YEDİ ULU OZAN
 “ZULME VE HAKSIZLIĞA KARŞI BAŞKALDIRININ SİMGESİ
KİMLİĞİYLE TANINAN
PİR SULTAN ABDAL
 
-NEREDE DOĞMUŞ?
-Anadolu’nun emekçi halkının bağrından doğmuştur, Pir Sultan.
-Anadolu halkının bağrında açmış bir kızıl güldür, Pir Sultan.
“Onu kendi bağrından doğuran halk, öldürülen sevgilisini kendi soluğuyla diriltmiş; diline diller, sazına sazlar katıp yaşatmış. Ölüsüne, dirisinden daha güçlü, daha etkili bir varlık kazandırmış, sönmüş bir canı, bin bir canla yeniden tutuşturmuş.” der, Sabahattin Eyuboğlu.
 
-NE ZAMAN DOĞMUŞ?
Baki Öz, “Osmanlı’da Alevi Ayaklanmaları” adlı yapıtında: "Düzmece Şah İsmail Olayı, tarih olarak bellidir. 1577-1578’ler. Pir Sultan’ın da Sivas valisi Hızır Paşa’ca idamı, bu belirlemeler sonucu ortaya çıkmıştır. 1590’lar. Pir Sultan, yaşının 70’in üzerinde olduğunu söyler. Demek ki; 1512–20 arası doğmuş olmalı.” der
Alevi düşmanlığı açısından ilk üç arasında yer almış olan Yavuz Sultan Selim’in, Alevi kırımı; kendisinin çocukluk günleriyle çakıştığına göre Osmanlı’nın en dalgalı, en sancılı günlerinde yaşamıştır, Pir Sultan.
 
-NASIL DOĞMUŞ?
Yavuz Sultan Selim tarafından başlatılan ve kadın-erkek, yaşlı-genç demeden yaklaşık 40.000 kişinin katledildiği Alevi kırımı, Pir Sultan’ın çocukluk anıları olduğuna göre gerek Kanuni, gerekse sonrasındaki dönemde savaşın, kargaşanın, zulmün, yokluğun, bunalımın ve yoksulluğun dorukta olduğu bir dönemde yaşadığını söylemek yanlış olmaz sanırım. İnsanların açlıktan ot otladıkları bir dönemde yaşamıştır yani. Osmanlı’nın köylü, Türkmen ve Aleviler üzerindeki baskı, zulüm ve kırımın bütün şiddetiyle devam etmiş olması, başkaldırıların güncel hale gelmesini kaçınılmaz kılmıştır. İnsanların, Şii-Sünni diye iki karşıt gruba ayrılması, ayrılmak istemeyenlerin buna zorlanması sonucunda start alan kardeşin kardeşi kırdığı bir çatışma dönemi sırasında Saray’ın, gücünün ve ağırlığının tamamını softa Sünnilerden yana kullanır olması Alevileri, direnmeye zorunlu kılmıştır. İşte Pir Sultan, bu direniş zorunluluğu sonucunda doğmuştur.
 
-PİR SULTAN NASIL BİR KİŞİLİĞE SAHİPTİR?
Anadolu halkından kopmuş, köyün ve köylünün dilinden anlamaz olmuş, Arap’ın zemzem suyunu, halkın alın terinden daha kutsal sayacak kadar yozlaşmış, çıkmaz yollara sapmış, çıkarcıların çamuruna saplanmış olan Osmanlı Sarayı’na karşı başkaldıran kişidir, Pir Sultan.
Şiirleriyle, Saray tarafından halkın kanıyla beslenilen ve uyanmaya engel olan yobazlara karşı savaş açan kişidir, Pir Sultan.
Saray tarafından İstanbul’un ortasında yaptırılan medreselerden yüzümüzü ağartabilecek, kendisinden gururla söz edebileceğimiz bir kişi bile çıkmamışken, halk tarafından dağ başlarında Saray’ın ve yardakçılarının engeline rağmen ayakta tutulan tekkelerde ışığı, karanlığa egemen kılan yüzlerce Pir Sultanlardan biridir, Pir Sultan.
Dünü karanlık, emeli kirli, örümcek beyinli, eli kanlı, satılık softaların karşısına dikilip geçit vermeyen aşılmaz bir engeldir, Pir Sultan.
“Cennet, anaların ayağı altındadır” dediği ve mirasta hak tanımadığı kadını, ikinci sınıf yurttaş olarak gören zihniyete şiddetle karşı çıkarak kadına: “Senin yerin kapının eşiği değil, başımın üzeridir” diyen Hacı Bektaş’ın izdaşıdır, Pir Sultan.
 
“Enel hak dedik de çekildik dâra
Edep erkân bize doğru yol oldu.”
 
diyerek “sevgi ve yol uğruna can feda etmenin timsali” sayılan Hallac-ı Mansur’un izdaşı olduğunu haykıran kişidir, Pir Sultan.
 
“Koyun beni Hak aşkına yanayım
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Yolumdan dönüp mahrum mu kalayım
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
 
Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kemend işte boynum asarsa
İşte hançer, işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan”
 
diyen Pir Sultan, “düşüncelerinden ödün vermeyen inanç adamı kimliğiyle simgeleşen” Seyyid Nesimi’nin yolundan yürüdüğünü haykıran insandır, Pir Sultan.
Gâvur-Müslim, Alevi-Sünni, Türk-Kürt her kim olursa olsun ezilen tüm insanların sultanıdır, Pir Sultan.
 
“Ne yatarsın bülbül kalk figan eyle
Şakıyıp ötmenin günleri geldi
Yeşil yaprak arasında gül kaldı
Söyleyip kokmanın günleri geldi”
 
diyerek bülbülle dertleşen;
 
“Yürü bre Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir”
 
diyerek Hızır Paşa’yla korkusuzca cenk eden;
 
“Yel esti mi aşka gelir sallanır
Mart ayında yeşillenir ağaçlar”
 
diyerek yeşil yaprağa özenip kara toprağı benimseyen kişidir, Pir Sultan.
Sabahattin Eyuboğlu’nun dediği gibi “Anadolu insanının sorunlarının dilidir; kerpiç duvarlı, toprak damlı küçücük Banaz’dan koca dünyaya açılan kişidir", Pir Sultan.
Sabahattin Eyuboğlu’nun dediği gibi; “Hem dar tarikat kapılarına sıkışmamış Müslüman gizemciliğinin inançlarını, törelerini, ayinlerini ve doktrinini; hem de gizemli aşk anlayışını şiirlerinde dile getiren yüce bir ozandır” Pir Sultan.
Halkın, kendisinden yana olmayan Saray’a karşı bir direnişidir, Pir Sultan.
Yine Sabahattin Eyuboğlu’nun dediği gibi; “Parmakla sayılamayan, kırmakla tükenmeyen, dışından bakmakla halleri bilinmeyen yoksul, emekçi halkın ta kendisidir” Pir Sultan.
 


“Haktan inayet olursa
Şah Urum’a gele bir gün
Çeke sancağı götüre
Şah İstanbul’da otura”
 
Ya da;
 
“Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
 
Sancağımız Kazova’ya dikilsin
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi.”
 
diyerek bir kurtarıcıyı bekleyen yüce bir ozandır, Pir Sultan.
 
“Yürüyüş eyledi Urum üstüne
Ali nesli güzel imam geliyor”
 
diyerek umudunun gerçekleşmesi için kurtarıcının yürüyüp geldiğini söyleyendir, Pir Sultan.
 
“Muhammed Mehdi’nin hak sancağını
Çekelim bakalım nicolur olsun
Teber çekip münkirlerin kanını
Dökelim bakalım nicolur olsun”
 
diyerek ezilen Anadolu insanını, zalimin zulmüne karşı savaşım vermeye çağıran kavga adamıdır, Pir Sultan.
Her ne kadar kimi şairler; şiirlerinde, sürekli kötülüklerin üzerinde gördükleri padişah ve sultana dokunmadan kimi Saray memurlarını yerme ve taşlama geleneğini devam ettiriyor olsalar da, bu geleneği ters-yüz eden, yergi ve taşlamalarının en ağırını Sultan’a ve Sivas’taki temsilcisi Hızır Paşa’ya karşı yönelten kişidir, Pir Sultan.
İstanbul’da Saray surları içine kapanan Sultan’ın Sivas’taki temsilcisi olarak gördüğü Hızır Paşa’yı hırsız, zalim, yetim hakkını yiyen bir gaspçı; Padişah’ı, halkın feryadını duymamak için kulaklarını tıkayan bir sağır, masumları boğduran bir zalim ve kötülüklerin baş sorumlusu olarak gören kişidir, Pir Sultan.
 
“Fetva verir yalan yulan
Domuz gibi dağı dolan
Sırtına vururum palan
Senin gibi hayvan var mı?”
 
diyerek kadıları, rüşvet yemekle, hak söyleyen dilleri kestirmekle, yalan yulan fetva vermekle, para almadan hiçbir iş yapmamakla sorumlu tutan ve bunu şiirlerinde açık yüreklilikle dile getiren kişidir, Pir Sultan.
Oldukça güçlü bir konumda bulunan bu kötülere karşı düşünceleri berrak, hükümleri net, müşahedeleri realist, hisleri uzlaşmacı olmayan ve içinde yaşadığı düzeni: “Düzen bozulmuştur, insanlar deccal olmuş, sofular yezit kesilmiştir. Adil hanlar tahtından inmiş, kargalar şahan olmuştur. Edepsizler başa geçmiş, gelinde, kızda edep hayâ kalmamıştır” şeklindeki net çizgilerle tanımlayan kişidir, Pir Sultan.
Politika ve tenkitlerle yüklü olan şiirleriyle emekçi Anadolu halkına, zalimin zulmüne karşı kurtuluş yollarını arayıp gösteren, içlerinden biri olduğu halkın yanında ve onlarla omuz omuza vererek haksızlıklara yolsuzluklara başkaldırıda önderlik eden ve halkı, düzenin kendileri iyi ve uygun olanına yönelten kişidir, Pir Sultan.
Beş yüz yıldan beri sosyal problemlerin tenkidinde lezzet, sosyal problemlere başkaldırıda simgedir, Pir Sultan.
Anadolu’da zulme ve haksızlığa karşı başkaldırının sembolüdür, Pir Sultan.
Aradan beş yüz yıl geçmesine rağmen hâlâ günümüzde yaşarlılığını koruyor olması da bundan olsa gerek.
 
-AMACI NEYDİ PİR SULTAN’IN?
Bir değil, birçok amacı vardı, Pir Sultan’ın. İşte bunlardan birkaçı:
İzinden yürümüş olduğu Hacı Bektaş Veli’nin: “Hamı has, çirkini güzel, miskini çalışkan kılmak” düsturunu kendinden sonraki nesillere aktarmada öncülük etmekti bir amacı.
Bir başka amacı:
 
“Gelin canlar bir olalım
Münkire kılıç çalalım
Mazlumun hakkın alalım
Tevekkeltü taalallah”
 
diyerek emekçi Anadolu halkını, benliklerini yitirmeden zalimin zulmüne karşı “bir olmaya, iri olmaya, diri olmaya” çağırmaktı, Pir Sultan’ın.
Direnen bir şiirin ustası ve bir dava adamı olan Pir Sultan’ın bir başka amacı da;
Baskının, zulmün, haksızlığın, kıyımın ve kırımın olmadığı iyi ve uygun bir düzeni getirmede öncülük etmekti. Bunu da Şah’la sembolize eden Pir Sultan, tüm bu olanlardan Sünni halkı değil, Osmanlı’nın siyasal erkini sorumlu tutmasından ötürü kavgası, sadece Osmanlı yöneticileriyle idi. Kimileri tarafından kasıtlı olarak öne sürüldüğü gibi onun idealindeki Şah, İran şahları değildi. Vecihi Timuroğlu tarafından da belirtildiği üzere Ali ve On İki İmam’dı onun yardım dileyip medet bekler olduğu Şah. Onda mevcut olan Şah sevgisi, hiç kuşkusuz ki Hz. Ali ve Tanrı sevgisidir.  Bilindiği üzere Alevi geleneğinde Şah, önemli bir konuma sahiptir. “Cemlerde illallah çeki-lirken Ali Mürşit Güzel Şah sözleri terennüm edilir. Böylece Ali ile Tanrı Şah’ta bütünleştirilir” der, Baki Öz.
 
-BÜTÜN BUNLARI KİM YA DA NİÇİN YAPIYORDU?
Saray’a ve saraylara karşı şiirlerini silah olarak kullanıp emekçi Anadolu insanının savunuculuğunu ve önderliğini üstlenen Pir Sultan’ın bütün bunları yapmasının bir tek nedeni vardı. O da insandı. O, yaptığı her şeyi insan için yapardı. İnsanı, her şeyin merkezine koyan Pir Sultan: “İnsanın her şey için değil, her şeyin insan için olduğu ve olması gerektiği” düsturunu savunuyordu. Çünkü ait olduğu felsefenin ilk şartıydı bu.
O; “Enel-Hak” demesinden ötürü sırasıyla elleri, ayakları, kolları, bacakları ve dili kesilerek işkenceyle yaşamına son verilen, dâra çekilen ve “sevgi ve yol uğruna can feda etmenin timsali” sayılan Hallac-ı Mansur gibi;
O;
 
“Mansur Enel-Hak söyledi
Hakdır sözü hak söyledi”
 
diyerek Mansur’u onaylamasından ötürü derisi yüzülerek yaşamına kıyılan ve “düşüncelerinden ödün vermeyen inanç adamı” kimliğiyle simgeleşen Seyyid Nesimi gibi;
 
O;
 
“Hararet nârdadır sacda değildir
Dervişlik baştadır tacda değildir
Hakkı arar isen gönlünde ara
Kudüs’te, Mekke’de Hacc’da değildir”
 
diyen Pir Hünkâr Hacı Bektaş Veli gibi düşünüyor ve onların izinden yürüyordu.
 
“İnsandan büyük ne ola ki;
Yaradanından ötürü”
 
diyen Pir Sultan, insanın insana kulluğunun her türlüsüne karşıdır.
Pir Sultan, bütün bunları yaparken bir yandan içinde yaşadığı topluma karşı olan görevini yerine getiriyor, öte yandan da bağlı bulunduğu kültürün felsefesinin gereklerini yapıyordu. Zira Alevilikte insan, özellikle de kâmil insan, her şeyin dışında ve üzerinde tutulur. Kısacası her şey insan merkezlidir.
 
“Sığarız cihana sanma ki dardır
Bakarsan görürsün bu aşikârdır
Aradığın her şey insanda vardır
Tanrı’nın sıfatı kulda gizlidir”
                                 Sefil Hayranî 
                               (Mehmet Korkmaz)
 
Evet, bu dörtlükte de görüldüğü üzere Alevilik felsefesinde Tanrı’da mevcut olan tüm özellikleri insanda, özellikle de kâmil insanda bulmak mümkündür. Bu felsefe uyarınca insan en yüce varlıktır. Bundan ötürüdür ki sevilmesi, değer verilmesi ve saygı gösterilmesi gereken tek varlıktır, insan.
 
-PİR SULTAN NEDEN VE NE ZAMAN ASILDI?
“1590’larda Kiğı(Bingöl)’de Türk ve Kürt boyları yeniden ortaya çıkan ikinci bir Düzmece Şah İsmail’in arkasında birleşmiş; eylemlerini, devlet baskısı karşısında huzursuz olan Yozgat, Sivas, Tokat yörelerine doğru genişletmişlerdi. Özellikle bu ayaklanmalar; Sivas yöresinde Pir Sultan’ın çevresinde düğümleniyordu. Pir Sultan gibi duyarlı, toplumcu ozan ve sanatçı birinin bu gelişmelere ilgisiz kalması düşünülemez Onun, bu Alevi eylemlerine katılması, görev üstlenmesi, Alevilere sürekli uygulanan kırımın da bir gereği olmalı. Durum onu gösteriyor ki Pir Sultan, 1577 Düzmece Şah İsmail Eylemi’nden beri bu olayların-şöyle ya da böyle- içindedir. Düzmece Şah İsmaillerle ya da halifeleriyle sürekli ilişki içerisindedir. Gerçi ilkinde kıyımdan kurtulmuştur, ama 1589’lardakine katılması, bu aralar II. Murat döneminde yapılan İran Seferi üzerine Anadolu Alevilerine uygulanan geleneksel kırımdan kurtulamamıştır. Bilindiği gibi her İran’a sefer yapılırken Anadolu’da İran yanlısı olarak düşünülen Alevilere bir kırım operasyonu uygulanıyordu. Bu kez de uygulanan böyle bir operasyon sonucu Aleviler arasında oldukça etken olan, dilinde “Şah” sözünü bırakmayan, bu tutumuyla da Safevi yanlılığı izlenimi veren Pir Sultan, büyük bir olasılıkla 1590’larda Sivas’ta asıldı.” der, Baki Öz, “Osmanlı’da Alevi Ayaklanmaları” adlı yapıtında.
 
“Bize de gel oldu kanlı Sivas’ta
Hızır Paşa bizi astı bulunmaz.”
 
diyen Pir Sultan, sözde padişaha karşı Şah’tan yana olduğu ve kendi imparatoruna karşı yabancı imparatoru tutması nedeniyle darağacına çekilmiştir.
Oysa şurası iyi bilinmeli ki Pir Sultan, halktan kopan bir Saray’a karşı direnmiştir. Sabahattin Eyuboğlu’nun ifadesiyle; “affedilemez suçu işleyen Pir Sultan değil, padişahın ta kendisidir”.
Gene Sabahattin Eyuboğlu’nun sözleriyle buna yanıt verelim: “Halka ihanet etmiş bir padişah, padişaha ihanet etmiş bir ozandan daha mı az suçludur?”
Padişahın, kendini İstanbul’daki Saray surları içine kapatması, halktan kopmasına neden olmuştur. Bu durumda halkın, kendisinden kopan padişahtan uzaklaşarak yanlarında yer alan Pir Sultan’a sarılmasından daha doğal ne olabilir ki?
Pir Sultan kendisini astıran Hızır Paşa’ya şöyle sesleniyor:
                              
“Ben Musa’yım sen firavun
İkrarsız şeytanı lâin
Üçüncü ölmem bu hain
Pir Sultan ölür, dirilir”
 
Evet, Pir Sultan ölüp dirildiği içindir ki padişahlar ferman yazdılar: “Asılsın” deyi. Kadılar, müftüler fetva verdiler: “Asılması caizdir” diye. Cellâtlar, beş yüz yıldan beri Pir Sultanları astılar, astılar ama öldüremediler bir türlü.
Zira Pir Sultanlar, irticanın karanlığına inat aydınlık yarınların her şafağında yeniden doğarlar birer birer.
İşte darağacında yaşamına son verildikten yüzyıllar sonra bile adına, “Kültür Etkinlikleri” düzenlenmesi bundandır.

 

 

***


“DÜŞÜNCELERİNDEN ÖDÜN VERMEYEN İNANÇ ADAMI”
KİMLİĞİYLE SİMGELEŞEN:
(2) SEYYİD NESİ
 
 
XIV. yy’da (1369, Şamahı- 1417/1418, Halep) genellikle Seyyid Nesimî mahlası ile tanınan Azerî ya da Türkmen Hurufî şairidir.
Kaynaklarda doğum yeri ve tarihi konusunda doyurucu bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte onun hakkında araştırma yapan araştırmacıların çalışmalarında da farklı bilgiler mevcuttur. Doğum tarihinin 1360/1370 arasında olduğu sanılan Seyyid Nesimî Azerbaycan’ın Şamahı kentinde; İran kaynaklarına göre Şiraz ya da Şirvan’da, Âşık Çelebi’ye göre Diyarbakır’da, Divan şairi Latifî’ye göre Bağdat (Nesim Nahiyesi’nde)’ta doğmuştur.
Seyyid Nesimî; kendisiyle aynı çağda yaşayan İbn Hacer el-Askalânî tarafından Tebrizli olarak gösterilir. Bu bilgi, İbnü’l-İmâd tarafından da doğrulanmaktadır. İbnü’l-İmâd onu, Şeźe Şamahı’ kentinden olduğunu söyler. Kardeşinin mezarının bu kentte olması nedeniyle Seyyid Nesimî’nin oralı olması daha fazla kabul görmektedir. Azerbaycan Türkçesiyle ve Farsça divanlar kaleme almıştır. Dönemin birçok şairi, onun şiirlerinin etkisinde kalmıştır. Şiirlerinde, Hallâc-ı Mansûr'u andıran ifadeler kullandığı için dönemin yöneticilerinin tepkilerine yol açmıştır.
Tanrı’yı, insanı ve genel olarak varlığı, harfler ve sayılarla açıklayan Hurufîlik Tarikatı’nın kurucusu olan Fazlullah Hurufî’nin önde gelen mürididir. Şiirlerinde bu tarikatın inançlarını ve kendi düşüncelerini açık ve kesin bir dille anlatır. Nesimî’ye göre insanın özü, ruh değil maddedir. Ruh, maddenin bir niteliğidir. İnsan varlığının özünü oluşturan sestir; ses, insanda ‘söz’ olarakgerçekleşir. Söz ise harflerden kuruludur. İnsan, Tanrı’dır; insanın dışında bir Tanrı yoktur. Bu yüzden kendini bilen ve varlığının özünü kavrayan her insanın, derin coşkunluk içinde “Ene’l-Hakk(Ben, Hakk’ım) demesi gerekir. Kuran’ın bütün harfleri insanda görünür. İnsan, konuşan Kuran’dır.
 
Sorma be birader mezhebimizi
Biz mezhep bilmeyiz, yolumuz vardır.
Çağırma Meclis-i riya’ya bizi
Biz şerbet içmeyiz, dolu’muz vardır.
 
Biz müftü bilmeyiz, fetva bilmeyiz
Kıyl ü kal bilmeyiz, ifta bilmeyiz
Hakikat bahsinde hata bilmeyiz
Şah-ı Merdan gibi ulumuz vardır.
 
Bizlerden bekleme zühdü ibâdet
Tutmuşuz evvelden rah-ı selâmet
Tevellâ olmaktır bize alâmet
Sanma ki sağımız, solumuz vardır.
 
Ey zahit surete tapma Hakk’ı bul
Şâh-ı Velâyet’e olmuşuz hep kul
 Hakikat şehrinden geçer bize yol
Başa şey bilmeyiz Ali’miz vardır.
 
Nesimî, esrârı faş etme sakın
Ne bilsin ham ervah likasın Hakk’ın
Hakk’ı bilmeyene Hakk olmaz yakın
Bizim Hakk katında elimiz vardır.
 
Diyen Nesimî’nin, şair ve düşünce adamı Gaybi Sunullah’ınBeşaretname adlı esrine göre Anadolu’ya geldiği, Ankara’da Hacı Bayram Veli ile görüşmek istediği, ancak huzura kabul edilmediği yazılıdır.
Şükrü Baba’nın; “Aşk, dumansız ateş; aşk, konaksız yolculuk; aşk, anahtarsız kilit; aşk, kadehsiz şarap içmekten ibarettir” diye tanımladığı aşk hakkında:
 
Gel, gel yanalım âteş-i aşka
Şûle verelim âteş-i aşka
 
Evvelden aldandım, pek kolay sandım
Durmayıp yandım âteş-i aşka
 
Aşk ehli ölmez, yerde çürümez
Yanmayan bilmez âteş-i aşka
 
Diyen Nesimî, Anadolu gezisinden sonra Halep’e döner. Orada yaymak istediği düşünceleriyle ve yazdığı şiirlerle büyük tepki alan ve dinsizlikle suçlanan Nesimî, fikirleri şeriata aykırı görüldüğü için hocalar tarafından şikâyet edildi. Nesimî bütün bunlara aldırmadan Hallac-ı Mansur’un ‘Ene’l Hakk’ (Ben Hakk’ım) sözü doğrultusunda görüşler ileri sürerek:
 
Mansur, Ene’l Hakk söyledi
Haktır sözü Hakk söyledi
 
Gibi şiirler yazıyordu. Girdiği Hurufîlik Tarikatı, Sünni mezhebine arşı olduğu için konuşmaları ve şiirleri şeriata aykırı bulunan Nesimî, Şeyh Bedreddin’in öğrencisi Memlûk Devleti Sultanı Berkukoğlu Nasirüddin Ferec’in emriyle Mısır-Suriye, Türk- Memlûk İmparatorluğunun Halep Saltanat Vekili Yaş Beg tarafından hapse atılır. Uzun süre hapiste kaldıktan sonra Halep’te derisi yüzülerek öldürülür.
Azeri lehçesiyle yazdığı şiirlerinde dünya görüşünü yansıtan Nesimî eserleriyle, kendinden sonra gelen ve başta Fuzulî olmak üzere birçok şairi önemli ölçüde etkiledi. Tasavvuf düşüncesine bağlı olan temaları; coşkun bir lirizmle (şairin, duygularını içinden geldiği gibi şiirine aktarması)  vermesi, Azeri Edebiyatı’nın sınırlarını aşarak büyük oranda güç katmasına yol açtı. “Düşüncelerinden Ödün Vermeyen İnanç Adamı kimliğiyle simgeleşen Nesimî, halk arasında derin izler bıraktı.
Kuvvetli bir öğrenim görerek Arapça ve Farsça ile tasavvuf bilgilerini çok iyi öğrenen Nesimî, Alevi-Bektaşi geleneğine göre Şah Hatayî, Fuzulî, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Viranî gibi Yedi Ulu Ozan’dan biridir.
Şeriata aykırı ve heteradoks sayılan Hurufîlik, çağın siyasetçi din adamları ve hükümdarları tarafından hoş görülmediği için kurucusu Fazlullah, Timur tarafından öldürtülünce Nesimî de izlenmeye başlanmıştır. İzlendiğini fark edince Suriye’ye kaçmıştır. Fakat lirik tasavvuf heyecanları, coşkulu konuşmaları, aşırı panteist görüşlerinden ötürü burada da barınamamıştır. Özellikle tasavvuf anlamıyla Ene’l-Hak’ (Ben, Hakk’ım) sözünü ilk kez Hallac-ı Mansur söylemiştir” demesi; yobaz, dar görüşlü din adamları ve medreseci şeriatçıları kızdırdığından kendisi kâfir’ sayılarak derisi yüzülmek suretiyle Halep’te öldürülen Nesimî, Hurufîlik tarikatı mensubudur. Bu tarikatın kurucusu Fazlullah Hurufî’nin izini sürmüş, görüşlerini benimsemiş ‘varlık birliği’ (Vahdet-i Vücud) inancına bağlanmıştır. Alevi-Bektaşi Edebiyatı’nda Nesimî’nin yeri; Hurufilik’in, belli bir noktada Ali’ye yakınlık göstermesi nedeniyledir. Özellikle varlık birliği’ (Vahdet-i Vücud) görüşünü savunan, işiyle Tanrı arasında bir nitelik yükleyen inanç arasında ilişki vardır. Tanrı’nın en yetkin (kâmil) insanda görünür duruma geldiğini, nesnelleştiğini, en üst düzeyde görünerek en olgun biçimde Ali’de somutlaştığını ortaya koyan düşünce Ali’yi yetkin kişi, eski söyleyişle Kâmil insan sayar. Onun kişiliğinde nesnelleşen Tanrı’yı bulur. İşte bu inanç, Nesimi’yi Alevi-Bektaşi çizgisine yaklaştırmış ve sevdirmiştir.
Bektaşiler ve Bayramî Melamîleri üzerinde çok etkili olan Nesimî, ölümünden sonra şehit olarak tanındı. Hurufîlik inanışını, şiirleri aracılığıyla çevresine yaymayı amaçlayan Nesimî’nin hayatı efsaneleşmiş ve muakibleri (etkisinde kalarak yolunda yürüyen şairler), özellikle Alevi şairler arasında adı, ‘Şah-ı Şehid’ olarak anılagelmiştir.
Halep’te derisi yüzülerek öldürülen Nesimî’nin, Anadolu’da birçok yeri gezdiği, halifeler yetiştirdiği muhakkaktır. Nitekim halifelerinden biri de Preveze’de medfun olan (defnedilen) Refiî’dir. Hiç şüphe yoktur ki Refiî de gezip dolaştığı yerlerde halifeler yetiştirmiştir.
Başta da belirtildiği gibi Hurufîlik’in kurucusu Fazlullah’ın halifesi olan Nesimî şiirlerinde ilahî aşkı işleyen ve Hurufîlik’i tanıtıp propagandasını yaparak kendisinden sonraki Hurufîlik şairlerinden Usulî, Penahî, Misalî vb. etkilemiştir. Ayrıca Bağdatlı Ruhî’yi hatta Fuzulî’yi bile etkilediği kaynaklarda söz konusu edilir. Muhibbi’ mahlasıyla şiirler yazan Kanunî Sultan Süleyman ise onun bir gazelini tanzir (benzerini yazmıştır) etmiştir. Coşkulu tasavvufî şiirlerinin yanı sıra dindışı ve âşıkane gazeller de yazmıştır. Tuyuğlar (Mani’nin Divan Edebiyatı’ndaki karşılığı) ve bir divan oluşturacak kadar Farsça gazelleri vardır.
Ruh coşkunluğu, ataklığı, üstün şiiri ve çarpıcı fikirleri ile çağları etkileyen Nesimî, ölüm biçimi nedeniyle de efsanelere ve hikâyelere konu olmuştur. Hakkındaki menkıbeler arasında O’nun, yüzülen derisini sırtına alıp Halep’in 12 kapısından aynı anda çıkarak sır olduğu menkıbesi ünlüdür. Şiir açısından eleştirmenler de kendisini büyük bir şair olarak görürler. Tek başına tüm Alevi-Bektaşi Edebiyatı’nı etkilemiştir. Sadece içeriği ile değil söyleyiş tarzıyla da onun şiirleri halkla tasavvuf arasında bir bakıma köprü olmuştur.
Değerli araştırmacı, ozan İsmet Zeki Eyuboğlu, Seyyid Nesimî’nin yazın ve ozan kişiliğini açıklarken: Nesimî’nin şiiri, Divan Edebiyatı’nın en başarılı, en olgun ürünleridir, onun derinliğini, söz-ses uyumunu başka ozanlarda bulmak kolay değildir. Türkçe şiirleri gibi Farsça şiirleri de derin anlamlı, sürükleyici, ‘Varlık Birliği’ (Vahdet-i Vücud) anlayışını en akıcı bir söyleyişle dile getiricidir” der (Alevi-Bektaşi Edebiyatı, sy.114).
 
Her neye kim baktın ise anda sen Allah’ı gör
Kancuru kim azm kılsan Semme Vechullah’ı gör.
 
Bu ikilik perdesinden geç hicabı ref’kıl
Gel bu birlik vahdetinden bak bu Resullah’ı gör.
 
Hacc-ı ekber kılmak istersen gel ey Yezid beri
Aşkın kalbi içinde sen bu beytillah’ı gör.
 
Dizelerinin bulunduğu şiirinde Tanrı-kişi, Tanrı-nesne özdeşliğini, birliğini işler, vurgular: Ey kişi! Nereye bakarsan bak orda Tanrı’yı gör. Nereye yönelirsen yönel Tanrı’nın yüzünü gör. Bu ikiliği bırak birliğe gel, örtünmeyi bırak. Gel bu birlik özünde Tanrı’nın gizini gör. En büyük Hacc yapmayı dilersen ey kaba sofu, ey ikiyüzlü, aşkın gönlüne gir, Tanrı’nın evini orada gör.”
Ozan, Hacc gününün Cuma’ya denk gelmesini, en büyük Hacc (Hacc-ı Ekber) diye nitelenen inanca bağlanarak kişinin gönlünü O’na benzetiyor. Bu benzetiş kimi Alevi-Bektaşi geleneğinde de vardır. Bu görüşün kökeni Yeni-Platonculuk’tur. İ.S. III. yy’da ortaya çıkan Bilge Platon’un kuramından esinlenen bu görüşe göre Yaratılış Olayı, görünmeyen Tanrısal Öz’den görünür duruma gelen bir fışkırmadır(emanatio). Yaratmak; yoktan var etmek değil, görünmezken görünür olmaktır. Bu gizemci felsefe anlayışı, renk değiştirerek İslam inançlarına karışmış, özellikle tasavvuf noktasını oluşturmuştur.
Nesimî, bir şiirinde:
 
“Aşk katında küfr ile İslam biridir
  Her kanda mesken eylese âşık emirdir.”
 
Diyerek âşık için onaylamakla yadsımanın dine inanmakla inanmamanın özdeş olduğunu dile getirir. Nesimî’nin şiirlerinde ezgiye yönelik bir ses uyumunun egemen olduğu, duygusal taşkınlığın bu ses-söz uyumuyla açığa vurulduğu anlaşılır. Bu nedenle Nesimî, bir uyum ozanıdır denebilir. Şiirlerinde bir birini izleyen duygusal bağlaşmalar, inişli-çıkışlı duyarlılıklar, söz oyunları, karşıt kelimelerin kullanılmasıyla sağlanan sarsıcı buluşlar, çarpıcı duyuşlar, okuyucuyu sürekler. Nesimî’nin şiirinde yüzeyselle derinleşeni seçmek kolay değildir. Onun derinliği, yüzeyselliğinin örtüsü altına saklanmıştır.
 
“Gerçek hadis imiş bu ki hûbun vefası yoh
Kim sevdi hûb vû didi hûfun cefaası yoh
 
Gel gel berü ki sevm-ü salatın kazası var
Sensüz geçen zaman-ı hayatın kazası yoh.
 
Bu dizeleri açıklamaya gerek yoktur, söyleniş kolaylığı bunu elverişli değil, ancak ozanın dile getirdiği düşünce söyleyiş kolaylığıyla ters orantılıdır. İslam dinine göre namaz evresi, oruç günü kaçırılırsa uygun bir dönemde yeniden yerine getirilir (görev aksasa da yapılır). Buna, kaza etmek denir. Oysa gününde yerine getirilmeyen, yaşanmayan, sevgiliyle geçirilmeyen bir dönemi, geçmişe karışmış bir süreyi geri getirme, yeniden yaşama, uygulama (kaza etmek) olanağı yoktur.
 
  “Ey gülüm, ey sümbülüm, ey süsenim, ey anberim
Ey menüm nahlim yine habb-ü nebatüm şekkerim
 
Ey tabibim, ey habibim, ey canum, ey hemdemim
Ey refikim, ey şefikim, ey beğüm, ey dilberim.”
 
Dizelerini okurken ezginin, ses-söz uyumunun ötesinde duygusal bir yakınlığın sıcaklığı seziliyor, oysa söyleyiş çok yalın, ozan olmayan birinin de söyleyebileceği izlemini uyandırıyor.
Çün senindür her kim var ey gönül
Kimden umarsın atâ var ey gönül
Çün yetersün sen sana yar ey gönül
Yârini bil olma ağyar ey gönül.
 
Çok kolay, neredeyse günümüzün diliyle ortaya konmuş bir dörtlük, ancak üzerinde biraz durunca anlamsal derinlik beliriyor. Ozan, bağlandığı varlık birliği inancı nedeniyle kendine yeterli olmanın duyarlılığı içindedir. Ey gönül ne ararsan kendinde ara, kendi varlığın dışına çıkma. Aradığının kendinde olduğunu, aradığını kendinde bulacağını anla, öğren.
 
Gel bu demi hoş görelüm evvel geçen dem, dem değil
Kim bu dem kadrini bilmez eyle bil Âdem, Âdem değil.
 
Dizelerinde yaşanan sürenin değerini bilmenin önemi vurgulanırken ozanın hangi duygu ortamında olduğu seziliyor. Ona göre kişi, yaşadığıyla daha senli benlidir. Geçmişi bir anda yaşama, geri getirme olanağı yoktur.
 
Sûretün pâkize nakşi lâyezâli mendedir
Menden ayrılmaz bu sûret üş hayali mendedir
Gerçi özden gitdiği acı firak oldı Veli
Her cihetten baharam vaslın visâli mendedir.
 
Nesimî özle görünüşün birlikte bulunduğunu, ayrılığın tabanda olmadığını, sevenle sevilenin, bakanla bakılanın, görenle görülenin özdeş nitelik taşıdığını söylüyor. Bu varlık birliği anlayışının kaynağında insanın nokta varlığı görüşü saklıdır.
Kimilerine göre Hallac’ın yeniden doğuşu olarak görülen Nesimî, bir efsaneye göre, “Hallac’ın küllerinin atıldığı yerden su içen Halep Emiri’nin kızının oğludur”. Bilindiği gibi Nesimî’nin akıbeti de Hallac gibi olmuştur.
Hallac felsefesinin en önemli ozanlarından biri olan ve düşüncelerinden dolayı öldürülen Nesimî’nin önce elleri, ayakları kesilmiş ardından da derisi yüzülmüştür. Yüzülen derisi, bir direk üzerinde halka gösterilmiştir. Hallac gibi öldürüldüğü konusunda kesin bilgiler mevcut olmamasına rağmen anlatımlar vardır.
Hurufîlik inancı; hem Timurlular hem de Osmanlılar tarafından olumlu karşılanmamıştır. Hurufî şair Temennaî de Osmanlılar tarafından idam edilmiştir. Hurufîler, aslında ölümü kendileri istemektedirler. Hallac’çı olarak bilinen Ferîdüddin Attar’a göre Hurufîlik, Hallac’cılığın aşırı bir yorumudur. Dar-ı Mansur”(Giriş Töreni), Hurufîlik’ten Bektaşilik’e geçmiştir.
Ene’l-Hakk anlayışını derinleştirmek isteyen Nesimî’de, Tanrı aşkıyla birlikte güzel insana duyulan sevgi teması da işlenmiştir. Memlûkler tarafından idam edilmesine rağmen Memlûk Sultanlarından Kansûh Gavri ile Şârâvî; ölüm karşısında gösterdiği metanet, hatta neşeyi takdir etmişlerdir. Bu sultanlar, Nesimî’ye hak ettiği değeri vermişlerdir.
Yeniçerilerin halk şiirleri ve şarkılarında Hallac ve Nesimi’nin düşüncelerinin izlerini görmek mümkündür. Bu konumda olan Yeniçeri ozanları arasında Koyunoğlu ve Katibî’yi sayabiliriz. Ayrıca Kırım Hanı’nın koruduğu Mustafa Gevherî, Topukluzade Fevzi Mustafa Çelebi de Hallac’çı ve Nesimi’cilerdir.
Hallac’dan 500 yıl sonra Nesimî, ‘Ene’l-Hakk’ dediği için Bağdatlı despotların çirkin yüzlerini bir kez daha dünyaya tanıttı.
 
Rivayet odur ki… Derisinin yüzülmesine fetva veren dönemin müftüsü, Nesimî’nin bedeni çarmıha gerili iken parmağını sallayarak: Bu öyle bir murdardır ki, kanının değdiği yer yıkanmakla temizlenmez orayı kesip atmak gerekir” diyecek kadar alçalmıştır.
Seyyid Nesimî’nin infazı sırasında cellat bıçağı çalınca Nesimî’nin bedeninden fışkıran kanın bir damlası, kadı’nın işaret parmağına sıçrar. Bunun üzerine orada bulunanlar; Müftü Efendi sizin verdiğiniz fetvaya göre sizin parmağınızın kesilmesi gerekirderler. Müftü; Kesmek gerekmez, biraz suyla temizlenir” der.
Bunun üzerine bedeni, kanının kızıllığına boyanan Seyyid Nesimî, müftüye dönerek; Sen, şeriat uğruna parmağını bile kesmezken biz, inancımız uğruna kendi kanımızla yıkanıyoruz” der.
Bu gün inançları uğruna darağaçlarını boylayan bir dizi insan gibi Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesimî de Balkanlardan Himalayalara dek her gün yapılan Alevi Cemleri’nde, dualarda, nefeslerde Dâr-ı Mansurlarda yaşıyorlar.
Hurufilik’in Anadolu’da yayılmasında, Rumeli’ye geçmesinde Alüyy’ül-Âlâ’nın değil Mir Şerif’in ve Nesimi’nin etkisini görüyoruz. Hurufilik, Bektaşilere ve Bektaşiliğe de bu suretle ve bunlar vasıtasıyla tesir etmiştir. Nitekim hâlâ Nesimi, Bektaşiler tarafından kendilerinden sayılmakta; Alevilerce de Yedi Ulu ve İlahi Şair’den biri olarak tanınmaktadır.
Alevilik ve Bektaşilik’te Dâr-ı Mansur gibi yol uğruna yüzülmeye hazır olma ve dizüstü duruşuyla simgelenen Dâr-ı Nesimî de önemli bir yer tutar.
Nesimî’nin, Anadolu’nun kırsal kesimlerinde etkinlik gösteren Alevi-Bektaşi anlayışının gelişmesine ve yayılmasına büyük katkısı olmuştur. Alevi-Bektaşi Edebiyatı’nda Hurufilik’ten etkilenen kimseler de vardır Özellikle insanı, yazılarla (eski yazılarla) betimleyen geleneğin kaynağı Hurufilik’tir. Bu gelenek, Bektaşiler arasında da yaygındır. Nitekim Bektaşilerde yazıyı resme dönüştürmek bir beceri sayılır. Şeriat tarafından yasaklanan resmin yerini ‘yazı-resim alır.
 
Hakk Teâla Âdemoğlu özüdür
Otuz iki Hakk kelamı sözüdür
Cümle âlem bil ki Allah özüdür
Âdem ol candır ki güneş yüzüdür.
 
Alevi-Bektaşi anlayışının benimsediği Vahdet-i Vücud inancı, Nesimi’nin bu dörtlüğünde dile gelmektedir. Ozan, İnsan-Tanrı özdeşliğini öz’ kavramında yoğunlaştırarak açıklarken ‘Varlık Birliği’nin en çetin örneğini sergiliyor. O’nun derisinin yüzülmesine yol açan bu düşüncedir.
Nesimi’nin bilinen iki eseri; ‘Türkçe’ ve ‘Farsça’ Divanları’dır. Divanların pekçok yazma nüshası bulunmaktadır. Bazı Farsça şiirlerinin de yer aldığı Türkçe Divanı basıldı (1844, yeni harflerle 1976). Tuyuğları İngilizce çevirileriyle birlikte yayınlandı (1973). Mukaddimet’il Hakayık’ adlı düzyazı yapıtının da O’na ait olduğu öne sürülür.
Şairin Türkçe Divanı’nın Kahire’de bulunan bir yazma nüshasında, bazı gazellerinde Hüseynî’ mahlasını kullanmış olduğu görülmektedir. Varlığı bilinen en eski tarihli ‘Nesimi Divanı’, 1969 istinsah (suretini çıkarma) tarihini taşır. Ancak katalogda bulunan bu yazma kayıptır. Nesimi Divanı, eski harflerle İstanbul’da iki kez basılmıştır. Ancak bu baskılarda yanlışların bulunduğu saptanmıştır. Nesimi Divanı’nın en son ve en doğru baskısı (1990), Hüseyin Ayan tarafından yapılmıştır.
Edebiyatta daha çok Bektaşi şairlerini etkilemiş olan Hurufilik, tasavvuftan yararlanılarak ortaya konmuş olan bir inançtır. Varlığı ve yaradılışı harflerle izah etmeye çalışır. Arapça’daki 28 ve Farsça’daki 33 harf ile bütün varlıklar, hatta Kuran tefsir edilir.
Sünni inanç çerçevesinde böyle bir inanış yasaktır. Nitekim bu nedenle de Fazlullah Hurufi ve O’nun kimi takipçileri, cezalandırılmış ve öldürülmüşlerdir.
 

 

VİRANÎ

 
16. yy’ın ikinci yarısı ile 17. yy’ın ilk çeyreğinde yaşadığı söylenir. Eğriboz adasında doğduğu kabul görmektedir. İyi bir eğitim aldığı,  Türkçe ve Osmanlıcanın yanı sıra Arapça ve Farsça öğrendiği de söylenir.
Viranî sözcüğü, ‘viran’dan gelmektedir. Viran olmuş anlamındadır. Viran, parçalanmış, yıkık, bütünselliğini yitirmiş, harap, üzgün vs. anlamlara da gelir. Ozan’ın, bu mahlası alması, esasen içinde yaşadığı elemi, kederi ve üzüntüyü dile getirmektedir.
Bu mahlası almasının nedeni; Muaviye ve oğlu Yezit tarafından önce Hz. Ali’ye, ardından da Kerbela’da kıyıma maruz kalan Hz. Hüseyin’e uygulanan zalimane davranışlara ve kıyımlara karşı, hissettiği acı ve kederden ötürü özünde büyük bir yıkım ve elem duyduğunun dışavurumu amacına yönelik olma olasılığı yüksektir.
Alevilik ve Bektaşilik geleneğinde mukaddes ozanlardan biri olarak kabul edilen Viranî Baba konusunda birçok efsane mevcuttur. Bu menkıbelerde anlatılanlara bakılırsa Necef’teki Bektaşi Dergâhı’nın tacı bulunan bir sütun, Viranî’nin sır olduğu mekân olarak kabul edilir. Bu nedenle burası, bir türbe ya da bir ziyaretgâh yeri gibi saygınlık gören mukaddes bir mekân gibi görülür.
Alevi- Bektaşi geleneğinde kutsal bir ozan mertebesinde görülen Viranî hakkında bir takım menkıbeler oluşturulmuştur. Bu inançtakilere göre Necef Bektâşî Dergâhı’nın üstünde tacı olan bir sütun Viranî’nin sırrolduğu bir mekân kabul edilmekte ve bu yüzden orası bir türbe veya ziyaret yeri itibarı gören kutsal bir mekân olarak görülmektedir. Bedri Noyan’ın, Viranî Baba’nın Necef’teki Bektaşi Dergâhı’nda postnişinlik yapmış olması olasılığından söz etmesi, bu inancın ortaya atılmasına dayanak teşkil etmektedir. Bedri Noyan'ı bu düşünceye yönelten bir başka neden ise menkıbelerde de bu konunun üzerinde dikkati cezbedecek kadar fazla durmuş olmasından kaynaklanır.
‘Pir Sultan Abdal’ adlı yapıtında Viranî’yi; Nesimî, Fuzulî, Hatayî, Kul Himmet, Pir Sultan Abdal ve Yeminî ile birlikte Alevi ve Bektaşilerce kabul gören Yedi Ulu Ozan arasında gösteren Abdülbaki Gölpınarlı; ‘Alevî-Bektaşî Nefesleri’ adındaki yapıtında Viranî’nin, 1587-1628 tarihleri arasında yaşayan Safevî hükümdarı Şah Abbas ile görüştüğünü dile getirir. Alevi-Bektaşi geleneğine göre Viranî’nin ölmediği, sır olduğu şeklinde bir inancın varlığından söz eden Abdülbaki Gölpınarlı, Necef’teki Bektaşi Dergâhı’nda, üstünde tacı mevcut olan bir sütunun, Viranî’nin sır olduğu mekân olarak kabul gördüğü ve ziyaret edildiği bilgileri de bize ulaşmasını sağlayan kişidir.
İlk yayınladığı “Bektaşi Şairleri” adındaki yapıtında Viranî hakkında kısa bir bilgi vermekle yetinen Sadettin Nüzhet Ergun 1944’de yayınladığı “Bektaşi Şairleri ve Nefesleri” adlı yapıtında ise Viranî’nin, Hacı Bektaş Veli’nin evladı olan Balım Sultan’a bağlandığı bilgisini verir.
Bedri Noyan, yapıtlarından da görüldüğü üzere din ve tasavvuf bilgisi konusunda son derece yüksek bir ‘gönül eri’ olarak gördüğü Viranî Baba’nın, Necef’te bulunan Bektaşi Dergâhı’nda postnişinlik yapmış olma olasılığından, M. Halit Bayrı ise aruz vezni ile 300 kadar şiir yazan Viranî’nin iyi bir öğrenim görmüş olma olasılığından bahsetmektedir. ‘İlm-i Cavidan’ adlı yapıtında yüz kadar ayeti ve otuz kadar Hadis’i anlamlarıyla birlikte açıklayabilen Viranî’nin son derece mükemmel bir Kura ve hadis bilgisine sahip olduğundan söz edilir.
 
Gel Dilber Ağlatma Beni Şah-ı Merdan Aşkına
Dü Cihanın Ranimasi Şiri Yezdan Aşkına
Şahım Hasan Pir Hüseyin Kerbelâ Meydan İçin
Lütfedip Bağışla Cürmüm Ali Süphan Aşkına
 
Viranî’nin ne zaman doğduğu ve ne zaman öldüğü konusunda kesin bir bilgi mevcut olmamasına rağmen şiirlerine konu ettiği olaylardan ve kişilerden yola çıkarak yaşadığı dönem ortaya konulmaya çalışılıyor. Bu verilerden yola çıkılarak varılan sonuca göre Viranî, tarihî olarak 16. yy.(?) ile 17. yy. başlarında yaşamış olduğu sanılan Viranî, Hacı Bektaşi Veli’nin ardından Bektaşiliğin ikinci Pir’i olarak kabul gören Balım Sultan’dan feyz almıştır. Balım Sultan (1462(? )- 1516) ( www. tr. wikipedia. org), 1447–1512 tarihleri arasında yaşayıp 22 Mayıs 1481 – 24 Nisan 1512 tarihleri arasında tahtta hüküm süren II. Bayezid tarafından 1501 yılında Kırşehir’de bulunan Hacı Bektaş Dergâhının başına getirilmiştir. Balım Sultan’ın 1501 yılında babalığa getirildiğine ve 1516’da Hakk’a yürüdüğüne göre Viranî’nin bu tarihler arasındaki bir tarihte Balım Sultan ile görüştüğü ve el aldığı bir gerçek olarak çıkar karşımıza. ‘El almak’ demek, bir Mürşid’e bağlanıp ondan gerekli tüm bilgileri öğrenmek ve onun hizmetinde bulunmak demektir. El alan kişi, Mürşid’den ya da Pir’den aldığı bilgiler ışığında kendi içsel dünyasını aydınlatır ve bundan beslenmeye çalışır. Bir insanın el alması için yetişkin olması; yetişkin olabilmesi için de yaklaşık 20 ve daha yukarı yaşlarda olması gerekir. Tabi bu yaş kesin değil, bu yaştan birkaç yaş küçük de olabilir büyük de olabilir. Bunu ortalama 25 yaş olarak kabul edersek Viranî’nin Balım Sultan’dan el aldığı zaman 17-25 yaşları arasında olduğunu kabul etmek mümkündür. Viranî’nin 1501 yılında Balım Sultan’dan el aldığını var sayarsak onun takriben 1475-1484 yılları arasındaki bir tarihte doğduğunu söyleyebiliriz. Viranî’nin, Balım Sultan’ın ölüm tarihi olan 1516’da görüştüğünü varsaymamız durumunda ise O’nun 1491-1499 tarihleri arasındaki herhangi bir tarihte doğduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda Viranî’nin 1475-1499 tarihleri arasındaki bir tarihte doğduğu ortaya çıkar. Bu da Viranî’nin 15. (?) yy’ın son çeyreği ile 16. yy’ın ilk çeyreği veya ortalarına değin yaşadığını söylemek olasıdır.
İkinci bir varsayıma göre ise Viranî, 1557-1629 tarihleri arasında yaşayıp 1587-1629 tarihleri arasında hüküm süren Safevi Hükümdarı Şah Abbas ile görüşmüştür. Bu varsayımın doğru olması durumunda Viranî, Şah Abbas ile 1587-1629 yılları arasındaki herhangi bir tarihte görüşmüştür. Aleviler arasında çok önemli bir üne sahip olan Şah İsmail'den sonra Alevi Bektaşi şairleri arasında en sevilen İran Şah'ı olan Şah Abbas'la görüşmesinin Alevi Bektaşi inancına göre ayrı bir önemi vardır. İran ve Anadolu’daki Türkmenler arasında çok sevilen bu hükümdarın adı, çok sayıda halk hikâyemizin içinde de yer almaktadır.
Bu tarihi doğru kabul ettiğimiz zaman birinci tezin doğruluk derecesi azalır. Bu tezi doğru kabul etmemiz durumunda Şah Abbas’ın yönetime geldiği 1587 yılını baz alırsak Viranî’nin 90-100 yaşlarında olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu mümkün mü? Evet olabilir. Biyolojik açıdan pekçok kişinin 120 yaşına değin yaşadığı bir gerçektir. Ortalama yaşam süresini göz önünde bulundurduğumuz zaman bunu, 60-90 yaş arası olarak kabul etmek gerekir. Bu durumda Viranî’nin 15. yy’ın sonları ile 16. yy’ın sonlarına değin yaşamış olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Viranî’nin,  Şah Abbas ile görüşmesini, Şah Abbas’ın öldüğü 1629 yılını esas almamız durumunda Viranî’nin yaklaşık 110-120 yıl kadar yaşadığını var saymalıyız. Bu durumda da Viranî’nin, 16. yy’ın sonları ile 17. yy’ın başlarında ölmüş olabileceğini söyleyebiliriz.
Bir başka varsayıma göre Viranî, Anadolu’da pek çok yerin yanı sıra Bulgaristan’daki Deliorman ve Dobruca bölgelerini de dolaşmıştır. Bir ara Necef’e (Irak'ın başkenti Bağdat'ın 160 km. güneyinde bulunan bir kent) de giden Viranî, Necef’te bulunan Hz. Ali’nin Türbesi’nde, bir süre türbedarlık ve babalık yaptı. Hurufiliği benimsemiş bir Bektaşi aşığı olan Viranî, İyi bir eğitim almış. Türkçe ve Osmanlıca’nın yanı sıra Arapça ve Farsça öğrenmiştir.
Necef’ten dönüşünde Bulgaristan’a uğrayan Viranî, oradan da Deliorman yöresindeki Demir Baba tekkesini ziyaret etmiş ve Demir Baba’dan tinsel gıda alarak bilgilenmiştir.
Viranî’nin, Demir Baba ile görüşmesi; “Demir Baba Velâyetnamesi’nde, şöyle dile getirilir: Arap ve Acem dillerini bilen bir kimsenin Demir Baba'ya geldiği ve müritleriyle birlikte Rumeli'ye geçtiği ve bu kişinin adının da Viranı olarak söylendiği bildirilir. Ancak gaflet içinde olduğu ve ‘Kutupluk' davası güttüğü de eklenmiştir. Kendisinin manevi açıdan daha üstün olduğunu göstermek isteyen Demir Baba, o tarihlerde yüz yirmi yaşına ulaşmış yaşlı bir insandır.
Onun batın kılıcıyla yenilip yere geçen Viranî, makamında divan durup, niyaz ettiği Demir Baba'dan icazet talebinde bulunur. Ancak Demir Baba, Viranî’ye nasihatte bulunarak şunları söyler: ''Kişi böyle sevdalarda olmasa gerek. Kuran’a uy, Sure-i Fatiha'da ne kadar harf olduğunu bilir misin? Onlardan geçmeyen veli olmaz. Bu kadar suhufla (harfle) dört kitabı yutsa bile. Kapıdan girmeyen, içeride ne olduğunu bilmez. Bilen âşık da dava kılmaz. Kimse kusuruna kalmaz,..'' Demir Baba, bu nasihatte bulunduktan sonra Viranî’ye onay verir.
Mehmet Şimşek tarafından kaleme alınan ve 1995 yılında Can Yayınlarından yayınlanan ‘Dede Korkut ve Ahmet Yesevi’den Günümüze Uzanan Ünlü Alevi Ozanlar’ adlı yapıtında verilen bilgilere göre; Demir Baba’dan icazet alan Viranî, Otman Baba Sultan’ı ziyaret etmek üzere oradan yola çıkar. Sabahleyin Bingöl’ün Karlıova ilçesindeki Hafızzade Türbesi’ne gelir. Orada rahatsızlanan Viranî, öğleden sonra Hakk’a yürür. Orada avlu kapısının önüne defnedilir.
Viranî’ye icazet veren Demir Baba kimdir? Demir Baba’yı tanımak için önce Otman Baba’yı tanımak gerekir. Ahmet Yaşar Ocak; 2002 yılında İletişim Yayınları tarafından 3. Baskısı yayımlanan “Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri” adlı yapıtında şöyle der: “Otman Baba’nın 1378/9’da doğduğu ve 1478 yılında da öldüğü, Velâyetname Otman Baba’da açıkça belirtilmiştir.” Bedri Noyan, 1976 yılında Can Yayınları tarafından yayınlanan “Demir Baba Vilayetnâmesi” adlı yapıtında şöyle der: “Otman Baba öldükten sonra, yerine Akyazılı Sultan; Akyazılı Sultan öldükten sonra da onun yerine Demir Baba posta oturmuştur.”
Demir Baba’nın hangi tarihte doğduğu ve ne zaman öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Ancak XV1. yy’ın ilk çeyreğine değin yaşadığı anlaşılmaktadır. (Ahmet Yaşar Ocak; age; sayfa 49). XV1. yy’ın ilk çeyreği, 1501–1525 yılları arasını kapsadığına göre, Demir Baba’nın bu tarihler arasında Hakk’a yürüdüğü söylenebilir. 
Demir Baba’nın 120 yıl yaşadığı söyleniyor. Eğer bu doğru ise Demir Baba’nın doğum tarihi de yaklaşık 1380–1405 yıllarına denk düşer. Bu durumda Akyazılı Sultan’ın posta oturma tarihi de muhtemelen 1478’dir. Eğer Akyazılı Sultan’ın 1500’lü yılların başına değin yaşadığı kabul edilirse, Demir Baba’nın da 1500’lü yılların başlarında posta oturma olasılığı yüksek görünüyor. 
O zaman Viranî’nin, Otman Baba ile değil Demir Baba ile görüştüğünü söylemek mümkündür. Zira Otman Baba, 1478’de Hakk’a yürüdüğüne göre Viranî’nin, O’nunla görüşmüş olması tezi havada kalır. Bu sadece bir rivayet olarak kalır. Ancak Viranî’nin, Otman Baba’nın Türbesi’ni ziyaret etmiş olma ihtimali vardır.
Demir Baba’nın yukarıda dile getirilen tarihi, veri olarak alındığında Viranî’nin 1500’lü yılların ilk çeyreğinde Hakk’a yürüdüğü söylenebilir. Zira Demir Baba Velayetnâmesi’ndeki bilgilere bakılırsa Viranî, Demir Baba’yı ziyaret edip oradan ayrıldıktan sonra yolda yaşamını yitirip Hakk’a yürümüştür.
Başka bir kaynakta verilen bilgilere bakılırsa Demir Baba, Hacı’nın oğludur. Hacı, Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) evlenmiştir. Demir Baba’nın bu evlilikten dünyaya geldiği söylenmektedir. ( Derleyen; Adil Ali Atalay Vaktidolu; Viranî Divanı ve Risalesi (Buyruğu); Can Yay. 1998 Sayfa 7). Bu varsayımın doğru olması durumunda Viranî’nin Şah Abbas ile görüştüğü doğrulanmış olur.
Görüldüğü üzere tarihî olgularda büyük çelişki ve uyuşmazlıkların varlığı söz konusudur. Viranî’nin, bu derece farklı ve birbiriyle çelişen tarihî bilgiler içinde hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu bulmak oldukça güçtür. Zira bu konuda kesin bilgiler mevcut değildir. Bu durumda birinin doğruluğu, ötekinin yanlışlığı anlamına gelir. Ancak burada üzerinde durulması gereken konu, Viranî’nin görüşleri, düşünceleri, ürettiği şiirleri ve bıraktığı yapıtlarıdır.
Demir Baba Velâyetnamesi’nde de belirtildiği gibi Viranî, Arapça, Farsça bilen güçlü bir şairdir. Şiirlerinde bu durumu fark etmek mümkündür. "Viranî Baba Divanı'' ile ''Viranî Baba Risalesi'' adlı basılmış eserleri, bu güne değin gelebilmiştir. Özellikle Hz. Ali'yi öven, On İki İmam'ı dile getiren coşkulu methiyeleri mevcuttur. Aruz ölçüsüyle 300’e yakın şiir yazan Viranî, çok az da olsa hece ölçüsüyle yazmış olduğu şiirleri mevcuttur.
Viranî Baba'nın ‘İlmi Cavidan’ adlı bir eseri vardır. İlm-i Câvidân'ın (Osman Eğri, İlm-i Câvidân, Ankara, 2008 Türkiye Diyanet Vakfı Yayını), Diyanet Vakfı ve Adil Ali Atalay Vaktidolu’nun günümüz Türkçesine çevirdiği iki nüshası mevcuttur. Adil Ali Atalay Vaktidolu’nun Can Yayınları tarafından yayınlanan ‘Viranî Divani ve Risalesi (Buyruğu)’ nüshasının önsözünde Viranî’nin üç yüz kadar şiirini aruz vezni ile yazmış olduğu söylenir. İlm-i Cavidan’da yüz kadar ayeti ve otuz kadar hâdisi mealleriyle birlikte dile getiren ve açıklayabilen Viranî’nin iyi bir Kur’an ve Hadis bilgisine sahip olduğu anlaşılmaktır. Adil Ali Atalay Vaktidolu; eserinin önsözünde Âşık Viranî’nin “Bu tür düşüncelerini işleyen şiirlerinin ve risalesinin ilk baskısı, 1873 yılında Mısır’da “Nazımü Nesr-i Viranî Baba” adıyla basıldığından söz eder.
İlm-i Câvidân'ın Adil Ali Atalay Vaktidolu nüshasında Âşık Virani; ‘Ali Tanrı’dır’ demesine karşın Osman Eğri'in; 2008’de Ankara TDV yayınlarından çıkan İlm-i Câvidân, nüshasında ‘Hz. Ali’nin Tanrı’ olduğu konusu yer almamaktadır. Bu iki nüsha arasındaki görüş farklılıklarından ve öteki çelişkilerden ortaya çıkan sonuç, her iki nüshanın da Viranî Baba'nın orijinal eseri olmadığı şeklindedir. Ancak buna rağmen İlmi Cavidan'da özellikle Hz. Ali'ye övgüler düzen, On iki İmam'ı anlatan coşkulu methiyelerin varlığı söz konusudur.
Bu eser; Alevi yol, erkân, inanç, sosyal, sınıfsal, siyasal yaşamın bir özeti niteliğindedir. Âşık Viranî, kâinatın nasıl meydan geldiği, var olan kâinatta insanın durumu ve insanı kurtuluşa götüren yolu ve öğretiyi özet olarak kaleme alıp günümüze değin gelmesine katkı sağlamıştır.
 
 
ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLERLE VİRANİ’NİN DÜNYA GÖRÜŞÜ
 
Viranî’nin kaleminden çıkan şiirler incelendiği zaman dizelerinde derin bir Hz Ali sevgisi olduğunu görmek mümkündür. O’na göre Hz. Ali, Tanrı’nın görünen sıfatıdır. Şiirlerinde 12 İmamlara da büyük övgülerin yoğun olduğu görülen Viranî, Hz. Ali’yi tapınılması gereke bir nur olarak görür. Hz. Ali’ye duyduğu sonsuz sevginin aynısını çocuklarına ve torunlarına karşı da duyan Viranî, varlığın özelliklerinin tamamının Hz. Ali’de toplandığına inanır. Ona göre evrende yer alan her bir varlık, Hz. Ali’nin sıfatlarını taşımaktadır.
 
Gel istersen saadet sonu hayrı
Nazar kıl can gözüyle gör bu sırrı
Gözün aç bak ne var âlemde ayrı
Hem dem Şah’ı gör hiç görme gayri
Nusayri’yem Nusayri’yem Nusayri
Ne ölmüşem ne hod sağım ne sayrı.
 
Yaşamda olgunun, olayın, neşenin, sevincin, sevincin, zenginliğin her türünün bir sonu vardık, mutlaka. Bu yaşamda güzel olan şey, insanın insana insanca bakması, ona değer vermesidir. Bir kişinin gönül gözüyle bakıp başkalarının gönlünü fethetmesi, o gönüldeki sonsuz enerjiyi hissetmesi, özünde mevcut olan töz’ü ortaya çıkarması kadar değerli olan hiçbir şey olamaz. Kendisine can gözüyle bakmayan, kendini geçici zevklerle kandırarak istenmeyen sonuçlara varanları ikaz eden Viranî, şahsiyetini şeklî olgulara göre yorumlayarak farklı sonuçlar elde edenleri davranışlarından ziyade şeklî olguları ön plana çıkaranları tenkit etmekte ve kimilerinin kendilerini aldattığını dile getirmektedir. Hâlbuki insanın kimliği, insanın taşıdığı kültürel değerler ve bu değerlerin özelliklerinden oluşur.
Kimliği, bir kişinin bütünselliği ve onuru olarak kabul eden Viranî, kendi kimliğini meydana getiren aidiyetini açıkça söyleyerek ben buyum diyor. İnsanların başkalarının değil, kendi bilinçlerini kullanmak suretiyle kâinatta ve yaşadığımız dünyada yaşananları öğrenmeleri tavsiyesinde bulunan ozan, insanlara; bütünü görmeleri önerisinde bulunarak hiç kimseyi bütünün dışında tutmamalarına vurgu yapmaktadır.
Yukarıdaki dizelerden de anlaşılacağı üzere kendisinin Nusayri olduğunu açıkça söyleyen Viranî, dünya görüşünü ve sürdüğü yolu, dizelerinde açıkça gözler önüne seriyor. Ölmediğini, hasta olmadığını, sağlıklı bir şekilde yaşadığını bildirerek, kendisinin aidiyetini bu bilinç içinde söylediğini dile getiren Ozan’ın bu dizelerinden de anlaşılacağı üzere kendisinin aidiyeti, o dönemde gündeme gelmiş olmalı ki böyle bir açıklamaya gerek duymuştur. Nusayriler, Hz. Ali’ye son derece bağlıdırlar. Nuseyrilik inancına göre sevgi, insanları bir araya getiren temel bir değerdir. Söz konusu olan bu sevgi de Hz. Ali’den ileri gelmektedir.
Nuseyrilik’e göre Hz. Ali, özünde ilahî bir vasıf taşımaktadır. Hz. Ali, geceyi gündüz eyleyen Ay’dır. Ölüme inanmayan Nusayrilere göre olgun ve mükemmel insanların (insan-ı kâmil) ölmesi asla mümkün değil. Bedenen yok olsalar bile günün birinde yeniden ortaya çıkarlar. Hz. Ali’ye kutsallık yükleyen Nusayrilere göre Hz. Ali, ulu ve yüce bir kişiliktir. Nusayriler, yoğun olarak, Tarsus, Mersin, Adana, İskenderun dolaylarında yaşamaktadırlar. Arap Aleviliği olarak bilinen Nusayrilik, Şii karakterli bir tarikattır. Daha çok Suriye’de yaşamaktadırlar.
Viranî’deki Hz. Ali sevgisinin de Nusayri olmasından ileri geldiğini görüyoruz.
 
Evvel odur, âhır odur
Tayip odur, tahir odur
Batın odur, zahir odur
Ali, Ali, Ali, Ali
 
Virani, bu dizelerde, Ali’ye tanrısal nitelikleri yüklemiştir. Önceyi, geçmişi, geleceği, iyiliği, temizliği, özü, açık ve kapalı olan her şeyi, Hz. Ali’nin sıfatına yüklemiş. Oysa bu nitelikler tamamen Tanrı’ya ait niteliklerdir. Ozan, bu nitelikleri, Hz. Ali’de gördüğünü söyleyerek, Hz. Ali’yi Tanrısallaştırmıştır. Ahir= Sonu olmayan; Tayip=Arı, çok temiz; Tahir= Her türlü günahtan ve kötülükten uzak; Batın; Her şeyin özü, esası; Zahir=Görünen, bilinen, anlamlarına gelmektedir. Görüldüğü gibi bu kavramlar, insanı aşan kavramlardır. Evrende hiçbir şey aynı konumda bulunmaz, her şey değişim içindedir. Bu anlamda hiçbir insan sonsuzca var olamaz. Dünyada hiçbir insan, mutlak anlamda saf, arı ve temiz olamaz. Yine hiçbir varlık ve insan her şeyi kapsayamaz.
Çünkü her şey kendi özgünlüğünde bir bireydir. Her birey kendisini var kılan bütünde bir parçadır. Dolayısıyla Virani yukarıdaki dizleri, bir insan için değil, insanı aşan ve ancak tanrısal değerler taşıyan “imge Tanrı”dan söz etmektedir. Bu özellikleri ve sıfatları da Hz. Ali’ye yüklemektedir.
 
Kudret kandilinde parlayıp duran
Muhammed Ali’nin nurudur vallah
 
Kudret kandili, var edici ışıktır. Bâtıni manada babanın dölüdür. Yaşam; zıt güçlerin bir olmasıyla yaratılır. Kâinatta geçerli olan yapı; düalizmdir (ikili) ve bu durum, varlıkların tümünün nüvesinde mevcuttur. Düalist yapı, artı-eksi, aşağı-yukarı, aydınlık-karanlık, elektron-pozitron, dişi-erkek vs. biçiminde kendini var eder. Bu ikili yapının zıtlığından, sürekli ‘monist’ (birlenme, teklik) bir yapı meydana gelir. İnsan da erkek ve dişinin birlenmesiyle (yumurta ve spermin birleşmesiyle) dünyaya gelir. Burada sözü edilen ‘kudret kandili’, insanın dünyaya gelmesine zemin hazırlayan ‘dölüt’ü sembolize etmektedir. Bir başka ifadeyle, Tanrı’nın kendi özünden evreni yaratması, enerjinin açığa çıkarak nesneye dönüşmesi dile getirilmektedir. Bâtıni doktrinde, ‘kudret’, yaratıcı gücü; ‘kandil’ ise ışık, enerji anlamındadır. Kudret Kandili, evrenin meydana gelişini sağlayan sonsuz enerjinin tanımlanmasıdır. Her şeyin, özünde enerji olduğu gerçeğini, bilinçlere sunmasıdır. Viranî, bu yaratılışın nüvesinde Hz. Ali’nin ışığını gördüğünü anlatmaya çalışmaktadır.
 
Kıblegâhımdır Muhammed Mustafa
Secdegâhımdır Ali-ül- Murteza
 
Yukarıdaki dizelerde Hz. Ali’ye yüzünü ve yönünü döndüğünü ve O’na tapındığını açıkça dile getiren Viranî, Hz. Ali’yi yüceltmek suretiyle ona sevgiyle bağlılığına vurgu yapmaktadır. İnsanın; gerçek kıble, Hz. Muhammed’in en büyük kıble olduğunu vurgulayan Viranî, secdenin de Hz. Ali’ye yapılması gerektiği vurgusu yapmaktadır. Secde, Tanrı’yla yakınlaşma hâlidir. Tanrı’ya, büyük bir yoğunlukla yönelen, sevgiyle O’nu yâd eden insan; başını öne eğerek, O’na saygısını ve sevgisini gösterir. Secde budur.
 
Bir ulu şehirde dellâlliğim var
Ben dellâllım, bâzerbaşım Ali’dir.
 
Büyük bir kentte (evrende) yaşadığını, bu evrenin büyüklüğünün, ulviliğinin farkında olduğunu ve bunu bir tellal gibi herkese iletmeyi düşündüğünü belirten Viranî; var oluşun özünün farkına vardığını ve bunu anlatmaya çalıştığını söyler. Bunu kendisine bahşeden yani bilgi ve inanç pazarının başındaki Hz. Ali olduğunu dile getiriyor. Viranî için Ali, her şeyin farkında olan demektir. Pazar, metâhın her türlüsünün alınıp-satıldığı yerlerdir. Virani, dizelerinde ‘pazarı’ bilgi anlamında kullanmıştır.
 
Eksik alsam artık satsam yine kâr
Ben dellâllım, bâzer başım Ali’dir
 
Viranî bu dizelerde; Hz. Ali tarafından kendisine yansıtılan bilgi ve olguyu tam olarak anlayamamış olabileceğini, eksiklerinin bulunabileceğini vurgulayarak, söylediklerinin eksik de olsa bunları başkalarına nakledilmesinin bile kendisi için kazanç olduğunu söylemektedir. Pazara giden bir insanın pazardaki her şeyi almasının mümkün olmadığı gibi kendisinin de her bilgiyi alamadığını, sadece kendisine gerekli olanları alabildiğini ve bu bilgileri yansıttığına vurgu yapmaktadır. Hz. Ali’nin mükemmel, kendisinin ise eksik olduğunu söyler. Bir insanın her şeyi bilmesi olanaksızdır.
 
Herkiz bilemez şâhâ izzetini esrârın
Kesret ne bilir cânâ vahdetini esrarın
 
Yukarıdaki dizelerde evrenin gizemlerle dolu olduğunu söyleyen Viranî, hiç kimsenin, bir başka insanın (Şah’ın, padişahın… vs.) nasıl ve hangi nitelikte olduğunu bilmesinin ve bir kimsenin bir başkasının içsel dünyasını tam olarak çözmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Kimin onurlu, dürüst, kimin bu özellikleri taşıyıp taşımadığını kimsenin tam olarak bilmesi olanaklı değildir. Buna rağmen bu konuda, olgu ve olaylar karşısında insanın göstereceği davranışların belirleyici rol oynadığı da bir gerçektir. Bir insan tarafından gösterilen davranış, eğer insanlık adına yararlı ise o davranış; onurlu ve saygın bir davranıştır. Buradaki kriter, yarar-zarar üzerine kurulmuştur. Viranî, bu anlamda insanın davranışlarına izafilik yüklemektedir. İkinci dizede ise çok olanın, bir olanı anlayamayacağına vurgu yapmaktadır.
Burada insanın, evrenin tamamının birliğini yansıttığını, evren ile insanın aynı şeyler olduğunu; yine Tanrı, evrenin ve insanın bir bütün olduğunu ve bu bütünün de ‘teklik’i meydana getirdiğini, lakin ‘çokluk’a aldanarak ‘çokluk’ içinde ‘teklik’in farkına varamayanların varlığın gizini çözmelerinin olanaksız olduğunu açıklıyor. Ozana göre, özünde ‘bir’ bütünü doğuruyor, bütün ‘bir’e dönüyor. Böylece biri, ötekinin nedeni oluyor. Aslında ikisini birbirinden ayırmak doğru olmaz diyor.
 
Arifa bu şek-lü suret bir ulu abdaldır
Can gözüyle bir nazar kıl ma’nide bir haldir
Ab-ı aklın sende çün bahr-i muhit olmuştur
Nefs-i hak olmuş döşenmiş abın üzre haldir
 
Açıklaması: (Bilgili olana, bilene, bu görünen yüz bir ulu derviştir/yeter ki bakan kişi isteyerek gönül gözüyle bakmış olsun, dikkatli bakanlar için bu durumu görmek için bir engel yok/çünkü kavrayan, bilen ve su gibi işleyen bir akıl bu durumu olur. Yüz bir insanı gösteren en önemli alandır/Gerçeğe ulaşmış birisi için, doyumsuz istekler söz konusu olamaz. Böylesi bir insan ermiş ve iyi bir aşamaya gelmiş demektir. )
 
Abdal’ yani ‘ermiş’ ve ‘veli’ konumundaki insanın yüzünde, tüm gerçekliği görmenin olası olduğunu söyleyen Viranî, bilen ve olgunluğa eren (İnsan-ı Kamil) bir insan, insanın yapısından evrenin tüm gerçekliğine ulaşabileceğine vurgu yapmaktadır. Çünkü insan küçük bir evrendir. Bu inanç [(büyük kozmos (kâinat) küçük kozmos (insan)], Hint kozmolojisinde de mevcuttur.
İnsanın tüm bedeni, evrensel töz’ü ve özü içinde taşır. Akıllı bir insanın, kocaman bir umman olan, insan bedeninde ya da insan yüzünde, ilahî gerçekliğe varması olasıdır. Ancak bunun için insanın, gerekli donanımı temin etmesi ve ‘nefis’ adı verilen doyumsuz ve engellenemez arzulardan arınması ve bedeni için lüzumlu olana kanaat etmesi, kendisini evrensel oluşun bilgisine yönlendirmesi lazımdır. Evrensel oluşumu fark etmek için insanın, önce kendisini tanıması lazım gelir.
 
Ay yüzün harf-i bismillahımız
Suretin Hak katm-i Beytullahımız
Kâfi nun perdeyi ref eyledin
Zahir oldu küntü kenzullahımız
 
Açıklaması: Ay yüzün Bismillah (Allah’ın adı) yazılıdır/Görüntün Hakk’ı yansıtan Tanrı’nın evidir/Evreni yarattın, perdeyi kaldırdın/açık oldu, ortaya çıktı, belirlendi, görünen oldu gizli hazinemiz.
 
Yukarıda verilen dizelerden Viranî’nin, Hurufîlik’in etkisinde olduğunu görmek mümkündür. Hurufîlik, sayısal ve şekilsel simgelerle yaratılışın sırrına ulaşmayı ilke edinir. Temel gerçeğin, insanın yüzünde ya da bedeninde olduğu düşüncesini savunur. Viranî, insanın yüzünde, Tanrı’nın adının yazılı olduğunu, insanın görüntüsünün Tanrı’yı aksettirdiğini, insanın gönlünün Tanrı’nın evi olduğunu Tanrı’nın, evreni yaratma hareketinde bulunmak suretiyle evrene (ol) dediğini ve evrenin oluştuğunu, başlangıçta gizli bir hazine olan Tanrı’nın meydana çıktığını ve kendisini belirginleştirerek evreni oluşturduğundan söz ediyor. Bir başka ifadeyle gizil nesnelliğin  (batıni âlem), görünür nesnelliğe (zahiri âlem) dönüşünden bahsediyor. Zira Tanrı, görünür olmayan, aşikâr olmayan nesnelliktir.
 
 
Yedi derya sohbetini, behru umman anlamaz
İlmi ledün manasıdır, ahmak olan anlamaz
Küntü kenzden ders okursun, cahil andan ne anlar
Gözü kör kulağı sağır bi eserler anlama
 
Açıklaması: (Yedi deniz sohbetini, denizi bilmeyenler anlamaz/Tanrısal bilginin anlamıdır, bilgisiz bunu anlamaz./”ol deyince olan” ve bunu anlatsan, varoluşun gizini açıklasan da cahil bundan ne anlar/ gözü kör, kulağı duymaz olanlar hiçbir eserden anlamaz.)
 
İsmet Zeki Eyuboğlu; 1989 yılında Geçit Yayınlarından çıkan ‘Anadolu İnançları–Anadolu Mitolojisi İnanç-Söylence Bağlantısı’ adlı yapıtında şöyle der: “Ozan, yedi derya derken, o dönem, dünyada var sayılan yedi denizden söz etmiş olabilir. Çünkü Virani’nin yaşadığı dönemde birbirine yakın yedi deniz biliniyordu.”
Bunun yanı sıra yedi kat yer, yedi kat gök, yedi gün vb. kavramlar da yedi sayısının büyük önem taşıdığının göstergesidir. Hurufiliğin etkisinde kalmış bir ozan olan Viranî’nin, bununla birlikte şiirlerinde sayı ve simgeleri kapsayan dizeleri de görmek mümkündür. Yedi (heft) Derya kavramının, bununla birlikte Bâtıni bir anlamı da vardır. Bâtınîlikte ‘Yedi (Heft) Derya’; insanın davranışlarını, hareketlerini ve onların nicel ve niteliklerini sıralayan öz’ü kapsar. Buna göre Tanrı-evren-insan davranışı birbirinden farksızdır, her eylem ve durum tanrısallık ihtiva eder. İnsanın bu tür davranış ve niteliklerini saptayan yedi fonksiyon mevcuttur. Bu fonksiyonlar şunlardır: Eylem Birliği, Sıfat Birliği, Zat Birliği, Cem, Hazret-ül Cem, Cem-ül Cem ve Ehadiyet (yaratılandan yaratanı tanıma)’tir.
Bu kavramlarda anlatılmak istenen düşünce, varlıkların birliğidir. Bütün eylemler, sıfatlar, yaratılan şeyler esasen bir bütünün yansımalarıdır. ‘Bir’, ‘bütün’ün, ‘bütün’ de ‘bir’lerin toplamından ibarettir.
1-Eylem birliği; evrensel yasaları anlatır. Her şey değişim içindedir, hiçbir şeyin değişimin dışında kalması düşünülemez. Değişimin kendisi, en büyük ‘yaratıcı’ güçtür. ‘Tanrı’, eylemin bu sonsuz yaratıcı gücünün kavramsal adıdır.
2-Sıfat Birliği: Ortaya çıkan özellikler, sonuçlar ve gerçeklikler de sıfat’tır. Nesnelerin özellikleri, renkleri, nitelikleri, ağırlıkları, yoğunluklarının algı boyutunca kavranmasıdır. Nesneler arasında, farklı görüntüler, renkler, değişik etkiler, başkalıklar, garkı davranışlar vs. olsa bile bu niteliklerin tamamı, Tanrı’nın farklı yansımasıdır. Bu nedenle nesnelerin tamamının arasında sıfat birliği mevcuttur.
3-Zat birliği: Algı boyutumuzda farkı isimlerle söylediğimiz her nesne arasında birlik mevcuttur. Nesnelerin tamamı, özde tek bir varlıktan zuhur etmiştir. Görüntü aldatıcıdır. Gerçek olan ise her şeyin, “bir”den var olduğudur. Bu manada ‘zat birliği’ mevcuttur.
4-Cem: Birlik, bütünlük anlamındadır. Her şeyin toplamı, bir bedeni meydana getirir. Bu beden, her şeyi içine alan Tanrı’dır.
5-Hazret-ül Cem: Görünen nesnelerin ve maddelerin tamamının öz’ünün Hakk olduğunu anlatır. Görünenler, görünmeyenin zuhur etmesiyle meydana gelmiştir. Öyle ise gerçek olan Hakk’tır. Zahir, Batın’ın yansımasıdır.
6-Cem-ül Cem: Aslında her şey Hakk’tır. Görünen-görünmeyen, hep-hiç, var-yok vb. her şey, Hakk’tır. Hakk, Tanrı’nın açığa çıkması demektir.
7-Ehadiyet: Ehad, varlık birliği anlamındadır. Ehadiyet, varlıkların ilahî birliği manasına gelir. Her şeyin yok olduğu ve her şeyin ‘bir’lik içinde olduğu ve her türlü sıfatın ve zatın, Tanrı’da yok olduğu anlamına gelir.
Viranî, yukarıdaki dizelerde bu bütünselliği anlatarak, bu birliği aksettiren ‘Yedi Derya (Yedi Makam)’yı dile getirmektedir.
Keza insanda mevcut olan yedi delik (başta bulunan iki kulak, iki göz, iki burun deliği ve ağız), yedi hat, yedi âlem vb. söylemlere değişik anlamlar yüklemek mümkündür. Bu gerçeklere her insanın ulaşabilmesi olanaklı değil. Ancak bilgiyle aydınlananlar ve derinliğe ulaşanlar, bu bilgileri edinebilirler. Viranî; yedi derya düşüncesine, ancak bu derin bilgilerin farkına varanların ulaşabileceklerini söyler. Yedi Derya, dünyayı her tarafıyla içine alan su kütlesini ihtiva ederken, yedi delik ise insan kafasındaki iki göz, iki kulak, iki burun ve bir ağızdan bahsetmektedir. Bu derin bilgilere ulaşamayanların ilahî olana erişmesi mümkün değil diyen Viranî’ye göre Ledûn (ilahî makam) Makamı, herkes tarafından anlaşılabilen bir makam değildir. Viranî, yaratılışın gizemini çözemeyen, varlığın özünde gizli bir hazine olarak mevcut ilahî olanı da bilmesi mümkün değil diyor. Bu tür insanların da yaratılıştaki o benzeri olmayan eseri (İlahî özü) anlayamayacağını söylüyor. Bu tür insanları cahil olarak adlandırıyor.
 
Yalancı âdemin olmaz imanı
İçinden hiç gitmez, şekki gümânı
 
Yalan söyleyen insanların sözüne güvenilmemesi gerektiğini dile getiren ve sözlerine güvenilmeyenler, sürekli toplumdan dışlanırlar diyen Viranî, bu tür insanların bencil ve çıkarcı olduğunu söylüyor. Ayrıca bu tür insanların şekle önem verdiklerini ve bunların her davranışının şüphe uyandıracağını belirtmeyi de ihmal etmiyor.
 
Oku veçhin kitabını anla tadın
Dilersen ermeğe sen cavidan
 
İnsan yüzünün okunması gereken en büyük kitap olduğunu dile getiren ozan, her şeyin, insan yüzünde mevcut olduğunu ve insanın yüzü Tanrı’nın yansısı olduğunu söyler. İnsan yüzü; güzelliği, varlığın bütünlüğünü idrak eden gözlere ve anlayan bilinçlere arz eder. Bunu fark eden insan, bu gerçeklikten ve görüntüden büyük haz duyar. Şöyle diyor Viranî; insan eğer ölümsüzlüğü ve sürekli diriliği arzu ediyorsa özünde mevcut olan sonsuz oluşumun farkına varmalıdır. İnsanın yüzü, onun kendi aynasıdır. Davranışlarını, üzüntülerini, duygularını, sevinçlerini vb. yüzünde yansıtan insanın tüm davranışları, olaylara karşı verdiği etki ya da tepkilerin tamamı yüzüne yansır. İnsan yüzü, Tanrı’nın yansısıdır.
 
Lâmekân ilinden geldim cihana
Arar iken ehl-i cana eriştim
Elden ele kabdan kaba süzüldüm
Katarlandım doğru raha eriştim.
 
Viranî, yukarıdaki dörtlükte; henüz mekâna varmamışken Tanrı ile birlikte onun varlığının içindeydim diyor. Ardından onun ilahî varlığından ayrılarak bir can şekline dönüşerek bedenleştim. Kendimi var ederek açığa çıktıktan sonra birçok sınavdan geçtim, eleklerden süzüldüm, çok yol kat ederek neticede beni bu mekâna ulaştıran yolu buldum diyerek bütün-parça ikiliğine vurgu yapmakta ve aslını Tanrı’ya ulaştırmaktadır. İnsan, dışında olmadığı Tanrı’nın özünden gelir. Burada ‘Devriye Nazariyesi’ne atıfta bulunulmaktadır. Devriye Nazariyesi, Tanrı’dan açığa çıkan maddeden başlamak suretiyle cansızdan-canlıya, canlının en primitif şeklinden izafi daha üst aşamada bulunan canlılara, ardından da insana ve sonuçta mükemmel insana (kâmil insan) erişen evrimsel bir oluşum demektir. Bu kuram gereğince Tanrı, genellikle Tanrı’ya yakın (sessiz ve dilsiz manasında) cansız maddeyi (madenler, taşlar vb.) yaratmıştır. Cansız maddelerin evrime uğramasıyla ilk canlılar yaratılmış. Hareket ve gelişim neticesinde hareketsiz, yerinde gelişen bitkiler, ardından da hareket eden canlılar olarak bilinen hayvanlar var olmuştur. Bu hayvanlardan da üst kademeye geçen daha gelişkin hayvanlar (memeliler vb.) oluşmaya başlamıştır. En üst kademede ise insan yaratılmıştır. İnsanın, kendisini eğitime tabi tutmasıyla Tanrı’ya hem en yakın hem de en uzak olan ‘Kamil insan’a ulaşılmıştır. Tanrı’ya en uzak olan insan; konuşan, araştıran ve kendini ifade eden anlamındaki insan ‘sessiz olan’ dır. Tanrı’ya yakın olan insan ise kavrayan, bilen, bütünlüğün tek oluşumda olduğunu fark eden, her şeyin ‘bir’den meydana geldiğini ve bu ‘bir’in de Tanrı olduğunu, kendisinin de buradan geldiğini fark eden insandır. Doğanın aklı insanın aklına evrilmiştir.
Doğanın aklını çözebilen ve onu dillendiren insandır. Doğadaki aklı Tanrı’nın aklıdır. İşte Alevilik’te buna ‘Devriye Kuramı’ denir. Tanrı’dan başlayarak neticede yine Tanrı’ya dönüş biçiminde meydana gelen bir oluşumu, tasavvuf diliyle anlatan kuramdır, Devriye Kuramı. Evren; var olandan çıkmış ya da fışkırmıştır. Evrenin de insanın da kendisini evrenin dışında görmemesi gerekir. Viranî’nin bizlere sunduğu gerçekler bunlardır.
 
Lâ ilah illâ, Ali’dir gün gibi Ruşen olan
Lâ ilah illâ, Ali’dir görünen şirin Cemal.
(İsmet Zeki Eyüboğlu, Alevilik- Sünnilik İslam Düşüncesi, Der Yay.1989, S.90)
 
Viranî; bu dizelerinde Hz. Ali’nin, Tanrı olduğunu ve bunun açık bir şekilde ortada olduğunu söylemektedir. ‘Lâ ilah illâ’, sadece Allah vardır anlamı taşıyan bir sözcüktür. ‘Ruşen’ sözcüğü ise; bilinen, açık olan, görünen, ışık ve parlak anlamı taşımaktadır. Viranî Baba, Hz. Ali’nin ‘Tanrı’ olduğunu açık bir biçimde görüldüğünü söyleyerek aşırı bir Ali sevgisini ve onun ulvî olduğunu öne sürmektedir. İkinci dizede ise Tanrı’nın yüzünün güzelliğinin, Hz. Ali’nin yüzünde görüldüğünü söylemektedir. Bu düşünce, Galiye inancına mensup olanların düşünce ve görüşlerdir. Viranî de bu düşünceleriyle Galiye inancını taşıdığını ortaya koymaktadır. Tanrı’yı insana indirgeyen ve insanı Tanrı olarak gören Galiye inancı; bunu da Hz. Ali’nin kimliğinde ortaya koyan aşırı bir Ali taraftarlığı olarak gelişen bir inanç türüdür. Cüneyd-i Bağdadi, Bayezıt-i Bistami, Fazlullah Hurufi, Hallac-ı Mansur vs. Galiye inancını savunanların başında gelmektedir. (Eyuboğlu age.S. 90)
 
Ey gönül bend olma dünya bendine
Dil verip aldanma anın fendine…
(İsmet Zeki Eyuboğlu, Alevi-Bektaşi Edebiyatı, Der Yay. 1991, S. 168)
 
Dünyanın geçici bir yer olduğunu, dünya malına aldanılmaması gerektiğini, kişinin geçici ihtiraslarla özünü kaybetmemesini dileyen Viranî, ‘gönül’ denen ve insanî duyguların yaşanmış olduğu sembolik alana göndermede bulunur.
 
 
 
GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE VİRANÎ’NİN ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER
 
KATRE İDİM BİR UMMANA ERİŞTİM
Lâmekân ilinden geldim cihana
Arar iken ehl-i cana eriştim
Elden ele kabdan kaba süzüldüm
Katarlandım doğru raha eriştim
 
Bir gerçeğin eleğinde elendim
Beli dedim belisine belendim
Arşı kürsü yaratandan diledim
Âdem olup erkânına eriştim
 
İhlâs kemendini aldım elime
Marifette bir yol geçti önüme
Hakikatte su bağlandı gölüme
Katre idim bir ummana eriştim
 
Yolcu oldum cenan bula göz aldım
Üstaz olup gerçeklerden söz aldım
Hey gaziler geç eriştim tez aldım
Canım arz ettiği cana eriştim
 
VİRANİ, sözleri gevherler Piri
Dost elinden içtim, ab-ı Kevseri
Evliya enbiya Hakk’ın mürseli
Yüz sürüben Şah-ı Merdan’a eriştim
 
1.Dörtlüğün açıklaması: ( Mekânsız ortamdan geldim dünyaya/beden buldum bir cana kavuştum/elden ele kabdan kaba girerek/ dönüştüm, evrildim doğru yola kavuştum.)
2.Dörtlüğün açıklaması: (Bir gerçeğin eleğinden elendim/evet dedim gerçeklerle donandım/tüm evreni yaratandan istedim/insan oldum kurallara kavuştum)
3.Dörtlüğün açıklaması: (Kurtuluşun yolunu çözümledim/bilgiyle donandım yol açıldı bilincime/olgunlaştım boşuna akıtmadım suları/damlaydım, şimdi okyanus oldum)
4.Dörtlüğün açıklaması: ( Yolcu oldum sevgi buldum, göz aldım/ usta oldum gerçeklerden söz aldım/hey yiğitler geç uyandım ama çabuk aldım/ canım istedi ve ben cana ulaştım.)
5.Dörtlüğün açıklaması: Virani söz ustası, sözleri cevher doludur/ dost elinden içtiği hayat suyudur/ Peygamberler, Veliler, ulular Hak tarafından gönderilmiş/ yüzümü sürdüm, bilgilendim, Hz. Ali gibi bir uluya kavuştum.
 
EHLİ BEYTİ HANEDAN’I ŞİMRİ MERVAN ANLAMAZ
Yedi derya sohbetini, bahr-i umman anlamaz
İlmi ledün manasıdır, ahmak olan anlamaz
Küntü kenzden ders okursun, cahil andan ne anlar
Gözü kör, kulağı sağır, bieserler anlamaz
 
Menaref ilmine eren, aşıkı suzan olur
Hevt nefsini katl eyleyen, meydanda merdan olur
Hırs ile şehvete uyan, nefsine kurban olur
Yedi tamu şiddetidir, kemrah olan anlamaz
 
Dü cihanın rehnüması, Haydar’ı Kerrar olan
Çıkıp miraç kapusunda, haykurup aslan olan
Sitretül Münteha’da, Mustafa’ya yar olan
Naciyan’ı naz makamı, binde bir can anlamaz.
 
İlmü ledün okuyanlar, aynen yoldaş olur
Ehedi Ahmet, fatihada baş olur
Pa ile ça, ka ile za, anlayan sırdaş olur
İlmi ledün manasıdır, ehli inkâr anlamaz
 
Menaref ilmine ermeyen, şum ağmaklı fıkih
Pir dergâhına niyaz et, yakın bulasın hakkı
Ey VİRANİ, dört kitaptan, Ali’nin metin oku
Ehlibeyt’i Hanedanı, şimri Mervan anlamaz
 
1.Dörtlüğün açıklaması: (Yedi deniz (bütün okyanuslar) sohbetini, engin denizler anlamaz/ Bunlar Tanrısal anlam içerir, bilgisizler anlamaz/ gizli bilgilerden konuşurum, cahil bundan ne anlar/ gözleri kör, kulakları duymaz olanlar, bu eserlerden bir şey anlamaz.
2.Dörtlüğün açıklaması: (Kendini bilen, olgunluğa erişen kişi, aşk gibi yakar, söyledikleri insanları etkiler/ yedi nefsini öldüren her yerde yiğit olur/oysa doyumsuz ve aşırı istekli olan kişi, nefsine yenilir/ bu kötü bir yoldur, bu durumu yaşayan biri yedi cehennem gücündeki kötülüğü kendine yapmış olur.)
3.Dörtlüğün açıklaması: (İki dünyanın yol göstericisi, yiğit olan, Hz. Ali’dir/göğe yükselişte Tanrısal mekânda kapıda duran Aslan Ali’dir/ göğün en üst katında (7.kat) Hz. Muhammed’e dost olan, yanında bulunan Ali’dir/ kurtarıcı olanı, çok az insan dışında birçok can anlamaz)
4.Dörtlüğün açıklaması: (Gizli bilgileri (Tanrısal bilgiler) okuyanlar, aynı yola giderler/ Hz Muhammed Fatiha’nın başıdır/ Bu gizli bilgiler anlayan dost olur/ bu gizli bilgilerin anlamıdır, bilmeyenler, yok sayanlar bunu anlamaz. )
5.Dörtlüğün açıklaması: Olgunluğa, gerekli bilgilere varamayan uğursuz insanlar, Tanrısal bilgiye ulaşamazlar/ bilen, önder insanın (Pir) makamına gelirsen, burada Hakk’ı yakın bulursun/ Ey Virani, dört kitabı (Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an) okudum, hepsinde Ali’nin övgüsünü buldum/ ehlibeyti (Hz. Muhammed’in ailesi) Hz. Hüseyin’in başını kesen, zalim Mervan anlamaz.
 
PAZARBAŞIM ALİ’DİR
Bir ulu şehirde tellallığım var
Ben tellalım pazarbaşım Ali'dir
Eksik alsam artık satsam gene kâr
Ben tellalım pazarbaşım Ali'dir
 
Mezada vermişim küll-i varımı
Tellala çıkardım şirin canımı
Lal ü mercan ile cevher kanımı
Ben tellalım pazarbaşım Ali'dir
 
Bir rıza malıdır alıp sattığım
Üçler, Beşler, Kırklar pazar ettiğim
İmam-ı Cafer'den dükkân tuttuğum
Ben tellalım pazarbaşım Ali'dir
 
Hint Yemen metaın alıp satamam
Bu rıza malıdır ölçüp biçemem
Dükkânımı her nadana açamam
Ben tellalım pazarbaşım Ali'dir
 
Ledün ilmi derler şehrin adına
Doyamadım lezzetine tadına
Metaımı koydum aşkın badına
Ben tellalım pazarbaşım Ali'dir.
 
VİRANİ’yim her dem Hakk'a pazarım
Tellal oldum şu âlemde gezerim
Kudretten dükkânım kendim pazarım
Ben tellalım pazarbaşım Ali'dir
 
1.Dörtlüğün açıklaması: ( Bir büyük kentte bilgi iletiyorum/ ben haberciyim, bu bilgiyi bana veren Hz. Ali’dir./ ilettiğim bilgiler eksik olabilir ama ne kadar iletsem de bu yarardır/ben haberciyim, bilgi veren Ali’dir.)
2.Dörtlüğün açıklaması: (Geçmişte vermişim bütün varımı/ pazara çıkardım tatlı canımı/güzel, değerli mercanlar ve cevherler satarım/ ben haberciyim, bilgileri bana veren Ali’dir.)
3.Dörtlüğün açıklaması: ( Benim malın gönülden sevgi sunar, iyilik, güzelliktir sattığım/ bu yolun öğretisi (üçler, beşler, kırklar…) gerçeğin bilgisidir Pazara sunduğum/Cafer-i Sadık’tan dır, edindiğim bilgiler/ ben haberciyim, bilgileri veren Ali’dir.)
4.Dörtlüğün açıklaması: (Hint’ten, Yemen’den mal alıp satmam/benim malın gönülden üretilir, ölçüp biçmem/bu ürünü cahile, kendini bilmeze, bilgisize açmam/ben haberciyim, bilgileri bana veren Ali’dir.)
5.Dörtlüğün açıklaması: (Gayb (gizli) bilim derler, bu şehrin adına/doyamadım lezzetine tadına /malımı koydum aşkın rüzgârına/ben haberciyim, bilimi veren Ali’dir. )
6.Dörtlüğün açıklaması: (Virani’yim her içtiğim, her yediğim ve kendime kattığım her şeyde Hakk’ı görürüm/ bu gerçeği sunmak için dünyayı gezerim/güç aldığım dükkân benim pazarım / ben haberciyim, bu pazarı sunan Ali’dir.
 
İSTEMEM ÂLEMDE GAYRI MEYVAYI
İstemem âlemde gayrı meyvayı
Tadına doyulmaz balımdır Ali
İstemem eşyayı verseler dahi
Kokmazam sümbülü gülümdür Ali
 
Ali'mdir kadehim Ali'mdir şişe
Ali'm sahralarda morlu menekşe
Ali'm dolu yedi iklim dört köşe
Ali'm saki Kevser dolumdur Ali
 
Ali vahid şah-ı Resul Kibriya
İmam Hasan Hüseyin Şah-ı Kerbela
İmam Zeynel-Aba ol sahib-liva
Büküldü kametim dalımdır Ali
 
Muhammed Bakır'dır tendeki canım
Ca'ferüs -Sadık'tır dinim imanım
Musa-i Kazım'dır derde dermanım
Varlığım kalmadı malımdır Ali
 
Aliyyür -Rıza'dır Şah-ı Horasan
Taki ile Naki gösterdi burhan
Hasanül-Askeri mah-ı dırahşan
Yokladım talihim falımdır Ali
 
Muhammed Mehdi'dir sahibüz-zaman
Oniki İmam'a kul oldum heman
Ma'sum-ı pakandır envar -ı cihan
Esrar-ı Huda'ya âlemdir Ali
 
VİRANİ’yem düştüm şimdi derdine
Vücudum gark oldu çile bendine
Gönül sormaz oldu kendi kendine
Söyler dehanımda dilimdir Ali
 
 1.Dörtlüğün açıklaması: (Dünyada başka bir meyve istemem/Tadına doyulmaz baldır Ali/Bütün dünya malını verseler bile/İstemem onları, sümbülüm, gülümdür Ali.)
2.Dörtlüğün açıklaması:  (Ali’dir kadehim, şişem Ali’dir/ Ovalarda mor menekşe Ali’dir/ Tüm dünyada, her yerde Ali var/ Hayat suyunu içiren Ali’dir.)
3.Dörtlüğün açıklaması: (Her şey Ali’de birleşmiş; en ulu Ali’dir/ İmam Hasan, Hüseyin ve Kerbelâ, / İmam Zeynel- Aba; o bu yolun sancağını taşıyan önder; bunlar ulu insanlar/ Bunlara yapılanlar kanadımı kırdı ama kolum Ali’dir. )
4.Dörtlüğün açıklaması: (Muhammed Bakır’dır bedenimdeki canım/Caferi Sadık’tır, inancım, ibadetim/Musa’yı Kazım’dır derdime dermanım/ Tüm varlığım bitse de; gerçek varlığım Ali’dir)
5.Dörtlüğün açıklaması: (İmam Rıza’dır Horasan bölgesinin önderi/ İmam Taki, İmam Naki yaptıklarıyla kanıtlarını gösterdiler/ İmama Hasanül Askeri ay gibi ışık saçtı, parladı/ Şansımı denedim, benim en büyük şansım Ali’dir)
6.Dörtlüğün açıklaması: Muhammed Mehdi’dir; gelecekte insanları kurtaracak olan/ İnandım on iki imamlara, hizmetçisi oldum hemen/ bu ulu ve yüce insanlar günahtan arınmış temiz ve iyilik dolu ve bütün dünyaya ışık saçan velilerdir. )
7.Dörtlüğün açıklaması: (Virani’yem, şimdi derdime düştüm/ bedenim çileyle doldu, boğulacak gibi oldum/gönül sormaz oldu bu nedenleri kendine/ ağzımda konuşan, bunları dile getiren dilimdir Ali.)
 
VAR BENİM
Korkma kulum sırat mizan başında
Orda Hak Muhammed Ali’m var benim
Hasan, Hüseyin’in yasın çekerim
Zindanlar bekçisi, Zeynel var benim.
 
Muhammed Bakır’a kul oldum kaldım
Cafer’i Sadık’ın ilminden aldım
Küfür deryasında imanı buldum
Küfrü iman eder Velim benim
 
Kazım, Musa, Rıza, Taki, Askeri
Mehdi’nin önüne koymuşum seri
On’ki İmam VİRANİ’nin ezberi
Anları vird eder dilim var benim
 
1.Dörtlüğün açıklaması: (Korkma sakın sırat köprüsünde, terazi başında/çünkü orada Ali olacaktır/ ben Hasan, Hüseyin’in acısını çekerim/ zindanları bekleyen İmam Zeynel var orada.)
2.Dörtlüğün açıklaması: (Muhammed Bakır’a kul oldum kaldım/Cafer’i Sadık’ın biliminden aldım/ yoluma kızanlar, küfür edenler tarafından gerçek ibadetimi buldum/ küfrü ibadete çeviren bilinç var bende)
3.Dörtlüğün açıklaması: (Kazım, Musa, Rıza, Taki, Askeri/ İmam Mehdi’yi içim koydum bedenimi/ On iki imam düşmez ağzımdan, çünkü bunları söyleyen dilim var benim.)
 
GİZLİDİR
Hakikat ilminde bir nokta buldum
Ümm-ül kitap ol noktada gizlidir
Hecesin okudum zatına erdim
Sırr-ı Süphan ol noktada gizlidir
 
Yedi huruf, yedi Mushaf, Yedi de ayet
Ma’nası küncünden gösterir surat
Yedi kat yer, yedi kat gök harfi sahavet
Mah-ı tâban ol noktada gizlidir.
 
Ol noktada zuhur oldu salâvat
Salâvat verenler bulur şefaat
Esrar-ı Ali’dir mezhar-ı Muhammet
Arş’ül Rahman ol noktada gizlidir
 
VİRANİ, der ol nokta bizzat Ali’dir
Melekler Şah-ı nücumlar mahıdır
Ol nokta On İki İmalar rahıdır
Pirim Ali ol noktada gizlidir.
 
1.Dörtlüğün açıklaması: (Gerçeğin bilimini öğrendim, her şey bir noktaymış/ Olmuş ve olacak olan her şeyin yazılı bulunduğu kitap o noktada gizlidir/ hecesini okudum eksiksizliğine erdim/ tüm gerçekler, Tanrı, o noktada gizlidir.)
2.Dörtlüğün açıklaması: (Yedi harf, yedi kitap, yedi ayet/ suratının anlamı oluşun gerçeğini gösterir/ yedi kat yer, yedi kat gök cömertçe bize gerçeği sunar/Ay’ın ışığı, parlaklığı bu noktada gizlidir. Ay ışığını gökten (Güneş’ten) alır.)
3.Dörtlüğün açıklaması: (İlk başlangıçta bile Hz. Muhammed’e dua vardı./Dua edenler, ibadette bulunanların suçu bağışlanır, iyilik bulurlar/ Hz. Muhammed’in gizini taşıyan Ali’dir/ Tanrısal makam bu noktada, bu sırda gizlidir.)
4.Dörtlüğün açıklaması: Virani der o nokta, o gizil olan şey Ali’nin özündedir./ Melekler yıldızların ışığını yansıtırlar. Ay, yıldızlardan alır ışığını/ Bu noktada yıldızlar nasıl ışığıyla bizi aydınlatıyorsa; On iki imamlar da bize ışık saçıyor/ Yol gösterici, ışık saçıcı olan Ali, bu noktada gizlidir.)
 
ELİF DALIN KEF-NUNUYUM
Dar üzere meydan oldum
Dünya yüzü efganıyım
Bir anda da tebdil oldum
Tuba-yı can kurbanıyım
 
Bu bir sırr-ı esrar oldu
Hizmetimiz necad oldu
İşte hanem elif oldu
Hey Hayder’in mekânıyım
 
Mekânım Bağdat’ı diyar
Canın cananını iskar
Cüda kılma yârimdir yar
Men bu yârin gülzarıyım
 
Sabredip kararın atma
Nunun vasfını unutma
Dostum beni guşemat etme
Elif dalın kef-unuyum
 
VİRANİ, kırklara geldim
Serimi terceman kıldım
Bu bazarda Hayder’i gördüm
Heyheycinin Kuran’ıyım
 
1.Dörtlüğün açıklaması: (Çok daracık alandayım/Dünya yüzünde acılar içindeyim/hemen anında değiştim/Tuba ağacının kurbanıyım.)
2.Dörtlüğün açıklaması: (Bilenenler gizli oldu/hizmetimiz kurtuluş oldu/evim yurdum, öğretici oldu/ Ben Ali’nin mekânıyım)
3.Dörtlüğün açıklaması: (Yerim Bağdat’tadır/ Can cananı ister/ayrı kalma yârimdir o/ben bu sevgilinin gül bahçesiyim)
4.Dörtlüğün açıklaması: (Sabır gösterip kararından dönme/bunun özelliğini, değerini unutma/dostum beni duymamazlık etme/ Ben Elif’in dalıyım; tüm oluşun özüyüm)
5.Dörtlüğün açıklaması: (Virani, kırklara (ermişlere, velilere) geldim/ bedenimi ortaya koydum/ bu pazarda Ali’yi gördüm/ Anlamayanların öğreticisiyim)
 
KAYNAKÇA;
EYUBOĞLU, İsmet Zeki; Anadolu İnançları –Anadolu Mitolojisi İnanç-Söylence Bağlantısı; Geçit Yay.1989.
EYUBOĞLU, İsmet Zeki; Alevi-Bektaşi Edebiyatı, Der Yay. 1991
KOCA, Şevki, Bektaşilik ve Bektaşi Dergâhları, Cem Vakfı Yay.2005
NOYAN, Bedri; Demir Baba Vilayetnâmesi, Can yay., İstanbul 1976.
OCAK, Ahmet Yaşar; Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri; İletişim Yay. 3. Baskı. 2002.
ŞİMŞEK, Gürbüz; http://www.pirsultanabdal.biz
ŞİMŞEK, Mehmet; Dede Korkut ve Ahmet Yesevi’den Günümüze Uzanan Ünlü Alevi Ozanları; Can Y. 1995
ULUSOY, A. Celalettin; Yedi Ulular; Ajans Türk Mat.
VAKTİDOLU, Adil Ali Atalay. Derleyen; Virani Divanı ve Risalesi (Buyruğu); Can Yay. 1998.
www. tr.wikipedia.org







                                                                                                      

 

 
Bugün 47 ziyaretçi (58 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol