinlerin ayrı ayrı zamanlarda - Zerdüşt’ün kendisine atfedilmiş Gathaları, Yasna Haptanghaiti’yi ve Yasna 27’den dört büyük duayı kapsayan Eski Avesta tekstlerinin Yeni Avesta tekstlerinden asırlarca evvel-ortaya çıktığı bilinmektedir; öbür taraftan ilk zamanlardaki tekstlerin metinsel ve sesbilim aktarma işinin derecesine büyük ölçüde paha biçilmek ve rahip okulları’na göndermek suretiyle bu ifadelerin eski ananevî aktarma işinin(naklinin) ağızdan ağza yapıldığı farz edilmektedir. Bu yolla M.Ö. 558–330 arasında hüküm süren Ahemeni Hanedanlığı zamanında Avesta’nın yazıya aktarılması gibi, bununla birlikte M.Ö. 331 yılının ilkbaharında Fırat ve Dicle nehirlerini aşarak vardığı Gaugamela Ovası’nda Kodaman lâkaplı Dara III’ün son ordusuyla yüz yüze gelen kral İskender komutasındaki Makedonyalılarca yakılarak yok edilmesi veya dağıtılması dıştalanmakla birlikte bu dönemde töre zincirinin halkalarında (canlı kitap olarak kabul gören rahiplerin yaşamlarını kaybetmeleri ve taraftarların muhtelif ekollar’a ayrılması yoluyla) bir kopmanın yaşanması olasılığı yüksektir. -Yazılı bir şekilde belirlenmiş- Partça kaleme alınmış Avesta’yı tamamıyla dıştalamak mümkün değildir, fakat böyle bir şey söz konusu olmuşsa şayet bu dilbilimsel açıdan pek büyük önem arz etmemiştir. Avesta Vulgatı daha ziyade M.S.224/226–651 arasında hüküm süren Sasaniler Hanedanı zamanında metnin kutsal hale getirilmesi ve yazıya aktarılması sayesinde meydana gelmiştir ki, sadece bu maksatla bilimsel açıdan Orta Persçe tipolojik bir şekilde Yunanca abecesine yakın bir abece ortaya konmuştur. İran’ın Müslümanlarca ele geçirilmesi; cemaatlerin ortadan kalkmasına, dinî ananelerin güçsüz hale gelmesine ve kültî-dinî takibatların zarara maruz kalmasına yol açmıştır ki, Avesta’nın yazılı bir şekilde nakledilmesi de payına düşen zarardan etkilenmiştir. Günümüzde el yazmalarının tamamı, M.S. IX. / X. yüzyıldan bir el yazması’nı mesnet edindiği bilinen gerçekler arasındadır.

1700’lerde Avrupa’da Fransız oryantalist A.H.Auquetil-duperron tarafından tanıtılan Avesta, günümüze değin ulaşabilen Avesta’dır. Adı geçen bu Avesta, günümüze değin Zerdüştîlerce Mukaddes Yazı şeklinde kullanılmakta ve türdeş bir derleme meydana getirmemekte, aksine kitaplara ve formüllere, ama fakat alenî bir biçimde dinî merasimler için kullanılmaya dönük bir biçimde bölümlere ayrılmaktadır. Bu tek tek bölümler şu adlarla adlandırılmaktadır:

1-) Yasna(“Kurban”): Aralarında Zerdüşt’e atfedilen ilahiler olan Gathaların ve 7 Bölümün Yasnası olarak bilinen Yasna Haptang haitien eski parçalar şeklinde dikkat çeken 72 bölümden oluşan dinî tören metinlerinin derlemesi;

2-)Visprad (Visjered):( Bütün Koruyucular’a Dua), mevsim ziyaretleri sırasında öneme haiz bulunan, formül şeklinde dualara malik Yasna’nın tamamlamalarının bir derlemesi;

3-)Horda Avesta (Küçük Avesta) : Ruhban sınıfından olmayan insanların kullanımı ve muhtelif fırsatlar için yakarı formülleri için toplam yapıttan bir alıntı;

4-)Siroza (Otuz Gün) : Bir ayın 30 gününü muhafaza eden tanrıların adlarının sıralandığı bölüm;

5-)Yaşt: İçlerinde Gathalarla birlikte Zerdüştçülük inancının başlangıcı ve gelişme göstermesi bakımından bilginin en fazlasını ihtiva eden baş tanrılar için ilahiler bölümüdür.

6-) Videvdad (Daiva’lara Karşı Yasa) : İlk ikisinin, kitabın meydana gelişini izaha çalıştığı (Zerdüşt’ün Şeytana Uyması’nı dile getiren 19. bölümün dışında) arta kalanının temizlik, ceza ve nedamet kurallarından meydana geldiği 21 bölüm.

7-) Parçalar.

 

Zerdüşt inancının kutsal kitabı Avesta metinlerinin meydana gelmesini hem zamansal, hem de coğrafik bakımdan saptamak mümkün değildir; sadece Fars lehçesi bu bakımdan farklılık arz etmektedir. Bundan ötürü vatanının hem Kuzeybatı, hem de Kuzeydoğu Muşhad, Harezmiya, Baktriya-Margiane civarı, fakat bununla birlikte Sistan olarak belirlendiği zaman da şaşırmamak gerekir. Günümüz bilginlerinin büyük bir kısmı, tarihlendirme meselesinde Zerdüşt’e atfedilen ilahiler olarak bilinen Gathaların, M.Ö.1000 yılında ortaya çıktığı ( ki bu yolla Gathaların muştulayıcısı olarak kabul gören Zerdüşt’ün yaşamış olduğu zaman da ortaya konulmaktadır) fikrine iştirak etmelerine rağmen; Yeni Avesta bölümünün kayda değer metinleri birkaç asır sonrasıyla pek çoklarına, M.Ö.558–330 arasında hüküm süren Ahemeni Hanedanı döneminde tarihlendirmesine rağmen öteki meselelerin tamamı hakkında hiçbir fikir birliğinin olması söz konusu değildir: Bu, hem Zerdüşt’e atfedilen ilahiler olarak kabul gören Gathaların ve Zerdüştlük inancının mukaddes kitabı Avestâ’nın öteki kısımlarının dilsel-metinsel bir şekilde anlaşılmış olması hem de onların yorumu yaşarken yurtları’yla Zerdüştlüğün kurucusu olan Zerdüşt’ün şahsiyeti bakımından geçerlilik kazanmaktadır. İleti’nin İran sınırları dâhilinde kat ettiği mesafe konusunda da muhtelif nazariyelerin varlığı söz konusudur. Mesela bilginlerin bazıları Medya’daki büyücülerin, rahipliği’n sorumluluk bölgesi olan Batı’da ve Doğu’da iki ekol arasında bir nevi mezhep bölünmesinin yaşanabileceğine ve burada yani Arahozya/Sistan’da, Yeni Avesta’nın kayda değer bir kısmının meydana gelebilmiş ve Ahemeni hükümdarı Dara I (Darayavauş) döneminde Fars’a ulaşmış olabileceği düşüncesini taşımaktadır. Orada Arahozya ve Med ananeleriyle harmanlanmış olmasına rağmen Doğu dili, en tesirli kilise dili konumuna gelmiştir. Başka bazıları Zerdüştlüğün M.Ö. VII. ve VI. yüzyıllarda bir Doğu İmparatorluğu’nun temelini meydana getiren Eski İran halkı olan Medler ve M.Ö. III. yüzyıl sonu / M.Ö. II. yüzyıl başı ile M.S. III. yüzyılın başlangıcı olan tarihler arasında hüküm süren Perslerce Zerdüşt’ün fikirleri karşısında değişime maruz bırakılmış şekil içinde I. Binyıl’ın başlangıç yıllarında getirildiği Batı’da Mezopotamya yüksek kültürlerinin ve ardından da pekişmeye yüz tutmuş Ahemeniler hâkimiyetinin ihtiyaçlarının tesirinde daha fazla dönüşüme maruz bırakıldığını farz etmektedirler. Bu düşüncenin yanı sıra bazıları, Doğu’daki mevcut Zerdüşt inancının İran’ın doğu kısmını da içine alan Med hâkimiyetinin son onlu yıllarında (misyonerlerin yardımları ve Med Sarayı’nda yaşayan kral oğullarının ve kızlarının vasıtasıyla) kendisini Batı’da daha kabul ettirme başarısı gösterdiğini zannetmektedirler. Ahemenileri de, ta başından beri inanan Zerdüşt yanlıları şeklinde düşünmek mümkündür. Hem Zerdüştlüğün kurucusu Zerdüşt’e Makedonya kralı İskender’den 258 yıl evvel tarihlendiren bir Sasani geleneğinin takipçisi olan ve Zerdüşt’e M.Ö. VII/VI. yüzyılla daha sonraki devirlerde tarih biçmiş olanların mümessilleri bakımından hem de Zerdüştlük inancının kurucusu Zerdüşt’ün ve ona atfedilen ilahiler olarak bilinen Gathaların, günümüze değin temel alınan eski tarihlendirmesinin mümessilleri bakımından kralların, din kurucusu olan Zerdüşt’ün (veya onun ardılları’nın) iletisine olan yakınlığı; merkezî bir sorun teşkil etmesine karşın bu sorunlar, muhtelif şekillerde çözüme ulaştırılmaktadır: Birileri kralların tamamını ta doğuştan beri bu öğretinin taraftarları şeklinde kabul ederken, ötekileri, bunu sadece M.Ö.522–486 tarihleri arasında hüküm süren Ahemeni kralı Dara I (Darayavauş)’den itibaren görev almış hükümdarlarla sınırlı tutmakta, yine başka bazıları; bunu hatta Dara I tarafından tahttan indirilen gaspçı Gaumata’ya değin vardırmakta ısrarlı davranmaktadırlar. Burada da hükümdarları, Zerdüşt tarafından kurulan Zerdüştlük inancının özendirilmesinde dinî örgelerden ziyade siyasî-amelî örgeler yüklenmeye çalışılmaktadır.

 

MANİ VE MANİCİLİK

MANİ’NİN YAŞAMI

 (Mardin, 215-Cündeyşapur, 275). Manicilik dininin İran asıllı kurucusudur. Başlangıçta Mezopotamya’da yaygın olan bir Babtisler Tarikatı’nın adamlarındandı. Gençliğinde bilim ve felsefe konuları üzerinde yoğunlaştı. Hristiyanlık, Zerdüştlük ve Asya ile Eski Yunan’ın paganist dinlerini incelemeye başladı. 24 yaşına geldiğinde Peygamber olduğunu ilan etti. Peygamberliğini ilan ettikten sonra savunduğu dinin düşüncelerini açıklamaya başladı. Dicle ile Fırat nehirleri arasında yer alanŞattularap bölgesinde düşüncelerini açıkladığı dini yayma çalışmalarını sürdürdü. 241–272 tarihleri arasında tahtta hüküm süren Sasani hükümdarı Şabuhr I’in Manicilik inancını benimseyen Perviz (Firuz) adındaki kardeşi tarafından hükümdarla tanıştırıldı. Başlangıçta Mani’ye karşı iyi davranan Şabuhr I, Mezdekiliği kabul edince onu ülkeden kovdurttu. Şabuhr I’in 272 yılında yaşamını yitirmesinin ardından yerine geçen ve 272–273 yıllarında tahtta hüküm süren Hürmüz I döneminde İran’a dönüş yaparak Manicilik inancını yayma çalışmalarını kaldığı yerden devam ettirmesine rağmen kısa bir zaman sonra Hürmüz I’in yerine tahta oturan ve 273–276 tarihleri arasında tahtta hüküm süren Sasani hükümdarı Behram I tarafından yakalattırılan Mani, 275 yılında derisi yüzdürülerek öldürüldü.

Fikir ve görüşlerini, kendisi tarafından resmedilen kitaplarla yaymaya çalışmasından ötürü Ressam Mani anlamına gelen Mani-i Nakkaş adıyla da anılır. Ancak bir kısmı korunabilen Süryanice, Çince, Uygurca, Orta Persçe, Partça, Sogdca, Kıptice gibi muhtelif dillerdeki eserlerinin başlıcaları; Şabuhr I’e takdim ettiği Şabuhragan ve Erjeng ya da Erteng’dir.

 

MANİCİLİK

Maniheizm ya da Manikeizm de denilen ve düalist (ikicilik) bir dinî akım olan Manicilik’in kurucusu, Mezopotamya’da 24 yaşında iken peygamberliğini ilan eden ve Manicilik inanışını Fırat-Dicle nehirleri arasında bulunan topraklarda yaymaya çalışan Mani ya da Mani-i Nakkaş (Mardin, 215-Cündeyşapur, 275)’dır. Düşüncelerini, resimlerle süslediği Şabuhragân ve Erjeng ya da Ertengvb. eserleriyle yaymaya çalışmasından ötürü Mani-i Nakkaş lâkabıyla anılan ve 239/240 (241 /242?)-270/272 tarihleri arasında hüküm süren Sasani hükümdarı I. Şabuhr’un 272 yılında ölmesi sonrasında 270/272–273 tarihleri arasında tahtta hüküm süren Sasani kralı I. Hormizd (Hürmüz) döneminde İran’a gelerek düşüncelerini yaymaya çalışan Mani’nin; Hürmüz’ün sonrasında tahta geçen ve 273–276 tarihleri arasında tahtta hüküm süren Sasani kralı I.Vahram (Behram) tarafından derisi yüzdürülerek öldürüldü.

224/226–651 arasında hüküm süren Sasani İmparatorluğu’nun muhtelif bölgelerinde daha henüz kurucusu Mani’nin sağlığında yayılarak benimsenmiş olan Manicilik; Sasani İmparatorluğu sonrasında muhtelif baskılara maruz kalmasına rağmen özellikle Orta Asya’ya hızla yayılmaya başladı. Ortaçağ’da Avrupa’da, Balkanlarda yaygın olan Bogomil ve Fransa’da yaygın durumda bulunan Kathar mezheplerini etkisi altına alan Manicilik; bir zamanlar Roma topraklarında yaşayan halkı etkisine alarak oldukça fazla sayıda yandaş bulması üzerine Hristiyanlık için tehlikeli görülerek yeni dinin yaygınlık göstermesine engel olunmak amacıyla muhtelif baskı yöntemlerine başvurulmaya başlandı.

Mısır üzerinden Kuzey Afrika’ya, oradan da İspanya ve Fransa’ya yayılmasına karşın ömrü; Avrupa’da IV. yüzyıla, Ortadoğu’da da ancak X. yüzyıla değin sürebilen Manicilik inancında madde ile ruhu esas alan bir düalizm, yani ikicilik tezi ileri sürülür. Her şeyi, biri tamamen mal edinilen, diğeri fark gözetmeksizin kabul edilmeyen iki parçaya ayıran düşünce sistemi olan Manicilik; Manicilerin iki eşit ve zıt iyilik ve kötülük prensibinin bir arada var olmasına dayanan doktrindir. Yani Önasya, Zerdüşt ve Hristiyan inançlarını bir araya getiren dinin adı olan Manicilik inancına göre iyilik ve kötülük, birbirinden tamamen ayrı ve birbirinin tam zıddı olan iki prensiptir.

Evrensel bir din ortaya koyma gayreti,  Manicilik’in felsefesel bir doktrin şeklinde ortaya çıkmasına neden oldu. Zaman içinde dinî dogma vasfı daha ağır basan Manicilik, doğduğu dönemin doğa felsefesine yaraşır bir şekilde maddi (fizikî) ve manevî (ruhî) ayrımına itirazda bulundu. Her ikisinin de aynı şeyin farklı görünümleri olduğu iddiasında bulundu. Buna benzer, evrende var olan varlıkların tamamı, iyilik (ışık), kötülük (karanlık) zıtlığına haizdirler. Bu, zıtlıkların birliğidirler ve daima çatışma içindedirler. Manicilik inancında eytişim ve maddeci felsefenin izlerinin bulunmasına karşın zıtları, tanrı ve şeytan mefhumlarıyla izaha çalışması öteki dinlerde olduğu gibi bir dogma düşüncesini kaçınılmaz hale getirdi. Işığın çoğalması zamanla karanlığı ortadan kaldıracak ve insan, doğanın hâkimi durumuna gelecektir.

Madde ve ruhu esas alan bir ikiciliğin müdafaa edildiği Manicilik inanışına göre ruh; tamamen iyi, buna karşın madde tamamen kötüdür. İyilik ile kötülük birbirinden farklı ve birbirinin zıttı olan iki prensipten başka bir şey değildir. İyilik aydınlık, kötülük karanlık’tır. Aydınlık olan iyilik ile karanlık olan kötülük arasında sonsuza değin sürecek olan bir kavga mevcuttur. Bedenî arzular, şehvet, kin, açgözlülük ve duygular şeytanî etkenlerin menşeini oluşturmasına karşın insanlar; aşk, inanç, mükemmeliyet ve gizli gerçek gibi faziletlerle kötülüğe karşı savaşım vererek kendilerini muhafaza edebilirler. Din, ruhu, maddenin kötülüklerine karşı ayakta tutar. Ruh, maddenin kötülüklerine karşı ancak din sayesinde uyanık tutulabilir. Dinin desteğiyle maddenin kötülüklerine karşı ayakta durmayı başaran ruh, ölümün sonrasında Adil Yargıç’ın katında yargılandıktan sonra ya cennete gider ya da maddeye dönüşmek suretiyle devamlı bir mutsuzluğa atılır. İnsanların Seçkinler ve Dinleyiciler olmak üzere iki ayrı gruba ayrıldığı Manicilik inanışına göre Seçkinler, öldükleri zaman doğrudan cennete giderlerken; dinleyiciler, ancak tenasüh denilen ruh göçü döneminin sonrasında kurtuluşa erebilirler. Kâinattaki ve insandaki bitmek bilmeyen iyi-kötü savaşımı, inanan insanları, vücut zevkinden beri alan bir çileciliğe yöneltiyordu. Bunu yapma başarısını gösteremeyen insanlar, Kıyamet Günü’ne değin muhtelif bedenlere girip çıkmak zorundaydılar.

Manicilik inancına göre cemaatin başında dinin kurucusu olan Mani’yi temsilen bulunan bir önderin sonrasında ve onun alt kademesinde her birinin kendine göre birtakım dinî görev ve ibadetleri bulunan altı katman yer alır. Bunlar; 12 öğretmen, 72 papaz, 360 yaşlı, Seçkinler ve Dinleyiciler’dir.

Manicilik inancı gereğince dünyanın akîbetinde büyük bir savaşımın sonrasında ikinci kez ortaya çıkacak olan İsa; Yargı Kürsüsü’nü kurmak suretiyle iyileri kötülerden ayıracaktır. Bunun ardından Yer ile Gök büyük bir ateşle yanıp kül olduktan sonra bu ateş; 1468 yıl süreyle devam edecek ve böylece aydınlık’ın son parçaları da madde’den kurtulmuş olacaktır.

M.S. 762 tarihinde hükümdarları Bügü Kağan’ın Çin’den getirtmiş olduğu rahiplerden aldığı bilgilerle Mani dinini resmen benimseyen Uygur Türkleri, 752–840 tarihleri arasında bu dinin inançlarını, Mani alfabesiyle yazıya dökmenin yanı sıra Mani’nin, 273/276 tarihleri arasında hüküm süren Sasani hükümdarı I.Vehram (Behram) tarafından derisi yüzülerek öldürüldüğü tarih esas alınmak suretiyle başlatılan Mani Takvimi’ni de kullandılar. Günümüze değin ulaşan ve Manicilik’in, Büğü Kağan tarafından nasıl benimsendiğini konu alan ve Uygur alfabesiyle kaleme alınmış olan 4 sayfalık Uygur metni bulunmaktadır. Manicilik inancını açıklayan dualarla ilahiler; Buddhacı Uygurlardan daha ustaca bir anlatımla ifade edilmiştir. Halka dinsel akideleri öğreten metinlerin yanı sıra rahiplere din bilgilerini vermek amacıyla soru-cevap şeklinde hazırlanmış eserler de mevcuttur. Uygurca bir yönetmelikte Mani dinine özgü manastırlarda kimlerin hangi işleri, nasıl yapacağı konusunda bilgi veren bu metinden de anlaşılacağı üzere Koço, Yar ve Solmı kentlerindeki Manici Uygurların, bağ ve bahçeleri bulunan bağımsız ekonomik birimler şeklinde kurulmuş olan manastırları bulunmaktadır.

Hristiyan ve Hristiyanlığın tesiri altında bulunan gruplar; öncelikle de Mezopotamya’da bulunanlar, eski dönemin Ortodoks mezhebinde olan Hristiyanlarla sürekli bir kavganın içinde bulundular. Ötekilerle birlikte Bardaysan’a taraftar olanlar, Markionitler veya 14 Nisan 216 tarihinde dünyaya gelen Mani-i Nakkaş’ın dört yaşından, kendi doktrinin ilan edildiği tarihe değin bağlı bulunduğu Elhazaitlerin Yahudi-Hristiyan olarak mimlenmiş olan vaftizciler topluluğu g ibi sayısı oldukça kabarık olan gnostizm akımı taraftarlarını hatırlatmak lazım gelir. Takriben M.S. 240 tarihinde meydanda boy göstermeye başlayan Mani-i Nakkaş, bunu kendi ülkesinden bağımsız bir şekilde Sasani İmparatorluğu’nun merkezlerinin sınırları içinde yer almayan Hindistan’da bilhassa Yukarı Mezopotamya’da bulunan Sasani-Roma sınır bölgelerinde gerçekleştirdi. Fakat kendisinden dini meselelerle 224/-226–241 arasında tahtta hüküm süren ve Sasani Devleti’nin kurucusu olan I. Ardahşir’e nazaran daha büyük bir açıklık beklentisi içinde bulunduğu, 241–272 tarihleri arasında hüküm süren Sasani hükümdarı Şabuhr (Şapur)’un tahta oturmasının ardından tahminen Şabuhr’un Firuz (Piruz) adındaki kardeşinin tavsiyede bulunması üzerine hükümdarla tanışma fırsatını bulup Saray’a da çıktı. Mani-i Nakkaş, onun yanında ve onun yol belgesiyle teçhiz edilmiş bir şekilde bunun ardından misyonunu daha ileri bir aşamaya getirme başarısını gösterdi. Zira azizler bilimi biçiminde yalın hale getirilmekten saflaştırılmış bulunan Mâniken anlatımları: “Mani’nin Şabuhr ile karşılaşmasının, kralın bu inanca döndürülmesine neden olduğunu (ve) bu iki insan arasında önemli bir mesafenin mevcut bulunduğunu (bulunmaya devam ettiğini)” gösterse de Sasan II’nin, Mani tarafından savunulan doktrine karşı bariz bir şekilde ilgi duyduğu da inkâr edilemez bir noktadır. Manikeen doktrininin, ilk önce Mısır’da ve ardından da Palmira’da köklü hale gelmesinde etken rol üstlenen Pattikios ve Mar Adda’nın, Mani tarafından III. yüzyılın kırklı yıllarında Roma İmparatorluğu’na yollanmış olmasının Roma hakimiyetinin istikrarının kötüye gitmesi amacıyla siyasî misyon şeklinde anlaşılmaması lazım gelir. Mani’nin pek çok dinin bir araya getirilmesini ihtiva eden anlamına gelen Sinkretik Doktrini’nin Sasani İmparatorluğu’nda kendisine mani olunmadan yaygın hale gelmesi, peygamber tarafından kendisine Şabuhragan adanan Şabuhr’un yaşamını yitirmesinin ardından da 270–272/273 tarihleri arasında tahtta hüküm süren oğlu Hormizd (Hürmüz) döneminde de teminat altında tutulması sürüp gitti. Kendisinden öncekiler tarafından güdülen bu siyasetten ayrılan ilk kişi, Şabuhr’un, 273/276 yılları arasında tahtta hüküm süren oğlu I. Vahram (Behram)’dır. Kralın yaşamını yitirmesinin kısa bir zaman öncesinde Bet Lapat’ta bulunan saraya getirilen Mani, orada hapishanede yaşamını yitirdi. Manikeenler bu ölümden Zerdüştî rahipleri sorumlu tuttular. Ancak Saray’da bulunan Zerdüşt rahiplerinin gerçekten Manikeenlerce kendilerine iftira edilmiş olduğu üzere Mani’nin ölümünün yegâne sorumluluğunu hangi oranda yerine getirdikleri hakkında hüküm vermek olanaksızdır. Çünkü Mâniken dinine ait belgelerin doğru bir şekilde yorumlanması durumunda Rahip Mobad Kirdır tarafından kaleme alınan kitabelerden bize aktarıldığına göre azınlıkların genel olarak takibata tabi tutulması, bu dinin kurucusu Mani’nin ölümünün hemen ardından değil, üç yıl devam eden bir aman zamanının ardından başladığı ve bu durumun, Mani dinine inananlar bakımından, 276–293 arasında tahtta hüküm süren Sasani hükümdarı Vahram II’nin son yıllarına kadar devam edip gittiğidir. Bu dinin, Mani’den sonra ikinci adamı konumundaki Mar Sisin adlıcemaat önderi (archegos)’nin idam edilmesi üzerine bu dine inanmış olan insanların pek çoğu, Roma’nın doğusunda bulunan bölgelere, Arabistan’a ve öncelikli olarak da din kurucusu olan Mani döneminde Mâniken görev merkezlerinin yerleştiği Doğu’nun orta bölgelerine çekilmek zorunda kaldılar. Manikeen belgelerinden aktarılanlara bakılırsa bu dönemden sonraki archegos denilen cemaat önderi Innanios’un, ağır hasta olan kralı sağlığına kavuşturmasının ve Hira’nın Arap hükümdarlarıyla beraber 293–302 arasında tahtta hüküm süren Sasani Kralı Narseh’i biraz daha müsamahalı bir duruma yöneltmesinin ardından, durumda belli bir yumuşama görülmesine rağmen Kral Narseh’in 302–309 arasında tahtta hüküm süren oğlu II. Hormizd (Hürmüz) döneminde takibata tabi tutulmalara tekrar başlandı. Hristiyan şehit albümleri, İran ve Mezopotamya’daki II. Hürmüz döneminden sonraki tarihi; yeteri kadar araştırılmayan Manikeenleri, Yahudiler ve Zerdüştîlerle birlikte Hristiyanların muhbirleri, fakat bununla beraber 309–379 arasında tahtta hüküm süren Sasani hükümdarı II. Şabuhr’un takibatlarının kurbanları şeklinde tanıtmaktadır; öbür taraftan V. yüzyılın Hristiyanları, krallar tarafından kendilerine gösterilen iyi dilekli tavırların sapkın olarak nitelendirdikleri Manikeenlere de yaramaması için büyük gayret sarf ettiler. Daha sonra da 488–496 ve 499–531 arasında olmak üzere iki defa tahta çıkan Sasani kralı Kavad I ve 531–579 arasında tahtta hüküm süren I. Ksusro (Hüsrev) olarak bilinen Anoşirvan (Nuşirevan)’nın, Mani taraftarlarını takibata aldıkları söylentileri bulunmasına rağmen bu anlatımlarda, Mani yandaşlarının Mezdeki taraftarlarıyla karıştırılıp karıştırılmadığı hususu net olarak bilinmemektedir.

Henüz Mani’nin hayatta olduğu zamanlarda Mar Ammo adındaki öğrencisi tarafından başarılı bir misyonun yürütüldüğü Doğu İran bölgeleri ve ardından –İpek Yolu üzerinden- Orta Asya ve Çin’e değin olan bölgeler, Mani dininin yayılma merkezleri konumuna geldi. Manikeen-Part metinleri terminolojisi, misyonerlerin Tarım Havzası’nda büyük öneme sahip olan Budizmle ilişkilerini dile getirmektedir. Üstelik 762’den 840 yılındaki çöküş dönemine değin Uygur Devleti’nin devlet dini olarak asırlar boyu İpek Yolu boyunda (Turfan bölgesinde, onun hâkimiyeti altında bulunan sahalardan varsıl Mani yazı kaynaklarının ve arkeolojik belgelerin geldiği Koço Devleti’nde) ve –mahalli kisvesi içinde- Güney Çin’de Manikeen cemaatler ve manastırlar filizlenip boy göstermeye başladı.

Mani dininin kurucusu olan Mani’nin kendisinden, onun doktrininin çizgilerinin belirgin hale getirilmesiyle günümüze değin gelmiş bulunanlar, Antik Pers Tarihi’nde şöyle dile getirilmektedir:

“Benim (Mani) seçtiğim din, diğer eski dinlerden on şeyde daha iyidir. Birincisi; Eski dinler kendilerini bir ülkeyle ve bir dille sınırladılar. Ama benim dinim, her ülkede ve bütün dillerde biliniyor ve en uzak ülkelerde öğretiliyor. İkincisi; eski dinlerde salt önderler olduğu sürece her şey yolundaydı. Ama önderler öldükten sonra bunlar dini karmaşaya dönüştü ve bunlar sözde ve eylemde uyuşuklaştı. Ve sayesinde (Ama benim dinim) canlı (kitaplar) öğretmenler, piskoposlar, seçilmişler ve dinleyiciler (sonucu) ve bilgelik ve eserler yoluyla sonuna kadar kalacaktır.-Üçüncüsü; Kendi dinlerinde eserleri sonuna kadar götürmeyen eski canlar, benim dinime geliyorlar. Tam da onlar için o, kurtuluşun kapısı oluyor. Dördüncüsü; iki ilkenin benim tarafımdan açıklanması ve benim canlı yazılarım, benim bilgeliğim ve benim bilgim, eski dinlerinkinden çok daha iyidir.-Beşincisi; eski dinlerin bütün yazıları bilgelikleri ve meselleri, bunlar buna (benim dinime geldikleri için)…”

Yukarıya aktarılan iktibasın okunmasının ardından, bu yeni inancın, Hristiyanlar ve Zerdüştiler tarafından sapkınlığın kendisi şeklinde görülmesinin nedenini ve Manikeenlerin neden böylesi bir istikrarlılıkla buna karşın savaşım verdiklerini anlamak bir ölçüde olanaklı olabilir. Burada Hristiyanlık, Zerdüştlük, Buddhacılık gibi büyük dünya dinlerini çeki düzene soktuğuna ve sonunda bununla birlikte onları geride bıraktığına kanaat getiren, bir diğer anlamda Zerdüşt’i, Buddha’yı, İsa’yı ve Paulus’u kendinden öncekiler şeklinde vasıflandıran, düşüncelerini dine kazandırılmış olanların mefhum dünyasıyla uyumlu hale getiren (ve bu şekilde bunlara yeni inanca geçmeyi kolay kılan), onlara kurtuluş için çok büyük bir şans sözü veren ve bütün bunları muhataplarının makam maliklerine, onların cemaatlerinin katılaşmış inşasına yöneltilen, kritikle ilişkili kılan biri boy gösteriyordu. Onun kilisesinin yapılandığında kendisine, onlara göre doğrultu kazandırması Hristiyanların ayrıca hiddetlenmelerine yol açmış olması kuvvetle muhtemeldir. Mani, Zerdüşt, Buddha ve İsa’nın maruz kaldıklarından farklı olarak kendi savunduğu doktrinin iletilmesini bizzat saptayabilmek amacıyla cemaatine, üzerinde durarak verdiği nasihatleri yazılı kurallar halinde yazmak suretiyle ölümü sonrasındaki zamanları da güvence altına almayı ihmal etmemiştir.

 Ancak büyük bir beğeni kazandıran tek şey, sadece dinin aktarılması olmadığını bilmekte yarar vardır. Zira bununla birlikte inancın kendisi de büyük bir hayranlık uyandırmıştır. Bu iki temel öğe, söz konusu olan dinin yaygınlık ve devamlılık göstermesinde etken rol oynamıştır; dünyada mevcut olan kötünün kökeni ve becermesinin imkânı hem sözel, hem de resimsel olmak üzere canlı bir biçimde izaha çalışılmakta, iyi ile kötü’nün, ışık ile karanlık’ın iç içe girmesinin tanınmasıyla insanlara kurtuluş yolu vaadinde bulunulmakta, ışık parçasının dünyadan temizlenmesi suretiyle söz konusu durumun değişime maruz kalmasına katkıda bulunmayla yeni bir görev teklifi yapılmaktadır. İnsanların, bu dinin kurucusu olan Mani tarafından Latincesi electi olan seçkinler ve Latincesi auditores olan dinleyiciler şeklinde iki ayrı grupta toplanması; her ne hikmetse inananlarına herhangi bir rahatsızlık vermemiştir. Herkes halinden memnundur. Seçilmişler tamamen Mani tarafından belirlenen kurallar gereğince ışık parçalarının temizlenmesi işini icra edebildikleri bir çeşit keşiş toplumunda yaşam sürmelerine karşın, dinleyiciler gıda maddelerini temin etme ve hazırlama göreviyle görevlendirilmişlerdi. Her ne kadar onların yaptıkları bu iş, onları suçlu bir duruma düşürüyor olsa da buna karşılık günahları için bağışlanması söz konusu oluyor ve ruhlarının dönüşüme maruz kalması suretiyle seçilmişler’e dönüşme umudunu taşıyorlardı. Maniciliğin, kurucusunun bu durumdaki fikri ve örgüte ilişkin talimatları yüzünden takibata maruz kalmalarına karşın hakikaten de dünya dini haline gelmesinde ve asırlar boyunca bu durumda kalmış olmasında şaşılacak bir nokta bulunmamaktadır.

 

MAZDEK VE MAZDEKİLİK

MAZDEK (MAZDAK)’IN YAŞAMI

M.S. V. yüzyılda yaşayan Mezdek, Mezdekilik adındaki dinin kurucusudur. Yaşamına ilişkin detaylı bilgi bulunmamaktadır. Kendisinin iki yüzyıl öncesinde yaşayan ve Maniciliği kabullenmiş olan Zerdüşt Bunde tarafından kurulan Drist Din adındaki dinin gelişmesine önayak oldu. Dicle Nehir’i kıyısında bugün Kut ül-Amare adıyla bilinen Mozraya’da faaliyette bulundu. Mubed adı verilen dinsel önderlerin mutaassıplıkları yüzünden halk yığınlarında yaratılan kini, para ve mal varlığıyla kadınların muayyen bir tabakanın emrinde bulunmasının meydana getirdiği kıskançlığı da dikkate alarak, taraftar edinmek amacıyla, oluşturduğu dinde her kesimin bu nimetlerden eşit şekilde faydalanmasını temin edecek prensipler getirmeye çaba gösterdi.

 

MAZDEKİLİK

Mazdek tarafından M. S. 5. yüzyılda İran’da kurulan mezhep. Toplumsal, ekonomik ve dinî bir reforma girişen Mazdek, havanın, suyun, ateşin bütün insanlarca eşit olarak paylaşıldığı gibi malların ve kadınların da eşit olarak paylaşılması gerektiğini ileri sürüyor, Zerdüşt dinini yenileştirme görevinin kendi üzerine düştüğünü iddia ediyordu. Mazdek’in öldürülmesinden sonra karısı Hurreme binti Kade, halkı kocasının yoluna çağırdı. Peşine takılanlara Hurrem dînli adı verildi. Mazdek’in yerleştirmeye çalıştığı inanç, öldürülmesinden sonra yaygınlaştı ve etkisini beş yüz yıl sürdürdü.

M. S. V. yüzyıl sonu ile VI. yüzyılın ilk yarısında yaşayan ve kimi kaynaklara göre M.S. 535 yılında ölen ve kimilerince din sapkını damgası yiyen Mazdek (Mezdek)’in M.S. V. yüzyılın sonunda İran’da kurduğu mezhebin adıdır. Kimi kaynaklarda Zerdüştlük inancında iktisadî ve toplumsal amaçlı dinî reform uygulamasıyla ortaya çıkan inanç sistemi olarak kabul edilen Mezdekîlik ya da Mazdakçılık, kimi kaynaklarda ise Manicilik inanışının farklı bir şekli olarak kabul edilir. Ancak işin doğrusu; bu dinin öteki iki dinden de birtakım şeyler almış olduğudur. Zira Mezdekîliğin içinde yer alan prensiplerin arasında hem Zerdüştlüğün hem de Maniciliğin izlerine rastlamak mümkündür. Mülkiyette ve kadında ortaklık’ı ortaya koyarak insanlar arasında vuku bulan uyuşmazlıkları ve kıskançlıkları ortadan kaldırmaya yönelik bir mezhep olan Mezdekîlik’in kurucusu olan Mazdek’e göre; su ve hava gibi mevcut malların tamamının ve mal olarak kabul edilen kadınların müşterek bir biçimde kullanılması gerekiyordu. O, ilk insan olarak kabul edilen Âdem’in sulbünden gelen insanoğullarının kardeş ve eşit olmalarından ötürü herkesin hem hak, hem de mal açısından eşit olmasının müdafaasını yapıyordu. Kendisinin, Zerdüştlüğü reforma tabi tutmak ve ilahî buyruğun buyurduklarını yerine getirmeyenleri doğru yola getirmek amacıyla gönderildiğini söylüyordu. Geri iktisadî şartlara uygun müşterekçi bir hayat önerisinde bulunması ve halkın, Mazdek’in söylediklerini dikkate alarak mallarını müşterek bir biçimde kullanmaya başlaması, hâkim sınıfın rahatsızlığına neden oldu.

M.S. 488–531 arasında Tahtta hüküm sürmüş İran hükümdarı Kubat zamanında ülke idaresi ve toplumsal yapı üzerinde büyük bir tesiri bulunan bu din hakkında her ne kadar Bizans ve Süryanî kaynaklarında kimi bilgilerle karşılaşılmakta ise de bilgilerin en detaylısı, Arap ve Fars kaynaklarında mevcuttur. Mazdekîlik, kendisinden yaklaşık on iki yüzyıl öncesinde yaşayan Zerdüşt’ün doktrinini ve bu doktrinin devamı niteliğindeki Maniciliği kaynak alır. Toplumsal, siyasî ve ahlâkî ilkeler, Mezdekîlik’in asıl önemli ve etkili olan özelliğidir. Mazdek’in savunduğu öğreti uyarınca, insanlar arasında oluşan kıskançlık, anlaşmazlık ve çatışmalara temel teşkil eden tek şey, özel mülkiyettir. Bundan ötürü mülkte ve bir mal olarak kabul gören kadında ortaklığın müdafaasını yapan Mezdekîler, günah olarak kabul ettikleri kan akıtmanın ve et yemenin de karşısındadırlar. Onları yağmacılık ve ırz düşmanlığı gibi hoş olmayan olumsuz davranışlara yönelten sebep de onlar tarafından kabul gören bu felsefeden kaynaklanıyordu.

Dönemin hükümdarı Kubat’tan yardım alan ve destek gören Mazdekîler, sertlik yanlısı hareketlerinin ve yağmalama olaylarının dozunu attırmaya başladılar. Hükümdarın, Mazdekîlere bu desteği sağlamış olması, resmî çevreleri kendisine karşı isyana teşvik etti. İsyancılar tarafından tahttan indirilerek tutuklanıp hapsedilen hükümdar Kubat, bir yolunu bulup hapisten kaçarak Akhunlulara sığındı. Kaçarak yanlarına sığındığı Akhunluların desteğiyle yeniden tahtına oturdu. Bu süreç içerisinde hem Mezdekîlik’in tehlike yaratacak bir şekilde kabul görerek halk arasında yaygınlık göstermeye başlaması, hem de soylu sınıfında bulunan insanların mallarının yağmalanarak kadınlarının kaçırılması olayları, Bizanslılarla savaşabilmek amacıyla soylular sınıfında yer alan insanlar ve rahiplerle anlaşma zorunluluğunda bulunan hükümdar Kubat’ı endişelendirmeye başladı. Etrafında bulunanların ve bilhassa şehzade I. Hüsrev (Anoşirvan)’in tesiri altında kalarak Mazdekîleri ortadan kaldırma kararının altına imza atan Kubat, M. S. 528’de Saray’da bir toplantı düzenledi. Rivayete göre bu toplantıya, içlerinde Mazdekîliğin kurucusu Mazdek’in de yer aldığı pek çok Mazdekî yandaşı da çağrılıydı. Bu toplantıya iştirak eden Mazdekîlerin tamamı, bu toplantı sırasında kılıçtan geçirilir.

Bu büyük katliamın altına imza atan hükümdar Kubat’ın ölümünün sonrasında tahta geçen ve M. S. 531–579 arasında tahtta hüküm süren Hüsrev I’in net ve tavizsiz tavrı neticesinde ölümüne takibe alınarak cezalandırılan Mazdekîlerden canlarını kurtarabilenler, ancak kayalık dağlara kaçarak mevcudiyetlerini devam ettirebildiler. Bu sırada Mazdek’in karısı Hurreme binti Kade,Rey kasabasına kaçar. Orada birçok taraftar toplar. Hurrem Dinliler olarak adlandırılan bu taraftarlar, Hurremîlik, Muhammere ve Bâbekîlik tarikatlarını kurdular. İran topraklarında İslâmiyet’in yayılması sonrasında Mazdekîlik’ten ilham alınarak kurulan ve Muhammere, Hürremîlik ve Bâbekîlikgibi adlarla meydana çıkan ve İslam dışı-sapkın mezhepler şeklinde vasıflandırılan cereyanlar, geniş oranda Mazdekîliğin bakiyeleri şeklinde kabul görürler.

Mistik dinî inanışlarla dışa vurulmasına ve kaba bir düşünce olarak kabul görmesine rağmen müşterekçi bir hareket haline gelen Mazdekîlik’ten esinlenip onu geliştirerek Azerbaycan’da Bâbekîlik tarikatını kuran Bâbek, M. S. 816’da Arapların hâkimiyetini nihayete erdirerek Azerîlerin siyasî birliğine ve gelişmesine büyük katkı sağlar. Bazı kaynaklar, Anadolu’da yaşanan Şeyh Bedreddin Hareketi’nin bu dinden etkilendiğini öne sürer. Ancak “Yârin yanağından gayrı her şey halkın ortak malıdır” diyen Şeyh Bedreddin, kadın’ı bu paylaşımın dışında tutmaktadır. Bunun için Şeyh Bedreddin Hareketi ile Mazdekîliği aynı kefeye koymak haksızlık olur.

Bir sapkınlık olarak nitelendirilen Mazdekîlik, M.S. V. yüzyılda Zerdüştîlik ile yarış etmeye başladı:

“Ve bu, onun (dinin) üzerine söylediği gibi, dinin muhalifleri (ve) Mazdakçılar (Mazdakigiz) olarak da anılan yeminli sapkınlar üzerine: Bu benim dinime zihin gücüyle bak, (ona) çok bak, ey Zerdüşt, eğer çokları, sapkınlarla tanışmış olarak, adalet, çalışma ve rahiplik ilan ediyorlarsa, ancak ilan edilen eseri az gerçekleştiriyorlarsa. Mazdayancı (Zerdüştî) dinde şu (söyleniyor): Dine bak ve bu dünyevî varoluşta ve dokunulamaz da, ona ve herhangi bir şeyde ondan (daha) dik kafalı olana karşı bir araç ara. Oluşmakta olan şeylerin en mükemmeli olan doğuştan adalet(tir) (asno-mand ahlayıh). Ve böyle (buyurur) Mazdayancı din: Ailelere dağıtıyorlar istihkakı. Çalışma, kendilerininkiler (hvasan) içindir, diyorlar. Ve payı kendilerininkilere veriyorlar. Yemeği (hvarişn) bir sözleşme (paşn) olarak görüyorlar, yani diyorlar ki: Yemek açlık ölçüsünde (olmalıdır). Ve çocuklar (tomag) (üzerine) diyorlar ki akrabalık anne tarafındandır. Ve kurt tarzı(nda) doğuruyorlar, yani bir şeyleri kurt tarzında yapıyorlar: Döllenmeleri, zevkin geçmesinden sonra gerçekleşiyor. Kurt yavrusunun peşinde (koşması) gibi, akrabalığı da anneye göre belirliyorlar. Kadınları koyun (gibi) satın alıyorlar ve çocuğu oğul (ve) erkek kardeş (topluluğa)(?) taşıyor. (Diyorlar ki:) Onları size topluluğa verdik. Yalnızca (siz) toplulukta kalırsanız, (onlar üzerinde) yetkiye sahip olursunuz. Onlar Ordal’a (tanrının yargısına) da, birisinin açıkça, kendisinin masum olduğunun ortaya çıkacağını açıkça söylemesine de inanmıyorlar. Çocukları da aldatıyorlar, yani kendilerine geldiği gibi, onların üzerine de sözleşmeyi bozan gelmelidir.”

Mehmet Ali İnci’nin Türkçe’ye çevirdiği Antik Pers Tarihi adlı yapıtının 297./298. sayfalarında yer alan bu metinde, IX.- X. yüzyılın dinî bir ansiklopedisi niteliğinde olan Orta Persçe–Zerdüştî Denkard tarafından yazılan yedinci kitabının bir bölümünde Mezdekîlik Dini’nin bu durumda Avesta’ya ait Mazdekîlerin doktriniyle ilgili bir yorumun söylemleri nakledilmektedir. Bu dinî topluluğu, bundan evvel V. yüzyıldan VI. yüzyıla geçişin yapıldığı yıllarda yani 459–484 arasında tahtta hüküm süren Sasani hükümdarı Peroz (Perviz)’un büyük kayıplarla kaybettiği (Akhunlar) Eftalitler Savaşı’nın ve öteki yıkımların ardından İran’ı derinden yaralayan kargaşalar döneminde köylülüğün bir kısmı, bariz bir biçimde Mazdek tarafından ilan edilen toplumsal ahlâk dayanak alınarak ve bazen de 488–496 ve 499–531 arasında olmak üzere iki kez tahtta hüküm sürmüş Sasani hükümdarı Kavad (Kubat) tarafından kışkırtılmış bir şekilde kendilerine karşı isyana kalkıştıkları soylu sınıfın mülklerini ve kadınlarını ele geçirdiler. Yararlanılan kaynaklarda bu konuyla ilgili bilgiler arasında bir çelişki bulunmaktadır. Şöyle ki; bazı kaynaklarda Mazdekîlerin bu konuda haklı olduklarına vurgu yapılırken, bazı kaynaklarda da tam tersi savunulmaktadır.

Bulunduğumuz zaman içinde Mazdekîlik dininin kurucusu olan Mazdek’in yaşam öyküsü, örgeleri ve savunduğu doktrinin fikrî menşeleri, antik dönem nakledilmesinde ve çağdaş araştırmada Mazdek ve Mazdek’e inananların, dinî topluluğuyla isyana girişenler arasındaki Mazdek’in doktrininin amaçları ile Mazdek yanlısı halk isyanlarının neticeleri arasında bulunan bağ benzeri tartışma konusu olmaktan çıkamamıştır ve çıkacağa da pek benzemiyor. Çünkü bazı konularda olduğu gibi bu konuda da net olmayan bilgilerin varlığı söz konusudur. Böyle olunca da aradaki çelişkiler su yüzüne çıkıyor. Yani bu konunun netliği konusunda gerekli bilgiyle donanımlı değiliz. Elde bulunan bilgiler, bu konunun aydınlanması hususunda yeterli değildir. Bunun gerektirici nedeni; Mazdek’in arzusunun sadece dinî ve siyasî muhaliflerinin düşünce bakımından bize nakledilmesinde ve geleneğe şekil verebilen insanların Mazdekîler veya isyana girişen köylüler olmayıp o devrin savaşımlarında utku elde eden ve M.S. 431–578/79 arasında tahtta hüküm süren Sasani hükümdarı Ksusro I ve Zerdüştlük yanlısı olan otoriteler olmasında saklıdır. Bu geri plandan Denkard’dan naklettiğimiz yukarıdaki alıntıya özel bir ehemmiyet terettüp etmektedir: Çünkü bu Mazdekçi toplumsal doktrinin ta başından beri belirlenen amaçlarını, bunları kabullenmese de çoğunlukla kullanılan Arapça ve Yeni Persçe kaynaklardaki bilgilere göre daha bariz bir biçimde adlandırma yapmaktadır. Ayrıca Mazdekîlerin zor kullanarak soyluların ambarlarını talan etmesi ve kadınlarının kaçırılmasıyla bağlantısını kurmuyor. Bu şekilde hem Mazdek’in hem de ona inanan yol arkadaşlarının amaçlarını ve örgelerini; isyana girişenlerin ve soylu himayecilerinin amaçlarından ve örgelerinden ayrı tutmak düşüncesindekilerin düşüncelerini, hem de Mazdek’in halk isyanlarına aktif bir şekilde iştirakını inkâra kalkışanların düşüncelerini tasvip etmektedir. O zaman Zerdüşt yanlısı tartışmacımız, Mazdekîlere ne tür bir yaşam şeklini salık vermektedir? En başta kendininkiler’in, aile’nin bakışın, yani kadınlarla malları, mahallî topluluklar (büyük aile)içinde üleşmeye hazır olmayı; yorum yapanımız için ise bu sundermann denilen kabul edilemez grup bencilliği şeklinde gelecektir. Yemekten bir sözleşme şeklinde bahsediliyorsa şayet bu bireyin sadece kendisi için yaşamsal öneme haiz olanı alıp arta kalanını sıkıntı içinde bulunan yol arkadaşlarına dağıtmasından ötürü bir başka mana taşımaz. Belgelerimizin tamamında mevcut olan kadın ortaklığı ve bunun aile hukuku bakımından neticeleri, bilhassa mesleği eleştiri yapmak olan insanların işini zora sokmaktan başka bir işe yaramaz: Sülalenin baba tarafından gelmesini ve ev yönetiminin erkek vasıtasıyla muhafazasını toplumsal hayatın asıl şartı ve asıl isteği şeklinde gören bir insan için neslin, anne tarafından idamesinin geçerliliği, güveni bulunmayan babalığın neticesi ve eğitim vazifelerinin topluma nakledilmesi olarak oldukça çirkin gelmiş olabilir. Burada muallâkta kalan, kadınların bir mal gibi parayla alınmasına bulunulan dolaylı anlatımdır:

 Josef Wıesehöfer, Antik Pers Tarihi adlı yapıtının 300. sayfasında şöyle diyor: “Mazdakçılar bunları kendi din kardeşlerinin diğer topluluklarından mı yoksa başka inançlardan olanlardan mı “satın alarak elde ettiler ?” Son olarak her ikisi de Zerdüştî hukukta sıkı bir şekilde yer alan Ordal (Tanrı yargısı)’ın ve yeminin reddi, dışsal ritüelliğe karşı bir direnişe işaret etmektedir.”

Metindeki suçlamaların tamamı Mazdekîlik inanışını güden topluluğun, iç tanzimlerine aittir. Burada muallâkta kalan ve yanıtı verilmemiş olan soru Mazdek’in bizzat şahsının mı– yoksa kendisine taraftar olanların bir kısmının mı- nakletmenin bir kısmının bize verdiği bilgiler uyarınca bu uygulamanın toplumun tamamını içine alacak bir biçimde herhangi bir mülke sahip olmayanların lehine, mülk sahibi bulunan insanların aleyhine genişletilmesi için mi gayret harcadıkları; yoksa bunun köylü ayaklanmacıların bir eseri mi olduğu bunlar uyarınca Mazdek’in mefkürelerinin mi kendilerini özgünleştirdiği sorunudur? Burada mutlaka değinilmesi gereken iki önemli şey daha bulunmaktadır: Bunlardan ilki, Mazdakçı doktrin kendisini sadece topluma ilişkin münasebetlerin düzene sokulmasıyla sınırlı tutmadı, bununla birlikte gnostik-sinkretistik şeklinde vasıflandırılabilecek detayların en incesine değin görüş bildirilmiş bir tanrı bilimsel kuramla gerekçelendirdi. İkincisi ise vuku bulan halk isyanlarının önüne geçilmesi ve Mazdek inanışında olanların takibata alınması, inanca öldürücü hamleyi yapmaktan uzak kaldı. Yeni bir kılık altında ve yeteri kadar sıklıkta yeraltında Sasani İmparatorluğu’nun çökmesine tanıklık etti ve erken İslâm döneminin takibatına dayandı.                   

 

MİTHRACILIK



     "
Sabah tanrısı MithraAçıklama: virgs
      Büyük boğanın öldüğü bu yerdeAçıklama: virgs
      Karanlıklar içindeki çocuklarına bak
      Kurbanımızı kabul et!

 Sen pek çok yol yaptınAçıklama: virgs
     Hepsi de ışığa varan.
     Ve asker de olan Mithra
     Bize ölmesini öğret!"

 

M.Ö 756-M.Ö. 146 tarihleri arasındaki Helenistik çağın din bireşimleri arasında bulunmasa da Mithraizm’i, Hristiyanlığı etkisi altına alan bireşimlerden biri şeklinde görmek mümkündür. Bu etkileşim, karşılıklı olmuştur. Ama hem Hristiyanlığın ortaya çıktığı dönemin havasını etkisine alan büyük bir öneme sahip bir din olmasından ötürü, hem de hiç olmazsa IV. yüzyıla değin Hristiyanlık’ın büyük bir rakibi olduğu için Mithracılık, ayrı bir öneme haizdir. Menşei çok eskiye varan Mithracılık’ın, Medlerin egemenliğine son verdikten sonra bilinen ilk büyük imparatorluğun temellerini atan Ahameniler devrinde kraliyet tapımı kapsamında bu dine ilişkin törenlerin yapıldığı bilinen bir gerçektir.

Plutarkhos’a bakılırsa Pers Mithra’sına göre Kilikiya korsanları arasında yaygın olan Roma Mithra’sı daha büyük önem arz etmektedir. Bu konudaki kaynaklarda verilen bilgilere göre bu din, Hrıstiyanlığın Pavlus adındaki asıl babasının memleketi olan Tarsus’tan Roma’nın tamamına yayılmıştır. Yunanlar tarafından, geleneksel düşman olarak kabul edilen Perslere ait olan bu dine, tepki duyulduğu halde Mitraizm, Anadolu’nun tamamında ve Avrupa’da büyük bir hızla yayılmış ve IV. yüzyılda, dönemin en güçlü dinlerden biri haline gelmiştir. Pers ve Roma Mithra’sı arasında kimi küçük nüans farklılıkları bulunmasına rağmen temel yapılarında bir değişiklik mevcut değildi.

Hristiyan ritüelleri ile Roma ritüelleri arasında mevcut olan ve pekçok çalışmaya kaynaklık eden çok benzerlik bulunmaktadır. Bu kadar çok ritüel benzerliğine rağmen Hristiyan mitolojisi ile çok büyük farklılıklar göstermektedir. Bunlara kısaca değinmekte yarar vardır:

Mithra’nın, bir kayadan doğduğuna inanılmasından ötürü Mithraizm’de mağaranın önemi oldukça büyüktür. Bu dinde, tıpkı İsa’nın Beytüllahim Mağarası’nda doğumuna benzer bir inançla karşılaşmak mümkündür. El Biruni tarafından verilen bilgiye göre, Parth kralları, tahta oturmadan bir gün öncesi mağaraya çekiliyor ve ardından tebaası, ona, yeni doğan bir bebekmiş gibi bir başka ifadeyle onu tabiatüstü menşeli bir çocukmuş gibi karşılarlardı.

Mithra’nın boğayı öldürme sahnesi, Mithraizm’deki en önemli mitolojik bölümdür. Bir eliyle boğayı burun deliklerinden yakalayan Mithra, öteki eliyle boğaya bıçağı saplar. Mithra tarafından öldürülen bu boğanın iliğinden, ekmeği veren buğday ve kanından gizemli dinler tarafından kutsal içki olarak bilinen şarabın elde edildiği bağlar yeşermeye başlar. Erginlenme ritüeline benzer Mithra ayinlerinde kutsal ekmek ile şarabın içilmesi, Mithraizm’in ritüellerini, kendi ritüellerinin şeytanî bir taklidi şeklinde gören Hristiyan din savunucuları tarafından acımasızca eleştirilmiştir. Dahası Mithraizm’de de ünlü son yemek benzeri bir ziyafet düzenlenirdi. Mithra’nın boğayı öldürmesinin sonrasında şeytanî bir biçimde son yemek yenmekteydi.

Vaftiz törenlerinin bir benzerinin Mithraizm’de de yapılıyor olması, Hrıstiyanları kızdıran bir başka konuydu. Erginlenme namzetine törenin bir merhalesinde kendisine bir taç uzatılan namzet, “Benim tek tacım Mithra’dır” diyerek kendisine uzatılan tacı reddederdi. Bunun sonrasında namzetin ya kızgın demirle alnı dağlanırdı ya da yanar durumdaki meşaleyle arındırılırdı. Alnı kızgın demirle dağlama, ilk Hristiyanlar tarafından insanların ellerini alınlarına veya başlarına koymak suretiyle onlara kutsal ruh vermesine, bunun gibi meşaleyle arındırma işi de buhur kullanılmasına benzer bir ritüelden oluşuyordu.

Her iki dinin tanrılarının 25 Aralık günü doğmuş olması, Hristiyanlar bakımından rahatsızlık yaratan bir başka benzerlikti. Esasen bunlara rahip sınıflarının müşterek vasıfları, erginlenme merhaleleri (Katolik Kilisesi’nin Din ve Ahlak ilkeleri içinde vaftiz sırrı, Güçlendirme sırrı, Efkaristiya sırrı, Günah çıkarma sırrı, Hastalara Yağ Sürme sırrı, Ruhbanlık sırrı ve Evlilik sırrı olmak üzere yedi sır sayılır. Kimi değişikliklerle benzer bir yapı, gizemli dinlerin birçoğunda olduğu gibi Mithracılık’ta da mevcuttu), öteki İran dinlerinde de mevcut olan kıyamet ve ölülerin dirilişi benzeri unsurları da ilave etmek gerekir.

Hristiyanlıkla farklılık gösteren taraflarını da göz önünde bulundurmak gerekir. Mithracılık, İran asıllı olmasına rağmen gerçek bir birleşimden oluşuyordu. Mitraizm’in din adamları, hem öteki doğu asıllı dinler gibi yabancı olmayıp Romalıydılar hem de törenler esnasında Latin dili kullanılıyordu. Bu dinin, tam anlamıyla bir asker dini olması da kayda değer bir başka tarafıydı. Tanrısı, bir çeşit asker kahramanı olan bu dinde kadılara yer yoktu. Ernest Renan’ın: “Eğer büyüme aşamasındaki Hristiyanlığın yolu, her hangi ölümcül bir hastalık tarafından kesilseydi, dünya herhalde Mithracı olurdu.” sözünden de anlaşılacağı üzere bu dinin, bir dönemler kat ettiği yolu göstermiş olsa da kadınları dışlamasından ötürü hiç olmazsa bu haliyle Hristiyanlık’ın kat ettiği yolu, kat etmesi olası değildi. Tanrısının ölme ve dirilme sürecini yaşamamış olması, Mithracılığı öteki dinlerden ayıran en önemli özellikti. Yunan Şarap tanrısı Dionysos, Frigyalı efsanevi müzikçi Orpheus, Mısır’ın kral tanrısı Osiris ve Bahar tanrısı Attis vb. tanrılar gibi ölüp yeniden doğmasa da bu, erginlenme ritüellerinde yer alan ölüm ve yeniden doğum muhtevasında değişikliğe yol açmamıştır.

Mitracılıcılık inanışında ayinler gizli olarak yapıldığı halde kimi zaman Roma imparatorlarınca resmi din olarak kabul edildi. Hatta tarihçi Lampridius’un verdiği bilgilere bakılırsa Commodios adındaki Roma imparatoru, bir adayı erginlediği sırada sadece simgesel olarak yerine getirmesi lazım gelen cinayeti gerçekten işlemek suretiyle dinin kirlenmesine yol açmıştır. Sürekli Hristiyanlıkla yarış içinde olan Mithracılık, Hristiyanlığın, alenen imparator Kostantinus tarafından desteklemesi üzerine mevcut gücünü yitirmiştir. Neticede Gratianus tarafından 383 yılında çıkarılan bir kararnameyle resmi desteğini yitirdi ve kovuşturmalara maruz kaldı.

 

MENŞELER VE KÜLTÜN YAYILMASI

Mithra araştırılarının kurucu babası olarak kabul gören Belçikalı bili madamı Franz Cumont’unverdiği bilgiye göre genellikle bir Doğu dini şeklinde tanımlanan Mithra kültü, Doğu’da, muhtemelen İran’da ortaya çıkmış ve ardından batıya yönelerek Roma’ya değin ulaşma başarısını göstermiştir.

Hakikaten menşe olarak bir Doğu tanrısı olan Mithra’nın, resmedildiğinde de giyindiği giysiler, doğu giysileridir. Konik şekilli Frigya şapkası Doğu ile var olan bağına vurgu yapmaktadır ve İ.Ö. 1. yüzyılda Antik Çağ’dan kalma Kommagene bölgesinde yer alan Nemrut Dağı’ndaki rölyefler de onu bu biçimde giyinmiş bir şekilde Kral Antiochus’u (İÖ 80-32) selamlarken görmek mümkündür.

Ayinlerde kullanılan nama denilen selam benzeri kelimeler, meşale taşıyan Cautes ve Cautopes ile esrarlı Ehriman benzeri Mithra’nın maiyetinde olanların adları, hep İran veya Mezopotamya menşelidir.

Ama bu Doğu ögeleri, hangi ölçüde ele alınmıştır?

Cumont’un Mithra Kültü’nün Doğu menşeli olduğu savına destek veren önemli bir öge, Plutarkhos’un Büyük Pompey’in İ.Ö. 67 tarihinde Akdeniz’de deniz eşkıyalarıyla savaşımını işleyen bir metninde bulunmaktadır.

Güneydoğu Küçük Asya’da Kilikya korsanlarının: "Garip kurbanlar getirdikleri ve Mithra Kültü’nde hâlâ mevcut olan gizli ayinler gerçekleştirdikleri" söylenmektedir. Bu metin İ.Ö. 1. yüzyıl ortalarında Doğu Akdeniz’de Mithra ayinlerinin varlığının delili şeklinde kabul görmüş ve Kilikyalı korsanları, Mithra Kültü’nü batıya götüren aracılar şeklinde tanımlamışlardır.

Eğer öyle ise niçin Akdeniz dünyasında Mithra tapınakları veya Tauroctony denilen boğa öldürme sahneleri, M.Ö. 300-30 tarihleri arasını kapsayan Helenistik çağ süresince hiç bulunmamaktadır ve şayet Mithracılığın menşei Doğu’da aranmak isteniyorsa niçin imparatorluk döneminde orada mithraeum denilen yeraltı tapınaklarının sayısı fazla değildir. Gene, şayet Mithra inancı hakikaten M. Ö. I. yüzyılın ortalarında Batı’ya ulaşma başarısını göstermişse oradaki delillerinin bulunması neden bir buçuk asır beklenmiştir?

M.S. 50-125 arasında yaşayan Yunanlı yazar Plutarkhos, Mithra inancının daha yeni yeni yayılma gösterdiğini M.S. II. yüzyıl ortalarında yazıyordu. Bundan ötürü gizli ayinlerden bahsedilmesi büyük olasılıkla bir tarih hatası olabilir. Kilikyalı korsanlar, Mithra’yı bir tanrı olarak kabullenmiş olabilirler (Antiochus tarafından komşusu Kommagene’de yaptırıldığı gibi) ama boğa öldürme ve Mithra inancının ritüel ve tüm ayinleri o zaman büyük olasılıkla henüz ortaya çıkmamıştı. Mithra inancının menşelerini M.Ö. II. yüzyılda Türkiye’de Tarsus’un felsefe ve bilim muhitlerine oturtulan alternatif bir düşünce de aynı tenkitlere kapısını aralamaktadır.

Tauroctony denilen boğa öldürme sahnesini andıran eski bir gönderme, M. S. 51-96 arasında yaşayan Roma imparatoru Titus Flavius Domitianus’un, M.S. 40-96 arasında yaşayan saray şairi Latin şair Publius Papinius Statius’un M.S. 92 yılında yayımlanan bir şiirinde: “Bir Pers mağarasının kayaları altında inatçı boğanın boynunu büken” dizesidir. M.S. 98-117 tarihleri arasında tahtta hüküm süren İmparator Trajan tarafından muhafız alayı başkanının Alcimus adlı kölesine yaptırılan Tauroctony’nin ilk betimlemesi halen British Museum’da bulunmaktadır.

Kültün, bundan ötürü Roma’da aydın gruplar arasından çıkmış olduğu tahmin edilmektedir. Bunlar, kurtuluş vaadinde bulunan kültlerin ve bir ölüm sonrasındaki dünyanın klasik devlet dininden daha umut yaratıcı olduğu bir dönemde yeni bir din yaratmış olabilirler.

Mithracılık, M.S.125 tarihi sonrasında bilhassa kuzey sınırları boyunca ve Roma’nın Ostia adlı liman kenti gibi çeşitli uluslardan olanları içinde barındıran yerlerde büyük bir hızla yayılmıştır. Sadece Ostia’da mithraeum adı verilen 16 yeraltı tapınağı bulunmuştur. Bu din, ordu ve tüccar sınıfı arasında çok popüler olduğu halde yalnızca erkeklerle sınırlı olmasından ötürü (Hristiyanlık gibi) evrensel cazibe merkezi olma başarısını gösterememiştir.

 

BOĞA ÖLDÜRME SAHNESİ

Boğa öldürme sahnesi olarak bilinen Tauroctony, hızlı bir biçimde belirli ölçülerle sınırlanmıştı ve bir iki bölgesel farklılık var ise de tablo, imparatorluğun hemen hemen her yanında aynıydı. Mithra, hançerini, dizlerini bükerek topukları üzerine sırtına oturduğu boğanın boynuna saplıyor. Bu pozun ilham kaynağı hiç tartışmasız Roma’da Trajan Forumu’nda ve öteki yerlerde bulunan rölyeflerde görülen Zafer’in, sırtına kapanarak bir boğayı zapt etmesi sahnelerinden alınmıştır.

Tanrı ile Tanrı’nın omzu üzerinden baktığı Güneş Tanrısı Sol arasındaki güneş ışını, aralarında mevcut olan yakın ilişkiyi gösterir ve Sol’un kuzgun adındaki kuşu da genellikle orada bulunur.  Roma Ay Tanrıçası Luna’nın bir büstü, Güneş tanrısı Sol’un büstünü dengeler. Meşalesini havaya kaldırmış Cautes, ışığın ve aydınlığın meşalesini aşağıya çevirmiş. Cautopates, karanlığın mümessilidir ve boğa öldürme sahnesinin iki tarafında bulunurlar. Mithra kültünün temel ögesi; ışık ve karanlık arasında bulunan ikiliktir.

Boğanın alt tarafında bir akrep, derisini değiştirmesinden ötürü toprağın ve yenilenmenin simgesi sayılan yılan ve çoğu zaman boğanın yarasından sızan kanı yalamak amacıyla zıplayan bir köpek bulunmaktadır. Boğanın kuyruğunda yer alan buğday başakları, tanrı Mithra’nın bu yiğidâne hareketinden ortaya çıkan yeni yaşamın mümessilidir.

Ren ve Tuna ırmaklarının sınırlarında yer alan betimlemelerde; boğanın altında bulunan bir aslan ve şarap karıştırmaya yarayan bir kap, büyük bir olasılıkla ateş ve suyu sembolize eder. Böylece yılanın sembolize ettiği toprakla bir üçlü meydana getirirler. Bu bölgede bulunan ve ‘boğa öldürme sahnesi’ olarak bilinen ‘tauroctony’lerde Mithra’nın, kayadan yaratılması, güneş tanrısı Sol ile anlaşması, su mucizesi, boğanın ele geçirilişi, mağarada Sol ile beraber boğa etini yemeleri vb. gibi daha başka işleri de görülür. 

Mithra’nıntauroctony (boğa kurban etme sahnesi)’si, Tauros (boğa), Leo(aslan), Scorpi(akrep) bir yıldız haritası şeklinde düşünüldüğünde de anlaşılacağı üzere boğa öldürme sahnesinde yer alan ögelerin, geneli astrolojik sembolizmle yakından alakalıdır. Nazariyenin birinde yer alan bilgiler uyarınca bu; bahar gündönümü Boğa burcunda olduğu zaman gök ekvatorunda yer alan kimi yıldızların simgesel betimlemesidir. Güneş tanrısı Mithra ve onun evren üstündeki egemenliği kültün temelini oluşturur. Gökyüzünün yıldızlarını, Mithra tarafından sırtına giyilen pelerinde ve mitraeum adı verilen yeraltı tapınaklarının kubbeli tavanlarında görmek mümkündür.
 

TAPINAKLAR VE AYİNLER

Genelde küçük ve dört köşeli olan Mithra tapınaklarının en büyüğü; Romanya’da, Oraştie Dağları’nda, Apa Oraşului ırmağı kıyısındaki Sarmizegetusa yerleşim bölgesinde bulunan 26 m. boyundaki tapınaktır. Bu tapınaklar çoğunlukla bir giriş, uçta bulunan Tauroctony’ye değin varan bir ana salondan oluşur. Tapınakların iki tarafta bulunan yüksek platformlara uzanmasından ötürü mithraeum adı verilen yeraltı tapınakları, külte üye olanlar tarafından toplantı odaları olup gizli törenlerin gerçekleştirildiği bir yerdi. Hristiyan kiliseleri ile benzerlikler gösterir. Ancak yalnız tanrı yontusunun bulunduğu  ve törensel kurban olayının dışarıda, açık havada bir sunakta yapıldığı putperest tapınaklarıyla farklılık göstermektedir.

Mithra adına yapılan bu tapınaklarda, nelerin yapıldığı hâlâ gizemini korumaktadır. Kuzgun adı verilen en alt tabakada bulunanlardan mahallî Mithra cemaatinin lideri konumunda bulunan en üstteki Pater (baba)’e değin yedi derecenin mevcudiyetinden daha önce söz etmiştik. Çok önemli olduğu anlaşılan Aslan, dördüncü derecede yer almaktadır. Metinlerin bazılarında tapınaklardan leonteum şeklinde bahsedilmektedir.

Aşamanın birinden ötekine geçmek, sanıldığı kadar kolay değil. Bunu gerçekleştirirken bazı zorluklarla yüz yüze gelinebilir. Cemaate yeni girecek kişinin gözleri bağlanır (fresklerin kimilerinde meşale ile damgalamalar ve kılıçla açılan yaralar görmek mümkündür). Bir tapınakta (Hadrianus Duvarları’nda Carrawburgh) bir işkence çukurun bulunduğundan ve adayın, bu çukurda simgesel bir şekilde yakıldığından söz edilir.

Sol İndiges ve Mithra’nın, boğa eti yemelerinin simgesi olarak (Mitraeumların bazılarında mevcut olan kemikler göz önünde bulundurulduğunda) pahalı olan sığır eti yerine koyun veya tavuk eti yenirdi. Bazen boğa eti yerine ekmek, kanı yerine şarap kullanılırdı. Bu da Mithra kültünün, Hristiyanlıkla çatışmasına yol açmış. IV. yüzyılın ilk dönemlerinde Hristiyanlık, resmiyet kazanmasıyla Mithra kültü de hızla çöküş dönemine girmiş ve tapınaklar, muhtemelen Hristiyanlar tarafından yıkılmaya başlanmıştır.

 

MİTHRA KELİMESİNİN MENŞEİ

Sanskritçedeki Mitra, Avesta, Pehlevice’de, Yunanca’da ve Latince’de Mithras şeklinde yazılırdı. Zerdüştlük öncesindeki İran’da da güneş, adalet, savaş ve antlaşma tanrısı olan Mithra, ilahî menşe olarak Hinduizm’in Veda zamanında adı, ebedî anlamında olan Tanrıça Aditi’nin oğullarından biriydi.

Adına, ilk defa M.Ö. 1400 tarihli Veda metinlerinde rastlanılan Mithra, Hindistan’dan Pers dünyasına, Perslerin; Büyük İskender karşısında mağlup olmalarının sonrasında da Yunan dünyasının tamamına yayılmıştır. Ancak Roma dönemi gizemi, henüz aydınlığa kavuşmuş değil. 

Yukarıda da açıklandığı üzere Zerdüşt doktrininin bütünüyle etkin olamadığı İran dünyasında Ahura Mazda’nın Işık Tanrılığı ile Adalet görevinin de yüklenildiği Mithra, en ulu tanrı olarak kabul görmeye başladı. M.Ö. 500’e doğru, M.Ö. 522–486 arasında hüküm süren Ahemeni kralı I. Dara (Darayavauş) zamanında adına rastlanılan ve Boğazköy (Hattuşaş)’deki M.Ö. XIV. yüzyıl Hitit kitabelerinde Hurriler tarafından kurulan Mitanni Krallığı’nın tanrısı olarak adından söz edilen Mithra, menşei kesin olarak bilinmemekle birlikte İran’da büyük itibar gören ve ayrıca Hindistan ve Anadolu gibi topraklarda da kendisine tapınılan Büyük Işık Tanrısı’dır. Veda dönemi Hinduizm’inde de rastlanılan, yargılayan ve aracılık eden çok önemli bir tanrı olan Mithra, aynı zamanda her şeyi gören ve duyan bir tanrı olması nedeniyle öteki dünya’da ölülerin ruhlarını sorgulama görevini de üstlenmişti. Asya’da yaşam sürdüren Yunanlılar tarafından M. Ö. 330–30 tarihleri arasındaki Helenistik Çağ’da insan şeklinde tasvir edilmeye başlanan Mithra, M.Ö. 550- M. Ö. 330 tarihleri arasında hüküm süren Ahemeniler Dönemi İran’ında Aşk ve Bereket Tanrıçası Anahita’yla birlikte kutsanmıştır. Samilerin Güneş Tanrısı Şamaş’ın bütün özelliklerini bünyesinde barındıran veya kimi kaynaklarda öne sürüldüğü gibi Şamaş ve Frigya’daki Sabazios ile karıştırıldığı sanılmaktadır. Hindistan’da Sanskritçe’de dost anlamına gelir. Veda inancında evrenle ilgili düzenin koruyucusu ya da maddî ve manevî âlemin ulu önderi Rita’nın koruyucusu olan Tanrı Varuna’nın kardeşi Mithra, Güneş’i sembolize ederdi. Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta’ya göre kâinatın yaratıcı güçlerinin egemenidir.

Tapınımı, M.Ö. 330–30 tarihleri arasındaki Helenistik Dönem’de Anadolu’ya, sonrasında da bu toprakların egemeni durumuna gelen Roma ordusuna ve onların aracılığıyla da M.S. II. yüzyılda Roma’daki liman kentlerine, büyük kentlere ve garnizonlara yayılarak gizemli ibadetlerin en önemlileri arasında yer almaya başladı. Genelde başında bulunan Frigya başlığıyla bir boğa kurban ederken tasvir edilir. İlk kez, İran veya Hint menşeli Mezopotamya kavmi olan Hurrilerde ortaya çıktı. Sonradan Roma İmparatorluğu’na geçti. Burada beş yüzyıl gibi uzun bir zaman Hristiyanlığın karşısında dimdik ayakta durmayı başardı. Mithra dini, Mithraizm ya da Mithracılık, yedi aşamadan oluşan bir törenden; kutsal ziyafet ve hayvan kurban etmekten oluştuğu için bir zamanlar Hristiyanlığa rakip olarak görüldü.

İlk çağlarda Anadolu’ya özgün kültlerin özelliklerini bünyesine almak suretiyle Helen dünyasında yaygın hale gelen Mithra, Anadolu’daki Pontus, Bergama ve Bosporos gibi krallıklarda önemli bir yer edindi. Sözü edilen bu krallıkların kralları, Tanrı Mithra’nın ilham verdiği anlamına gelen Mithridades unvanıyla anılırlardı. Eski Anadolu, Girit ve Önasya gibi medeniyetlerdeki boğanın, Hint ve İran menşeli Mithra inancıyla ilgili olduğu zannedilir. İran’da; kayadan doğma olan Işık Tanrısı Mithra’nın, semavî bir boğayı kurban ederek kâinatı var ettiğine ve canlıların tümünün bu boğanın kanından meydana geldiğine inanılır.

Mithraizm’in ifade ve sembolleri; tek tanrılı dinleri, özellikle de Hristiyanlığı çağrıştırır. Boğanın vaftiz edilişinin yanı sıra son yemeği, bedenini sembolize eden ekmek, kanını simgeleyen şarapla birlikte yenirdi. Mithra geleneğinin aynısı, Hristiyanlıkta Peygamber İsa adına yapılan kutsama töreni esnasında da uygulanmaktadır. İsa benzeri özellikleri bünyesinde barındıran Mithra; bir tanrıdan çokBüyük Güneş Tanrı ile insanlar arasında bir aracı, yani bir Peygamber konumundadır.

Yortusu olan 25 Aralık Günü’nün Hıristiyanlık’ta kutlanmakta olan Noel’in menşeini oluşturduğu zannedilen Mithra; Gece-Gündüz, Yargılama Günü, Ölümsüzlük, Oruç, Kurbanvb. inançlarıyla tek tanrılı dinleri çağrıştırır. Yeraltında yapılan ve Mithraeum adını alan Mithra tapınakları, dinî anlatımlarla uyum içerisinde olan resimlerle bezelidir.

Ölü ruhlarının, öteki dünyada yaşamlarını sürdürebileceği umudu, Mithra ibadetine tinsel açıdan bir boyut katmıştır. Bu da, bu dinin gözde din haline gelmesinde önemli bir etken olmuştur. Bu dine inananlar; Mithra’ya, kanının arıtıcı olduğuna inanılan bir boğa kurban etmek suretiyle ebedîliğe kavuşabilecekleri inancını taşıyorlardı. Gizemli törenleri, mağaralarda ve özellikle de yeraltında inşa edilen Mithraeum adındaki yeraltı tapınaklarında gerçekleştirilirdi. Özellikle Roma’da ve Ostia’da boğayı kurban eden Mithra’nın aslan başlı Kronos vb. ibadetlerin simgeleriyle bezenmiş olan yüzlerce tapınağı mevcuttu. Tapınımı; karga, kartal başlı aslan, asker, aslan, İranlı, Güneş’in habercisi ve baba olmak üzere yedi aşamadan oluşan bu dinde bir de Babaların Babası adı verilen ulu bir lider bulunurdu. Törenlerinin bazılarında dine yeni katılan kişilerin maske takındıkları, kutsal su, oruç ve kırbaçla arındıkları, mukaddes olarak kabul gören ziyafetlere iştirak ettikleri ve muhtelif hayvanlar kurban verdikleri bu dinde bir üst aşamaya yükselebilmek için muhtelif sınavlardan geçmeleri bir zorunluluktu.


Mehmet KORKMAZ
Emekli Eğitimci


 

 

 
Bugün 31 ziyaretçi (39 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol