BAŞÖRTÜSÜ İSLAM'DAN ÖNCE DE VARDI

BAŞÖRTÜSÜ İSLAM'DAN ÖNCE DE VARDI!

 

Kadın niye örtünüyor?

Kadının örtünmesi ne zaman, nasıl oldu?

Gelin, kadının örtünme tarihine kısa bir göz atalım...

İlkel çağlarda sihir ve büyü düşüncesi hakimdi. İnsanoğlu kadının çocuk doğurmasına akıl erdiremiyordu. Bunu gizli bir güç olarak yorumluyordu. Bu nedenle kadından hem korkuluyor, hem de kadına saygı duyuluyordu.  

Öte yandan İlkçağ'da birçok alanda üretimi kadınlar başlatmıştı:

ip, sepet dokuma, ağla balık avlama, toprak kap, ateş yakıp yemeği pişirme, tarak, kaşık, madeni eşyalar, boncuk, besinleri birbirine katarak mutfak kültürünü geliştiren ilk hekimlik ve şifalı otlar gibi buluşlar kadının eseriydi.

Kadının el üstünde tutulduğu "anaerkil" dönem binlerce yıl sürdü. Ne zaman insanoğlu doğal olayları kavramaya başladı "büyü" bozuldu. Artık kadının nasıl çocuk sahibi olduğu anlaşılmıştı! Yetmezmiş gibi erkekler, üretim biçimini ve savaş aletlerini geliştirdi; din devleti, tapmak-saray-ordu biçimindeki erkek egemen örgütlenmesine yöneldi; kadının "saltanatına" son verdi!

Peki ama niye saça düşmandı? Ne vardı bu saçta?

Kadının saçı ve kadının gövdesi; kadının doğaüstü güçlere sahip olduğunun simgesiydi.

Kadının binlerce yıl olağanüstü güçlere sahip olduğuna inanılması ve binlerce yıl büyülerde kullanılması sonucu, kadın saçı bir karabasan gibi erkeklerin üzerinde baskı oluşturdu.

Ve erkekler de bu baskıdan kurtulmak için kadınların saçlarına yöneldi. Erkek zihni, erkek erkini oluştururken, bütün engelleri yıkmak, kendini üstün cins olduğuna inandırmak istedi.

Eski anaerkil dünya görüşünün yeniden hortlamaması için kadını her alanda yadsıma yoluna gitti.
Örtülü kadın başıyla* "bakın bir zamanlar sizi büyülü bağlarıyla, saçlarıyla korkutan tanrıça ya da saçlarının kötü etkisi olan kadın artık yok, kadınları ve saçlarını denetlediğimize göre sizin denetimimiz de bizim elimizde" görüşüne inandırmak istedi.

Müzelerdeki MÖ eserlerine baktığınızda görürsünüz; tanrıçalar tarih boyunca hep başlarında simgeler vardır; gökcisimlerini, bitkiler, yılan, kuş gibi hayvan simgeleri...

Ama türbana benzeyen ilk örtü Sümer kalıntılarında ortaya çıktı. Soğan biçimli sarık/ külah gibi başa takılan nesnelerdi bunlar.

Tanrıça kültünde -ilahilerden anlaşıldığına göre- bir tören nesnesiydi türban. Bir Sümer ilahisinde Şugurra, önemli bir buluşma için bozkıra giderken başına taktığı türbana benzeyen bir örtüydü!

Sümer'de tanrıçalar, tamamiyle çıplak oldukları erken dönemde de, saçları serbestçe salınmış ve başlarının tepesinde bir türban taşırken betimlenmişlerdi. Örneğin Lilith olduğu sanılan MÖ 2000 tarihine ait rölyefte tanrıçanın başında türbana benzeyen örtü vardı. Ve o dönem için bu tür örtünme, tanrıçanın güçlü büyüsünü ve egemenliğinin kanıtıydı. Ama bu diğer kadınlar için geçerli değildi artık!

 

Babil İmparatoru Hammurabi'nin kanunlarında kadının sosyal statüsü ilk kez yazılı yasa haline getirildi:

"Kadınlar sokağa çıkarlarken başlarını açmamış olacaklardır."

Bu kanun yeniydi ama uygulama eskiydi. Sümer, Asur, Hitit, Urartu, Akad gibi site devletlerinde de benzer uygulamalar vardı.

Kadını örtüye sokmanın temel nedeni, hür kadınla köle kadınların birbirinden ayrılmasını sağlamaktı. Yani, hangi kadının bir erkeğin koruması altında, hangisinin ise "kolay av" olduğunu göstermekti!

Eski Anadolu kültüründe olan bu örtünme anlayışı dünyanın çeşitli topluluklarında da vardı. Onlar genellikle meseleyi mitolojik öykülere dayandırıyorlardı. 

Örneğin:

Japon mitolojisinin kutsal kahraman Oldkurumi, Aynular'a kültür ve uygarlığı öğretmek üzere, tanrıların cennetinden yeryüzüne inmişti. Cennete dönmeden önce Aynular'dan bir kadınla evlendi. Karısına, yiyecekleri kabile halkına dağıtma görevi verdi. Ancak bunun için de bir koşulu vardı; hiç kimse karısının yüzüne bakmayacaktı. Yani örtünecekti!

Örtü önce Hititler'de ortaya çıktı.

Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde pişmiş toprak bir kabın üzerindeki resim bize önemli bilgi veriyor. Kutsal evlilik töreninde, tanrıçayla, tanrı adına kralın evlenmesi için yapılan ayini anlatan resimde tören sırasında gelin tanrıça, günümüzdeki çarşafın birebir aynısı giyiyordu.

Ve ne yazık ki, kendine güvenli, rahat, buyurgan tavırlı kralın karşısında, edilgen, teslimiyetçi duran bu kara çarşaflı tanrıça gelin, Sümer'deki kendine güvenli tanrıça karakterinden hayli uzaktı.
Kadınlar artık örtüye sokulmuştu. Önceleri görünen saçlar zamanla görünmez olmuştu.

Şimdi burada bir dakika duralım:

Türkiye'nin tek Sümerolog bilim insanı kim? Muazzez İlmiye Çığ. 92 yaşındaki bu bilim insanımız ömrünü Sümer tabletlerini okumaya adamıştır. 40 yıl bu tabletler üzerine çalışmıştır.

Bir gün bir kitap yazdı ve dedi ki, "Sümerler fahişeleri diğer kadınlardan ayırmak için örtüye sokarlardı." Bunu yazan Sümer tableti aslında. Muazzez ilmiye Çığ tabletten okuduğunu aktarıyor. Ne yapmasını bekliyorsunuz, görmesin mi bu gerçeği, aktarmasın mı?

Doksan küsur yaşındaki bilim kadını mahkemeye verildi!

Ne yazık ki yobazlık toplumlara işte böyle sirayet ediyor.

Hz. Muhammed dönemi Arapçasını bilen din bilgini Turan Dursun'u neden katlettiler sanıyorsunuz? Yaşarken kimse tartışmak için karşısına çıkamıyordu. Çünkü yazdıklarının hepsi belgeliydi. Sözlerinin tümü din kaynaklarına dayanıyordu.

Bir diğer bilim insanı, ilahiyat uzmanı Doçent Bahriye Üçok da aynı nedenle kalleş bir pusunun kurbanı olmadı mı?

Türkiye'nin akil adamlarını birer birer yok ettiler.

Bilim insanlarımızı susturdular.

Geriye ne kaldı?..


 

Herakleides, Antik Yunan ve Mısır'da yaşayan kadınların baş giyimini şöyle tarif etmişti:

"Giysilerin başa gelen kısmı öyle sarılır ki, yüzün tümü peçeyle örtülmüş gibi görünür. Zira sadece gözler ortada kalır, yüzün diğer bölümleri ise giysinin bir parçasıyla tamamen örtülür. Bütün kadınlar bu şekilde beyaz renkli giysiler giyerler."

Antik Yunan'da başörtüsü, Bereket Tanrıçası Demeter ve Zeus'un karısı Hera'nın da özel simgesiydi!

Zamanla kadınlar bu durumu bile arayacak hale gelecekti.

Antik Yunan'da kadın "erkeğin başının belası" olarak görülmeye başlanacaktı. Pis kadınların domuzdan, zeki kadınların tilkiden, meraklı kadınların köpekten meydana geldiğine inananlar bile vardı! Kadınların tek başına sokağa çıkmaları ise artık hayaldi...

Roma döneminde de erkeklerin tartışılmaz egemenliği iyice perçinlendi. Erkek asker, politikacı, tüccar; kadın ise evde oturup çocuk büyüten ve sadece kocasına hizmet edendi.

Kadının en büyük onuru bakire olmaktı. Bir de doğurgan olmak. Hiçbir sosyal hakkı yoktu. Hatta, kadın başı açık dışarıya çıkarsa kocası onu boşayabilirdi bile.

 

Tektanrılı dinler kadının sosyal hayatını pek değiştirmedi:

Talmud'a göre, Yahudi kadınların başı açık halde toplum içinde gezmeleri günahtır. Eski Ahit'te üç farklı yerde kadının başını örtmesiyle ilgili pasaj bulunmaktadır. İşaya 3/ 19'da başa giyilen kıyafet anlamında "fara", İşaya 3/23'te başörtüsü anlamında V"tsnyafaah" ya da Tekvin 24/65-38/14.19'da yüzü örten örtü anlamında da "tsaayafa" kullanılmıştır. Ayrıca vücudun üst kısmını örten örtü anlamında "radod" kelimesi kullanılmıştır.

Hıristiyanlığın temel ilkelerini belirleyen Tarsuslu Aziz Pavlus, "kadının örtüsüz Tanrı'ya dua etmesi doğru değildir. Kadın örtünmüyorsa saçı kesilmelidir" demiştir.  

Korintoslulara Mektup'ta bakın ne diyordu:

"Buna karşılık kadının başında örtü olmaksızın ibadet etmesi onun başını kirletir. Çünkü böyle bir kadın saçları kökünden kazınmış bir kadının kendisidir. Bir kadın başını örtmüyorsa saçını kestirsin. Ama saçlarını kısa kestirmek veya kazıtmak bir kadın için aynı şekilde utanç verici bir şeydir. Kadın (saçı uzun olmakla kalmamalı) başını örtmelidir. Erkek tanrının kopyası ve onun yansımış ışığı olduğu için, başını örtmez. Ama kadın (örtünmeli çünkü o) erkeğin yansımış ışığıdır. Çünkü uzun saç, kadına örtünmesi için verilmiştir."

(Birinci Mektup, 11/ 5-9.)

Erkek eli değmemişliğin, erdemliğin sembolü Hz. Meryem hep başı bağlı tasvir edilmiştir.
Bizans'ta Kutsal İncil'i anlatan duvar mozaiklerinde Meryem kara çarşaflı olarak karşımıza çıkar. Halen Avrupa müzelerinde Meryem'in kara çarşaflı yağlı boyaları sergilenmektedir.

Sadece Hz. Meryem mi? Londra National Gallery'de sergilenen Juan Bautista Martinez Del Mazo'nun resminde ispanya Kraliçesi Marina (1666) siyah bir çarşaf içindedir. Çarşafın altında yalnızca yüzünü dışarıda bırakan beyaz tülbentten bir örtü dışarı taşar.

Örneğin Jacques-Louis David'in 1793'te yaptığı ünlü Marat'nın Ölümü tablosunda, banyoda Charlotte Corday tarafından öldürülen ünlü devrimcinin başı türbanlıdır. Keza aynı Fransız Devrimi'nin idama mahkum ettiği Kral XVI. Louis, 1793'te giyotine giderken, hücresinde hep taktığı türbanını başka bir mahkuma vermiştir. Bu türban, 2004 yılında açık artırmayla 88 000 dolara satılmıştır.

Bilindiği gibi Hıristiyan rahibelerin başları örtülüdür. Batı'da kadın, "erkeğin cennetten kovulmasına sebep olduğuna inanıldığı için hor görüldü. Rönesans'tan soma bu görüş değişti.

Bu arada, konumuzla direkt ilişkisi olmadığı için kısaca yazayım:

Gerek Hıristiyanlık gerekse Yahudilik'te örtünmeyle ilgili tıpkı İslamiyet'te olduğu gibi tartışma vardır. Tartışma ayetlerin yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.

Örneğin, bahsi geçen Işaya 3/1 9-23 arasındaki ayetlerde anlatılmak istenenin başörtüyle ilgisi olmadığı şeklinde yorumlar vardır.

Bu ayetlerde Sion kızlarının kibirlerinden bahsedilir. Başörtüsü namus ve/veya saç örtmek anlamında değildi. Burada bahsi gecen başörtüsü süs olarak kullanılmaktadır. Bu ayette Tanrı'nın süsten ve kibirden nefret ettiği anlatılmaktadır.

 

Pavlus'a gelince, Birinci Mektubu'nda kadınların giyimi hakkında şunu söyler:

"Kadınların saç örtüleri ile altınlarla, incilerle ya da pahalı giysilerle değil sade giyimle edepli ve ölçülü tutumla Tamı yolunda yürümeleridir."

(Timoteos'a Birinci Mektup, 2/9-10.)

Yani toparlarsak, saçların sadece ibadet sırasında örtülmesi emrediliyordu. Diğer yanda Hıristiyan ve Yahudilikte günlük yaşamda gösteriş ve kibir yasaklanmıştı. Saçların örtünmesi değil!

Bir de biz de sosyetik merkezlerde alışveriş yapan türbanlı kadınları gözünüzün önüne getirin lütfen! Neyse... 

Gelelim bizim İslam dinine:

İlk İslami buyruklardan 17 yıl sonra kadının örtünmesiyle ilgili ayet gelmiştir.

Ahzab Suresi 59. ayet:

"Ey Peygamber hanımlarına, kızlarına, müminlerin kadınlarına söyle, dış esvapların üzerlerini sıkıca örtsünler! Bu, onların taranmalarına, tanınıp da eziyet edilmelerine en elverişli olandır" der.

Görüldüğü gibi, köle ve cariyelere örtünme zorunluluğu getirilmemişti. Örtünme statü göstergesiydi ve bunun cinsellikle filan hiç ilgisi yoktu.

Tartışmalar hala sürüyor.

Kimi din bilgini Hz. Muhammed dönemi Arapçısıyla bugün kullanılan Arapça arasındaki farklara dikkat çekiyor.

Yani zaman içinde örtünmeye ilişkin farklı görüşler ortaya çıktı.

Örneğin Mevlana da kadının başörtüsü konusunda şunları söyledi:

"Kadına her ne kadar gizlenme, örtünme emir edersen onda kendini gösterme isteği artar. Eğer kadımn tabiatında kötülüğe yönelik bir eğilim yoksa yasak etsen de etmesen de o kişiliği doğrultusunda hareket edecektir." (Fih Mafih.)

Mevlana'nın bu sözleri söylemesinde geldiği Orta Asya kültürünün etkisi vardı kuşkusuz...

Ayrıca meselenin coğrafi boyutu da vardı:

Çölde yasayanlar yüzlerini örter, bu onları hem güneşten hem de kumdan korur. Hele eski zamanlardaki çöllerdeki su kıtlığını göz önüne alırsanız saçınıza giren bu pudra kadar ince kumun ne kadar rahatsız edici olduğunu tahayyül edebilirsiniz.

Peki Orta Asya'da Müslümanlığı kabul eden Türkler ne zaman örtündü?

Orta Asya'daki göçebe Türkmen kadınların sosyal hayat içindeki statüsü Hıristiyan ve Yahudi kadınlardan farklıydı. Müslümanlığı kabul ettikleri IX. ve XI. yüzyıllardaki yaşam biçimleri de geleneksel Müslüman yaşamına uymuyordu.

Osmanlı döneminde, Bizans alınana kadar örtünme kurumsal olarak yerleşmedi. Bizans'ta olan; cinsiyetlerin birbirinden tecrit edilmesi, haremlerin haremağaları tarafından korunmaları, özellikle yüksek sınıftan kadınların ev dışına çıkarken örtünmeleri ve peçe takmaları henüz Osmanlı'da yoktu!

Tarihçi Şikari İstanbul'un fethinden önce başkent olan Bursa'da kadınların yüzlerini örtmediğini yazıyor:

"Yüz örtmek sonradan adet oldu. Karamanoğlu Alaüddin'in Hamidoğlu İlyas diyarını katliam ettiğinde üç kabile Diyar-ı Osaman'a firar etmişlerdi. O vakit bunları Murad Han görüp pek temiz ve uslu adem olduklarından kendi şehrinde (Bursa'da) yerleştirilmiş. İşte bu kabile kadınları pek güzel olduklarından herkes bunları temaşa etmeye (seyretmeye) başlayınca ulema tarafından bu kabilenin hatunlarının yüzleri siper edilmesi (yüzlerinin saklanması) emredilmiş. İşte ne vakit taşra çıksalar, o kabile hatunları yüzlerini siper ederlerdi. Fakat bu hal somadan diğer kadın ve kızlarında pek hoşuna geldiğinden herkes daima güzelce her tarafım örtmeye başladı."

Burada dikkati çeken nokta örtünmeye inançtan çok, toplumsal bir tedbir gereği başvurulmasıydı.
Göçebe toplumun izlerini taşıyan Osmanlı'da kadın erkekle birlikte hareket etmekte, törenlere katılmaktaydı. Bu dönemde kadınların yüzleri de açıktı

Örtünme yıllar sonra, Osmanlı Devleti'nin "halifelik" makamına sahip olmasıyla yaygınlaştı.
Anadolu'da Asur'dan Antik Yunan'a, Roma'dan Bizans'a uzanan kadının eve kapatılma süreci Türk kadınını da etkiledi.

Osmanlı'da kadının kapanması XVI. yy.da başladı ve Cumhuriyet Türkiyesi'ne kadar sürdü sürdü.

Osmanlı'da kadınlar üzerine çıkarılan bütün yasalar kadının kapanması ya da kıyafetlerinin denetlenmesi yönünde oldu. Çıkarılan bu ferman ve yasalarda kadının giyimi ayrıntılı olarak tanımlanmıştı. Feracelerin yaka boyları, üzerlerindeki nakışlar, yaşmakların biçimleri, kumaşların kalınlığı inceliği gibi detaylar bu fermanlara konu olmuştu.  

Bu fermanlarla gelen yasaklar kadına üç alanda müdahale etti:

1. Giyimleri.

2. Sokaktaki davranışları.

3. Erkeklerle olan ilişkileri.

Aslında Osmanlı gerileme dönemine girmesiyle kadınlara yönelik kıyafet yasaklan konusunda sertleşti. Örneğin, ilk yasak 1725'te çıkarıldı.

"Günlük kıyafetlerinin şeriata uygun olması devlet namusu gereğindedir. Fakat savaşlar yüzünden çok önemli işlerle uğraşılırken bu husus ihmal edilmiştir. Bazı yaramaz kadınlar bunu fırsat bilip sokaklarda halkı baştan çıkarmak için aşın süslenmeye başlamışlardır. Yeni biçimlerde çeşitli esvaplar yaptırmışlardır. Hıristiyan kadınlarını taklit ederek başlarına acayip serpuşlar geçirmişlerdir.

Bundan böyle kadınlar bir karıştan ziyade büyük yakalı ferace ve üç değirmiden fazla baş yemenisiyle sokağa çıkamayacaklardır. Feracelerde süs olarak bir parmaktan enli şerit kullanılmayacaktır.
Bu yasaklan dinlemeyecek olan kadınların sokakta yakaları kesileceği ve esvaplarının yırtılacağı ilan olunsun. Dinlememekte ısrar edenler yakalanıp başka şehirlere sürüleceklerdir."

Bu yasak Müslüman Osmanlı kadınlarının, Hıristiyan kadınlara benzememeleri için koyu renkli giysiler yerine renkli giysiler giymelerini de tavsiye ediyordu. Ama bazen de Müslüman kadına yakışan tek giysi olduğu iddiasıyla renkli giysiler yasaklanıp çarşaf giymeleri istenmekteydi!

Osmanlı'da kadınların kıyafeti hep tartışma konusu oldu. Neredeyse her padişah bir ferman çıkardı. 

Örneğin:

Sultan II. Mahmud da, bir fermanla Hıristiyan kadınların başlarını Müslüman, Müslüman kadınların ise Hıristiyan kadınları taklit eder şekilde örtmelerini yasakladı.

Örnekleri çoğaltabiliriz ama uzatmamak için hızla günümüze gelelim

XIX. yy'ın ortalarında kadınlar İstanbul'da çarşaf giymeye başladı.

- 1850'lerde Suriye Vilayeti'nden dönen Suphi Paşa'nın karısı İstanbul'da ilk çarşaf giyen kadın oldu. Daha çok Yunanlılarda görülen bu giysi, Meşrutiyet dönemine değin baştan yere kadar uzanan kolsuz tek parçalı bir sokak kıyafetiydi.

- 1876-1908 arasında ise, başı ve omuzlan örterek bele kadar uzanan bir pelerin ve belden ayak bileklerine inen bir etek olmak üzere iki parçalı sokak üst giysisi olarak kullanıldı.

- 1880'li yıllar çarşafın hızla yayıldığı yıllar oldu. Ancak, Sultan II. Abdülhamid öldürülme korkusuyla çarşafı yasakladı.27 ekim 1883'te Paris'te yayımlanan Le Courier d'Orient isimli gazetede çarşaf yasağından etkilenen kumaş tüccarlarının yakınmalarına yer verildi.

- Istanbul'da bu tür yasaklar söz konusu iken Anadolu kadınları için ferace ya da çarşaf güncel bir tartışma olmadı. Hatta 1882'de çıkarılan bir fermanla ferace giymeleri istenen kadınlar bu buyruğa isyan ettiler.

Konuyla ilgili olarak 27 temmuz 1882'de Levant Herald gazetesinde şu haber yer aldı:

Yeni İzmit valisi civar köylerden pazarda satmak için pazara mal getiren ferace giymemiş ve ayağında pabuç olmayan Türk kadınlarının 5 gün hapis ve bir mecidiye para cezasına çarptırılacağı konusunda bir yasak çıkardı. Bu yasağa karşılık köylü kadınlar, atalarından kalmış gelenek ve göreneklerini hiçe sayıp baskı altına alan bu yeni kanuna uymaktansa, köylerinde kalmayı yeğlediler.

Burada aslında şöyle bir durum ortaya çıkıyor. Türkiye'nin bugün tartıştığı kamusal alan tartışması o zaman da yaşanıyor. Osmanlı pazaryeri gibi kamusal alanlarda örtünmeyi zorunlu kılıyordu.

Müslüman kadınlar Anadolu'da peçe takmadığı gibi İstanbul'un Kadıköy, Tarabya gibi semtlerinde de bu serbestliğe sahipti. Oysa Beyoğlu'na giden bir kadın peçe takmak zorundaydı.

Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor:

İktidarın merkezinde duyarlılıklar fazlayken çevrede bu duyarlılığın azaldığını görüyoruz.
Osmanlının son dönemde türban aydınlar tarafından çok tartışılan bir konu oldu. Birçok kesim bu konuda kendi görüşünü belirtti. Kimi gerekliliğini, kimi gereksizliğini savundu.

Ziya Gökalp gibi aydınlar İslamiyet öncesi Türk kadını konusunda araştırmalar yaparak, o modelin benimsenmesi gerektiğini savundu.

Görünen o ki, Osmanlı'da başlayan bu tartışmalar günümüzde henüz sonuçlanmadı.

Başörtüsü, demokrasi mi yoksa uygarlık meselesi midir? Bu soruyu tartışmıyoruz bile artık.

Bugün sık sık tartıştığımız türbanın Türkiye'ye nereden nasıl geldiğini bile bilmiyoruz.

Türban Anadolu'da kullanılan "tülbent" sözcüğünün değişime uğramasından türetildiği iddia ediliyor.

 

Britannica World Language Dictionary'de türban şöyle açıklanıyor:

"Doğulu birinin başındaki kepin etrafında kuşağın ya da şalın çevrilmesiyle oluşur. Türkçede kullanılan 'tülbent' sözcüğünün Fransızcaya 'turban' olarak geçti. 'Tülbent' kelimesiyse Farsça 'dulbent' kelimesinden geliyor. Turban kelimesinin kökeniyse hızlı dönüş anlamına gelen 'turb' ya da karışıklık anlamına gelen 'turbati' veya kışkırtıcı anlamına gelen 'turbat' olduğu ileri sürülüyor. Ayrıca Fransızcadaki lale kelimesi de bu çiçeğin türbana benzemesinden (tulibe) dolayı bu kökenden geldiği de ek bir bilgi."

Türban Fransa'ya, Sultan III. Ahmed tarafından gönderilen elçi Yirmisekiz Mehmet Çelebi'yle gitti. Paris'te kadınlar, Osmanlı elçisinin sarığından etkilenmişti. O yıllarda başta Paris olmak üzere Avrupa'da oryantalizm rüzgarı esiyordu. Özetle, türbanı ilk kullanan XVIII. yüzyılda Fransız kadınlar oldu.

İlginçtir, Batıda doğan türban İslam dünyasında önce Füis-tin'de doğdu. Ardından, İran İslam Devrimi'nin simgelerinden biri oldu. Bilindiği gibi 1980 yılından soma da Türkiye'de yaygınlaştı. Ama öncesi vardı...

 

Kaynakça

Kitap: Siz Kimi Kandırıyorsunuz!

Yazar: Soner Yalçın

 

 
Bugün 20 ziyaretçi (25 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol